Bugün hemen hemen bütün
dünya batı medeniyetini yaşıyor diyebiliriz. Batı medeniyeti ise tamamen deney ve
tecrübeye dayandığı için laboratuara girmeyen ve giremeyen şeyleri de deneye tabi
tutması sebebiyle zaman zaman tabiatın direnişi ile karşılaşmıştır.
Böylece girdiği çıkmaz sokaklardan geri dönmek mecburiyetinde kalmış ve o çıkmaz
sokakların alternatiflerini arayıp bulmaya çalışmıştır. İşte tamamen batı
patentli ve o kültürün ürünü olan Sosyal Dayanışma teori ve pratik
arayışları da bundan başka bir şey değildir. Çünkü ilk kendisini göstermeye
başladığı zamanlardan beri bireyciliği ve bireyin menfaatini ve çıkarcılığı ön
planda tutan bu Rönesans düşüncesi, bu bireycilik bataklığının yanlış ve
zararlarını toplumun her tarafında görmesi sebebiyle sosyalizasyon yollarını aramaya
başlamıştır. Biz de kendi olamayan, o yüzden onların arkasından giden, onların
takipçileri, artçıları ve artıkları olduğumuz için, arızalı toplumun,
hastalıklı ekonomisinin pansuman tedavisi gibi bir şey olan sosyal dayanışma
fantezileri ile vakit geçiriyoruz.
Bu girişten sonra artık İslam ve Sosyal Dayanışma başlığının son
derece ehemmiyet kazandığı kanaatindeyim. Çünkü yazdığım bu cümlelerden ne demek
istediğimi çok iyi anlayan değerli okuyucular, acaba bu işler yani mali ve nakdi
yardımlaşmalar, iktisadi ve içtimai dayanışmalar acaba İslamda
nasıldır diye kendi kendilerine sormaya başlayacaklardır. İşte ben hemen şimdi
onların bu dört gözle cevabı bekler durumda olmalarından güç alarak ifade etmeye
başlıyorum.
İslam, bugünkü sistemlerde olduğu gibi ne sadece bireyci ve birey merkezli bir dünya,
ve ne de toplumcu ve toplum merkezli bir alemdir. İslam hem bireyi ve hem de toplumu
tutan, bireyi toplumla, toplumu da bireyle tamamlayan bir teori ve pratiktir. Sosyal
dayanışma açısından düşündüğümüzde bireye bireysel açıdan bakacak olursak,
onun kendi iradi ve ihtiyari hareket ve davranışlar içersinde sadaka, hayır ve
bağışlarla çepeçevre kuşatıldığını görürüz. Aynı bireye toplum açısından
baktığımız zaman eğer o zengin ise hukuki-mecburi-zorunlu bir davranış ile, yani
İslam toplumunun vergisi olan zekat yükümlülüğü ile karşı karşıya olduğunu
müşahede ederiz. Buradan anlaşılıyor ki, birey bir taraftan kendisine göre serbest
bir şekilde, bir sivil toplum hareketi gibi mali bir yardımlaşma yapmakta, diğer
taraftan da topluma zorunlu bir şekilde ödeme yapıp sosyal yardımlaşmaya hukuki bir
katkıda bulunmaktadır.
O halde İslamda resmi ve sivil hareket birbirini tamamlayan iki unsur gibidir.
Zaten İslamın dünyevi meselelerde bilhassa ekonomik alanda resmi-sivil gibi hep
ikili sistem uyguladığı görülür. Kuranda Tevbe Suresinin 60. ayetinde devlet
bütçesinde payları olan 8 sınıf zikredilmektedir.
Bunlar içersinde bilhassa iki sınıf sosyal
yardımlaşmanın omurgasını teşkil eden, belki hasta, belki de iş gücü olmayıp
çalışamaz durumda olduğu için devlet bütçesinden bugünkü ifade ile aylıklarını
alan hak sahipleri vardır. İkinci sınıf ise iş gücü var, çalışabilir, belki de
bir meslek sahibi, ama parası ve sermayesi olmadığı için çalışamayan üretemeyen
kimselere yine devlet bütçesinden makine, alet, araç ve gereçlerin temini için
verilen paylarla üretime kazandırılan kimselerdir.
Bu sosyal bir yardım değil, bir atıfet değil, bir
yardımlaşma değil, devletin resmi-hukuki ve mecburi olarak bütçeden hak sahiplerine
yaptığı bir ödemedir.
Yine resmi bir devlet geliri olan savaş gelirlerinin beşte
biri Enfal Suresinin 41. ayetinde ifade edildiği gibi, 6 sınıf arasında Allah, resul,
akrabalar (bu sınıf yaşlı olan kimselere bakanlar olarak da yorumlanabilir),
yetimler, yoksullar ve yolcular gibi kimseler arasında eşit olarak paylaştırılır. Bu
sınıflar aynı şekilde Haşr suresinin 7. ayetinde fey gelirlerinden bahsedilirken de
anılmaktadır. Burada Allah hakkı olarak zikredilen pay, ilgili şuranın kararı ile
toplumun muhtaç olduğu hastane, mescit, cami ve yol gibi her yere harcanabilir.
Bakara Suresini 177. ayetinde akrabalar, yetimler, yoksullar, yolcular, dilenciler ve
köleler (işçiler ve memurlar gibi dar gelirlilerden) bahsedilmektedir.
Ayrıca yine aynı surenin 215. ayetinde de ana-babalar,
akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolculardan bahsedilmektedir. Bu sınıflar da
kişilerin yardım ve yardımlaşmaya verdikleri değer kadar kendi gönüllerinden
ihtiyari olarak yapacakları maddi yardımlarla kendilerine düşen hisselerini almış
olacaklardır.
İslam insanı ev ve cami olmak üzere iki büyük dayanışma ile kuşatmış
bulunmaktadır. Bireysel ihtiyaçlar evde giderilir. Ev bireyin bireysel yönünü temsil
eder. Ev bireyin inşa edildiği bir yer olup cami kadar kutsaldır. Bir evin içinde olan
tüm fertler birbirlerine hem hukuki ve mecburi, hem de ihtiyari ve ahlaki bağlarla
bağlıdırlar. Böylece ilk sosyal dayanışma evde, insanın doğup büyüdüğü,
yetişip kişiliğini aldığı, toplumun bir hücresi ve temel taşı olan ailede, yuvada
başlamış olmaktadır. Toplumsal ihtiyaçlar cami ve cami etrafında kümelenmiş divan
merkezlerinde görülür. Cami de toplumu ve toplumun toplumsal yönünü temsil eder.
Toplumu ilgilendiren tüm çalışmalar ve her türlü dayanışmalar buralarda
yürütülür.
Özet olarak İslam hukukunda nafaka, miras, hayır ve sadakalar, zekat, fey, ganimet,
öşür ve humüsler, velayet-i amme ve velayet-i hassa kurumları dayanışmayı hem
bireysel ve hem de sosyal dayanışmayı birlikte sağlarlar. Bu ise bir sistem
meselesidir. Her sistem de kendi bünyesi içersinde geçerli
olur.
Kadını ve kadın haklarını tanımadıkları için onu adeta ezmeleri sebebiyle
feminizmi ortaya çıkaran, çevreyi tanımayan onu sömürmek isteyen, hayvan, bitki ve
cansız varlıkların hak ve hukuklarına saygı göstermedikleri için çevrenin
bozulduğunu görüp o sebeple yeşil barışı öne sürenler, yanlış insan ve
toplum anlayışlarından kaynaklanan bir takım arızalar sebebiyle sosyal dayanışma
gibi bir slogan ortaya koymuşlardır.
Bugün tüm insanlığın yaşamakta olduğu dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi
ve ailevi problemlerin çözümü için tek çıkar yol İslamdır.
İslam yeniden anlaşılıp yorumlanıp ve bir program halinde insanlık alemine
sunulması lazım gelen tek dindir. Bütün müslümanlar İslamın temel iki
kaynağı olan Kuran ve Sünneti anlama ve anlatma, yaşama ve yaşatma konusunda
katkıda bulunmaları gereken kimselerdir. Bu anlamda bir niyetleri, düşünce ve
faaliyetleri yoksa bundan dolayı dinen sorumlu olduklarına ve olduğumuza inanıyorum.
Sosyal dayanışmanın da ancak İslam inanç, kültür ve ameliyle
gerçekleşebileceğini düşünüyorum.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi