. | Kur'ânın İktisadî (ekonomik) Tefsiri
NİSA
SURESİ Nisa Suresi 4/ Ayet: 1 “Ey
insanlar, sizleri bir tek şahıstan yaratan o şahıstan da eşini vücuda getiren onların
ikisinden birçok erkeklerle kadınlar üreten Rabbinizde korkun.” Bu
ayette insan açısından yaratılışın esası anlatılmaktadır. Bu kelimeler daha
önce geçtiği için burada bir açıklama yapmıyoruz. Ey
insanlar diye başlaması ayetin inmesinden kıyamete kadar gelip geçecek bütün
mükellefleri içersine aldığını gösterir.[1]
Aynı zamanda burada bahsedilecek hükümlerin insanla, insan olmakla ilgili olduğunu
insan fıtratının bir icabı olduğunu ortaya koyar. İnsan
neslinin üreyip çoğalması erkekle dişinin birleşmesine bağlıdır. Bu sebeple de
insan için aile kurumunun kurulup devam etmesi zorunludur. Bu ayetin işaretiyle de
anlaşılmaktadır ki, İslam’da toplum düzeni aileye dayanır. Hâlbuki bazı
filozoflar ve sosyalist görüşlü olan kimseler toplum içersinde sınıf ve
tabakaların oluşmasına sebebiyet verdiği düşüncesiyle aile ve mülkiyetin kaldırılmasını
istemişlerdir.[2] Bunlardan
birisi de Eflatun’dur. Eflatun, yöneticilerin ve aile ve mülkiyetlerinin bulunmasını
yasak eder, onlar her şeyin ortaklaşa
olduğu bir düzen ve disiplin içinde yaşayacaklardır.[3]
Mesela hayali komünizm adı verilen prensipler doğrultusunda bir toplum düzeni kurmak
isteyenler, aile düzenini değiştirerek kadın-erkek ilişkileri, evlenmeler, çocuklar
ve çocukların bakımını devlet çapında yapılmasını ileri sürerler.[4]
Zaten marksist sitem, kapitalizmdeki mülkiyete hücum edince ister istemez aileyi de
birlikte zedelemek zorunda kalmıştı. Çünkü mülkiyetle miras, aile düzeninin icabı
olan hususlardır.[5]
Diğer bireyci sistemlerde olduğu gibi İslam hukuku da aileye büyük bir önem vermiş,
ailevi münasebetleri tanzim eden bir çok hüküm ve kurallar koymuştur.[6]
Aile
her iki cinsin (erkek ve dişinin) yardımlaşmasının göründüğü bir yerdir. Bu
kurum insan yavrusunun uzun zaman zayıf ve muhtaç kalmasından dolayı zaruri olan bir
kuruluştur. Aile insandaki doğal akrabalık ve şefkat duygularının oluşması için
elverişli olan hem maddi, hem manevi tabii bir çevredir.[7]
Ayette
Rabb kelimesinin kullanılması, insanların
değişme kanunlarına tabi olduğunu gösterir. Minhumâ
kelimesinin ikil zamiri, ricâlen kelimesinin de
en az üçe delalet eden bir çoğul olarak gelmesinden insanların ikiye üç oranında
çoğalması ile nüfusun geometrik dizi olarak artacağını anlamak mümkün olur. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Bütün
insanlar bir tek babadan türemişlerdir. 2- Bütün
insanların ihtiyaçları birbirisinin aynısıdır. Bu sebeple insanlar, aynı ortam ve
şartlar içersinde yaşarlar. 3-
Aile ve miras hukuku bütün insanlar, her zaman ve her yer için geçerlidir. 4-
Birey ve toplum yani bütün insanlar bir gelişme halindedirler. Hepsi yetişme ve
gelişme çağını yaşayıp giderler. 5-
İnsan gelişme kanunlarına uymalıdır. O, ideal istekler yerine doğal olan ihtiyaçlarını
göz önüne almalıdır. 6-
İnsanlar erkek ve kadın olmak üzere çift olarak yaratılmışlardır. 7-
Kadın da erkekten yaratılmıştır. Bunun için kadının maddi ve manevi yapısı aynı
erkeğe benzemektedir. 8-
Erkek ve kadınlar ana ve babalardan türerler. 9-
Erkek ve kadınlar nüfus olarak artma istidadındadırlar. 10-
İnsan nüfusu geometrik bir dizi olarak iki, dört, sekiz… diye kat, kat artmaya devam
eder. 11-
Çocuk, aile ve toplum içersinde doğar, yaşar, büyür, ömrünü tamamlar ve ölür. 12-
Çocuğun doğumundan ölümüne kadar aile ve toplum içersinde hakları vardır. 13-
Gücü yeter duruma geldiği zaman çocuğun aile ve toplum içersinde vazifeleri vardır. 14-
İnsanlığın hayat nizamı aile ve toplum düzeni üzerine kurulmuştur. 15-
Devlet, ihtiyaçları karşılamada aileye yardımcı olur. 16-
Devlet aile düzenini korumakla görevli bir kurumdur. Nisa Suresi 4/ Ayet: 2 “Yetimlere
mallarını verin. Temiz olanı pis olanla değiştirmeyin. Onların mallarını kendi
mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır.” Yetîm : Babası ölmüş olan çocuğa denir.[8]
Çocuğa büluğ yaşına girinceye kadar yetim adı verilir. Baliğ olup da bir veli ve
vasiye ihtiyacı kalmayıp kendi işini kendisi görmeye başladığı zaman yetimlik sona
erer.[9] Habîs
: Bozuk, pis, kirli demektir.[10]
Tayyib ise duyuların tat alıp lezzet duyduğu ve nefsin lezzet aldığı şeye denir.[11]
Yani haz duyulan temiz ve hoş şeye Tayyib adı verilir.[12] Ayette
temiz ve hoş şeylerle pis ve nahoş şeylerin değiştirilmesi nehyedilmektedir. Hûb
: Günah demektir.Meskenet ve ihtiyaca havbe
adı verilir. İhtiyaç sahibini günaha ve işlemeye sevk ettiği için bu kelime
günahta kullanılmaya başlamıştır.[13]
Bundan
önceki ayette akrabalıktan bahsedilip çocuğun aile içersinde bakılmasına işaret
edilmişti. Burada ise babası ölüp de yetim kalan çocukların mallarından söz
edilmektedir.[14]
Bu hitap veli ve vasileredir. Veli ve vasiler ise çoğunlukla akrabalardan olur.
Yetimlere mallarını verin demek yetimler yanınızda büyüyüp de yetimlikte çıkıp
reşit oldukları zaman onların mallarını kendilerine eksik ve kusur bulunmadan
tastamam teslim edin demektir.[15]
Katafan
oğullarından bir çocuğun babası ölür; böylece kendisi yetim kalır. Onun çok malı
vardır; amcası veli olur. Bu yetim büyüyüp reşit olunca mallarını ister. Veli olan
amcası ise bu malları vermek istemez. İşte bunun üzerine bu ayet gelir.[16]
Temiz olan bir şeyi pis olan bir şeyle değiştirmeye kalkmayın ifadesinde mal ve
yetim, velinin elinde ve evinde bulunduğu müddetçe veliye karşı bir tedip vardır.[17]
Bu ifadeden şu manalar anlaşılmıştır.[18] 1-
Ey veliler ve vasiler, elinizde bulunan yetimin temiz hoş bir malını kendinizin
aşağılık kötü bir malınızla değiştirmeye kalkışmayınız. 2-
Yetim malı size haram ve murdardır. Kendi malınız ise helal ve hoştur. Binaenaleyh
kendi helal olan malınızla yetimin haram olan malından alış-veriş yapmayın. Yetimin
mallarını olduğu gibi muhafaza edin, onları korumak için bazısını satmak icap etse
bile başkalarına satın ki, töhmet altında kalmayasınız. 3-
Kendi mallarınıza iy ve güzel bakıp da yetimin mallarını kötü bir halde bırakmayın.
Onlara kendi malınıza bakar gibi hatta ondan daha fazla bir itina ile bakın. 4-
Yetimin malını tecavüz edip almayınız ki, elinizdeki güzel mallarınızın ona
mukabil zayi olmasına sebep olup da felakete düşmeyiniz. 5-
Kendi helal rızkınıza bakmayarak sabırsızlanıp yetimin malını haram, haram yemek için
pis-boğazlığa kalkışmayınız. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Yetimleri büyütme görevi, topluma ve yakın
akrabalara düşer. 2-
Yetimler, onların sermayelerine anamallarına dokunulmadan bakılıp büyütülürler. 3-
Miras yolu ile yetimlere intikal eden mallar, asaleten kendilerinindir. Onlara bu mallara
vekâleten değil, asil olarak sahiptirler. 4- Herkesin malı kendisine aittir. 5-
Veliler ve vasiler, yetimlerin mallarını büyüyüp reşit oldukları zaman kendilerine
teslim ederler. 6-
Yetimlerin mallarını büyüdükleri zaman kendilerine vermemek yıkıcılık ve
bozgunculuktur. 7-
Veli ve vasiler yetimlerin mallarını kendi mallarını korudukları gibi hatta daha
özenli bir halde korumak durumundadırlar. 8-
Yetimlerin mallarını olduğu gibi kendilerine verme esası, geriye bıraktığım mallar
çocuklarıma kalacak diye bireylerde bir güvenme hissi uyandırır ve bu duygu düzenin
korunup ayakta durmasını sağlar. 9-
Yetimlerin malları kendilerine devredilirken misli olan malların ilk teslim alındığı
zamanki kalitede olmaları şarttır. 10-
Veli veya vasinin malları çoğalıp artarken yetimin mallarında bir azalma ve eksilme
meydana gelmesi geçerli değildir. 11-
Yetimin malları ile reşit kimselerin malları ayrı, ayrı hukuka tabi tutulur. 12-
Yetim mallarının çarçur edilmesi toplumu büyük sıkıntılara sokar ve
kargaşalıklara sebep olur. Nisa Suresi 4/ Ayet: 3 “Eğer yetimlerin haklarını gözetemeyeceğinizden
korkarsanız, size helal edilen kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın ve
eğer bu takdirde adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir kadın ile
veya sahibi bulunduğunuz cariye ile yetinin. Bu, haksızlık yapmamanız için daha
elverişlidir.” Kıst :
Adalet yapmak demektir. Hisse ve nasip manalarına da gelir.[19]
Eğer veliler ve vasiler yetimlerin haklarını yerine getirememekten korkarlarsa
yetimlerden evlenmek isteyip de onların mihirlerini ve diğer haklarını tam olarak
yerine getiremiyorlarsa başka kadınlardan bir, iki, üç ve dört tane alabilecekleri
ancak onlar arasında da adaleti gözetmek durumunda oldukları bildirilmektedir. Avl :
Terazinin kilo ve gram bulunan kefesi ağır gelmekle mal bulunan kefesinin hafif gelmesi
ile havaya ve yukarıya kalkmasına denir.[20]
Kelime bu manadan alınarak haktan ayrılmak, zulmetmek, ağır gelmek adaletten
uzaklaşmak anlamlarında kullanılma başlanmıştır. Bu ayette evlenmeye ait hükümler
getirilmiştir.[21]
Cahiliye devrinde bir erkek, on kadınla evlenebilirdi.[22]
Bir veli ve vasi de yanında bulunan güzel ve malı çok olan yetimlerin başkaları ile
evlenmelerine mani olur, kendisi almak ister ve mihrini de eksik yapardı.[23] İşte bu ayet bu davranışların
yanlış olduğunu bildirmekte, çeşitli ihtiyaçlar karşısında dört kadına kadar
evlenme müsaadesi de vermektedir. Ancak bu kadınlar arasında da adalet gözetilmesi
gerekir. Eğer adaleti gerçekleştirmek mümkün olmuyorsa o zaman bir kadınla
yetinilmesi veya cariye edinilmesi daha doğrudur, buruluyor. Roma hukukunda tek kadınla evlenme
mecburiyeti vardır. Bunun için çok kadınla evlenmek yasaktır.[24]
İslam ise bundan farklı bir yol tutarak en çok dört kadına kadar evlenme müsaadesini
getirmiştir. Tefsirlerde bunun pek çok faydaları bulunduğu açıklanmaktadır.
Aslında Allah bu izni vermekle kadınları korumuş bulunmaktadır. Mesela erkeklerin az,
kadınların çok olduğu bir toplumda fazla olan kadınlar evlenme nimetinden mahrum
kalırlar.[25]
Böylece çok evlenme kadınların yalnız kalıp sefalete düşmelerini önleyip ortadan
kaldırır. Evlenme hem bir hak, hem de bir vazifedir. Evlenmeyi zorlaştırmak demek,
zina ve fuhşu kolaylaştırmak demektir. Çok evlenme ise zinaya ve gayri meşru
ilişkilere engel olur. Ayette size helal ve hoş olan
denilmekle evlenme konusunda aynı zamanda bir baskı yapılmayacağını da anlamak mümkündür.
Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Yetimler manevi bakımdan da ana ve
babaları sağmış gibi bakılma hakkına sahiptirler. 2- Başkalarının çocuklarına ve
eşlerine bakma imkânı zorlaşırsa gerektiği zaman bir zaruret durumu ortaya çıkınca
erkekler iki üç veya dört kadınla evlenmek zorundadırlar. 3- Çok kadınla evlenme müsaadesi,
kadınların ve yetimlerin haklarını temin etmek gayesiyle konulmuştur. 4- Çok evlenme esası bütün dul kadınlara
koca sağladığı gibi, böyle bir toplumda kocasız kadın kalmaz. 5- Evlenme hususunda bir zorlama
yapılmaz. 6- Çok kadınla evlenmede eşler
arasında adalet gözetilmelidir. 7-
Çok kadınla evlenmede eşler arasında adalet sağlama kabiliyeti
bulunmayan kimseler tek kadın ile yetinmelidirler. 8- Veli ve vasiler eğer varsa
cariyeleri ile de cinsel ilişki kurabilirler. 9- Cariyeler hem çalışırlar hem de
razı oldukları takdirde velileri kendileri ile cinsel ilişki kurarak çocuk sahibi
olabilirler. 10- Çok evlenme ve cariyelerle ilişi
kurma yolu zina yapmayı ve gayri meşru ilişkileri önleyip ortadan kaldırır. 11- Gayri meşru ilişkiler ve
serbest, nikâh dışı cinsel ilişki kurma yasaklığı bireyleri evlenmeye zorlar. Bu
suretle insanların aile ortamı içersinde çoğalması sağlanmış olur. 12- Zina ve fuhşu, bekâr ve dul
kalmayı ve genel evleri ortadan kaldırmanın tek ilacı çok evlenme ve eğer varsa
cariyelerle ilişki kurma yolunun açılmasıdır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 4 “Evlendiğiniz
kadınlara mihirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer onlar mihrin bir kısmını gönül
rızasıyla size bağışlarlarsa onu da afiyetle rahat bir şekilde yiyin.” Saduka :
Mihir. Nikâh sözleşmesi ile kadının kocasından almış olduğu mala mihir denir.[26]
Kocasının karısına, karısının da kocasına olan sadakatinden dolayı ve bunun bir
nişanesi olarak mihire saduka adı
verilmiştir.[27]
Buradaki hitabın veliler veya
kocalara ait olduğu hakkında iki türlü görüş vardır. Cahiliye devrinde veliler
kadınların mihirlerini bizzat kendileri alıp sahiplerine vermezlermiş; bu uygulama bu
ayetle kaldırılmış bulunmaktadır. İkinci
anlam olarak burada kocalar, karılarına mihirlerini vermekle emredilmektedirler. Alkame,
Katade, Nehai ve Zeccac gibi zatlar bu görüşü tutmuşlardır.[28]
Çünkü mihir kadının öz-malıdır.
Çünkü
mehir kadının öz-malıdır; ayette ona izafe ederek gelmiştir. Bunun için kadın
kendi mallarında tam bir mülkiyet hakkına sahiptir. Ona malını şu veya bu şekilde
harcama konusunda ne kocası ve ne de ana ve babası tarafından bir baskı yapılamaz.[29]
Kadın büluğa erip aklı başına geldiği zaman Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer,
Hasan b. Ziyad ve Şafii’ye göre malında hibe ve diğer her türlü bulunabilir.[30] Nihlet
: Aslında bal arısına nahl adı verilir. Nihle ise karşılıksız, gönül hoşluğu
ile bir şey vermek, hediye etmek, bağışlamak demektir.[31]
Bu kelimenin kök anlamı budur. Ancak ayete ve ayetin genel manasına bakarak bu kelimeye
fariza manası verenler de olmuştur.[32] Kocası
karısı ile aralarında gerçekleştirdikler nikâh sözleşmesinden dolayı mihir
vermeyi bir ödev bilip bunu bir borç öder gibi gönül hoşluğu ile yerine getirir.
Kadın da mihrinde ve diğer mallarında tam bir tasarruf hakkında sahip olduğu için
mihrini veya bir başka malını ister kocasına isterse bir başka şahsa devredebilir,
hibe edebilir ve her türlü meşru tasarruflarda bulunabilir. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-
Kadınlar kendi kocalarına sadık kalırlar ve başka erkeklerle ilişki kuramazlar. 2-
Kadınlar cinsel yönden kocalarını şüphelendirecek bir harekette bulunamazlar. 3-
Kadınlar serbest olmayıp kocalarına sadık kaldıklarından mali kazançtan geri kaldıkları
için mihir yani tazminat almaya hak kazanmış olurlar. 4-
Kadınların ayrı malları vardır. Onlar mallarında tam bir mülkiyete sahiptirler.
Kocaların hanımlarının malları üzerinde hiçbir hakları yoktur. Kadın kendi
mallarını kullanırken kocası tarafından asla bir baskı ve kısıtlamaya tabi
tutulamaz. 5-Karı-koca
arasında tam bir mal ayrılığı vardır. 6- Kadın kendi mallarını dilediği
gibi kullanıp tasarrufta bulunabilir. Onun bu hakkını kocası asla kısıtlayamaz veya
bu malları kendisine vermesini isteyemez. 7- Kadınlar kendi istek ve arzuları
ile mallarını kocalarına verirlerse bu malları kocaları için helal olur. Onlar bunu
alabilirler ve aynı kendi malları gibi kullanabilirler.
8- Mihir kadının kendi öz malıdır. 9- Kadın kendi mallarında tam bir mülkiyet
hakkına sahiptir. 10- Kadının nikâh sözleşmesi ile
kocasından almış olduğu mala (ve paraya) mihir adı verilir. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 5 “Allah'ın sizin için ayakta durma
aracı yaptığı mallarınızı kendini bilmez beyinsizlere vermeyin, o mallar içinden
onlara rızık ayırın, onları giydirin ve onlara tatlı ve işe yarar bir söz
söyleyin.” Sefih : Daha
önce de geçtiği üzere[33]
sefh kepek demektir. Rüzgârın ağaç dallarını
eğdirip sallamasına teseffüh adı verilir.[34]
Sefih ise kelime manasıyla hafif akıllı kimseye denir. İslam hukukunda sefih diye
malı üzerinde akıl, mantık ve ekonomik kanunların icabına göre tasarrufta
bulunmayan kimseye denir.[35]
Bundan önceki ayetlerde yetimlere
mallarının büyüdükleri zaman teslim edilmesi ve kadınlara mihirlerinin verilmesi
gibi iki hükümden bahsedilmişti. Şimdi burada ise sefih olanların mallarının
ellerine teslim edilmeyeceği söylenmekle birlikte malların mülkiyeti ve insanoğlunun
geçim vasıtası olması dolayısıyla malın mahiyeti açıklanmakla İslam ekonomisinin
temel esasları konulmaktadır. Emvâlekum :
Mallarınızı. Ayette sefih olanlara mallarınızı
vermeyiniz, buyrulmaktadır. Burada sefih kelimesi, geniş manasıyla kadın, erkek; büyük
küçük, aklı başında olmayan herkesi kapsamaktadır.[36]
Aslında mallarını denilmesi
gerekirken, mallarınız denilmesi, denilmiştir. Yani “onların” kelimesi yerine “sizin”
kelimesi getirilmiştir. Böyle getirilmesinin sebebini müfessirler birkaç türlü yorum
getirerek yorumlamaya çalışmışlardır. Sefihin malları velinin tasarrufunda
ve onun velayeti altında bulunduğu için onun malları denilmeyip veliler muhatap
tutularak sizin mallarınız denilmiştir.[37]
Velilerin sefihlerin mallarını kendi
malları gibi, muhafaza etmeleri için onların malları kendi malları gibi gösterilmiştir.[38]
Toplumda dayanışma olması ve teker,
teker her bir birey için faydalı olan bir şeyin diğer bireyler için de faydalı
sayılması gerektiği için böyle ifade edilmiştir.[39] Bu konuda bundan başka şeyler söylemek
de mümkündür. Fakat burada İslam ekonomisinin mülkiyet melesindeki tutumu açıkça
görülmektedir. İslam ekonomisinde mülkiyet malı idare etmekten ibarettir. Bir şeye
sahip olan kişi o malın müdürü durumunda olup onu en iyi bir şekilde sevk ve idare
eder. İdare etme gücünden yoksun olanlara yani sefih kişilere mallarının verilmemesi
mutlak mülkiyetin kabul edilmediğini açıkça gösterir. Öyleyse bir mala sahip olan
herkes, onu bakıp idare etmekle yükümlüdür. Ayrıca bu ifadeden malların toplum düzeni
içersinde üretildiği binaenaleyh malın mülkiyeti her ne kadar bireye ait olsa da
bunda toplumun da hakkı olduğunu ve bireyin malı aynı zamanda toplumun malı demek
olduğunu anlamak mümkündür. “Allah’ın
sizin için ayakta durma aracı yaptığı (veya geçiminiz için bir sebep kıldığı)
mallarınızı sefihlere vermeyin.”,
ayetini, “Allah’ın sizi başına diktiği
mallarınızı sefihlere vermeyin” şeklinde anlamak da mümkündür. Fakat bize
göre bu ikinci sırada olan bir anlamdır. Bu ayetin irap bakımından da iki yönü
vardır: Birincisi mahzüf olan malların zamiri, “ceale” fiilinin birinci mefulü
olup “kıyâmen” kelimesi de ikinci mefulü olur. İkinci yön ise mallara giden
mahzüf zamir “ceale” fiilinin mefulü olup “kıyâmen” kelimesi de onun hali
olur.[40] Bu ayete iki türlü mana vermenin
mümkün olduğunu söylemiştik. Buna göre burada bir taraftan insanların mallar
sayesinde yaşayıp ayakta kalabilecekleri, ihtiyaçlarını temin edip hayatlarını sürdürebilecekleri
bildirilirken, diğer taraftan da sahiplerinin malları üzerinde bir muhafız, idareci ve
bir bekçi ve koruyucu oldukları ifade edilmektedir, diyebiliriz. Bu söyleyiş tarzı iktisatlı ve tutumlu olmaya teşvik etmekte,
iktisatlı olmanın fayda ve yararını açıklamakta, israf ve saçıp savurmanın kötü
bir şey olduğunu bildirip böyle bir davranıştan sakındırmaktadır. Malı ve parayı
saçıp savurmak kendi fayda ve zararını bilmeyen zavallıların işinden başka bir
şey değildir. Bu sebeple mallar böyle sefihlerin eline değil de üretimini,
tüketimini, kullanmasını, harcamasını bilen ve uygulayan akıllı iktisatçıların
elinde olursa insanların özel menfaatleri ve kaynakları genel olarak faydalı olur ve
işleri hiçbir zaman bozulup kaybolmaz.[41]
Velilerin, israfla saçıp savuran
akılsızlara malları teslim etmemeleri gerekir. Bu sebeple onlar, malları kendi
ellerinde bulunduracaklar, üretecekler, güzel bir şekilde kullanıp koruyacaklardır ve
asla onları atıp saçanlara vermeyeceklerdir. Bu anlayışa göre sefihler mahcur[42]
sayılarak sefihlik halleri geçinceye kadar mallarını kullanmaktan men edilirler.[43]
Onların sefihlik halleri geçinceye
kadar sefih olanların malları velilerinin idaresi altında bulunur. Ayetin sonunda
velilere hitaben söylenilen “Sefihleri mallarından mızıklandırın ve giydirin”
ifadesinden anlaşılıyor ki, veliler bir sahip kişi gibi sefihlerin mallarını üretim
ve yatırıma harcayacak, ticaret ve mübadelede kullanacak elde edilen kazançtan da
sefih kişinin ihtiyaçlarına sarf edecektir.[44] Bu ayette genellikle İslam
ekonomisinin mal anlayışı hakkındaki esaslar getirilmektedir. İslam ekonomisi ile
diğer sistemlerin mal hakkındaki görüşleri başka, ayrı ve farklıdır. Diğer
sistemlerde mal, para, emek ve hizmet aynı kabul edilmekte ve bunlar aynı kanunlara tabi
tutulmaktadır. Mesela bir diş doktorunun dişimizin ağrısını kesmek için gördüğü
elle tutulur ve gözle görülür bir cinsten olmayan bir hizmet bile maldan başka bir
şey değildir.[45]
Yani mal ile hizmet aynı şey olup insan elinin emeği de maldır ve maldan başka bir
şey değildir.[46]
İslam hukukçuları da malı çeşitli
şekillerde tarif ve tasnif etmişlerdir. Mesela Hanefiler malı, insan tabiatının
meylettiği ve ihtiyaç vakti için depo edilebilen şeydir diye tarif ederken[47]
İmam Şafii de bu konuda şöyle diyor: Mal ismi ancak alınıp satılan bir değeri olan
ve onu telef edenin de bu kıymeti tazmin etme yükümlülüğü bulunan şeylerle
insanın atmayıp muhafaza ettiği küçük madeni para ve benzeri şeylere verilir.[48] Bu tariflerden anlaşılıyor ki, güneşin
ışığı ve ısısı ve hava gibi bir yerde toplanıp depo edilmemiş şeyler büyük
faydaları bulunmasına rağmen mal sayılmazlar.[49]
Ancak tüp içersine sıkıştırılmış gazlar, bir yere toplanıp depo edilmiş
olduklarından maldırlar. Buna göre bir şeyden faydalanma mesela bir evde oturma ve bir
arabaya binme yani menfaat yığılıp depo edilmediği için mal sayılamaz. Fakat
Şafiiler menfaati de mal kabul ederler.[50]
İslam ekonomisinde mallar diğer
taraftan da menkul ve gayrimenkul, mütekavvim ve gayri mütekavvim, misli ve kıyemi
olmak üzere kısımlara ayrılır. Menkul mallar bir yerden başka bir yere taşınabilen
mallardır. Mesela ekimler meyveler… ve hayvanlar gibi. Gayrimenkul mallar ise bir
yerden başka bir yere taşınamayan mallar olup bunlara İslam hukukunda akar adı
verilir. Mesela araziler ve dükkânlar gibi. Mütekavvim mal, bir değere sahip
bulunan bir mal olup bir ihtiyacı tatmin edebilen ve kullanılması da meşru olan bir
maldır. Buna göre bir tek buğday tanesi bir ihtiyacı tatmin edemediği için bir değere
sahip olmadığından mal kabul edilmez. Diğer taraftan kullanılması meşru olmayan
mesela şarap, kan ve domuz gibi şeyler yeme ve içme bakımından mal sayılmazlar.
Hanefilere göre gayri Müslim kişiler için bir şarap mütekavvim bir maldır. İmam
Şafii, Ebu Sevr, İbn Hazm ve Taberi gibi bir kısım fakihler şarap, domuz eti ve
besmelesiz kesilen hayvan gibi haram şeylerin gayri Müslim kimseler için bile gayri
mütekavvim mal sayılamayacağı görüşündedirler.[51]
Buna göre gayri mütekavvim malın ne
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir değeri bulunmayan, bir ihtiyacı tatmin etmeyen ve
kullanılması meşru olmayan şeyler gayri mütekavvimdir. Gayri mütekavvim malları
telef etmekten dolayı bir tazminat gerekmez. Misli mallar, çarşı ve pazarda
benzeri-misli bulunabilen mallardır. Mesela kile ile ölçülen ve terazi ile tartılan
yani ölçü ve tartı ile satılan şeyler ceviz ve yumurta gibi sayı ile satılabilen
şeyler bu cins mallardır. Kıyemi mallar ise çarşı ve pazarda misli ve benzeri
bulunmayan veya bulunsa bile fiyat bakımından çok farklı olan şeylerdir. Mesela el
yazması kitaplar, resimler, tablolar, sanat eseri olan kaplar, hayvanlar, kavun-karpuz
gibi mallar hep kendine özel bir değeri ve fiyatı olan kıyemi mallardır.[52] Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Yetim ve sefih olan kimselerin
mallarını idare etmek üzere bir veli tayin edilir. 2- Veliler kendi idareleri altına
verilen yetim ve sefihlerin mallarını toplum adına kullanırlar. 3- Mallarını akıl, mantık ve
ekonomik kanunların gereğine göre kullanma gücünden mahrum olan sefih kişiler kendi
malları ellerine verilip teslim edilmez. 4- Veliler sefihlerin mallarına
üretim ve yatırıma harcamak ve ticarette kullanmak suretiyle kazandırırlar. Elde
edilen bu kazançtan da sefihlerin yeme, içme, giyme ve barınma masrafları
karşılanır. 5- Sefihlerin masrafları kapatılıp
bittikten sonra geriye kalan artık kazanç veliye bu malları koruma ve işletme hakkı
olarak verilebilir. 6- Veliler bir taraftan malları idare
ederken diğer taraftan da yetim ve sefihleri yetiştirip terbiye ederler. 7- İslam ekonomisinde mutlak mülkiyet
anlayışı yoktur. Sınırlı bir mülkiyet anlayışı ve uygulaması vardır. Malları
sahibi de bir müdür durumunda olup mallarını akıl, mantık ve ekonomik kanunların
gereğine göre kullanmak zorundadır. Böyle yapmayanların malları bunların sefih
olmaları dolaysıyla hâkim kararı ile ellerinden alınır, bir veliye teslim edilir. 8- Mal, insanların ihtiyaçlarını
tatmin ederek onların hayatlarını sürdürüp yaşamalarına sebep olur. 9- Mal, insanların ayakta kalıp dünyada
hükümran olmalarını sağlar. 10- Herkes sahip olduğu mallarını
bir bekçi gibi koruyup muhafaza etmek zorundadır. 11- herkes mallarını akıl, mantık
ve ekonomik kanunların gereğine göre kullanıp saçıp savurmaktan uzak kalmak
zorundadır. 12- Malların menkul ve gayrimenkul, mütekavvim
ve gayri mütekavvim, misli ve kıyemi olmak üzere çeşitli kısımları vardır. 13- Mal, insan tabiatının
meylettiği ve ihtiyaç vakti için depo edilebilen bir şeydir. Başka bir deyişle mal,
alınıp satılan, bir değeri olan ve telef edenin de o değeri tazmin etme yükümlülüğü
bulunan şeylerle insanın atmayıp muhafaza ettiği küçük madeni para ve benzeri
şeylerdir. Buna göre güneşin ışığı ve ısısı ve hava gibi bir yerde toplanıp
depo edilmemiş şeyler büyük bir faydaları bunmuş olmasına rağmen mal sayılmazlar
Ancak bir tüp içersine sıkıştırılmış gazlar bir yere toplanıp depo edilmiş
olduklarından mal sayılırlar. 14-
Sefih: Malı üzerinde akıl, mantık ve ekonomik kanunların gereğine göre tasarrufta
bulunmayan kimseye denir. 15-
Mallar, toplum düzeni içersinde üretildiğinden dolayısıyla bu mallar üzerinde
toplumun da bir hakkı vardır. 16-
Bir yerden başka bir yere taşınabilen mallara menkul mallar denir. Bir yerden bir yere
taşınamayan mallara da gayrimenkul mal adı verilir. Bir ihtiyacı tatmin edebilen ve
kullanılması meşru olan mala mütekavvim mal denir. Kullanılması meşru olmayan ve
bir ihtiyacı tatmin edecek kadar bir faydası bulunmayan mala da gayri mütekavvim mal adı
verilir. 17-
Üretilmesi, kullanılması, alınıp satılması dinen yasaklanmış olan gayri meşru
mallar faydalı sayılamazlar. 18-
Çarşı ve pazarlarda benzeri-misli bulunan mallara misli mallar denir. Çarşı ve
pazarlarda benzeri-misli bulunmayan mallara veya bulunsa da fiyat bakımından çok farklı
olan şeylere de kıyemi mallar adı verilir. Nisa Suresi 4/ Ayet: 6 “Yetimleri,
evlenme çağına gelinceye kadar gözetin ve denetleyin. Onlarda bir olgunlaşma
hissettiğinizde hemen mallarını kendilerine teslim edin, büyüyüp ellerine alacaklar
diye o malları israfla yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan tenezzül etmesin. Muhtaç
olan da örfe uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman
karşılarında şahit bulundurun.” Bu
ayette yetim kalan çocukların ergenlik çağına gelinceye kadar denetim ve gözetim altında
bulundurulacağı aklı başlarına gelip bir veliye ihtiyaçları kalmadıkları zaman
malları kendilerine teslim edileceği onların mallarını idare ederken velilerin bu
malları kesinlikle israf etmeyip güzel bir şeklide kullanacakları yetimlerin malları
kendilerine devredilirken bunun şahitler huzurunda yapılacağı zengin velilerin bu
mallara bakmalarından dolayı bir almayacakları, fakir olanların ise örfe ve âdete
göre bir miktar bir ücret alabilecekleri açıklanmaktadır. Rüşd
: Reşâde kaya demektir. Rüşd ise doğru yolu bulmak demektir.[53]
Belki reşâde doğru yolu göstermek üzere nişan ve bellik için yollara konuşmuş
taşlara verilen isimdir. Rüşdün de buradan gelmesi mümkündür. Rüşdün
ıstılah-terim manasına gelince malını koruma hususunda dikkat ederek saçıp
savurmaktan sakınan kimseye reşîd denir.[54] Mallarını
aklın icaplarına göre kullanmayan kimselerin tasarruf hakları ellerinden alınır.
Buna İslam hukukunda hacr adı verilir. Hacr’ın sebebi çocukluk ve deliliktir.
İslam hukukçularının çoğuna göre oğlan çocukları on iki, kız çocukları da
dokuz yaşında akıl-baliğ olurlar. Buluğa eren yetim çocuklar, akılları
başlarında karını ve zararını bilir durumda olurlarsa Buluğ yaşına geldikten
sonra eğer delilikleri devam ederse reşit olmamış sayılırlar. Akıllanıncaya kadar
malları kendilerine verilmez. Ebu Hanife’ye göre ise yirmi beş yaşına geldiklerinde
reşit sayılırlar.[55]
İsrâf
: Ağaç kurdu veya yaprak kurduna sürfe adı verilir. İsraf ise genel manada bir
nesnede haddi aşmak, itidali tecavüz etmek ve normali geçmeye denir.[56]
Fakat israf daha çok infakta, harcamalarda meşhur olmuştur.[57]
Şu halde velilerin yetimlerin mallarını israfla; yani haddi aşarak yemeleri,
yeterinden ziyade ücret ve bakım masrafı almaları yasaktır ve kural dışıdır. İsraf
hem ifrat ve hem de tefrit yönünden olabilir. Yani bir şeyde çok az yapmak da bir
israftır. Öyleyse israf her iki halde de normalin dışına çıkmak olur.[58] Bidâren
: Kış mevsiminden önce yağan yağmura, erken geldiği için bedrî adı verilir. Güneşten
önce doğduğu için ayın on dördüne Araplar el-bedr derler.[59]
Bedr fiil olarak, bir şeyin diğerinden daha süratli olmasına ve onun önüne
geçmesine denir.[60]
Yetimler büyüyüp de mallarını kendi ellerine almadan önce çabuk harcayıp
menfaatleşen velilerin bu durumları nefyedilmektedir. Çünkü bidâre ve mübâdere bir
şeyi acele ile süratli bir şekilde yapmaya denir.[61]
Ayetin
son kısmında da zengin olan velilerin yetimin malından bir ücret almayacağı, fakir
olanların ise örfe ve âdete uygun olarak alacağı ifade edilmiştir. Bu ayetin
tefsirinde birçok görüşler ortaya atılmıştır. Veli zengin olsun fakir olsun,
yetimin malından hiçbir şey alamaz. Malından yiyebilir ama elbise edinemez. Veli bütün
masraflarını yapabilir, ancak bunlar ödünçtür; daha sonra kendi malından öder.
Zengin olan veli hiçbir şey almaz. Fakir olan veli ise örf ve âdetin tayin ettiği bir
miktar kadar harcayabilir.[62]
Serahsi
bu ayete dayanarak zengin olan devlet başkanlarının bir ücret almamalarının daha iyi
olacağını, fakir olanların ise ancak kendisini ve ailesini geçindirecek kadar bir
şey alacağını kaydeder. Hz. Ebu Bekir, şuranın takdir ettiği maaşı almış, fakat
ölümü sırasında kızı Aişe’ye bunun hazineye-beytülmale geri verilmesini vasiyet
etmiş, Hz. Ömer, zaruri ihtiyaçlarına yetecek kadar bir ücret almış, Hz. Osman ise
zengin olması dolayısıyla hiç maaş almamıştır.[63]
Cassas
da bu konu ile ilgili olarak şunları yazar: “Rızık ücret değildir. Zaten fakir
miskin ve yetimlerin bazen beytülmal’den-hazineden hak sahibi olmaları bunu gösterir.
Çünkü onlar bunu herhangi bir şey karşılığı olarak almamaktadırlar. Bu sebeple hâkimlerin
ve din adamlarının bir ücret almaları caiz değildir. Hâkimler hediye almaktan bile
men edilmişlerdir.”[64]
Malların
yetim ve veliler arasındaki devir-teslim işlerinin şahitlerin huzurunda yapılması
gerekir. Hanefiler bunun bir vacip ve gereklilik değil, mendub bir şey olduğunu söylerler.[65]
Nikâhın
çağına ulaşmaktan bahseden bu ayetten küçük çocukların henüz çocuk iken
ergenlik çağına ulaşmadan nikâhlanmamaları gerektiğini anlayabiliriz. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-
Mallarını koruma hususunda dikkat ederek saçıp savurmaktan sakınan kimseye reşid
adı verilir. 2-
Genel manada israf bir nesnede haddi aşmak ve normali-itidali tecavüz etmektir. 3-
İsraf hem ifrat ve hem de tefrit yönünden olabilir. Yani bir şeyde çok az yapmak da
bir israf sayılır. 4- Küçük
çocukların baliğ olmadan nikâhlanmaları sahih-doğru değildir. 5-
Sefih olan kimseler kendi mallarını tasarruf etme yetkisine sahip değildirler. 6-
Sefih olan kimseler evlenme ehliyetine sahiptirler. 7-
Baliğ olmuş olan kadın ve erkekler, reşid olmuşlar mı, binaenaleyh mallarını kendi
başlarına kullanıp idare edebilecek duruma gelmişler mi diye imtihan edilirler. 8-
Reşid oldukları tespit edilen yetimlerin malları kendilerine teslim edilir. 9-
Veliler, yetimler büyüyünceye kadar onların mallarını azaltıp eksiltecek ya da yok
edecek bir şekilde harcama yapamazlar. 10-
Zengin olan veliler, velisi bulunduğu yetimlerin mallarından asla bir eksiltme
yapamazlar. Muayyen, mukannen gelirleri de yiyemezler. 11-
Fakir olan veliler ise yetimlerin mallarından ancak veli tayin edilirken
kararlaştırılan miktar kadar veya daha sonra hakem kararı ile verilecek müsaade
nispetinde harcayabilirler. Veliler, hem yetimlerin ihtiyaçları için hem de yaptıkları
bedeni hizmet karşılığı olarak kendileri için harcamada bulunurlar. 12-
Yetimlerin mallarından ancak zaruri ihtiyaçlar için bir harcamada bulunulabilir. 13-
Zengin olan devlet başkanlarının hiç ücret almamaları daha iyi olur. 14-
Fakir olan devlet başkanları ise ancak kendilerinin ve ailelerinin geçimlerine yetecek
kadar bir ücret almaları uygun olur. 15-
Veliler, yetimler rüşde erdikleri zaman mallarını şahitlerin huzurunda kendilerine
teslim ederler. 16-
Veliler, mallar teslim alırken şahitlerin huzurunda teslim alırlar. 17-
Devlet, veli ile yetimler arasındaki bütün hesapları kontrol etme yetkisine sahiptir. 18-
Yetimler hakemlere başvurarak velileri ile hesaplaşmak isteyebilirler. Nisa Suresi 4/ Ayet: 7 “Ana-babanın ve yakınların
bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların
bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli
bir hisse ayrılmıştır.” Said b. Cübeyr ve Katade der ki, müşrikler
malları sadece büyük erkeklere verirlerdi; kadınları ve çocukları mirasçı
yapmazlardı; o vakit Allah bu ayeti indirdi.[66] Cahiliye devrinde Araplar “mızrakları
ile çarpışmayan ve yurdunu müdafaa etmeyen varis olamaz”, derler ve bunun üzerine
kadınları ve gerek erkek ve gerekse kız çocukları varis tanımazlardı.[67]
Ensar’dan Evs b. Sabit vefat etmiş;
geriye karısı Ümmü Kahle ile üç kızı kalmıştı.[68]
Vasileri olan amcaoğullarından Süveyd ve Urtufa gelmişler ve cahiliye âdeti üzere
ölenin mirasını kendi üzerlerine almışlar, böylece ölenin karısına ve
kızlarına bir şey kalmayınca, hanım gidip durumu Hz. Peygamber’e anlatmış, Hz.
Peygamber de bu konu hakkında bir şey gelmediğini, Evs’in mallarına dokunulmaması
gerektiğini söyleyerek, beklemek lazım geldiğini ifade etmesi üzerine bu ayet inmiştir.[69] Bu ayette kadınların ve kız
çocuklarının da mirasta bir payı olduğu bildirilmektedir. Kız çocuklarına, kız
kardeşlere, anneye ve hanıma bir hisse ayırmak suretiyle İslam Hukuku, kadına
iktisadi faaliyetlerde aktif bir katılımcı kılmıştır.[70]
Eski Roma Hukukunda ölen pater’in
yalnız mameleki değil, aynı zamanda şahsiyetine de tevarüs edilmekte idi. Miras,
vasiyetle intikal ediyordu. Kanuni miras yoktu.[71]
İngiltere’de miras kanun gereği olarak en büyük evlada kalırdı.[72]
Eski Yunan’da, Fransa’da ve eski Arabistan’da uygulanan miras kanunları, İslam
hukukundan oldukça farklıdırlar.[73]
Fakat onlar tekâmül geçire, geçire bugünkü şekilleri ile İslam’ın getirdiği
prensiplere yaklaşmışlardır diyebiliriz. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar 1- Mirasta erkek varislerin ayrı
payları olduğu gibi, kadın varislerin de ayrı payları vardır. 2- İslam ekonomisinde miras meşru
olan bir haktır. 3- Mirasın az veya çok olması
hisselerde bir değişiklik yapmaz. 4- Erkek ile kadının miras
paylarında eşit olma şartı yoktur. Erkek daha fazla alabilir. 5- Bütün
mallar mirasa aynı şekilde konu teşkil eder. Kızlara ayrı mallar erkeklere ayrı
mallar miras olarak verilemez ve bazı mallar erkeklere miras tahsisi yapılamaz. 6-
Anne mirası baba mirası gibi paylaştırılır. 7-
Erkek akrabalın mirası baba mirası gibi paylaştırılır. 8-
Varislerin payları bölünüp kendilerine paylaştırılmalıdır. Bu herkesin payı
kendisine verilmeyerek ortak mülkiyete bırakılamaz. 9-
Ailede kadınların kendilerine mahsus ayrı, erkeklerin de yine kendilerine mahsus ayrı
hak ve vazifeleri vardır. 10-
Ailede kadın hakları kadınlar tarafına ve kadınlara; erkeklerin hakları da erkekler
tarafına ve erkeklere intikal eder. Nisa Suresi 4/ Ayet: 8 “Miras taksim edilirken varis olmayan akrabalar,
yetimler, fakirler de orada bulunuyorlarsa, onlara da bir şey verin ve gönüllerini
alacak tatlı sözler de söyleyin.” Akrabalar
arasında mirasçı olanlar bulunduğu gibi mirasçı olmayanlar da vardır. Mirasçı
olmayan yakın akrabalar mal bölüştürülürken orada hazır bulunduklarında onları
mirastan tamamen mahrum bırakmak kendilerine ağır gelir. İşte Allah bu ayette en güzel
bir şey olan, bunlara da verilmesinin emretmektedir. Bu verme işinin vacip olduğunu söyleyenler
bulunduğu gibi, bu medubtur, ditenler de vardır.[74]
Verilecek şeyinde bir yardım olmak üzere menkul mallardan da verilir, diyenler bulunduğu
gibi rızık kelimesinden hareket ederek yemek vermektir, diyenler de vardır.[75]
Miras
mallarında üçte birden fazlasını vasiyet edememe durumu da İslam ekonomisinin
getirdiği esaslardan birisidir. Hz. Peygamber bunun için üçte bir, üçte bir dahi
çoktur, buyurmuşlardır.[76]
İslam bir yandan miras halkasını geniş tutmakla sosyal adaletin gerçekleşmesini
sağlamakta, öte yandan da vasiyet edilecek mal miktarını sınırlamakla, ekonomik
eşitsizliğe de engel olmaya çalışmaktadır.[77] İslam
ekonomisinin getirdiği esaslardan birisi de ölen kişinin borçlarının devlete
kalması ve bunların devlet tarafından ödenmesidir. Böylece eğer ölen kişi mal
bırakırsa bu mallar varislerin, eğer borç bırakırsa bu borcu ödeme işi de hükümetin
görevi olur. Çünkü bu konuda Hz. Peygamber, Buhari,
Müslim, Tirmizi, Nesai ve Ebu Davut’un rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber
borçların devletin teminatı altında olduğunu bildirmişlerdir. “Ben her müminin kendisine kendisinden daha yakınım.
Bu sebeple kim bir borç bırakırsa onu ödemek benim üzerimedir. Kim de bir mal bırakırsa
o da varislerinindir.” buyurmuşlardır.[78]
Bu hadisin başka bir varyantı da şöyledir. “Kim
ölür de bir borç bırakırsa onun bu borcu Allah ve Resulüne aittir. Kim de ölür ve
bir şey bırakırsa o da varislerinindir.”[79]
Böylece bu borçların hazineden-beytülmalden ödeneceği bildirilmektedir.[80]
Buna göre sanki ölünün malı mirası, alacak ve borç durumları kamuya, topluma ve
devlete intikal etmekte ve orada her hak sahibi ister mirasçı ister alacaklı olsun,
hissesini veya alacağını elde etmektedir. Ayetteki “farzükûhum: onların rızıklarını veriniz”
emrinin çoğul kalıbında geldiğine dikkat edersek, bu hitabın topluma olduğunu daha
iyi anlar ve böyle bir anlamın daha doğru olduğunu daha iyi kavrarız. Zira mülkiyet
sahibinin ölümüyle ortaya çıkan miras meselesi, bir toplum içersinde ve bir hukuk
düzeninde bir çözüme kavuşturulmakta ve İslam ekonomisinde toplumdan ölen bireye
fayda ve zarar bakımından en yakın olara payları verilmektedir. Zaten mirasın
akrabalık, nikâh ve velayet olmak üzere üç tane sebebi olduğu bilinmektedir. Toplum
birey ve bireylerin velisi olduğu için, devletin velayet hak ve vazifesi olduğu için
akraba ve nikâhtan dolayı yakını bulunmayan kişilerin mirası beytülmale-hazineye
yani bütçeye intikal eder.[81] Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar 1- Hiçbir varisi bulunmayan ölünün
mirası-malları devlet hazinesine, bütçeye intikal eder.
2- Ölünün terekesi-mirası (nazari
olarak) önce devlete-topluma intikal eder. 3- Hükümet-görevliler terekeden,
önce varsa ölünün borçlarını öderler. Eğer miras malları borca yetmezse kalan açık
devlet bütçesinden karşılanıp kapatılır. 4- Borç ve vasiyetler ödenip yerine
getirildikten sonra geriye kalan miras varisler arasında taksim edilir. 5- Miras taksim edilirken orada hazır
bulunan fakat mirasçı olmayan yakın akrabalara yetimlere ve yoksullara ölü vasiyet
etmemiş olsa da bu miras mallarından bir şeyler verilir. Bu işi varislerin ve ilgili görevlilerin
tayin edeceği kişiler ve hakemler yapabilir. 6- Miras, varislerin seçeceği ve hükümetin
de görevlendireceği hakemler tarafından taksim edilebilir. 7- Mirasçı olmayan yakın akraba,
yetim ve yoksullara verilecek payı hakemler kendi aralarında ittifakla
kararlaştırırlar. 8- Hazır bulunan yakın akrabalara,
yetimlere ve yoksullara verilecek yardım en az bir defa karın doyuracak kadar
olmalıdır. Yoksa bu hususta da bir açık varsa devlet bütçesinden bir yardım
yapılabilir. Mesela ölenin ruhu için bir yemek verilebilir. 9- Miras taksimi esnasında verilen bu
yemekte insanlara nasihat kabilinden güzel ve yol gösterici sözler söylenebilir. 10- Mirasçı olabilmek için belli başlı
üç yol vardır. Bunlar akrabalık, nikah ve velayet kurumlarıdır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 11 “Allah size, çocuklarınız
hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar)
ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer
yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin
mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuş
ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir
(düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır.
Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın
olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz
Allah ilim ve hikmet sahibidir.”
Bu ayet meşhur miras ayetidir. Eski
tefsirlerde bu ayetlerin yorumlarına baktığımız zaman mirasın ekonomik açıdan
incelendiğini pek göremiyoruz. Faiz ayetlerini iktisadi bakımdan inceleyen ilk müfessir
ise Fahreddin Razi sayılmaktadır.[82] Miras ayetlerinin ekonomik açıdan
olan tefsir ve yorumlarını ancak son zamanlarda yazılan tefsirler ile İslam ekonomisi
üzerine yazılan kitaplarda bulmaktayız. Sa’d b. Rabi’in hanımı Hz.
Peygamber’ gelip dedi ki, bunlar Sa’d’ın iki kızlarıdır. Babaları Uhud
savaşında şehit düştü. Bu iki yetimin mallarını amcaları alıp bunlara bir şey
bırakmadı. Bunlar malları olmadan evlenemezler. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Bu
konuda Allah bir hüküm indirir.”, buyurdu. Bunun arkasından hemen bu miras ayeti
geldi. Hz. Peygamber yetimlerin amcasına haber gönderdi. “Sa’d’ın iki kızına
üçte iki, analarına sekizde bir; geri kalanı da senin olsun.”, buyurdular.[83]
İslam’ın getirdiği miras sistemi
diğerlerinkinden farklı olup nevi şahsına münhasır bulunduğu için, bazı
eleştirilere maruz kalmıştır. Kapitalizmin toplayıcı ve sermayeci zihniyeti ile komünizmin
mülkiyet yoktur ve miras ve intikal yoktur anlayışının yanında İslam’ın
getirdiği esasların farklı olacağı son derece doğaldır. Miras hukuku, Şeri hükümler ile
geniş ölçüde geliştirilen İslam hukukunun çeşitli bölümlerinden birini teşkil
etmektedir.[84]
İslam hukukunu diğer hukuklarla karşılaştıranlar İslam dininin miras hakkında
getirmiş olduğu esas ve prensiplerin insanın tabiatına daha uygun olduğunu
savunmaktadırlar.[85]
Marksist sistem, kapitalizmdeki mülkiyet
hakkına hücum edince ister istemez aileyi de zedelemek zorundan kalmıştır.[86]
Hâlbuki miras mülkiyetin bir icabı ve ailenin bir gereğidir. Zaten İslam’da
mirasın sebebi, akrabalık, nikâh ve velayettir.[87]
Özel mülkiyetin yasaklanmasının
zaruri bir neticesi olarak miras hukukunun da kaldırılması gerekir. Miras, aslında mülkiyet
hakkının bir çeşit genişlemesi demektir. Bu sebeple de marksistlere göre miras bütün kötülüklerin anasıdır. Hâlbuki miras
bırakma hakkı mülkiyetin bölünmesi için önemli bir faktör ve en uygun çarelerden
biridir. Üstelik kapitalizme son vermenin de pratik bir yoludur. Öbür yandan mirasın
yasaklanması insan tabiatına tamamen aykırı düşer. Çocukların hastalığı ve
sağlığı, zayıf ve kuvvetli, zeki veya bön olmalarında ana ve babalarının
bıraktıkları mirasın payı büyüktür.[88]
Mal toplayıp elde edenler mülkiyet
haklarının vefatlarından sonra da devamını sağlamak istemişler ve bu istek üretim
alanında önemli bir etken olmuştur.[89]
İşte miras hakkına son verilmekle bireylerin ve grupların çalışıp çabalarını
artırmaya teşvik eden ve onları kamçılayan ümit ışığı da söner. Bu hak kaldırıldıktan
sonra insanı çalışmaya ve öldükten sonra ailesinin faydalanacağı bir serveti
kazanmaya sevk edecek bir başka faktör düşünülebilir mi?[90]
Bütün hukuk sistemleri arasında
İslam’ın miras hukuku kapitalizme en çok zıt olanıdır. İslam’da miras hukuku
tevarüs edilen en geniş akrabalık münasebetleri esnasında en fazla miktarda insanlar
arasında taksim edilmesini gerektirir.[91]
Çünkü İslam’a göre ölenin mirası ve serveti yakın varisleri arasında, eğer
yakın varisleri yoksa uzak varisleri arasında tekrar, tekrar bölünür. Her iki halde
de tereke birkaç şahsın elinde toplanmış ve birikmiş olarak kalmaz. Binaenaleyh
tereke şahıstan şahsa geçer; böylece birçok kimseler faydalanır, halkın yaşamak için
lüzumlu olan birçok şeyleri satın alma gücü artar. Kitlelerin yükselen satın alma
gücü, hayat için gerekli olan eşyaya duyulan ihtiyacın artması ile üretime canlılık
kazandırır, işçilere iş bulunmuş ve istihdam sağlanmış, işsizlik azalmış olur.[92] Ayette ricâl ve nisâ
kelimeleri kullanılmayıp da zeker ve ünsâ kelimelerinin getrirlmesi küçük ve büyüğün
istihkakta eşit olduğunun ve bu konuda buluğa ermenin ve büyüklüğün hiçbir rolü
olmadığını nass ile ifade etmek ve cahiliyet devrinde uygulandığı gibi, çocukların
mahrumiyetine meydan vermemek içindir.[93] Bu ayet ile aynı zamanda kadınlar da
bir elaman olarak, ekonomik hayata sokulmaktadırlar. Kadınlar miras alırlar, mülk
edinebilirler, hizmet görebilirler, sanayi ve ticari işletmelere katılabilirler ve
kendi adlarına her türlü ekonomik sözleşme yapabilir ve imza atabilirler.[94] Kadının böyle mirasta bir erkek gibi söz sahibi
olması hayatın çeşitli yönlerinde onun korunduğunu gösterir.[95] Önce terekenin yakın akrabalar
arasında mecburi taksimi, ikinci olarak da vasiyette malın üçte biri diye sınırlandırılması
birey ve toplumun bir tutulduğunu ve insanın sakatlanacağı hasta olacağı ve çeşitli
hallerde bulunabileceği göz önüne alındığını gösterir.[96]
Mesela dul bir kadının bir yıllık
nafakasını temin maksadı ile bir miras hakkı tanınması[97]
hakkaniyet esasına dayanır.[98]
Yani kanaatimize göre kadının mirasa katılması, toplum içersinde yalnız
kaldığında ekonomik hayatta elinden tutulmasına sebep olmuştur. Erkek ile kadından her ikisi de
mirasta söz sahibi olmakla birlikte bazı yerlerde erkeğin kadından daha fazla pay
alması bugün pek çok eleştirilere neden olmaktadır. Ayette Allah, bu eleştiriye ana,
baba ve çocuklarınızın hangisi size daha çok faydalıdır, bilemezsiniz buyrulmakla
meselenin, ekonominin asıl konusu olan fayda açısından
ele alındığını söyleyerek cevap vermektedir. Öyleyse İslam’ın getirdiği miras
hukuku, birey ile toplumu birlikte ele alan ekonomik kanunların bir gereğidir. Mirasta erkeğin kadından daha fazla
almasının sebebi erkeğin mala kadından daha fazla ihtiyacı olmasıdır. Erkekler
kadınların nafaka ve geçimlerini üzerlerine alırlar. Erkekler ölüye hayatta iken
ekonomik açıdan kadınlardan daha çok faydalı olurlar. İşte bu iki sebepten yani
mala daha çok ihtiyacı olma ve ölene daha çok faydalı olmasından dolayı erkek, daha
çok miras almaya hak kazanmış olur.[99]
Kadın erkekten daha çok zayıf ve
daha muhtaç olduğuna göre mirastaki hissesi erkekten daha fazla olması gerekmez mi, hiç
olmazsa bir olmamalı mı, erkeğin bu kadar fazla almasının sebebi nedir diyenler
olabilir. Ancak bunu söyleyenler şu hususlara dikkat etmelidirler. Bir defa İslam
ekonomisinde ailenin geçim sorumluluğu ve yükümlülüğü erkeğin üzerine yüklenmiştir.
Çünkü Kuran-ı Kerim’de “Kadınların normal ölçüde yiyecek ve giyecekleri çocuğun
babasına aittir.”, buyrulmaktadır.[100]
Buna göre erkek, bir kendisi ve bir de hanımı olmak üzere en az iki kişiye bakıp
beslemek durumundadır. Bunun için erkeğin gideri kadına göre daha çoktur. Kadının
gideri ise erkeğe göre daha azdır. Hâlbuki gelir ile gider arasında bir dengenin
bulunması, bir eşitlik ve uygunluğun olması gerekmez mi? Gider erkeğe yükletilirken
gelir dağılımında kadına erkekten fazla veya denk pay verilmesi hem ekonomik esaslara
ve hem de hak ve adalet ölçülerine uygun düşmez. İşte asıl o zaman hukukta
eşitlik ilkesi zedelenmiş olur. Binaenaleyh mirastaki bu fazlalık kadınların
menfaatleri ve ihtiyaçlarını giderme hesabına geçimdeki sorumluluk farkının
muadili-dengi olmak üzere böyle bir hukuk ve ekonomi dengesini kurarak adalet ve eşitlik
prensiplerinin ince bir uygulamasını içine almaktadır.[101] Her nimet bir külfet karşılığıdır.[102]
Bu denge ne zaman bozulur. Geçim mükellefiyetine ve sorumluluğuna karşı mirastan iki
hisse alma esasına uyulmazsa dama kadının zararına olur. Bunun neticesinde ya büsbütün
mirastan mahrum edilirler veya ailenin geçimine zorla katılarak kendi malını istediği
gibi kullanma hak ve yetkisi elinden alınır. Kadın erkekte bulunmayan veya eksik
olan bazı özelliklere sahip olduğu gibi, erkek de kadında bulunmayan veya eksik olan
bazı özelliklere sahiptir. Bunun içindir ki, kadın erkeğin aynı veya misli değil,
mukabili, muadili, eşi ve dengidir. Öyle bir eş ki, yaratılışta ve fıtri görevlerin
yerine getirilmesinde erkeğin simetrisidir. Elmalılı’nın ifadesine göre kadın
erkeğin verdiği sermaye üzerinde işler ve onu üretir. İşte erkek ile kadın
arasındaki bu fıtri farkın neticelerinden biri de aralarındaki mali değer ve ekonomik
güç farkı olmuştur. Özel olarak bireyi bireye değil, genel olarak kadın, kadın;
erkek, erkek fıtratı üzere düşünülerek kadın cinsi ile erkek cinsi
karşılaştırıldığı zaman kadının kazanma ve malları idare etme hususundaki gücünün
diğer deyişle mali değerinin erkekten daha az olduğu kesin bir gerçek olarak ortaya
çıkar.[103]
Bu fark İslam hukukunda en az üçte iki veya ikide bir olarak tespit edilmiştir. Peygamberlik, imamet-i kübra,
toplumda kamu işlerini görme, İslami emir ve yasakları eksiksiz-kesintisiz yerine
getirme, düşmana karşı savaşma ve Cuma ve bayram namazlarının vacip olması gibi
hususlar erkeklere mahsusu olduğundan, bu suretle erkekler kadınlara göre fazla hak ve
vazifelere sahip bulundukları için, kadınlara mihir vermek, nafakaları temin etmek,
yiyecek, içecek, giyecek ve mesken ihtiyaçlarını kendi üzerlerine almak ve diğer
ihtiyaçlarını gidermek gibi sadece vazifeleri de vardır.[104]
İslam’da borç vasiyetten önce
geldiği halde, ayetin lafzında ondan sonra söylenmiş ve ondan sonra gelmiştir. Ancak
böyle olması durumda bir değişiklik yapmaz; çünkü arada atıf harfi olarak “ev” kelimesi kullanılmakla tertip ortadan
kalkmış olur.[105]
Vasiyet ve deyn: (borç) kelimelerinin de ba’de: (sonra) edatında toplanmakla borcun
vasiyete dâhil olduğu anlaşılır. Zaten üzerinde borç bulunan kişinin, öleceği
zaman bunu vasiyet etmesinin vacip olduğunda icma vardır.[106]
Hz. Peygamber’in hadislerinden anlaşıldığına göre vasiyet de malın ancak üçte
biri kadar olan bir meblağ ile vasiyet yapılabilir.[107] Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Erkeklerin mirası babalarla
çocuklara gider. 2- Mirasta erkeğin payı kızın
payının iki katıdır. 3- Ailenin mali külfeti ve ekonomisi
erkeğin üzerine yükletilmiştir. 4- Mirasçı bir tek kız olursa o,
terekenin ancak yarısını alabilir. 5- Mirasçı sadece kızlar olursa
terekenin ancak üçte birini alabilirler. 6- Anne ve baba altıda bir alır. 7- Ölenin çocukları yoksa anne ve
baba varis olurlar. Anne üçte bir alır. 8- Ölenin erkek kardeşleri varsa,
anne ve baba altıda bir alır. 9- Ölenin borcu varsa önce o
ödenir, sonra vasiyeti varsa o yerine getirilir ve sonra geriye kalan miras taksim
edilir. 10- Vasiyetin tamamını yerine
getirme zorunluluğu yoktur. Borç ile birlikte vasiyetin tutarı mirasın üçte birinden
daha fazla olmamalıdır. 11- Varislere vasiyet edilmez;
varislere vasiyet yoktur. 12- Miras sisteminde farklı şekiller
kabul edilemez. 13- Miras payları şeriat tarafından
tayin ve tespit edilmiştir. 14- İnsanların koydukları miras
sistemleri ile Allah’ın koyduğu miras sistemi birbirinden farklıdır. İslam’ın
getirmiş olduğu miras sistemi ekonomik açıdan daha faydalıdır. 15- Ölenin serveti yakın varisleri
arasında eğer yakın varisleri yoksa uzak varisleri arasında tekrar, tekrar bölünür. 16- Küçük, büyük, kadın veya
erkek olmak mirasçı olmaya asla mani değildir. 17- Miras (vasiyet, sıla ve nesep
mirası olmak üzere) üçe bölünür. 18- Borç vasiyete girer. Borçların
edası vasiyet edilmesi ile olur. 19- Vasiyetlerin en çoğu mirasın-
malların üçte biri kadar olur. 20- Nesep mirası üçte birdir. 21- Nesep mirası çocuklar, ana baba
ve kardeşler arasında paylaştırılır. 22- Nesep mirasında erkeklere
kadınların iki misli pay düşer. 23- Daha önce ölmüş olan nesep
mirasçıların payları çocuklarına kalır. 24- Daha önce ölmüş olan sıla
mirasçıların payları nesep mirasçılarına kalır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 12 “Kadınlarınızın
çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir, çocukları varsa,
bıraktıklarının ettikleri vasiyetten veya borçtan arta kalanın dörtte biri
sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra
bıraktıklarınızın dörtte biri karılarınızındır; çocuğunuz varsa,
bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadına kelale
yollu (çocuğu ve babası olmadığı halde) varis olunuyor ve bunların ana-bir erkek
veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, her birine edilen vasiyetten veya borçtan arta kalanın
altıda biri düşer; ikiden çoksalar, üçte birine, zarara uğratılmaksızın ortak
olurlar. Bunlar Allah tarafından tavsiye edilmiştir. Allah bilendir. Halim'dir.” Bu ayette daha çok karı ile kocanın
mirası paylaştırılmaktadır. Üzerinde fazla durmadan kocanın karıdan niçin fazla
aldığını söyleyip geçeceğiz. Bundan önceki ayette erkek, evin nafakasını
üzerine aldığı için kadından daha fazla pay almakta idi. Bu ayete göre de koca kadından
daha fazla almaktadır. Çünkü koca, karısının kendi malından mihir vermekte, karı
da bu mihri alıp kendi malına katmaktadır. Her iki taraftan birinin ölümü esnasında
bu mihir iade edilmemektedir. Bu sebeple koca mirasta karısından daha fazla pay alır.[108] Kadının altıda bir ve sekizde bir
halleri yardımı ile, aradaki farktan faydalanarak, mihirleri de eklemek suretiyle, mihri
bulmak üzere, bir denklem kurmak mümkündür. Böylece bu ayetten mihrin, kocanın
mallarının kaçta kaçı ve karının mallarının kaçta kaçı olduğunu bulmuş
oluruz. Bu hususta şu fıkıh kurallarından
da yararlanabiliriz. Mihrin takdiri hürlerde ve
cariyelerde ayrı kurallara bağlıdır. Hür bir kadının mihri, kendi misli-benzeri ile
takdir edilir. Bir cariyenin mihri ise kendi değerinin onda biridir. Dul bir cariyenin
mihri de yine kendi değerinin yirmide biridir.[109]
Böylece mihrin miktarı, erkeğin
mallarının yirmide biri, kadının mallarının ise onda bir kadar olacağı ortaya çıkar.
Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Sıla mirasçıları anne baba ve
eşlerdir. (Bunlar altıda bir hak alırlar.) 2- Eşler, alıp verdikleri mihirleri
(boşanma tazminatını) terekeden tekrar geri almazlar. Bunun yerine kocanın mirasları,
karıya göre daha fazla olur. 3- Koca karısına verdiği mihri
almaz. Bunun yerine kocanın bu altıda bir olan payı dörtte bire yükseltilir. 4- Kadın kocasından aldığı mihri
iade etmez. Bunun yerine onun altıda bir olan payı sekizde bire düşürülür. 5- Koca, çocukları olmayan eşlerden
iki misli fazla pay alır. Mesela karının çocuğu yoksa koca karının mallarının
yarısını, kocanın çocuğu yoksa karı, kocanın mallarının dörtte birini alır. 6- Mihrin miktarı erkek mallarının
yirmide biri, kadının mallarının ise onda biri kadar olur. 7- Sıla mirasçıları daha önce
ölmüşlerse mallar nesep mirasçılarına kalır. 8- Daha önce ölmüş olan nesep
mirasçılarının payları çocuklarına kalır. 9-Daha önce ölmüş olan kadın
sıla mirasçılarının çocukları miras malını eşit olarak paylaşırlar. Eğer tek
mirasçı varsa o, malın ancak yarısını alabilir. 10- Vasiyet etmek suretiyle mirasçıların
payları artırılamaz. 11- İslam ekonomisinde Kuran-ı Kerim
ayetlerinin getirdiği miras hakkındaki hüküm ve esaslar değiştirilemez. Çünkü
ekonomik açıdan faydalı olan bu şekildeki taksimattır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 29 “Ey
İnananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile
yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size
merhamet eder.” Yâ (ey) nida harfi ile başlayan bu ayet, müminlere
hitap ettiği için burada zikredilen hükümler, Müslümanlarla ilgilidir. Ellezine ( o
kimseler ki) kelimesinin de cemaati ifade eden bir çoğul kalıbında gelmesiyle mal
hukukunun toplumla geliştiğini ve toplumların kendilerine mahsus bir mal hukukları
olduğunu anlamak mümkün olur. Batıl
kelimesinin manası daha önce geçti.[110]
Mallar üzerinde alıp satmak, kiraya vermek, yatırıma harcamak gibi birçok tasarruflar
bulunduğu halde burada lâ te’külû: yemeyin diye ifade edilmesi, tüketim
yollarının en önemlisinin yemek olduğunu göstermektedir.[111]
Yalnız yemek değil, batıl olan hiçbir tasarrufta bulunmamak gerekir. Buradaki batıl
kelimesi faiz, gasp, hırsızlık, hıyanet, yalan şahitliği, malı yalan yeminle almak
ve hakkı inkâr etmek gibi, şeriatta helal olmayan her türlü tasarrufu ifade eder.
Yani batıl yol, gayri meşru yol demektir. Bir insandan karşılıksız olarak
alınan her şey, batıldır, diyenler de olmuştur.[112]
Batıl bir sözleşme hiçbir hüküm taşımaz. Mesela bir faiz sözleşmesi sözleşme
yapılmamış, alacaklı-borçlu ortada yokmuş gibidir. Sadece sözleşmeye mevzu olan
mal veya para, onu elinde tutan borçlunun yanında bir emanet durumundadır. Hem asıl ve
hem de vasıf itibariyle gayri meşru olan şeye batıl (boş, hükümsüz ve geçersiz)
denir. Yani batıl bir sözleşmenin hiçbir çözüm şekli bulunmayıp müeyyideli
olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Bunun İslam şeraiti açısından hiçbir değeri
ve yeri yoktur.[113] Buradaki
istisna, istisnai munkatı olup kasr ifade etmediği ve batıl muamelelere girmediği için
ticaretten başka hibe sadaka temlik, ibaha ve miras gibi meşru olan yollar bu
nehyin-yasağın dışında kalırlar. Burada özellikle ticaretin zikredilmesi
onun mal-mülk edinme yollarının en önemlisi ve en çok yaygın olanı olduğuna
işaret eder. Bunun yanında ayetin sevki, bağlamı ve konteksti nikâh ve infak için
mal hazır bulundurmakla ilgili olduğundan hukuktan başka iktisadi değeri de vardır.
Yani malların üretimi meşru yollarla olsa bile tüketimde iktisat edilmesi, zaruri bir
sebep ortaya çıkmadıkça sermayeye dokunmayıp hâsıladan ve kardan verilmesi, bu
arada ticarete önem verilmesi ve ticarette de karşılıklı rızaya ve gönül hoşnutluğuna
uyulması gibi esasları hatıra getirmektedir.[114]
Emvâlekum: Mallarınızı. Bu tabir, kişinin hem kendi
mallarını, hem de başkalarının mallarını ifade eder. Böylece o, başkalarının
mallarını gayri meşru bir yolla tasarruf etmeyeceği gibi kendi mallarını da Allah’ın
haram kılıp yasakladığı yerlerde kullanıp harcamayacaktır.[115] Burada
bu mallar kelimesi çoğul olan küm: siz zamirine izafe ederek geldiği için
toplumun hayat ve yaşayışta, hukuk ve ekonomide mallar sebebiyle bir dayanışma içersinde
olacağı anlaşılmakta ve böylece bireyin elinde olan bir malı onun aynı zamanda
topluma ait bir şey olduğu ortaya çıkmaktadır.[116] Ticâreten:
Satış için pazara gelir, değerli deveye tâcir denir.[117] Ticaret ise kar ve kazanç maksadıyla sermayeyi kullanmaktır.[118] Burada ticâret ve emval kelimeleri kullanılmakla
bu ayetteki hükümlerin emek, ücret, emlak ve kira sözleşmelerinden daha çok mal ile
ve alış-verişi ile ilgili olduğu anlaşılabilir. Ancak bütün bu sözleşmelerde bir
bedel ve karşılığın bulunması şarttır.[119]
Âriyet, menfaatin
karşılıksız olarak başkasına temlik edilmesidir. Bu bir nevi ihsan, iyilik ve
bağış olduğu için başkalarının mallarını bu yolla alıp kullanmak caizdir.[120]
Bu muamele bir karşılık ve ücretten uzak ve soyulmuş olduğu için buna bu ad verilmiştir.[121] İcâre ile
âriyet arasındaki fark, icarenin bir ivaz
bedel ve ücretle, iâre’nin ise ivazsız, bedel ve ücretsiz olarak temlik edilmesinde
görülür.[122] Lâ te’külû:
Yemeyin, demektir. Böyle buyrulmakla başkalarının mallarını eksiltmemek
gerektiği, lâ te’huzû: almayın
denilmediği için, başkalarının mallarını aynen iade etmek şartıyla ariyet olarak
kullanılmasının caiz olduğu, lâ te’külû
ifadesi çoğul olarak gelmekle topluma olan bu nehiy hükümleri de içerinse aldığı için
yönetici ve yürütücülerin bireylerin mallarını rıza dışı dokunamayacakları ve
fazla vergi koyamayacakları, burada rıza ile ticaret istisna ile geldiği için,
istisnaya başka bir şey de kıyas edilemeyeceğinden[123]
bu rızaya başka bir şey benzetilerek rızanın dışında bir hüküm verilemeyeceği,
ticaret kelimesi ile de mübadelede hem birey ve hem de toplum açısından karın
bulunduğu, terâdın (karşılıklı rıza) denilmekle
sözleşmelerde her iki tarafın da rıza göstereceği, rızanın gönülde meydana gelen
bir hoşnutluk olması dolayısıyla bireyin mal ve mülkü üzerinde her ne suretle
olursa olsun asla bir baskı yapılamayacağı, mesela devalüasyon (değer düşürme ve
kur ayarlaması) yaparak zorla vergi alınamayacağı, bu ayetin son kısımlarından da mülkiyet
düzenine müdahale etmenin tehlike doğuracağı ve aslında mülkiyet düzeni demenin
aynız zamanda bir devlet düzeni demek olduğu anlaşılabilir. Bu ayete göre devalüasyon, enflasyon
ve deflasyon gibi bugün para üzerinde yapılmakta olan işlemler gayri meşrudur.
Çünkü bu işlemler bireylerin rızaları dışında cereyan etmektedir. Ekonomistlerin
verdikleri bilgilere göre “Enflasyon servet ve gelir dağılımını değiştirici bir
olaydır. Bu nakdi sermayeyi tahrip etmektedir. Enflasyonda haklı bir neden olmaksızın
refah ve varlık bir sosyal tabakadan diğerine geçmektedir. Bu enflasyonun insanların
refahtan aldıkları payı değiştirmesi sosyal bünyede tepkilere yol açmaktadır.”[124] Eğer, devlet karşılıksız para
basarsa enflasyona sebebiyet vermiş olur. Madeni sikkelerin tedavül ettiği zamanlarda
devletin mali ihtiyaçlarını karşılamak için başvurulan çare tağşiş idi.[125]
Tağşiş, bir şeyi başka bir şeye karıştırmak suretiyle onun saflığını gidermek
ve bozmak demektir. Gazali, tağşişe uğramış kalp paraları tedavüle sürmenin
zararlarından bahsederken böyle paraların, infak edilse bile, kullanılmaları
hırsızlık yapmaktan daha kötüdür, sözünü nakletmektedir.[126]
Kağıt paralardaki devalüasyon ne ise madeni paralardaki tağşiş odur. Bunun için
paralarda tağşiş yapmak büyük bir haksızlıktır ve ekonomik bir zulümden
ibarettir.[127]
Piyasaya para sürmek suretiyle tedavüldeki para miktarını çoğaltmak ne kadar
zararlı ise para çekmekle hizmetteki para miktarını azaltmak da o kadar zararlıdır.
Para tedavülden çekilir, fiyatlar dişer ve üretim de durur. Tedavüldeki para ile
talep miktarı birbirine mütenasip olmalıdır.[128] Para değerinin düşürülmesi demek
olan devalüasyon de bir çeşit mecburi vergi almak demektir. Bunu yapan hükümetler,
fakir ve zengin demeden ve kimsenin haberi olmadan herkesten gizli bir şekilde vergi
almış olurlar. Vergi verme durumunda olmayan bir fakir kişiden de zorunlu olarak
almayı icap ettiren bu devalüasyon yapma usulü bir zulüm yolu olup gayri meşrudur.
Çünkü bu bireyin malını haksız yere almaktan başka bir şey değildir. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Her toplum mal hukukunu kendi içersinde
kendisi meydana getirir. Cemaatler arasındaki hukuk sözleşmelere dayanır. 2- Müminlere hitap ederek başlayan
alış-veriş ayetindeki hükümler, yalnız Müslümanlara aittir. 3- İslam hukukunun sınırları içinde
olanlar, belli olan Müslüman kişilerdir. 4- İslam hukukunu kabul etmiş
bulunan kimseler bir toplum ve bir cemaat meydana getiririler. 5- İslam hukukunun sınırları içine
inananlar girer. 6- İslam hukukunu bir defa kabul
etmekle bu hukuk kazanılmış olur. 7- İslam hukuku ancak İslam cemaati
arasında uygulanır. 8- İslam toplumu içersinde herkesin
kendisine ait bir malı bulunur. 9-
İslam toplum yerleşim birimlerinin de ayrı, ayrı bir mameleki vardır. 10-
Başkalarının mallarının sahiplerinin rızaları dışında azaltmak, eksiltmek,
zedeleyip zarar vermek yasaktır. Bunlar tazmini gerektirir. 11-
Birey kendi mallarını şeriatın koyduğu kanun ve kuralların dışında kullanıp
harcayamaz. 12-
Başkalarının mallarından, aynen iade etmek şartıyla, ariyet yoluyla faydalanıp
istifade etmek yasak değildir. 13-
Başkalarının mallarında eksiklik meydana getiren, onların değerini düşüren her
türlü hareket ve davranışlar yasaktır. 14-
Hükümetler bireylerin mallarına dokunamaz ve onların değerlerini bile düşüremezler.
15-
Hükümetler belli ve belirli olan normal vergilerin üstünde, fazla vergi koyup
alamazlar. 16-
Bilhassa menkul malların alış verişi ile ilgili olan bu hükümler, Müslümanların
kendi aralarında uyguladıkları ve yaptıkları muamelelere ait olan hükümlerdir. 17-
Müslümanlarla Müslüman olmayanların aralarında cereyan eden muamele ve münasebetlerde
sözleşme serbestliği vardır ve kısas: mütekabiliyet esasları yani onların
yaptıklarını kendileri için aynen uygulama hükümleri geçerli olur. 18-
Başkalarının mallarına zarar verip onları azaltıp eksilten her türlü vasıtalar ve
yollar batıldır, hükümsüzdür. 19-
Bireyin rızası dışında yapılan her türlü ekonomik ve mali sözleşmeler
batıldır, hükümsüzdür ve geçerli değildir. 20-
Kumar sözleşmesi insanın gönlü hoşnut olamadığı için batıldır, gayri
meşrudur. 21-
Faiz sözleşmesi rıza dışı olduğundan yani faiz verecek kişinin gönlü hoşnut
olmadığı için batıldır, geçersizdir. 22-
Malı yalan yeminle almak, gasp etmek ve çalmak batıldır, geçersizdir. 23-
Batıl, bir sözleşmenin asıl ve vasıf olarak boş ve geçersiz olup hiçbir hüküm
ifade etmemesidir. 24-
Batıl hükümler, kökünden yanlış ve temelsiz olup sanki sözleşme yapılmamış ve
şart koşulmamış sayılır. 25-
Eğer herhangi bir sözleşmede rıza-gönül hoşnutluğu bulunmazsa sözleşme hükümleri
değil, sözleşme ve koşulan şartlar iptal edilmiş ve geçersiz olmuş olur. 26-
Aslında malların rıza dışında bir eksiltmeye tabi tutulması batıldır. 27-
Mal sözleşmelerinde rıza şartına başka bir şey benzetilip kıyas edilerek onun
yerine konulamaz ve bu yol geçerli olmaz. 28-
İki veya daha fazla kişiler arasında yapılmış olan bir mübadelede taraflar için ve
içinde bulundukları toplum için bir kar ve kazanç sağlanmış olmalıdır. 29-
Menkul malların mübadelesi için konulmuş olan bu hükümler sadece bu mallar için ve
yalnız mübadele konusunda geçerli olurlar. O nedenle karz ve icare sözleşmeleri bu hükümlerin
dışında kalır. 30-
Emlak ve mülk yani gayrimenkul mallar, bu mal (yani menkul mal) hükümlerine tabi değildir. 31-
Rıza gönülde meydana gelen bir ferahlık ve hoşnutluktur. 32- Mal üzerinde alış-veriş muamelesi yapıldıktan
sonra alıcı ile satıcı arasında karşılıklı rıza: gönülde bir hoşnutluk meydan
gelmiş olmalıdır. 33-
Sözleşme meclisinden dağılmadan önce tarafların alış-verişten dönme hakları
vardır. 34-
Alış veriş sözleşmesi rızanın bir belirtisi olan icap ve kabul ile bağlanmış
olur. 35-
Alış veriş sözleşmesinde sadece irade beyanı yeterli değil, rıza şartının
bulunması da gerekir. 36-
Rızanın özel bir şekli yoktur. 37-
Rızanın bilhassa mal sahibi tarafından olması şarttır. 38-
Rızanın devam edip durması gerekmez; sadece bir yerde (mesela sözleşmeyi yaparken)
bulunması yeterli olur. 39-
Kişinin rızasını ortadan kaldıracağı için hükümetlerin mülkiyet düzenine
müdahale etmeye asla bir hakları yoktur. 40-
Mülkiyet düzenine yapılan bir müdahale hayatı tehlikeye sokar. 41-
Mülkiyet düzenine yapılan bir müdahale anarşiyi doğurur. 42-
Mülkiyet düzeni insanlar için bir rahmettir. 43-
Mülkiyet düzeni aynı zamanda bir devlet düzenidir. 44-
Enflasyon (fiyatların aşırı derecede artışı şeklinde beliren iktisadi bozukluk)
devalüasyon (değer düşürme ve kur ayarlaması) ve deflasyona (enflasyonu önlemek
için tedavüldeki paranın azaltılması, kamu harcamalarının kısılması ve
vergilerin artırılması… gibi davranışlara) götüren
bütün yollar gayri meşrudur. 45-
Enflasyon sayesinde haklı bir neden olmaksızın refah, varlık ve servet sosyal bir
tabakadan diğer bir sosyal tabakaya geçer. 46-
Hükümetler karşılıksız para basmak suretiyle enflasyona sebep olamazlar. 47-
Enflasyon ve deflasyonu ortadan kaldırmak için piyasaya para sürmek veya çekmek,
fiyatları ani olarak düşürür veya yükseltir. Bu yüzden ellerinde para olan
kimselerle mal bulunan kimseler, bir hakları olmadığı halde zengin ya da fakir
oluverirler. Bu durum ise psikolojik, ekonomik ve sosyal birçok problemlerin ortaya çıkmasına
sebep olur. 48-
Madeni paralardaki tağşiş (parayı başka bir şey ile karıştırıp saflığını
bozma) ne ise, kağıt paralardaki devalüasyon odur. İşte bunun için devalüasyon
gayri meşrudur. 49-
Devalüasyon yapan hükümetler halktan mecburi olarak vergi alıyorlar demektir. Bu yöntem,
vergi verme durumunda olmayan fakirlerden de almaya sebep olduğu için devalüasyon
yapmak bir haksızlıktır. 50-
Devalüasyonda elinde para bulunduran kimseler kaybederken, mal bulunduran kimseler ise
kazanırlar. Böylece ortada hiçbir sebep yok iken toplumdaki bir sınıf kazanıyor,
diğer bir sınıf ise kaybediyorsa bu yol zulümden başka bir şey değildir. 51-
Arz ve talep dengesini bozacağı için tedavüle para sürmek ve çekmek ekonomik düzen
için zararlıdır. 52-
Tedavülden para çekildiği zaman fiyatlar hemen düşer. Fiyatlar düşünce üretim
azalır ve belki de durur. Bu yüzden ekonomik krizler ortaya çıkabilir. 53-
Devalüasyon, hasta bir vücudun ilaç kullanması gibi, normal olmayan ekonomik düzenlerin
başvurduğu bir yoldur. Onun için tabii bir düzen olan İslam ekonomisinde bunun yeri
yoktur. 54-
Tüketim yollarının en önemelisi, yeme ve içme yoluyla yapılan harcamalardır. 55-
Ticaret, kar ve kazanç maksadıyla sermayeyi kullanmaktır. 56-
Ariyet, menfaatin başka bir kimseye bedelsiz ve karşılıksız olarak temlik
edilmesidir. 57-
İcare ile ariyet arasındaki fark, icarenin bir bedel, karşılık ve ücret ile iarenin
ise bedelsiz, ücretsiz ve karşılıksız olarak temlik edilmesinde görülür. Nisa Suresi 4/ Ayet: 30 “Kim tecavüz ve zulmederek bunları yaparsa
yakında biz onu ateşe sokarız. Bu Allah’a pek kolaydır.” Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-
Başkalarının mallarından rıza dışı bir tasarrufta bulunanların bu hareket ve
davranışları ve hatta bu sözleşmeleri batıldır, hükümsüzdür. 2-
Başkalarının mal ve mülklerine bir sebep bulunmaksızın dokunan hükümetlerin akıbetleri
iyi olmaz, onlar yıkılıp giderler. 3- Mülkiyetin
bulunmadığı ve mülkiyete saygının olmadığı yerde ekonomik hayat ateşin
yaktığı kadar sıkıntılı olur. Nisa Suresi 4/ Ayet: 31 “Eğer
size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız sizin kusurlarınızı örter ve
sizi iyi bir gidişata sokarız.” Beyzavi’nin
açıklamasına göre büyük günah, işleyen kimse üzerine Allah tarafından ceza
verilen veya açık olarak tehdit olunan ya da yasak olduğu kesin delillerle bilinen günahlardır.[129]
Büyük günahların sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Bunların yedi tane olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi yedi yüz kadar olduğunu ifade
edenler bile vardır.[130]
Büyük günah hakkında Hz. Peygamber’in bir hadisi vardır. “Helak edici olan yedi
şeyden sakının: 1-
Allah’a şirk koşmak, 2-
Sihir yapmak, 3-
Bir hak karşılığı olmanın dışında Allah’ın haram kıldığı bir canı
öldürmek, 4-
Yetim malı yemek, 5-
Faiz yemek, 6- Düşmana
hücum sırasında savaştan kaçmak, 7-
İffetli, suçsuz kadınlara iftira atmak.”[131] Bu
ayete göre büyük kabul edilen suç ve kusurlar, sorumluluğu gerektirirken bilinmeden
yapılan be küçük hatalar affedilip bağışlanır. Buna göre her şeye gereği kadar
önem vermeli ve ifrat ve tefrite düşmekten kaçınmalı, ölçülü davranmalı ve
ortalamanın dışına taşmamalıdır. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Büyük
sayılan suç ve kusurlar sorumluluğu gerektirir. 2-
Bilinmeden yapılan ve sakınılması zor olan işler bir sorumluluğu gerektirmez. 3-
Her şeye gereği kadar önem verilmeli, ölçülü davranmalı, ortalamanın dışına
taşmamalıdır. 4-
Başkasının hakkı geçecek kokusu ile mallar üzerinde tasarrufta bulunmayıp
hareketsiz kalmak zarar verir. Nisa Suresi 4/ Ayet: 32 “Bir de Allah’ın bazınıza, diğerinden fazla
verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklerin kendi kazandıklarından bir payı var,
kadınların da kendi kazandıklarından bir payı vardır. İsteklerinizi Allah’ın
fazlından ve kereminden isteyin. Gerçekten Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Bu ayetin gelişi hakkında birkaç
iniş sebebi zikredilmektedir. Ümmü Süleym, “Ya Resülellah, erkekler savaşıyor biz
savaşmıyoruz. Onlar mirasta bizden iki kat fazla alıyorlar. Ne olurdu, biz de erkek
olsaydık.”, dediği zaman bu ayet nazil oldu. Miras
ayeti geldiği zaman bir takım erkekler, mirasta üstün tutulduğumuz gibi, ahirette de
kadınlardan üstün tutulmak istiyoruz, dediğinde bu ayet geldi. Miras ayeti geldiği
zaman bazı kadınlar, biz zayıf yaratılışlı olduğumuz için daha muhtaç durumdayız.
Hâlbuki erkekler kazanç elde etmede bizden daha kuvvetlidirler, dedikleri zaman bu ayet
nazil oldu. Bir kadın Hz. Peygamber’e gelip erkek ve kadınların Rabbi bir, sen hem
bize ve hem de onlara peygambersin, babamız Âdem, annemiz de Havva. Böyle iken Allah
erkekleri zikrediyor da bizi zikretmiyor, bunun sebebi nedir, diye sorduğunda bu ayet
geldi.[132]
Bu haberlerin yardımı ile ayetin
manası daha açık anlaşılmaktadır ki, Allah, kadın erkek, herkesi çalışmakla yükümlü
tutmuştur. Erkeklere uygun ve onlara mahsus olan iş ve çalışmalarda onların
ücretlerinden payları, nasipleri vardır; kendilerine kadınlar ortak olmazlar.
Kadınlara uygun ve onlara mahsus olan iş ve çalışmalarda onların ücretlerinden
payları, nasipleri vardır; kendilerine erkekler ortak olmazlar. Erkek ve kadından
herhangi birisinin diğerine mahsus olan bir şeyi istemesi uygun değildir. İnsanların doğuştan getirdiği
bazı üstün kabiliyet ve meziyetleri vardır. Mesela birisi düşünme kabiliyetinde
üstün iken, diğeri de el kabiliyetinde daha maharetli olabilir. Bazı erkeklerin bazı
erkeklerden, bazı kadınların da bazı kadınlardan eksik veya üstün tarafları
olabileceği gibi, erkekler ile kadınlar arasında fark bulunması kadar doğal bir şey
olamaz. Bu farklılıklar akıl ile düşünülüp bulunabilecek ve çalışma ile elde
edilebilecek şeyler değildir. Hem bunlar bir emek ve gayret ürünü olmadığı için
iftihar edilecek ve övünülebilecek şeyler de değildir. Fakat insana yakışan çalışmaktır,
alın teri dökerek kazanıp elde etmektir.[133]
Bu konuda daha açıklayıcı ve daha ibret verici bir ayet vardır. Allah bu mesele
hakkında şöyle buyuruyor: “Yaptıkları şeylerle sevinen ve yapmadıkları şeylerle
övülmek isteyen kimseler var ya sakın bunların azaptan kurtulabileceklerini sanma,
onlar için acıklı bir azap vardır.”[134]
Nasîb :
Araplar, üzerlerinde hayvan kesmek ve tapınmak için bir şeyin üstüne koyup biraz
yükselttikleri taşa, nasîb, derler.[135]
Ayrıca nasib, hisse ve pay anlamına da gelir.[136]
Her halde bu kelime, kesilen kurbanlardan her bir dikili taşa (puta) ayrılan paydan
gelmektedir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de bu kelimenin çoğulu olan nüsub ve ensâb
kelimeleri Maide Suresinde iki ayrı yerde put ve dikili taş anlamında
kullanılmıştır.[137] Ayette erkeklerin kendi kazandıklarından
payları olduğu bildirilmektedir. Murada min
harfi kullanılmakla onların tüm kazandıklarına sahip olamadıkları geriye de bir
şey kaldığı anlaşılmaktadır.[138]
Bu geriye kalan şey ise vergi kanalıyla devlete giden katma değerin[139]
bir kısmı olsa gerektir. Kesebû fiilinin çoğul
olarak gelmesinden de erkek ve kadınların gruplar halinde ve ayrı, ayrı gruplar olarak
çalıştıkları anlaşılır. Nasib kelimesinin belirsiz olmasıyla erkek ve kadın
paylarının farklı olacağı, tekil olmasıyla da pay üzerinde grupların müşterek
tasarrufta bulunabilecekleri, “fazlayı Allah’tan
isteyin” çoğul emri ile katma değerlerin devlete ve herkese kalacağı ve bunu
yapmak bir görev olduğu düşünülebilir. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- İnsanlar kendi aralarında
yaratılıştan gelen bir takım farklı meleke, meziyet ve kabiliyetlere sahiptirler. 2- İnsanların
birbirlerine göre farklı olan meziyet ve kabiliyetlerini yok etmek mümkün değildir. 3- İnsanların farklı olan vasıf ve
kabiliyetlerini yok etmeye çalışmak yanlıştır. 4- İnsanlar yaratılış itibariyle
eşit değildirler. 5- Kadınlar erkekler gibi ve onlara
benzer değildirler. Kadın ile erkek eşit yaratılmamışlardır. 6- Herkes kendi sahip olduğu
kabiliyet, meleke ve meziyetlerine göre iş yapar. 7- Herkes kendi sahip olduğu
kabiliyet, meleke ve meziyetlerine göre üretip elde ettiği ve elde edip kazandığı bu
şeylere sahip olur. 8- Erkeklerin çalışıp
kazandıkları kendilerine aittir. 9- Kadınların da çalışıp
kazandıkları kendilerine aittir. 10- Erkeklerin çalışacakları iş
yerleri ayrıdır. 11- Kadınların çalışacakları iş
yerleri ayrıdır. 12- Kadınlarla erkekler aynı iş
yerinde çalışırlarsa ürün önce kadın ve erkek paylarına ayrılır; sonra da her
bir grup kendi paylarını aralarında bölüşürler. 13- Kadınlar da erkekler gibi vergiye
tabi olurlar. 14- Erkeklerin çalışma payları ile
kadınların çalışma payları birbirinden farklı olabilir. 15- Kadın ve erkeklerden her bir grup
paylarını kendileri tasarruf edebilir, satabilir, yatırıma harcayabilir ve başka
yerlerde kullanabilir. 16- Kadın ve erkek grupların çalışmadaki
paylarını müşterek olarak satış yapmaları caiz değildir. 17- Kadın v erkek payları
arasındaki yarış dengeyi kurabilir. 18- Katma değerler aslında bütün
toplumun yani herkesindir. 19- Katma değerlerden pay almak
herkesin hakkıdır. 20- Katma değerleri üretip elde
etmek için birlikte ve topluca çalışmak gerekir. 21- Çalışıp kazanmak demek katma
değerlerden pay almak demektir. 22- Çalışıp kazanma katma
değerlerden pay almak için yapılır. 23- Yardım alacak olanlar da
devletten isteyip olurlar. 24- Herkes çalışıp elde
ettiğinin, üretip kazandığını sahip ve malikidir. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 33 “Biz, kadın ve erkek her birinizi, ana, baba ve
yakınların geriye bıraktıkları mallara mirasçı kıldık. Kendileriyle
ahitleştiğiniz kişilere de paylarını verin, şüphe yok ki Allah her şeyi görür.” Bundan önce geçen ayetlerde mallar
hakkında söz edildi. Malların batıl ve gayri meşru yollarla harcanması yasak edildi.
Sonra mal ve başka şeylerde üstün olan kimselerin sahip oldukları meziyetleri isteyip
temenni etmenin yasaklığı bildirildi. Daha sonra servet elde etmenin en önemli yolunu
emek-çalışmak olduğu açıklandı. Bu ayette de tali bir yol olan mirasın bir başka
şeklinden bahsedilmektedir.[140] İslam’dan evvel Araplar yemin, sözleşme,
evlat edinme… gibi yollardan birisi ile birbirine mirasçı olurlardı. İslam’ın ilk
devirlerinde de sözleşme, evlat edinme, hicret etme ve kardeşlik olma gibi yollar
vardı. Miras ayeti geldiği zaman orada sözleşme yapan kimselerin mirasçı
olmalarından bahsedildiği için bu konuda sözleşme yapmış bir kimse gelip Hz.
Peygamber’e ne yapacağını sordu. İşte o zaman akid-sözleşme ile de mirasçı
olunabileceğini gösteren bu ayet geldi.[141] Evlat edinme işini ve bu yolla mirasçı
olmayı, “Muhammed, erkeklerinizden hiçbirisinin babası değildir.”[142]
ayeti ile, “O çocukları, babalarına nispetle çağırın. Bu, Allah katında daha
doğrudur.”[143]
ayeti, yürürlükten kaldırmıştır.[144]
Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye
göç ettiği zaman Muhacir ile Ensar’ı kardeş yapmış ve bu kardeşlerin kendi
aralarında mirasçı olmalarını sağlamıştı.[145]
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda bulunanlar, canlarıyla cihatta bulunanlar,
(muhacirleri) barındırıp yardım edenler (yok mu?), işte onlar birbirinin (mirasta)
velileridir.”[146],
ayeti de bu mirası talim etmekteydi. Buna göre Muhacir ile Ensar da birbirine mirasçı
oluyordu. Hz. Peygamber Medine’de devleti
kurup mali ve ekonomik meseleleri halledince hicret gibi olağan üstü durum yavaş,
yavaş ortadan kalkıp ortalık normal hale geldiğinden kardeş olma yolu ile yapılan
mirasçılık, “Allah’ın kitabına göre kan akrabaları olanlar birbirlerine (varis
olmaya) daha lâyıktırlar.”[147],
ayeti ile kaldırılıyordu.[148] Bu ayetler bize çeşitli hallerdeki
miras taksiminin farklı uygulamalarını gösterir. Bu ayetteki nasîbün : pay kelimesi, sözleşme yolu ile
yapılan mirasçılığın, aynı nesep mirasçısı gibi bir hakkı bulunduğunu ifade
eder. Hicret etmekle mirasçı
olunacağını bildiren ayette kelimelerin çoğul olarak gelmesiyle göç edenlerin bir
topluluk kurarak cemaat halinde mirasçı olabileceklerini dolayısıyla birey olarak
mirasçı tayin etmenin mümkün olmadığını anlamak gerekir. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Mülkiyeti elde etme yollarından
birisi de mirasın intikalidir. 2- Her mirasçı, mirasın taksimini,
borçların ödenmesini ve vasiyetin yerine getirilmesini isteyebilir. Mirasçı olmayan
yakın akrabalar ise bu hakka sahip değildirler. 3- Sıla mirası (ana-baba ve eşlerin
mirası), ancak yakın akrabalara gider. Çocuğu varken torunu varis olamaz. Babası
varken dedesi varis olamaz. 4- Nesep mirası erkekler yolu ile
ileriye ve geriye gidebilir. 5- Evlat edinmek ve bu yoldan mirasçı
olmak yoktur. 6- Hz. Peygamber’in hicret hadisesi
gibi, olağan üstü durumlar kardeş olmayı ve böylece varis olmayı ve varis kılmayı
gerektirebilir. 7- Hicret eden bir topluluk kendi
aralarında kardeş olarak birbirilerine mirasçı olabilirler. 8- Hicret ettiklerinden dolayı bir
topluluk kendi aralarında mirasçı olabilirler. 9- Birey olarak kişinin bir mirasçı
tayin etmeye hakkı yoktur. 10- Hicret edenler kendi aralarında
bir topluluk kurabilirler. 11- Hicret edenler yaptıkları sözleşmeleri
yerine getirirler. 12- Hicret olayında olduğu gibi
toplumun ekonomik düzeni bozulduğu zaman miras taksimini duruma göre ayarlamak yerinde
bir hareket olur. 13- Sözleşme yolu ile yapılan bir
miras akdi aynı nesep mirasçılığı kuvvetinde olan bir haktır. 14- Servet, mal ve mülk elde etmenin
en önemli yolu, emek vermek, hizmet etmek ve çalışmaktır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 34 “Erkekler, kadınların koruyup
kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır.
Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar.
İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da
“gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz
kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de
mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların
aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.” Burada erkeklerin kadınlar üzerinde kavvâm oldukları söylenmektedir. Kavvam, kaim
kelimesinin mübalağası olup “kıyâm bil-emr”
tabirinden alınmıştır. Kıyâm :
Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak ve idare etmek manasına gelir.[149]
Bir kadının işine bakan, korunup muhafazasına ve güvenliğine özen gösteren ve işlerini
idare eden kimseye “Kayyim-ül mer’e” (kadının idarecisi) adı verilir.[150] Halka karşı idareciler hangi durumda
iseler, kadınlara karşı da erkekler o durumdadırlar.[151]
Yani erkekler kadınlara göre daha üstündürler. Bu üstünlük ayette iki sebebe bağlanmaktadır.
Birincisi Allah’ın tafdil etmesidir. Erkekler kadınlara nazaran daha güçlü ve daha
kuvvetlidirler. Ayette bunu belirtmek için özellikle sebebiye için olan bâ harfi getirilmiştir.[152]
İkincisi ise erkekler mihir ve nafaka gibi mali sorumlulukları yüklenmeleri sebebiyle
kadınlar üzerinde koruyucu-bakıcı durumundadırlar. Erkekleri kadınlardan ayıran
vasıflar yani onların kadınlara göre üstün tarafları peygamberlik, başkanlık,
velayet, savaş ve cihad gibi hak ve vazifeleri yüklenmiş olmalarıdır. Ayrıca
erkekler herhangi bir cinayetin diyetini ödeme durumunda olan âkıle sınıfını meydana getirme hususunda da[153]
kadınlardan üstündürler.[154]
Kadınların velisi durumunda olan
erkekler, onların her türlü hareket ve davranışlarını kontrol etme ve onları
terbiye etme ve yetiştirme durumundadırlar. İyi olan kadınlar kocalarına itaat
ederler. Nüşûz : Yüksek ve tümsek yere
Araplar neşz derler.[155]
Nüşuz ise kadının kocasına kafa tutup başkaldırması, kendisini yüksek görüp
itaatten çıkmasıdır. Böyle kadınlara kocaları öğüt verir, uslanmazlarsa,
yataklarını terk ederler ve yine uslanmazlarsa velileri onları döver. Kadınlar
korkulacak ve endişe edilecek ve şüpheyi celp edecek hiçbir davranışta
bulunmamalıdırlar. Böyle yapan kadınlara adı geçen disiplin cezaları uygulanır.
Disipline dayanamayan bir kadın boşanma talebinde bulunabilir. Ayetin sonundaki “eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine
başka bir yol aramayın.”, ifadesinden itaat eden kadınlara kocalarının baskı
yapma haklarının olmadığını anlamak mümkündür. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Erkekler, mali sorumluluk, savaş
yapma, başkan ve veli olma bakımından kadınlardan üstündürler. 2- Yaratılış bakımından farklı
ve üstün vasıflı olanlar farklı ve üstün vazifeler üstlenirler. 3- Erkekler savaşmak, ailenin
masraflarını karşılamak ve mihir vermekle görevlidirler. 4- İslam ekonomisinde nimet-külfet
dengesi vardır. Bunun için vazifeler hakların doğmasına sebep olular. 5- Erkeklerin kadınlara karşı fazla
vazifeleri bulunması dolayısıyla böylece onlar üzerinde bir takım hakları da ortaya
çıkmaktadır. 6- Erkekler kadınları şüpheyi celp
edecek veya ahlakı bozacak davranışlardan men edebilirler. 7- Velayet hak ve vazifesi
erkeklerindir. 8- Erkekler kadınlar için
koruyucudurlar. 9- Âkıle diyetini tazmin etme işi
erkeklerin vazifesidir. 10- Erkek denilince koca, babalar,
kardeşler, oğullar, amcalar, yeğenler ve hatta amca çocukları anlaşılır. (Çünkü
rical kelimesi çoğul olarak gelmiştir.) 11- Velayet hak ve vazifesi erkeklere
intikal eder. Kadınların böyle bir görevleri yoktur. Bununla ilgili olarak herhangi
bir vazifeleri yoktur. 12- Kadınlar şüpheyi celp edecek
davranışlardan sakınmalı, bu hususta şeriatın koyduğu yasaklara uymalıdırlar. 13- Kadınlar gizli olarak da hiçbir
gayri ahlaki davranışta bulunmazlar. 14- Kötülüğe düşeceğinden
korkulan kadınlar için gerekli tedbirler kocaları tarafından alınır. 15- Konan disiplin yasaklarına
uymayan kadınlara nasihat edilir ve azarlanırlar. 16- Kocalar uslanmayan karılarını
yataklarında yalnız bırakırlar. Onlar yine uslanmazlarsa velileri tarafından dövülürler. 17- Kocaların karıları üzerinde
disiplin cezalarını uygulama hakları vardır. Kadın bu cezalara dayanamayacaksa
kocasından boşanma talebinde bulunabilir. 18- İffetin korunması dışında
kocanın karısı üzerinde herhangi bir baskı ve velayet hakkı yoktur. 19- Kadınlar kendilerini korumak için
konulan yasaklara riayet ettikleri zaman kocaların karıları üzerinde başka herhangi
bir baskı kurma hakları yoktur. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 35 “Eğer karı-kocanın arasının açılmasından
endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin.
İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz
Allah, hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır.” Bu ayette aile içersinde meydana
gelecek geçimsizliklerin hakemler yolu ile çözümlenebileceği bildirilmektedir. Geçimsizlik
ailenin içinden dışarıya akrabalara kadar taştığı zaman ve onlarda bir korku ve
endişe meydana getirdiğinde artık hakemlere gitmek gerekli olur. Burada daha çok kadının geçimsizliği
göz önüne alınmaktadır. Bu sebeple şikâyetçi koca olabilir. Hâlbuki başka
ayetlerde kocanın geçimsizliği söz konusu edilmekte ve karıya da şikâyet hakkı
tanınmaktadır.[156] Febasû hakemen
: Hakeme başvurun emri çoğul olduğundan hakemi toplumun belirleyeceği, mesela bireyin
akılesinin seçeceği veya karı-kocanın seçeceği hakkında çeşitli görüşler
vardır. Ayrıca başkan ve idarecilerin tayin edeceğini söyleyenler de bulunmaktadır.[157]
Karı ve koca taraflarından birer
hakem tayin edileceği, burada açıkça söylenmektedir. Emir çoğul olarak geldiği için
hakemlerin tayini herkesin gözü önünde cereyan eder. Bu her iki hakemin vereceği
kararların ittifakla olacağını in yürîdâ
: eğer isterlerse, ikisi de murad ederse ifadesindeki ikil kalıbından anlamaktayız.
“Allah da onları uzlaştırır.”, sözünden de hakemlerin aldığı kararların
devlet tarafından hükümet kanalıyla uygulama alanına konulacağı anlaşılabilir. Hakem kelimesinin tekil ve belirsiz
gelmesiyle bu konuda her hadisede bir hakem tayin edileceği ve o hakemin azledilmeden o
davayı sonuna kadar yürütüp götüreceği düşünülebilir. Hakemlerin
karı ile koca arasını birleştirmeye mi, yoksa ayırmaya mı çalışacakları
konusunda birkaç görüş vardır. Ayetin sevki, hakemlerin telif etmeye görevli
olduklarına işaret etmektedir. Ancak ayırmaya da salahiyetli olup olmadıkları bir içtihad
konusudur. Hz. Ali’den nakledildiğine göre ayırmaya da ehildirler. Hasen’den
nakledilen ve İmam Azam Ebu Hanife’nin de bir içtihadı olan görüşe göre onlar
ancak telife memurdurlar, tefrik edemezler.[158]
Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-
Karının kocasını, kocasının da karısını şikâyet etme hakları vardır. 2-
Karı koca arasındaki geçimsizlik, akrabaların da haberdar olacağı bir seviyeye gelip
artık evden dışarıya taştığı zaman hakemlere başvurulabilir. 3-
Her iki taraftan birer tane olmak üzere iki kişi hakem tayin edilir. 4-
Bu hakemleri ya devlet, ya karı-kocanın akileleri ya da karı koca kendileri tayin
ederler. 5-
Hakemler herkesin gözü önünde aleni olarak tayin eldirler. 6-
Karı ile kocanın yakın akrabalarının tayin edilmiş bu hakemliklere itiraz etme
hakları vardır. 7-
Hakemler aile hakkından verecekleri kararları ittifakla verirler. 8-
Hakemlerin verdikleri kararları devlet hükümet vasıtasıyla uygulamaya koyar. 9-
Her bir olaydan dolayı bir hakem seçilebilir. Bir hakem davayı üstlenip bakmaya başladığı
zaman artık o bunu sonuna kadar götürür ve bir karara varır. Onun için bir dava
sonuçlanmadan hakemler azledilmezler. 10-
Hakemler karı ile kocayı ayırmaktan çok, uzlaştırmaya ve birleştirmeye çalışırlar. Nisa Suresi 4/ Ayet: 36 “Allah’a ibadet edin ve ona
hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik
edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” Akrabalık, evlilik ve toplumu meydana
getiren ailenin hukuku gibi özel hukukla ilgili meseleler açıklandıktan sonra şimdi
burada umumi hukukun bazı kısımlarına temas edilmektedir.[159]
Birey toplum içersinde çalışıp
yaşar. Böylece o, bir devlet düzeni içersinde bulunur. Bundan dolayı onunla diğer tüm
bireyler arasında bir bağ vardır. O, önce Allah’a ibadet eder, umunun-kamunun faydasına
olan işlerde çalışır ve bu şekilde topluma hizmet etmiş olur. Allah’a hiçbir
şeyi ortak koşmaz. Birey içinde bulunduğu devlet düzenine uyarken ve yaşadığı
topluma hizmet ederken bunları hiçbir zaman hükümetin veya başka bir kurumun arzusu
ve hatırı için yapmaz. O bunları sadece varlığın ve yaratılışın bir icabı ve
sosyal yapının bir gereği olarak yapar. Buradaki ibadetten maksat da sadece tevhid:
Allah’ı birlemek değil, kişinin kendisini, ailesini ve toplumdaki ihtiyaç
sahiplerini düşünerek çalışıp genel menfaatler için hizmet etmesi de bu ibadetin
ifade ettiği işler arasındandır.[160] Bireyin umumi hukuktan riayet edip
uyacağı şeyler, anaya babaya ihsan, akrabalara, yetimlere, fakirlere, öksüzlere, yakın
komşulara, uzak komşulara, arkadaşlara, yolculara ve kölelere (iş verip çalıştırdığı
hizmetçi ve işçilere) ihsan edip yardımda bulunmaktır. Daha önce geçtiği üzere ihsân, maddi ve manevi her türlü iyilik yapmak,
duruma göre hareket ederek ihtiyaçları gidermektir.[161]
Bu geniş anlamın içersine gerektiği zaman nafaka da girebilir. Bu zikredilen
kimselerin yemeleri, içmeleri ve giymeleri ihtiyaçlarına göre temin edilir.[162] Anneye ve babaya yardımdan sonra
akrabalar gelir. Bunlar kardeş, amca, dayı ve onların evlatları gibi yakın
akrabalardır. Burada bâ harfinin tekrar edilmesi bu emir ve tavsiyenin önemli olduğunu
gösterir.[163]
Anaya ve babaya yapılan yardım ile diğerlerine yapılan yardımın farklı olduğunu
bildirmek için bu harf tekrar edilmiştir, diyenler de vardır.[164]
Öyleyse bu grupların hepsi yardım görecek, fakat hak noktasından da ayrı ayrı
durumu sahip olacaklardır. Yetimler, fakirler, yakın komşular
ve uzak komşular da yardım alırlar. Yukarıda yardımın sebebi, nesep ve akrabalık
olurken burada ise mekânda yakınlık neden olmaktadır.[165]
Yakın komşu ve uzak komşu hakkında da bazı görüşler ileri sürülmüştür. Yakın
komşu evine bitişik olan komşudur, diyenler olduğu gibi, akraba ve Müslüman olan komşudur,
diyenler de vardır. Uzak komşu ise bitişik komşu olmayıp biraz ilerideki komşudur
veya akraba olmayan gayri Müslim, Yahudi ya da Hıristiyan komşudur. Bu ayetin
yorumundaki komşuluğu evin dört bir tarafından kırk hane ile sınırlayanlar da
bulunmaktadır.[166] Arkadaştan maksat da herhangi bir
konuda az da olsa arkadaşlık yapan (mesela öğrenci arkadaşlığı, çırak
arkadaşlığı ve yolcu arkadaşlığı gibi) kimsedir, kadındır, kişinin kendi
hanımıdır, diyenler de vardır.[167]
Burada da yardımı gerektiren sebep iş ve çalışmadaki yakınlıktır. Bu ayette sayılan gruplar akrabalık,
mekân veya mesai yakınlığından biri sebebiyle birbirine yardımcı olma
durumundadırlar. Mesela mekân yakınlığında komşu denilince köy ve bucaktan tutun
da yeryüzünde yaşayan her insana kadar yardımcı olunacağını anlamak mümkündür. Köleler belirsiz olarak getirildiğinden
yardımın münferiden yapılabileceği ve ihtiyaca göre az veya çok olabileceği
anlaşılabilir. Yine bu belirsizlikten dolayı burada köleler diğer gruplardan farklı
olarak bir yardım kurumu meydana getirememektedirler. Bu kölelerin daha önce geçen
ayetteki[168]
kölelerden farkı oradaki köleler, azat olma sözleşmesini yapmış olan kölelerdir.
Buradakiler ise sahibinin emri altında çalışan yani istihdam olunan kölelerdir. Onun
için azatlık köleleri ile istihdam köleleri birbirinden farklı bir statüye tabi
olsalar gerektir. Ayetin sonundaki muhtâl ve fehûr
kelimelerinin anlamı büyüklenen ve övünen demektir.[169]
Buna göre insanlar gösteriş yarışı değil, iyilikte yarış yapmalıdırlar. Zengin
ve güçlü olmak, ezmek için değil, mükellefiyet ve sorumluluk içindir. Bu bir hak
üstünlüğünden çok bir vazife, görev ve yetki üstünlüğü olmalıdır. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-Bireyler, cemiyet-toplum halinde
çalışırlar. 2- Hiçbir şey, idare ve hükümet
etme konusunda devlete ortak olamaz ve dilemez. 3- Toplumdaki çalışmaların hepsi
zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olup bütün işler kolektif olarak birlikte yürütülür.
4- Bireylerin diğer bireylere karşı
mali ve bedeni mükellefiyetleri-yükümlülükleri vardır. 5- Diğer bireylere karşı yükümlülük
sebeplerinden birisi nesep yakınlığıdır. 6- Yardım etme yükümlülüğünün
sebeplerinden birisi de mekânda yakınlık, komşuluk ve misafirliktir. 7-Yardım etme yükümlülüğünün
sebeplerinden birisi de mesai arkadaşlığıdır, çalışmada yakınlıktır. 8- Yardım etme yükümlülüğünün
sebeplerinden birisi de yaşamada yakınlıktır. 9- Akrabalar, yetimler, yoksullar,
yakın komşular, uzak komşular, arkadaşlar, yolcular ve köleler yardım almaya hak
sahibidirler. 10- Bu yardım alan grupların hiçbirisi
hiçbir zaman kişilik verilen bir toplum meydana getiremezler. 11- Acizler yurdu açmak ve
huzurevleri meydana getirmek meselenin esası değildir. 12- Anne ve babanın çocuklarına,
çocukların da anne ve babalarına karşı yardımda bulunmaları bütün mamelek ve mal
varlığı ile olur. Onun için bunlar sahip oldukları mallarının tümünü kendi
aralarında tüketebilirler. Ancak diğerlerine karşı ise bu görev bu derecede olmayıp
meşru bir surette mümkün olduğu kadar yerine getirilir. 13- Yardım kurumlarına yapılacak
yardımlar bir merkezde toplanır ve sonra bu hak sahiplerine ortaklaşa olarak
dağıtılır. 14- İstihdam edilen köleler ile
azatlık sözleşmesi yapmış olan kölelerin statüsü farklıdır. 15- Sahibinin evinde çalışan
istihdam edilmiş kölelerin dışında kalan diğer yardım grupları birer kurum olup
devlet bütçesinden pay alırlar. 16- İstihdam edilmiş olan kölelere
münferiden yardım yapılır. Bunlarda denk istihkak taksimi yapma diye bir şey yoktur;
farklı olarak yardım etme olabilir. 17- Yardımlar ve yardımlaşmalar,
önce aile, sonra mahalle, sonra bucak, sonra vilayet, sonra devlet ve en sonunda da
bütün beşeriyet ve insanlık arasında yapılır. 18- İnsanlar birbirlerine karşı gösteriş
yarışı içinde değil, iyilikte yarış çabası içersinde olmalıdırlar. 19-Üstün olmak, zenginlikte ve
güçlü olmada üstün olmak bir mükellefiyet-yükümlülük içindir; yoksa başkalarını
ezmek için değildir. 20- Bireylerin zengin ve güçlü olma
konularında hak üstünlüğünden çok, yetki ve vazife üstünlüğü vardır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 37 “O cimrilik edenler, insanlara
cimriliği tavsiye ederler. Onlar Allah'ın bol nimetlerinden kendilerine verdiği
şeyleri gizlerler. Biz kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık.” Bu ayet Mekkeli muhacirlere para ve
mal yardımında bulunan Medineli Ensar’a Yahudilerin malınızı infak etmeyin fakir
olursunuz diye nasihat ettikleri zaman gelmiştir.[170] Ellezine kelimesi ile başladığından bu
kimselerin bir grup ve bir toplum olduklarını düşünmekle ve başkalarına mal ve para
vermemeyi emrettiklerini göz önünde tutarak bu ayetin işverenler ve zenginlerle ilgili
olduğunu söylemek mümkündür. Kendi sınıf menfaatlerini korumak ve zenginliklerini
devam ettirmek için cimrilik ederek mal ve paraların yalnız kendi ellerinden kalmasına
çalışan bu kimseler kendi aralarında birleşirler. İşçilere ve fakirlere karşı
kendilerini korumak için her türlü firma ve sendika kurarlar. Zamanımızdaki “başkalarına ait
sermayelerden yararlanarak piyasada üstünlük kurmayı sağlama” amacı güden
tröstler[171]
belirli bir pazar üzerinde monopol-tekel durumlarını korumak için kurulan karteller[172]
kendi sınıf menfaatlerini korumak üzere kurulan çeşitli sendikalar ve meslek odaları[173]
işverenlerin bir mücadele silahı olan lokavt[174]
işçilerin işi topluca bırakmaları demek olan grev[175]
gibi işler hep bu kötülenen kimselerin faaliyetleri arasında düşünülebilir.
Çünkü bu vasıtalar sınıfçılık, sınıf menfaati, başkaları üzerinde hâkimiyet
kurmak ve her hangi bir şeyi baskı ile cebren yaptırmak esas ve felsefesine dayanır. Ayetin sonundan da anlaşıldığına
göre bu hareket ve davranışlar, topluma malı kullanmasını bilmeyen nankör topluma
çekilmez, azap, kriz ve sıkıntılar hazırlar. Bunun için de böyle davranışlar bu
ayetle yasaklanmış olmaktadır. İşçi işveren emek ve sermaye ilişkileri ekonomik
hayatta önemli bir yere sahiptirler. Halbuki grev ve lokavtların bir neticesi olarak hem
üretici ve hem de tüketicilerin menfaatleri zedelenmekte ve bu durum tedavisi güç
krizlerin ve sosyo-ekonomik problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.[176]
Ayette “Onlar Allah'ın fazlından
(bol nimetlerinden) kendilerine verdiği şeyleri gizlerler.”, buyrulmaktadır. Alusi,
bu fazlından kelimesini mal ve zenginlik diye açıklamıştır.[177] Fazl, artık
anlamına gelir.[178]
Allah’ın kendilerine verdiği artıyı, yani toplum ve devlet düzeni sayesinde meydana
gelen katma değeri gizleyip başkalarına vermezler. Hâlbuki tüketimlerinden geri kalan
bu katma değer üzerinde onların idare etme görevlerinden başka hiçbir görevleri
yoktur. Burada mal gizlemek de yerilmektedir. Devletin görevlerinden birisi de vatandaşların
mal güvenliğini sağlamaktır.[179]
Devletin gizli olan malları koruması mümkün değildir. Onun için herkes mallarını açıklayıp
beyan etmek durumundadır. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Zenginler birleşip ayrı bir
sınıf teşkil ederek kendilerini fakirlere karşı koruma tedbirleri almaya bir hak ve
salahiyetleri yoktur. 2- Tröst ve kartel gibi rekabeti
ortadan kaldıran ve tekele giden firmalar ve birlikler kurulamaz. 3- Yardım ve iyilik yapmayı
önleyici bir tedbirler alınamaz. 4- İşçilere baskı yaparak zorla
çalıştırmaya sevk edecek hiçbir tedbir alınamaz. 5- Zenginlik, toplum düzeni sayesinde
meydana gelen artık değerlerdir. Aslında bu artık değerler toplumun hakkı olup
idaresi bireylerin eline verilmiştir. Onun için bireyler bu değerleri usulüne göre
idare etme durumundadırlar. 6- Yapılmış olan yardımlar
toplumun hakkı olan bu katma değerlerden olup, bunu verenlerin rolü sadece bu konudaki
bir emri uygulayıp yerine getirmekten ibaret olduğu için hiçbir kimsenin yaptığı
yardımlar ile övünmeye bir hak ve salahiyeti yoktur. 7- Gerçekte kimse kimseye yardım
etmez; herkese Allah, toplum, kamu ve devlet yardım eder. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 38 “Allah’a ve ahiret güne iman
etmedikleri halde mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcayanları sevmez…” Atıf
yönüyle ayetin iki ciheti vardır. Mallarını gösteriş olsun diye harcayanları ya
Allah sevmez veya bunları yukarıdaki nankör kimselerde olduğu gibi çekilmez bir azap,
kriz ve sıkıntılar bekler. Gösteriş için yapılan harcamalarda toplum yararı gözetilmez
ve böylece mallar yerli yerinde kullanılmış olmaz. Böylece mallar israf olur; israf
ise ters ve zıt anlamda cimrilikten başka bir şey değildir, ondan bir farkı yoktur.
Çünkü malı harcamayıp saklamak ile ihtiyaç yerinde ve zamanında kullanmayıp orada
burada çarçur etmek arasında bir fark yoktur. Onun için bu cimrilik ve israfın her
ikisi de kötülenmiştir.[180]
Zira gösteriş harcamaları toplumda bir ihtiyacı gidermiş olmazlar. Çünkü gösteriş
hastası mürailer bireyin ve toplumun menfaatini araştırıp bulmaz aksine onlar
övülecek ve methedilecek yerleri ve odakları gözetirler. Bu durum ise böylece daha
çok fitne ve fesada yardım eder ve toplum için fayda yerine zarar doğurur.[181] Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Gösteriş
harcamaları doğal değildir. 2- Gösteriş
harcamaları herhangi bir ihtiyacı tatmin etmiş olmazlar. 3- Gösteriş
harcamaları yerinde bir harcama olmadığı için israftan başka bir şey değildirler. 4-
Hiçbir kimse yapmış olduğu hizmetlerden dolayı topluma, kamu ve devlete yönetimde
bir ortaklık iddiasında bulunamaz. 5-
Gösteriş olsun diye yapılan iyilikler makbul değildir. 6-
Hiçbir kimse yapmış olduğu bir iyilikten dolayı başkalarını minnet altında
bırakmaya hak ve salahiyeti yoktur. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 39 “Onlar
Allah'a, ahiret gününe inanmış olsalar ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan
sarf-infak etmiş olsalardı ne olurdu sanki (zarar mı olurdu)? Oysa Allah onları bilir.” Rızk
: Daha önce de geçtiği üzere[182]
rızk kelimesi genel olarak insan ihtiyacını temin eden yiyecek, içecek, giyecek ve
kullanacak maddelerini ifade eder. Rağıb, rızk kelimesinin kendisi ile faydalanılan
bir şey manasına konulduğunu sonra nasib, hediye, mideye ulaşan gıda, azık ve
yağmur manalarında kullanıldığını söylemektedir.[183]
Buna göre rızkın insan ihtiyacı için kullanılıp tüketilen bütün menkul malları
ifade ettiğini söyleyebilir. Bu
ayet, daha önce geçen yardım gruplarına ihsan ve infak etmeyerek cimrilik yapan ve
sadece gösteriş olsun diye harcamalarda bulunan kimseler, anlatıldıktan sonra gelmekle
harcamanın nasıl yapılacağını bildirmektedir. Harcama ve yardım Allah’a ve ahiret
gününe iman edilerek yapılmalıdır. Böyle yapanlar, hiçbir ekonomik sıkıntı ve
kriz görmez ve zarara uğramazlar. Allah bunları bilir ve böylece amellerinin karşılığını
verir. İslam
hukuk dilinde cimrilik, vacip: gerekli olan bir ödevi yapmamak demek olduğuna göre[184]
buradaki infakı vergi manasına alabiliriz. O zaman ayetin vergilerin rızk mallarından
yani kullanılan ve tüketilen menkul mallardan alınacağına işaret olduğunu söyleyebiliriz.
Zaten buna burada doğrudan doğruya mal anlamı verenler de olmuştur.[185] İnfak,
rızktan yapılacağı için vergi tüketime ayrılan mallardan alınır. Üretim ve yatırma
ayrılan mallardan vergi alınmaz. Vergi menkul mallardan alınır. Gayrimenkullerden
vergi alınmaz. Topraktan alınan onda bir verginin sebebi, üzerinde ziraat edilmekle
gerçekten üretici olan toprağın bizzat kendisidir. Onun için herhangi bir afat
yüzünden elde edilmiş ürün yok olsa vergi yükümlülüğü düşer.[186]
Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-harcamalar
cimrilik ve gösteriş yapılmadan Allah’a ve ahiret gününe iman ederek yiyecek
içecek giyecek ve kullanılacak eşyalardan yapılır. 2-
Vergi, insanların ihtiyaçlarını temin ettikleri tüketime ayırmış oldukları
mallardan alınır. 3-
Üretime tahsis edilmiş olan mallardan vergi alınmaz. 4-
Menkul mallardan vergi alınır. 5-
Gayrimenkul mallardan vergi alınmaz. 6-
Topraktan alınan vergi istihsal edilmiş olan üründen alınıp bu bir nevi toprağın
kirası olarak alınmaktadır. 7-
Vergi malların harcanacak kısmından alınır; yatırıma ayrılmış olan kısmından
alınmaz. 8-
Vergi, rızk haline (kullanılıp tüketilmeye hazır duruma) gelen mallardan alınır.
Onun için malların üretimi tamamlanmadan yarı yolda vergi alınmaz. 9-
İslam hukuk dilinde cimrilik, vacip: gerekli olan bir (harcamayı) ödevi yapmamak
demektir. Nisa
Suresi 4/ 53–54 “Yoksa
onların bu mülkte-yönetimde bir hissesi (ortaklığı) mi var? Öyle olsaydı, onlar
insanlara bir kırıntı bile vermezlerdi. Yoksa onlar Allah’ın lütfünden insanlara
ihsan ettiği nimetlere karşı haset mi ediyorlar?” Daha
önce geçtiği üzere[187]
mülk, mal ve insanlar üzerinde hâkimiyet kurup onları idare etmek manasına geliyordu.
İslamiyet’in malları idare etmedeki görüşü yani mülkiyet anlayışı bir nevi müdürlük
idi. İnsanları idare etmek ise yani valilik ve devlet başkanlığı gibi görevler bir
nevi velayettir.[188]
Zaten velayet sebeplerinden birisi de imamet: yani başkanlıktır.[189]
İslam düzeninde en büyük veli devlet başkanıdır. Artık onun üstünde daha başka
bir veli yoktur.[190]
Bu
ayet, mutlak idare-yönetimin Allah’a ait olduğunu, yönetmede bir grubun, sınıfın
veya herhangi bir kimsenin bir payı-ortaklığı bulunmadığını açıkça ifade
etmektedir. Burada “onların bu mülkte-yönetimde bir hissesi mi var?”, denilirken
sorulan soru, inkâr istifhamı olup onların yönetimde hiçbir ortaklığı
bulunmadığını bildirmektedir. Onun için bireylerin iktidar ve idareye ben ondan daha
layığım diye bir pay çıkarmaya asla bir hakları yoktur.[191]
Bu
ayetlerde onların mülke sahip olmadıkları, olsa bile başkalarına hiçbir şey
vermeyecekleri bildirilmiştir. Yani mülkü kazanmalarına mani olan cimrilikleri gibi görünmektedir.
Bu ise mülk ile cimriliğin ikisi bir arada bulunamayacağını gösterir.[192]
Bireylerin
ellerinde bulundurdukları malların idaresi demek olan mülkiyet ve insanların idaresi
olan siyasi iktidar Allah yani amme-kamu adına bir velayettir. Öyleyse ammenin-kamunun
verdiği bir malı idare etme ve insanları idare etme hak ve vazifesine sahip bireyleri
kimse kıskanamaz. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Mülk
malların ve insanları idaresidir. 2- Mülk
devlet- kamu adına idare edilir. 3-
Devlet, kendi mülkünün idaresini dilediğine verir. 4-
Hiçbir kimsenin devlet mülk ve yönetiminde ortaklığı yoktur. 5-
Amme-kamu kendi fazlından olarak mülkü gereken kimselere verir. 6-
Mülk servettir, mülk iktidardır. 7-
Malların idaresini ellerinde bulunduranlarla insanların idaresini ellerinde
bulunduranlara asla kıskanma yoktur. 8- Malların idaresini ellerinde bulunduranlarla
insanların idaresini ellerinde bulunduranlara görevlerine ve görev alanlarına asla müdahale
edilmez. 9-
İnsan kendi ihtiyaçlarının dışındaki bir malı başkalarına verdiği zaman Allah’ın
malını vermiş demektir. Zaten hiçbir kimse kendi malının bir kırıntısını bile
kimseye vermek zorunda değildir; verilen Allah’ın malıdır. Verilen kurulu düzenin
artı değeri ile bireye aktarılmış onun mülkiyetine gelmiş olan fazlalıklardır. Nisa Suresi 4/ Ayet: 58 “Gerçekten Allah, size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman, adaletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten Allah bununla size ne güzel öğüt
veriyor! Şüphe yok ki Allah, hükümlerinizi hakkıyla işitici, emanete ait işlerinizi
hakkıyla görücüdür.” Bu ve bundan sonraki ayet İslami hükümetin
esasını teşkil etmektedir.[193]
İdare hususunda bütün görevlilere emanet ve emanete riayet anlayışını
getirmektedir. Birin ayetin başkanlar ikinci ayetin ise halk için geldiği söylenmektedir.[194] Emanet :
Güçlü yavuz deveye Araplar emûn derler.[195]
Böyle bir deve ile yola çıkmak ve yeteri kadar yük yüklemek insana güven verir. Bu
konuda korkup endişe edilecek bir şey bulunmaz. Eman bir kimsenin korkusuz, güvenilir
bir çevrede bulunmasına denir İslam hukukunda yabancılara, yurda girme izni
verilmesine emân, denir.[196]
Emanet ise muhafaza edip korunması ve saklanması için birisine bırakılan mal ve
eşyaya denilir.[197]
Burada emanet yalnız kamu görevi ile
anlamak genel bir manayı özelleştirmek demektir. Müfessirler bu ayetin açıklamasında
insanın Allah’a, kendisine ve halka karşı olmak üzere, üç türlü emanet işlemi
bulunduğunu söylüyorlar.[198]
Bireyin Allah’a, kendisine ve başkalarına göre görevleri vardır. Sahip olduğu bütün
uzuvları kendisine bir emanettir. Onları yerli yerinde ve en iyi bir şekilde kullanmak
zorundadır. Halka karşı emaneti onların haklarını gözetmek, alış-verişte
aldatmamak, yani gerek özel hukuk ve gerekse kamu hukukuyla ilgili olsun her şey bir
emanettir. Yanımıza bırakılan bir vedia, emanet, kamu görevleri, velilik, mülkiyet…
ve hükümet etmek hep birer emanettir. Ebu Zer, Hz. Peygamber’e başkanlık nedir diye
sormuştu. Hz. Peygamber, o bir emanettir, diye cevap verdi.[199] Allah yeryüzüne insanı kendisine
halife taptığından[200]
mülkü idare etme görevini de ona vermiştir. İşte idare ve iktidar bunun için bir
emanettir, Allahın bir emanetidir. Yukarıda da açıkladığımız gibi
emanet kelimesinin çoğul olarak gelmesinden anlıyoruz ki, emanetler grup grup ve çeşit
çeşittir. Kelimenin belirli gelmesinden de emanetin belli ve mahdut bir sayıda olduğu
anlaşılmaktadır. Ehl :
Kabile, sahip, zevce, müstahak anlamlarına gelir.[201]
İşte bu kelime emanetin onu en iyi kullanıp yerine teslim edenlere verileceğini gösterir.
Bu kelimenin çoğul hâ müennes zamirine izafe etmesinden de değişik emanetlerin
değişik ehliyetlilere verileceğini anlamak mümkündür. Emanetlerin eda edilmesinde en uygun
ve elverişli yolun kullanılması, en ehil olmadan başlayarak aşağıya doğru
gidilmesi kendisine emanet tevdi edilecek kimsenin güçlü ve emniyetli olması, emanetin
uygulanmasında amaç ve araçların bilinmesi gibi esasları anlayıp söyleyenler de
vardır.[202] Emanetler mallar ve velayetler (yani
insanlar) olmak üzere iki ayrı yoldan yerine getirilir. Bu iki konu ile ilgili her şey
yukarıdaki silsile-i meratip esasına göre en ehil olandan başlamak suretiyle
çözümlenir. Mesela en ehil olan kimse başkan olur, o olmazsa ondan bir derece
aşağıda olan kişi başkan olur. Mesela mallar ve topraklar en iyi kullanan kimselerin
olur. Tabi bu esasa göre onlar boşta duracakları yerde en kötü bakan ve kullanan
kimsenin elinde olması daha iyidir. Bütün hareket ve davranışlarda, görev
ve yetkilerde hüküm verirken denklik prensibine riayet edilerek işlem yapılır ve hiçbir
kimseye zulmedilmez. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Allah kendisine insanı yeryüzüne
halife yapmıştır. 2- Allah mülkü idare etme görevini
insanlara vermiştir. 3- Mülkü idare etme işi bir emanet
işidir. 4- Emanetler grup grup ve çeşit çeşittir.
5- Emanet insanları idare etmektir. 6- Emanet malları idare etmektir. 7- Emanet kullanılması, idare
edilmesi ve varlığının devam ettirilmesi için insana tevdi edilmiş olan eşyadır. 8- Emanetler belli olup bilinir ve
mahdut sayıdadır. 9- Kamu görevi bir emanettir. 10- Emanetler, onları en iyi bir
şekilde yerine getirenlere verilir. 11- Değişik emanetler uygun olan
değişik ehliyetlilere verilir. 12- Hükümet etmek bir emanettir.
Hükümetlik emaneti biat yolu ile ehline verilir. Herkes biat etmek, emaneti ehline eda
etmek zorundadır. 13- İnsanın kendisi yine kendisine
bir emanettir. 14- Bir mükellef kişinin halkla olan
bütün münasebetleri bir emanettir. 15- Mallarda esas olan onların bir
sahip ve bir malikin elinde olmalarıdır. 16- Mallar ve araziler boş boş
duracağına bireylerin mülkiyeti altında bulunmaları daha iyidir. 17- Mal ve iktidarın idaresi daha
ehil olanlar gelince onlara tevdi edilir. 18- Mülk iktidara dayanır, kazaya
dayanır. 19- Kaza yetkisi toplumundur. 20- Toplum kaza hizmet ve yetkisini yürütmek
zorundadır. 21- İslam toplumu kaza yetkisini bütün
insanlar arasında yürütür. 22- Haklarda denklik esası vardır;
hak ve vazife ile dengelenir. Onun için haklarda eşitlik olmaz. Kişilerin hakları
kadar vazifeleri, vazifeleri kadar hakları vardır. 23- Herhangi bir konuda karar
verilirken denklik ve adalet üzere karar verilir, asla kimseye zulmedilmez. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 59 “Ey iman edenler! Allah'a itaat
edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a
ve Resul’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de
netice bakımından daha güzeldir.” Allah idarecilere ve başkanlara,
halka adaletle davranmayı emrettikten sonra burada da halka, yönetime, başkanlara itaat
etmeyi emretmektedir. Başkanların vazifesi Allah’ın indirdiği ile hükmetmek ve
emaneti yerine getirmektir. Onlar böyle yaptı zaman halkın vazifesi de onları dinleyip
itaat etmek olur.[203]
Ancak günah olan işlerde yönetime ve başkanlara uymak yoktur. Abdullah İbn Ömer Hz.
Peygamber’in şöyle buyurduğunu naklediyor: “Müslüman olan kişiye hoşlandığı
ve hoşlanmadığı hususlarda (amirlerini) dinlemek ve itaat etmek vaciptir. Günah ile
emredilmesi hali müstesnadır. Onlar günah ile emr olunurlarsa yöneticileri dinlemek ve
itaat etmek yoktur.”[204] İtâat :
Bu, tav’un kökünden gelen bir kelimedir.
Tav’ ise devenin yedeğe gelmesine denir.[205]
Daha önce de geçtiği üzere[206]
İtaat, başkasının yedeklemesine tabi olmaktır. Tav’da bir işi isteyerek yapmak
vardır. İtaat’ta ise başkasının isteğini yerine getirmek vardır. Emr : Bu
kelime mastar olarak buyurmak manasınadır. İsim olarak ise buyruk, buyrultu demektir.
Emîr de bir kavm-millet üzerine emri geçer olan adama denir ki, Mütercim Asım
Efendinin ifadesiyle ıstılahımızda bey tabir olunur.[207]
Ülü-ül Emr, emir sahipleri buyruk
sahipleri demektir ki, ayetteki bu ifade üzerinde birkaç görüş ileri sürülmüştür.
Peygamberimiz zamanında emirler (başkanlar) anlamında kullanılan bu kelimeye, ehl-i
beyt’ten olan imamlar, iyilik emreden kimseler, fıkıhçılar (hukukçular), Allah’a
itaat eden dindar kişiler[208]
Raşit halifeler, askeri komutanlar, âlimler gibi manalar verilmiştir.[209]
Fıkıh ıstılahında idareciye “imam” adı verilir. İmamet veya hilafet fıkıhçılara
göre irade ve seçimle olur.[210] Ayette ümera denilmeyip de ülü-ül
emr: emir sahipleri buyrulması önemlidir. Buna göre emir verme yetki ve salahiyeti
bulunan bütün idari makam ve rütbelerin en büyüğünden en küçüğüne kadar her
kademeyi içersine alır.Yani devlet başkanlığı, valilik, amirlik, komutanlık ve
hatta memurluk anlamlarını da ifade ettiğini söylemek mümkündür.[211]
Ayette “Allah’a itaat edin” buyrulmaktadır. Böylece
bu ifade, Kuran’ın emir ve yasaklarına dolayısıyla İslam nizamına ve İslam devlet
düzenine itaat edin, demek olur. Bu emir, çoğul gelmekle itaatin toplum halinde
hep beraber olacağını ve her kesin yanındaki kişiyi devlet düzenine uymaya davet
edeceğini gösterir. İslam düzeninde
devlet başkanları Hz. Peygamberin halefi olurlar. Ayette resule itaat ile ülü’l-emre
itaat, bir kelimede, atîû kelimesinde toplanmıştır. Buna göre Emire itaat Resule
itaat demektir. Bu konuda zaten Hz. Peygamber’den hadisler de nakledilmiştir. Hz.
Peygamber, “Her kim bana itaat ederse o, Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de bana
isyan ederse Allah’a isyan etmiş demektir. Her kim Emire-yönetime itaat ederse o, bana
itaat etmiş olur. Her kim Emire-yönetime isyan ederse bana isyan etmiş olur.”,
buyurmuştur.[212] Burada minkum :
sizden, buyrulmaktadır. Her toplumun başkanı kendilerinden olur. Her Müslüman yerleşim
biriminin ve kantonun başkanı yine Müslüman olur. Bu sebeple Müslümanların Müslüman
olmayan bir ülü’l-emre ve başkana itaat etmeleri dinen üzerlerine vacip değildir.[213] Emr kelimesinin belirli
olarak gelmesinden anlıyoruz ki, başkanların yapacakları işler bellidir. Onların
başkanlıkları ancak belirli işleri yürütmekte geçerli olur. O nedenle başkanlar
ancak iyi ve faydalı işleri emredebilirler. Mutlak hayır, faydalı ve İyi işler de ancak
icma yoluyla belli olur.[214]
Bu sebeple başkanlar icma ile tespit edilmiş olan hususları emrederler. Onlar belli
olmayan başka şeyleri yapmak istedikleri zaman bunu bulunduğu toplumun halkına
bildirmeleri ve bunu uygulayabilmeleri için halktan yetki biati almaları gerekir. Bazen halk ile
idareciler arsında veya halkın kendi aralarında ya da idarecilerin kendi aralarında
bazı anlaşmazlıklar ortaya çıkabilir.[215]
Onlar herhangi bir konuda ve herhangi bir şeyde ihtilafa düşebilirler. İşte ayetteki tenâza’tüm kelimesi bunu ifade etmektedir.[216]
İşte o zaman yapılacak şey, bu ihtilaflı meselenin bir çözüme kavuşturulması için
Kuran ve sünnete başvurmaktır ve çözümü bunlarda aramak gerekir. Bunu yapacak olan
da hiç şüphesiz İslam düzeninde delil olan bu Kuran ile sünneti anlayan İslam hukukçularıdır.
Yani toplumdaki ihtilafları çözüme kavuşturan hakemlerdir. Burada şey kelimesi
belirsiz olarak geldiği için her türlü anlaşmazlıklar demek olur. Şu halde ne tür
ve ne konu olursa olsun her çeşit anlaşmazlıklar İslam toplumunda hakemler yoluyla
halledilir. Ayete göre böyle yapmak Müslümanlar için daha hayırlı ve netice
itibariyle daha güzeldir. Emr kelimesi aynı
zamanda fiil ve iş manasına da geldiğinden[217]
burada hükümet edenlerin ve başkanların yürütmeye ve yaptırıma görevli olduklarını
anlayabiliriz. Yukarıda da geçtiği üzere İslam’da hükümetler, hakemlerin kararlarını
ve icma ile ortaya konan hüküm, kanun ve kuralları icra ederler. Bu ayet, İslam hukukçularının
İslam geleneğinde delil kitap, sünnet, icma ve kıyas olmak üzere dörttür, diye
verdikleri hükmü içersine almaktadır. “Allah’a itaat ediniz ve Resule itaat ediniz”
ifadesi, kitap ve sünnete delalet eder. “Ülü’l-emre itaat edin” ibaresi de icmaya
delalet eder. Çünkü burada emir sahibine yani başkana itaat emredilmektedir. Verilen
emirler ise onun doğru olmasını gerektirir. Doğru, mutlak hayır, iyi ve faydalı
şeyler de ancak icmalarla bilinip belli olur ve ortaya konur.[218]
Onun için kötü, zararlı ve yanlış bir şey emredilmez. İyi veya kötü olduğu
belli olmayan ve bir noktada ihtilaflı olan şeyler de emredilmez. Bir tek kişinin hata
etme ihtimali olduğundan, böyle birey görüşünü emretmekle hem yanlış ve hem de
doğru olan şey emredilmiş olur ki, bu da hiç şüphesiz muhaldir. Öyleyse başkanlar
ancak icmaları emrederler. Halka da bu başkanların verdikleri bu emirlere uymak düşer.[219]
Bir ihtilafa ve görüş
ayrılığına düşüldüğü zaman haklarında Kitap ve Sünnet’te nass: açık ve
özel bir delil bulunmayan meselelerin çözüm şekli, bunları Kuran ve Sünnete arz
etmekten ibarettir. Bunu yapmak için de önce illet ve sebepleri bulup sonra bunları
benzer olan olaylarla mukayese etmekten başka bir yol yoktur. İşte bu da dördünce
delil olan kıyastan başka bir şey değildir.[220] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar:
1-
İslam devlet düzenine itaat emek gereklidir. 2- Devlet düzenine
toplum olarak itaat edilir. 3- Herkes yanında
bulunan insanı devlete itaat ettirmekle yetkili ve görevlidir. 4- Devlet düzenine
itaat kanunlara itaat etmek suretiyle olur. 5- Müslümanlar
hükümetin emirlerine uyarlar. 6- Hükümeti devlet başkanı
temsil eder. 7- İslam’da devlet
başkanı peygamber’in halefidir. 8- Emir sahipleri,
silsile olarak küçükten büyüğe olan yerleşim birimlerinin başkanlarıdır. 9- Her toplumun
başkanı kendi içinden seçilir. 10-
Şahsiyeti-kişiliği olan her toplum, başkanını kendisi seçer. 11- Kamu görevlerinden
biri olan her bir iş, bir yetkiliye tevdi edilir. 12- Başkanların
yapacağı işler, vereceği emirler ve yapacağı komuta bellidir. 13- Başkanlar, emirler
ve amirler, kendilerine tevdi edilmiş bulunan belli işleri yaparlar. 14- Başkanlar, yeni
başka bir iş ve görev için mensubu olduğu kendi toplumundan veya daha üst bir başkandan
yetki almak zorundadırlar. 15- Her türlü anlaşmazlıklar
hakemler yolu ile çözümlenir. 16- Hakemlerin vermiş
oldukları kararları hükümetler icra ederler. 17- Hükümetler, icma
yoluyla tespit edilen hususları emredip uygularlar. 18- Halk arasında,
halk ile hükümetler arasında ve hükümet edenlerin kendi aralarında çıkacak her türlü
ihtilaflar ve görüş ayrılıkları, hukukçulara (hakemlere) başvurmak suretiyle bir
çözüme kavuşturulur. 19- Başkanlar ancak
icmaları emredebilirler. 20- Allah’a ve ahiret
gününe iman eden müminler ihtilafları hakemler yolu ile ve başkanlarını dinlerler. 21- Bütün iyilik,
hakemlerin kararlarına uymak ve onları uygulamaya koymaktır. 22- Meydana gelen
ihtilaflarda hakemlere başvurmak netice itibariyle en güzel bir çözüm yoludur. Nisa Suresi 4/ Ayet:
65 “Hayır, Rabbi’ne and olsun ki, aralarında
çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde
bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.” Bu ayet, daha önceki
ayetlerle son derece ilgilidir.[221]
Buna göre anlaşmazlıklarda Hz. Peygamber (başkan) hakem tayin edilecek ve onun
vereceği hüküm memnuniyetle kabul edilecektir. Hz. Peygamber’in verdiği bir hüküm
ve karara rıza göstermeyen kişi mümin değildir.[222]
Çünkü onun vermiş olduğu bir hüküm ve karara razı olmak bir vecibedir.
Şecer: Gövdesi
bulunan ağaca şecer, denir.[223]
İhtilafa düşen ve aralarında fikir ayrılığı bulunan kimselerin fikirleri ağaçla
vurmaktan alınarak, görüş ve fikir ayrılığına müşâcere denilmiştir.[224] İşte aralarında
birbirine girmiş karışık ve çözümlenmesi zor ihtilaf çıkmış bulunan kimselerin,
halledilmesi için bunları başka arz etmeleri gerekir. Bu aynı zamanda Müslüman olmanın
bir şiarıdır. Bu ayet ihtilaflı
meselelerin başkana götürüleceğine işaret etmektedir. Her türlü ihtilafın
hakemler yolu ile halledilmesi esas olduğuna göre burada başkanın görevi herhalde
verilen kararları onaylamaktan ibaret olsa gerektir. Bugünkü bakanlıkların kendi
personeline veya bakanlık alanında tatbik edilmek için tüzük ve yönetmelik çıkarma
yetkisi bulunduğu gibi başkanlar da bazı talimatlar koyabilirler ve hükümleri
uygulayabilirler.[225] Hz. Peygamber Devlet başkanı
olarak Muaz’ı Yemen’e, Attab b. Esid’i de Mekke’ye hakem tayin etmişti. Böylece
hakem tayin etme işi başkanlığın zaruri bir neticesi olmaktadır.[226]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Kaza işlerinde
son merci devlet başkanıdır. 2- Herkes
kendi başkanının verdiği karara uymak zorundadır. 3- Kaza işlerinde
başvurulacak olan devlet başkanı bazı usul ve uygulamalar hususunda tavsiye kabilinden
genel talimatlar çıkarabilir. 4- Verilmiş (ve
başkan tarafından onaylanmış bulunan) kararlara itiraz edilemez. 5- Verilmiş (ve
başkan tarafından onaylanmış) bulunan kararlar tenkit edilemez. 6- Verilmiş (ve
başkan tarafından onaylanmış) bulunan kararlara karşı gelinmez. 7- Devlet başkanının
mahkemeye değiştirip yenileme hakkı vardır. 8-Başkanın
yenilediği mahkemeler yeni tayin edilmiş olan hakemler tarafından yürütülür. Nisa Suresi 4/Ayet:
80 “Kim peygambere itaat
ederse muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse biz seni onlara muhafız
olarak göndermedik.” Nisa Suresinin 59.
ayetinin ışığı altında düşünüldüğü zaman bu ayet, başka ve toplum
arasındaki meselelere işaret etmiş olur. Her toplum kendi başkanına itaat eder.
Başkan da itaat edenlere karşı koruma ve kollama görevini yerine getirir. Devletin asıl
görevi bireylerin can ve mal güvenliklerini sağlamaktır.[227]
Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Başkanlar herhangi
bir konuda toplum adına emir verebilirler. 2- Başkana itaat
topluma itaat demektir. Başkana karşı gelmek topluma karşı gelmek demek olur. 3- Başkana itaat
etmeyen kimselerin toplum içersindeki hakları devlet tarafından korunmaz. 4- Başkanlar
kendilerine itaat etmeyen kimselere her hangi bir baskı yapamaz ve bir zorlamada
bulunamazlar. Sadece itaat etmeyenlerin toplum içindeki hakları korunmaz. 5- Devletin asıl
vazifesi bireylerin can ve mal güvenliklerini sağlamaktır. Nisa Suresi 4/ Ayet:
85 “Kim güzel bir yardımda
bulunursa ona o yardımdan bir hisse vardır. Kim de kötü bir yardım ve tavassutta
bulunursa ona da bundan bir hisse vardır.” Şef’un : Bu
kelime isim olarak çift manasına gelir.[228]
Mastar olarak ise bir şeyi misline katlamak, çift yapmak demektir.[229]
Şefaat de her hangi bir işte bir kimseye katılarak yardımcı olmak veya yardım
istemektir.[230] Hasan, Mücahid, Kelbi,
ve İbn Zeyd gibi zatlar ayetteki şefâat’ten maksat insanların birbirlerine
yardımcı olmalarıdır. Yardım edilmesi din açısından caiz olan yerlerde yardım
etmek hasen şefaattir. Yardım edilmesi dinen caiz görülmeyen yerlerde yardım etmek
ise şefaat-i seyyie olur, demişlerdir.[231] Ayetteki şefaat
kelimesinin belirsiz olmasından ve hasene kelimesi ile takyid edilmesinden
anlaşılacağı üzere buradaki yardım her şey ve her yer için düşünülebilir.
Vekâlet, kefalet, fuzuli tasarruf, velayet, vesayet… ve komisyonculuk gibi konularda iş
hasene: meşru olmak şartıyla yardım edilebilir. Burada men kelimesinin de genel
manasına olmasıyla bu yardımı herkesin yapabileceği anlaşılır. Nasîb : Daha önce de geçtiği üzere[232]
bu kelime hisse ve pay anlamlarına gelir. Kim bir iyilik yaparsa yaptığı bu iyilikten
bir hisse alır. Buradaki nasib kelimesinin belirsiz olarak gelmesiyle alınacak mesela
ücretin miktarının anlaşmaya bağlı olduğu, “ondan olan nasib” yani hisse
denildiği için de ücretin yapılan iş cinsinden olduğu anlaşılır. Ancak evlenmede
yapılan aracılık gibi ortaklık kabul etmeyen iyi işlerde aynı cinsten ücret almak
mümkün değildir. Üretici ile tüketici,
alıcı ile satıcı, işçi ile işveren arasında aracı olmak da güzel bir yardımdır.
Alış-verişte başkasına ücret ile çalışan kimseye simsar-komisyoncu adı verilir.[233]
Bu ayetin kapsamı içersine
giren komisyonculuk hakkında Hz. Peygamber’in açıklayıcı hadisleri vardır. İbn
Sirin, Ata, İbrahim ve Hasen gibi zatlar, simsarın ücret almasında bir sakınca görmezler.
İbn Abbas, “Şu elbiseyi sat, şu veya bu fiyattan fazlasına satarsan o fazlalık
senin olsun demekte bir sakınca yoktur der. Hz. Peygamber de “Müslümanlar anlaştıkları
şartlarına göre hareket ederler.”, buyurmuştur.[234]
Böylece aracı yaptığı hizmetten dolayı bir yüzde almaya hak kazanmış olur. Komisyoncu ve simsar
ile aracı arasında fark vardır. Bugün ekonomik bir tabir olarak aracı kelimesi
üretici ile tüketici arasındaki kademelerde bağlantı kuran piyasa ajanı hakkında
kullanılmaktadır.[235]
Bu sebeple aracı denilince ister toptancı ve isterse perakendeci olsun bütün
tüccarlar hatıra gelir. Komisyoncu ise satıcı ile alıcı arasındaki aracı, yani
simsardır. Simsar alış-veriş muamelesini kolaylaştırmak için alıcı ile satıcı
arasında aracılık yapan kimsedir.[236] Komisyoncunun bir
ücrete hak edebilmesi için emeğin hasen: meşru bir yerde harcanmış olması gerekir. Kifl : İyi
işlerde aracı olanlar için nasîb kelimesi kullanıldığı halde kötü işlerde
yardımcı olanlar için burada kifl kelimesi kullanılmıştır. Kifl, çiftte kullanılan öküzün boyunduruğu
altına öküzün boynu sıkılmamak için konulan paçavraya, devenin kopmuş tüylerinin
yerine biten yeni tüye denir. Pay ve hisse anlamına da gelir.[237]
Kötü işlerde bireyin ve/ veya toplumun hukukuna dokunulmuş olacağından düşen bu tüyün
yerine başka bir tüyün bitmesi gibi, bu hukukun tazmin edilmesi gerekir. Bu sebeple
kötü işlerde aracı olanlar sorumluluğu üzerlerinden atamazlar. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Komisyonculuk yani
simsarlık yapmak meşrudur. 2- Komisyoncu,
yaptığı işten dolayı bir ücret alabilir. 3- Alış-verişte
başkasına ücretle çalışan kimseye komisyoncu denir. 4- Alıcı ile satıcı
arasında yardımcı olarak çalışan ve yüzde alan aracıya komisyoncu adı verilir. 5- Verilecek bir
komisyon ücreti, taraflar arasında serbest olarak tespit edilir. 6- Meşru olan
tasarruflar herkes için meşrudur. 7- Vekâlet, kefalet,
fuzuli tasarruf, risalet yani elçilik, velayet ve vesayet gibi tasarruflar, herkes için
meşrudur. 8- Velayet, vekâlet,
kefalet ve vesayet tasarrufları mutlak olarak meşru olup meşru olan her şeyde
aracılık yapılabilir. 9- Bir ücret ve paya
hak edebilmek için hizmetin meşru bir yerde harcanmış olması şarttır. 10- Vekâlet, kefalet,
velayet, vesayet ve komisyonculuk gibi iyi işlerde yapılan yardım için alınacak
ücret taraflar arasında serbest bir şekilde tespit edilir ve bu hususta bir tarife
yapılmaz. 11- Gayri meşru olan
işlerde yapılmış olan yardım, bir nasip (hak ve alacak) doğurmaz. 12- Hangi konuda
yardım yapılıyorsa bunun bedeli olan ücret de o cinsten olur. Evlenmede aracı olma
gibi ortaklık kabul etmeyen iyi işler için ücretin aynı cinsten alınması mümkün
değildir. Bu husus ayette meskutün anhtir. 13- Kim olursa olsun,
kötü işler için aracı olanlar yaptıkları işten dolayı sorumlu olurlar. 14- Kötülüğe aracı
olanların sorumluluğu üzerinden atacak her hangi bir akit yapmaları batıldır, hükümsüzdür.
Nisa Suresi4/ Ayet: 92 “... Kim bir mümini yanlışlıkla
öldürürse, bir mümin köleyi azad etmesi ve bağışlamadıkları sürece ailesine
diyet ödemesi gerekir. (Öldürülen kimse) mümin olur ve düşmanınız olan bir
topluluktan bulunursa, mümin bir köle azad etmek gerekir. Eğer sizinle kendileri
arasında antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mümin bir
köle azad etmek gerekir. Bu ayette kaza ile adam öldürmenin cezası zikredilmektedir ki, bu da bir köle
azat etmek ve diyet vermektir. Bu konuda Elmalılı şunları söylemektedir: “Köle
azat etmek, Allah’ın hakkı olarak bir kefaret, diyet de kulun hakkı olarak bir
tazminattır. Bir müminin öldürülmesine bu suretle biri Allah’ın hakkı, diğeri de
kulun hakkı olmak üzere iki hak taalluk eder.[238] İnsan hayatının birisi bireysel, diğeri de toplumsal olmak üzere iki yönü
bulunmaktadır. Toplum denilen kurum bireylerden meydana gelir. Bu sebeple devlet ve
toplumun bireyin hayatını teminat altına alması gerekir. Toplumun varlığı bireyin
hayatına bağlı olduğundan birey adeta toplum için yaşamaktadır. Bu sebeple bir
birey öldürüldüğü zaman toplumun bu hakkı tazmin edilmelidir. Hürriyet de bir
hayattır. Devlet, vatandaşlarının hürriyetini korumak, onları başkalarının
saldırısına karşı savunmak ve esir olmaktan kurtarmak zorundadır. Bu sebeple esiri
(köleyi) hürriyetine kavuşturmak da Allah’ın, ammenin kamunun hakkıdır. İşte
kaybolan bir toplum hakkı, yine bir toplum hakkı olan hür olarak yaşamak ve hürriyete
kavuşmak ile tazmin edilmektedir. Diğer yönden birey, toplum hayatından faydalanmaktadır ve o yaşama hakkına
sahiptir. Hata ve yanlışlıkla olsa da bu hak kimsenin elinden alınamaz. Alındığı için
de hiçbir hak heder edilemeyeceği için buna karşı bir tazminat olmak üzere ölünün
yerini tutarak malından faydalanacak olan varislerine bir diyet verilmesi de bir birey
hakkıdır.[239]
Diyet, can bedeli olarak ödenen malın adıdır.[240]
Ebu Hanife’ye göre deve, altın ve gümüş olmak üzere, üç çeşit maldan verilir.
Ebu Yusuf ile Muhammed’e göre ise diyet, altı çeşit maldan verilir. Deve, altın, gümüş,
sığır, koyun ve elbise.[241]
4 () Hata ile öldürülen bir müminin diyetinin yüz deve olduğu hakkında Hz.
Peygamberden nakledilmiş hadisler vardır. Rasulullah (sav) buyurdular ki: "Kim hataen
öldürülürse, diyeti yüz devedir; bunlardan otuzu bintü mehaz (iki yaşına girmiş
dişi deve), otuzu bintü lebün (üç yaşına girmiş dişi deve), otuzu hıkka (dört
yaşına girmiş dişi deve), on tane de ibnu lebundur (üç yaşına girmiş erkek
deve)." (Tirmizi'nin rivayetinde şöyle denir: "Kim taammüden (kasıtla)
öldürürse, öldürülenin velilerine teslim edilir, dilerlerse öldürürler,
dilerlerse diyet alırlar. Bu 30 hıkka (dört yaşına giren dişi deve): 30 cezea (beş
yaşına girmiş dişi deve); 40 aded halife (hamile deve) dir. Ayrıca ne üzerine sulh
yaptıysalar bu da onlarındır, Bu, diyetin şiddetini artırmaktır."[242] Diyeti katilin akilesi öder. Eğer onun akilesi yoksa beyt-ül malden ödeneceği
hakkında bir hadis vardır.[243]
6 () Hanefi hukukçularına göre akilenin tasnifi şudur: Akile, bir şahsın mensup
olduğu ehl-i divandır veya onun asabesiyle aşiretidir veya Beyt-ül maldir ya da azad
edilmiş bir şahsın mevlasıdır.[244] Ayette “teslim edilmiş bir diyet” derken müsellemetün kelimesi ism-i meful kalıbında
getirilmekle asıl fail belli olmadığından diyeti kimin vereceği açıkça
belirtilmemiştir. Yukarıda da söylediğimiz gibi bu husus hadislerle tespit
edilmiştir. Aslında diyeti sosyal hayatta birbirine bir bağla bağlanmış olan
insanlar topluluğu öder. Zaten akl bağlamak,
tutmak demektir. Hz. Peygamber zamanından Hz. Ömer devrine kadar bu topluluk, katilin
kabilesi veya aşireti şeklinde anlaşılıyordu.[245]
Daha önce de geçtiği üzere[246]
kabile ve aşiret terimlerini bucak ve mahalle
olarak anlayıp açıklamak mümkündür. Hz. Ömer devrinde ise Hz. Peygamber’in akrabalarından başlamak üzere savaşa
katılan bütün askerlerin adları divan d i v a n adı verilen bir deftere yazıldı.[247]
Bu akile kurumuna mensup insanları yazma işinde akrabalık ve kabile esas alındığı için
Hz. Ömer devrinde akile kabul edilen bu ehl-i divan ile Hz. Peygamber zamanında
uygulanan kabile arasında fazla bir fark olmasa gerektir. Diyeti alan da veren de bir topluluk olduğu için bir mali tazminatın suçlunun
dışına, akrabalarına veya iş ortaklarına ya da memur arkadaşlarına varıncaya
kadar taşması kişiyi toplum içersinde murakabe ve kontrol altına alır; hakkı
yenenlerin zararını telafi ederek tam bir yardımlaşma ve dayanışmayı sağlar.[248]
Diyeti katil değil de akilenin ödemesinin faydalarından birisi de taraflar arasındaki
kin ve düşmanlığın son bulması ve böylece ülfet ve barış döneminin başlamış
olmasıdır.[249] Her nimet bir külfet karşılıdır, esasına dayanarak[250]
esasına dayanarak, diyeti alan kimseler aynı zamanda onu ödemek durumundadırlar
diyecek olursak diyet varisler arasında da alınır verilir, diyebiliriz. Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre diyet hüküm verildiği günden itibaren
üç yıl içinde ödenir ve her birey başına üç veya dört dirhem düşecek şekilde
dağıtılır. Daha fazla düşerse, nesep bakımından en yakın kabilelerden akile
grubuna bireyler dâhil edilir.[251]
Ayetin sonunda
“… bağışlamadıkları sürece ailesine diyet ödemesi gerekir”, buyrulmaktadır.
Burada bağışlamadan s a d a k a diye bahsedilmesi varisleri bu mali tazminattan
vazgeçmeyi teşvik etmektedir. Çünkü sadaka birçok fazilete sahip bulunan bir çeşit
yardımdır. [252] Ayetten Çıkan Ekonomik
Esaslar:
1- Can bedeli olarak
ödenen mala diyet adı verilir.
2- Hata ve kaza ile bir
adam öldürmenin cezası, mümin bir köleyi azad etmek ve ölenin varislerine mali
tazminat (diyet) ödemektir. 3- Yaşamak ve toplum hayatından faydalanmak hakkına sahip olan bir bireyin
hata ile öldürülmesiyle onun elinden alınan hakları yüz deve veya iki bin koyun
civarında bir mali değerle tazmin edilir. 4- Kazazede diyebileceğimiz ölünün varislerinin mali tazminatını
(diyetini) suçlunun akilesi öder. 5- Akile sıra ile mahalle, bucak, aynı yerde yaşayarak aynı maaşı alan
kimseler veya hazinedir, diyebiliriz. 6- Diyetin ödenmesinde akile prensibinin getirilip uygulanması toplumda
murakabe, dayanışma, yardımlaşma ve heder olan hakları tazmin etme gibi, iyi
davranışlara sebep olur. 7- Akilenin ödeyemediği bir tazminat devlet hazinesinden ödenir. 8- Diyeti bağışlamak da caizdir. 9- Diyetin bağışlanması hususunda bütün varislerin (akilenin) ittifakı
gerekir. 10- Diyetin bağışlanması sadaka vermek kadar iyi bir davranıştır. 11- Diyet borçları en fazla üç yıl içersinde ödenmelidir. 12- Diyet akile bireylerinden her birine en çok iki koyunun değeri düşecek
kadar taksim edilir. Nisa Suresi 4/ Ayet: 94 “Ey müminler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman, mümini kâfirden
ayırt etmek için iyice araştırın. Size İslâm selâmı veren kimseye, -dünya hayatının
geçici nimet ve menfaatine göz dikerek - sen mümin değilsin, demeyin…” Bu ayet savaş hakkında bir takım esaslar getirmektedir. İslam hukuku
kitaplarında savaştan, harb, cihad, mağazi veya siyer diye bahsedilmektedir.[253]
Mesela savaş (cihad) şöyle tarif edilir. Allah yolunda can, mal, dil ve bunlardan başkasıyla
savaşta kudret ve varlığın harcanmasıdır.[254] Kendilerine İslam daveti ulaşmamış bulunan kimselere savaş açmak helal değildir.[255]
Cihaddan maksat İslam’a davet ile birlikte Allah’ın kelimesini i’la ve hükümranlığını
sağlamaktır. Savaş ancak bunlar için yapılır. Yoksa gösteriş için, şöhret,
dünyalık için, mal-masat ve ganimet için savaşanların cihad yapmadıklarını,
bunların, Allah’ın yolunda olmadığını söyleyen Hz. Peygamber, “Allah’ın
kelimesinin i’lası için savaş yapanın Allah yolunda olduğunu bildirir.”[256] O sebeple ganimet için savaş yapılmaz.[257] İslam savaş hukukuna göre cihad, bazı hallerde farz-ı ayn olur. Seferberlik
halinde bütün Müslümanların, devlet tarafından yapılan cihad davetine katılmaları
vaciptir. Müslümanların vatanına düşman tecavüz ettiği zaman ve böylece
Müslümanları esirlikten kurtarmak gerektiğinde cihad vacip olur. Bunun dışında ise
cihad farz-ı kifayedir.[258]
Ayette selam vererek teslim olan veya İslam’a girdiğini bildiren kimselere
karşı ganimet almak için savaş sürdürülmeyeceği açıklanmaktadır. Müslüman
olmak şart değildir. Teslim olup da anlaşma yapmak isteyen kimselere karşı da savaş
kesilerek anlaşma yapılır. Ancak anlaşmayı karşı taraf bozarsa barışı devam
ettirmek anlamsız olur. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Ganimet için savaş yapılmaz. 2- Savaş, Allah yolunda can, mal, dil ve bunlardan başkasıyla savaşta kudret
ve varlığın harcanmasıdır. 3- Barış isteyenlere karşı savaş sürdürülmez. Nisa Suresi 4/ Ayet: 95 “Bir mazeretleri olmaksızın mücadeleden kaçınan müminler ile Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla çaba gösterenler bir olamaz: Allah, mallarıyla ve
canlarıyla üstün çaba gösterenleri mücadeleden kaçınanlardan daha üstün bir
mertebeye yüceltmiştir.” Zarar:
Daha önce geçtiği üzere[259]
bu kelimenin anlamı bir şeye dâhil olan eksiklik demektir ki, hastalık veya körlük
ve topallık gibi bir sakatlıktır. Böylece “gayr-i üli’d darar” dertli ve sakat
olmayan, salim ve kadir olan demektir.[260]
Sağ ve salim olduktan sonra savaşa katılmanın zarureti, sakat ve özürlü olanların
ise mazur sayılabileceği ortaya çıkar. Ancak hiçbir mazereti olmadığı halde
savaşa katılmayıp evinde oturanlardan bahsedildiği için, burada zorla savaşa götürme
esasının olmadığı anlaşılabilir. Emvâlihim :
(Kendi malları ile) savaştıkları söylendiği için de her birliğin ikmalini
kendisinin yapacağı, Mücahid kelimesinin akıllı çoğul kalıbında gelmesiyle savaşçıların
teşkilatlanmış bir birlik halinde olacakları, evvâlihim
ve enfüsihim (malları ve canları ile) denilmekle de savaşa mal ve canla
katılacağı gibi esaslar anlaşılmaktadır. Ayette savaşa katılan kişilerle hiçbir mazereti bulunmadığı halde
katılmayan kimselerin bir olmadıkları açıkça zikredilmiştir. Hiç şüphesiz
kendileri ile birlikte yanında atını ve başka savaş aletlerini de getirenler
getirmeyenlerle bir tutulamaz. Nitekim ganimetlerden atlı olanlara iki, yaya olanlara ise
bir hisse verilir.[261]
Bizzat savaşa katılmayıp fakat doktorluk gibi geri hizmetlerde bulunanlar da aynı
savaşçı gibi ganimetten hisselerini alırlar.[262] Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Savaşa bizzat katılanlarla katılmayanlar bir tutulmaz. 2- Savaşa katılanlar ganimetlerden hisselerini alırlar; katılmayanlar ise
bir şey alamazlar. 3- Savaşa bizzat katılmayıp fakat geri hizmette bulunanlar da ganimetlerden
hisselerini alırlar. 4- Her birlik savaş ikmalini kendisi yapar. 5- Savaşçılar birlikler halinde teşkilatlanırlar. 6- Savaşa bedenen katılanlar ganimetten hisselerini aldıkları gibi
yanlarında at ve binek gibi alet ve edevatla katılanlar ayrıca bunların hisselerini de
alırlar. 7- Hasta, kör, topal gibi sakat olanların bu vasıfları savaşa katılmamak için
bir mazeret sayılırlar. Nisa Suresi 4/ Ayet: 97 “Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var
ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)”
Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Allah’ın
arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler.” Müfessirlerin açıklamalarına göre bu ayet, bir yerde dinini yaşamaya imkân
bulamayan bir adamın oradan hicret etmesi vacip olduğuna delalet eder.[263] Hasen’den gelen bir habere dayanarak[264]
melekler ile yapılan bu konuşmaların ahirette olacağını söylemek mümkündür. Bu
sebeple de meleklerin “Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi?” sözünden
yeryüzünün hiçbir zaman dolmayacağı, genişliğini koruyacağı anlaşılabilir. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Gerektiğinde İslamiyet’i yaşamak için başka yerlere göç etmek vacip
olur. 2- Yeryüzü hiçbir zaman tamamen dolmayacaktır. 3- Yeryüzü her zaman genişliğini koruyacaktır. 4- İnsanlar istedikleri bir düzeni, İslamiyet’i yaşamak için bir yere
hicret etmek istediklerinde her zaman yeryüzünde gidecek bir yer bulabileceklerdir. Nisa Suresi 4/ Ayet: 100 “Her kim Allah yolunda hicret ederse, o, yeryüzünde birçok değişiklik
(veya gidecek çok yer) ve bolluk-bereket bulur.” Murâğam :
Gidecek yer, koşacak yer demektir.[265]
Rağm, sevmek ve hoşlanmaktan ibarettir.[266]
Türkçede kullandığımız rağmen kelimesi de her halde buradan gelse gerektir.
Bazıları bu kelimeye değişiklik manası da vermişlerdir.[267] Seaten :
Bu kelime de burada bolluk, yiyecek ve içeceğin çok olması anlamına gelir.[268]
Hicret ise bir yerden bir yere nakletmek, göçmek demektir.[269] Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Bir yerden bir yere göçmeye hicret denir. 2- Hicret yani bir yerden başka bir yere göçmek bolluk ve zenginliğe sebep
olur. 3- Hicret denildiği zaman birçok değişiklikler meydana gelir. Nisa Suresi 4/ Ayet: 111 “Kim günah işlerse o, bunu ancak kendi aleyhine yapmış olur. Allah
bilendir, Hakim'dir.” Bu ayette suç ve cezanın faili ile ilgili olduğu ve bu suretle onun
başkalarına yükletilmeyeceği anlatılmaktadır. Dünya ve ahirette suç ve günahların
cezalarını ancak onları işleyen failleri çeker. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Herhangi bir suçun cezası ancak failine raci olur. Bu konuda başkası
sorumlu tutulamaz. 2- Ahirette görülecek günahların cezaları da ancak faillerini ilgilendirir. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 114 “Onların gizli konuşmalarının-fısıldamalarının birçoğunda
hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı ya da insanların
arasını düzeltmeyi isteyen (in fısıldaması) müstesna olur…” Necvâ
: Aslında necv, bir şeyden ayrılmak demektir. Çevresinden ayrıldığı
veya sel altında kalmaktan kurtulduğu için yüksek tepelere en-necvetü, en-necâtü adı
verilir.[270]
Necvâ da fısıldamak, gizli konuşmak demektir.[271]
İnsanlardan ayrılıp gizli toplantılar yapmaya da necvâ diyebiliriz. Ayette
gizli konuşmaların hayırlı olmadığı söylenip anlatılmaktadır. Gizli toplantılar
belki faydadan çok zarar getirir. Ancak icap ettiği zaman gizli toplantı ve konuşmalar
da yapılabilir. Mesela sadaka vermek fakirleri tespit etmek, her hangi bir ikaz ve
uyarıda bulunmak, iki tarafı anlaştırmak, alıcı ile satıcı, işçi ile işveren ve
kiracı ile mal sahibinin aralarını bulmak gibi, anlaşmazlıkları uzlaştırmak gizli
olarak yapılabilir. Kaynak
tefsirlerde ayetin bu üç esasından maddi ve manevi yardım etmek, sadaka vermek,
nasihat etmek; başkalarına fayda sağlamak, zararı defetmek; karz-ı hasen olarak
ödünç para vermek, mazluma yardımcı olmak gibi manalar anlaşıldığı açıklanmaktadır.[272] Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-
Gizli toplantılar ve konuşmalara yapmak iyi değildir. 2-
Bireyin ve toplumun faydasına olan bazı hususlar gizli olarak çözümlenebilir. 3-
Fakir ve yoksulları tespit edip onlara yardım etmek, gizli toplantılarda yapılabilir.
4-
Herhangi bir şahsı veya grubu bir uyarıda bulunma işi gizli olarak yapılabilir. 5-
İki kişi veya iki tarafın arasını bulmak ve çıkan anlaşmazlığı uzlaştırmak için
gizli oturumlar yapılabilir. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 115 “Her kim de, kendisine doğru yol apaçık belli
olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve müminlerin yolundan başkasına
uyar giderse, onu döndüğü sapıklıkta bırakırız. Âhirette de kendisini cehenneme
koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.” Bu
ayette başkana ve icmaya uymamanın cezasından bahsedilmektedir. İmam Şafii’ye Kuran’da
icmaya delalet eden ayet hangisidir diye sordukları zaman şöyle cevap vermiştir.
Kuran-ı Kerimi üç yüz defa okudum; icmaya bu ayetten daha fazla delalet eden başka
bir ayet görmedim.[273] Allah’a,
Resulüne ve ülü’l-emre (yani başkana) itaat etmek, müminlerin yoludur. Allah’ın
elçisine ve başkana muhalefet etmek, müminlerin yoluna uymamak demek olduğu gibi, müminlerin
yolundan gitmemek de Resule ve başkana muhalefet etmek demek olur. İşte bundan ötürü
icmaya, Resule ve başkana itaat etmek vaciptir.[274]
Daha önce de geçtiği üzere başkanın ancak meşru olan emirlerine uyulur, yoksa onun
gayri meşru emirlerine itaat etmek yoktur. Buradaki
resul kelimesini ülü’l-emr manasından anladığımız zaman başka uymak ile icmaya
uymanın gerekliliği ve bunun aynı derecede olduğu, atıf harfinin yardımı ile düşünülebilir.
Buradan da başkanın emir ve yetkilerinin icma ile tespit edileceğini ve başkanın,
ancak icma edilen hususları emredebileceğini bir esas olarak çıkarabiliriz. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-
Başkanın meşru emirlerine itaat edilir. 2-
Başkana muhalefet edilmez. 3-
Başkanın meşru emirlerine mutlak itaat gerekir. Onun için başkanı dinlemek vaciptir.
4-
Başkanın emir ve yetkileri icma usulü ile tespit edilir. 5-
Başkanlar ancak icmaları emredebilirler. 6-
İcma, doğru ve hidayeti açık olarak ortaya koyan bir vasıtadır. Nisa Suresi 4/ Ayet: 119 “…Yine onlara emredeceğim de
Allah’ın yarattığını değiştirecekler…” Şeytan, Allah’a karşı diyor ki,
insanlara emredeceğim; Allah’ın yarattığı değiştirecektir. Buradan
anlaşıldığına göre her bir varlığın bir yaratılış gayesi vardır. Bir malı ve
varlığı yaratılış gayesine uygun olarak kullanmak, tabiata uymaktır. Yaratılış
gayesinin dışında kullanmak ise hilkati ve tabiatı değiştirmek ve bozgunculuk
yapmaktır. Halk : Daha
önce geçtiği üzere[275]
bu kelime, şekillendirmek, biçim vermek, planlamak anlamlarına gelir. Her varlığın
var oluş gayesi, çalışması ve kullanılması şeriatta belirlenip takdir edilmiştir.
İnsanın her hangi bir uzvundan güneşe kadar her yaratık belli bir şey içindir,
belli bir vazifesi vardır. Güneş tapınmak için değil, ısı ve ışığından
faydalanmak için yaratılmıştır. Tenasül azaları da canlı varlıkların üreyip çoğalması
için var edilmişlerdir. Tağyîr :
Bir nesneyi evvelki suretinden değiştirip bozmak demektir.[276]
Bir şeyin şeklini, yerini ve kendisini değiştirmek, bu kelime ile ifade edilir. Bir
şeyi başka bir şeyle değiştirmek, tebdil etmek manasına gelir. Mesela midenin esas görevi
olan gıda maddelerini eritmek ve faydalı hale çevirmek yerine, bu uzvun içersine
zararlı maddeler koyduğumuz zaman onun vazifesinde değişiklik yapmış oluruz. Tefsirlerde varlığın sıfatını,
şeklini ve tabiatını değiştirmek ve bozmak sadedinde güneşe tapmak, hayvanları
enemek, insanları iğdiş yapmak, kadın yerine erkekleri kullanmak sakal ve bıyıkları
yolmak, dövme yaptırmak genç görünmek için dişleri biçki ağzı gibi sivriltip
keskin yapmak ve kadınların sürtmesinden bahsedilmektedir. [277] Livata, oğlancılık, zina ve karıya
ters yönden yaklaşma bu ayetin kapsamına girdiği gibi, mide, nefes borusu, ciğerler
ve bütün azaları yerinde kullanmamak da ayetin kavramı içersine girebilir. Bu sebeple
sığara içmek ve içki kullanmak da bu azaları yerinde ve vazifelerinde kullanmamak
olur. Toprak, mallar, hayvanlar ve her türlü
ihtiyaç maddelerinin de yerli yerinde kullanılması gerekir. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Her şey yerinde
kullanılmalıdır. 2- Bütün mallar, yerli yerinde
harcanmalıdırlar. 3- Bütün vücudun uzuvları
yaratılış gayelerinin dışında kullanılmamalıdırlar. 4- Malları yerinde kullanmamak demek
olan israf haramdır. 5- Zamanı ve vakti yerinde harcanıp
kullanmamak (lehviyyat) haramdır. 6- Livata oğlancılık (gaycılık)
haramdır. 7- Rakı ve şarap fabrikası kurmak
haramdır. 8- Genelev açmak haram ve yasaktır. 9- Kadının sürtüklük yapması
haramdır. 10- Kadının kadınla evlenmesi
haramdır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 124 “Erkek veya kadın kim mümin olarak
güzel işlerde bulunursa işte onlar, cennete girerler…” Bu ayet yapılan işlerde niyet ve
kastın şart olduğuna delalet eder.[278]
Hz. Peygamber de bir hadislerinde bütün amellerin niyetlere göre değerlendirileceğini
haber vermiştir.[279]
Şârih Ayni bu hadisin açıklamasında bütün işlerin ancak niyet ve kasıtla
değerlendirileceğini açıklamaktadır.[280]
Cennete girmek imanla işlenen bir amelin ücretidir. Bu ayet, iyi işlerde erkekle
kadınların farklı olmayıp herkesin, yaptığı iş kadar karşılık alacağına
delalet eder.[281] Öyleyse bir şeye hak edebilmek için
o işi o maksatla yapmak gerekir. Kişinin niyet ve kastının bulunmasıyla işin
meşruluğunu da kabul ettiği ortaya çıkar. Zaten bu ayet kâfirlerin yaptığı iyi
işlerin kendilerine fayda vereceği düşüncesini de ortadan kaldırmaktadır.[282]
Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Ameller-eylemler niyet ve
kasıtlara göre değer kazanır. 2- Kadın ve erkek kim olursa olsun
herkes, yaptığı iyi bir işin ücretini fark gözetilmeksizin alır. 3- Bir şeye istihkak ve hak edebilmek
için o işi yapmakta kasıt olması şarttır. 4- Bir şeye istihkak ve hak edebilmek
için o işin meşruluğunu kabul etmek de şarttır. 5- Kâfirlere inançları olmadığı
için yapmış oldukları iyi işler ahirette kendilerine bir fayda vermez. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 29 “Adil hareket etmeye ne kadar uğraşsanız,
kadınlar arasında eşitlik yapamayacaksınız, bari bir tarafa kalben tamamen
meyletmeyin ki diğerini askıdaymış gibi bırakmış olmayasınız…” Bu ayet iki veya daha fazla karılı
olan kimselerin bu hanımları arasında sevgide eşit davranmasa bile söz ve fiillerinde
aynı hareketi yapmakla mükellef olduklarını bildirmektedir.[283]
İnsanlar çalışıp gayret gösterseler de herkesi eşit sevemezler. Eşit sevmeye güç
yetirmeyecekleri için de bununla mükellef tutulmazlar.[284]
Çünkü Allah hiçbir kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz.[285]
Ancak söz, fiil, hareket ve davranışlarda herkesin hakkını yerine getirmek
zorunluluğu vardır. Mesela bir baba evlatlarından birisini diğerlerinden daha fazla
sevebilir. Fakat hiçbir zaman ona fiili bir ayrıcalıkta bulunamaz ve fazla miras
bırakamaz. Netice olarak şunu söyleyebiliriz
ki, yakınları akrabaları sevme konusunda elimizden geleni yapacağız, adaleti gerçekleştirmeye
çalışacağız. Zahiri de olsa bu hususta bir hata ve kusur işlenmemeye çalışılacaktır.
Fakat kişi, yapamayacağı, kadir olamadığı bir şey ile de mükellef tutulmaz. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Hukukta adaletli davranmak
esastır. 2- Adaletin gereği yerine
getirilmelidir. 3- Dış görünüş, söz, hareket ve
davranış gibi zahiri sebepler adaletin gerçekleşmesi için yeterli sayılır. 4- İnsan hislerinde (sevgi ve nefret
gibi duygularında) adalet yapmakla mükellef tutulmaz. 5- Bir baba, bir evladını diğer
çocuklarından daha çok sevebilir; ancak ona daha fazla miras vermez. 6- İnsanlar hislerinin etkisi
altında kalarak adaletten ve adil davranmaktan uzak kalamazlar. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 135 “Ey müminler, kendinizin, ana-babanızın
ve yakın akrabalarınızın aleyhine olsa bile, adaleti ayakta tutan ve Allah için
şahitlik yapan kişiler olunuz. Haklarında şahitlik yaptığınız kimseler ister
zengin, ister fakir olsunlar, Allah onlara herkesten daha yakındır…” Bu ayet ile kamu hukuku ile ilgili
olan esaslar getirilmektedir. Mesela insan her hal-ü karda adaleti gözetmeli ve adalete
dört elle sarılmalıdır. Şahitlik de en az adalet kadar önemli bir husustur.
Şahitlik Allah için yapıldığı zaman toplumun faydasına olur. Bu ayette gerek hüküm
verirken, gerekse şahitlik yaparken tam bir tarafsızlık içersinde şahitlik yapmak,
komşu, akraba, zengin ve fakirliğin etkisi altında kalarak adaletten asla sapmamak ve
adaleti yaşatmak emredilmektedir. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Hukuk karşısında bütün
insanlar eşittir. 2- Fakirlik ve zenginlik, yakınlık
ve uzaklık hukuk eşitliğini ortadan kaldırmaz. 3- Şahitlik toplumun birey üzerinde
olan bir hakkıdır. 4- Akrabalık bağları, makam ve
mevki, zenginlik ve fakirlik gibi durumlar, insanları hüküm verirken adaletten uzaklaştırmamalıdır.
5- Kendisinin aleyhine olsa da insan hüküm
verirken adil olmalıdır. 6- Şahitlik yaparken akraba, zengin
ve fakirliğin etkisi altında kalarak kişi asla adaletten sapmamalıdır. 7- Hüküm vermek ve şahitlik yapmak
kamu görevlerindendir. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 150 “Allah'la peygamberlerinin arasını
ayırmak isterler ve bazısına inandık, bazısına inanmadık derler…” Bu ayette geçen Allah ve peygamber
kelimelerine ta baştan beri verdiğimiz kamu-toplum-devlet, ülü’l-emr ve hükümet
anlamlarını verecek olursak, hükümetsiz bir devletin olmayacağı, devlet ile hükümet
arasında bir uyum ve ahengin bulunması gerektiği ve devlet ile hükümetin arasını açmaya
çalışmanın yanlış olduğu gibi esaslar ortaya çıkar. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Hükümetsiz bir devlet olmaz. 2- Devletle hükümet arasında bir
uyum ve ahenk bulunur. 3- Devletle hükümet arasında bir
çelişki ve terslik olmaz. 4- Kötü insanlar devletle hükümet
arasını açmaya çalışırlar. 5- Devletle hükümet karşı
karşıya getirilemez. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 160–161 “…Kendilerine yasak olduğu halde
faizi almaları… sebebiyle onlara helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri
kendilerine haram kıldık…” Bu ayette ehl-i kitap yani zimmîlerden
bahsedilmektedir. Faiz biz Müslümanlara haram kılındığı gibi, ehl-i kitaba da haram
kılınmıştır. “Kendilerine yasak olduğu halde”
ifadesi buna delalet eder. Bir şeyin nehiy edilmesi o şeyin haram ve yasak olduğunu gösterir.[286]
Bu sebeple faiz İslam devletinde yaşayan hem Müslümanlara ve hem de gayri Müslimlere
yasaklanmış bulunmaktadır. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- İslam devletinde faiz, ehl-i
kitaba-zimmîlere de yasaktır. 2- İslam ülkesinde yabancıların
faizli banka kurmalarına izin verilemez. 3- Gayri Müslimlere haram ve yasak
olan şeyler, onlar İslam devletinde zimmî olarak yaşadıkları zaman da yine aynı
şekilde haram ve yasaktır. Nisa
Suresi 4/ Ayet: 176 “(Ey Resulüm), babası ve çocuğu
olmayanın mirası hakkında senden fetva (dinin hükmünü) istiyorlar. De ki, Allah,
babası ve çocuğu olmayan için size şöyle fetva veriyor: “- Eğer bir kimse ölür
de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi
olursa, terekenin yarısı bunundur. Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da
erkek kardeşi bulunursa o, terekenin tamamına vâris olur. Ölenin iki ve daha çok kız
kardeşi varsa, bunlara terekenin üçte ikisi vardır. Eğer kardeşler erkekli ve
dişili olursa, erkek için iki dişi payı kadar vardır. Şaşırırsınız diye, Allah
size, (dininizin hükümlerini) açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Bu ayetle ilgili olarak Cassas
şunları söylemektedir: Sahabiler döneminde kelale ve bu ayet hakkında çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Hz. Ömer Hz. Peygamber’den bunun anlamını sorduğu zaman Hz.
Peygamber bu ayetin hükmünü açıklama hususunda Hz. Ömer’i görevlendirmiştir, onu
vekil tayin etmiştir. Böylece Hz. Peygamber Hz. Ömer’i içtihad etmeye davet etmiş
oluyordu. Bu şekilde bu ayette hükümlerde içtihad yoluyla görüş ileri sürmenin
caiz olduğu hususuna delalet vardır.[287]
Bu ayet olmadan surenin başındaki
11. ve 12. ayetlerin yardımı ve kıyas yolu ile aynı hükümlere varmak mümkündür.
11. ayette çocukları bulunduğu takdirde ana ve babadan her birinin 1/6 alacağı
bildirildikten sonra, ölünün kardeşleri bulunduğu takdirde yine annenin 1/6 alacağı
açıklanmaktadır. Yani annenin hissesi, evlatlar varken 1/ 6 olduğu gibi, kardeşlerle
birlikte de yine 1/6 olur. Böylece kardeşlerin, evlatlar gibi değerlendirilerek, geri
kalan bakiyeyi aldıkları ve bakiyeci yapıldıkları görülür. 12. ayette de kardeşlerin hükümleri
11. den farklı olarak anlatılmaktadır. Bu farklı iki durumu iki ayrı hale uygulayacak
olursak, 11. ayet ana-baba bir ve baba bir kardeşleri içersine alır. 12. ayetteki hüküm
de anadan kardeşlere aittir, deriz. Çünkü anadan kardeşlerin hissesi bellidir. Burada ayette ayrıca istiftâ
kelimesi de gelmiştir ki, bu kelime kıyas ve içtihada delalet eder. İstiftâ : Gece ile gündüzden
birine fetâ, denir. Yiğit delikanlıya fetâ, genç
kıza da fetât, adı verilir. Fetva ise bir hadisenin-olayın cevabından veya bir hükmü
çıkarmadan ya da bir müşkili-zor bir meseleyi halledip açıklamaktan ve takviye
etmekten ibarettir.[288]
İstiftâ ise fetva istemek demektir. Böylece Allah bize bu ayetle bütün
meselelerin kıyas yolu ile çözümlenebileceğini öğretmiş olmaktadır. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Haklar kıyas yolu ile tespit
edilebilir. 2- Bütün meseleler kıyas yoluyla
çözümlenir. 3- Hükümleri kıyas ve içtihad yolu
ile tespit etmek caizdir. 4- Ana-baba bir veya baba bir kız
kardeş, yalnız başına mirasçı olduğu zaman terekenin yarısını alır. 5- Erkek kardeş yalnız başına
mirasçı olduğu zaman terekenin tamamına sahip olur. 6- Ölenin iki veya daha fazla kız
kardeşi varsa bunlar terekenin üçte ikisine sahip olurlar.
7- Eğer kardeşler erkekli dişili varis olurlarsa bir erkek iki kadın hissesi kadar pay alır. [1] Alusi, IV, 179 [2] Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Türk Yurdu, Sayı, 241, s, 583, Şubat–1955 [3] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, s, 257 [4] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat dersleri, s, 691 [5] Sabahaddin Zaim, Modern İktisat ve İslam, s, 13 [6] Hayreddin Karaman, İslam Hukuku, s, 223 [7] Muhammed el-Mübarek, el-Mer’etü beyn-el Fıkhı ve’l Kanun, Takdimi, s, 11 [8] Müfredat, s, 550 [9] Razi, IX, 167 [10] Kamus, I, 650 [11] Müfredat, s, 308 [12] Elmalılı, II, 1573 [13] Müfredat, s, 134 [14] Razi, IX, 167 [15] Alusi, IV, 186 [16] Hulast-ül Beyan, II, 830 [17] Alusi, IV, 187 [18] Elmalılı, II, 1279 [19] Kamus, III, 110 [20] Kamus, III, 1461 [21] Razi, IX, 170 [22] Hulasat-ül Beyan, II, 831 [23] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, II, 50 [24] Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 100 [25] Hulasat-ül Beyan, II, 833 [26] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, II, 10 [27] Kamus, III, 916 [28] Razi, IX, 179 [29]
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, II, 148 [30]
Cassas, Ahkâm-ül Kuran, II, 59 [31] Kamus, IV, 108 [32] Beyzavi, II, 67 [33] Bakara 2/ 282 [34] Kamus, IV, 811 [35] Mecelle 284. madde. Hayreddin Karaman, İslam Hukuku, s, 192 [36] Reşid Rıza, IV, 379 [37] Beyzavi, II, 68 [38] Alusi, IV, 202 [39] Reşid Rıza, IV, 380 [40] Alusi, IV, 201 [41] Reşid Rıza, IV, 381 [42] Hâkim kararı ile kişinin kendi malını istediği gibi kullanmaktan alıkonmasına hacr-kısıtlamak, böyle bir kimseye de mahcur-kısıtlı denir. Mecelle, 941. madde. [43] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, II, 60 [44] Beyzavi, II, 68 [45] Besim Üstünel, Ekonominin Temelleri, s, 9 [46] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 41 [47] İbn Abidin, IV, 3; Mecelle, 126. madde. [48] Celaleddin es-Süyuti, el-Eşbah ve’n Nezair, s, 197; Muhammed Yusuf Musa, el-Fıkh-ül İslami, s, 250 [49] Muhammed Yusuf Musa, el-Fıkh-ül İslami, s, 250; Diyanet Dergisi, Sayı: 82–82, s, 80 [50] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 9 [51] Serahsi, Mebsut, XI, 102; Taberi, İhtilaf-ül Fukaha, s, 160; İbn Hazm, el-Muhalla, VIII, 147 [51]Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 9; Muhammed Yusuf Musa el-Fıkh-ul İslami, s, 250 [53]
Kamus, I, 1142 [54] İbn Abidin, V, 95; Mecelle, 947. madde. [55]
Kasani, Bedayi, VII, 170 [56]
Kamus, II, 614 [57]
Müfredat, s, 230 [58]
Cassas, Ahkâm-ül Kuran, II, 63 [59]
Kamus, II, 148 [60]
Kamus, II, 148 [61]
Cassas, Ahkâm-ül Kuran, II, 63 [62] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, II, 66; Beyzavi, II, 69 [63] Serahsi, Mebsut, III, 19 [64] Cassas, II, 67 [65] Reşid Rıza, IV, 391 [66] İbn Kesir, Tefsir-ul Kuran-il Azim, I, 454 [67] Elmalılı, II, 1294 [68] Razi, IX, 194 [69] İbn Kesir, Tefsir-ul Kuran-il Azim, I, 455 [70] Mahmud Ahmed, İslam İktisadı, s, 160 [71] Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 289 [72] Mustafa Sabri, Meseleler, s, 131 [73] Hayreddin Karaman, İslam Hukuku, s, 360 [74] Razi, IX, 196 [75] Reşid Rıza, IV, 398 [76] Buhari, Vesaya, 2–3; Müslim, Vasiyet, 1, No: 1–10 [77] M. A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 265 [78] Buhari, Feraiz 4, 15, 25, Kefalet, 5; İstikraz, 11; Tefsir, Ahzab, 1; Nafakat, 15; Müslim, Feraiz, 16, No: 1619; Tirmizi, Feraiz, 1, No: 2091; Cenaiz, 69, No: 1070; Ebu Davud, Harac, 15, No: 2955 [79] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 315, No: 542 [80] Ebu Zekeriya Muhyiddin Yahya İbn Şeref en-Nevevi, el-Minhac, XI, 60 [81] İbn Abidin, V, 486; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 661; Ali Himmet Berki, İslam Hukukunda Feraiz ve İntikal, s, 18 [82] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 53 [83] İbn Kesir, Tefsir-ul Kuran-il Azim, I, 457 [84] İslam Ansiklopedisi, VIII, 350 [85] Ali Himmet Berki, Türk Yurdu, sayı: 300, s, 53, Temmuz–1963; Şakir Berki, İslam, sayı, 17, Ekim–1959, III, 25 [86] Sabahaddin Zaim, Modern İktisat ve İslam, s, 13 [87] İbn Abidin, V, 486 Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 71 [88] Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 71 [89] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 146 [90] Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 71 [91] Muhammed Fazlurrahman Ansari, Komünizme Karşı İslam, s, 23 [92] İhsanullah Han, İslam ve Komünizm Birbirine Zıddır, s, 10 [93] Elmalılı, II, 1301 [94] M. A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 267; Mahmud Ahmed, İslam İktisadı, s,160 [95] İslam Ansiklopedisi, VIII, 351 [96] Muhammed Hamidullah, İslam’a Giriş, s, 193 [97] Bakara 2/ 241 [98] İslam Ansiklopedisi, VIII, 351 [99] İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkıin, II, 169 [100] Bakara 2/ 233 [101] Elmalılı, II, 1302 [102] Mecelle, 88. madde [103] Elmalılı, II, 1303 [104] İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkıin, II, 168; Mehmet Vehbi, Ahkâm-ül Kuraniye, s, 132 [105] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, II, 82 [106] Abdulvahhab eş-Şarani, Kitab-ül Mizan, II, 100 [107]
Buhâri,
Cenaiz 37, Vesaya 2, 3, Fezâilu'l-Ashâb 49, Megâzî 77, Nafakat 1, Marza 13,16, 43,
Feraiz 6; Müslim, Vesâya 5, No: 1628; Muvatta 4, No: 2, 763; Tirmizi 6, No: 975; Ebu
Dâvud, Vesâya 2, No: 2864; Nesâî, Vesâya 3, No: 6, 241, 243 [108] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, I, 374; İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkıin, II, 168; Mustafa es- Sibai, el-Mer’etü beyn-el Fıkhi ve’l-Kanun, s, 34 [109] Kuduri, s, 140 [110]
Bakara 2/ 188 [111]
Razi, X, 69; Alusi, II, 69 [112]
Razi, X, 69 [113]
İbn Hümam, V, 184; İbn Abidin, IV, 100 [115]
Cassas, II, 173; Razi, X, 70 [116]
Reşid Rıza, V, 39 [117]
Kamus, II, 182 [118]
Müfredat, s, 73 [119]
Cassas, II, 173 [120] Merğınani, Hidaye, III, 161 [121] Serahsi, Mebsut, XI, 133 [122] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, VII, 22 [123] Molla Hüsrev, Mirat, s, 237 [124] Feridun Ergin, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 280 [125] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 403 [126] Gazali, İhya, II, 73 [127] İbn Teymiye, el-Hisbe, s, 10 [128] Mahmut Ebussuud, İslami İktisadin Esasları, s, 44–57 [129] Beyzavi, II, 82 [130] Alusi, V, 18 [131] Buhari, Vasâya, 23; Müslim, İman, 141–146; Ebû Davud, Vasâya, 10 [132] Razi, X, 82 [133] Reşid Rıza, V, 60 [134] Ali İmran 3/ 188 [135] Müfredat, s, 494 [136] Kamus, I, 508 [137] Maide 3/ 3, 90 [138] Vezaret-ül İ’lam, Marksizm ve İslamiyet, s, 28 [139] Katma değer: Mal ve hizmetlerin üretim safhalarında meydana gelen ek ve ilave değer. [140] Reşid Rıza, V, 64 [141] Cassas, II, 76 [142] Ahzab 33/ 40 [143] Ahzab 33/ 5 [144] Cassas, II, 77 [145] İbn Hişam, es-Siret-ün Nebeviye, II, 150 [146] Enfal 8/ 72 [147] Enfal 8/ 75 [148] Cassas, II, 77 [149] Kamus, IV, 457 [150] Razi, X, 88 [151] Beyzavi, II, 85 [152] Reşid Rıza, V, 70 [153] Ömer Nasuhi bilmen, H. İslamiyye, III, 54 [154] Beyzavi, II, 85 [155] Müfredat, s, 493 [156] Nisa 4/ 128 [157] Razi, X, 92; Beyzavi, II, 85; Elmalılı, II, 1353 [158] Elmalılı, II, 1353 [159] Reşid Rıza, V, 82; Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasat-ül Beyan, 917 [160] Reşid Rıza, V, 82 [161] Bakara 2/ 83 [162] Razi, X, 97 [163] Alusi, V, 28 [164] Reşid Rıza, V, 90 [165] Alusi, V, 28 [166] Reşid Rıza, V, 92 [167] Razi, V, 97; Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasat-ül Beyan, III, 919 [168] Bakara 2/ 177 [169] Elmalılı, II, 1355 [170] Beyzavi, II, 86 [171] Feridun Ergin, Ak İktisat Ansiklopedisi, 909 [172] Yüksel Ülken, Ak İktisat Ansiklopedisi, 512 [173] M. Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, 825 [174] M. Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, 598 [175] M. Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, 360 [176] M. A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 203 [177] Alusi, V, 30 [178] Kamus, IV, 27 [179] Mahmut Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, s, 105 [180]
Beyzavi, V, 86 [181]
Reşid Rıza, V, 100 [182]
Bakara 2/ 3 [183] Müfredat, s, 194 [184] Razi, X, 98 [185] Alusi, V, 31 [186] İbn Melek, Menar, s, 204 [187] Fatiha 1/ 3; Ali İmran 3/ 26 [188] Bak, Bakara 2/ 282 [189] İbn Abidin, II, 296 [190] El-Kettani, a.g.e. I, 2 [191] Razi, X, 130 [192] Razi, X, 130 [193] Reşid Rıza, V, 168 [194] İbn Teymiye, es-Siyaset-üş Şer’iyye, s, 9 [195] Kamus, IV, 550 [196] Merğınani, Hidaye, II, 104 [197] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 146 [198] Razi, X, 138; Elmalılı, II, 1371 [199] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 10, No: 6 [200] Bakara 2/ 30 [201] Kamus, III, 1162 [202] İbn Teymiye, es-Siyaset-üş Şer’iyye, s, 10–23 [203]
Razi, X, 143 [204]
Buhâri, Ahkâm, 4; Müslim, imara, 39–40 [205] Kamus, III, 349 [206] Bakara 2/ 273 [207] Kamus, II, 130 [208]
Müfredat, s, 25 [209]
Razi, X, 144; İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkıin, I, 10 [210]
Abdülkadir Udeh, İslam Şeriatı, s, 62 [211]
Kamil Miras, Tecrid Sarih, XII,312–314 [212]
Müslim, İmare, 8, No: 1835 [213]
Elmalılı, II, 1375 [214]
Pezdevi, III, 975 [215]
Elmalılı, II, 1378 [216] Mevdudi, Hükümet ve Saltanat, s, 42 [217]
Kamus, II, 131 [218]
Pezdevi, III, 975 [219]
Razi, X, 146 [220] Elmalılı, II, 1379 [221]
Reşid Rıza, V, 236 [222]
Razi, X, 164 [223]
Kamus, II, 422 [224]
Alusi, V, 71 [225]
Abdülkadir Udeh, İslam Şeraiti, s, 28–29 [226]
Kasani, VII, 2 [227]
Mahmut Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, s, 105 [228]
Kamus, III, 307 [229]
Müfredat, s, 263 [230]
Kamus, III, 307 [231]
Razi, X, 207 [232]
Nisa 4/ 32 [233]
Serahsi, Mebsut, VIII, 115 [234]
Buhari, İcare, 3/ 120 [235]
Feridun Ergin, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 44 [236]
Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 74 [237]
Kamus, IV, 70 [238]
Elmalılı, II, 1419 [239]
Elmalılı, II, 1419 [240] İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, VIII, 300 [241]
Kasani, VII, 253 [242]
Ebu Davud, Diyat 18, (4541); Tirmizi, Diyat 1, (1387); Nesai, Kasame 30, (8, 43) [243]
İbn Mace II 878 No: 2634 [244]
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, III, 53) [245]
Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, II, 557 [246]
Bakara 2/ 271 [247]
Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 199 [248]
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, III, 57 [249]
Cassas, Ahkâm-ül Kuran, III, 224 [250]
Mecelle, 88. madde [251]
Cassas, II, 225 [252]
Mehmet Vehbi, Hulasat-ül Beyan, III, 1010 [253]
Serahsi, Mebsut, X, 2; İbn Abidin, III, 217 [254]
Kasani, VII, 97 [255]
İbn Abidin, III, 223 [256]
Ebu Davud, Cihd, 24, No: 2515–2518; Tirmizi, Fedail-il Cihad, 16, No: 1646–1647; İbn
Mace, Cihad, 13, No: 2783–2785 [257] Serahsi, Mebsut, X, 5 [258] İbn Abidin, III, 218; Kamil Miras, Tecrid Sarih, VIII, 250 [259] Ali İmran 3/ 134 [260] Elmalılı, II, 1429 [261] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 49 [262] Kasani, VII, 124 [263] Elmalılı, II, 1437 [264] Alusi, V, 125 [265] Kamus, IV, 313 [266] Kamus, IV, 312 [267] Razi, II, 113; Alusi, V, 127 [268] Alusi, II, 127 [269] Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasat-ül Beyan, III, 1026 [270] Müfredat, s, 483 [271] Kamus, IV, 1192 [272] Razi, XI, 41 [273]
Razi, XI, 43 [274]
Elmalılı, II, 1466 [275] Bakara 2/ 29 [276] Kamus, II, 594 [277] Razi, XI, 49; Alusi V, 150; Elmalılı, II, 1472 [278]
Beyzavi, II, 119 [279]
Buhari, iman:41, Nikâh:5. Müslim,
İmaret: 153. Ebu Davud, Talak:11. Tirmizi, Fazail-i Cihad: 16 [280] Ayni, I, 30 [281] Mehmet Vehbi, Hulasat-ül Beyan, III, 1060 [282] Alusi, V, 153 [283] Razi, XI, 68 [284] Elmalılı, II, 1487 [285] Bakara 2/ 286 [286] Alusi, VI, 14 [287] Cassas, II, 88 [288] Kamus, IV, 1115 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |