. |
Askerliğin bedeli Toktamış Ateş Sürekli aynı şeyleri
kaleme almamızdan; sanıyorum, sizler de bıktınız, bizler de bıktık. Fakat öylesine
önemli konular dönüyor, dolaşıyor ve yeniden gündemimize geliyor ki bu konudaki,
duygu ve düşüncelerimizi, tekrar tekrar yazmaktan geri duramıyoruz. Bunlardan biri de
bedelli askerlik. Şu anda bedelli
askerlik yurtdışında belli bir süre çalışan gençlerimize ve yurtdışındaki
vatandaşlarımızın, erkek çocuklarına tanınan bir hak; belki de ayrıcalık. Bu
işin mantığında yurtdışında çalışmakta olan gençlerimizin askerlik nedeniyle işlerini
yitirmeme endişeleri yatıyordu. Zira yabancı işveren, askerlik-maskerlik tanımaz.
İşinden bir buçuk yıl ayrılan bir çalışanını yeniden işe alma konusunda çok
tereddüt eder. Buna neden olmamak için yurtdışında çalışan gençlerimize, böyle
bir olanak tanındı. Fakat biraz aşağıda değineceğim üzere müthiş istismar edildi
ve istismar edilmeye devam ediyor. Bu arada
yurtdışında çalışan ailelerin erkek çocuklarına böyle bir hak tanınmasının,
bir başka nedeni daha var. Ülke dışında doğan ve eğitim gören ve kimi zaman,
Türkçe bilgileri bile kıt olan bu gençlerimizi manevi olarak yitirmemek için böyle kısa
da olsa bir eğitimin çok yararlı olacağı açıktır. "Peygamber
Ocağı"nda, geçirilecek beş altı hafta, hiç kuşku yok ki; o
çocuklarımızda manevi bir güç oluşturacaktır ve oluşturmaktadır. Fakat bu
düzenleme; maalesef ciddi bir biçimde istismar da edilmektedir. Hayatında ülke dışında,
altı ay çalışmamış birtakım zengin ve ayrıcalıklı aile çocukları;
yurtdışında çalışmış gösterilecek, bedelli askerlik kapsamına, girmektedir.
İlginç olan husus, bunlardan bazıları; "vatan-millet",
denildiği zaman, mangalda kül bırakmamaktadır. Atalarımız ne demiş, "Eller
şehit, biz gazi..." Beni, bu konuda
çok rahatsız eden bir olay birkaç yıl önce yaşandı. Askerlik çağını geçirmiş
olan bir futbolcu askere gitmemek için Yunanistan'da bir takıma transfer oldu. Normal
koşullarda, bu türden gençlerimiz yaş haddi nedeniyle pasaport alamaz. Pasaportu olsa
bile hudutta yakalarına yapışılır. Fakat bu gencimiz; başkanı, çok "işbilir"
bir kulübe transfer olarak, bir yıl orada oynadı. Ve bir yıl sonra "ver
elini, Yunanistan..." Düşünün ki
(sanıyorum), o dönemin Genelkurmay Başkanı o kulübün fanatik taraftarıydı ve o
işbilir kulüp başkanıyla birlikte, maç seyretmekten pek hoşlanıyordu... Ve o arada
dağlarda çocuklarımız, şehit olmaya devam ediyordu. İnsan utanır... 1999 İzmit
Depremi sonrasında ortaya çıkan maddi yıkıntıyı, biraz olsun hafifletmek amacıyla;
birkaç dönem için bedelli askerlik yeniden kondu. Bu vesile ile askere gitmek
istemelerine rağmen gidemeyen gençlerimizden oluşan birikim bir nebze azaldı. Fakat
bunu uzun sürdürmek mümkün değildi. Geçmişte
özellikle yedek subaylık hakkını elde etmiş gençlerimizin, çok birikmesi nedeniyle
"kısa
dönem yedek subaylık", ihdas edildi. Ve bir birikim de öyle
inceltildi. Zaten günümüzde, yedek subaylık hakkı olan gençlerimiz; eğer ihtiyaç
yoksa ve bu haklarından vazgeçerlerse; askerliklerini daha kısa bir süre yapma hakkına
sahipler. Yakın çevremde bunu yapan var. Hiçbiri de pişman değil. Kaldı ki artık
Silahlı Kuvvetlerimizde, "nitelikli"
erlere de şiddetle gereksinim var. Ve bu yöntemle bu gereksinim, bir ölçüde
gideriliyor. Yakın ve uzak geçmişte
yaşanan bu deneyimleri sıraladıktan sonra şimdi şunu söyleyeyim ki bedelli askerliğe
şiddetle karşıyım. Zira burada ciddi bir haksızlık var. Bugün
Türkiye'de, bir terör tehdit ve tehlikesi var ve askerdeki çocuklarımızın bir bölümü
bunun etkisi altında. Özellikle duyarlı bölgelerde, askerlik hizmetini yapan çocuklarımızın
aileleri ciddi endişeler duyuyor. Arkadaşlarım arasında çocukları Güneydoğu ve
Doğu'da askerlik yapanlar var. Aileleri pek renk vermek istemiyor ama gözleri ve
kulakları haberlerde. "Bir
şehit haberi geldi", anonsunu duyduklarında renkleri bembeyaz
oluyor. Eğer,
toplumumuzun böyle bir sıkıntısı, böyle bir deri varsa bunu tüm vatandaşlar, eşit
olarak paylaşmalı. Tüm Anayasalarımızda yer alan "Sevinçte
ve tasada birlik", başka türlü yaşama geçebilir mi? Zaten, gene
atalarımızın dile getirdiği üzere "Dertler,
paylaşıldıkça azalır..." Evet, bedelli
askerliğe karşıyım ama bu konuda, bir de çözüm önermemiz gerekir. Zira ortada bir
başka sorun var. Türkiye'nin nüfusu 25 milyonken askerlik çağına giren gençler,
askere gidiyor ve (tahminen) yarım milyonluk bir ordu, silâhaltında oluyordu. Şimdi nüfusumuz,
70 milyonu geçti ve (her ne kadar, yetkili kumandanlar, bunun aksini dile getiriyorlarsa
da), ihtiyaç fazlası var. Bunu da çözmek gerek. Zira askere gitmeyene; pek iş de
vermiyorlar aş da vermiyorlar... İlk akla gelen,
"süreyi
kısaltmak." Fakat bu de gerçekçi bir yaklaşım değil. Zira bir
eri, "yetiştirmek"
için harcanan, zamana ve kaynağa baktığımız zaman bu erden belirli bir süre
yararlanılması gerek. İkinci olarak
akla "profesyonel
ordu" geliyor. Ancak bu durumda da askerlik hizmetinin gençlerimize
verebileceği manevi değerlerden vazgeçmek gerekir. Özellikle ülkenin farklı
yerlerini tanımak yeni insanları tanımak ve kaynaşmak sorumluluk taşımak vb. gibi
konular ihmal edilemez. Bence, bu işin
çözümü "kura
çekilmesinde." Ancak kura sonrasında "becayiş"
yani "hak
devri" olmamalı... KAMUYU BİLMEYEN
BEDELLİ ASKERLİĞİ BİLİR Mİ? Birey ile
toplumu, fert ile devleti anlayamayan, tanıyamayan ve bilemeyen bir medeniyet ve kültür
ile karşı karşıyayız. Toktamış Ateş Bey sürekli aynı şeyleri yazmaktan
bıkmış; biz de bu birey ile toplumu dile getirmekten bıkıp usandık, diyebiliriz.
Evet, tekrar ediyorum; bugün yaşadığımız bu medeniyet ve bu kültür birey ile
toplum ya da fert ile devlet cahilidir. Bir zamanlar kamusal alan, kamusal alan nakaratı
yapanlara şu kamusal alanı bir tarif edin de bakalım ne diyeceksisiniz, deseniz tarif
edemezler. Çünkü bu Rönesans medeniyeti insan cahilidir. İnsanı, bireyi ve toplumu,
beşeri olayları biricik bilgi vasıtaları olan laboratuara sokup mercek altına
alamadı bu medeniyet denilen cehalet. Çünkü beşeri olaylar laboratuara girmezler,
giremezler. Rahmetli Seyyid Kutup bir zamanlar Yirminci Asrın Cehaleti diye bir kitap
yazmıştı. Kutup, doğru bir isim vermiş kitabına. Zira bu yirminci asır ve bugün bu
medeni dünya, tam bir cahiliye devrini yaşamaktadır. Evet,
yine söylüyorum bu çağ cahildir; insan cahilidir; birey ve toplum, fert ile devlet ve
aile cahilidir. Çünkü bu medeniyeti kuranlar karıncalara baktılar toplum yaptılar,
arılara baktılar devlet kurdular. Bunların kılavuzu hayvanlardır, kargalardır;
insanı arayanlar, beşeri olayları araştıranlar, hayvan davranışlarını örnek aldılar.
Her şey deney, gözlem ve laboratuardır dediler. Felsefe bataklığına saplanan Batı dünyası
ve beyinlerinde insan üreten bu Batı zihniyeti, rasyonalizm diyerek empirizm diyerek bölücülük
yaptı. Eşya benim gördüğüm gibi olmak zorunda, benim aklım ne derse o olur, her
şey benim düşündüğüm gibidir, dedi. Veya her şey, deney gözlem ve laboratuardır,
onun için deneyden ve tecrübeden çıkıp gelmeyen bir fikir, fikir değildir dedi. İşte bu
ifrat ve tefritler arasında bir oraya, bir buraya koşan ve şaşırıp kalan insanlar,
bireysel görev ile toplumsal görevi birbirine karıştırdılar. Askerler işte bunun için
siyasete karışıyor, siyaset de insana, onun giyim kuşamına karışıyor, yasama yürütmeye,
yürütme de yasamaya karışıyor. Saksağanın yürüyüşte keklik olmaya kalktığı
gibi, yargı da doğalı bırakıp keyfiliğe ve yapaycılığa kaçıyor, kendisini
yasamanın yerine koymaya kalkıyor. Çünkü bu işbölümü doğal olmadığı gibi, bu
görevler de doğal yollarla dağılmamıştır. İşte insanın adresini kaybedenler, böyle
tam bir kargaşa ortamına düştüler. Bu tartışmalar, vuruşmalar ve çarpışmalar
ondandır. Hâlbuki insan ruh ve bedendir; yani din ve bilimdir. Dine düşman olanlar,
onun yerine hayvan davranışlarını ikame etmek istediler ve böylece bir hilkat
garibesi toplum ortaya çıktı. Hâlbuki insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen
düzlemde yaşayan bir varlıktır. İşte bu kendi doğal düzlemlerini terk eden birey
ve toplumlar, fert ve devletler hayat adına, yaşayama adına saksağanın yürüyüşte
yaptığı gibi, sekmeler ve sıçramalar yapıyorlar. Bir
görev, ya bireye aittir veya topluma aittir. Bireye ait olan göreve bizim
kültürümüzde farzı ayn denir. Topluma ait olan göreve de farzı kifaye denir. Ahmet’in
yemesiyle Mehmet’in karnı doymaz. Doyması için Mehmet bizzat kendisi yiyecektir ve
görevi bizzat kendisi yapacaktır. Buna
zorunlu bireysel alan adı verilir. Bir de topluma ait olan ortak işler ve ortak görevler
vardır. Bunlarda önemli olan görevin yerine getirilmesidir. Yoksa onu kimin yaptığı
mühim değildir. Böyle görevleri de Ali olmazsa veli yapar, Hasan olmazsa Hüseyin
yerine getirir. İşte bunu bilmeyenler yani farzı kifayenin toplum açısından ne ifade
ettiğini bilmeyenler herkesi askere götürürler. Hatta asker millet safsatasını
uydururlar. Hâlbuki toplumda askerlik değil sivillik esastır. Asıl olan sağlıktır,
hastalık değil, asıl olan barıştır, savaş değil. Savaşı toplumda asıl hale
getirenler, hayat mücadeleden ibarettir dediler, “asker millet” dediler. Askerlik
peygamber ocağı da ilim yuvası peygamber ocağı değil mi? Devleti ve toplumu temsil
etme demek olan siyaset görevi, peygamber ocağı değil mi? Hz. Peygamber toplumunu
bizzat kendisi yönetmedi mi? Yine Hz. Peygamber aynı zamanda bir hakem değil miydi?
Buna göre yargı kurumu da neden bir peygamber ocağı değil de sadece asker peygamber
ocağı olsun. Hayır, hayır bu anlayışlar yanlıştır. Toplumu meydana getiren tüm
kurumlar peygamber ocağıdır ve peygamber kurumlarıdırlar. Fakat Hz. Muhammed’in “Âlimler
peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler,
ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim ilim elde ederse,
bol bir nasib elde etmiş olur.”[1],
buyurmasıyla asıl ilim yuvalarının peygamber ocağı olduğu görülmektedir. Bir
toplumda bir ömür boyu hasta olan kimseler vardır ve olabilir. Ama bir toplum kendisi
ömür boyu hasta olamaz. Yanlışlar ve hatalar yapamaz; arızalar ve ikame kanunları,
asalet yerine vekâletle yürütülen işler ebedi gitmez, gidemez; çünkü zararlar doğar,
ilaçların bedende yaptığı gibi, toplumda yan tesirler meydana gelir. Savaş asıl değildir, geçici bir şeydir;
öyleyse askerlik merkeze alınarak, amaç ve devamlı kabul edilerek, herkes metazori
askerlik görevini bizzat kendisi yapacak denemez. Bu eşyanın tabiatına ters düşer.
Zira ülke savunması bir kısım kimselerle yerine getiriliyorsa diğer kişilerin askere
gitme görevleri üzerlerinden düşer. Onun için herkes askere gidecek hükmü bir
fazlalıktan ibarettir ve israftır. İşin
esasına gelecek olursak bir toplumda iş bölümü vardır. Bir evde anne ve baba
arasında bir işbölümü olduğu gibi, toplumda da kadın erkek arasında bir işbölümü
vardır. İnsan vücudunda organlar arasında vazife taksimi olduğu gibi toplumda da bir
takım görev taksimi olur. Kadın çocuğunu doğurup süt verirken erkek de aile
ekonomisini ve ülke savunmasını üzerine almıştır. Şu halde askerlik erkeklerin görevi
olup akıl baliğ olan her erkek, memleketi savunma konusunda üzerine düşen vazifeyi
yerine getirecektir. Ancak bu ülke savunması, yemek yemek gibi herkesin bizzat
kendisinin katılması ve yapması gereken bir görev türünden olmadığı için,
isteyen bedel verir, dileyen de askere gider. Yani isteyen askere gider, isteyen bedelini
verir. Yalnız askere gitmeyen bir kimse bedel vermek zorundadır. Buna göre eğer bu görev
ülkeyi savunma görevi, sadece bu askere katılanların iştirakleri ile yerine
getirilemiyorsa o zaman farzı kifaye farzı ayn haline dönüşür ve herkesin askere
bizzat katılması ve görevini bizzat kendisinin yapması gerekir. Netice
olarak hayat doğaldır-ilahidir. Hayattaki işbölümü, toplumdaki görev taksimi kadın-erkek,
birey ve toplum arasında doğal yollarla yapılır. Hayatta normal ve anormal durumlar
vardır; inişler ve çıkışlar vardır. Fakat olumlu ve müspet olanlar devamlı, menfi
ve olumsuz olanlar ise geçicidir. Onun için toplumda her şey ve her olaya kendi konumu
ve durumuna göre değer verilir ve kendine uygun bir muamele yapılır. O yüzden toplumu
ve onun doğal halini ve doğal olması lazım gelen kurumlarını yapaylığa sürükleyemezsiniz
ve yapay yapamazsınız. Yapaycılığa başladığınız andan itibaren hastalıktan,
stresten bela ve musibetten, bugün olduğu gibi toplumsal olaylardan ve problemlerden
kurtulamazsınız.
[1]
Ebu Davud, İlim, 1, Hadis No, 3641–3643; Tirmizi, İlim, 19, Hadis No, 2682–2683;
İbn Mace, Mukaddime, 17, Hadis No, 223
|
. |