.

İSLAM AÇISINDAN DİNLER ARASI DİYALOG

* 1993 yılında Almanya / Münster Evangelist kilisesinde verilen iki konferansın yeniden düzenlenmiş halidir.

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

Sayın baylar ve bayanlar!

İzin verirseniz sizlere kardeşlerim diye hitap etmek istiyorum. Çünkü İslam anlayışında din kardeşliği, karındaş kardeşliği, sütkardeşliği, vatandaş kardeşliği ve insanlık kardeşliği olmak üzere beş çeşit kardeşlik vardır. Kur’an-ı Kerim’de(1) “Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan rabbinizden ittika ediniz”, buyrularak, tüm insanların kardeş olduklarına ibaret edilmiştir. Ayrıca Allah’ın varlığına ve birliğine inandıkları için Müslümanlarla Hıristiyanlar, aralarında ortak olan bir inanç birliğinde buluşmuşlardır.

Muhterem Hıristiyan kardeşlerim, ben sizlere İslam dini açısından dinler arası diyalogdan söz etmek istiyorum. Konuşmama başlamadan önce burada böyle bir konuda sizlere hitap etme fırsatını bana verdikleri için tertip komitesine kalbi teşekkürlerimi en samimi duygularımla sunmak isterim.

Konuya girmeden önce herhangi bir şeyi İslam açısından inceleyip açıklayabilmek için dinde temel kaynak olan kitap ve sünnete (Kur’an ve hadise) dayanmanın gerekli olduğunu söylemeliyim. O yüzden Kur’an-ı Kerim ve hadislerden delil getirmeden ileri sürülen bir görüş veya hüküm-yargı, İslam geleneğinde kabul görmez. Onun için ben dinler arası diyalogdan bahsederken, söz edip açıklama yapmak isterken burada İslam’ın iki kaynağı olan Ayet ve hadislere dayanmak zorundayım. Hiçbir İslam âlimi delile dayanmadan kendiliğinden bir düşünce ve yargı ileri süremez. İslam’ın diyalogdan yana olup olmadığını anlamak için, Aynı Tevrat ve İncil gibi vahiy ürünü olan Kur’ana bakalım. Kur’an-ı Kerim’i araştırdığımız zaman hemen bir ayetle karşılaşıyoruz. Bu ayet, Hz. Muhammed’e ve dolayısıyla müslümanlara aralarında ortak olan bir söze, ehl-i kitabı davet etmelerini emrediyor. Ayetin metni aynen şöyledir: “Ey Muhammed (ve Müslüman) de ki: Ey kitap sahipleri (Yahudi, Hıristiyan ve diğerleri), aramızda ortak olan bir söze geliniz: Yalnız Allah’a kulluk edelim, O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim”(2) Burada çeşitli vicdanların, milletlerin, dinlerin ve kitapların bir esasta ve bir hak sözde nasıl birleşebilecekleri ve İslam’ın bütün insanlık âlemine, Arap ve aceme inhisar etmeyen bir hidayet yolu önerdiği görülmektedir.(3). Buna göre dinler arası bir diyaloga katılmak bir Müslüman için sadece şartların gerektirdiği bir olay değil, aynı zamanda dini bir vecibedir.

Diyalog konusunda sizlere bir ayet daha açıklamak isterim. İnsanların böyle millet millet ve kabile kabile kümelenmeleri boşa değildir. İnsanlar, bir araya gelip tartışmaları, birbirlerinin örf ve geleneklerinden faydalanıp yardımlaşmaları için böyle yaratılmışlardır. Allah Teala bu olay Kur’anda şöyle açıklamaktadır: “Ey insanlar, doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Aranızda tanışıp yardımlaşmanız için sizi milletler ve kabileler şekline soktuk”(4) İslam dini, iman ve kurtuluşun sadece kendisinde bulunduğunu iddia eden egoist bir din değildir. O, başkalarının da itikat sahibi olduğunu kabul eder. Bu sebeple kendisinden önce gelmiş olan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dini, din olarak tanımış ve onların müntesiplerine “ehl-i kitap” adını vermiştir. Hatta bu konuda Kur’anda bir ayette şöyle buyrulmaktadır. “Hiç şüphesiz iman edenler, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve sabilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp da yararlı iş yapanların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku ve endişe yoktur. Onlar, üzülmeyeceklerdir.”(5). Ebu Hanife, yıldızlara taptıkları halde ayette geçen sabiler cemadatını bir kitaba inanan, Zebur’u tasdik Eden kimseler saydığı için onların Müslümanlarla Evlenmelerini caiz görmüştür.(6). Zaten kitabi olmak, bir kitaba inanmak demek İslam geleneğinde tevhide İtikat etmek anlamına gelir.(7).

Din hürriyeti prensibi kuranı kerimde kuvvetle teyit ve tasdik edilmiştir: (dinde zorlama yoktur, hakikat bundan böyle, yanlıştan ayrılmıştır.) (8). Senin rabbin isteseydi, yeryüzünde olan herkes toptan O’na inanırlardı. Mümin olmaları için insanları zorlamak senin neyine? (9). “(De ki; gerçek rabbinizden geliyor: isteyen inansın, isteyen kafir olsun.)”(10) (sen istediklerini doğru yola eriştirmek isteyeceksin, ama Allah istediğini eriştirir ve kimin doğru yolda olduğunu senden iyi bilir.)” (11) bu ve benzer ayetler ışığında anlaşılmaktadır ki; İslam’da tam bir din hürriyeti vardır ve bu hususta hiçbir kimseye zerre kadar bir baskı yapılmaması gerektiği gibi aslında herkes din serbestîsine sahiptir.

Bugünün insanları olarak bizler, din nedir? Sorusunu kendimize tekrar tekrar sormalıyız. Dini doğru biçimde tanımladıktan sonra eğer onun gayesini, faydasını ve metodunu da yine doğru olarak ortaya koyabilirsek, dinlerin çeşitliliğinin beşer toplumunun farklılığından kaynaklandığını görürüz. (12)

Din farklılıklarının doğal karşılanması hususunda insana fikir veren bazı ayetlerde vardır. Bunlardan iki tanesinin mealini vermek istiyorum: (rabbin istemiş olsaydı, insanları tek bir cemaat yapardı. Hâlbuki onlar devamlı farklılık içerisindedirler.) (13) ( eğer Allah istemiş olsaydı, sizi tek bir cemaat haline getirirdi. Fakat o istediğini saptırır, istediğini de doğru yola sokar ve siz yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu olacaksınız.)” (14)

İşte İslam’ın genelde diğer dinlere bakışı böyledir, diyebiliriz. Kuran (15) geçmişte bazı Yahudi ve hıristiyanların, Yahudi ve hıristiyan olursanız doğru yolu bulursunuz sözlerine karşın, (mukaddes kitaplara sahip milletlerden bilhassa Hz. İbrahim dini’nin yaşanması ve bu dinde birleşip toplanması çağrısında bulunur. (16).

Diğer dinlere saygı onların hayatlarına ayin yerlerine ve ayinlerine saygı demektir. İslam dini manastır, kilise, havra ve camilerin korunmasını kendisine gaye edinmiştir. (17). Bu hususta ayette şöyle buyrulmaktadır; (eğer Allah bazı insanların saldırısını, bazıları ile engellemeseydi, içlerinde Allah’ın çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve camiler yıkılırdı. (18). Burada manastır, kilise, havra ve camiye karşı olup onları yıkmaya çalışanlara karşı taraftar olanların bir dayanışma içerisinde olmaları gerektiğine işaret edilmektedir. Daha önce de geçtiği üzere, Yahudi, hıristiyan, sabi ve müslüman bu dört gruba İslam ayrı bir değer vermektedir. Onun için İslam, aslında inanç hürriyetini sağlamak, din ve vicdanlar üzerindeki baskıları kaldırıp, insanların serbest biçimde inanmalarını temin etmek misyonu ile gelmiş bir dindir. Çünkü Allah, insanların hangisi daha iyi amel işleyecek diye imtihan etmek için ölümü ve dirimi var etmiştir. Dini baskılar, Allah’ın insanları imtihan etmesini engeller. Dünya hayatı son bulup, ahiret hayatı başladığında kişiye niçin doğruların peşinden gitmedin diye sorulduğunda, zor ve baskı altında bırakıldığını söyleyerek bir mazeret ileri sürme hakkı doğar. Bu ise, Allah’ın insanları imtihan etmek üzere dünyada kendilerine verdiği görevi tam olarak yerine getirip getirmediklerini tespit etmek için verilen fırsatın yok edilmesi demek olur ki; böyle bir davranış eşyanın tabiatına aykırı olup, yanlıştır. O yüzden dini baskılar, sadece dini baskılar değil, ilmi, siyasi, iktisadi ve ailevi (seksüel) baskıların her çeşidi hem fert hem de toplum açısından zararlıdır. Bunlar insanın en tabii haklarını meydana getirir. Onun için bu haklara dokunmak tabii haklara dokunmak demektir. Bu yüzden İslam hukukçuları beş şeyin korunmasını dinin ortaya koyduğu bir zaruret olarak görmüşlerdir. Bunlar dini korumak, nesli korumak, malı ve canı korumak gibi konulardır. Bunlar olmadan insan hayatını düşünmek mümkün değildir. Toplumdaki dini, ilmi, idari (içtimai), iktisadi ve ailevi kuruluşlar, zaruri olan bu beş unsurun ürünleridir. Aslında bu beş şeyin korunmasına yalnız İslam’da değil, bütün din ve milletlerde riayet edilmiştir. (20).

Hz. Peygamber, diğer dinlerden olanlarla beşeri münasebetlerini devam ettirmiş; sadece diyalog değil, barış içerisinde bir kardeş gibi, birlikte beraber yaşamanın örneklerini vermiştir. Bu durum bilhassa Medine sözleşmesinde açıkça görülmektedir. Hicretin ikinci yılında Yahudilerle yapılan bu antlaşma, adeta iki kesimli federe bir devletin sözleşmesi gibidir. 47 maddeden oluşan antlaşmada müslüman ve Yahudilerden çeşitli kabilelerin dini, hukuki, içtimai ve hatta iktisadi yönden iç ve dış ilişkileri belirleyen cümleler bulunmaktadır. Böylece bu antlaşma bilfiil yaşanmış olup, çeşitli dinlere mensup insanların bir arada kardeşçe yaşayabileceklerinin en güzel örneğini göstermiş bulunmaktadır.

Hz. Peygamber sadece toplum veya devletle ilgili konularda değil, kendi özel hayatında da gayr-i Müslimlerle ilişkiler kurmuştur. Hatta bir defa Ebu’ş Şahm adlı bir yahudiden almış olduğu 200 kilo kadar arpa karşılığında zırhını rehin bırakmıştır. (21). Yine bir gün peygamber, arkadaşlarıyla birlikte otururken yoldan geçen cenaze için ayağa kalktı. O sırada kendisine bu bir zımmi (müslümanlarla birlikte yaşayan bir gayr-i Müslim) cenazesidir denildiğinde, Hz. Muhammed şu cevabı vermiştir: “Olsun, o da bir insan değil midir?” (22)

İslam tarihi de müslümanlarla gayr-i Müslimlerin barış içerisinde beraber yaşadıklarını gösteren örneklerle doludur.

Bütün bunları müslümanların sadece diyalog değil, teorik olarak bilakis diyalogdan da öte bir noktada bulunduklarını ifade etmek için söylüyorum. Ancak bu teorinin eyleme geçebilmesi için bir dizi çalışma yapmaya ihtiyaç vardır. Bir de İslam ve Hıristiyanlık gibi iki farklı dine dayalı olan farklı kültürlerin bir araya geldiklerinde birleştikleri noktalar, zamanla birleşebilecekleri noktalar ve hiç birleşemeyecekleri noktalar olmak üzere, baştan sona bütün kategorileri üç aşamada toplayabiliriz: William Montgomery Watt, İslam vahyi adlı eserinde diyaloğun, bazılarına göre sonunda bir takım anlaşmalar yapılması lazım gelen güçlü bir konferans, diğerlerine göre karşılıklı yardımlaşma olan bir yaklaşım, bazılarına göre de İslam ve Hıristiyan ilahiyatçıların bir takım toplantılar yaparak, inançla ilgili esaslarda zıt görüşleri dikkate alarak bunlardan bazılarının doğru bazılarınınsa yanlış olduğu hususunda anlaşmaya varmak olduğu gibi düşünceleri zikretmektedir. (23).

 

Niçin diyalog yapıyoruz diye kendimize bir soru soracak olursak, buna çeşitli şekillerde cevap vermek mümkündür. Konuşmanın başından beri, İslam’ın diyaloğa her zaman açık olduğunu söylemeye çalıştım. Her iki taraf için de bu diyaloğun çeşitli faydaları olacaktır. Ancak kanaatimce bugünkü İslam- Hıristiyan diyaloğu birkaç yıldan beri yapılmakta olmasına karşın henüz resmiyetten öteye geçememiştir. Yazısında Papa’nın İslam hakkındaki görüşlerini aksettiren Thomas Michel, Hıristiyanlık ve İslamiyet arasındaki ortak yönleri açıklarken şunları yazıyor: “Hıristiyan ve müslümanların insan anlayışlarında da ortak unsurlar vardır. Müslümanların Allahın halifesi ve mahlûkatın en şereflisi saydıkları, Aziz Pavlos’tan beri Hıristiyanların da tanrının sanatının eseri ve O’nun şaheseri gördükleri insanın şeref ve itibarının kaynağı Tanrıdır. Tanrı, insan haklarının, manevi değerlerin ve insanın sorumluluklarının kaynağıdır” (24).

İslam’la Hıristiyanlık arasında müşterek noktaların bulunmasından daha tabii bir şey olamaz. Çünkü her iki dinin kaynağı da Allah’tır. Belki de her iki dinin peygamberi hayatta iken, her iki din de aynı saflıkta bulunuyordu. Ancak zamanla çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasıyla merkezden uzaklaşma olduğu gibi, bazı sapmalar da meydana geliyor. Bugün İslam dünyasında da Hıristiyan dünyasında da aynı şeylerin mevcut olduğunu söyleyebiliriz.

İçerden kaynaklanan bu bozulmaların yanı sıra dinlere bir de dışarıdan gelen engeller ve baskılar bulunmaktadır. Bunların en başında şüphesiz pozitivist felsefe ve inkarcı düşünme gelmektedir. Gaye ve yapılan iş, metafiziği inkâr etmek olduktan sonra, ister İslam, ister Hıristiyanlık olsun, bu her iki din açısından da bir farklılık ifade etmez, netice aynıdır. Çünkü insan ve toplum düşünce ve davranışında hiçbir dine ne yer, ne de itibar vardır.

Suçlu aramaya niyetimiz olmadığı için, bugünkü medeniyeti kuranlar demekten ziyade insanlığın birikimi diyerek, çağımızdaki insanların birikimlerinde dinin pek yeri olmadığını söylemek istemiyorum. Zaten Descartes insan hayatını birbirine karışmaz ilmi alan ve dini alan diye ikiye ayırdığı andan itibaren insanın din dışı bir yana sahip olduğu kabul edilmiştir (25). Burada şöyle bir soru sormak yerinde olur; acaba din, fert ve toplum olarak insan hayatında belirli yer ve zamanlarda var, diğer yer ve zamanlarda yok mudur? Mesela ekonomiyi kendilerine dal edinmiş olan bazı iktisatçılar, ekonomi biliminin ahlak dışı olduğunu söylediklerinde ne kadar haklı olabilirler? Bu konuyu uzatmaya gerek görmüyorum, ancak şu kadarını söyleyeyim: insanı konu edinen bütün ilimlerin kıyı veya köşesinde değil, kapsadığı alanın her tarafında din vardır ve din insanı baştanbaşa kuşatan bir müessesedir. Eğer burada mutlaka bir sınır belirtmeye gerek varsa insan iradesinin olduğu yerde din ve dini sorumluluk vardır diyebiliriz. Ancak, tabiri caiz ise Rönesans’tan sonra köşeye sıkıştırılmış olan din, hareketsiz cansız ve faydasız bırakıldığı için, bunun acı sonuçlarını insanoğlu hep beraber birlikte çekmektedir. Kanaatimce bugün hiçbir dinin toplum açısından daha avantajlı bir konumda olduğunu söylemek mümkün değildir. Onun için bilhassa İslam ile Hıristiyanlık yardımlaşarak, bulundukları bölgelerde kendilerine layık olan yere yeniden varıp ulaşırlarsa tüm insanlık tekrar huzura kavuşmuş olacaktır.

Konuyu özetleyecek olursak, İslam’ın dinler arası diyaloğa açık bir din olması sebebiyle müslümanların diyaloga karşı çıkmaları gerçekçi olamaz. Ayrıca bilim ve teknoloji sayesinde birliğe kavuşan dünyanın küçülmesinden dolayı, farklı dinlere mensup insanların her zaman dini, ilmi, içtimaı ve iktisadi alanlarda beraber çalışmaları, birtakım kolaylıklar ve faydalar sağlayacaktır.

Yukarıda söylediğim gibi din köşeye sıkıştırıldığı için, dinin ana kaynağı olan kitap ve sünnetten uzak olan müslümanların henüz diyaloğa hazır olmalarını söyleyemeyiz. Çünkü müslümanlar genel olarak İslam’ın gerçek kültüründen zamanla uzaklaşmış bulunmaktadırlar. Onlar günümüzde, asırlar öncesi, yapılmış olan terim tarif ve tasnif çalışmalarını tekrar etmekten öte bir iş yapmamaktadırlar. İlim adamlarına, yani ilahiyatçılara gelince, yenilenme ve aydınlanma mevsimi henüz başlamakta olduğu için onların çoğunluğunun eski çağa mensup olduklarını söyleyebiliriz. Ancak kıştan yaza ve yazdan kışa geçiş yavaş olduğu için zamanla İslam ilahiyatçılarının çoğunluğunun bizim gibi düşünmeye başlayacaklarına inanıyorum.

Son cümlem bir temenni ve dua cümlesidir: Sizin elinizde İncil, bizim elimizde kuran, siz reform yaparak bizde içtihat ederek, açlığın ve sefaletin hüküm sürdüğü, boş yere savaşların yapıldığı, birçok ekonomik haksızlıkların var olduğu sıkıntı, stres, aids ve bu gibi birçok hastalığın kol gezdiği dünyaya hayır diyerek, tanrının merkez olduğu huzur, refah, mutluluk, hak, adalet ve hürriyet dolu bir dünya için elele diyorum.

 

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize gönülden teşekkürlerimi sunuyorum.

 

DİPNOTLAR

1- Nisa 4/1

2- Ali İmran 3/64

3- Bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1935, II, 1131

4- Hucurat 49/13

5- Bakara 2/62

6- Alaüddin Ebu Bekir el-Kasani, Bedayi’, Beyrut-1974,II,271

7- Bkz. Şemsüddin es-Serahsi, Kitabü’l Mebsüt, Beyrut-T.Y.V, 44

8- Bakara 2/256

9- Yunus 10/99

10- Kehf 18/29

11- Kasas 28/56

12- Bkz. Mehmet Sait Hatipoğlu, devlet ve Din, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı: 3 temmuz 1989, s.102-114

13- Hud 11/118

14- Nahl 16/93

15- Bakara 2/135

16- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi “çev”: Salih TUĞ, İstanbul, 1991, I, 199

17- Bkz. Elmalılı s.g.e. 4, 3409

18- Hacc 22/40

19- Mülk 67/2

20- Ebu İshak eş-Şatıbi, el-Muvafakat, Kahire T.Y.II, 4-5

21- Müslim, Musakat, 24; Serahsi, a.g.e.xxl, 64;Tac, II, 214

22- Müslim, Cenaiz, 24

23- William Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, Ankara -1982, çev: Mehmet Sait Aydın, s. 613

24- Thomas Michel, Hıristiyan – İslam Diyaloğu, D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir-1989 VI, 554

25- Bkz. Emile Boutroux, Çağdaş Felsefede Bilim ve Din, (Hasan Katipoğlu), İstanbul, 1988, s.19; A. Adnan Adıvar, Bilim ve Din, İstanbul, 1980, s. 143.


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.