. | Yeni Üniversiteler Toktamış Ateş Yanlış anlaşılma endişesiyle
bu köşede defalarca dile getirdiğim bir konuyu tekrar anımsatayım. 2547 sayılı Yüksek Öğretim
Kanunu çıktığı günden beri; hatta daha çıkmadan önce işaretleri alındığı günden
beri bu yasaya karşı çıktım ve onlarca ve belki yüzlerce yazı ve bazıları bu
yazıların derlenmesi olan 4 kitap yayınladım. Aradan geçen yaklaşık 30 yıl içinde;
bu yasada sayısız değiştirmeler yapıldı. Göstermelik bazı "demokratikleştirmeler" eklendi.
Ama işin temel mantığı değişmedi. Türkiye'deki tüm üniversite ve yüksek okullara
"nizam verecek"
merkezi bir organ oluşturulması anlayışı değişmedi. Bugün Türkiye üniversitelerinde
ders vermekte olan değerli meslektaşlarımın yüzde 99'u; bu YÖK düzeni içinde mesleğe
başladılar ve bu düzen içinde mesleklerini yürüttüler. YÖK öncesinden kalan bir
avuç öğretim üyesinin çoğu emekli oldu. Yani YÖK öncesi üniversite düzeni pek
bilinmiyor ve anımsanmıyor. Benim gibi YÖK öncesi düzene de karşı olup; o günlerin
koşulları içinde bir mücadele yürütmeye çabalayanlara; 12 Eylül'ün yarı faşist
yönetimi "alın size demokratik
üniversite" diyerek YÖK düzenini dayattı. 1980 öncesi
üniversitelerinin eleştirilecek çok yanı vardı ama 2547 sayılı yasa gibi baskıcı
bir yasayı asla hak etmemiştik. Olan oldu artık... Gençliğimde büyük kentlerin dışında
üniversite açılmasına şiddetle karşı çıkardım. "Bir kente üniversite açılabilmesi için o kentin
kültür ortamının hazır olması gerekir" diye düşünürdüm.
Yani; gelişmiş kitaplıkları, tiyatroları, konser salonları vb. olmasını isterdim.
Sanki bunlar büyük kentlerimizde varmış gibi... Gençlik işte. Bizler gençtik ama yaşını
başını almış ve büyük saygı duyduğumuz pek çok meslektaşımız da bu görüşü
paylaşırdı. Adana'daki Çukurova Üniversitesi'ni; Eskişehir'deki Anadolu
Üniversitesi'ni; dikkate almaz; Erzurum'da bir türlü yeterli gelişmeyi gösteremeyen
Atatürk Üniversitesi'ni ve Trabzon'da (daha sonra hızlı Atatürkçü kesilen Kemal
Gürüz'ün damgasını vuracağı) Karadeniz Teknik Üniversitesi'ni düşünürdük.
Yukarıda parantez içine aldım ama YÖK Başkanlığı'nı bir tür "krallık" sanan Kemal Gürüz'ün
Türkiye üniversitelerine yaptığı kötülüğü anlatmaya sayfalar yetmez. Ama ben "ölmüşe kurşun sıkılmaz"
ilkemi sürdürmek istiyorum... Evet; bizler büyük kentler dışındaki
yerleşim birimlerine üniversite açılmasına karşıydık ama 1974'te yani doçentliğinin
ilk yıllarında bizim İktisat Fakültesi yönetiminin Bursa'da uzun yıllardan beri
(sanıyorum Ankara Tıp Fakültesi'nin bir uzantısı olarak) başarılı işler yapan
Tıp Fakültesi'yle birleşerek bir üniversite kurmaya ve İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi'nin programını aynen uygulamaya karar verdiğini öğrendik. Biz
İktisat'ın genç öğretim üyeleri; Bursa'yı hâlâ "küçük kent" sandığımız için
bu işten pek hoşlanmamıştık ama doğal olarak lafımızı dinleyen pek yoktu. Her hafta Bursa yolu görülmüştü... Zaten aynı dönemde bir de Makine
Fakültesi kurulmuş ve 3 Fakülteli Bursa Üniversitesi oluşturulmuştu. Bizim dekan
çok değerli arkadaşım ve meslektaşım Prof. Dr. Ali Özgüven idi. Üniversitenin
rektörü de rahmetli Prof. Dr. Fethi Tezok olmuştu. Daha önceleri turist olarak gittiğimiz
Bursa'ya böyle bir görevle gidince; Bursa'nın pek de küçük bir kent olmadığını
anlamıştık. Ancak derslerimizi yapacağımız "Amerikan
barakalarını" gördüğüm zaman moralim bozulmuştu. Gerçekten
Hürriyet Mahallesi'ne giden yoldaki boş bir araziye (her türlü konfora sahip olsa
bile) barakalar kurulmuş ve dersler başlamıştı. Bugün Uludağ Üniversitesi'nin
(en azından görünüşte) mükemmel kampusunun bulunduğu Görükle sırtları ot
bitmeyen topraklardı. Fethi Bey'in buraları alma konusundaki ısrarını
anlayamamıştık. Ama gene de bir biçimde "ağaçlandırma"
faaliyetine katıldık ve 5'er 10'ar ağaç da biz diktik. Bugün Uludağ Üniversitesi'nin
çevresindeki "ormanlar"
işte böyle oluştu. Ve o barakalarda başlayan üniversite 1980 sonrası; Eğitim Enstitüsü,
Yüksek İslam Enstitüsü ve İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi'nin de katılmasıyla
bugün (sanıyorum) 30 binin üstünde öğrencisi olan Uludağ Üniversitesi'ne dönüştü. Doğrusu bu gelişmeyi adım adım
izleyen bir akademisyen olarak "taşra (!)
üniversiteleri" konusundaki değerlendirmemi kökünden değiştirdim. Bugün Anadolu'daki hemen her
kentin halkının üniversite istemesinin ardında elbette ekonomik beklentiler yatıyor.
Ev sahiplerine kiracı; esnafa müşteri çıkıyor. Fakat bir kente üniversite kurulduğu
zaman; o üniversite benim gençliğimde çok meraklı olduğum "kültür ortamını" kendi
oluşturuyor. Halkımız (Silahlı Kuvvetleriyle
birlikte); üniversiteler için bir kaynak aktarıyor. Hele yeni açılan üniversiteler
için "yok" yok. Zaten
yörenin zenginlerinin de katkısıyla; birkaç yıl içinde inanılmaz değişimler
yaşanıyor. Yüzlerce hatta binlerce genç insanın günlük yaşama katılması; bazen
ufak tefek rahatsızlıklar doğursa bile yörenin rengini değiştiriyor. Bu düşüncelerin ışığı
altında; YÖK'ün yeni üniversitelere izin vermesine çok olumlu bakıyorum. (YÖK'ün
her işi kötü olacak değil ya.) Ve yurtdışında doktora yapan binlerce gencimiz; bu
üniversitelerin potansiyel öğretim kadrosu olacak nitelikte. Daha ne isteriz...
DEVEYE SORMUŞLAR BOYNUN NEDEN EĞRİ? Yorum: Prof. Dr. Osman
ESKİCİOĞLU Dini, ilmi, idari ve iktisadi
kurumlar bir toplumun temel-vazgeçilmez organlarıdırlar. Bir insan vücudundaki
organların birlikte çalışıp birbirine bağımlı olduğu gibi, toplumdaki bu kurumlar
da öyle olup bir uzviyet içersinde sosyal bünyede birlikte çalışıp hizmet
üretirler. Onun için toplumu meydana getiren unsurların hepsinin yerli yerine tam
oturması gerekir. Bu sebeple her organ tam bir doğallık ve normallik içersinde kendi
üzerine düşen görevini yaparsa diğerlerine zarar vermemiş ve engellememiş olur. O yüzden
yarım veya çeyrek çalışan bir kurum ve organ, diğerlerinin de yarım veya çeyrek
çalışmasına sebep olur. Sindirim sisteminin yeri ve işi bellidir; solunum sistemi
kendi sınırları içersinde işlevini yerine getirir. Dolaşım boşaltımın işine
karışmaz; bunlardan her biri diğeri ile aynı işi yapmaya da kalkmaz. Rönesans medeniyetinin ortaya
koyduğu sosyal bünyenin bilim alanına bakacak olursak birçok kargaşa, belirsizlik ve
bilinmezliklerle karşılaşırız. Bilim adına bir bilim alanında bilinmezliklerin
bulunması insana çok acı veriyor. Burada hemen sormak lazım: Bilim devletin mi,
milletin mi, resmi mi, gayri resmi mi? Bugün bu tam anlamıyla bir bilinmezdir. Çünkü
bir tarafta özel okullar, diğer tarafta ise resmi okullar var. Bu özel ve tüzellikten
hangisi doğru? Bünyede hangi iki organ aynı şeyi yapıyor. Deveye, boynun neden eğri
diye sormuşlar; nerem doğru diye cevap vermiş. Bu Rönesans kültürünün insana ve
topluma bakan tarafının neresi doğru acaba? Bu mektep, bu medrese, bu meclis, bu
kışla ve bu fabrika işlevlerini tam yapıyorlar mı, yoksa ikame kanunundan
yararlanarak, yulaf ve çavdar oldukları halde buğday yerine mi geçiyorlar? Yoksa
kanser olması sebebiyle midesi alınan bir vücut, mideleşmiş bir kalın barsak ile mi
çalışıyor? Evet, aynen öyle; ortada gözü ile işitmeye, kulağı ile görmeye, eli
ile koklamaya ve burnu ile dokunmaya çalışan bir sosyal bünye var. Onun için bu
toplumda normal değil, anormal bir işbölümü ile karşı karşıyayız. Burada hemen yine soralım: Eğitim
öğretim faaliyeti kime aittir, bu görev, devletin mi halkın mı, ders geçme mi esastır,
yoksa sınıf geçme mi, okutulacak müfredatı devlet mi tayin eder, yoksa eğitimciler
mi, öğrenci kendi hocasını kendisi seçecek mi, yoksa hocayı devlet mi tayin edecek,
öğrenim paralı mıdır, yoksa parasız mı, hangi okullar, nerede, nasıl ve kaç tane
açılacak bunu kim tayin edecek, halk mı, yoksa devlet mi, yapılmakta olan okullara
giriş imtihanları bir ihtiyaç mıdır, yoksa değil midir? Bütün bunlar eğitim ve öğretim
kurumlarının sorunları, soruları ve çelişkileridir. Eğer normal olanı bilmezseniz
anormal olanı anlayamazsınız. Bu ülkenin sadece bilim hayatı arızalı değil,
yalnız eğitim ve öğretim dünyası veya üniversite problemli değil, bugünün insan
hayatının her alanında yığınla-diz boyu çözülecek meseleler var. Bence ilk
problem, insanın kendisini tanımasıdır. Kendisini tanımayan bir insan ve toplum bilim
meselesini ve üniversite problemini çözemez. İnsan, din ile bilimin kesiştiği
noktadan geçen düzlemde yaşayan bir varlıktır. İnsanın ve toplumun başka bir
özelliği de onun bir bileşim ve bir bileşke olmasıdır. Din olmadan bilim çalışmaz,
bilim olmadan da din işlevini yerine getiremez. Sosyal bünyeden dini uzaklaştıran bu
medeniyet, mekteplerdeki bilimi topal bırakmıştır. Din ışık tutmayınca bilim,
karanlıkların çıkmaz sokaklarına dalmıştır. Böylece iş çıkmaza girince
millete-halka ait olan bir alan da ister istemez el değiştirmiş ve devletin eline geçmiştir.
Hâlbuki el, kalem tutar, ayak ise yürür, elleriyle kalem tutanlar ne kadar iş görür.
Eğitim ve öğretimi resmileştirenler ve üniversiteyi devletleştirenler ayaklarıyla
yazmaya çalışanlardır. İnsanlar fotokopi değil, sınıflardaki öğrenciler bir
çobanın önündeki sürü değil, her insanın ve her öğrencinin bir özel ve güzel
tarafı vardır. Kuş alayıyla uçar misali sınıf esastır demek yanlıştır. Onun için
sınıf atlamak değil, ders geçmek esas olmalıdır. Eğitim-öğretim işleri merdiven
basamakları gibi birbiri üzerine dayanmalıdırlar. İlk-orta-lise ve üniversite birliği
sağlanmalıdır. Orta öğretim ve yüksek öğretim birbirinden hem ayrı ve hem de
kopuktur. Üniversite sanki boşluktadır. Her okulda din ve bilim
okutulmalıdır. Dini okullar ve gayri dini okullar ayrımı da bir bölücülüktür. Ne
o fen ve sosyal ayrımı, hem de liselerden başlayan bir ayrım, toplum ve insanlarda böyle
bir ayrım ve bölüm var mı? İnsanların ve toplumların birinci katları fen, ikinci
katları da sosyal mi dersiniz. Bu işleri temelden ele almadan yeni üniversite açılsın
mı, açılmasın mı tartışmalarına çözüm getiremezsiniz. Azlık çokluk meselesini
devlet çözemez, politika okul açma aracı değildir. Bu ülkede terzi, berber, tornacı
ve tamirci işlerini kim planlayıp düzenliyor. Yoksa bunlar düzensiz mi gidiyor. Bu ne
güzel bir düzensizliktir ki, bunların ne çokluğundan şikâyet var ve ne de yokluğundan,
bunlar azdır diyen de yok, fazladır diyen de yoktur. Devlet eğitim ve öğretim
işlerini gerçek sahibi olan halka bıraksın, kendisi ise her zaman ve her yerde kontrol
edip denetlemesini yapsın. O zaman yeni üniversiteler açılsın açılmasın, doktor
sayısı az, şu meslekten olanlar çok tartışmaları da bitecektir. Hem ilimde ve hem
de siyasi alanda ve olaylarda biz toplumda piramit örneğini öneriyoruz. Yukarıya çıktıkça
katılım kendiliğinden azalacak ve ayıklama yapay değil, doğal olarak kendiliğinden
olacaktır. Hâlbuki bunu bugün adına imtihan dedikleri bir zulüm aracı ile
yapıyorlar. İnsan iradesine baskı yapılmamalı, kişi yönlendirilmemeli ve herkes
istediği okula gidip girmelidir. Evet, bize göre okullara giriş
imtihanları birer zulümden ibarettir. Hele o koşu atı gibi imtihanlara çalışan
o öğrencilere çok acıyorum. Çalıştıkları şeyler ve bu kadar uğraştıkları
hazırlıklar bari bir bilim olsa, hayatta bir fayda sağlasa hiç yüreğimiz yanmaz.
Fakat ne gezer… Onun için yazıktır bu zamana, yazıktır bunca emeğe ve genç dimağlara,
lüzumsuz ezber çabalarına, bu hafızaya ve bu belleğe… Ruh ile beden insanı meydana
getirince toplumda da din bilimle birleşir ve sosyal bünyeyi meydana getirirler. Bu
demektir ki, böyle bir hayatta doğruluklar ve iyilikler üretilir ve bünyeye uygun
gelen faydalı ve güzel şeyler meydana getirilir. Hâlbuki bugün insan hayatında
doğal bir işbölümü yapılmadığı için, hepsinden öte hayatın her alanında ama
her alanında oto-kontrol, rekabet ve kendine özel kar-zarar dengesi kurulamadığı için,
her alanda defolu üretimler yapılmaktadır. Doğal haliyle özel olan bir şey, tüzel
olur mu, milletin yapacağı bir şeyi devlet üstlenir mi, kişinin kendi şahsi
kabiliyetine dayanan şey başkalarının tercihlerine bırakılır mı? Hekim olmak
isteyen bir kimse neden mühendis veya avukat yapılıyor. Bir kişi ve kişilik, bozuk düzen
sebebiyle kendisine ters düşer mi? Zorla güzellik, güzellik olur mu? Bugünkü
toplumda ben istediğim fakülteye girdim diyebilenlerin sayısı acaba yüzde kaçtır.
Ben şahsen bunların yüzde on bile olmadığını düşünürüm. Haydi, yüzde on
miktarında bir öğrenci sayısı istediği fakülteye gidip girebilsin. Diğer geri
kalan yüzde doksanının ise istemediği bir diploma ve istemediği bir meslek, böyle
bir şey olabilir mi? Bir düzen halkın yüzde onunun lehine, fakat yüzde doksanının
ise aleyhine çalışır mı, böyle bir eğitim sistemi olur mu? Bütün bunlar bozuk düzenin, eşyanın
tabiatına ters düşen çarpık sistemin defolu düşünceleri, uygulamaları ve
teorileri ve pratikleridir. Bize göre eğitim ve öğretim hem de baştan sona dün
tarihimizde olduğu gibi vakıflar yoluyla halk tarafından yürütülmeli ve herkese
ücretsiz ve karşılıksız olmalıdır. Herkes istediği okula gidip kaydolmalı ve
kendi hocasını seçebilmelidir. Sınıf geçme değil, ders geçme esası
uygulanmalıdır. Bilimin resmisi gayri resmisi, devlete ait olanı ve millete ait
bulunanı olmaz. Su her zaman ve her yerde 100 derecede kaynar. Resmiler kaynatınca su 50
derecede kaynamaz. Milletine insanına inanmayan ve güvenmeyen devlet, devlet olmaz. Eğitim
ve öğretimde meydana gelen piramit doğal bir şekilde kendiliğinde toplumda
ayıklanmayı meydana getirecektir. İmtihanların elemesi sunilik ve yapaylıktan başka
bir şey değildir. Bizden söylemesi…
|
. |