. | TARİHTE EKONOMİK DÖNEMLER Bilimsel araştırmalarda konu belirlemenin çok
önemli bir yeri vardır. Zira konu araştırıcı için ilgi çekici olmakla beraber
zamanın fikir hareketleriyle de yakından ilgili olursa faydalı olur. Bugün hala dünya
izimlerin etkisinden kurtulmuş değildir. Bir zamanlar kapitalizm ile komünizmin paylaştığı
iki ayrı ve düşman blok görüntüsü veren yerküresi bunların birbirine etkisi demek
olan karma ekonomi esaslarını uygulamakla beraber yer yer sistem ve düzen tartışmaları
olmakta ve hatta bu bazen silahlı çatışmalara kadar gitmektedir. İslam’ın da kendisine mahsus, süi jenerist bir
sistemi bulunduğu hususu Müslüman olmayan yazarlar tarafından bile ileri sürülmekte;
yalnız bireyci ve yalnız toplumcu olan sistemlerin yanında hem bireyci ve hem de
toplumcu yönü bulunan İslam ekonomisinin esaslarının araştırılmasının insanlık
âlemi için faydalı olacağı düşünülmektedir.[1] Roma hukukunun
yanında İslam hukukunun varlığını kabul edenler aslında İslam’ın da ekonomik
bir sistemi olabileceğini teorik olarak kabul etme durumundadırlar. Ancak böyle bir
iddianın yani İslam’ın kendisine mahsus bir ekonomik düzeninin var olduğu görüşünün
İslam’ın kaynaklarına dayanılarak bilimsel delillerle ispat edilmesi ve ondan sonra
İslam’ın da bir ekonomik sistemi vardır, denilmesi daha doğru olur. İşte biz bugünkü ekonomik düzenin grev, lokavt,
toplu sözleşme, enflasyon, fiyat tahdidi, kredi tahsisi, teşvik ve destekleme yolları
gibi arızalarına rağmen istihdamı ve refahı sağlamaya çalışırken acaba İslam’ın
ekonomik kurumları nelerdir ve bu konularda ne gibi esaslar getirmiştir diye bir
araştırma yapmaya niyet edip karar verdik. Metot olarak İslam ekonomisi tarihi bir vakıa
olarak ele alınıp incelenebilir. Hz. Peygamber dönemi, Raşit halifeler, Emeviler,
Abbasiler, Selçuklular veya Osmanlılar zamanlarındaki ekonomik düzen ele alınıp
araştırılabilir. Fıkha yani İslam Hukukuna göre bir araştırma yapılıp bir
mezhebe veya mezhepler arasındaki ayrılıklar belirtilerek birkaç mezhebe göre bir araştırma
yapılabilir. Sadece Hz. Peygamber’in hadislerine dayanarak İslam ekonomisinin
esaslarını tespit etmek de mümkündür. Ebu’l Ala el-Mevdudi, İslam ekonomisinin
esaslarını tespit etmek için eski eserlerimizdeki alış-veriş, sarraflık ve icare
gibi mali işlerin ve ekonomik kuralların çoğuna günümüz insanının pek ihtiyacı
kalmamış olduğundan bu eski fıkıh kitaplarından ziyade Kuran’a ve hadislere
dayanmayı tavsiye etmektedir.[2] Enver İkbal
Kureşi de faiz ayetlerini iktisadi açıdan inceleyen ilk müfessirin Fahraddin er-Razi
olduğunu ileri sürmektedir.[3] Bu durumda biz Kuran-ı Kerim’e göre bir araştırma
yapmaya karar verdik. Yalnız bu araştırmanın zamanımız açısından faydalı bir
çalışma olabilmesi için takip edilecek olan yolun önemi çok büyüktür. Çünkü
burada sadece kaynak tefsirlere dayanmak eseri kısır hale getirebilir. Bunun için biz
lügat, sarf, nahiv, belagat ve fıkıh usulü yönünden ayetin konumuz açısından
ifade ettiği manayı anlamaya çalıştık. Bu manalardan kaynak tefsirlerde
bulunanlarını oralardan naklettik. Eğer ayetten anladığımız mananın yerini kaynak
tefsirlerde bulamadıysak dayandığımız dil kuralını açıklayıp niçin o manayı
verdiğimizin sebebini belirtmeye çalıştık. Bir nevi ekonomik tefsir diyebileceğimiz bu çalışmayı
hazırlarken şöyle bir yöntem ve sıra takip ettik. Önce Kuran-ı Kerim’i baştan
sona okuyup ekonomi ile ilgili olduğunu kabul ettiğimiz ayetleri tespit edip bir araya
getirdik. Bunların kelimelerinin kök anlamlarını lügat kitaplarından bulup bu kök
mana ile ekonomik anlam arasında bir ilgi kurmaya çalıştık. Sonra kaynak
tefsirlerimizde bize yarayacak bilgiler varsa elimizden geldiği kadar onları toplamaya
gayret ettik. Eğer bizim kök mana ya da herhangi bir dilbilgisi kuralı yardımı ile
anlayıp çıkardığımız bir esas varsa bunu bir hadis veya İslam tarihinde cereyan
etmiş bir olay ile desteklemeye özen gösterdik. Böylece ayeti tefsir ettikten sonra bu
yoruma dayanarak ayetten ekonomik esaslar çıkardık. Topladığımız ayetlerin tefsiri
bu şekilde bittikten sonra bulduğumuz bütün esasları ayrı ayrı fişlere yazarak
konularına göre tasnif ettik. Bu suretle iki bölümden meydana gelen yani deliller ve
hükümler, istidlal ve esaslar kısımlarından teşekkül etmiş olan bu eser meydana
gelmiştir. Araştırmamızın konusu tefsir ile alakalı
olduğu için lügat, sarf, nahiv, belagat, fıkıh-İslam hukuku ve fıkıh usulü
konularında yazılmış olan eserler başvurulacak kaynaklar arasında olmalı idi. Ana
mesele tefsir olunca Razi, Kadı Beyzavi, İbn Kesir, Alusi, Reşid Rıza, Elmalılı ve
Mehmet Vehbi gibi zatların eserlerini temel kabul ettik. Bununla beraber Cassas ve İbn
Arabî gibi ahkâm tefsiri yazan iki zatın Ahkâm-ül Kuran’larını da
faydalandığımız eserler arasında sayabiliriz. Kelime ve lügat yönünden Rağıb’ın
Müfredat’ı ile Mütercim Asım Efendi’nin Kamus’u esas kaynağımız oldu. Yer yer ihtiyaç duyulduğu zaman es-Serahsi’nin
el-Mebsut’u, Kasani’nin Bedayi’i, Ebu’l-Hasen’in Kuduri’s, el-Merğınani’nin
el-Hidaye’si, İbn-ül Hümam’ın Feth-ul Kadir’i, Molla Hüsrev’in Dürer’i,
İbn Abidin’in Dürrü’l Muhtar’ı, Seyyid Sabık’ın Fıkh-üs Sünne’si ve
Ömer Nasuhi Bİlmen’in Hukuk-ı İslamiyye Kamusu gibi fıkha ait kitaplar ilk müracaat
ettiğimiz eserler arasındadır. Ayrıca konumuz olan İslam
Ekonomisi ile ilgili bulunan Ebu Yusuf’un Kitab-ül Harac’ı, Ebu Ubeyd Kasım b.
Sellam’ın Kitab-ül Emvali, el-Maverdi’nin Ahkam-üs Sultaniyye’si, Ebu Yala
el-Ferra’nın Ahkam-üs Sultaniyyesi, el-Gazli’nin İhya’si, İbn Teymiye’nin
el-Hisbe’si ve es-Siyaset_üş Şeriyyes’si, İbn Katim el-Cevziyye’nin İ’lam-ül
Muvakkıin’i ve et-Turuk-ul Hukmiyye’si, İbn Haldun’un Mukaddime’si ve el-Kettani’nin
Nizam-ül Hukumet-in Nebeviyye’si gibi kitaplardan faydalandık. Yine bu konuda
yazılmış bulunan yeni eserlerden ve Türkçeye çevrilmiş olan tercüme eserlerden de
yararlandık. Bu eserimizi yazarken karşılaştığımız
zorluklardan birisi de terim meselesi olmuştur. Bugün dünyanın hiçbir yerinde devlet
düzeninde İslam kanun ve kuralları uygulanmadığı resmi terimler İslam’ın
getirdiği esaslarına aykırı düşmektedir. Mesela İslam’da sermaye vergisi, varlık
vergisi veya gelir vergisi vardır, sözlerinin her biri ya eksik veya yanlıştır.
Çünkü ekonomik bir terim olan sermaye zamanımızda sabit ve döner olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır. Hâlbuki İslam’da sabit sermaye dediğimiz makine ve tesislerden vergi
alınmaz. Yine oturulan ve kirada olan evlerden de bir vergi alınmaz. Diğer taraftan “Allah” ve “Resul”
kelimelerinin ifade ettikleri ekonomik anlamı terimleştirebilmek de oldukça güçtür.
Toplumun sahip olduğu amme yani kamu haklarına fıkıh-İslam hukuku dilinde “hukukullah”
denildiği bilinmektedir. Buna göre Allah lafzına ekonomik anlam olarak toplum, cemiyet,
kamu, amme veya devlet kelimelerinden hangisi karşılık olarak kullanılır bunun
belirlenmesi gerekir. Zira Kuran’da “Allah’a karz-ı hasen verin”[4] buyrulurken bu,
“devlete ödünç verin” demek mi, yoksa “topluma ödünç verin” demek mi bir
karar verilmesi gerekir. Biz bunu devlete veya kamuya ödünç verin manasında
anlıyoruz. Böyle bir çalışmayı yaparken bana yardımcı
olan herkese, maddi ve manevi katkıda bulunanlara teşekkür ediyorum. Ayrıca daha böyle
nice çalışmalar yapmam hususunda bana avn-ü inayetini esirgememesi için Cenab-ı Hakk’a
niyaz ediyorum. Çalışmak bizden başarı, Tevfik ve inayet ise Allah Teala’dandır.
EKONOMİK DÖNEMLER Ekonomik hayatın insanlıkla ilgili bir disiplin
olduğu hayvan topluluklarında iktisadi olayların insanlardaki şekliyle cereyan
etmediği ekonomi ilmi ile uğraşanlar ve araştırıcılar tarafından ortaya konmuş
bir gerçektir.[5] Nerede bir insan
topluluğu varsa orada mutlaka ekonomik kanunlar ve dolayısıyla ekonomik olaylar var
demektir. İnsanoğlunun toplum halinde birlikte yaşama özelliği onun kendi
benliğinden geldiği için toplumun hareket ve davranışlarının bir neticesi olarak
meydana gelen bu sosyal ve ekonomik kanunları hiçbir güç yürürlükten kaldıramaz.
Öyleyse yapılacak tek şey bu iktisadi kural ve kanunları ve iktisadi olayları anlamak
ve ona göre hareket etmek olur.[6] Evet, ekonomik hareket ve davranışlar yani
iktisadi olaylar insanlıkla beraber yaşaya gelmiş ve o kadar da eski olan hadiselerdir.
Ancak bu ekonomik olaylar her zaman aynı görüntüyü vermemiş değişik zamanlarda
değişik şekiller göstermiş ve değişe değişe bugüne kadar gelmişlerdir. Belki
ihtiyaçların tatmini demek olan ekonomik hareketlerin gayesi[7] değişmeyip hep
aynı kalmış; ancak bu gayeye ulaşmak için kullanılan vasıtalar ve takip edilen
yolların tekâmül ettiği ve değişip geliştiği açık bir gerçektir. Yalnız
ekonomik hareketlerin değişmesi sadece icat ve keşiflerin etkisiyle olmamış aynı
zamanda toplumun bünyesiyle orantılı olarak sosyal olaylarla birlikte gelişmiştir.
Zaten ekonomik ve sosyal olaylar birbirine zıt kanunlara değil, uygun ve aynı genel
kanunlara bağlıdırlar. Hatta bu ekonomik ve sosyal olayların hepsi biyolojik olaylarda
olduğu gibi aynı genel kanunlara tabi olup hep aynı noktaya uyarlar. Konuyla ilgili
olan Gaetan Pırou’nun şu cümlesini burada dile getirmek tam yerinde olacaktır. O şöyle
diyor: “Toplumlar da biyolojik organlar gibi doğar ve önceleri aynı kanunlara
uyarlar. Sonradan zihnin tasavvur ettiği bir ideale doğru yönelerek daha çok insana
özel bir şekilde gelişirler.”[8] Büyük bir İslam düşünürü olan İbn Haldun
tarafından Kuran’a dayanılarak çok önceleri ortaya atılmış bulunan bu fikirler,
daha sonra Montesquieu, Jan Jack Rousseau, Thomas Robert Malthus ve Auguste Comte tarafından
benimsenmiş ve geliştirilerek sistemleştirilmiştir.[9] İbn Haldun sosyal olayların biyolojik
bir grafik izlediğini devletlerin ve toplumların doğup geliştiğini daha sonra da
yaşlanıp çöktüğünü açık açık anlatmaktadır.[10] Kuran’ın bu konuyla ilgili
ayetlerinde şöyle buyrulmaktadır. Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi,
ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.[11]
Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a
kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana
kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, ayetleri ayrı
ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.[12]
Onlar, kendi nefisleri(nin yaratılış incelikleri) hakkında hiç düşünmediler mi?
Hem Allah, gökler ile yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ve hikmete uygun olarak ve
belirli bir süre için yaratmıştır. Şüphesiz insanların birçoğu Rablerine
kavuşacaklarını inkâr ediyorlar.[13]
Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. Geceyi gündüzün üzerine
örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu
kanunlara boyun eğdirmiştir. Bunların her biri belli bir zamana kadar akıp
gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.[14] Görüldüğü gibi bu ayetlerde insanların,
milletlerin, yıldız, ay, güneş ve göklerin, gece ile gündüzün, belirli bir zaman
süreci için yaratıldıkları ve hepsinin belli bir ömrü olduğu bildirilmektedir.
Özellikle Onlar, kendi nefisleri(nin yaratılış incelikleri) hakkında hiç düşünmediler
mi? Hem Allah, gökler ile yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ve hikmete uygun olarak
ve belirli bir süre için yaratmıştır, ayetinde insanlar ile diğer yaratıklar
arasında bir bağıntı kurulması, birbirine benzetilmesi ve araştırma yapılması
lazım geldiği açıklanmaktadır. Kadı Beyzavi, bu ayete insanların önce kendilerini
öğrenip diğer şeyleri buna benzetmeleri gerektiğini birinci mana olarak vermiştir.[15] Bu konu ile ilgili olarak Kuran’da daha açıklayıcı
ve canlıların birbirine benzer birer toplum olduklarını ifade eden şu ayet adeta bize
bilgi üretmede analoji yolunu önermektedir. Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve
(gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey
değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin
huzuruna toplanıp getirilecekler.[16] Ekonomi tabii-doğal bir oluştur; nasıl fizik ve
kimyanın kendisine mahsus kanunları varsa ekonominin de doğal kanunları vardır.
İnsanoğlu bu kanunları değiştirme imkânına sahip değildir. Nasıl maddeden yerçekimi
özelliğini kaldıramıyorsak ve onun düşmesini engel olamıyorsak bireyden de onun mal
ve mülk edinme özelliğini ve mülkiyet eğilimini kaldıramayız ve onu bu bencillikten
vazgeçiremeyiz.[17] “Herkes kendi tabiatına göre iş yapar”[18] Bu ayetin
aslında geçen “şakilet” kelimesi her ne kadar tabiat, adet, din, huy, niyet,
karakter, cibilliyet, fıtrat ve tabii yol gibi çeşitli ve birbirine yakın manalarla
tefsir edilmiş ise de en kuvvetli ve kapsamlı anlam olarak fıtrat ve tabii yol anlamı
verilmiştir. Yani herkes, kendi hal ve mizacına uygun olan tabii yolda hareket
eder. Diğer bir deyişle özel duygularına göre iş yapar.[19] O halde fıtratı ve tabiatı değiştirmeye
kalkmaktan çok ona uymanın gerekliliği böylece ortaya çıkmaktadır. Buna göre insanın
hareket tarzı şöyle olmalıdır diyebiliriz. İnsan fizik kanunlarından faydalanarak uçmayı
ve aya gitmeyi nasıl başarmış ve bunu mümkün hale getirmişse o yine ekonomik
kanunlardan faydalanarak insandaki mülkiyet meylini daha faydalı bir şekle sokabilir. Diğer taraftan kim bu insan doğasında var olan
doğal meyilleri (kanunları) en iyi keşfeder ve bunlardan en çok faydalanmaya bakarsa
o, tabiattaki kurulu düzene uymuş ve bu düzen içersinde vazifesini yapmış olur.
Kendi başına bir düzen kurmak isteyenler veya kurulu gerçek düzeni bozanlar ve ona
karşı gelmek isteyenler ise hem genel düzene zarar verir, hem de kendilerini yok
ederler.[20] Şu bir gerçektir ki, hangi millet söz konusu
olursa olsun, ekonomik teori esas noktaları itibariyle aynı olarak karşımıza çıkar.
Türkiye, Fransa, Amerika ve Rusya’da kıymet ve fiyat konuları arz ve talebin bunlar
üzerindeki etkisi para hacminde bir enişleme veya daralmanın ekonomik akisleri aynı
mekanizmalara uyar. Şu halde bu mekanizmaları kaldırırken milli sınırla düşünülmesini
ikinci plana bırakmak yerinde olur.[21] Yoksa tabii
oluşa müdahalede bulunmuş oluruz ki, bu bize hiçbir fayda sağlamaz. Buraya kadar ekonomik olayların karakteristik
özelliklerinden bahsetmiş olduk. Bunu tarihi oluşu içersinde ele alarak, daha etraflı
ve belirgin bir şekilde dönemlere ve çağlara ayırıp bu dönemleri anlattıktan sonra
da sözü çalışmamızın konusuna getirmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Biz, ekonomik dönemleri daha çok mübadele
şekilleri bakımından ele alacak, mübadele vasıtası, faiz yasağı ve serbestliği
ayni mübadele, para ile mübadele (istihdam) gibi esaslar üzerinde duracak daha sonra
çalışmamızla ilgili konulara doğru geleceğiz. Adını ettiğimiz bu konuları şu
şekilde bölümlere ayırabiliriz. 1- Aile Ekonomisi Dönemi, 2- Ayni Mübadele Dönemi, 3- Para ile Mübadele Dönemi, 4- Emek Mübadelesi Dönemi.
1- Aile Ekonomisi Dönemi: Aile ekonomisi deyimi belki söylenmek isteneni tam
olarak ifade etmemektedir. Ancak bu dönemde üretim ve tüketim işleri hep aile içersinde
yapıldığından hem en küçük hem de en büyük ekonomik birlik aile olduğundan ve
aile ekonomik, sosyal ve hukuk alanında önemli bir yer tuttuğundan aile ekonomisi
demeyi daha uygun bulduk. Bazı yazarlar ekonomik hayatın gelişmesini
iktisadi teşebbüs şekilleri bakımından ele alarak bunun ilk basamağını ailenin
teşkil ettiğini ileri sürüyorlar. Bu dönemde aile reisi olarak babayı görüyoruz.
Babanın aile üzerinde birçok hakları olduğu gibi karı ve çocuklarına karşı da
birtakım görevleri de vardır. Yani burada aile babaya bağlı pederşahi (patriarchal)
bir kuruluştur. İktisadi teşebbüs deyimine verdiğimiz bu birinci
anlam ile iktisadi teşebbüsün ilk şekli aile olmuştur. Yani üretim aile içinde aile
tarafından ve aile bireyleri için yapılırdı. Aile bireyleri, hem üreticileri hem de
tüketicileri meydana getiriyordu. Aile bireylerinden her biri hepsi için çalışıyor
ve her biri bütün diğerlerinin üretim faaliyetlerinden faydalanıyordu.[22] İlk insanlar aile halinde yaşıyorlardı. Birey
olarak yaşayanlar hemen hemen yok gibiydi. Aile içersinde basit de olsa küçük çapta
bir iş bölümü vardı. Kadın evde yemek yapıyor temizlik işleri ile uğraşıyor
çocuk yetiştiriyor ve evde yapılan işlerde kocasına yardım ediyordu. Erkek ise daha
çok dışta çalışıyor av avlıyor, meyve topluyor ve her türlü saldırıya karşı
evini ve ailesini koruyordu. Bu ilk insan hürdü; kimseye sorup danışmadan
istediğini yapabilecek bir durumda idi. Ancak bilim ve teknik henüz gelişmemiş bir
durumda olduğu için büyük zorluklarla karşı karşıya bulunuyordu. İhtiyaç
maddelerinin fazlalarını, daha sonraki yıllara bırakmak için depolayarak onları
çürümekten akıp kokmaktan alıkoyacak imkânlara sahip değildi. Bu zorlukları özet
olarak şu üç noktada toplayabiliriz. a) Av ve meyve bulamadığı zaman ve günlerde aç
kalma tehlikesi vardı. b) Bol yiyecek maddeleri temin ettiği günlerde ise
ihtiyaçtan arta kalanlarını çürümeye bırakmak zorunda idi. c) Böylece insanoğlu bolluk zamanlarında bolluk içersinde,
yokluk zamanlarında da yokluk içersinde yaşıyordu.[23] Bu dönemde ailenin hem üretici hem de tüketici
durumda olduğunu söylemiştik. Yeme, içme, giyme ve barınma gibi bütün ihtiyaçlar
aile fertleri tarafından üretilen mallarla giderilirdi. Ailelerin tarlaları, bağ ve
bahçeleri olduğu gibi inek, koyun, keçi ve tavuk gibi eti, sütü, yağı, kılı, yünü,
derisi ve yumurtası için beslediği hayvanları da vardı. Yoksa mübadele henüz gelişmediğine
göre insan bu ihtiyaçlarını nasıl giderecekti? Bu aile ekonomisi döneminde insan, ihtiyaçlarını
çok basit olarak giderdiği için geçimini temin edeceği herhangi bir meslek ve
sanatın sahibi değil, ihtiyaçlarla ilgili olan bütün meslek ve sanatlardan az-çok
anlar bir durumdadır. Mesela kestiği sığır ve keçinin derisinden çarık, koyunun yününden
elbise yapar ve giyerdi. Mübadele kavramı hayatın uygulama alanına girmediği için de
ihtiyaçlar komşudan ödünç olarak alınıp sonra malın aynı cinsinden ödeme yapılırdı.
Aile ekonomisinin en karakteristik özelliği mübadelesiz
bir ekonomik hayat oluşudur, diyebiliriz. Aile ekonomisi döneminden sonra ayni mübadele
devri gelmektedir. Fakat bu dönemlerin birbirinden kesinlikle ve tam olarak ayrıldığı
ve birinci devirden ikinci döneme yavaş yavaş değil de birdenbire-hemen geçildiği söylenemez.
Bu dönemlerin toplumun bünyesi ile yakından ilgisi bulunduğu için zaman itibariyle
farklılıklar gösterdiği gibi yer itibariyle de ayrı ayrı özelliklere sahiptir.
Mesela şehirler mübadele ekonomisine geçmiş iken daha hala aile ekonomisi döneminde
bulunan köyler olabilir. Hatta bugün bile bazı zaman köylerimizde ödünç mal alıp
verme işi uygulanmaktadır, diyebiliriz. 2- Ayni Mübadele Dönemi: Trampa devri diyebileceğimiz bu dönemin özelliği
ailenin ve aile bireylerinin her şeyi bilir ve yapar durumdan biraz ihtisaslaşmaya
doğru kaymış olmasıdır. Mesela üretim ve tüketim yine yapılır. Ancak üretim
için dükkân, imalathane veya ayrılmış özel bir yer mevcut değildir. İhtiyaçları
doğrudan doğruya tatmin eden tüketim ise genel olarak her devirde olduğu gibi yine
aile içersinde olmaktadır. Daha henüz para bulunmadığı için zaten tedavülden da
bahsedilemez. Mübadelenin de ancak malın mal ile değiştirilmesi anlamına gelen ayni mübadele,
yani trampa şekli vardır. Elde olmayan bir takım hadise ve sebepler
insanları malı mal ile değiştirmeye sürüklemiştir. Bir afat sebebiyle tarlasındaki
harmanını sellere kaptıran bir ziraatçı-çiftçi birkaç koyun ve sığır vererek
komşusundan yıllık tüketeceği buğdayı almıştır. Bazılarının çalışmaları
faydalı bir sonuç vermediğinden bunlardan biri diğeri ile işbirliği yapmak zorunda
kalmış olabilir. Belli maddelerin üretilmesi konusunda zamanla doğal
olarak veya çalışıp gayretleriyle sonradan bir üstünlük kazanmış olan aileler
kendi ihtiyaçlarından daha fazla bir üretim yapmayı ve bu fazla üretilen malları çeşitli
düşüncelerle başka ailelere devretmeyi öğrenmişlerdir. Bu malı devretme ve verme
işi başlangıçta hibe şeklinde olmuş olabilir. Fakat sonraları zamanla aileler
başkalarına verdikleri şeylerin karşılığını beklemeye başlamışlar ve bu
suretle de trampa meydana gelmiştir. Adam Smith trampayı insanlar için doğal bir
meleke olarak kabul etmiştir. Fakat gerçekte ilk ekonomik organ olan kendi kendine yeter
ilk iktisat özelliğine sahip bulunan aile ekonomisi safhasında trampaya lüzum yoktur.
Ancak yukarıda söylediğimiz gibi bir takım sebepler insanları buna sevk etmiştir.
Zaten insanlar trampayı ancak uzun bir gelişme döneminden sonra bulup öğrenebilmişlerdir.[24] Aile ekonomisinde bireyler, artan ihtiyaç
maddelerinin beklemeye elverişli olmayanlarını eriyip çürümekten alıkoyamadıkları
gibi kendilerine yeter derecede geçim vasıtası temin edemedikleri zaman da açlıkla
karşı karşıya bulunuyorlardı. Yani onlar buldukları zaman yiyip karınlarını
doyuracaklar; fakat bulamadıkları vakit de aç kalarak gezip dolaşmak zorunda
kalacaklardı. İnsan düşüncesinde ve hayatında, teori ve
pratiğinde dinlerin çok önemli etkileri olduğu açık bir gerçektir. İnsanlık bu
sıkıntılardan, açlık ve sefalet durumlarından yine dinin emir ve buyruklarını
yerine getirmek sayesinde kurtulmuşlardır. İnsanlar çalışmak için gittikleri
yerlerden akşamleyin evlerine dönerken ibadet yerlerine uğruyor, hem Allah’a ibadet
ediyor ve hem de ellerindeki malları değiştiriyorlardı. Kendi ihtiyaç fazlasını
veriyor ve ihtiyacı olan malları da alıyordu. Bununla beraber eğer geriye yine fazla
bir mal kalıyorsa onları da bozulmaz, akıp kokmaz mallarla değiştirip evinde bunları
depo ediyordu. Sonra av avlayamadığı ve meyve toplayamadığı günlerde tekrar ibadet
yerlerine gidiyor ve günlük ihtiyacı olan mallarla değiştiriyordu. Üç büyük din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslamiyet’te günlük, haftalık ve yıllık ibadetler vardır.[25] Bu ibadetlerin
kendi dinine mensup olan kimselerin ekonomik ve sosyal hayatları ile yakından bir ilgisi
vardır. İlahi kabul edilsin veya edilmesin bütün dinlerde topluca yapılan ibadetler
vardır. Totemizm’deki intişuyuma ayini, Şamanizm’deki örüssara (sürüleri
otlatmaya çıkarma ayı) bayram töreni ve Hindistan’da Vedizm’in bir gereği olarak
açık havada yapılan ibadetler bunun açık örnekleridir.[26] Bu değiştirme ve mübadelenin bütün çevreyi
içersine alabilmesi için haftada bir gün meydan yeri denilen alanda toplanıyor, hem
haftalık ibadetlerini icra ediyorlar hem de daha geniş bir çapta mübadele alış-veriş
yapıyorlardı.[27] Bu ibadet icrası ve mübadele işinin daha geniş
olarak bütün memleket halkına şamil olması için dinler senenin birkaç gününü
bayram ve hac günü olarak ilan etmiştir. Böylece insanlar her taraftan gelerek yılda
bir defa bir yerde toplanır, hem yıllık ibadet ve ayinlerini yaparlar ve hem de
ellerindeki malları değiştirip mübadele ederlerdi.[28] İşte bu ibadetler böyle topluca ifa edildikten
sonra insanlar ihtiyaçlarını görürlerdi. Mesela tanrılara sunulan kurbanlar, halk
arasında taksim edilir. Yerlere arpa ve buğday gibi bazı tahıllar serpilir ve böylece
bolluk olacağı inancı ile çalışmalara girilirdi. İslamiyet’te de haftalık ibadetleri yerine
getirmek için büyük meydanlarda yapılan Cuma mescitleri[29] bir çeşit
toplantı yerleri oluyordu. Hatta bir ihtiyaç için dilekte bulunan bir kişinin, fakir
ve muhtaçları men etmek değil, kesilen kurbanlardan bunlara Allah için vermesi
gerekiyordu.[30] İslam düzeninde
de Allah için kesilen bu kurbanların etleri üç kısma ayrılır, bunlardan bir kısmı
da muhtaç durumda olan fakir fukara ve garip gurabaya dağıtılması hususuna işaret
ediliyordu.[31] İster ayni mübadele olsun, ister para ile
mübadele olsun haccın bunlara hazırladığı imkânlar da inkâr edilemeyecek kadar
büyüktür. Kuran-ı Kerim Müslümanlar arasında doğacak fikir ve düşünce
ihtilaflarına yer bırakmamak için hacda mübadelenin günah olmadığını bildirerek
şöyle diyor: “(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizin lütuf ve keremini
istemekte (alış-veriş yaparak mübadelede bulunmakta) size bir günah yoktur. Arafat’tan
ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da Allah’ı
zikredin. Onu, size gösterdiği gibi zikredin. Doğrusu siz onun yol göstermesinden
önce yolunu şaşırmışlardan idiniz.”[32] Yani
buna göre hac aylarında olsa bile kazanç ve ticaret ile rızıklarınızı ve kendinize
lazım olan ihtiyaç ve şeyleri kazanıp elde etmekten yasaklanmış değilsiniz.
Bilhassa hac için olan emir ve buyruklara uymak şartıyla hac ticaret yapmaya, alıp
satmaya ve kazanç için çalışmaya mani değildir. Cahiliyet döneminde Araplar hac mevsiminde Ukaz,
Mecenne ve Zülmecaz gibi Pazar ve panayırları açarlar ve geçimlerini oralardan temin
ederlerdi.[33] İslam dini
gelip düşünce ve fikirde bir değişiklik olunca Müslümanlar hacda böyle bir davranıştan
çalışıp kazanmaktan ve alıp satmaktan sakınmaya başlamışlardı. İşte bunun
üzerine bu ayet nazil olmuştur.[34] Fahreddin Razi’nin açıklamasına göre bu ayetin
iniş sebebi şöyledir: Bir kimse Abdullah İbn Ömer’e başvurarak “Ben hem işçilik
yapar, hem de hac ederim. İnsanlar bana çalışarak hac ettiğim için senin haccın
olmaz, dediler. Ticaret yapmam benim haccıma mani midir? deyince Abdullah, “ihrama
girer, Arafat’a gider ve ziyaret tavafını yaparsan haccın yerine gelmiş olur. Aynı
senin gelip sorduğun gibi bu meseleyi gelip Hz. Peygamber’e sordu. Hz. Sükût buyurup
cevap vermedi ve bir müddet sonra da bu ayet nazil oldu dedi. Şu halde hac ibadetinin
fiil ve rükünlerine engel olmamak şartıyla hacda, yolunda, giderken ve dönerken
mübadele edip ticaret yapmakta bir zarar ve sakınca olmadığı bu ayetle sabittir.[35] İnsanların
hacca geldikleri zaman kendileri için birçok menfaatlere şahit olacakları şu ayetle
bildirilmektedir. “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım
menfaatlere şahit olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği
(kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın
adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.”[36] Bu ayette geçen
menfaat kelimesi müfessirler tarafından ticaret yapmakla açıklanmıştır.[37] Vermiş olduğumuz bu örneklerle biz burada
dinlerin getirmiş oldukları ibadet şekillerinin mübadele ve ticaret fikrine mübadele
ve ticaret yapmaya ne kadar yardım etmiş olduklarını görmüş bulunuyoruz. 3- Para ile Mübadele Dönemi İnsanlar ayni mübadeleyi kendi aralarında uzun
bir tekâmül neticesi olarak gerçekleştirdikten sonra bunun daha kolay yapılabilmesi için
bütün malları bir tek cins mal ile değiştirmeye başladılar. Böylece mal-para adı
verilen ilk para türü doğmuş oldu. Zaten insanlar bu mal-parayı bulmak zorunda
idiler. Çünkü malların ve hizmetlerin doğrudan doğruya mübadelesi demek olan trampa
en ilkel bir mübadele şekli olmakla birlikte çok zor olan bir değiştirme ve mübadele
biçimidir. Bu şekil bir alış veriş işbölümü arttıkça da uygulamasına imkân
kalmayacak kadar güçleşir. Bir koyun vererek bir ayakkabı veya bir ay hizmet etme
karşılığı bir elbise almak gibi muameleler istenildiği zaman hemen gerçekleşebilen
işler değildir.[38] İşte böyle
zaruretler insanları bir malı başka bir mal ile değiştirmek yerine ürettikleri mal
ve hizmetlerin mübadelesinde bir araç bulmaya zorlamıştır.[39] Paranın doğuşu hakkında fikir yürüten
sosyologlar ilkel toplumlarda mübadelenin hibe şeklinde başladığını söylüyorlar.
Bu anlayışa göre bu gibi toplumlarda bir birey diğer bir kişiye bir şey hediye
ettiği takdirde ona karşı bir üstünlük kazanmış sayılır… Yine bu nazariyeye göre
karşılıklı hediyeler bir şarta bağlanmaya yani “eğer sen bana şunu verirsen ben
de sana bunu veririm” şeklindeki anlaşmalarla yapılmaya başlandığı zaman trampa
usulü meydana çıkmıştır. Yukarıda da söylediğimiz gibi değiştirilebilecek
malların kıymet bakımından birbirine uygun gelmeyişi, bütün mallara her zaman
ihtiyaç duyulmaması ve bazı şeylerin özellikle hizmetlerin değiştirilmek üzere
depo edilmeyişi gibi meseleler trampayı güçleştirmişti. Bunun için malların, her
zaman ihtiyaç duyulan ve aranılan bir mal ile mübadele edilmesi daha doğru bir yol
olacaktı. Bu konuda şöyle bir nazariye ileri sürülmüştür.
Mübadelelerin trampa şeklinde yapıldığı bir pazarda bazı mallar için diğerlerinden
daha fazla ve daha devamlı bir talep vardır. Çünkü bunlar tuz, buğday, ziynet
eşyası ve saire gibi herkesin günlük hayatında kullandığı şeylerdir… Pazarlar
genişledikçe bu gibi kolayca satılan mallar genel mübadele vasıtası yerini almaya
başlamış ve bu suretle de bunların satılması, yani başka mallarla mübadele
edilmesi bir kat daha kolaylaşmış ve böylece para dediğimiz mübadele aracı da bu
suretle doğmuştur. İnsanlar muhtelif ekonomik dönemlerde çeşitli
malları mübadele vasıtası yani para olarak kullanmışlardır. Çünkü dünyanın çeşitli
yerlerinde ve hatta yakın zamanlarda bile tuz, deri, sığır, koyun, zeytinyağı ve tütün
gibi maddelerin mübadele vasıtası ve kıymet ölçüsü görevini yaptıkları sabit
olduğu gibi bugün de ilkel kavimlerde boncuk ve diğer tüketim eşyasının para yerine
kullanıldığını söyleyenler vardır.[40] Para olarak kullanılan madde zamanla değişti ve
değerli madenlerin keşfi ve özellikle büyük ölçüde üretilmesi üzerine diğer
mallara tercih edilerek bunlar mübadele vasıtası oldu. İşte para daha zamanımıza
kadar birçok değişiklikler geçirerek bugünkü şeklini aldı. Tabi para olarak kabul
edilen madenler, ilk zamanlarda mallarda olduğu gibi terazi ile tartılıp verilirken
bunun bazı aksaklıkları görüldüğünden küçük küçük parçalara ayırarak
üzerlerine değerlerini bildirir birer damga basıldı. İşte sikke adı verilen paralar
da bu suretle doğmuş oldu. İnsanlar hangi madenlerden para yapılması
gerektiğini araştırmışlar, para olmak için lazım gelen bütün vasıfları
üzerinde toplayan altın ve gümüş madenlerinde karar kılmışlardır. İslam
fıkhına göre mutlak para altın ve gümüştür.[41] Allah altın
ve gümüş madenlerini paralık için yaratmıştır. Para tedavül ve tasarruf faydasını
sağlar. Para bu her iki vasfıyla da nemaya elverişli bir vasıta olmuştur. Zaten
paradan vergi alınmasının sebebi onun bu özelliğine dayanmaktadır. Onun için altın
ve gümüş doğal olarak para kabul edilir. Kuran-ı Kerim’de de para olarak sadece bu
maden zikredilmektedir. Bir ayette altın ve gümüşü para oldukları için harcamayıp
istif ederek onları tedavülden alıkoymanın cezasından söz edilmektedir: “Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden
birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah’ın yolundan
alıkoyuyorlar. Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda
harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele. O gün bunlar cehennem ateşinde
kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve
“İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi, tadın
bakalım, biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek.”[42] Başka bir ayette de “Böylece biz, birbirlerine
sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız”? dedi.
(Bir kısmı) “Bir gün, ya da bir günden az”, dediler. (Diğerleri de) şöyle
dediler: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş
para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz
ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat
çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.”, buyrulmuştur.[43] Görüldüğü
gibi burada şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın;
(şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık
getirsin, denilmek suretiyle gümüşün para olarak kullanıldığı açıkça
bildirilmektedir. Başka madenlerden para yapılmamış değil, fakat
onlarda para olmaya uygun özellik ve kabiliyetler bulunmadığı için başarıya
ulaşılamamıştır. Mesela Ruslar platinin özelliklerini dikkate alarak iki kez platin
para denemesi yapmışlardır. Fakat değerinin yüksekliğine ve aşınmazlığına
rağmen platin sikkeyi geçer akçe olarak kabul ettirmeye imkân bulamamışlardır.[44] Para bulunup ekonomik hayattaki yerini alınca mübadele
için yeni bir dönem başlamış oluyordu. Böylece malların değiştirilmesindeki
zorluk tamamen kalkıyor, mübadelenin iki elamanından biri olan üretim ihtisas kazanıyor,
diğeri olan tüketim ise alım gücüne göre azalıp çoğalıyordu. Ayrıca ekonomik
faaliyetin merhale ve safhalarından biri olan tedavül de bu zamanda yepyeni olarak ilk
defa meydana çıkmış oluyordu. Ekonomik alanda bu değişmeler olurken sosyal
hayatta da bir takım gelişmeler meydana geliyordu. Mesela toplumun bireyleri arasında
sınıflar oluşmaya başlıyor; hammaddelerini dışarıdan satın alan küçük sanat
erbabı, malları üreticiden tüketiciye götüren tüccar, başlıca servet kaynağı
sayılan ziraatın ve arazilerin sahipleri, bu arazilerde çalışan işçiler ve
köleler, faal ticaret piyasalarına sahip olan ve bu piyasalar sayesinde servet
yığmış bulunan aristokrat tüccarlar meydana çıkıyordu.[45] Tüccar sınıfının ortaya çıkması ile mallar
üreticiden hemen tüketiciye geçmiyor, tüccarın eline intikal ederek
üretici-tüccar-tüketici gibi bir yol izliyordu. Üretici halk malı pazara götüreceği
yerde tüccar malı işyerinden alıyor ve tüketici kitlenin ayağına kadar götürüyordu.
Erkek, çalışıp elde ettiği malı hemen ilk fırsatta satıyor ve eve para ile dönüyordu.
Sonra Pazaryerine giderek ihtiyacı olan malı satın alıyor ve evine geliyordu. İşte böylece
iktisadi hayatta ilk defa ekonomik dolaşım başlamış oldu. Aralarında az çok farklar bulunmakla beraber
bütün dinler faiz ile ödünç vermeyi yasaklamışlardır.[46] Hiçbir dinin
faizi tasvip ettiği duyulmamış, tam tersine yasakladığı görülmüştür. Mesela
Yahudiliğin din kitabı Tevrat’ta faiz ile ilgili şu ifadelere rastlanmaktadır. “Eğer
kavmine yanında olan bir fakire ödünç verirsen ona murabahacı olmayacaksın; onun
üzerine faiz koymayacaksınız.”[47] “ve eğer
kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf olursa ona yardım edeceksin, senin
yanında bir garip ve misafir gibi yaşayacak. Ondan faiz ve kar alma ve Allah’ından
kork. Ta ki, kardeşin senin yanında yaşasın. Ona gümüşünü faizle vermeyeceksin ve
zahireni ona karla vermeyeceksin.”[48] “Para faizi
olsun, zahire faizi olsun yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun faizle kardeşine
ödünç vermeyeceksin”[49] Zebur’da da bu konuda şöyle ayetler bulunmaktadır:
“Fakire acıyan Rabbe ödünç verir ve karşılığını Rab ona öder.”[50] “Faiz ve kar
ile malını artıran adam onu yoksullara acıyan için biriktirir”[51] Hıristiyanlığın
mukaddes kitabı İncil’de de şu deyimler bulunmaktadır: “Eğer kendilerinden
almayı ümit ettiğiniz kimselere ödünç verirseniz, ne mükâfatınız olur? Günahkârlar
bile günahkârlara karşılığını almak üzere ödünç verirler. Fakat düşmanlarınızı
sevin, onlara iyilik edin hiç ümitsiz olmayarak ödünç verin; karşılığınız büyük
olacaktır.”[52] Kuran-ı Kerim’de de daha açık ifadelerle faizin
doğrudan doğruya yasak edildiği, kurtuluşa ermek için Allah’tan sakınmak
gerektiği, faiz yiyen kimselerin ve toplumun şeytan çarpmış kişi gibi ekonomik
krizlere maruz kalacağı, Allah’ın faizi mahveden bir araç kıldığı, sadakaları
ise üretici yaptığı, faiz yasağı gelmeden önce yapılmış olan faiz
anlaşmalarının bile bozulup faizin alınmayıp terk edilerek sadece sermayenin elde
edilebileceği, artık bütün bu yasaklara rağmen hala faiz alıp vermeye devam
edenlerin Allah ve peygamberine karşı savaş ilan etmiş olacakları bildirilmektedir.[53] Faiz sadece dinler tarafından değil, aynı zamanda
kanunlarla da yasaklanmış bir muameledir. Mesela eski Yunan ve Roma kanunları faizi
kabul etmedikleri gibi, bununla uğraşmayı ve faiz alıp vermeyi kesin bir şekilde
yasaklamışlardır.[54] Faiz yalnız dinler ve kanunlar tarafından
yasaklanmış değil, filozoflar da faiz alıp vermeyi ve faizle muamele yapmayı men
etmişleridir. Mesela eski Yunan’da Eflatun ve Aristo gibi şahsiyetler para hakkında
birtakım fikirler üretmişler ve faizi yasaklamışlardır. Ekonomik eşitsizliği
önlemek, faizin kötüye kullanılmasına yer vermemek ve ideal bir düzen kurmak üzere
alınması gerekli olan önlemleri açıklamışlardır.[55] Aristo da Eflatun gibi faizle borç para vermeyi
reddetmiştir. Bu tezini savunurken şöyle bir akıl yürütmede bulunmuştur. Faiz ile
ödünç ve kredi verme sonucunda para bizzat üretici olmakta bu suretle asıl vazifesi
olan mübadeleyi kolaylaştırma yolundan ayrılıp uzaklaşmaktadır. Hâlbuki fiyatların
ve kazançların adalet esasına göre teşekkül edip elde edilmesi gerekir. Oysa faiz
ile ödünç para verilmesi ve kredi dağıtılması adaletsiz bir muamele ve usuldür.
Çünkü faizde işletilen para mübadeleyi kolaylaştıran bir vasıta olmaktan çıkmakta
ve üretici bir kıymet mahiyetini almaktadır. Faiz geçim ihtiyaçlarını karşılamak
üzere borç alanların yük altında kalmalarına ve murabahacılar ve tefeciler
tarafından ezilmelerine sebebiyet vermektedir.[56] Paranın
bizzat kendisi üretken olmayıp bir değere sahip olmadığı için o bir artış ve bir
faiz sağlayamaz. Para yavrulayan ve yumurtlayan bir hayvan da olmadığına göre bu artış
nasıl ve nereden meydana gelir? Zaman biraz daha geçmiş, bu sefer Avrupa’da büyük
sana kurulmuş, hemen hemen her alanda dev fabrikalar meydana getirilmeye başlanmış,
buralarda çalıştırmak için bir taraftan geniş çapta işgücüne ihtiyaç duyulmuştu.
Diğer taraftan da iş hayatında, iş ve üretimin yapılabilmesi için büyük bir
sermayenin toplanması gerekli idi. İşte böyle bir sermaye birikimini sağlamak üzere
sermayeye bir karşılık ve bir bedel verilmeli idi. Nitekim öyle de oldu. Bölüşüm işinde
toprağa (tabiata) rant, işçiye-emeğe ücret, müteşebbise kar verilirken sermayeye de
faiz alma hakkı tanındı. Fakat uygulamada faizin zararları da ortaya çıktı.
Faiz bazı ekonomik krizlerin doğmasına ve dolayısıyla ekonomik hayatta kısmi
durgunluğa ve dalgalanmalara yol açmış oldu. Bu arızaların faiz hadlerinin yüksek
olduğundan ileri geldiğini keşfeden uzmanlar özellikle merkantilizm döneminde
çarelerin üretilmesini ve iş hayatını canlı tutmak için kanun yolu ile faiz
nispetlerinin düşürülmesini teklif ettiler.[57]
“Bir mal veya hizmetin başka bir mal ve hizmet
ile değiştirilmesine ekonomi ilminde mübadele denir. Çağdaş ekonomilerin önemli bir
özelliği mübadele ekonomisi olmaları, yani ekonomik faaliyetlerde mal değiş
tokuşunun temel olaylardan biri haline gelmiş olmasıdır.”[58] Bazıları da ihtiyacı esas alarak mübadeleyi şöyle
tarif etmişlerdir. Mübadele taraflardan birinin daha az ihtiyaç duyduğu şeyleri verip
daha fazla arzu ettiği şeyleri almasından ibarettir.[59] Zamanımızda mübadele genellikle mal ve
hizmetlerin para ile değiştirilmesi şeklinde olmaktadır. Fakat para burada basit bir
aracıdan ibarettir. Gerçekten mübadele edilenler ise mal ve hizmetlerdir.[60] İnsan emeği
için ödenen bedele ücret denir. Böylece karşılığında bir bedel ve ücret verilen
her türlü hizmetler emek tabirine dâhil edilirler.[61] Avrupa’da Rönesans’tan sonra insan hayatında
çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Yeni bir buluş başka yeni bir buluşu
takip etmiş, bazen bir buluş başka yeni bir buluşu doğurmuş, meydana gelen bir
yeniliği başka bir yenilik izlemiş ve böylece bütün hayat değişmiştir. Elektrik,
buhar, makine ve motorun keşfi de ekonomik hayatı son derece etkilemiş daha önce de
söylediğimiz gibi başarılan bu büyük icat ve keşifler, çok büyük kuvvetler
ortaya çıkarmakla birlikte insanları birtakım zorluklarla da karşı karşıya
getirmiştir. Büyük fabrikaların kurulması zaruri olmuş, bunların çalışıp
üretim yapabilmesi için geniş çapta sermaye birikimine ve işgücüne ihtiyaç baş göstermiştir.
Bu sebeple o zamana kadar bütün dinler ve filozoflar tarafından zararlı görülüp
yasaklanan faiz sermaye toplamak amacı ile meşru görülmeye başlamıştır.[62] Diğer
taraftan da kişinin hür iradesine bağlı olan emek de artık fabrika ve makinenin çalışmasına
bağlı kılınmış ve adeta bireyin elinden alınmıştır. 4- Emek Mübadelesi Dönemi Avrupa’da meydana gelen bu makine gücü birliği
ve sanayileşme süreci aynı zamanda emek mübadelesi dönemini de başlatmıştır. Bu
dönemin de artıları ve eksileri vardır. Emek mübadelesi dönemi adını verdiğimiz
bu devirde ekonomik hayata birtakım faydalar da gelmiştir. Mesela bunlar işbölümü,
ihtisaslaşma, boş vakitlerin değerlendirilmesi, emek ve sermaye gibi faktörlerde
küçük küçük ünitelerin birleştirilmesiyle büyük güçlerin elde edilmesi gibi
faydalardır. “İşbölümü, toplumda üretimi meydana getiren sosyal işbirliğidir.
Her bireyin ihtisası diğerlerinin ihtisası ile birleşince milli hâsıla meydana
gelir. Adam Smith’e göre işbölümünün üretimi artırma, süratlendirme, zamandan
tasarruf sağlama, işçinin ihtisas sahasındaki vasıf seviyesini yükseltme gibi
faydaları vardır.”[63] Her bireyin hayatını devam ettirmek için muhtaç
olduğu eşya ve malların hepsini bizzat kendisinin üretemeye gücü yetmez. Birlikte yaşamanın
en ilkel şekillerinde toplumun çekirdeği olan aile devrinde bile insanlar içgüdü ile
çalışma ve mesailerini dağıtacak yerde bir sanat ve meslek bölümünde ihtisas
yapmayı kendileri için daha faydalı bulmuşlardır.[64] İşbölümünden maksat, emeğin verimliliğini
artırmaktır. Fakat bu emeğin verimliliği yalnız işbölümü yoluyla değil, çeşitli
ameliyelerden yani belli bir maksatla ve belli bir şekil ve şartlarda yapılan işlerden
her birinin gerekli ilmi metoda dayanarak düzenlenmesi ve kısaltılması da ayni maddi
hareketlerle daha çok verim meydana getirmek neticesini doğurur ve bunun için da ayni
gayeyi taşır.[65] “İşçi emeğinden
mümkün olduğu kadar fazla yararlanmayı hedef tutmuş bir üretim yöntemi olan
taylorizm”[66] de bundan başka
bir şey değildir. Emek mübadelesinin çeşitli şekilleri vardır.
Emeği bir malın üretilmesinde harcamakla yani emeği mala çevirmekle yapılan mübadele
olduğu gibi, emeği kiralamak suretiyle de mübadele yapılır. Ayrıca bir malın
üretilmesinde katkısında bulunan sabit sermaye, döner sermaye, teşebbüs ve emek
sahiplerinden her biri, bir iş yapmaktadır. Emek sahibi kendi emeğini verirken buna
karşılık müteşebbisin emeğinden de faydalanmakta, yani bir şekilde emeğe karşı
emek almakta ve böylece emek mübadelesi yapmaktadır. Emeğin kiralanması da tarihi bir oluş içersinde
devirler geçirmiştir. Kölelik, serflik, emek ortaklığı ve işçilik devirleri
diyebileceğimiz bu dönemler hep yetersizlik sebebiyle birisi ortadan kalkıp yenisi
başlamıştır. Köleliğin kaynağı mahdut olup geçici olduğundan ihtiyacı tam
karşılayamamış; serfliğin yani toprağa bağlı kölenin de alanı dar olup serfler
üzerinde hâkimiyeti kurup devam ettirmek zor olduğu için devrini tamamlamıştır.
Emek ortaklığı ise bunun idaresi bir esasa dayanmadığından çalıştırılması güç
olduğu için ve emekle ortak olmaya pek rağbet edilmediğinden bu devir de pek
başarılı olmamıştır. Artık bu dönemlerden sonra işçilik devri başlamıştır. İnsan emeğinin üretimde kullanılış
bakımından son aşamasını teşkil eden bu işçilik devri yukarıda da belirttiğimiz
gibi bir tekâmülün neticesidir. Sosyalistlerin savunmakta olduğu tarihi tekâmül
nazariyesi onların göstermekte oldukları hedef bir yana bırakılırsa olayların
oluşup ve gelişmesine uygun gibi görülmektedir. Ekonomi ilminin Adam Smith ile beraber başlayıp
gelişmesinden sonra çeşitli yerlerde ve farklı zamanlarda birbirine zıt görüşleri
savunan iktisadi ekoller ortaya çıkmıştır. Ekonomik sistemlerin bu mekteplerin görüş
ve fikirleri üzerine kurulduklarını söyleyebiliriz. Emek mübadelesi nasıl evrim geçirip
serbest işçilik dönemine kadar geldiyse sistemler de sebep netice olarak birbirini
kovalamış ve en son zamanımızdaki karma ekonomi devrine kadar gelmiştir. Liberalizm,
kapitaliz, sosyalizm, komünizm, devlet sosyalizmi ve teşebbüs kapitalizmi diye
sayabileceğimiz bu sistemlerden biri diğerini doğurmuş mesela sosyalizm liberalizmin
komünizm de kapitalizmin hemen arkasından gelmiştir. Eğer bir sistem olarak kabul
edilirse karma ekonomi de kapitalizm ve komünizmin kötülükleri yüzünden meydana
gelmiştir diyebiliriz. Yalnız burada iktisatçıların bu sistemler hakkında ayrı
ayrı kanaate sahip olduklarını söylemeliyiz. Mesela bazıları sistemleri, kapitalizm,
sosyalizm ve karma ekonomi diye üç kısma ayırıp liberalizm ile kapitalizmi bir kabul
ederler.[67] Diğerleri ise
ayrı kabul ederek “kapitalizm ve liberalizm kelimelerini birini diğerinden net
sınırlarla ayırmak faydalı olabilir. Liberalizm, devletin ekonomik hayata müdahalesini
asgari dereceye indirmek lüzumunu ileri süren bir doktrindir. Kapitalizm ise kar
gayesinin ve para kuvvetinin hâkim mevkii tuttuğu bir rejimdir.”, demektedir.[68] Kapitalizmde her alanda din, siyaset ve ekonomi
alanlarında serbestlik esas olup müdahalenin her çeşidi zararlıdır. Ticaret, fiyat,
faiz, ithalat ve ihracat tamamen serbesttir. Üretim ve tüketimi ayarlayacak olan piyasa
mekanizması yani arz ve talep kanunları ile teşekkül edecek olan cari fiyattır. Böylece
bu doğal düzen kendiliğinden çalışıp işleyecektir. Ama faiz ile artan oranla gelir
vergisi sisteminin uygulanması ile tedavülde bulunan paranın sermaye sahiplerinin
elinde toplanması neticesinde toplumda zengin-fakir çatışması doğarken ekonomik
hayatta da krizler başlar ve iktisadi mekanizma bozulur. Buna bir çare bulmak isteyen
sosyalistler faizin de ticaretin de yarı serbest olmasını isteyip bir çeşit güdümlü
ekonomiyi savuna dursunlar faizin durmadan şişirdiği sermaye ve gelir vergisinin hükümetle
zengin arasındaki kar ortaklığı sermayelerin daha da büyümesine ve piyasada
monopollerin-tekellerin hâkim olması için şirketlerin kurulmasına yardım eder. Sonuçta
üretime, piyasaya ve hükümete hâkim olan zenginin yanında hiçbir şeyi bulunmayan
fakir işçi kesiminin durumu tabiatı, emeği, sermayeyi ve bütün üretim vasıtalarını,
ticareti, faizi ve bütün piyasayı her şeyi kendi tekelinde toplamak isteyen bir toplum
fikrini yani komünizmi ortaya çıkarmıştır. Karma ekonomi ise kapitalist ve komünist sistemler
arasında üçüncü bir yol olarak ileri sürülmüş ve günümüz dünyasında büyük
bir uygulama imkânı bulmuştur. Kapitalist ve kolektivist sistemlerin bütün gerekleri
ile saf bir şekilde uygulanamadıkları düşünülürse milli ekonominin temel iktisadi
sorunlarına çözüm yolu bulmak amacında olan sistemlerin karma bir nitelik
taşıdığını rahatlıkla söylemek mümkündür.[69] Doğal oluşa yani ilimlerdeki
determinizme-gerekircilik esasına inanan iktisatçıların sistemler arasındaki
sebep-sonuç bağlantısının varlığını ileri sürdüklerini yukarıda bir ara söylemiştik.
Zikrettiğimiz sebepler yüzünden bütün imkânların zenginlerin elinde toplanması ile
zamanla durmadan çoğalmakta olan fakirlerin başkaldırması sonucu komünizm ortaya çıktı.
Ancak toplumu benimseyen bunun için de adeta bireyi yok sayan komünizm devresi de
ömrünü tamamlamıştır. Hatta iktisatçılar onun devamlı olmayacağını tekrar
kapitalizme dönüşeceğini söylemişlerdir. Yalnız bireyci ve toplumcu sistemler
değil karma ekonominin bile devam olmadığı ileri sürülmektedir. Böylece o bazılarına
göre kapitalist sisteme bazılarına göre de kolektivist siteme geçişin bir aracıdır
ve bu nedenle de daimi değil, geçicidir.[70]
Yukarıdan beri anlatmakta olduğumuz bu iktisadi
ekol ve doktrinlerin yanında İslamiyet’in de bir sistemi bulunduğunu söylemek zaruri
olmuştur Çağımızın iktisat profesörlerinden olan Namık Zeki Aral İslam’ın
temel kitabı olan Kuran-ı Kerim’i tetkik etmiş, onun üretim, tüketim, mübadele,
tedavül hakkındaki görüşlerini araştırmış, tabiat, emek, sermaye, alış-veriş,
vasiyet, miras, inkısam, para, faiz ve kredi hakkındaki emir, nehiy ve tavsiyelerini
tespit etmiştir.[71] “Kuran-ı Kerim, bütün dinler ve ideolojilere
temas etmiştir. Diğer dinler ve ideolojilerdeki esasların en iyi kısımlarını
kendisinde toplamış, onların zayıf noktalarını belirtmiş ve noksanlarını
tamamlamıştır.”[72] Kuran sadece
ruhi, ahlaki ve manevi sahada değil, aynı zamanda siyasi ve iktisadi alanda da
sınırlar koyup nasıl hareket edileceğini bildiren birtakım emir ve kurallar
getirmiştir.[73] Bunun için
İslamiyet’i demokrasi ile uzlaştıranlar faşizmin ışığı altında izah edenler,
sosyalizm ile bir tutanlar vardır. Hâlbuki İslamiyet iddia edildiği gibi ne demokrasi,
ne faşizm, ne kapitalizm ve ne de komünizm demektir. Belki o, bunların hepsinin iyi
taraflarını sentez etmiş, belki bunlardan başka daha birçok ideolojilerin sentezi
olan sûi jenerist, nev-i şahsına münhasır-kendisine has bir sistem, bir doktrin ve
bir hayat tarzıdır.[74] Burada bir örnek vermek gerekirse birey ve toplum
sorununu ele alabiliriz. Bir bakıma karma ekonomi de dâhil olmak üzere hemen hemen
bütün sitemler ya bireyci (individüalist) veya toplumcu (sosyalist) dur. İslam ise
birey ile toplumu birlikte benimseyen bir sistem olup biri için diğerini feda etmeyip
birey ile toplumu uzuv ile vücut birlikteliği gibi kabul eden ve kurallarını buna göre
gelişirmiş olan bir rejimdir diyebiliriz. Tam burada şu hususa dikkat çekmek yerinde
olur ki, diğer sistemlerin ideologları ile İslam âlimleri arasında taban tabana bir
zıtlık vardır. Diğer sistem ve rejimleri ortaya koyan düşünürler fikirlerini
kendileri söyledikleri halde İslam bilginleri kendiliklerinden bir fikir, düşünce ve
bir hüküm ileri süremezler. Biz burada İslam’ın bir çeşit organik toplum önerdiğini
ifade etmek isterken Hz. Peygamber’in şu örnek hadisinde dayanak buluyoruz. Mesela
Numan İbn Beşir Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu haber veriyor. Mümin bir toplumun
bütün bireyleri, sevmekte, merhamet etmekte, şefkat gösterip lütfetmek hususlarında
aynı bir vücut gibidirler. O vücudun bir organı hastalandığı zaman vücudun diğer
azaları sıkıntı ve ıstırap çekerek hasta organın elemini hep birlikte
paylaşırlar.[75] Böylece İslam’ın önerdiği bir toplum içersinde
yaşayan birey Maruf Devalibi’nin ifadesiyle tahkim edilmiş büyük bir kalenin yapısındaki
tek bir tuğla örneği gibidir. Bütünüyle sağlıklı bir bina için istenilen sağlamlıkta
bir tuğlaya sahip olamazsak, sağlam büyük kalelerin-binaların kurulması mümkün
olmaz. Böylece toplum bünyemizi ve binamızı çürük temeller üzerine oturmuş
olursak bu bina çabuk çöker ve yıkılıp gider.[76] Burada bu
birey ve toplum birlikteliğini dile getirirken Elmalılı Muhammed Yazır’ın güçlü
benzetmesini söylemek tam yerinde olacaktır. O diyor ki, bireyi ve bireysel mülkiyeti
boğan mutlak toplumculuk, uzuvlarının bütün duyuları felce uğrayan ve yalnız gönlü
basit ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir bedene benzer. Toplumu ve
toplumsal mülkiyeti boğan mutlak bireycilik de organlar arasındaki ilişkileri
çözülüp canı boğazına gelmiş ve gözleri havaya dikilmiş ölüm döşeğinde
canı çekişen kişinin son anlarında sekerat krizleri geçiren halini andırır.[77] Bütün bu açıklamalardan
sonra şu ortaya çıkıyor ki, İslam da bir sistem getirmiştir. Fakat onun getirdiği
sistem, falan veya filan sisteme benzemekten çok kendisine mahsus özel bir karaktere
sahip bulunmaktadır. İslam’ın da ekonomik hayat hakkında getirmiş olduğu birtakım
esaslar vardır. Mübadele hakkında, emek ve üretim hakkında, tedavül, karz, para ve
krediler hakkında emir, yasak ve tavsiyeler getirmiştir. Ancak İslam’ın getirdiği
esaslar ve onun ortaya koyduğu fikir ve kurallar diğer sistemlerin getirdiklerinden çok
farklı ve başkadır. Mesela İslam ekonomisinde faiz yasaktır. Fakat İslam faiz alıp
vermeyi zaruri kılan sebepleri ortadan kaldırmış, faizli sistem yerine, zekâtlı
sistemi getirmiş ve getirdiği bu sistem sayesinde faizden gelen krizleri ortadan
kaldırmış, söylediklerini uyanların refaha ulaşacaklarını ve zulümden
kurtulacaklarını ifade etmiştir.[78]
Konuyu özetleyecek olursak emek mübadelesi
döneminde serbest, yarı serbest ve yasak olma bakımından ticaret ve faiz yani kar ve
faiz çeşitli dönemler geçirmiştir. Adam Smith, David Ricardo ve arkadaşları
tarafından savunulan liberalizm ve kapitalizm devirlerinde hem faiz ve hem de ticaret
tamamen serbest bırakılmıştır. Prodhon, Marx ve Engels tarafından savunulan
sosyalizm ve komünizmde ise ticaret ve faiz üzerine yarı serbest ve yasak formülleri işlenilmiştir.
John Maynard Keynes’in savunduğunu söyleyebileceğimiz karma ekonomide güdümlü yani
yarı serbest prensibi esas alınmıştır. Faiz serbest ticaret yasak, faiz serbest ticaret
yarı serbest ve faiz yarı serbest ticaret ise yasak formülleri hiçbir kimse tarafından
savunulmaktadır. Faiz yarı serbest, ticaret ise serbest usulü bazı
sosyalistler tarafından, faiz yasak, ticaret ise yarı serbest görüşü de bazı
sağcı ekonomistler tarafından savunulmaktadır. Yukarıda da anlattığımız üzere
faiz tamamen yasak, ticaret de tamamen serbest formülü de bütün dinler ve filozoflar
tarafından savunulmuştur.[79] Hatta bu
konuda İslamiyet daha da ileri giderek kendi getirdiği sistemin bütün çağlara
uyacağını, her zaman ve her yerde ve her türlü şartlar altında uygulanacağını;
diğer sistemlerin ise zararlı olduğunu binaenaleyh onlara karşı savaş ilan etmek
gerektiğini Kuran diliyle tüm insanlık âlemine ilan edip bildirmiştir.[80] Tarihte aile ekonomisi, ayni mübadele ve para ile
mübadele devirlerinde ekonomik düzen, serbest ticaret ve faiz yasaklığı üzerine
kurulmuş ve bu düzen bu özelliğiyle ihtiyaçlara yeter bir durumda idi. Zaten bütün
filozoflar ve dinler de ticareti serbest bırakıyor, faizi ise yasaklıyordu.[81] İslamiyet her devrin, her memleketin ve tüm
şartların ihtiyacını karşılayacak esasları en ince noktalarına kadar ihtiva
ettiğini söylemektedir. Böylece faizi sonuna kadar şiddetle yasaklamakta, ticareti ise
son derece serbest bırakmaktadır.[82] Bu şekilde
İslam âlimleri Kuran-ı Kerim’in bu söyledikleri ile faizsiz serbest ticaret
sisteminin bu günkü istihdam ve üretim problemlerini nasıl çözdüğünü dünyaya
ispat etmeleri gerekir. İşte biz bu eserimizde Kuran-ı Kerim’deki
ekonomi ile ilgili ayetleri iktisadi açıdan tefsir ederek İslamiyet’in getirmiş
olduğu esaslarla istihdamın ve üretim düzeninin gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini
araştırmaya çalışacağız. Bunun için önce Kuranda mevcut olan ekonomi ile ilgili
ayetler taranıp toplanacak, fıkıh usulüne göre bu ayetlere manalar verilip tefsir
edilecek, bu yoruma dayalı olarak ortaya çıkarılan esaslar tespit edilecek ve daha
sonra da bu esaslar ekonomi ilminin ışığı altında konularına göre tasnif
edilecektir. İslam’ın dayandığı deliller Kitap, Sünnet,
İcma ve Kıyas olmak üzere dört tane olup teferruatta bunların dördü de müstakil
birer delil olarak kabul edilmekte ise de aslında bütün delillerin Kitaba yani Kuran-ı
Kerim’e raci oldukları bir gerçektir. Onun için biz ekonomik esasları tespit ederken
ilk planda Kuran ayetlerine dayanacağız. Ancak yeri geldiğinde ve ihtiyaç duyulduğu
zaman hadis, fıkıh ve tarihteki uygulamalardan da faydalanacağız. ___________________________________________________________ 1- Jacque Austray, L’İslam Face
au Developpment Economique, s, 20 (Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında
İslam, s, 31) [2] Mevdudi, er-Riba, s, 99–112 [3] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve
İslam, s, 53 [4] Müzzemmil 73/ 20 [5] Gaetan Pırou Umumi İktisada Giriş (Tercüme:
Turhan Feyzioğlu) s, 73 [6] İbrahim Fadıl, İktisad (Osmanlıca
baskısı), s, 16 [7] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s,
24 [8] Gaetan Pırou, Umumi İktisada Giriş, s,
57 [9] Sabahaddin Zaim, İktisadi Doktrinler,
(Ders Notları), s, 3 [10] İbn Haldun Mukaddime, II, 105–137 [11] Araf 7/ 34 [12] Ra’d 13/ 2 [13] Rum 30/ 8 [14] Zümer 39/ 5 [15] Kadı Beyzavi, Envar-ut Tenzil ve Esrar-ut
Tevil, II, 241 [16] Enam 6/ 38 [17] Süleyman Karagülle, İktisat İlmi Görüşler
ve İslamiyet, s, 30 [18] İsra 17/ 84 [19] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili,
IV, s, 3196 [20] Süleyman Karagülle, İktisat İlmi Görüşler
ve İslamiyet, s, 30 [21] Gaetan Pırou, Umumi İktisada Giriş, s,
257 [22] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s,
93 [23] Süleyman Karagülle, İslamiyet ve
Ekonomik Doktrinler, s, 79–80 [24] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s,
88 [25] Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, s, 138, 188,
228 [26] Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, s, 31, 49,
77 [27] Süleyman Karagülle, İslamiyet ve
Ekonomik Doktrinler, s, 80 [28] Süleyman Karagülle, İslamiyet ve
Ekonomik Doktrinler, s, 80 [29] Suud Kemal Yetkin İslam Mimarisi, s, 88 [30] Elmalılı, VIII, 6196 [31] Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, s, 221 [32] Bakara 2/ 198 [33] İbn Kesir, I, 239 [34] Elmalılı, I, 239 [35] Razi, V, 171 [36] Hac 22/ 28 [37] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, III, 233 [38] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s,
330 [39] Mahmud Ebussuud, İslami İktisadın
Esasları, s, 38 [40] Hazım Atıf Kuyucak, s, 352 [41] Kasani, Bedayi, II, 16 [42] Tevbe 9/ 34, 35 [43] Kehf 18/ 19 [44] Feridun Ergin, Ak İktisat Ansiklopedisi,
s, 775 [45] Hazım Atıf Kuyucak, s, 89 [46] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve
İslam, s, 25 [47] Tevrat, Çıkış, Bab, 22/ 25 [48] Tevrat, Levililer, Bab, 25/ 35-37 [49] Tevrat, Tensiye, Bab: 23/ 19 [50] Zebur, Süleyman’ın meseleleri, Bab, 19/
17 [51] Zebur, Süleyman’ın Meseleleri, Bab: 28/
8 [52] İncil, Luka, Bab: 6/ 34–35 [53] Bakara 2/ 275–279 [54] Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş
Ekonomik Doktrinler, s, 17 [55] Fritz Neumark, İktisadi Düşünce Tarihi,
s, 28 [56] Fritz Neumark, İktisadi Düşünce Tarihi,
s, 28 [57] Sabahaddin Zaim, İktisadi Doktrinler, s,
21 [58] Besim Üstünel, Ekonominin Temelleri, s,
47 [59] Hazım Atıf Kuyucak, s, 335 [60] Besim Üstünel, Ekonominin Temelleri, s,
47 [61] Hazım Atıf Kuyucak, s, 580 [62] Halil Şakir Kahyaoğlu, Umumi İktisat, s,
222 [63] Sabahaddin Zaim, İktisadi Doktrinler, s,
35 [64] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 11 [65] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 143 [66] Akın İlkin, Ak İktisat Ansiklopedisi, s,
889 [67] Besim Üstünel, s, 81, 92 [68] Feridun Ergin, İktisat, s, 174 [69] Yüksel Ülken, Ak İktisat Ansiklopedisi,
s, 510 [70] Yüksel Ülken, Ak İktisat Ansiklopedisi,
s, 510 [71] Namık Zeki Aral, Sebilür Reşat, c. 12,
sayı: 287, s, 190–191 [72] Mırsa Beşirüddin Mahmut Ahmed, Kuran-ı
Kerim’in Tetkikine Giriş, s, 6 [73] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve
İslam, s, 8 [74] İhsanullah Han İslam ve Komünizm
Birbirine Zıddır, s, 3 [75] Buhari, salât,
88, Mezalim, 5; Müslim, bir, 65; Tirmizî, bir, 18; Nesâî, zekât, 67 [76] Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında
İslam, s, 26–27 [77] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, s, 92–93 [78] Bakara 2/ 274–281 [79] Sezai Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik
Strüktürü, s, 47–48 [80] Bakara 2/ 275, 279; Maide 5/ 3; Sebe’ 34/
28 [81] Halil Şakir Kahyaoğlu, Umumi İktisat, s,
222 [82] Bakara 2/ 275, 279; Maide 5/ 3; Sebe’ 34/
28
|
. |