. | Toktamış Ateş - Bugün
AK Parti'nin gündeme getirdiği Anayasa değişikliği
taslağı konusundaki kimi düzenlemelere katılmamak mümkün değil. Zaman içinde bu taslağın maddelerini tek tek tartışmaya
fırsat bulabilir miyiz bulamaz mıyız bilemiyorum. Ama bugün genel bir ilkemi ve bu
tasarının yaklaşımını sizlerle paylaşmak istiyorum. Siyasette hatta yaşamın her noktasında ve aşamasında
aradığım bir özellik vardır. Eğer bir kurumun, bir meclisin, bir kişinin vb.
herhangi bir konuda "yetkisi" varsa; bu yetkinin karşılığı olarak
"sorumluluğu" da olması gerekir. 1982 Anayasası; başta cumhurbaşkanı olmak
üzere bir kısım kurumlara (neredeyse) sınırsız yetki verirken sıfır sorumluluk
vermiş. Böyle şey olmaz... Bu kurumlar arasında cumhurbaşkanlığı dışında ilk
aklıma gelenler; "Yüksek Öğretim Kurumu" (YÖK), "Hâkim ve Savcılar Yüksek
Kurulu" (HSYK), "Anayasa Mahkemesi", "Yüksek Askeri Şûra" (YAŞ),
kısmen "Danıştay Daireler Kurulu" vs. sayılabilir. Fakat mahkemeler konusu
çok tartışıldığı için; bugün bu konuya değil beni çok yakından ilgilendirmiş
olan ve "isyan noktalarına" taşıyan eski YÖK'le ilgili bir konuyu köşeme
taşımak istiyorum. Bu arada değinmek istediğim ilginç bir nokta var. Bir ara
Adalet Bakanlığı yapan çok değerli bir arkadaşım; HSYK'nın çözmesi gereken bir
sorunumu bir türlü çözdürememesi üzerine; "Bakın Hocam" demişti. "Bütün yaşamım boyunca HSYK'nın bağımsızlığı
ve siyaset üstü kalması konusunda mücadele ettim. Şimdi doğru davranıp
davranmadığımdan kuşku duyuyorum. Zira her kurumun yetkisi kadar sorumluluğu da
olması gerekir. Bizim HSYK'nın inanılmaz yetkileri var ama hiçbir sorumluluğu yok.
Kararlarına itiraz edemiyorsunuz. Kararlarının denetleneceği bir makam yok. Peki o
zaman doğru karar verip vermediklerini nereden bileceğiz?.." Gelelim YÖK'e ve YÖK'ün "delege ettiği"
(neredeyse) sınırsız yetkilerin nelere yol açtığına... Şimdiki YÖK Başkanı Sayın Yusuf Ziya Özcan'ın iyi
niyetinden kuşku duymuyorum ve elimden geldiğince savunmaya çabalıyorum. Fakat YÖK
Genel Kurulu'nun oluşum biçimine ve şu andaki yapısına olumlu bakmam mümkün değil.
Zira fevkalade garip bir oluşumu var. Rahmetli İhsan Doğramacı'nın ölümü üzerine
sevenleri neredeyse "Demokrasi Havarisi" sayılabilecek söylevler gerçekleştirdiler.
Ama bunlara katılmam mümkün değil. Özellikle değerli piyanistimiz Sayın Gülsüm
Onay'ın sevgi dolu yazısını okuduğum zaman; rahmetli Doğramacı için "çok yazık"
dedim. "Böylesine sevilebilen bir kişinin YÖK gibi bir kurumun banisi olmasını
anlamak mümkün değil..." Zaman içinde ciddi değişimler geçirmesine ve kısmen
demokratikleşme girişimleri olmasına karşın; günümüzde Türkiye Üniversiteleri
hâlâ tek merkezli bir biçimde ve antidemokratik olarak yönetiliyor. Zira sistemin mantığı
antidemokratik. YÖK'ün yani 2547 Sayılı "Yüksek Öğretim
Kanunu"nun ilk yıllarında; üniversite rektörleri doğrudan doğruya YÖK'ün
teklifi üzerine; tek başına cumhurbaşkanı tarafından seçiliyordu. Rektörler
fakülte dekanlarını; dekanlar bölüm başkanlarını seçiyordu. YÖK öncesinde
seçimle gelinen ve o zamanlar bizim yetersiz bulduğumuz her makama; "atama yöntemi"
getirilmişti. Buna alışmamız elbette mümkün değildi. "Mükemmel bir yasa" olarak tanımlanan ve
savunulan; 2547 sayılı yasa üzerinde onlarca değişiklik yapıldı. Fakat sistemin
antidemokratik yapısı bir türlü değişmedi. Düşünün ki; siyasal yaşamı boyunca
bu yasayı hep eleştiren Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de; bu yasadan
kaynaklanan antidemokratik yetkisini kullanmaktan çekinmedi ve göstermelik de olsa yapılan
bazı seçimler sonrasında en çok oyu alanı değil canının istediğini atadı... Bu yasa insanlara "sorumsuz" ve
"denetimsiz" bir yetki verebiliyordu. Benim sinir olduğum; "ben öyle
uygun gördüm" ifadesiyle; inanılmaz saçmalıklar hatta tabirimi mazur görün;
"edepsizlikler" yapılabiliyordu. Örneğin; vakıf üniversitelerinin peş peşe açıldığı
bir dönemde; İstanbul Üniversitesi'nin "ünlü" (!) bir rektörü "öyle
uygun gördüğü için" (!) inanılmaz "kararlar" alabiliyordu. Şöyle
ki; yasaya göre bir öğretim üyesinin bir vakıf üniversitesinde ders verebilmesi
rektörün iznine tabiydi. Bu "garip" rektör kimi vakıf üniversitelerine izin
vermiyor kimilerine izin veriyordu. Aslında bir meslektaşımız vakıf üniversitelerine karşı
olabilir ve yetkisi dâhilinde izin vermeyebilir. Fakat bazı vakıf üniversitelerine
izin verip; bazılarına keyfi bir biçimde izin vermemek "hangi hukukla" açıklanabilir?
Şimdi Silivri iddianamesine göre tutuksuz yargılanan bu rektör; kendisine bu tutumun
nedeni sorulduğu zaman hiç yüzü kızarmadan "Bu benim yasal yetkim ben böyle
uygun gördüm" diyebiliyordu. Böyle "hukuk devleti" olur mu?.. Daha sonra rektörlüğe gelen (göstermelik aday belirlemede
en çok oyu almıştı); bir arkadaşımız da tüm vakıf üniversitelerine gidilmesi
için izin veriyor; ama bazı üniversitelerden "para isterken" bazı
üniversitelerden para istemiyordu. Bu değerli arkadaşımız da böyle "uygun
görüyordu..." Bilmiyorum bu tasarı bu mantıksızlıkları ne kadar düzenler.
Ama bir yerinden başlamak gerek... Yorum: Osman ESKİCİOĞLU ANAYASAYI
İYİLEŞTİRMEK GEREKİR Anayasayı
değiştirme, daha doğrusu anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yapmak için
mecliste çalışmalar başlatılmış bulunmaktadır. Hâlbuki bize göre bazı
maddelerde değişiklik yapmak yerine bu anayasayı iyileştirme çalışmaları yapılsa
daha iyi olur. Çünkü bu anayasada bir sürü eksik ve aksaklıklar bulunmaktadır.
Bilindiği gibi kurum ve kuruluşlarıyla bir devletin nasıl yönetileceğini belirleyen,
kişi hak ve özgürlüklerini düzenleyen yasalar bütününe anayasa denir. Eğer bir
anayasa sosyal bünyedeki organları bir iskelet gibi birleştirmemişse ve bu organlar
arasında doku uyuşmazlığı varsa o anayasa işlevini yapamıyor demektir. Eğer bir
anayasa bir ihtilalden sonra, bir savaştan sonra, bir isyan veya devrimden sonra
yapılmışsa o anayasa bir tepki anayasasından öteye geçemez. Onun için tepki yasalarının
ve tepki anayasalarının arızalı olarak doğduğunu, dolayısıyla eksik ve aksak
olduğunu da unutmamak gerekir. Yazarımızın
“Eğer bir kurumun, bir meclisin, bir kişinin vb. herhangi bir konuda
"yetkisi" varsa; bu yetkinin karşılığı olarak "sorumluluğu" da
olması gerekir. 1982 Anayasası; başta cumhurbaşkanı olmak üzere bir kısım
kurumlara (neredeyse) sınırsız yetki verirken sıfır sorumluluk vermiş. Böyle şey
olmaz...” tespitine aynen katılıyoruz. Biz insanın hayatının tüm alanlarında ve
her davranışında oto-kontrol pozisyonuna sahip olmasını istiyoruz. Yani insan her
zaman kar ve zararıyla, yetki ve sorumluluğu ile karşı karşıya olmalıdır. Hâlbuki
bu anayasa böyle değildir. Mesela cumhurbaşkanının vatana ihanetin dışında bir
sorumluluğu yoktur. Aynı zamanda yürütmenin başı sıfatını taşıyan bir görevlinin
böyle sorumsuz olması mantığın neresinde yer alır bir türlü bilinmez ve açıklanamaz.
Böylece
bu anayasanın şöyle bir özelliği ortaya çıkıyor ki, görevler yükseldikçe
sorumluluk azalır. Bu da bizim hukuk anlayışımıza ters düşmektedir ve tabii ki, bu
bir aksaklıktır. Bu
anayasanın en belirgin özelliği birey ile toplumu fert ile devleti tam tanımaması ve
tanıtamamasıdır. Hele buna hak ve vazife açısından bakacak olursak anayasanın tam
bir cehalet örneği olduğu görülür. Mesela anayasanın 67. maddesinde başlık
yazısında aynen şöyle denilmektedir. “MADDE 67: Seçme, Seçilme ve Siyasî
Faaliyette Bulunma Hakları” İşte bu ifadeler bu anayasanın hak ile vazifeyi ve
aralarındaki farkı bilmeyen kimseler tarafından yapıldığını açıkça
göstermektedir. Zira seçme ve seçilme bir hak değil, bir görevdir. Çünkü kamu
görevlerinde görevi üstlenen kişilerde bir sıfat aranır. Zira herkes kamu görevlisi
olamaz; ancak nitelik ve şartlara sahip olanlar olabilir. Diğer
taraftan hak kelimesi, hem hürriyet ve hem de ödev kelimesiyle beraber kullanılarak
anayasada “Temel hak ve hürriyetlerin niteliği”, “Kişinin Hakları ve Ödevleri”,
denilmiştir. Bu birbiri üzerine atıf yapılan terimlerin farklı farklı şeyler
olduğuna inanıyorum. Onun için hak başka ve hürriyet başkadır. Hak bir aidiyet yani
bir şeyin lehine, faydasına olan bir gerekliliktir. Hürriyet ise bu hakkın
kullanılması yani hukukun icra edilmesidir ki, yükümlünün, mükellefin sahip olduğu
bir sıfat ve özelliktir. Mesela çocuk yaşama hakkına sahiptir. Fakat o bu hakkını
kendisi gerçekleştiremez; yani o bu hakkını kendisi icra edemez. Onun adına velisi
olan anne ve babası gerçekleştirir. Eğer velisi yoksa o zaman bu vazifeyi toplumun
velisi ve herkesin velisi olan devlet üzerine alır. İslam hukukuna göre devlet
velidir. Toktamış
Ateş’in de dediği gibi bu kurumlar arasında cumhurbaşkanlığı dışında ilk akla
gelenler; "Yüksek Öğretim Kurumu" (YÖK), "Hâkim ve Savcılar Yüksek
Kurulu" (HSYK), "Anayasa Mahkemesi", "Yüksek Askeri Şûra" (YAŞ),
kısmen "Danıştay Daireler Kurulu" vs. sayılabilir. Bu kurumların yetkileri
var ve fakat sorumlulukları yoksa o takdirde en iyi çalışmış olsalar bile yüzde
elli kapasite ile çalışıyorlar demektir. Zira bunlar iki ayaktan sadece birisine sahip
diğerine ise sahip değildirler. Bir
toplumda bulunması gereken dini, ilimi, idari, iktisadi ve ailevi kurumlar vardır.
Anayasada bu kurumlardan bahsedilmekle beraber maalesef bunların hak ve ödevleri tan
anlamıyla ortaya konulup açıklanmamıştır. İnsan bünyesindeki solunum, dolaşım,
sindirim ve boşaltım sistemleri birbiriyle nasıl uyumlu ve ahenkli bir şekilde çalışıyorsa
toplumun ve devletin kurumları arasında da öyle bir uyum ve ahenk vardır ve
olmalıdır. Hâlbuki bugünkü anayasanın ortaya koyduğu yasama organı ile yargı
organı arasında savaş cereyan etmektedir. Bu savaşın asıl sebebi ise bu toplumda
doku uyuşmazlığı bulunmaktadır. Çünkü toplum bünyesinde var olan bu kamu
görevlerinde normal ve doğal bir işbölümü yoktur. Bir defa hukuk işleri yani
anlaşmazlıkların bir çözüme kavuşturtmasını sağlayan kurum ve kurumlar devlet
memurlarıdırlar. Yani bunlar bir taraftırlar. Hâlbuki yargının-hukukun üstünlüğü
esas olmalıdır. Hukukun ve yargının üstün olabilmesi için onun bağımsız,
tarafsız, etkin ve saygın olması gerekir. Bu da ancak hâkimler değil, hakemlerin
bağımsız ve bağlantısız olan serbest hakemlerin, tarafların seçeceği hakemlerin
birlikte ittifakla alacakları kararlar ile sağlanabilir. Bu anayasada bu konularla
ilgili maddeler yoktur; yani bu anayasa bu açıdan eksiktir. Teslis
inancına sahip olanlar toplumsal alanda üçleme ile yasama, yürütme ve yargı
desinler; ekonomik alanda da yine üçleyerek tabiat, emek ve sermaye desinler ama farklı
bir bilgiye ve kültüre sahip olan bizler böyle dememeliyiz. Biz bu toplumsal alana
denetim görevini, ekonomik alana da müteşebbisi ilave ederek yanlış üçleme
sisteminden uzaklaşmalıyız. Yanlışlardan
ve aldatmacalardan birisi de bu yasama, yürütme ve yargının ayrı ayrı şeyler
olduğu hep söylenir durur. Oysa bugün bunların üçü de iktidarda olan partiler tarafından
yani tek parti ve tekelcilikle yürütülmektedir. Yine
bu anayasanın 73. maddesinde şöyle denilmektedir. “Herkes, kamu giderlerini karşılamak
üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.” Burada görüldüğü
gibi herkes vergi ödemekle yükümlüdür denilmektedir. Her ne kadar mali gücüne göre
dese de tüm vatandaşların bu görevi üstlenmesi istenmektedir. Bu bize göre çok yanlış
bir husustur. Mal ihtiyaçla ilgilidir; kişinin mali gücü ancak kendi ihtiyacını
giderebiliyorsa bu kişi vergiyi nereden verecektir. Biz bunu bir örnekle şöyle açıklıyoruz.
İçinde çukurlar bulunan toprak bir arıktan akan su, bu çukurları doldurmadıkça
öbür tarafa akmaz ve akamaz. İşte vergi de böyledir. Eğer kişinin mali gücü kendi
ihtiyaçlarına yetmiyorsa suda olduğu gibi kendi çukurlarını doldurmuyorsa bu malın
ve paranın öbür tarafa yani devlete vergi olarak akması asla mümkün değildir. Bu günkü
uygulamada ise evet herkesten mali gücü olsun olmasın herkesten, zengin olsun fakir
olsun herkesten vergi alınmaktadır. Bu bir zulümdür, başka bir şey olamaz. Hem bir
de bunun şahane örneği, vasıtalı vergiler adı verilen bir tür vergi var ki, ekonomi
ilmi dedikleri ve marjinal fayda (son birim yararı) adı verdikleri kendi prensipleriyle
eşitlik ilkesi ile çelişen farklı muamele yapan bir uygulama ki, zengin mesela bin
lira vermesi gerekirken fakir ile aynı olur ve bir lira verir. İşte dolaylı vergiler
diye isim takılan vergilerin marjinal fayda açısından yorumu budur. Yani bu anayasa
ekonomide ve bilhassa vergilerde adaleti ve faydayı sağlayamamaktadır. Aynı
adaletsizlik devletin verdiği maaşlarda da görülmektedir. Vergilerde olduğu gibi
maaşlarda da zerre kadar adalet ve bir fayda söz konusu değildir. Zira bunların her
ikisi de bir bilime dayalı ve bir kurala bağlı olarak yapılmamaktadır. Tam tersine
bir keyfilik söz konusudur. Hem vergi toplamada ve hem de maaş dağıtmada bilimsellik,
hak ve adalet, insaf ve nesafet ölçüleri yoktur. Bu vergi konusunda fazla bilgi almak
isteyenler www.enfal.de sitesinde yayınlanan “İslam ve Çağdaş Vergi Anlayışının
Eleştirisi” adlı eserimize bakabilirler. Maaşlar
da başbakanın iki dudağı arasında değil mi? Şu kesimin veya şu alanda çalışanların
maaşları artırılsın emri derhal yerine getirilmiyor mu? Ama bu artırmanın tüm
memurlarda yapılması gerekmez mi? Birisi gelir askerlerin maaşını artırır, diğeri
gelir hâkimlerin maaşını artırır. Bu keyfilik değil de nedir? Bütün bunlar
bilgisizliğin, cehaletin, hak ve hukuk tanımazlığın bir sonucudur. Netice
olarak bu anayasa eksiktir ve aksaktır; uygulaması da adaletten son derece uzaktır. Böyle
bazı maddelerde değişiklik yapmak sadra şifa vermeyecektir. Aslında bu anayasayı
iyileştirmeden, yani yeni baştan ele alıp sonuna kadar doğru maddelerini alıp
yanlış maddelerini atmaktan başka çare yoktur.
|
. |