Haddizatında şeriatta
herhangi bir tearuz yoktur; tearuz ancak müctehidin nazarında bulunur.
Burada, mutlaka zikretmemiz
gereken bir mukaddime vardır. O da şudur: Şeriatın esaslarına vakıf olan kimse,
şer'î delillerin kendi nazarında hemen hemen tearuz etmediğim görür. Nitekim
şer'î mesâilin arka plânına vakıf olan kimseler de hemen hemen hiç müteşâbihle
karşılaşmaz. Çünkü şeriat, kendi içerisinde bir bütündür ve cüzleri arasında
asla tearuz yoktur. Bu gerçeğe ulaşan kimse, vakıada olanı yakalamış olur;
dolayısıyla da onun nazarında bir tearuz bulunmaz. Bunun içindir ki,
müslümanların üzerinde tevakkufu gerektirecek şekilde tearuz ettiğine dair
icmâ ettikleri iki delil bulunmamaktadır. Ancak müctehidler, teker teker ele
alındıklarında hatadan masum değillerdir. Bu itibarla onların nazarlarında deliller
arasında tearuzun bulunması mümkün olmaktadır. Bu nokta anlaşıldı ise diyoruz
ki: [1]
Tearuz ya haddizatında
da öyle olduğu, ya da müctehidin kendi nazarında öyle bulunduğu noktasından ele
alınır.
Haddizatında da öyle
olduğu noktasından ele alındığında tearuz, kesinlikle mümkün değildir. Daha
önce İctihâd bölümünde (şeriat tek hüküm üzere bulunur meselesinde) bu konu
üzerinde yeterince durulmuştur.
Müctehidin nazarı itibarıyla
tearuzun bulunmasına gelince, bu ihtilafsız mümkündür. Şu kadar var ki
müctehidler, iki delil arasında cemi mümkün olmayan her bir yere nisbetle
tearuzun olabileceğini belirtmişlerdir. Doğrusu da budur. Çünkü iki delil
arasını ce-metmek eğer mümkünse orada bir tearuzdan bahsetmek mümkün değildir.[2] Hâss
ile âmm[3],
mutlak ile mukayyed vb. gibi.[4]
Ancak biz burada
Allah'ın izniyle aralarını cem mümkün olmayan kısım hakkında usûlcülerin söz
etmedikleri şeyler üzerinde duracağız, aralarını cem mümkün olan kısımdan da
önemli türler ortaya koyacağız. Her iki kısma birlikte bakılması sayesinde
—Allah'ın izniyle— bu konuda ictihâdla uğraşanların pek çoğuna zor gelen şeyler
müctehide kolay hale gelecektir. Tevfîk Allah'tandır.
Önce aralarında cem mümkün olmayan
kısmı ele alalım: [5]
İctihâd bölümünde
geçtiği üzere ihtilâfin esasını, Sâri' Teâlâ'-nın kasdımn açık bulunduğu müsbet
ve menfi iki uç tarafın arasında kalan kısımlar oluşturmaktaydı. Çünkü bu iki
uç arasında kalan ve ortada yer alan kısım, şer'î delilin ilgili bulunduğu bir
sebepten dolayı her iki tarafın da hükmünü alabilmekteydi. Bunun sonucunda
ortada yer alan şeye uç taraflarla ilgili olan deliller (isbat delili ile nefy
delili) aynı anda taalluk etmekte ve onu kendi hükmüne katmaya çalışmaktadır.
Böylece de o şey hakkında iki delil tearuz etmektedir. Bunun tabiî sonucu
olarak da tercihe ihtiyaç doğmaktadır. Tercihe imkân yoksa tevakkuf etmek
gerekmekte ve konu müteşâbihâttan sayılmaktadır. Orada bu mânâ açıklanmış
olduğu için, burada sözü uzatmaya gerek bulunmamaktadır.
Sözü edildiği şekil
üzere, nasıl ki deliller arasında tearuz[6]
ger-çekleşebiliyorsa, aynı şekilde delil mertebesinde bulunan şeyler arasında
da tearuz gerçekleşebilir; mukallide nisbetle müctehidle-rin görüşlerinin
tearuz etmesi gibi. Çünkü ictihâdî görüşlerin mukallide olan nisbeti,
delillerin müctehide olan nisbeti gibidir.
Farklı hükümlere
delâlet eden alâmetlerin tearuzu da böyledir. Meselâ bir tür eşya yağmalansa ve
yağma olmaksızın o tür şeyin elde edilmesi de nadirattan olsa, ona benzer bir
eşya takva sahibi sa-lih bir zatın elinde görülse, elinde bulunduran kişinin
iyi hal sahibi olması, o şeyin helâl; öyle birşeyin yağmasız elde edilmesinin
nadirattan olması ise onun haram olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla bu iki
alâmet arasında tearuz söz konusu olur.
Keza farklı hükümlere
götüren benzerliklerin tearuzu da böyledir. Meselâ köleyi ele alalım: O bir
insandır; dolayısıyla bu onu mülk edinme konusunda hürler mesabesinde kılmayı
gerektirir. Öbür taraftan da o mal gibidir; bu da onun mülkiyet hakkının elinden
alınması konusunda sair mallar menzilesinde olmasını gerekli kılar.Sebeplerin
tearuzu da bu kabildendir; murdar hayvanın, usûlüne göre boğazlanmış hayvanla,
zevcenin yabancı kadınla karışması hali gibi. Zira bunlardan her birinde, o
şeyi helâl ya da haram kılan sebebin varlığı ihtimali bulunmaktadır.
Şartların tearuzu da
böyledir: İki beyyinenin[7]
tearuzu gibi. Zira biz hükmün infazı için şehâdetin şart olduğunu
söylemekteyiz. Beyyineden biri birşeyin isbatım, öbürü ise reddini
gerektirmektedir. Aynı şekilde, bir iş mesabesinde olan şeyler de, o şeyin hükmünde
dahil olmaktadır.
Bu kısımla ilgili
olarak tercihin yönü, belli bir şekil üzere hasredilmiş değildir.[8] Zira
cüz'î nev'î ya da şahsî olaylar belirli bir sayıyla sınırlandırılamaz.
Olayların cereyan tarzı, cüziyyât arasında, her cüz'î hakkında tek bir cüz'înin
hükmünü verecek şekilde birliğin bulunmayacağına hükmeder. Aksine onlar,
konulmuş olan hükme etkisi mümkün olan kuşatıcı ilavelere, bitişik karinelere
sahiptir. Dolayısıyla bu halleriyle onları, tek bir cüz'înin hükmüne tâbi
kılmak mümkün değildir. Bu gözlemlenen ve bilinen bir husustur. Durum böyle
olunca, tercih şekli tearuz mahallinde varid bulunan delillere itibarla olacaktır.
Bu takdirde de, onu müctehidin nazarına havale etmek mümkün değildir. İctihâd
bölümünün başında bu mânâ üzerinde durulmuştu.[9]
Konuyla ilgili değerlendirmenin esasim şu teşkil etmektedir: Söz konusu ortada
yer alan şeye nisbetle, hükmü belli olan iki uç taraftan hangisi daha güçlü ve
uygun, hangisi daha galip ve daha yakın bunu iyi tespit etmek ve bu tespit
üzerine, onu uçlardan hangisine katılacaksa ona katmak ve böylece diğer taran
ihmal etmek ya da onu da dikkate almak[10]
olmaktadır, imam Mâlik'in mezhebiyle ona muhalif olanların görüşüne göre köle
meselesinde[11] vb. olduğu gibi.
Fasıl:
Bu, usûlcülerin sözlerinin
zahirine göre[12] birinci kısımla ilgili
bakış açısı olmaktadır. Biz, bu tercihte mevcut bulunan mânâ üzerinde
düşündüğümüz zaman, onun da ikinci kısma raci olduğunu ve tercihin bir tür cem
ve(ya) tearuz halinde bulunanlardan birinin iptali mânâsına geldiğini görürüz.
Nitekim —inşâallah— birazdan zikredilecektir.Aralarını cemetmek imkânı bulunan
kısma gelince: [13]
Bu konuda diyoruz ki:
Bu kısımda delillerin tearuzunun çeşitli şekilleri vardır:
(1)
Birinci Şekil: Bir
küllî esasın, kapsamına giren bir cüz'î ile tearuz halinde olması: Meselâ,
haram olan yalan ile, iki eş arasını düzeltmek için yalan söylemek gibi.
Müslümanın öldürülmesinin haram olması ile, kısas ya da zina sebebiyle öldürmek
gibi. Burada cüz'î ya o küllî içerisinde bir ruhsatı teşkil eder, ya da öyle
değildir. Her halükârda da, bu kitapta tearuz ve tercih şeklinde kendisinden
hüküm iktibas edilecek olan açıklamalar geçmiş[14]konu
Hükümler bölümüyle Deliller bölümünde ele alınmıştı. Burada onları tekrarlamanın
bir yaran yoktur.
(2)
İkinci Şekil: Her
ikisi de tek bir küllî esas altına giren iki cüz'î arasında olması:
İki hadisin[15] iki
kıyasın ya da
iki alâmetin[16] tek
bir cüz'î üzerinde tearuz etmeleri gibi. Çoğu zaman usûlcüler bunları,
aralarını cem etme imkânı bulunmayan kısımdan zikretmişlerdir.[17]
Ancak konu üzerinde durulduğunda şu husus görülecektir: Tearuz ortaya çıktığı
zaman, mutlaka şu iki durumdan biri söz konusu olacaktır:
a) Ya iki delilden birinin ihmaline hükmetmek: Bu
durumda sadece diğeri i'mal olunur. Bu, ancak mensûh olduğu veya eğer haber-i
vahidse senedinde ya da metninde galat ya da vehim bulunduğu, yahut zannî
bulunduğu ve bu haliyle kat'îye karşı koyacak güçte olmadığı... gibi o delili
dikkate almamayı gerektiren çeşitli yollarla iptali takdirinde ancak sahih
olabilir. Bu sayılanlardan birinin varlığı farzedildiği zaman, iki delilin
karşı karşıya gelmeleri söz konusu olmaz ki, birbirleriyle tearuz etmiş
olsunlar. İki delilden birisinin mensûh olması halinde, tearuzdan söz
edilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Mensûh mânâsında bulunan diğer şeyler için
de durum aynı olacaktır. Şu halde hüküm, müctehid nazarında sabit olan delile
—aynen hiç muarızı olmaması [30i]
halinde olduğu gibi— aittir.
b) Ya da her iki delilin birden i'maline hükmetmek.[18] Bu
takdirde tearuz halinde olan iki delilin, tearuz ettikleri mahalle aynı
yönden taalluk etmemiş olmaları, yönlerinin farklı olması gerekmektedir. Aksi
takdirde aynı anda ikisinin de i'mal edilecek şekilde gelmeleri muhaldir. Bu
durumda deliller konuya iki ayrı yönden taalluk edecektir; dolayısıyla da
tearuz kesin olarak kalkmış olacaktır. Ancak bu i'mâl işi, bazen tearuz
mahallinde olur; İmam Mâlik'in görüsüne göre köle meselesinde olduğu gibi.
Çünkü o, kölenin mülkiyet hakkı olması yönünün bir açıdan i'maline hükmetmiş
(ve ona sınırlı bir mülkiyet hakkı tanımıştır), diğer açıdan da bunu ihmal
etmiştir. Bazen de iki delilden birine mahsus olur[19] ve
bu takdirde deliller, tearuz mahalline birlikte taalluk etmezler; aksine bir
başkası hakkında i'mal olunur ve ona nisbetle gerektirici bir sebepten dolayı
da ihmal olunur. İctihâd bölümünün başında ele alman hususî tahkî-ku'1-menât
konusu hakkında, keza Hükümler bölümünde geçen farz-ı kifâye[20]
bahsinde nazarda bulunan müctehidin istisna ettiği herşey bu şeklin altına
girer.
(3)
Üçüncü Şekil: Tearuzun
biri diğeri altına girmeyen, aynı külliye de çıkmayan iki cüz'î arasında
olması. Su bulamayan, teyemmüm de etmemiş olan mükellefin hali gibi. Bu,
"Namazı kılın" delilinin gereğini, "Namaza kalktığınızda
yüzlerinizi... yıkayın'[21] delilinin
gereği için terketme —ya da tersi— arasında bir durumdadır. Çünkü namaz,
zarurî küllî bir esasa racidir. Taharet ise bazılarina göre tahsînî küllî bir
esasa müsteniddir.[22] Ya
da kıblenin hangi taraf olduğunu bilmeyen kimseye nisbetle, "Her nerede
bulunursanız, yüzünüzü o tarafa (kıbleye) çevirin'[23]
buyruğu için, "Namazı kılın" deliline muarız olunması gibi. Burada
asıl olan şudur: Cüz'î, tercih konusunda küllî olan aslına racidir. Eğer küllî
tercih olunursa, aynı şekilde cüz'îsi de tercih olunur. Küllî tercih
olunmazsa, cüz'îsi de aynı şekildedir. Çünkü cüz'î, küllisine tâbidir.
Küllisinin tercihi sabit olmuştur; öyleyse cüz'îsi de aynı şekilde tercih olunacaktır.
Sonra, daha önce de
geçtiği üzere cüz'î, küllîsine hadim olmakta, küllî ise hariçte[24]
mevcut bulunmamakta, sadece (özellik olarak)cüz'îde bulunmaktadır. Küllinin
kendisinde tahakkuk ettiği şey odur. Bunun sonucu olarak da, cüz'î zedelendiği
zaman, küllî de zedelenmektedir. Şu halde bu (yani cüz'î), onu içermiş
olmaktadır. Eğer cüz'iyyâttan, kendisiyle birlikte küllisi içerisinde dahil
bulunmayan bir başkası tercih edilecek olsa, bundan o gayrın küllî üzerine
tercihi gerekirdi. Halbuki biz, varlığı kabul edilen bir küllinin, kendisi gibi
küllî olmayan diğerleri üzerine mukaddem olduğunu farz etmekteyiz. Bu durumda
mutlaka aynı şekilde cüz'isinin de takdim edilmesi gerekmektedir. Bu şekilde
söz, her ne kadar farze-dilen şey, iki cüz'î arasındaki tearuz ise de, aynı
türden olmayan iki küllinin tearuzu mecrasına kaymış ve onlar cüz'îlerin
hükümlerini içine alan küllî esasların hükmünü almıştır. Bu konu üzerinde burada
durmaya ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü Makâsıd bölümünde konunun hükmünü
bulmak mümkündür.[25]Bu
vesileyla Allah'a hamdederiz.
(4)
Dördüncü Şekil:
Tearuzun aynı türden olan iki küllî arasında vuku bulması: Bu dış görünüşü
itibarıyla şenaattir; ancak husulü bakımından sahihtir.
Şenaatliği şöyle: Şerl
küllî esaslar, daha önce de geçtiği gibi kat'îdir ve bunlarda zanna yer yoktur.
Kat'î esasların tearuzu ise muhaldir.
Sahihliği ise,
aralarını cemetme imkânı olacak şekil üzere olmasıdır. Bu şekil, konunun iki
yönü olması halinde olabilir ve söz konusu olan gerçek bir tearuz değildir.
Aynı şekilde iki cüz*înin tek bir küllî altına girmesi ve konularının bir
olması şeklinde söz konusu olan tearuz da, ancak meselenin iki yönünün olması
durumunda olabilir.
Cüz'îlerle ilgili
örnekler çoktur. Onlardan bir kısmı geçmiştir. Örneklerden biri de, taharet
için su aramak üzere mesafenin bir mil ya da benzeri bir şekilde
belirlenmesidir. Bazen bir şahsa nis-betle bunda bir meşakkat olur ve o kişiye
teyemmüm caiz olur. Bir başka şahsa nisbetle ise meşakkat bulunmaz ve onun
hakkında teyemmüme cevaz verilmez. Bu durumda mil konusunda iki delil tearuz
etmekte ancak bu, iki ayrı şahsa nisbetle olmaktadır. Denize açılmak da
böyledir; zaman aynı olduğu halde bu bazıları için mubah kılınabilirken, diğer
bazıları için mubah kılınmayabilir. Bu farklı hüküm, selâmet ve boğulma zannına
nisbetle böyle olmaktadır.
Sözü edilen şekilde
iki küllî esasın tearuzuna gelince, bunun hakkında da genel mahiyette bir örnek
zikredelim ve diğerleri inşâallah buna kıyas olunsun:
Şöyle ki: Allah Teâlâ,
dünyayı birbirine zıt iki sıfatla nitelemiştir: Biri onun yerilmesini, ona
iltifat edilmemesini ve terkini gerektiren niteleme; diğeri de övülmesini, ona
iltifatı, onda bulunan nimetleri —Ulu Melik'ten gelen büyük hediye olması
hasebiyle— elde etmenin matlup olduğunu gerektiren niteleme.
Birinci nitelemenin
iki yönü bulunmaktadır:
(1)
Dünyanın hayrı yoktur,
onda elde etmeye değer birşey de bulunmamaktadır. Bu meyanda olmak üzere şu
nassları hatırlayabiliriz: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun,
eğlence, bir süs, aranızda bir öğünmeden ibarettir[26]Âyet,
dünya hayatının bir eğlence, hiçbir değeri olmayan bir oyun, hiçbir fayda
içermeyen, bir değer ifade etmeyen hareket ve davranışlardan ibaret olduğunu
bildirmektedir. "Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka birşey değildir"[27]
kavli, dünyanın faydasını sadece sonuç itibarıyla yerilecek aldatıcı bir
faydalanmaya hasretmektedir. "Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve
oyalanmadan ibarettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur[28]"Servet
ve oğullar, dünya hayatının süsüdür..[29] Ve
benzeri daha başka âyetler. Bu mânâda hadisler de Çoktur. Meselâ: "Eğer
dünya, Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değerli olsaydı, kafire ondan
bir yudum su vermezdi"[30]hadisi
gibi. Bu konuda gelen hadisler gerçekten çoktur. Zâhidlerden nakledilegelen
dünyanın zemmine yönelik sözler de, işte bu minval üzere söylenmiştir.[31]
(2)
Dünya yok olucu bir
gölge, aldatıcı bir düştür. Bu meyanda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların
ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sebebiyle (ağ gibi
birbirine örülüp) karışırlar. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp, (rengârenk)
süslendiği ve sahipleri de ona (ürünleri biçmeye, yemişleri toplamaya) kadir
olduklarını sandıkları bir sırada, gece veya gündüz emrimiz (âfetimiz) gelir de
onu sanki dün (öyle süslü) değilmiş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir
hale getiririz[32]"Şüphesiz bu dünya
hayatı, geçici bir eğlencedir[33]"İnkarcıların
refah içinde diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın. Azıcık bir
menfaattir o[34]"Dünya hayatı, gökten
indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce
gürleşip) birbirine karışmış, arkasından rüzgarın savurduğu çerçöp haline
gelmiştir"[35] Ve benzeri, dünya
hayatının son bulacağı ve yok olacağı mânâsı anlaşılan daha pek çok âyet
vardır. Böylece dünya, sanki hiç yokmuş gibi bir değer ifade eder. Bu meyanda
varid olan hadisler de çoktur. Meselâ Rasûlullah' şu hadisi bunlardandır:
"Benim dünya ile ne işim varl Benim dünya ile beraberliğim bir ağacın
altında gölgelenip sonra yola çıkan ve onu terkeden bir yolcunun beraberliği
gibidir"[36]
Bu sözlerin sahibi,
zâhidleri ebedî karar yurdu olan âhirete yönlendiren Rasûlullah olmaktadır.
iki vasıftan ikincisine
gelince, onun da aynı şekilde iki yönü bulunmaktadır:
(1)
Yaratıcının varlığına,
birliğine ve yüce sıfatlarının mevcudiyetine, âhiret hayatının bulunduğuna
delâlet içermesi yönü: Şu âyetlerde olduğu gibi: "Üstlerindeki göğe
bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız. Onda hiçbir çatlak
da yok[37]"(Onlar
mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi[38]"Ey
insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi
topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtı-laşmış kandan... yarattık[39]"(De
ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime
aittir. 'Allah'a aittir' diyecekler. Öyle ise 'Hiç düşünüp taşınmaz mısınız?'
de[40]Ve
bunlara benzer daha nice akaide ve tevhide delâlet eden âyetler gibi.
(2)
Dünya, Allah Teâlâ'nın
kullarına in'âra ve ihsanda bulunduğu nimetleridir, onları bize lütufta
bulunmuş ve kendisini bize tanıtmada bunları araç olarak kullanmıştır. Onları
yeryüzüne koymak ve her tarafa yaymak suretiyle kullarının emrine âmâde
kılmıştır. Bu meyanda şu âyetleri hatırlayabiliriz: "Gökleri ve yeri
yaratan, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkaran,
izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize veren, nehirleri de
size akıtan ancak Allah'tır. O size istediğiniz herşeyden verdi. Eğer Allah'ın
nimetini sayacak olsanız sayamazsınız![41]
"O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de bir tavan yaptı. Gökten bir
su indirdi[42]"Gökten suyu indiren
O'dur. O sudan size hem içecekler vardır, hem de ondan ağaç (ve ot) meydana
gelir ve orada hayvanlarınızı otlatırsınız. Eğer Allah'ın nimetini sayacak olsanız
sayamazsınız[43]"Allah,
yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar
yarattı ve sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar
yarattı...[44] Aynı sûrenin baş
tarafında: "Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler)
ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için
onlarda ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik
(zevk) vardır. Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için
yarattı. Allah şu anda bilmeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları)
yaratır"[45]Burada Yüce Allah
lütuflannı saymış ve bazı nimetlerinden söz etmiştir ki güzellik ve süslenme
(ziynet) de bunlardandır. Halbuki dünyayı zemmetmek için kullanılan kelime
yine bu ziynet kelimesidir: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun,
eğlence, bir süs (ziynet)den ibarettir"[46]
Hatta Allah Teâlâ âhiret nimetlerini tarif ederken, onların benzerleriyle
dünyada da in'âmda bulunduğunu belirtmiştir: "Dikensiz kirazlar, meyvaları
tıklım tıklım dizili muz ağaçları, yayılmış gölgeler[47]Bu:
"Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı"[48]
âyetinde bahsettiği nimettir. "Onlar için cennette tertemiz eşler vardır[49]âyetine
mukabil dünya hayatı hakkında da "Allah, size kendi nefislerinizden eşler
yarattı[50]buyurmaktadır.
Bu mânâda âyetler çoktur. Hatta O cennet hakkında: "Müttakîlere vaad
olunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı
değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme
baldan ırmaklar vardır"[51]
buyururken dünya hayatı hakkında da şöyle buyurur: "Allah gökten bir su
indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen
toplum için bir ibret vardır. Rabbin balansına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan
ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin
her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına git. Onların
karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar. Onda insanlar için bir
şifa vardır"[52] Bu
kabilden âyetler de çoktur. Allah Teâlâ, ahkâmı indirmiş, helâl ve haramı
koymuştur. Bunu yaparken de bizim için yaratmış olduğu nimetleri dünyevî ve
uhrevî bulanıklık şaibelerinden arındırmayı amaçlamıştır. Şöyle buyurmuştur:
"Erkek veya kadın, kim mü'min olarak iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel
bir hayat ile (yani dünyada[53])
yaşatırız. Ve onların mükafatlarını
yapmakta olduklarının en güzeli
ile(âhirette) veririz[54]Nimetlerini
hatırlatma sadedinde şöyle buyurmuştur: "Her biri meyve verdiğinde
meyvesinden yiyin[55]"Rabbi-nizin
rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir memleket ve çokça bağışlayan bir
Rab"[56]Bazı âyetlerde de
"O'nun fazlından istemeniz için...[57]
buyurmuş ve dünyanın talep edilmesini aynen imanın sevilmesini, küfürden nefret
edilmesini fazilet saydığı gibi Allah'ın bir fazlı (lütfü) saymıştır.
Bu konuda deliller
sayılmayacak kadar çoktur.
Bu durumda dünya
hakkında gelen birinci niteleme, ikinci nitelemeye ters düşmektedir. Birinci
nitelemede mevcut bulunan birinci yön, ikinci nitelemenin bu ikinci yönüyle
tearuz halinde bulunmaktadır. Bu nokta açıktır. Çünkü onun dikkate alınmaması
ve hiçbir yaran bulunmayan sade bir eğlence ve oyun kabul edilmesi, onun aynı
zamanda nimet ve fazilet oluşu ile çelişir. Birinci nitelemenin ikinci yönü de
aynı şekilde ikinci nitelemenin ikinci yönüyle tearuz eder. Çünkü dünyanın
geçici ve kısa zamanda yok olacak olan bir gölgeden ibaret oluşu, Allah
Teâlâ'nın varlığına, birliğine, kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğuna, âhiretin
hak olduğuna delil olması ile çelişir. O bir aynadır ve onda hak olan şey
gözükür. Ve bu konuda dünya âhiretten ayrılmaz. Dahası bu özellik, dünyada fena
bulmaz. Çünkü dünya madem ki bir iş için —ki o dünyanın vermiş olduğu ilimdir—
konulmuştur, şu halde o şey, onda mevcuttur ve o, —her ne kadar duyular için
zahir olan şey fani olsa bile— yok olmaz; bu mânâ âhirete intikal eder ve orada
nimetler halini alır. Kısaca dünyada ilme adres olmak üzere konulmuş bulunan nimetler,
adres fani olsa bile bakidir. Bu da dünyanın mutlak anlamda son bulacağı
nitelemesiyle çelişir. Şu halde iki özellik birbirine zıt haldedir. Şeriat ise,
kendi içerisinde çelişkiden münezzeh, ihtilâftan uzaktır. Dolayısıyla bundan,
dünya hakkında varid olan bu iki nitelemenin, farklı farklı cihetlerden gelmiş
ya da birbirine zıt olan iki ayrı hal üzere varid olmuş olması lâzım gelir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Dünya hakkında iki
bakış açısı vardır:
a) Dünyanın, Hakk'ı tanımak için konulmuş olduğu
hikmetten sarnnazarla ele alınması. Buna göre dünyanın yaratıcının varlığına
delâlet etmesi, onun koyucusuna şükretmenin gereğini ifade etmesi için
konulmuş olmasına bakılmaz; aksine onun sadece bir geçim yeri, lezzetlerin
giderildiği, şehvetlerin görüldüğü bir yer ve canlılar dizisinde bulunulan bir
âlem olarak görülmesi ve sadece bu noktadan ele alınması. Dünyanın sırf bu
açıdan ele alındığında, özü olmayan bir kabuk, ciddiye alınmayacak bir oyun,
hakka yer olmayan bir bâtıl... olduğu açıktır. Çünkü bu bakışa sahip olan
kişinin, yeme içme, giyme, cinsî ilişki, binme... gibi şeylerden başka
düşüncesi yoktur ve dünyadan elde edeceği şey sadece bunlardan ibarettir. Kısa
zamanda bunlar da zail olur ve ondan hiçbirşey kalmaz. Bu sanki saçma sapan bir
düş, bir hayaldir. Şeriatın dünya hakkında bu doğrultuda vasfettiği her-şey
doğru ve yerindedir. Bu bakış açısı, dünyada Allah Teâlâ'nın "sadece bir
oyun, eğlence ve ziynet" diye nitelediği şeylerden başka hiçbirşey
görmeyen inkarcılara aittir. Bu yüzdendir ki onların amelleri, "Issız
göllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında
orada herhangi birşey bulamamıştır"[58]
Diğer bir âyette de: "Onların yaptıkları her bir işi dikkate alırız,
fakat onu saçılmış zerreler haline getiririz"[59]
buyurulur.
b) Dünyaya, yaratılış hikmetini dikkate alarak bakma.
Böyle bir bakış neticesinde onun marifet ve hikmetlerle dolu olduğu, her türlü
nimetten kısmen dahi olsa şükrüne kadir olunamayacak şekilde yayıldığı
görülecektir. Sağduyu sahibi ona baktığı zaman, onda bulunan her bir nimetin
şükrü gerektiğini görecek; gücü ve kudreti ölçüsünde bunu ifaya çalışacaktır.
Böylece kabuk, özle dolmuş olacak, hatta bizzat kabuğun kendisi bile öz haline
gelecektir. Çünkü hepsi kulun elde etmesi için hazırlanmış ve bu yüzden de
Allah'a şükretmesini gerekli kılan nimetlerdir. Burhan (delil), neticeyi
bü-kuvve ya da bilfiil tazammun eder. Bu nazarla bakıldığı zaman büyük ya da
küçük ne varsa, onların içermiş olduğu hikmet ve nimetleri kavramak akim aciz
kalacağı birşeydir. İşte bu noktadan hareketledir ki, Allah Teâlâ dünyanın ciddiye
alınması gereken birşey olduğunu, onun bir gerçek olduğunu bildirmiştir:
"Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?[60]
"Gökleri, yeri ve arasında olanları boş yere yaratmadık[61]"Biz
gökleri, yeri ve bunlar arasında olanları, oyun ve eğlence olsun diye
yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple (hak ile) yarattık[62]"Kendi
kendilerine, Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri, ancak kak olarak...
yarattığını hiç düşünmediler mi?"[63] Ve
benzeri âyetler. Bunun içindir ki, bu bakış açısına sahip olan insanların
amelleri müsbet ve muteber olmuş, hatta onlar hakkında: "Onlar için hiç
kesintisiz bir ecir vardır[64]"Erkek
veya kadın, kim mü'min olarak iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat
ile (yani dünyada) yaşatırız. Ve onların mükafaat-larını yapmakta olduklarının
en güzeli ile (âhirette) veri-r[65]buyurulmuştur.
Dünya, birinci
yaklaşımla ele alındığında yergi konusudur; ikinci yaklaşımla ele alındığında
ise yergi konusu olması bir tarafa, Övgüye mahal olmaktadır. Şu halde dünyanın
mutlak anlamda yerilmesi uygun değildir. Nitekim mutlak surette övülmesi de
doğru değildir. Onun birinci cihetten alınması yerilmiştir. Onun bu yaklaşımla
alınması dünyaya rağbet, peşin olana düşkünlük diye isimlendirilir. Bunun
zıddı ise zühddür ve bu, onun bu cihetten terki anlamına gelmektedir. Şüphesiz
dünyanın bu yaklaşımla terki, istenilen birşeydir. İkinci yaklaşımla onun elde
edilmesi ise yerilmiş değildir ve bu şekilde dünyaya değer verilmesi, ondan
istifadede bulunulması, dünyaya rağbet etme diye isimlendirilmez. Bu nazarla
bakıldığında dünyaya karşı zâhidlikte bulunmak iyi birşey değildir. Aksine o,
sefâhet, tembellik ve israf (tebzîr) olarak isimlendirilir. Bu noktadan
hareketledir ki, böyle bir tavır içerisinde bulunan kimseler, yani dünya
nimetleri karşısında savurganlık yapanlar şer'an kısıtlılık altına
alınmaktadırlar. Sahâbîler bunun içindir ki, dünyaya karşı talepte bulunmuşlar,
onunla meşgul olmuşlar, onun için çalışmışlardır. Çünkü bu yaklaşımla ele
alındığında dünya, Allah'a şükretmede, âhiret için azık ve binek edinmede
yardımcı olmaktadır. Kaldı ki ashap, insanların dünyaya karşı en zahidi, onu
kazanma konusunda en takva sahibi olan kimselerdi; buna rağmen dünyadan el-etek
çekme gibi bir tutum içerisine girmemişlerdi. Belki de, bu bakış açısından
habersiz olan bazı kimseler, onların dünyaya yönelik taleplerinin birinci
nazarla olduğu yanlış anlayışına kapılabilir. Hâşâ onlar hakkında böyle birşey
düşünülemez. Onlar dünyayı, sadece bu ikinci yaklaşımla istemişler ve böylece
ona yönelik talepleri, ibadetleri cümlesinden bir hal almıştır. Nitekim onlar,
birinci cihetten dünyaya yönelik talebi terketmişlerdir ve onların bu halleri
de yine ibadetleri cümlesinden olmuştur. Allah, onlardan razı olsun, bizi de
onlara katsın, bizleri onlarla hasretsin, bizi de lütuf ve ihsanı ile onları
muvaffak kıldığı şeylere muvaffak kılsın!
Bu fasıl üzerinde iyi
durmak gerekir. Çünkü bu, şeriat ve onun müntesiplerinin halleri hakkında
hatıra gelebilecek pek çok şüpheleri izale eder. Keza bu noktanın iyi
kavranması, âhiret yoluna sülük etmiş kimselerin önlerine çıkabilecek engelleri
aşmalarına yardımcı olur. Bu engeller sebebiyle onlar, zühdü ve dünyanın terkini
yanlış anlarlar, keza dünyanın istenmesini de olması gereken şekilde
kavrayamazlar. Bunun sonucunda onlar, şeriatın övmediği şeyi övme, şeriatın
yermediği şeyi de yerme gibi bir tavır içerisine girebilirler. Ama mesele iyi
kavranırsa bunlar olmaz. Bunun yanında fakirlik ve zenginlik meselesinde
farklı düşünenler arasında hakem rolü de yapar ve ne fakirliğin mutlak surette
zenginlikten, ne de zenginliğin mutlak olarak fakirlikten üstün olmadığını,
aksine meselenin tafsilata tâbi bulunduğunu ortaya koyar. Çünkü zenginlik,
eğer peşin zevklerin tercihine meylettiriyorsa, sahibine nisbetle yerilmiş ve
fakirlik onun hakkında daha üstün olur. Eğer uhrevî nazların, tercihine
sürükler ve onu âhiret hayatı için harcar, orasına azık hazırlamada yardımcı
olarak kullanırsa, o takdirde o kişi için zenginlik fakirlikten daha üstün
olur.
Lütfü ile muvaffak kılan Allah'tır.
Fasıl:
Bil ki, bu bakış açısına ait
hükümlerin çoğu, bu kitabın çeşitli yerlerinde geçmiş bulunmaktadır.[66] Bu
yüzden konuyu kısa kesmiş bulunuyoruz. Sonra ilgili daha başka hükümler de
vardır ki, usûlcüler nadiren onları zikrederler. Ancak onlar, bu kitabın esaslarına
nisbetle, furû' (dallar) mertebesinde bulunmaktadır; o yüzden onlara da temas
etmedik. Çünkü onlara muttali olan kimse, basit bir düşünce sonrasında ilgili
hükmü kavrayabilir. Yardım ancak Allah'tandır. Burada zikrolunan şey, tearuz
ve tercih konusuyla ilgili kuralları elde etmek isteyenlere yönelik olarak
sadece genel çerçeve mahiyetinde olan kıstaslar ve köklü esaslardır. [67]
[1] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/296-299
[2] Dolayısıyla da tercihe bir mahal bulunmamaktadır.
Usûlcüler şöyle demişlerdir: Dikkate alınması gereken tercihin şartlarından
biri de, iki delil arasında kabul edilebilir bir cemin mümkün olmamasıdır. Eğer
aralarını cemetmek kabilse, o zaman yapılacak olan cem ve böylece her iki
delilin de gereğiyle amel etmektir. el-Mahsül'de şöyle denmektedir: "Cem
yoluyla delillerden ikisiyle birlikte amel etmek, birini ihmal etmekten daha
uygundur" Bütün fukahâ aynı görüştedir, bkz. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl.
[3] Yani muarız gibi gözüken delillerden birinin âmm,
diğerinin de hâss olması halinde, meselâ hâss olan âmmı tahsis eder. Böylece
de her iki delille de amel edilmiş olur. (Ç)
[4] Meselâ şu iki hadisi örnek vermişlerdir: Rasûlullah
(s.a.): "Size şahitlerin en hayırlısını haber vereyim mi?" buyurdu.
"Evet" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Kişinin,
çağrılmadan şahitlik etmesidir"buyurdu.
Bir başka defasında da:
"...Sonra yalan yayılır, hatta öyle olur ki kişi çağrılmadan şahitlik
eder" buyurmuş tur.
Bu iki hadisten birincisini, içerisinde Allah hakkı bulunan şeylere,
ikincisini de kul hakkı bulunan şeylere hamletmişlerdir. Böylece her iki
hadisle de bir yönden amel edilmiş olmaktadır ve aralarında tearuz dolayısıyla
da birini diğerine tercih bulunmamaktadır. İkinci meselede benzeri Örnekler
çokça gelecektir.
[5] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/299-300
[6] Tearuzu şöyle tarif etmişlerdir: İki delilin,
birbirine mani olacak şekilde yani birinin isbat ettiği şeyi diğerinin
reddeceği şekilde karşılaşmasıdır. Usûlcülerin üzerinde durduğu tearuz, bizzat
deliller arasında söz konusu olandır. Bu tür tearuz halinde olan iki delil
arasında metin, senet, mânâ ya da haricî bir durum sebebiyle tercihte
bulunulur. Müellifin bu meselede zikretmiş olduğu tearuz türlerine
gelince—mukallide nisbetle mücte-hidierin görüşlerinin tearuzu türünü istisna
edecek olursak— bunlar, usûlcülerin uzun uzadıya üzerinde durdukları delillerin
tearuzu türünden değildir. Zira bu sayılan türlerde delillerin tearuzu söz
konusu değildir. Bunlarda tearuz, uygulama, hükmün mahallinde menâtın (illetin)
tahkiki i.ibarıyla olmaktadır Müellif, müteşâbih konusunda ikinci meselede
deliller hakkında özetle şöyle demiştir: "Menâta (hükmün dayanağına) raci
olan müteşabihlik, delillere yönelik değildir. Meselâ murdar hayvanın yenilmesinin
haramliğı açıktır. Keza usulü dairesinde boğazlanmış olan hayvanın yenilmesinin
helalliği de açıktır. Bunların birbirine karışması halinde, şüphe mahalli
deliller değil, yenilecek hayvandır..." Müellif yine İctihâd bölümünün
Dördüncü Mesele'sinde burada zikrettiği türlerin çoğunu orada koymuş olduğu
kaideye yani hükmü açık olan iki uç tarafın ortasında hükmü açık olmayan ve her
iki uç kısma da girebilme ihtimali içeren konulara örnek olarak zikretmiş ve
bunlarla ilgili ihtilâfın esasının, ortada yer «lan şeyin hükmüne dayanak
olacak şeyin tespiti konusundaki değerlendirme olduğunu belirtmişti. Hükmün
dayanağında söz konusu olan ihtilâf, delillerde meydana geîen tearuz değildir.
Bu itibarla onları, delillerde meydana gelen gerçek tearuzun türlerinden saymak
doğru değildir.
[7] Bir hükmün ispatını sağlayan, iki şahit, belge... vb.
(Ç)
[8] Bizzat delillerin kendilerinde vaki olan tearuz
hakkında yapılacak tercihin yönleri ise böyle değildir. Usûlcüler onları,
işaret ettiğimiz dört şekle münhasır kılmışlardır. Onlara kıyas ve beraberinde
olan şeylerin tercihini de eklemişler ve böylece tamamı altı neVi olmuştur.
[9] Birinci Mesele'de. Orada hükmün menâtı (illeti,
dayanağı) hakkında ictihâd üzerinde uzun uzadıya durmuştu. Bu da bizim az önce
dipnottaki görüşümüzü destekler. Oradaki söz, tamamen menâtın tahkiki konusunda
sevkedilmiştir; usûlcülerin açıkladığı tearuz ya da onun türünden biri
değildir, aksine o, ona benzer başka bir türdür.
[10] Her iki taraf da dikkate almacaksa, o zaman bu,
aralarını cem etme imkânı bulunmayan birinci kısımdan nasıl olacaktır?! Bu
durumda o, tearuz halindeki iki tarafı, her biri hakkında cüz'î olacak şekilde
amel ettirmiş olur; birini ilga edip, diğerini tam olarak amel ettirmiş olmaz.
Müellifin, bu meseleyi aralarım cem etme imkânı bulunmayan kısımdan sayması,
sadece galip itibarıyla olmalıdır. Konu, Üçüncü Mesele'de tekrar ele
alınacaktır.
[11] İmam Mâlik'e göre köle nakıs bir mülkiyet hakkına
sahiptir. Başkalarına göre ise köle esasen hiçbirşeye mâlik olamaz. Tabiî, her
iki görüşe göre de sonuçta farklı hükümler doğar.
[12] Müellifin sözünün zahiri şudur: Usûlcülerin haklarında
eemetme imkânı bulunmadığına hükmettikleri şeylerin tamamı, ikinci kısma yani
ya cem ya da ikisinden birini iptal mânâsı içeren türe raci olur; dolayısıyla
mutlak anlamda tearuz kalmaz.Eğer müellifin maksadı hakikaten bu ve bununla
tearuz ve tercih konusunu ortadan kaldırmayı murad ediyorsa, bu maksadına
ulaşamaz. Çünkü Üçüncü Mesele'de zikrettiği şekiller, tearuz konusundaki akla
gelebilen şekilleri kuşattığı takdirine binaendir.
[13] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/300-303
[14] Özeti iki delilin de i'mâli şeklindeydi. Nitekim
Deliller bölümünde geçen safra mizaçlı kişinin bal içmesi meselesinde olduğu
gibi.
[15] İki âyetin tearuzunu zikretmedi. Belki de âyetlerin
tearuz etmeyeceği çünkü onların kat'î oldukları görüşündedir. Ancak, zannî
delâlet açısından tearuz vakidir. Mütevatir hadîslerde hükümde aynen âyetler
gibidir. Müellif hadisleri mutlak olarak ifade etmiştir. Dikkat edileceği üzere
söz konusu olan, sureta tearuz hakkındadır; gerçek tearuz bahis konusu
değildir. Çünkü gerçek tearuz şeriatta bulunmaz. Dolayısıyla kafi olan ile
olmayan arasında bir fark yoktur.
[16] Müellif burada alâmet konusunu geniş ele almış ve onu
sebep ve benzerleri de kapsar mahiyette kullanmıştır.
[17] Oysa ki bunlardan bir kısmının, aralarını cemetme
imkânı bulunan kısımdan olması mümkündür. Nitekim müellif birazdan
zikredecektir.
[18] Bu konuda usûl kitaplarına bkz. Konuyla ilgili orada
pek çok örnek bulacaksınız.
[19] Yani her iki delilde amel ettirilir; ancak her biri
bir başka cüz'î hakkında bazı kayıtlar ekleyerek ya da çıkararak tahsis edilmiş
olur. Tahkîkul-menât bahsinde geçtiği gibi. Kezâ"Şâhitlerin en hayırlısı.
hadislerinde geçtiği gibi. Bilindiği gibi orada hadislerden her biri (Allah
hakkı içeren, kul hakkı içeren konular gibi) bir başka yöne hamledilmişti.
İleride teyemmüm konusunda mil örneği gelecektir.
[20] Orada şöyle demişti: Cihâd çağrısı, farz-ı kifâye
olması durumunda bu iş için gerekli olan cesaret ve kahramanlık vb. gibi
vasıflan haiz olan kimselere yönelik olacaktır Ümmetin bu görevi
gerçekleştirmemiş olması halinde, bu vasıflara sahip olmayan kimselere bir
günah terettüp etmez. Orada velâyet-i âmme yani devlet başkanlığı görevini de
örnek olarak vermişti. Bu, iki delilden birinin dikkate alınan bir kayıtla
tahsis edilmesi olmakta ve bunun sonucunda kifâî olarak cihâdın yapılmasını
talepte bulunan delil, "Allah hiçbir kimseye gücünün üstünde bir yük
yuklemez" delili ile —iki delilin de aynı mahalle taalluku durumunda—
tearuz etmemektedir.
[21] Mâide 5/6.
[22] Zarurî karşısında tahsînînin tearuzundan söz edilemez.
Ama biz taharetin bizzat namazın mükemmil unsurlarından olduğunu kabul
edersek, o zaman onun hakkında birazdan gelecek olan kıble hakkındaki söz söylenecektir.
Göründüğü kadarıyla kıble ile taharet arasında bir fark yoktur; her biri namaza
girmeden önce gerçekleştirilmesi ve namaz boyunca da bulunması gereken bir şart
olmaktadır.
[23] Bakara 2/144.
[24] Yani zihin dışında, varlık âleminde. (Ç)
[25] Yani zarurî olan esaslar, hâcî olanlar üzerine...
tercih olunur.
[26] Hadîd 57/20.
[27] Aynı âyetin sonu.
[28] Ankebût 29/64.
[29] Kehf 18/46.
[30] Tirmizi, Zühd, 13.
[31] İmam Gazzâlî dünya hayatıyla ilgili işleri üç kısma
ayırır:
1) Âhiret yolculuğunda
sana eşlik eden ve semereleri Ölümünden sonra da devam eden şeyler. Bunlar
Allah'ı bilmek ve salih amelde bulunmaktır. Övgüye değer olan dünya ümûru işte
bunlardır.
2) Birinci kısmın tam karşı tarafını oluşturan ve zemmedilmiş bulunan
dünya ümûru. Bunlar, peşin zevkler içeren, âhiret için bir semeresi bulunmayan
günahlara dalmak, mubahlarla ihtiyaçtan fazla olarak sefahat hayatı denilecek
ölçüde yararlanmak, altın ve gümüşleri istif etmek, allar edinmek, ekinler,
nesiller, her türlü oğlan-cariye hizmetçiler edinmek, hayvanlar beslemek,
saraylar yaptırmak, lüks elbiseler giymek... gibi şeylerdir. Kişinin bütün
bunlardan nasibi, zemmedilmiş olan dünya umurundan olmaktadır. 3) Bu iki uç
arasında ortada kalan şeyler. Bunlar peşin fakat âhiret işlerine yardımcı olan
hazlar içerir. Meselâ insanın yaşamak ve yaşantısını sürdürmek, ilim öğrenmek
ve amelde bulunabilmek için gerekli olan yemesi, içmesi, giyinmesi vb. ihtiyaç
duyduğu, sıhhatini korumak için gerek hissettiği herşey bu kısma giren
işlerdendir.
[32] Yûnus 10/24.
[33] Mü'min40/39.
[34] Âl-i İmrân 3/196.
[35] Kehf 18/45.
[36] Hadisin baş tarafı şöyle: îbn Mesûd anlatmaktadır:
Birinde Rasûlullah'm (s.a.) huzuruna girdim. Bir hasırın kumlan üzerinde uyumuş
ve hasır böğründe iz yapmıştı. Ona: "Yâ Rasûlallah! Keşke sana bir yaygı
edinsek de, onu hasırın üzerine, altına yaysan" dedim. Bunun üzerine...
(yukarıdaki hadisi) buyurdu, bkz. îbn Mâce, Zühd, 3 ; Tirmizî, Zühd, 44 ; Ebû
Dâvûd, Libâs, 42 ; Ahmed, 2/21.
[37] Kâf 50/6-11.
[38] Neml 27/61.
[39] Hacc 22/5.
[40] Mü'minûn 23/85.
[41] İbrahim 14/32-34.
[42] Bakara 2/22.
[43] Nahl 16/10-18.
[44] Nahl 16/81.
[45] Nahl 16/5-8.
[46] Muhammed 47/36; Hadîd 57/20.
[47] Vakıa 56/28-30.
[48] Nahl 16/81.
[49] Bakara 2/25.
[50] Nahl 16/72.
[51] Muhammed 47/15.
[52] Nahl 16/68-69.
[53] Bu, bazı müfessirlerin görüşü olmaktadır. Bu tefsire
binaen söylenilenlerin en uygunu, güzel hayattan maksat kanaat ile birlikte
sürülen hayattır. Çünkü kanaat sahibi olmayan bir kimse için huzurlu ve güzel
bir hayat sürmek mümkün değildir. Bu her zaman için şahit olunan ve bilinen
bir gerçektir.
Güzel hayattan maksadın âhirette olduğunu da söylemişlerdir. Çünkü
orada sürülecek olan hayatta ölüm yoktur, zenginlik var, yoksulluk yoktur;
sıhhat var, hastalık yoktur; mülk var, helak yoktur; seâdet var, bahtsızlık
yoktur.
[54] Nahl 16/97
[55] En'âm 6/141.
[56] Sebe' 34/15.
[57] Rûm 30/46.
[58] Nûr 24/39.
[59] Furkân 25/23.
[60] Mü'minûn 23/115.
[61] Sâd 38/27.
[62] Duhân 44/38-39.
[63] Rûm 30/8.
[64] Tîn 95/6.
[65] Nahl 16/97.
[66] Bu yüzden de müellif konuyu işlerken sık sık (beş
defa) yollama yapmıştır. Her defasında yollama yapılan konu, buradaki meseleye
ışık tutacak mahiyettedir.
[67] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/303-315