. | Siyasette
en yetkili kurum Toktamış Ateş Geçenlerde bir panelde; konuşmalar sonrasında sıra
"soru-cevap"a gelince; dinleyicilerden biri ilginç bir soru yöneltti. "Bir ülkede siyaset alanında en yetkili
kurum ya da kurul nedir"
diye özetleyebileceğimiz bu soru; o ülkenin yönetilme biçimine göre değişiyor. Ama eğer o ülke demokrasiyle yönetiliyorsa ya da
demokrasiyle yönetildiği iddia ediliyorsa; en yetkili kurumun halkın özgür oylarıyla
belirlenen parlamento olduğuna kuşku duyulmaması gerekir. Bunun aksini düşünmek bile
mümkün değildir. Evet bunun aksini düşünmek bile mümkün değildir
ama Türkiyemiz için bu yanıtı vermek pek de kolay değil. Siyaset kurumu yani siyasal
partiler dışında; "yargı"
da kendini yetkili görüyor "TSK"
da. Eski düzenlemeler olsa; üniversiteler de kendini yetkili görürdü ama 2547 sayılı
yasadan sonra üniversitelerin de üniversite öğrencilerinin de yetkisi falan kalmadı
gibi görünüyor. Bu arada; bazı sendikalar da kendilerini yürütmenin
üzerinde yetkili görüyorlar, kimi meslek kuruluşları da... Neyse bu türden "halüsinasyonların" fazla bir "kıymet-i harbiyesi" olmayacağı günlerin
hayali içinde; bugün ele almak istediğim "parlamento"
konusuna geçelim... Bir demokraside en yüksek karar makamının halkın
özgür iradesiyle belirlediği parlamento olduğuna kuşku duyulmaması gerekir. Ancak
bir parlamentonun üyelerinin halk tarafından seçilmesi ne denli önemliyse; o
seçilecek üyelerin "belirlenmesi"
de en az halkın seçimi kadar önemlidir. Eğer adayların belirlenmesi ufak bir
azınlığın hatta bir kişinin yetkisine bırakılmışsa; demokratik bir parlamentodan
söz etmek mümkün değildir. Türkiye'mizdeki "kadrolu Atatürk düşmanları" ve
solcu eskisi "çakma liberaller";
cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki TBMM'nin halkı temsil etmediğini; zira adayların
belirlenmesinin demokratik olmadığını; biraz da haklı olarak iddia ederler. Gerçekten biraz haklıdırlar. Zira o dönemlerde
uygulanan ve yaşanan demokrasi; günümüz demokrasisinin biraz gerisinde idi. Savaştan
çıkan ve nitelikli kadrolarını cephelerde bırakan fukara Türkiye; günümüz dünyasında
uygulanan demokrasiyi uygulayamazdı. Fakat o günlerin dünyasında da yaşanan "uygulamalar"; o günlerin
Türkiye'sinin çok ilerisinde değildi. Fakat işin asıl üzücü yönü; "aday belirleme" konusunda
Türkiye'nin günümüz uygulaması da o günlerin çok ilerisinde değil. Gene tüm
yetki; birkaç partinin genel başkanı ve onların en yakınlarında. Fakat bizim kadrolu
Atatürk düşmanları bunu görmez; Atatürk dönemini karalamayı marifet sayarlar. Söz konusu panelde; tartışmaya yol açmamak için
bu ayrıntılara girmedim. Sadece; siyasetteki en yetkili kurumun parlamento olması
gerektiğini; zira parlamentonun "ulusal
iradenin gerçekleştiği" en üst kurum olduğunu söyledim. Ayrıca
Atatürk'ün TBMM'ye duyduğu büyük saygıyı vurgulayarak; bunun nedeninin ulusa ve
ulus iradesine duyduğu saygı olduğunu TBMM'de yaptığı bir konuşma ve bazı özel
konuşmaları çerçevesinde anlattım. Gerçekten 12 Eylül'de; seçkin (!) örneklerini
üzülerek gördüğümüz "sahte ve
sözde" Atatürkçüler; iki cümleyle "TBMM'yi kapattım" ve "siyasal partileri kapattım"
derken; Mustafa Kemal Osmanlı "Mebusan
Meclisi"nin kapatılmaması için uğraşıyor ve kapatıldıktan
sonra da; Anadolu'yu "harmanlarken"
derhal seçimlerin yapılmasını istiyordu. Zira eğer barış konferansına giden delegeler
Mebusan Meclisi'nin denetimi dışında kalırlarsa; milletin denetiminin dışında
kalacaklarını düşünüyordu. TBMM Mustafa Kemal'in sonsuz saygı gösterdiği bir
kurumdu. Zira TBMM "ulusal iradenin"
gerçekleştiği bir kurum olarak "ulus"
demekti. Bunu birkaç örnekle açıklayayım. İstanbul'un işgali üzerine; Ankara yollarına düşen
Meclis'in açılmasının gecikmesi Mustafa Kemal'i "germektedir." Yakın arkadaşı
Yunus Nadi Bey gerginleşmeye gerek olmadığını; her "kerametin" Meclis'ten beklenmemesi
gerektiğini dile getirince; verdiği güzel bir yanıt vardır: (Dili biraz özleştirdim.) "Ben; bilakis her kerameti Meclis'ten
bekleyenlerdenim Nadi Bey. Bir devreye yetiştik ki; onda her iş meşru olmalıdır.
Millet işlerinde meşruiyet; ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel
eğilimlerine tercüman olmakla elde edilir... Önce Meclis sonra ordu Nadi Bey. Orduyu
yapacak olan millet ve onun adına Meclis'tir... Buna iki üç şahıs karar
veremez..." (Atatürk'ün bu sözlerini bir yazımda
kullandığım için 12 Eylül döneminde hakkımda dava açılmıştı...) 4 Ekim 1922. İzmir kurtarıldıktan sonra; Mustafa
Kemal ilk kez TBMM çatısı altındadır. Dakikalarca ayakta alkışlanır. Kürsüye çıkar:
"...Milletin mukadderatını doğrudan
doğruya üstlenerek; üzüntü yerine ümit; perişanlık yerine düzen; tereddüt yerine
azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkartan Meclisimizin civanmert ve
kahraman ordularının başında; bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine
getirdiğimden dolayı; bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim..." Bu satırları; günümüzde bazı "Atatürkçü geçinenler" okumalı...
GERÇEK
DEMOKRASİ ve KURUMLAR ARASI DOĞAL İŞBÖLÜMÜ GEREKİR Yorumlayan:
Osman Eskicioğlu Eskiden derinlerde olup
da şimdilerde su yüzüne çıkmış olan görüntüdeki “yargı” ile “TSK”
arasındaki gerilim, açık söylemek gerekirse demokrasinin zaafından başka bir şey
değildir. Böylece bu gerilimin sebeplerini ve köklerini bu kurumlarda aramak doğru bir
hareket olmaz. Çünkü bu demokrasi dedikleri yönetim biçimi gerçek değil, sahtedir
ve böyle bir yönetim biçiminde de kurumlar arası işbölümü de doğal değil,
yapaydır. Böyle olunca hem kurumlar içinde ve hem de kurumlar arasında gürültü ve
patırtıların olması, gerenlerin ve gerilimlerin bulunmasından daha tabii ne olabilir?
Hatta yazarımız Toktamış Ateş Bey bile görüldüğü gibi “siyasette en yetkili kurum” diye bir başlık atıp panelde "Bir ülkede
siyaset alanında en yetkili kurum ya da kurul nedir" şeklinde
sorular sorulup tartışmalar yapıldığından ve cevaplar arandığından
bahsetmektedir. Burada
hemen sormak gerekiyor: Siyasette en yetkili kurumu arayıp bulma ihtiyacı neden ve niçin
ortaya çıktı? Yoksa demokratik yönetim şeklinde az yetkili, yetkili, çok yetkili ve
en yetkili diye tasnif edilmiş kurumlar mı var? Yoksa yargı kurumu ile savunma kurumu
farklı alanlarda olmayıp aynı bölümde mi faaliyet gösteriyorlar. Yoksa bu
demokrasilerde kim yetkili ve hangi kurum ne iş yapar belli değil midir? Evet, aynen
öyledir; bu Rönesans medeniyetinin insan ve demokrasi projesi, siyaset ve politika
projesi başarılı değildir. Herkesin bildiği gibi söylenenler ve yapılanlar gerçek
değil sahtedir. Mesela yönetimde kuvvetler ayrılığından erklerin paylaşımından
bahsederler. Hâlbuki gerçekte böyle bir şey yoktur. Zira yasamayı yapan da yürütmeyi
yapan ve yargıyı kendi şemsiyesinin gölgesi altında tutan da aynı parti iktidarda
olan partidir. Bu böyle iken kuvvetler ayrılığı vardır diye neden yalan söylerler
ve neden halkı aldatırlar, hala bir türlü anlamış değilim. Diğer
taraftan bu iş bölümü de doğal değil yapaydır, bu toplum yapısı da tabii değil
sunidir. Oysa bize göre insan ve toplum yapısı hareket ve davranışlarıyla, çalışma
ve işbölümü ile doğal olduğu kadar mutluluğa mutluluk, refaha refah ve huzura huzur
katar. Yapay toplumlarında ise huzur, refah ve mutluluk zor bulunur. Bize göre bugün
insanların mutsuz, refahsız ve huzursuz olmasının tek sebebi, bu sahip olduğumuz Rönesans
kültürü ile bu sahte demokratik yapıdır Bana öyle geliyor ki, bu Rönesans
medeniyetinde ve demokrasi kültüründe sanki insanlar yaşasınlar da nasıl yaşarsa
yaşasınlar denilmiştir. Çünkü bu kadar da olmaz ki !!! Bakınız
bu konuda önce bir defa bu toplumda elmalar armut yapılmıştır. Hâlbuki sadece
elmalarla armutları toplayıp bir araya getirmek değil, daha daniskası yapılmıştır.
Bakın bunu ispat etmek de çok kolaydır. Yine herkesin bildiği gibi bu toplum
yapısında insanların çoğu yaptıkları işe ve sahip oldukları mesleklere yönlendirilerek,
sevk edilerek ve bir sürü gibi sürülerek gelmişlerdir. Halep orada ise arşın
buradadır. Bugün geçer akçe olan istatistik ve anket yollarına başvuralım,
hayatında ne olmak istiyordun diye insanlara bir bir soralım. Armutlar elma yapılmış
mı veya yapılmamış mı açıkça bir görelim. Ben öğretmen olmak istemiyordum ama böyle
oldu, ben avukat olmak istemiyordum ama ne yapalım işte kader böyle imiş, ben hoca
olmak istemiyordum ama ne yapalım şans böyle imiş, ben tekniker ve işçi olmak
istemiyordum ama Allah böyle yazmış deyen kimseleri ve daha yığın yığın
nicelerini dinliyor ve görüyoruz. Evet, işte ben şimdi olmaz böyle şey deyip isyan
ediyorum. Olur şey değil bunlar! Bu insan denilen varlığı bunca sıkıntılara sokan,
fıtratına zıt ve doğasına ters düşen ortam ve şartlara zorlayan insanüstü bir
güç mü var? Hayır, hayır, bin defa hayır milyon defa hayır! Hâşâ’ insana insan
dışından bir etki yoktur. İnsana bugün ne oluyorsa yine kendisinden oluyor. Bakınız
şu söyleyeceğim cümleyi herkes ama herkes, bütün insanlık ve tüm dünya kulak
kesilerek dinlesin. Bütün bunların tek sebebi var cehalet! Bu Rönesans medeniyeti cahildir, bu aydınlanma kültürü
ve bu yönetin biçimi olan demokrasi cahildir. Evet, evet doğru söylüyorum bu
medeniyet, bu kültür ve bu yapı birey insanı bilmiyor ve insan toplumunu
tanıyamıyor. Önce, bir
birey vardır ve toplum da vardır. Bunlar aynı bisikletin ön ve arka tekerleklerinde
olduğu gibi hem ayrı hem de beraberdirler. İnsanın yalnız başına, toplumdan uzak
bir şekilde bireysel olarak bile yaşaması asla mümkün değildir. Hem birey ve hem de
toplum ikisi de birlikte esastırlar. Hatta
ıssız bir adada yalnız başına yaşayan Robinson Cruose ne birey insana ve ne de
topluma örnek olamaz. “Yalnızlık Allah’a mahsustur” sözü ne kadar güzeldir.
Birey, bir aile içinde dünyaya gelir. İnsanlar, evde anne, baba ve dede-nine gibi
yakın akrabalarla birlikte otururlar. Evimizin penceresinden dışarıya baktığımız
zaman başka evlerin yanında okul-öğretmenler, cami-imam, kışla-askerler, ihtiyaçlarımızı
karşılamak için mal üreten fabrikalar-işçiler, adalet sarayı ve hâkimler, içinde
kanun yapılan meclis ve vekilleri görürüz. İşte bunlar, hepsiyle birlikte sosyal
yapıyı meydana getirirler. Bizim
önerdiğimiz toplum yapısı doğaldır, organiktir. Mukaveleli ve sözleşmeli
değildir. Onun için bizim toplumda doku uyuşmazlığı yoktur ve olmayacaktır.
Çünkü bu toplumda mektep, medrese, kışla, meclis, cami ve fabrika hep doğal bir işbölümüne
sahiptir. Bizim önerdiğimiz mecliste kanun yapma adına kanundan bihaber olan vekiller
oturmaz. Vekiller konuşmasın diye grup kararı alınmaz ve alınamaz. Kanunu kanun
yapmasını bilen âlimler yapar. Yürütme görevini üstlenmiş olan hükümetler de
kanunların uygulanması ile meşgul olurlar. Yargı da tamamen serbest olup tıpkı
avukatlık statüsü içersinde çalışıp anlaşmazlıkları bir çözüme kavuştururlar.
Askerler de ülkenin savunmasında yönetime katkıda bulunurlar. Yani herkes kendi
işiyle meşgul olup biri diğerine karışmadığı için de toplum yapısında tam bir
uyum ve ahenk vardır. Bunun için de ne doku uyuşmazlığı vardır ve ne de yetki
paylaşımı kavgası olur. Onun için
bizim düşündüğümüz düzende ne siyasette ve ne yönetimde en yetkili kurum nedir ve
hangisidir soruları olmayacaktır. Çünkü birey çok merkezli bir varlık olduğu gibi
toplum da yine çok merkezli bir yapıya sahiptir. Zira insan dini, ilmi, içtimai (idari
siyasi) iktisadi ve ailevi yönleri olan bir varlıktır. Bu bireylerin bir bileşkesi
olan toplum da böyledir. Bu yönlerini hem birey ve hem de toplum her an yaşar bir
durumda olmalıdırlar. Ben size kuzey güney doğu ve batı yönlerinden hangisi sizce
daha üstündür desem veya elips şeklinin iki merkezinden hangisi daha yetkilidir diye
bir soru sorsam bana ne cevap verirsiniz. Cevap vermez, veremez, belki gülersiniz. İşte
bu demokrasi yönetiminin yapısal durumu da bu kadar gülünçtür. Eğer siz demokrasi
denilen bu yönetim biçimini kendinizi düşünmeden ve kendi kültürünüzü dikkate
almadan dışarıdan aynıyla aktarmaya çalışırsanız ve hepten başkalarını taklit
etmeye uğraşırsanız böyle olur. Armutları elma yapmaya çalışır, portakal iken
nar olmaya çalışırsınız. Size
başka bir örnek daha vermek istiyorum. Vücudumuzda bulunan solunum sindirim dolaşım
ve boşaltım sistemlerinden hangisi hangisinden daha üstün ve daha yetkilidir diye
sorsam ne cevap verirsiniz. Ya da mideniz mi daha değerli yoksa kalbiniz mi desem veya
ciğerlerinizi mi tercih edersiniz yoksa böbreklerinizi mi diye sorsam bana ne cevap
verirsiniz. İşte vücut yapısı ile toplumsal yapı böyledir. Fakat bugünkü bu yapıyı
kuranlar kurumları ve kurumlar arasındaki dengeleri tam kuramadılar ve toplumsal
yapıda uyum ve ahengi sağlayamadılar. Ama bize göre toplum, aynı vücut yapısı gibi
yapıya sahiptir. Zaten biz bir vücut yapısı gibi bir toplum öneriyoruz. Tam bir iş bölümü
ve ihtisaslaşmanın bulunduğu, kurumlar arasında da uyum ve ahengin var olduğu bir
yapı istiyoruz. Bu
toplumun en büyük arızalarında biri de bireylerin ve mesleklerin toplumda birbiriyle
sosyal alış verişe açık olmamalarıdır. Hâlbuki vücuttaki hücreler yapısal
olarak hep birbirine benzerler ve üretim-tüketim yaparak aynı hareket ve davranışta
bulunurlar. Hâlbuki bugünkü toplumlarda meslek ahlakı ve meslek kültürü vardır.
Yani sahip olduğu meslek kişiyi fikir ve düşünceleriyle hatta hareket ve davranışlarıyla
esir almış durumdadır. Bunun içindir ki, toplum fikri meslek dayanışmasına
indirgenmiştir. İşte hukuk-asker dayanışması ve savunması bundandır. Yargı
kurumunun veya TSK kurumunun yetkiyi kendisinde görme hastalığı yine buraya
dayanmaktadır. Çünkü toplumda eşit olan ve eşit kurumlardan biriyim bilgisinin
cehaleti hâkimdir. Gece gündüz 24 saat meslekleriyle bütünleşenler, başka meslek ve
kurumların topluma yapmış olduğu katkılardan habersiz kalırlar. Zira bu toplum
iletişimi olmayan katlara ve kastlara ayrılmıştır. Hâlbuki toplum organik olması
dolayısıyla aynı bileşik kaplar misali kazançlar ve karlar hep beraber paylaşıldığı
gibi, yine tasalar ve üzüntüler de birlikte paylaşılırlar. Tüm bireyler ve tüm
kurumlar da ben eşitlerden biriyim diye düşünürler ve bu yolda yürüyüşlerine
devam ederler. Netice
olarak, zaten eksik aksak doğmuş olan bu Rönesans medeniyetinin toplumu sahip olduğu
kurumlarıyla bugüne kadar da yıpranmış ve eskimiştir. Yapılacak şey bu toplum
binasını ya yeniden yapılmış gibi restore etmek veya yeni baştan ele alarak ta
temellerinden yeniden inşa etmektir. Çünkü bu yapı bozuk olduğundan bu sıkıntılar
ve bu kurumlar içi veya kurumlar arası yetki ve sorumluluk çelişki ve çatışmaları
sona ermeyecektir.
|
. |