.

İNSAN ZİMMET HUKUKUNA SAHİPTİR [1]

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

 

İnsan, saygın, dokunulmaz, kutsal, güvenilir, söz veren, sözleşme yapan ve sadece insan olduğu için korunup kollanan ve yaşatılması gereken bir varlıktır. İnsanın bizzat kendisi kutsal olduğu gibi, onun eli, ayağı, gözü ve kulağı da kutsaldır. Onun sadece fiziki organları kutsal değil, aynı zamanda düşünce ve fikirleri, görüş ve inançları, içtihat ve kararları da saygındır. Varlıklar arasında insanın bu ayrıcalıklı yeri onun fizik ve fizyolojisinden değil, fizik ötesinden yani metafiziğinden kaynaklanmaktadır. Aslında insanın hukuk sahibi olması da metafiziğe dayanır. Çünkü biz insanı sadece fizik yönü ile ele alacak olursak onun diğer hayvanlardan pek farkı olmadığını görürüz. Zaten İslam, bu sebeple ve insanın bu özelliğinden dolayı onun hukukunu metafiziğe dayandırmaktadır. Bu konuda Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesi adlı eserinde şöyle diyor: “Aslında fıkıh (İslam Hukuku), mutlak felsefesine ve metafiziğe dayanır. Mukavele nazariyesini de doğrudan doğruya metafizikten çıkarır”[2]

İşte bize göre insanın bizzat kendinden değerli olduğunu gösteren onun zimmet hukuka sahip olmasıdır veya insan zimmet hukukuna sahip olduğu için, hiçbir şeye ihtiyaç göstermeden bizzat kendi varlığı ile o bir değer kabul edilir. Şimdi bu girişten sonra zimmet nedir, sözlük ve terim olarak zimmet kelimesi hangi anlam ve anlatımları dile getirir onu açıklamaya çalışalım.

1- Sözlük olarak:

 

Zimmet kelimesi, sözlük olarak, ahd, eman, güven, kefalet, korunup muhafaza edilmesi gerekli olan şey manalarına gelir. Zimmet tabiri ahd ve emana, tekeffüle yani bir borcu yüklenmeye kabiliyetli olan yer-mahal anlamına da kullanılmaktadır. [3]

 

2- Terim olarak

İslam hukukçuları zimmeti terim olarak şöyle açıklamışlardır:

Zimmet, kişiyi alacaklı veya borçlu olmaya ehil kılan manevi bir vasıf ve sıfattır. Başka bir ifade ile her insanın hak ve vazifelere sahip olmasıdır. [4]

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bütün insanlar belli bir yaştan sonra hiçbir şeye muhtaç olmadan, sadece söz vererek alacaklı veya borçlu olabilirler. Bugün bu özelliğe hukuk dilinde kişilik ya da şahsiyet adı verilmektedir. Şahsiyet, bölünmez, parçalanmaz, azalmaz, çoğalmaz, yok edilemez ve bir başkasına devredilemez bir özelliktir. Aslında bu tabi insan olmanın gerektirdiği bir husustur. Kişi insanlığından ayrılıp çıkamayacağına göre, kişiliğinden de ayrılamaz ve bu kişilik alınıp satılmaz ve sayısı artırılıp çoğaltılmaz.

Bu söylediklerimiz İslam hukukunun kendi sahip olduğu hukuk mantığı içersinde ortaya koymuş olduğu esaslardır. Buna göre bir kimse bir kimseye kefil veya vekil istemeden sadece onun vereceği söze dayanarak borç verebilir. Tabi bu ödünç para veya veresiye alış verişlerde ve buna benzer muamelelerde ayetin emrine göre iki şahit tutulması zorunludur. Hatta iki şahit değil, yazılması, alacaklı ve borçlunun ve borç miktarının yazılı belge ile tespit edilmesi emredilmektedir. [5]

Hâlbuki bugünkü uygulamalar, sadece bireyler arasındaki değil, devletin resmi kurumları ile vatandaşlara karşı muamelelerinde böyle bir uygulamadan uzaktır. Mesela vekil veya bir kefil göstermeden ya da bir tapunuzu ipotek altına aldırtmadan bir bankadan kredi çekemezsiniz ve para alamazsınız. Yani bugünkü hukuk anlayışına ve uygulamasına göre insana güvenilmez ve insanın kendi özüne dayanarak ve onun verdiği söze dayanarak bir kredi açılamaz. Yani bizim tabirime göre insanın zimmeti yoktur. Hâlbuki Mecelle’de “Beraet-i zimmet asıldır” [6] denilmek suretiyle kişilerin doğru, dürüst kabul edilmeleri, aksi sabit olmadıkça onların suçsuz ve verdikleri sözlerini yerine getirir kabul edilmeleri gerektiği bildirilmiştir.

Zimmet-kişilik artmaz ve eksilmez dedik; oysa bugün bunun böyle bir uygulaması bulunmadığı açıktır. Bugün bazı uygulamaları ele aldığımız zaman insanların daha doğrusu mal mülk sahibi zenginlerin bir kişilik değil, on, yirmi, otuz ve hatta elli kişiliğe sahip olduğu görülür. Kimi şirketlerde bir kişi elle bir hisseye sahip olduğu zaman hep onun dediği olur. Diğer geri kalan yüzde kırk dokuz hisseye 49 kişi sahip olsa bile faydası yoktur, yine o bir kişinin dediği olur. Ortaklarda kırk dokuz kişi yok kabul edilerek yüzde elli bir hisseye sahip olan o bir tek kişinin dediği olur, onun sözü ve görüşü uygulamaya konulur. Peki bu anlayış hangi hukuk kuralından kaynaklanmakta ve hangi usule dayanmaktadır. Yalnız başına mal veya para değerini nereden alıyor. Eğer Rönesans medeniyetinin hukuk anlayışında hukukun sebebi akıl ise, mal ve paranın aklı var mı ki, bir tek kişi zengin olduğu için yüzde elli bir hisseye sahip oldu diye onu dediği oluyor ve karşısındaki 49 kişi yok sayılıyor. Bu tam anlamıyla çelişkiden başka bir şey değildir. Çünkü para veya mal ne akla sahiptir ve ne de bir zimmeti vardır.

Bu İslam hukukuna göre yanlış bir uygulamadan başka bir şey değildir. Daha doğrusu bu anlayış veya uygulama hiçbir dayanağı olmadan vatandaşlar arasında imtiyazlı insanlar yaratmaktadır. Çünkü para, mal ve mülk insana şahsiyet vermez; bunların herhangi bir hukuk süjesi olmaya hakları yoktur. İslam hukukuna göre hukukun sebebi, insanların ruhlar âleminde Allah’a kendisini Rab tanıyacaklarına dair söz vermiş olmalarıdır. Varlıklar arsında Allah’ın verdiği hilafet görevini ve tüm varlıklara karşı Allah’ın bir memuru ve bir görevlisi olarak çalışmayı ve Allah’ın emir ve tavsiyelerini uygulama emanetini üstlenen sadece insan olmuştur. O sebeple de varlıklar arasında hukuka sahip olan yalnız insandır. Hukuk ise düşünme, eylemler arasında karar verme ve uygulama demektir. Yani akıl ve irade sahibi olarak dengeli davranarak tüm hareket ve davranışlarında iyiyi, güzeli, yararlıyı ve doğruyu seçmesidir. Tek kelimeyle insan olmaktır. Zaten bizim anlayışımıza göre insan hukuka mahsus olduğu gibi, hukuk da insana mahsustur. Bu demektir ki insana hukuk dışı asla bir muamele yapılamaz. Eğer bugün dünyada herhangi bir ülkede hukuk dışı olaylar oluyorsa bu onların ilkel ve primitif olduğunu gösterir. Hukuk insana mahsustur; malların ve eşyanın uyguladıkları bir hukuku yoktur. [7]

Ülkemizin yetiştirdiği büyük hukukçulardan birisi olan Ali Himmet Berki, zimmet hukukunun sadece insana ait olduğu konusunda şunları söylemektedir: Cenab-ı Hak hayvanları his ve iradi hareketle diğer yaratıklardan ve hayvanlar arasından insanları da akıl ve zimmetle diğer hayvanlardan ayırıp imtiyazlı kılmıştır. [8]

Verdiği sözleri yerine getirmeyenler zemmedilip kötülendiği için söze dayalı bu hukuk özelliğine zimmet adı verilmiştir. Bilindiği gibi başka dinlere mensup gayri Müslim vatandaşlara İslam hukukunda zimmi adı verilir. Zimmiler İslam devletine belli bir miktarda vergi verirler, bunun karşılığı olarak da onların can, mal, ırz ve namus güvenlikleri sağlanır. Zimmilerle yapılan bu sözleşmeye uyulmadığı zaman onlara kötülük yapılmış olur. İşte bu sebepten dolayı zimmiler böyle bir duruma hak etmedikleri için kendilerine bu ad verilmiştir.

Sözde Rönesans medeniyeti insana değer vermiş ve insan merkezli bir dünya anlayışı getirmiştir. Hayır, hayır, bu asla doğru değildir. Tam tersine bu medeniyetin getirdiği hukuk anlayışı daha insanın hukuk kişiliğinden birçok şeyi alıp götürmüştür. Tarım toplumunun insanı daha özgürdü; kendi tabiat ve doğasına daha yakındı. Sanayi toplumunun insanı ise eşya ile aynı düzeyde bulunmaktadır. Sözünün geçerli olması için kendi kişiliğinden değil, para-puldan yardım ummaktadır.

Ümit ederim ki, inan haklarını dillerine pelesenk eden hukukçular, bu mesele üzerine eğilirler böylece insana yeniden insanca yaşama hak ve hukuku tanınmış ve kişiliği kendisine yeniden iade edilmiş olur.

 

[1] Zimmet, koruyup kollama, himaye edip koruma demektir. Makaledeki anlamı ise kişinin kendine dayanarak, söz vererek her türlü sözleşme yapma yetkisine sahip olmasıdır. 

[2] Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesi, Rıza Coşkun Matbaası, İstanbul, 1946, s. 82

[3] Mütercim Asım Efendi, Kamus, IV, 294, el-Mucemü’l-Vasiyt s. 315, Ahter-i Kebir, s. 406; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 422.

[4] Fahru’l-İslam Ali b. Muhammed el-Pezdevi, Kefu’l-Esrar, IV, 1357, Daru’l-Hilafet, 1307; Molla Husrev, Mehmet b. Feramurz b. Ali, Mir’atü’l-Usul, Amire Matbaası, İstanbul, 1890/1307, s. 321; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, III, 422

[5] Bakara 2/ 282

[6] Mecelle 8. madde

[9] Molla Hsrev, Mir’atü’l-Usul, s. 321

[10] Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, Örnek Matbaası, Ankara, s. 57


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.