. | Devlet işçisini döver mi? Toktamış Ateş Geçenlerde bir televizyon kanalından
arayarak; bir haber üzerinde çalıştıklarını ve devletin işçisini dövmesini nasıl
açıklayabileceğimizi sordular. Haber içinde bir telefon bağlantısı
yaparak görüşlerimi dile getirmemi istediler. Aslında konu TEKEL işçileri
konusuydu. Ankara'da aylarca süren ve kimi dramatik görüntülere de sahne olan çadırlı
direnişleri sonrasında; Danıştay kararıyla şimdilik 4- C'den kurtulmalarının ne
anlama geldiğini; daha sonra anladıkları için Ankara'da bir gövde gösterisi daha
yapmak istemişler; ama hem katılım beklediklerinin çok uzağında kalmıştı; hem de
Ankara Valiliği bu kez işçilere müsamaha etmemişti. Sadece bazı sol grupların
desteğini sağlayabilmişler ve (bence) bu eylem hüsranla noktalanmıştı. Hele kimi
sendikacılara yönelik şiddet girişimleri anlaşılabilir gibi değildi. İnsanlar
kolayca birbirine düşüyor... Televizyon kanalından sorulan soru
polisin grevcilere ve onları destekleyen gruplara karşı çok sert davranmasının
nasıl bir açıklaması olabileceği idi ya da en azından ben öyle anladım ve ona göre
yanıt verdim. TEKEL işçilerinin eylemlerini değerlendirmek
ve "haklı-haksız"
ayrımı yapmak çok zor. Konuyu devlet açısından ele alırsak; kapısına kilit
vurulmuş bir işyerinde çalışan ücretlilere; aynı ücreti bir başka işyerinde
vermek kolay değil. Fakat meseleyi işçiler açısından ele alırsak; belli bir yaşam
standardı tutturduktan sonra bunun çok gerisine razı olmak elbette mümkün olamaz.
Hele tutturduğu yaşam standardının son derece mütevazı olduğu düşünüldüğü
zaman... TEKEL işçilerinin hiçbirinin;
özel otomobili, jakuzili banyosu olduğunu sanmıyorum. Korumaya çabaladıkları yaşam
standardı orta sınıfın bile fersah fersah altındadır. Aslında bana kalırsa konu; TEKEL
işçileri konusunun çok ötesinde ve üzerinde. Her ne kadar kimi çevrelerde "IMF'nin dayatmalarına teslim olmadık ve müzakereleri
kestik" diye kostaklananlar varsa da; aslında Sayın Kemal
Derviş'in 1991'de yaşama geçirdiği ekonomi politikasından pek uzaklaşıldığını
sanmıyorum. Ve o ekonomik politika IMF'nin dayattığı politikadır. Bunu geçenlerde
kaleme aldığım bir yazıda da vurgulamıştım. Zaten 1980 24 Ocak istikrar
önlemlerinden beri üç aşağı beş yukarı uygulanan "IMF politikalarıyla" Türkiye'de
gelir paylaşımı alt üst edildi. Önce; 12 Eylül'ün askeri baskı döneminde; daha
sonra 12 Eylül'ün getirdiği yasalarla hükümran olduğu sivil baskı döneminde; tarım
kesimi ve ücretli kesimin ulusal gelirden aldığı pay yarı yarıya azaltıldı. Bunu
becerebilmenin anahtarı da uygulanan enflasyonist politikalardı. Masa başında alınan enflasyon
oranı kararları; sanki "gökten gelmiş"
gibi yutturuldu ve bir de sözde "enflasyon
canavarı" üretilerek ücretlinin sofrasındaki ekmek git gide küçültüldü.
(Et zaten hiç kalmamıştı.) Zaman zaman çok kızdığım;
rahmetli Bülent Ecevit bu 24 Ocak kararlarını gördüğü zaman; askeri yönetimin işaretini
vermişti. "Bu kararlar demokrasi içinde
uygulanamaz" demişti. Ve gerçekten çok haklı çıktı. TEKEL işçilerinin eylemlerini,
isyanlarını, hayal kırıklıklarını, umutlarını ve umutsuzluklarını bu bakış açısı
altında değerlendirmek gerekir. Yoksa salt son birkaç aydaki olayları düşünürsek
sağlıklı sonuçlara ulaşamayız. Şimdi; başlıktaki soruyu bir kez
daha soralım: "Devlet işçisini döver
mi?" Bu sorunun tek bir yanıtı
vardır. Eğer o devlet demokrasiyle yönetilen ya da en azından demokrasiyle yönetildiğini
iddia eden bir devletse; devlet işçisini dövmez ama eğer demokrasi dışı bir yönetim
söz konusuysa; devletin ya da devletin yürütme gücünün ne halt edeceği belli
olmaz... Ankara'da yaşanan olaylara
baktığımız zaman; burada birkaç açıklama yapabiliriz. Anakara'da; polisin "orantısız güç kullanımı";
bunların o yönde emir almalarından değil; eğitimlerinin yetersiz olmasından
kaynaklanabilir. Ancak bu yetersizlik salt rütbesiz polislerin değil; çoğu kez
onların amirleri için de söz konusudur. Birkaç yıl önce; bir "1 Mayıs" günü eşiyle birlikte
yemek yiyen değerli arkadaşım Masis Kürkçügil'e nedensiz yere tokat atma cüretini
gösteren polisin kimliğinin ortaya çıkarılmamasını açıklamak mümkün değildir. Ankara'daki olaylarda; belki de
kimi gençlik grupları ya da provokatif gruplar; bu türden olaylar çıkması için
polisi tahrik ve provoke etmiş olabilirler. Eğer bu türden tahrikler varsa; bunun değişik
nedenleri ve amaçları olabilir. Fakat bunları sıralamak için yerim yeterli değil. Bir başka neden; 4-C'ye geçmeyen
işçilerin bir yıllık süre sona erdiği zaman ne yapacaklarını bilmemeleri ve bunun
korkusu içinde polise saldırmaları olabilir. Böyle bir saldırı olduğu zaman;
polisin de elindeki zorlama gücünü kullanmasının fazla eleştirilecek bir yanı
olamaz. Fakat tüm bu açıklamalar bir
yana; bir demokraside devletin polisinin ve bu polisin yürütme gücünün işçisini
dövmemesi; sorunlarını "sükûnet ve
suhuletle" çözmesi gerekir... DEVLETİN İŞÇİSİ OLMAZ DEVLET
AİLESİNİN ÜYELERİ VARDIR ve DEVLETİN VADANDAŞLARI OLUR Yorumlayan: Prof. Dr. Osman Eskicioğlu Yazarımız “Devlet İşçisini Döver
mi?” şeklinde bir başlık atmış ve makalesini yazmıştır. Eğer bu soruyu bugünkü
Türkiye veya dünya için soruyorsak buna bal gibi, evet bugün devlet işçisini döver
diye cevap verebiliriz. Zira Türkiye’de Avrupa’da ve hatta ABD de bile polislerin
yolda belde çarşı ve pazarda orada burada insanları dövdüklerini her zaman
televizyon ekranlarında gözlerimizle görüyoruz. Zaten polisler asayişi sağlamak
üzere eli beli tabancalı ve coplu olarak ortalıkta dolaşmıyorlar mı? Polis neden
tabanca taşıyor da sade vatandaşa tabanca niçin yasak, bu cop polisin elinde ne işe
yarar, yoksa bu demokrasi devletleri halk ile kavgalı mı, kanlı bıçaklı mı ki, böyle
coplu ve tabancalı görevlileri var soruları bir tarafa biz devletin işçisi meselesine
gelelim. Bir
defa “devletin işçisi” ifadesi bu işin, bu anlayışın ve uygulamanın ne kadar
yanlış olduğunu gösteriyor. Devlet bir şirket mi, yoksa ticari bir kuruluş mu ki,
onun işçisi olsun. Devlet ancak bir aile gibi olduğundan onun yalnız aile bireyleri
veya üyeleri olur. Hem de devletin TEKEL işçileri var ve bunlar haklarını almak için
grev yapıyorlar. Polis buraya gelip bu grevcileri coplar mı, dağıtır mı? Bu
demokrasi yönetim biçiminde hepsi olur. Çünkü demokraside meçhuller vardır ve
belirsizlikler vardır. Hatta fıtrata, insan doğasına ters düşen birtakım
uygulamalar bile vardır. Bugün işçiler demokratik denilen bu devlette emeklerine sahip
değildirler. Onların emeklerini ve işgüçlerini onlar adına sendika ağaları
pazarlarlar. Onların emeklerini bir köle gibi satarlar. Eğer bir kişi kendi emeğine
sahip olamıyorsa bu kişinin özgürlüğünden bahsedilebilir mi? İnsanın bir eli
başkasına bağlı veya başkasının emrinde olabilir mi? Bu nasıl bir fıtrat,
yaratılış ve doğa anlayışıdır? Hem bu işçiyi koruma ve kollama adına
yapılmaktadır. Bir işçi istemediği bir ücretle asla çalıştırılamaz. Boşta
kalan bir işçi eğer fakir ise gider devletten işsizlik maaşını alır. Yani insan
devletinde ve bizim anladığımız bir devlet düzeninde bugün olduğu gibi aç kalma
korkusu asla yoktur. Sendikacılık, sendika örgütü ve birlikleri gibi toplum
elbisesine sonradan yamanmış yamalıklar da yoktur. Grev, lokavt, işçi ve işverenler
sendikası gibi anlayış, uygulama ve kuruluşlar doğal düzene ters düşen hasta bünyenin
tedavideki yan tesirlerinden başka bir şey değildir. Devlet kendisine ait hizmetleri
vatandaşlarına sözleşmeli olarak verir. Bu sözleşmede yazılı olan maddelere her
iki taraf da titizlikle uyarlar. Eğer taraflardan birisi mukavele şartlarına uymazsa
diğer taraf hakemlere başvurur. Böylece arada çıkmış olan bir anlaşmazlık
bağımsız hakemler yoluyla bir çözüme kavuşturulur. Hem bu iki taraf arasında yani
devletle görevliler arasında asla bir farklılık ve ayrıcalık yoktur. Devlet yanlış
yaparsa hakemlerin kararı ile belirtilen tazminatını öder, görevli bir yanlış
yaparsa yine hakemlerin verecekleri kararlar yerine getirilir. Hâlbuki bugün böyle bir
ortam yoktur. Bugün mahkeme devletin ve polis devletindir. Böylece güç devletin elinde
iken bu durumda kaşı tarafa ancak ezilmek düşer. Bugünün hukuk, devlet ve siyaset
anlayışı bundan ibarettir. Oysa hukukun hukuk olduğu bir hukuk devletinde
anlaşmazlığa düşmüş taraflardan biri devlet mevlet değil, kim olursa olsun ve
hangi güç sahibi olursa olsun, her iki taraf eşittir ve aynı şartlara sahiptir. O
sebeple bugünkü hukuk ve adalet anlayışı daha doğrusu devlete bağlı hâkimlik
sisteminden hakemlik sistemine geçilmedikçe yalnız böyle değil, her tür anlaşmazlıklarda
adaletin gerçekleşmesi mümkün değildir. Diğer taraftan yine bizim anlayışımıza
göre devlet bir şirket veya ticari bir kuruluş olmadığı için, maktu bir ücretle
devamlı işçi çalıştırmaz ve fabrika kurarak üretim yapmaz. Mesela yeraltındaki
madenlerin işletilmesi hususunda özel firmalara usulüne göre işletme yetkisi verir.
Fakat bunun karşılığında üretilen malların beşte birini vergi olarak alır. Yine
mesela devlet ihtiyacı olan savunma ve savaş malzemelerini ihale yoluyla ilgililere
verir ve bunların üretimini işçilik yoluyla değil de özel teşebbüs aracılığı
ile sağlamış olur. Yani devlet bizzat üretim yapmadığı ve ticaret yapmadığı için
devlete ait özel işçiler olmaz.
Yazarımızın
TEKEL işçilerinin eylemlerini değerlendirmek ve "haklı-haksız" ayrımı yapmak
çok zor, şeklinde kurmuş olduğu cümle, bizi
yukarıda söylediğimiz “Bu demokrasi yönetim biçiminde hepsi olur. Çünkü
demokraside meçhuller vardır ve belirsizlikler vardır”, biçimindeki düşüncemizi
tamamen desteklemektedir. Bu tekelcilik meselesi de asla bizim kabul etmediğimiz bir
husustur. Devlet tekeli de olsa bilhassa ekonomik alanda bunların faydalı olduğu görüşünde
değiliz. Tam tersine mal üretimi ve alışverişi yani tamamen serbest teşebbüs ve
rekabet esasına dayalı olan bu iki alanın tekel altında olması fayda değil, zarar
getirir. Netice olarak bize göre devlet üretime
tüketime karışmaz. Hele ticari hayata, fiyat ve piyasaya hiç müdahalede bulunmaz.
Onun için devletin enflasyona ve devalüasyona sebebiyet vermesi ekonomik olarak zararlı
olan davranışlardır. Genel fiyat düzeyinin
devamlı artması ve para değerinin düşmesi demek enflasyon ve ülke parasının
yabancı paralar karşısında değerinin düşürülmesini ifade eden devalüasyon da mecburi, kanun ve kural dışı bir
vergi almak demek olup bu hırsızlıktan başka bir şey değildir. Çünkü % 50
enflasyon veya devalüasyon olan bir ülkede vatandaşın cebindeki paranın yarısı çalışmış
veya kaybolmuş demektir. Ülkedeki bütün anlaşmazlıklar
hakemler yoluyla halledilir. Hakemler ise bugün avukatlık sisteminde olduğu gibi
tamamen serbest bir statü içersinde çalışırlar. Yani bize göre devlete bağlı hâkimler
sistemi işin nazikliği yönünden ve gerçek adaletin ortaya çıkması bakımından
engelli bir durum arz eder. Bizim bilimsel tahlillerimize göre ülkedeki birçok karışıklık,
olumsuzluk ve kavgaların gerçek sebebi sistemin içinde bulunmaktadır. Bu demokratik yönetim
biçimi denilen yapıda düzeltilmesi gereken çok yamukluklar vardır. İşte tekel işçilerinin
devlet veya polisle aralarında olan anlaşmazlıklar da bunlardan biridir.
|
. |