ÜÇÜNCÜ TARAF:
İSTİFTÂ VE İKTİDÂ
(Müctehidin
görüşüyle amel edilmesi ve ona uymanın
hükmü)
Konu dokuz mesele
altında ele alınacaktır:
Mukallid biri, dinî
bir mesele ile karşılaştığı zaman (kendisi ictihâd edemeyeceğine göre) mutlaka
sorarak[1] amel
etme yoluna gidecektir. Çünkü Allah Teâlâ, insanlardan körü körüne kullukta bulunma
istememektedir. Onlardan istediği
âyetinin[2]
gerektirdiği şekilde kullukta bulunmalarıdır. Bu âyeti birçokları
"Allah'tan korkun ki, o size öğretsin" şeklinde anlamışlardır. Oysa
ki âyetin mânâsı nahiv imamlarının izah ettiği gibi: "Allah Teâlâ size her
hal üzere öğretmektedir; dolayısıyla O'ndan korkun!" şeklindedir. Bu
durumda sanki ikincisi yani öğretme, birincisi hakkında sebep olmaktadır. Buna
göre Allah'tan korkulmasını (takva) isteyen emir, manevî bir bina şekliyle
Öğretme işlemi üzerine kurulmuştur. Bu da amelden Önce mutlaka ilmin olması sonucunu
gerektirir. Bu mânâya delâlet edecek deliller çoktur. Bu, üzerinde herhangi bir
tartışmaya yer olmayan bir konudur. Dolayısıyla hakkında sözü uzatmanın bir
mânâsı yoktur. Ancak bu, bir başka mânâ için bir nevi giriş mahiyetindedir.
Şöyle ki: [3]
Müsteftînin,
meselesini şer'an yetkili olmayan kişilere sorması sahih olmaz. Çünkü bunun aksi, işin ehil olmayana havale edilmesi
demek olur. Böyle birşeyin sahih olmayacağına dair ise icmâ bulunmaktadır.
Aslında böyle bir durum vakıada da mümkün gözükmemektedir.[4]Çünkü
soru soran kişi, ehil olmayan birine meselesini sorarken şöyle demiş
olmaktadır: "Bilmediğin şeyi bana bildir! Ben, ikimizin de aynı şekilde
cahil olduğu bir konuda işimi sana havale ediyorum" Böyle bir durum
içerisine giren kimsenin aklı başında biri obuası mümkün değildir. Zira biri
diğerine: "Şu çölde, falanca yere gidecek yolu bana göster!" dese ve
derken de onun da aynen kendisi gibi yolu bilmediğini bilse, böyle bir kimse
divane kabul edilir. Şer'î yol daha önemlidir; çünkü onda ebedî karar yurdu
olan âhiretin helaki söz konusudur. Çöl yolunda ise sadece dünyevî bir helak
vardır. Bu konu hakkında da sözü uzatmaya gerek yoktur. Şu kadar var ki, bu
sözümüz üzerine şu hususu ilave edeceğiz:
Kişinin soru sorması
gerekince, kendisine gereken mutlaka ehil olan bir kimseye sormasıdır. O
beldede ehil olan kişi tek olabilir veya birden fazla olabilir. Tek olması
halinde bir problem yok. Ehil olanların çok olması halinde ise onlar arasında
bir seçim ve tercih yapmak gerekmektedir ve bu konunun açıklanmasını usûlcü-ler
üzerlerine almıştır. Bu anlattıklarımız, mesele hakkında sorudan önce onların
görüşlerini bilmeme haline aittir. Ancak sormadan önce onların konu hakkındaki
fetvalarım biliyor ve onlardan birini almayı istiyorsa, daha önce de geçtiği
üzere bu keyfî olmayacak, mutlaka tercih yoluyla olacaktır; aksi takdirde
sahih olmaz. Çünkü şeriatın asıl amacı kulu, heva ve heveslerinin peşine düşmekten
kurtarmak ve Allah'a (ihtiyarî olarak) kul olmasını sağlamaktır. Keyfi seçimde
bulunması, istediğinin fetvasını alabilmesi ise nefsânî arzularının peşine
düşmesi gibi bir kapıyı aralar ki, böyle bir sonuca asla imkân verilemez. Daha
önce bu Kitap'ta konu ile ilgili olarak güzel bir açıklama geçmişti.[5]Bu
yüzden burada tekrara gitmeyeceğiz. [6]
Tercihin gerekmesi
halinde bunun iki yolu vardır: 1) Umûmî. 2) Husûsî.
1) Umûmî tercih
yolu: Bu konu usûl kitaplarında
anlatılmış olmaktadır. Ancak bir nokta vardır ki üzerinde durulması ve sakınılması
gerekmektedir. Şöyle ki: İnsanlardan birçoğu; tercih esnasında yapılması
gereken yolu tutmayıp kendilerince zayıf (mercûh) görülen mezheplerin
karalanması (ta'nedilmesi) yoluna girmektedirler. Kaldı ki bunlar,
karaladıkları o kimselerin mezheplerini kabul etmekte, onları muteber saymakta
ve dikkate almakta, fetva konusunda onlara da dayanmanın sahih olacağını
bildirmektedirler. Buna rağmen karalarna yoluna gitmektedirler. Böyle bir durum,
tercih makamında bulunan kimselere yakışmaz. Tercih konusunda meydana gelen bu
kabil şeyler daha çok dört mezhep ile onları takip eden Dâvud-u Zâhirî'nin
mezhebi vb. arasında olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken bazı hususları
zikredelim:
(1)
İki şey arasında
tercihte bulunmak, aslında farklı oldukları özellikte belli bir müştereklikten
sonra olabilmektedir.[7]Aksi
takdirde o, ikisinden birinin doğrudan iptali ve devre dışı bırakılması
anlamına gelir. Böyle bir işleme ise "tercîh" denemez. Hal böyle
olunca, bazı mezhep müntesiplerinin, diğer bir mezhebe ait görüşü karalamaları
(ta'n) ve aynı (müşterek) özelliğe sahip olan iki şeyden birine yönelik
eleştiride bulunmaları, tercîh yolundan çıkmak ve farklı başka bir yola sapmak
olur. Bu ise ulemâya yakışmaz. Böyle bir eleştiri ve karalamayı ancak içtihada
ehil olmayan, bununla birlikte böyle birşeye yeltenen kimseler yapabilir. Sözü
edilen imamlar ise böyle olmaktan münezzehtirler.[8]Böyle
bir tarz onlara yakışmaz.
(2)
Tercih esnasında
karalamaya kalkmak, karalanılan mezhep müntesiplerinin inat damarını kabartır
ve üzerinde bulundukları görüş üzerinde ısrar etmelerine sebep olur. Çünkü
farklı bir görüşe inanan kimsenin dikkate alınmaması ve karalanması, üzerinde
olduğu görüşe taassupla sarılması ve görüşünün güzelliklerim ortaya çıkarması
için uğraşması sonucunu doğurur. Dolayısıyla böyle bir mecraya sokulan
tercihin, zayıf da olsa karşı görüşe sarılınmasım kışkırtma yanında hiçbir
faydası olmaz. Çünkü bu durumda gerçek bir tercih yapılmamıştır.
(3)
Böyle bir tercih,
karşı tarafı kışkırtır ve onun da benzeri bir tercihte bulunmasına yol açar. Bu
durumda biz, iyilikler peşinde koşacağımız yerde, kötülüklerin peşine düşmüş
oluruz.[9] Çünkü
nefisler yaratılış itibarıyla, kendilerini savunma, inandıkları mezhebe
sarılma ve onu aklama eğilimindedir. Eğer bir kimse, karşısındaki tarafından
dikkate alınmazsa, o da onu dikkate almaz. Bu durumda kendi mezhebini bu şekil
üzere tercihte bulunan kimse, sanki kendi mezhebini gözardı ettirmiş olur. Zira
buna sebebiyeti kendisi vermiştir. Nitekim hadiste Rasûlullah: "Şüphesiz
en büyük günahlardan biri de, kişinin ebeveynine sövmesidir" der. Sahabe:
"Ya Rasûlallah! Adam ebeveynine söver mi?" diye sorarlar. Hz.
Peygamber (as.): "Evet, o birinin babasına söver; o da onun babasına
söver; o birinin anasına söver; o da onun anasına söver"[10]
buyurur.
İşte bu da, ondandır.
Allah Teâlâ, aslında caiz olmasına rağmen, yasak olan birşeye götürmesi
sebebiyle bazı şeyleri yasaklamıştır.[11]
Meselâ: Yüce Allah, mü'minlerden Hz. Peygamber'e 'Bizi gözet!' anlamında hitap
ederlerken 'çobanımız' anlamına da çekile-bilen "râinâ" kelimesini
kullanmamalarını istemiştir.[12] Bir
başka âyette: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek
aşırı gidip Allah'a sövmesinler"[13]buyurmuştur.
Benzeri daha başka Örnekler de vardır.[14]
(4)
Böyle bir işlem,
mezhebe bağlı kimseler arasında ilişkilerin kesilmesine ve düşmanlığın
doğmasına sebep olur. Çocuklar bu tür düşmanlık duyguları altında yetişir ve
mezhebe bağlı insanların kalbinde, karşı mezhep taraftarlarına karşı bir kin ve
düşmanlık duygusu yer eder. Sonunda da fırkalara bölünürler. Allah Teâlâ,böyle
bir sonucu doğuracak davranışlara girmeyi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi
olmayın"[15]
"Dinlerini parça
parça edip, gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin
yoktur"[16]
Bu konu daha önce de
açıklanmıştı. Böyle bir sonuca götürecek herşey yasaktır. Dolayısıyla sonuçta
İslâm ümmetinin birliğini bozacak, ümmet arasında kin ve düşmanlığa sebebiyet
verecek türde bir tercihe gitme de aynı şekilde yasak olacaktır.
Taberî, —her ne kadar
senedi sahih olmasa da— şöyle bir rivayet nakletmektedir: Hz. Ömer,
ez-Zibirkân b. Bedr'i hicvetmesi sebebiyle hapsetmiş olduğu şâir el-Hutay'a'yı
serbest bırakırken ona şöyle demişti: "Şiirden sakın!" O: "Ey
mü'minlerin emiri! Terkede-mem. O benim çoluk-çocuğumun geçim kaynağı, üstelik
de dilimin üzerinde bir karınca; söylemeden edemem!" diye karşılık verdi.
Hz. Ömer: "Aileni öv, fakat muzır medihlerden sakın!" dedi.
Hutay'a:"O nasıl birşey?" diye sordu. Hz. Ömer: "Falanca
oğulları, filancalardan hayırlıdır... şeklindeki Övgülerdir. Sen öv, fakat hiç
kimsenin diğerlerinden üstün olduğunu söyleme" dedi. Hutay'a: "Sen,
—ey mü'minlerin emiri!— benden daha şairsin" diye karşılık verdi. Bu haber
sened itibarıyla sahih değilse bile, mânâ bakımından doğrudur. Zira övgü, eğer
başkalarının yerilmesi esası üzerine kurulursa, zararlı olur. Gözlemlerimiz
bunun böyle olduğuna şahittir.
(5)
Red ve tercih
esnasında karalama yoluna gitmek ve karşı tarafı kötülemek, bazen yukarıda
zikredilenler yanında mezhepte aşırılığa kaçmaya ve doğru yoldan sapmaya
sebebiyet verebilir. Bu, tercih ve delillerin tartışılması sırasında muhalif
taraflardan sadır olan birbirlerine yönelik aşırı hücumlar, yaralayıcı
ifadelerden kaynaklanan kin ve düşmanlık duygularının kışkırtması ve galeyana
getirmesi sonucunda ölür. el-Gazzâlî bir kitabında şöyle der:
"Cehaletin çoğu,
halkın (avam) kalbine, hak ehli olacak cahil insanların taassupları yüzünden
yerleşir. Bunlar karşı tarafa meydan okuyarak ve onlara ağır sözler ederek
hakkı ortaya çıkardıklarını zannederler, zayıf gördükleri karşı tarafa hakaret
edici ve hor-layıcı bir gözle bakarlar. Bunun sonucunda da onların içlerinde
inat ve düşmanlık damarları galeyana gelir ve kalplerine bâtıl inançlar
yerleşir. Ondan sonra da yumuşaklıkla yaklaşan gerçek ulemâ, onların kalplerine
yerleşmiş olan bu yanlış duyguları ve düşmanlıkları sümekte başarılı olamaz.
Taassup öyle güçlü bir duygudur ki, buna kapılan fırkalardan biri, hayatı
boyunca sükût-tan sonra konuşmaya başladığı harflerin kadîm olduğuna
inanmıştır. Eğer inat ve taassup yoluyla şeytanın iğvâsı ve nefse hâkimiyeti
söz . konusu olmasaydı, böyle bir inanç, değil aklı başında olan bir kimsenin,
cinnet getirmiş birinin dahi kalbinde yer edemezdi"
Onun dedikleri böyle.
Yaşadığımız sosyal gerçeklerin tanıklık ettiği hak ve hakikat da işte budur.
"Musa'yı bütün
insanlığa üstün kılana yemin ederim ki..." diyen yahudiyi tokatlayan
Ensârî hakkında gelen hadiste belirtildiği üzere, bu harekete Rasûlullah kıznnş
ve: "Peygamberler arasında üstünlük bakımından bir ayırıma gitmeyin"
veya: "Beni Musa'dan üstün tutmayın" buyurmuştur.[17] Oysa
ki bizzat Rasûlullah da yeri geldiğinde peygamberler arasında üstünlükten ve
kendisinin diğer peygamberlerden üstünlüğünden söz etmiştir. el-Mâzirî bazı
üstadlarından nakille hadisin şöyle yorumlanabileceğini zikretmiştir:
"Allah'ın peygamberleri arasında, onlardan bir kısmını alçaltına sonucuna
varacak bir mukayese yapmayınız" Hadis zaten belli bir sebep üzerine
söylenmiştir. O da Ensâr'dan olan sahâbînin ("Musa'yı âlemlere üstün
tutana yemin ederim ki..." diyen) yahudiyi tokatlamasıdır. Dolayısıyla
Rasûlullah bu fiilden Hz. Musa'nın alçaltılmış olduğunun anlaşılacağından korkmuş
olmalıdır ve bu yüzden de böyle bir sonuca götürebilecek ayırıma gidilmesini
yasaklamıştır. Iyâz şöyle demiştir: Belki de bu sözünü kendinin onlara
üstünlüğünü bile bile, ümmetine de bunun böyle olduğunu bildirmiş olmasına
rağmen söylemiştir ki, insanlar böyle konulara dalmasınlar ve şu üstün bu üstün
gibi bir mücadeleye girişmesinler. Zira bu tutum, bazen tartışma esnasında
kendilerinden beklenmeyen sözlerin sadır olmasına, keza kızgınlık ve tartışma
anında kendi makamlarına yakışmayacak duygulara kapılmalarına sebep olabilir.
Bu durumda konu ile ilgili tartışmaya girmeyi yasaklaması, Kur'ân ile de ehl-i
kitaba karşı mücadele etmeyi yasaklaması vb. gibi olur. Onun sözü böyle. Bu
izah doğrudur. Dolayısıyla âlimler ve mezhep imamları arasında da aynı şekilde
davranmak gerekecektir. Çünkü onlar peygamberlerin varisleridir.
Fasıl:
(Müctehidler arasında
yapılacak) tercihin, herkesin tanıklık ettiği faziletler, özellikler ve açık
meziyetlerin zikri yoluyla olması halinde ise, bunda bir salanca yoktur. Hatta
bu gibi durumlarda yani buna ihtiyaç duyulması halinde yapılması gerekli olan
da budur. Bunun dayanağı Kur'ân'daki şu âyettir; "O peygamberler ki, biz
onlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık..[18] Bu
âyet, peygamberler arasında üstünlük bakımından ayırımın olduğunu ortaya
koymaktadır. Sonra Allah Teâlâ, bazı seçkin peygamberleri ve onların sahip
oldukları meziyetleri zikretmiştir. Meselâ Dâvûd hakkında şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten biz, peygamberler- ' den kimini, kiminden üstün kıldık; Davud'a
da Zebur'u verdik"[19]
Hadiste bu kabilden
pek çok örnek vardır; Meselâ kendisine insanların en üstünü sorulduğu zaman:
"En müttakîleridir" diye cevap vermişti. Onlar: "Biz bunu
sormuyoruz" dediklerinde de: "Yusuf; Allah'ın dostunun oğlu,
Allah'ın peygamberinin oğlu, Allah'ın peygamberinin oğlu, Allah'ın peygamberi"
demiş. "Sana bunu da sormuyoruz" dediklerinde: "Bana Arap
ulusundan mı soruyorsunuz. Onların cahiliye döneminde hayırlı olanları, eğer
dinde üstün anlayışa ulaşmışlarsa İslâm döneminin de hayırlılarıdır"
buyur-du.[20]
Rasûlullah şöyle
buyurdu: "Mûsâ, İsrailoğullarından bir mecliste iken kendisine bir adam
geldi ve: 'Senden daha bilgili birini tanıyor musun?'diye sordu. Mûsâ: 'Hayır!'
dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisine vahyetti ve: 'Evet var, kulumuz
Hızır' buyurdu" Bir başa rivayet de şöyledir: "Mûsâ, İsrailoğulları
arasında hitabede bulunuyordu. Kendisine: 'Kim daha bilgindir?' diye soruldu.
'Ben!' diye karşılık verdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisini uyardı. Zira
ilmini Allah Teâlâ'ya nisbet etmemişti. Allah ona: 'Evet, iki denizin buluştuğu
yerde benim bir kulum var, o senden daha bilgindir...' buyurdu"
Müslümanlardan biri
ile yahudilerden biri ağız kavgasına tutuştular ve müslüman: "Muhammed'i
bütün âlemlere üstün kılana yemin ederim ki..." dedi. Yahudi de
"Musa'yı bütün âlemlere üstün kılana yemin ederim ki..." dedi. (Bunun
üzerine müslüman yahudi-nin yüzüne bir tokat vurdu. Yahudi Rasûlullah'a gitti
ve durumu ona bildirdi.) Rasûlullah şöyle buyurdu: "Beni Musa'ya üstün
tutmayınız. Çünkü bütün insanlar bayılıp düşecek ve ilk ayılan ben olacağım.
Bir de bakacağım ki Mûsâ, Arş'ın bir tarafını tutmuş. Bilmiyorum; o da bayılıp
düşüp de ayılanlardan mı, yoksa Allah'ın müstesna kıldığı insanlardan mı?"[21] Bir
başka rivayette de şöyle buyurmuştur; "Peygamberler arasında (üstünlük
bakımından) bir ayırıma gitmeyiniz. Çünkü sura üflenir..." Hadis devam
ediyor.
Bu, delile müstenid
ol(may)an bir ayırımı reddetmektedir ve aynı zamanda tercihi gerektiren bir
durumun olması halinde üstün tutmanın doğru olacağına da delil olmaktadır.
Yine Rasûlullah Şöyle buyurmuştur: "Erkeklerden çok kişi kemale ermiştir.
Kadınlardan ise sadece Firavundun karısı Âsiye ile Imrân'ın kızı Meryem kemâle
ulaşmışlardır. Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü ise, tiridin[22]
diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir[23]
Kendisine "Yâ
hayra'l-beriyye! (yani ey yeryüzünün en hayırlısı!)" diye çağıran
kimseye: "O İbrahim'dir" buyurmuştur.[24]
Bir başka hadislerinde
de: "Ben Adem oğullarının efendisiyim buyurmuştur.[25]
Kendisinin diğer insanlardan daha üstün olduğunu belirten benzeri daha başka
deliller de vardır. Burada konumuz iki hadis arasında tearuzun bulunduğundan
bahsetmek değildir. Bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, üstünlük
bakımından bir ayırıma gitmenin doğru ve tercihte bulunmanın caiz olabileceği
sonucuna ulaşmaktır. Bu da her iki hadiste de sabittir.[26] Yine
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Nesillerin en
hayırlısı, içerisinde bulunduğum nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra
onları takip edenler.[27]
(İbn) Ömer şöyle
demiştir: "Biz Rasûlullah zamanında ashabı üstünlüklerine göre derecelendirir;
önce Ebû Bekir'i, sonra Ömer'i, sonra da Osman'ı daha üstün görürdük"
Hz. Osman, (Kur'ân'ın
yazılması için) Kureyş'ten oluşturduğu üç kişilik heyete —ki bunlar Abdullah b.
ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs ve Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişâm idi— şöyle demişti:
"Siz ve Zeyd b. Sabit, Kur'ân'dan birşey hakkında görüş ayrılığına
düşerseniz, onu Kureyş dili üzere yazın; çünkü Kur'ân onların diliyle
inmiştir" Onlar da Öyle yapmışlardı.
Rasûlullah şöyle
buyurmuştur: "Ensar yurtlarından (evlerinden) en hayırlısı Neccâr
oğulları, sonra Abdu'l-Eşhel oğulları, sonra Haris b. el-Hazrec oğullan, sonra
Sâide oğulları yurdudur ve Ensâr'ın yurtlarının her birinde hayır vardır"[28]
Bir başka hadislerinde
de şöyle buyurmuştur: "Ümmetim içerisinde ümmetime karşı en merhametli
olanı, Ebû Bekir'dir; Allah yolunda en şiddetli olanı, Ömer'dir; haya
bakımından onların en doğruları, Osman'dır; helâl ve haramı en iyi bilenleri
Muâz b. Ce-bel'dir; en. İyi ferâiz bilenleri, Zeyd b. Sâbit'tir; en iyi
okuyanları Übeyy b. Ka'b'dır. Her ümmetin bir emini olur; bu ümmetin emîni de
Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh'tır'[29]
Abdurrahman b. Yezîd
anlatır: "Biz, Huzeyfe'ye: 'Hal ve gidişat, hidayet bakımından
Rasûlullah'ayakın olan kimdir? Öğrenelim de ondan (bu meziyetlerini)
alalım" diye sorduk. O: "Rasûlullah'a hal ve gidişat, hidayet ve
tavır bakımından İbn Ümm Abd'dan[30] daha
yakın birini tanımıyorum" diye cevap verdi.
Muâz'a ölüm vakti
gelince ona: "Ey Ebû Abdurrahman! Bize vasiyette bulun!" dediler. O:
"Beni oturtun!" dedi ve devam etti: "İ-lim ve iman
yerlerindedir; kim onları ararsa bulur" Bu sözünü üç defa tekrarladı.
"İlmi dört kimse yanında arayın: Üveymir Ebû'd-Derdâ, Selmân el-Fârisî,
Abdullah b. Mesûd ve Abdullah b. Selâm"
Rasûlullah şöyle
buyurmuştur: "Benden sonra iki kişiye: Ebû Bekir ve Ömer'e uyun[31]
Dînî bir ihtiyaçtan
dolayı tercih ve üstün tutmayı ifade eden deliller pek çoktur. Ancak hepsi de,
överken diğerlerini küçültme gibi bir anlam taşımamaktadır. Durum böyle olunca
bu, geçerli bir kıstas ve uyulması gereken kesin bir hüküm olur ve bunun
ötesine geçilerek, kırıcı, aşağılayıcı mahiyette bir tercih yoluna gidilemez.
Nitekim seîef-i sâlihin yaptığı da bu olmuştur.
Fasıl:
Bu konuda gaflet ya da
gaflet görünümü o kadar ileridedir ki, bu, ilim ehlinden önde gelen bazı
kimseleri, tercihi açık ya da imalı bir şekilde karşı taran karalama şeklinde
yapmayı âdet edinir bir hale sokmuştur. Onlar maalesef divanlarını bu şekilde
oluşturmuşlar, kağıtlanrn bu yolla karalamışlardır. Hatta öyle ki bunlar, Fıkılı Usûlü alanında
tasnif edilmiş terâcim kitaplarından bir tür ya da öyle birşey bile olmuştur ve
bunlarda kısmen temas ettiğimiz şeyler yer almaktadır. Dahası iş, sahabe ve
onları takip eden nesillerden oluşan selef-i sâlihe kadar uzanmaktadır. Bazı
sahâbîlerin üstünlüğü hakkında yazılmış birtakım eserler gördüm. Bunlar diğerlerinin
karalanarak yükseltilmesi, karalamak için ileri sürülen şeylerin yükseltilmeye
çalışılan kimsede bulunmadığı iddiası gibi bir mecraya kaymıştır. Bu gibiler
vadiye inmiş ve suyun kaynağını kapatmışlardır. Bu tutum peygamberler arasında
da sergilenir olmuş ve iş, cahil bir topluluğun bu doğrultuda nazım ve nesir
eserler yazmasına kadar gitmiştir. Bunlar yazdıklarında Hz. Muham-med'i
övüyöruz, onu yüceltiyoruz derken diğer peygamberler hakkında aşağılayıcı
sözler etmişlerdir. Üstelik bunları da, yanlış bir şekilde anladıkları
nakillere dayandırmışlardır. Doğrusu bu, hak ve hakikatin dışına çıkmaktır.
Rasûluîlah' "Peygamberler arasında üstünlük bakımından bir ayırıma gitmeyin"[32]
buyurmasının sebebini ve âlimlerin bu konudaki yorumlarını daha önce görmüştük.
Bu itibarla böyle netameli konulara girmekten sakınmalı ve bu gibi yerlerden
sırât-ı müstakime çıkmaya bakmalıdır.
2) Husûsî tercih yolu: Bu konu hakkında ayrı bir mesele açalım: [33]
Kendisinde fetva verme
ehliyeti için gerekli şartlan bulunduran kimseler iki kısımdır:
(1)
Fiilleri, sözleri ve
halleri vermiş olduğu fetvanın gereği üzere olanlar. Bunlar ilim sıfatları ile
muttasıf ve ilimle birlikte tam örneklik makamında olurlar. Hatta soru
sormaksızın ona uymayı arzuladığın zaman, çoğu durumlarda soru sormana gerek
bırakmazdı] lar. Aynen Rasûlullah'ın söz, fiil ve takrirlerinden ilim alınması
gibi.
Bu kısımdan kimselerin
bulunması halinde fetva için bunlar, adalet ehli içerisinde bariz olsalar bile
kendileri gibi olmayanlardan —ki bunlar da ikinci kısmı oluşturmaktadır— daha
öncelikli olacaklardır. Bu iki sebepten böyledir:
a) Daha önce yerinde de geçtiği üzere böyle bir hale
sahip olan kimselerin vaazları —kendileri gibi olmayanlara nis-betle— daha
etkin, sözleri daha faydalı olur, fetvaları kalplerde daha çabuk yer eder.
Çünkü ilmin kaynakları böyle biri üzerinde belirir, camiası onunla aydınlanır,
sözü kalbinin derinliklerinden çıkar. Söz de kalpten çıkınca kalbe girer ve
etkin olur. Böyle bir özelliğe sahip olanlar, Allah Te-âlâ'nm haklarında:
"Kullarından Allah'tan ancak âlim olanlar korkar'[34]
buyurduğu kimselerdir. Bu özelliğe sahip olmayanlar ise böyle değildir. Onlar
her ne kadar âdil, doğru sözlü ve faziletli de olsalar, sözleri bunlarınki gibi etkin olmaz. Nitekim tecrübelerimiz de
bunun böyle olduğunu göstermektedir.
b) Fiilin söze uygunluğu, o sözün doğruluğunun bir
delilidir.[35] Nitekim bu konu daha önce
açıklanmıştı. Kimin fiili sözüne uyarsa, kalpler onu tasdik eder ve nefisler
ona gönüllü tâbi olur. Bu makama ulaşmayan kimsenin durumu ise —her ne kadar
fazileti ve dininin bütünlüğü malum olsa
bile— böyle olmaz. Bu mertebelerde meydana gelen farklılıklar ziyade bir
faydanın sağlanmasını ya da sağlanmamasını temine yöneliktir. Kim, kişinin
adaletini zedelemeyecek tarzda ihtiyaç fazlası şeyler hakkında insanların
zahi-dane bir davranışa girmelerini ister ve kendisi de aynı şekilde zühd
içerisinde olursa, onun bu teşviki, zühd içerisinde olmayan kimsenin zühde teşvikinden daha yararlı olacaktır.
Çünkü ikincinin hareketi her ne kadar caiz ise de, sözüne bir nevi muhalefet
olmaktadır. Sözün fiile olan bu muhalefeti, fiili sözüne uygun düşen kimselerin
mertebesine ulaşmayı engelleyecek bir unsur olmaktadır.
Fiilin söze uygunluğu
konusunda müftîlerin mertebeleri farklılık arzedince, mukallid için tercihi
gereken şey, sözü ile fiili arasında çoğunlukla uygunluğun bulunduğu kimseye
tâbi olmaktır.
Uygunluğun bulunup
bulunmadığı konusunda mesele emir ve nehiylere nisbetle ele alınır. Her ikisine
de uygunluk olursa —adalet şartlarının dışında kalanları kastediyorum—. ağır
basan taraf, nehiylere uygunluk tarafının dikkate alınması olacaktır. Meselâ
iki müctehid bulunsa, bunlardan biri herhangi bir yasak işlememe konusunda
azimli olsa, fakat emirler konusunda aynı şekilde duyarlı olmasa; diğeri isg
emrolunan hiçbir konuda muhalefet etmeme konusunda azimli, fakat yasaklar
karşısında o kadar duyarlı olmasa, birincisi kendisine uyulma konusunda daha
tercihe şayandır.Çünkü adalet şartlarının Ötesinde emirler ve yasaklar
konusunda (fiilin fetvaya) uygunluğu, tamamlayıcı unsurlardan va güzel davranışlardan
olmaktadır. Bu meyanda yasaklardan kaçınmak, Sâri' Teâlâ'nm katında aşağıdaki
sebeplerden dolayı emre uymaktan daha önemlidir:
(1)
Mefsedetlerin
uzaklaştırılması, maslahatların elde edilmesinden daha evlâdır. Bu, ilim
adamları tarafından kabul görmüş bir ilke olmaktadır.
(2)
Yasaklara tek bir fiil
ile uyulmuş olur; bu da fiilden el çekmedir. İnsanın bunu bir meşakkat
olmaksızın gerçekleştirebilmesi imkânı vardır. Emirler ise böyle değildir.
İnsanın onların tümünü yapabilme gücü yoktur. Sonra emirler tercih gereği
bedelli de yapılmış olabilir.[36]Bu
itibarla bazı emirlerin terki, mutlak anlamda bir muhalefet olmaz. Nehiylerde
ise durum farklıdır. Çünkü nehyin mücerred işlenmiş olması muhalefet
sayılmaktadır. Dolayısıyla yasağa riayet, uygunluğun gerçekleşmesi için daha
çok aranacaktır.
(3)
Bu konuda naklî deliller
vardır. Hadiste şöyle gelmiştir; "Size birşeyi yasakladığım zaman, ondan
kaçının. Size birşeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiğince ondan[37]
yerine getirin"[38]
Hadiste yasaklar, dikkate alınma konusunda daha güçlü bir ifade ile gelmiş ve
onlardan kaçınılması herhangi bir istisna ya da kayıt getirilmek-sizin kesin
bir tarzda istenmiştir. Aynı üslup emirlerin yerine getirilmesi konusunda
gösterilmemiş, "gücünüz yettiğince ondan" ifadesi ile kayıtlı olarak
gelmiştir. Bu da, konumuz olan fetvanın yasaklardan kaçınmaya uygunluğunun,
emirleri yerine getirmeye olan uygunluğuna tercih edileceğine işaret
olmaktadır.[39] [40]
Örnek durumda olan
kimselerden sadır olan fiillere uymak iki şekil üzere olur:
(1)
Fiillerine uyulacak
olan kimse, masumluğuna dair hakkında delil bulunan biri olabilir.
Rasûlullah'ın fiillerine uymak böyledir. Keza icmâ ehlinin, ya da âdeten veya
şer'an hata üzerinde görüşbirliği etmeyecekleri bilinen kimselerin —İmam
Mâlik'e göre Medine ehlinin ameli gibi— fiiline uymak da böyledir.
(2)
Birincinin aksi olur.
Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır:
1. Kasden fiiline uyulması için belirlenmiş (atanmış)
olur. Hâkimlerin emir ve yasakları, yargı mahallinde almak, vermek, reddetmek
ve onaylamak gibi işleri böyledir. Veya fiile olan kasdmm taabbudîliği, dinine
ve emanetine güvenilirliği hasebiyle karinelerle belirmiş olur.[41]
2. Diğeri ise, böyle bir durumun[42]
belirlenmemiş olması halidir.
Böylece karşımıza üç
kısım çıkmaktadır; uyma (iktidâ) açısından her biri hakkında söz etmemiz
gerekmektedir.
Birinci Kısım:
a) Uyan kimse, fiili, sadece uyduğu kimsenin işlediği
tarz üzere işlemek isteğini bulundurur ve bunun dışında başka bir kasıt
aramaz. İşlenilen fiilin dayanağını anlamış olup olmaması arasında fark
yoktur.
b) Veya haddizatında fiilin bir başka tarz üzere
işlenmesi ihtimaline rağmen uyduğu kimseyi ihtimaller içerisinde en güzel
olanına niyet ettirme[43]
ziyadesinde bulunur ve ona olan uymasını muhtemel olan en güzel hal üzerine
bina eder,onu bir asıl kılar ve üzerine hükümler tertip eder; meseleler tefrî'
eder.
Birinci kısımda[44],
usûlcülerin ortaya koymuş olduğu esaslar ü-zere uymanın şahinliği konusunda
herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Nitekim sahabe, pek çok konuda
Rasûlullah'fiiline bu şekilde tâbi olmuştur: altın yüzüğü çıkarmaları, namazda
iken pabuçlarım çıkarmaları, yolculuk esnasında iftar etmeleri, Hudeybiye
senesinde umre ihramından çıkmaları... hep böyle olmuştur. Üzerinde icmâ
ettikleri vb. sahabenin fiilleri de aynı şekildedir.[45]
İkinci kısma[46]gelince,
maksadın açık seçik olmasının mümkün[47]olması
halinde bunun hakkında görüş ayrılığı olabilir. Ancak doğru olan, aşağıdaki
durumlar sebebiyle, onun uyma konusunda şer'an muteber olmamasıdır:
Birincisi: (Fiili dinî
mahiyette işlemiştir, şeklinde) hüsnüzan bulundurmak, uyan kişinin kendi kasdı
önünde, kendisine uyula-nın muhtemel kasdının delilsiz ilgâsı anlamına
gelmektedir.[48]
Uyan kişinin
belirlemiş olduğu ihtimal, belirlenmiş değildir. Belirlenmiş olmayınca da,
tercih ancak nefsânî arzular yoluyla yapılmış olur. Bu ise şer'î işlerde geçerli
değildir. Zira şerîatta, delil olmaksızın tercihte bulunmak caiz değildir.
İtiraz: Hüsnüzan beslemek şerîatta zaten genel olarak istenilen
birşeydir. Bu durumda, masumiyeti sabit kimse hakkında böyle bir zan beslemek
öncelikli olarak sabit olacaktır.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Müslümana karş1.
—hakkında kötü zan beslemeye sebep olacak emareler olsa bile— hüsnüzan beslemek
hiç kuşkusuz istenmektedir. Meselâ: "Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının[49]
"Erkek ve kadın mü'minlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi
vicdanlarıyla hüsnüzanda bulunup da,
'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?[50]
âyetleri[51] bunu âmirdir. Hatta bu
konuda insan, bilmediği şeyi söylemekle, bilmediği şeye inanmakla dahi
emrolunmuştur: "Bu apaçık bir iftiradır"; "Onu duyduğunuzda
'Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır' demeli
değil miydiniz"[52]
âyetleri bunu istemektedir. Buna rağmen, onun yani hüsnüzannın üzerine herhangi
bir şer'î hüküm bina edilmiş değildir; ne bir şahidin adaleti konusunda, ne de
bir başka konuda, —kesin bilgi ya da zannı-ı galip doğuracak açık deliller
bulunmadıkça— sırf bu hüsnüzan üzerine hüküm binasına gidilmiş değildir.
Mükellef, her
müslümânâ karşı hüsnüzan beslemekle yükümlü olmasına, her müslüman da sırf bu
zanna müsteniden —deneme, tezkiye gibi yollarla sabit olmadıkça— âdil
olmadığına göre, bu, mücerred birşeye hüsnüzan beslemenin o şeyi ispat
etmediğini gösterir. O şeyi ispat etmeyince de onun üzerine herhangi bir şer'î
hüküm bina edilmez. Fiillere yönelik hüsnüzan beslemek de bu kabildendir;
dolayısıyla onun üzerine de herhangi bir hüküm bina edilmez.
Bunun örneği şudur:
Meselâ kendisine uyulan kimse, hem dinî- taabbudî hem de dünyevî ve dinî
olmayan maslahatların elde edilmesine yönelik mahiyette olabilecek bir fiil
işlese, bu iki ihtimalden birisini tayin edecek herhangi bir karine de
bulunmasa, bu durumda uyan kimsenin, kendisine uyulan kimsenin, o fiili —hakkında
beslediği hüsnüzanna mebni— dinî-taabbudî bir mahiyet üzere işlemiş olduğuna
hamletmesidir.
İkincisi: Meselâ
kendisine uyulan kimseye nisbetle hüsnüzan beslemek mükellefin fiillerinden
kalbî bir fiildir. O, vakıadakine uygun olsun olmasın, bununla mutlak olarak
zaten memurdur. Zira eğer hüsnüzan besleme emri, vakıaya uygunluğu kesin bilgi
ya da zann-ı galip yoluyla bilmeyi gerekli kılsaydı, o zaman hüsnüzan
beslemekle mutlak olarak emrolunmazdı; aksine vakıadakine dair zanm galip ifade
edecek delillerin bulunması haliyle kayıtlanırdı.
Halbuki hüsnüzan
besleme emri ittifakla böyle değildir. Dolayısıyla o, mutabakatı
gerektirmemektedir.[53] Bu
durum sabit olunca, kendi hüsnüzannına binaen uyması, kendisine uyulan kişi
için hasıl olan bir duruma[54]
değil de bizzat kendi fiillerinden biri üzerine binada bulunmak olmaktadır.
Ancak o, kendisine uyulan kimsenin katında mevcut bulunan şey üzerine binada
bulunmayı kastetmiştir. Sonuçta bu, uyma işini, birşey üzerine bina etmiş
olmadı. Bu ise bâtıldır. Alâmetlerinin zuhuru üzerine bina edilen uyma ise
böyle değildir. Çünkü o, kendisine uyulan kimse hakkında kesin bilgi ya da
zann-ı galip yoluyla hâsıl olduğu bilinen birşey üzerine kurulmuş olmaktadır
ve uyan kimse, uymasında işte o şeyi kastetmektedir. Böylece de o, sanki
(taabbudîliği) belirlenmiş bulunan şeylerde uyma gibi bir hal almıştır.
Üçüncüsü: Böyle bir
uymadan tenakuz gerekir. Çünkü ona, haddizatında da öyle diye beslediği zan
üzerine uymuş olur. Mücer-red hüsnüzan beslemek ise, o şeyin haddizatında da
öyle olmasını ne kesin bilgi ne de zan düzeyinde gerektirmez. Gerektirmeyince
de o zaman ona uyma, haddizatında da öyle olduğu esası üzerine yapılmış olmaz.
Halbuki biz öyle olduğunu farzetmekteyiz. Bu ise, bir tutarsızlık ve
çelişkidir.
Bu nokta, hüsnüzan
beslemenin, bizzat zan ile karışması cihetinden belirsizlik arzedebilir.
Aralarındaki fark iki durumdan dolayı açıktır:
a) Bizzat zannın kendisi, kendisine uyulan kimseye
meselâ "haddizatında da öyle olduğu" kaydıyla taalluk eder. Hüsnüzan
besleme ise böyle değildir; o, vakıada o zan üzere olsun olmasın bizzat uyan
kişiye taalluk eder.
b) Zan, delillerin tabiî ve zorunlu bir sonucudur ve
mükellefin ondan ayrı kalması mümkün değildir. Hüsnüzan beslemek ise, delilden
neşet etmemekte, tamamen mükellefin kendi ihtiyarı sonucunda olmaktadır. O
sonuçta, kendisine uyulan kimse hakkında müsbet ya da menfi söz konusu olan
iki ihtimalden her biri hakkında geçerli olan düşüncelerden bir kısmım yok
etmek demektir. Onun hatırına güzel olan düşünce geldiği zaman onu destekler,
onu tekrar tekrar düşünmek ve inancı hakkında nefsine telkinde bulunmak
suretiyle zihnine yerleştirir. Hatırına diğer ihtimal geldiği za-
man ise, onu
zayıflatır ve reddeder, zihninde bunu tekrarlar ve bir daha adını anmaz.
İtiraz: Kendisine uyulan kimsenin zahir hali ve geneldeki durumu
uhrevî işlere meyletmek, âhiret için hazırlıkta bulunmak, kendisini Allah Teâlâ
yoluna adamak ve Allah Teâlâ ile arasındaki hallerini sürekli murakabe altında
bulundurmak olduğuna göre, zahir odur ki, muhtemel bulunan bu cüz'î de, o genel
ve galip olan çoğunluğa katılacaktır. Aynen bu tarzda varid olan hükümlerin durumunda
olduğu gibi.
Cevap: Bu cüz'î, bu takdire göre bu şekilde belirlendiği
zaman, onu uhrevî ihtimale hamletme kasdma yönelik zannı güçlendirebilir ve bu
durumda o, —inşallah ileride de bahsolunacağı gibi— içtihada mahal olur. Ancak
bu takdir (farzetme), mücerred hüsnüzan besleme üzerine bina olmamakta, aksine
delilden neşet eden zannın bizzat kendisi üzerine kurulu olmaktadır. Bu durumda
olan zan ise, bazen şeriatta üzerine hüküm binası için sebep olabilmektedir.
Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir; aksine iki ihtimalden biri
hakkında, onunla ilgili olarak zann-ı galip doğuracak, diğer ihtimali ise
zayıflatacak ölçüde bir tercihin bulunmaması esası üzerine mebnidir. Meselâ
bir adam[55] düşünün, takva sahibi,
Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uymakta, dünyalık bir meşguliyeti yok,
sadece dünyası ve âhiretine nisbetle yükümlü tutulduğu dinin gereklerini
yapmaktan başka bir endişesi yok. Böyle birinin bu dünya hakkında iki hali
bulunur:
a)Dünyevî hali: Bununla geçimim sağlar ve Allah
Teâlâ'nın kendisine ihsan etmiş olduğu nefsânî nazlarını yaşar.
b) Uhrevî hali: Bununla da âhiret işlerini düzene koyar.
Bu ikincisi hakkında
herhangi bir söz yoktur. Bunlar haddizatında belirgin ve ihtimale kapalıdır.
Bunun istisnası ise çok nadirdir. Nadire de itibar yoktur.
Birinci kısma gelince,
bu ihtimali doğuran kısım olmaktadır.
Meselâ mübâhı, kendi nefsânî hazzını elde etmek açısından is]
olabileceği gibi, kendi nefsi üzerindeki Allah Teâlâ'nın hakkın ne getirmek
açısından da işlemiş olabilir. Kendisine uyulan böyle bir mubahı işler ve onun
hangi açıdan işlemiş olduğu da in mezse, bu durumda uyan kimse, onun hakkında
beslediği hüs -zanna binaen, o mubahı
sadece Allah Teâlâ'ya yaklaşmış olmak" O'na kullukta bulunmak niyetiyle
işlemiş olduğu inancından hareketle, o mubahı takarrub (kurbet) kastı ile
işler. Bu halde ik kendisine uyulan kimseye karşı beslediği hüsnüzandan başka U
dayanağı, üzerine binada bulunacağı bir aslı ise bulunmamaktadı^ Çünkü
kendisine uyulan kimsenin o şeyi işlerken, kendisi için mü-bah kılınmış bulunan
nefsânî hazza ulaşmayı düşünmesi ve bu düşünce ile onu işlemiş olması pekâlâ
mümkündür. Bu durumda uyan kimsenin kasdı, yerini bulmuş olmamaktadır. Bulsa
bile, kendisini kurbet kılan mubah birşeye tevafuk etmektedir. Mubah birşey ise
—Hükümler bahsinde de izahı geçtiği üzere— kurbet telakki edile-
mez.
Dahası şunu da
söylüyoruz: Kendisine uyulan kişi, bir duruşta bulunsa veya elbisesini bir
şekilde alsa veya bir vakitte sakalım tutsa ve benzeri bir harekette bulunsa,
şimdi uyan kimse de, bu hareketleri ibadet kastı ile yapmıştır düşüncesine
binaen, aynen onun yaptığı gibi bu hareketleri yapmaya koyulsa, bu uyan kişi
ahmak ve akhevvellerden biri kabul edilir. Çünkü kendisine uyulan kimsenin o
hareketleri dünyevî bir düşünceden dolayı, yahut bilinçsiz bir şekilde yapması
pekâlâ mümkündür. Meseleden murad da işte bu ve benzeri durumlardır.
Aynı şekilde meselâ
onun bir dirhemi bulunduğunu ve onu dostluk sebebiyle bir arkadaşına verdiğini
düşünelim.[56], Aynı anda o dirhemi
kendisine harcaması, yahut onunla mubah bir iş yapması, ya da sadaka vermesi
kendisi için mümkün de olsun. İşte böyle bir durumda uyan kimse şöyle der:
Hüsnüzan, onun o dirhemi ta-saddukta bulunmasını gerektirir. Ancak o, bu uhrevî
konuda dostunu kendi nefsine tercih etmiştir.[57]
Dolayısıyla bundan uhrevî konularda kişinin, bir başkasını kendi nefsine
tercihinin caizliği sonucu çıkar.
Ulemâdan biri bu
mânânın, "Ben duamı kıyamet günü ümmetime şefaat için sakladım"[58]hadisinde
bulunduğunu söylemiş ve ondan uhrevî konularda bir başkasını tercihin sahih
olacağı hükmünü çıkarmıştır. Zira, (hakkında beslenen hüsnüzan- gereği olarak)
kendisine tanınan duayı, dünya işleri hakkın-!f de&il mutlaka âhiret
işlerinden biri hakında kullanırdı.
Biz geçen esas
üzerinden yürüdüğümüzde, birilerinin itiraz ahiyetinde aşağıdaki durumlardan
ötürü, bu âlimin söylediklerinin doğru olmayacağını söylemesi mümkündür:
Çünkü, o duasını
herhangi bir dünya işi hakkında yapabilirdi. 7'ra onu illâ da şöyle yapacaksın
diye kısıtlılık altına alma durumu öz konusu değildir. Bu durumda kendisine
nisbet edilecek bir nakısa da yoktur. Rasûlullah dünyada bazı şeyleri sever ve
Allah Teâlâ'nın mubah kıldığı nimetlerinden istifade ederdi. Bu meselâ
kadınları, güzel kokuyu, tatlıyı, balı, kabağı sevmesi; kelerden hoşlanmaması
vb. konularda belirgin bulunmaktadır. O, Allah Teâlâ'nın kendisi için mubah
kılmış olduğu bazı şeyler hakkında da ruhsat hükümlerinden faydalanıyordu. Bu
gibi şeyler ondan çokça menkûldür.
İkinci bir durum
şudur: Rasûlullah dünyevî şeyler hakkında duada bulunmuştur: Fakirlikten,
borçtan, insanların galebe çalmasından, düşmanların oh etmesinden, kederden,
ezeli ömre[59] düşmekten.. Allah'a
sığınması gibi. Rasûlullah bunların yerine uhrevî olan şeylerden Allah'a sığınabilirdi;
fakat yapmadı.
Aynı mesele hakkında
şu da bir delil olur: Bazı peygamberler, "Her peygamberin ümmeti hakkında
müstecâb bir duası vardır..." hadisinde sözü edilen kendilerine ait
müstecâb dualarını, dünyaya mahsus bir şekilde, kendilerine caiz bir biçimde
—ki bunlar ümmetlerine yaptıkları beddualardır— kullanmışlardır. Meselâ,
"Nûh, Rabbim! dedi, kâfirlerden yeryüzünde hiç kimseyi bırakma![60]
âyeti, müfessirlerin naklettiği üzere bu şekildedir. O, bu bedduası yerine,
onların âhirette yararlarına olacak başka bir dua yapabilirdi. Onların mahlukât
içerisinde Allah Teâlâ'nın en seçkin kulları olmalarına rağmen bu tür dualarda
bulunabilmeleri, onların bütün fiil ve sözlerinin sadece âhirete yönelik
olması gerektiği gibi bir sonucun doğru olmayacağını ortaya koyar. Aynı şekilde
Hasûhıllah'm duasının da, kesin olarak âhiretle ilgili olduğu taayyün etmez.
Dolayısıyla da hadiste o âlimin dediklerine delil olacak bir husus yoktur.
Üçüncü durum: Eğer biz
bu esas üzerine binada bulunacak olursak, o zaman bu sözü Rasûlullah'm
[alevSâmtu] her fiili hakkında söyler olmamız gerekir. Rasûlullah'm fiillerinin
onun bir ırı-san olmasının gereği yapılmış olup olmaması da farketmez. Zira
onun hakkında: "Rasûlullah o fiiliyle uhrevî olan durumları ve husûsî bir
kulluk şeklini kastetmiştir" demek mümkündür. Halbuki durum ulemâya göre
hiç de öyle değildir. Dahası ondan dünyaya yönelik hiçbir fiilin bulunmaması
gibi bir sonuç da lâzım gelir. Bundan, dünyevî olduğunu açıkça söylediği
fiilleri bir istisna olur. Zira bu takdirde açıklamadıkça, kastı kapalı
olacağından fiilin dünyevî oluşu hiçbir zaman açıklık kazanmayacaktir. (Bu
durumda uhrevî olduğu beyan edilen fiil, uhrevî olacaktır.) Yönünün belirtilmemesi
halinde de durum aynı olacaktır. Çünkü onun da âhiret için olma ihtimali
vardır. Bu durumda dünya işleriyle ilgili olarak beyan çok nadir olacak
demektir. Bu ise şeriatın büyük çoğunluğunun delâlet ettiği şeyin hilafına bir
durum olmaktadır. Bu sabit olunca, bu şekil üzere bir uymanın sabit olmadığı
ortaya çıkar ve hadiste ona ait bir delâlet unsuru da bulunmamaktadır.
Kaldı ki hadis —daha
önce de geçtiği gibi— "Her peygamberin üm.meti hakkında müstecâb bir duası
vardır..." ifadesiyle duanın kendisine değil, ümmete mahsûs olmasını
gerektirmektedir. Dolayısıyla o zatın zikrettiği tercih (îsâr) mânâsı burada
bulunmamaktadır. Çünkü tercih (îsâr), aslen yararlanma durumunda olan tercihte
bulunan kimsenin, kendisine ait olan hakkı ikinci birine devretmesi demektir.
Burada ise böyle bir durum yoktur. Çünkü dua, daha başlangıç itibarıyla ümmet
lehine tahsis edilmiştir.
ikinci Kısım: Eğer, hâkimin atanması vb. gibi ise, bu takdirde de
onun (atandığı konuda) fiiline uymanın sıhhati konusunda bir kuşku
bulunmamaktadır. Zira insanlar için o fiilin hükmünü (fiilî olarak) açıklamak üzere
tayin olunmuşlukla, işlenilen ya da terke-dilen o fiilin hükmünü (söz ile)
tasrih arasında bir fark bulunmamaktadır.
Eğer âlimin fiile ya
da terke yönelik kasdımn taabbudîlik olduğuna karineler delâlet ediyorsa, o
takdirde konu ihtilafa mahal olmaktadır:
Böyle bir fiile
uyulamayacağını savunan taraf şöyle diyebilir: O âlimin masum olmaması
sebebiyle, fiillerine hata, unutma ve hatta kasten isyan arız olabilir.
Fiilinin ne mahiyetle işlenmiş olduğu be-lirmeyince de, ibadetler ve muameleler
konusunda ona uymak nasıl sahih olabilir?! Bu yüzdendir ki seleften bazıları
şöyle demişlerdir: "İlmin en zayıfı görmektir" Yani, "Falanı
şöyle yaparken gördüm" demektir. Olur ya belki de o adam, o şeyi yanılarak
yapmıştır. İyâs b. Muâviye de: "Fakihin ameline bakma; aksine sen ona sor,
o sana doğrusunu söyler" demiştir. Allah Teâlâ da: "Biz babalarımızı
bir din üzere bulduk..[61]
âyetinde bu tavrı gösterenleri[62]
yermiştir. Hadiste de: "İnsanları, birşey derlerken işittim, ben de onu
söyledim" diyen şüphecinin tavrından bahsedilmektedir. Bu durumda
farzedilen biçimdeki birine uyma, diğer insanlara uymak gibidir; ya da en
azından ona yakın bir durumdadır.
Konuya müsbet bakanlar
ise şöyle diyebilirler: Zannı galip, ahkâm konusunda dikkate alınmakta ve
onunla amel edilmektedir. Böyle bir âlimin, fiil ya da terke yönelik kasdımn
karinelerle ortaya çıkması durumunda —özellikle de ibadetler konusunda ve
sürekli tekrarla birlikte, kendisinin de sözüne uyulan kimse olması halinde—
fiiline uymak da aynı şekilde caiz olacaktır. İmam Mâlik, sadece cuma günü
oruç tutma hakkında "O caizdir" demiş ve buna bazı ilim adamlarını o
günde oruç tutarken gördüğünü ifade ederek istidlalde bulunmuş ve
"Sanıyorum, oruç için özellikle o günü kollu-yordu" demiştir.[63] Bu
haliyle İmam Mâlik, o günü araştırıyor olması zannından hareketle insanlardan
bazılarının fiiline istinad etmiş; ilim ve fıkıh ehlinden, arkasından gidilen
kimselerden hiçbirinin o günde oruç tutmayı yasakladığını da işitmediğini
eklemiştir. O bunu, Rasûhıllah'm sadece cuma günü oruç tutmayı yasaklayan
sahih hadisinin hükmünü düşürmek için bir esas olarak kullanmıştır. Buradan şu
gözüküyor ki İmam Mâlik, böyle bir uygulamayı, ancak kişinin ilim ve din
ehlinden olması, o şeyi bilmeyerek veya yanılarak ya da gaflet sonucu yapmadığına
dair zann-ı galip bulunması halinde itibara almaktadır. Çünkü kişinin, kendilerine
uyulması gereken ilim ehlinden olması, o şeyi işlemiş olmasını
gerektirecektir. Onun o şeyi işlemek için araştırması ise (oruç için cumayı
kollaması gibi), ortada bir sehiv ya da gaflet halinin buIlınmadığının
delilidir. Selefin örnek alınan fiilleri işte bu şekil üzere olmaktadır. Zira
eğer onlar hakkında düşünecek olursan, kendisine uyulan kimsenin kasdını ve o
fiili işleyiş şeklini belirleyen karinelerin mevcut olduğunu göreceksin.
Dolayısıyla onlara uyma bu haliyle sahih olacaktır.
Üçüncü Kısım: Bu kendisine uyulan kimsenin fiilini dünyevî kasıtla
mı yoksa uhrevî kasıtla mı işlemiş olduğunun ortaya çıkmaması veya karineler
yoluyla da fiilin işleniş şeklinin belirlenmemiş olması halidir. Eğer biz
ikinci kısım hakkında, fiile uymak sahih değildir diyecek olursak, o takdirde
bu tür fiillere uyma öncelikli olarak sahih olmayacaktır. Eğer ona uymanın
sahih olacağını kabul edersek, bu durumda onda ihtimal zayıflayacaktır. Çünkü
fiili işlemek için araştırma karineleri mevcuttur ve bunlar, sıhhat konusunda
tutunulan bir delildir.[64]Burada
ise karineler bulunmadığından, hata, gaflet vb. ihtimali güçlenmektedir. Kaldı
ki dinde ihtiyat prensibi de bulunmaktadır. Bu durumda doğru olan, taklit
edilecek fiilin hükmünü sormak ve böylece durumu aydınlatmak, ancak ondan
sonra uyma yoluna gitmek olacaktır. Konuyla ilgili olarak "Fa-kihin
ameline bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" sözü yerinde
söylenmiş bir sözdür. [65]
Daha önce de geçtiği
gibi ilim talibinin, tahsili sırasında üç hali (mertebe, aşama) bulunmaktadır:
Birinci hal (başlangıç
mertebesi) üzere bulunan ilim talibine, ne sözlerinde ne de fiillerinde uymak
caiz değildir. Zira henüz icti-hâd derecesine ulaşmamıştır. İçtihadı muteber
olmayınca, ona uymak da aynı şekilde muteber olmayacaktır. Böyle birinin
amelleri, eğer kendi yaptığı bir ictihâd sonucu ise, değersiz olacaktır. Eğer
bir başkasını taklit yoluyla işlemişse, o zaman da vacip olan, uyma için onun
taklit ettiği ya da başka bir müctehide dönmektir. Zira bu aşamada bulunan ilim
talibi, henüz kemâle ermediği için, hiç bil-[284] mediği yerlerden kendisine
çeşitli noksanlıklar[66] arız
olabilir. Böylece de ameli (şeriata) muhalif düşer. Bu durumda onun amelinin
sahih olup olmadığına güvenilemez, dolayısıyla da ona itimat edilemez
Üçüncü hal (ictihâd
mertebesi) sahibi ise, ondan fetva istemenin ve verdiği fetvanın gereği ile
amel etmenin şahinliği konusunda bir tereddüt yoktur. Fiillerine uyma konusu
ise, bir önceki meselede geçen tafsilat üzeredir.
İkinci hal sahibine
gelince, işte bu, hem istiftâ (kendisinden fetva talebi) hem de fiillerine uyma
konusunda problemi teşkil etmektedir. Böyle birinden fetva talebinde
bulunmanın sahih olup olmaması konusu, daha önce geçen bu durumdaki bir
kişinin içtihadının sahih olup olmaması hakkındaki değerlendirmelere bağlıdır.
Fiillerine uymanın
sıhhatine gelince, eğer biz bu mertebedeki birinin içtihadının sahih
olamayacağı görüşünü kabul edersek, o takdirde —birinci hal sahibinin durumunda
olduğu gibi— onun fiillerine uyma sahih olmayacaktır. Eğer içtihadının sahih
olacağını kabullenirsek, o zaman da onun fiillerine uyma konusu, az Önce geçen
tafsilat ve değerlendirmeler üzere olacaktır.
Bu anlattıklarımız,
kişinin amellerinde hal sahibi olmaması durumundadır. Eğer hal sahibi ise[67]—ve
kendisi de fetva vermeye ehil biriyse— bu durumda acaba, geçen tafsilat üzere
ona uymak sahih olur mu? Yoksa olmaz mı? Her konuda ondan fetva istemek sahih
olur mu? Yoksa olmaz mı? Bütün bunlar üzerinde durulması gereken konular
olmaktadır. Böyle bir zatın fiillerine uyma, eğer aynı konuda hal sahibi
bulunmayan başka birine uyma imkânı varsa sahih olmaz, ona ancak kendisi gibi
hal sahibi olanların uyması uygun olur. Şöyle ki:
Erbâb-ı hâlden olan
kimseler, amellerinde nefsânî nazlarına iltifat etmezler, hakların edası
konusunda aşırı bir gayret gösterirler. Bunu da ya korku, ya recâ ya da
mahabbet (sevgi) sâikiyle yaparlar. Onların peşin zevkleri, içerisinde
bulundukları halden gayrı ne varsa hepsini ilgi alanı olmaktan çıkaran durum
ile ellerinden düşmüştür. Onların bir an olsun amelden geri kalmaları yoktur,
seyri sülükte fütur göstermeleri, bu yolda dinlenmeleri söz konusu değildir.
Şimdi, hali böyle olan bir kimseye, nefsânî nazlarını talepte bulunan,
kendisine mubah kılınan şeyleri sonuna kadar elde etmede hırs ve cimrilik
gösteren diğer kimseler nasıl uyabilir ve buna nasıl güç yetirebilir?! Sonra
Allah Teâlâ onlara, diğerlerine zor gelen şeyleri kolaylaştırmış, kendisine
kulluk yolunda üstlendikleri yükleri taşıyabilmeleri için onları kendi katından
bir güçle teyit etmiştir. Bunun sonucu olarak da, insanlar için zor gelen
şeyler onlar için kolay, diğerlerine ağır olan şeyler onlara hafif gelir
olmuştur. Bu durumda tahammül güçleri zayıf olanlar veya nefsin aşması gereken
mesafeleri katetmede azmi hasta olanlar, veya o yüce mertebeleri elde etmeye
yönelik isteksiz olanlar veya yüce gayeler yerine ilk zuhuratlarla yetinenler,
onların taşıdıkları o yüklere nasıl güç yetirebilirler?! Evet bütün bu sıradan
insanların, erbâb-ı hâlden olanlara tâbi olma güç ve kudretleri yoktur. Bir
süre için kadir olsalar bile, çok kısa zamanda hemen kesilirler; halbuki
matlup olan amelde devamlılıktır. Bu yüzdendir ki Rasûlullah hadislerinde
şöyle buyurmuştur: "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya
çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten)
usanmayacaktır[68]"Allah Teâlâ'ya
amellerin en sevimlisi, az da olsa üzerinde sahibinin devamlı olduğudur[69]O, işlerde
orta yolu tutmayı emretmiş ve gayeye ancak bu şekilde ulaşılabileceğini
bildirmiştir. Yine o: "Şüphesiz ki Allah, herşeyde yumuşaklığı (rıfk)
sever[70]buyurmuştur.
Sertliği, aşırılığı, tekellüfe girmeyi ve zorlaştırmayı amelden kesilmeye sebep
olur korkusuyla kerih görmüştür. Yüce Allah da: "Bilin ki, içinizde
Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, elbet sıkıntıya
düşerdiniz"[71]buyurmuş
ve öncekilerin üzerinde olan ağır yükleri bizden kaldırmıştır.
Bu durumda, madem ki
erbâb-ı hâlden olan kimselere uymak, böyle bir sonuca götürecektir, Öyleyse
onların fetva makamını işgal etmeleri uygun değildir, keza diğerlerinin onları
imam edinmeleri de doğru değildir. Onları, ancak ve ancak kendileri gibi hal
sahibi olan ve amelden kesilme korkusu bulunmayan diğerlerinin örnek edinmesi
söz konusu olabilir. İşte öyle olduğu zaman geçen tafsilât üzere onlara uymak
caiz olur. Bu konuyu ehli bilir ve onlar için delilleri en kâmil bir şekilde
açıktır.
Kendilerinden fetva
istenmesi halinde verdikleri fetvaya uymanın hükmüne gelince, bu aşağıdaki
tafsilâta tâbidir:
Fetva, ya kendisinin
hal sahibi olduğu birşey hakkında sorulmuştur. Ya da öyle değildir:
Eğer birinci ihtimal
söz konusu ise, o zaman meselenin hükmü, fiillerine uymanın hükmü gibidir. Çünkü
kendi halleri ile ilgilrsöz etmesi de kendi fiilleri cümlesindendir ve genelde
o, suali soran kimsenin halinin gereği ile değil de, içinde bulunduğu halin
gereği ile fetva verir.
Eğer ikinci ihtimal söz
konusu ise, o zaman verdiği fetva ile amel etmek caizdir. Çünkü bu takdirde o,
halin değil, ilmin gereğinden konuşmuş olacaktır. Zira kendisi, o hal üzere
değildir. [72]
Bu meselede, kendilerine
uyulması sahih olan âlimlerde bulunması gereken Özelliklerden söz edilecektir.
Sıradan insanlar (ammî, avam), bu özelliklerden hareketle, kimin fetvasına
uyabileceklerini kestirebileceklerdir:
İmam Mâlik şöyle
demiştir: "Bazen bana bir mesele gelir ve o beni yemekten, içmekten ve
uyumaktan alıkoyar" Kendisine: "Ebâ Abdillah! Vallahi senin sözün insanların
yanında aynen taş üzerine kazılmış nakış gibidir. Sen ne söylesen mutlaka onu
senden hüsnü-kabulle karşılamakta ve benimsemektedirler" dediler. O:
"Bu (dediğiniz mertebeye) lâyık olabilecek kişi, ancak böyle olandır[73] diye
karşılık verdi. Ravi diyor ki: Rüyamda birini gördüm, o: "Mâlik (hatadan)
masumdur" diyordu.
(İmam Mâlik) yine
şöyle demiştir: "Gerçek şu ki ben, bir mesele hakkında on küsur yıldır
düşünmekteyim; hâlâ onun hakkında bir fikre varabilmiş değilim"
Yine o: "Bazen
bana bir mesele arzedilir de, ben geceler boyunca onun üzerinde
düşünürüm" demiştir.
O, kendisine bir
mesele sorulduğu zaman, suali sorana: "Sen git, ben ona bir bakayım"
derdi. Adam gider o, meseleyi tekrar tekrar ele alırdı. Kendisine niye böyle
yaptığı sorulduğunda o, ağladı ve: "Ben bu meseleler yüzünden çok dehşetli
bir günüm olacağından korkmaktayım" dedi.
O, oturduğu zaman
başını eğer ve Allah'ı zikrederek dudaklarını oynatırdı, sağa sola bakmazdı.
Kendisine bir mesele hakkında sorulduğu zaman rengi —kendisi kızıl tenli idi—
değişir ve benzi sararırdı. Başını önüne eğer, dudaklarını kıpırdatır, sonra:
"Mâşâ-allah! Lâ havle velâ kuvvete illâ billah!..." derdi. Bazen
kendisine elli mesele sorulur, onlardan hiçbirisine cevap vermezdi.
O şöyle derdi:
"Kim bir mesele hakkında cevap vermek isterse, cevap vermeden önce
kendisini cennet ya da cehenneme arzetsin, âhirette kurtuluşu nasıl olacak, onu
bir ölçüp biçsin, ondan sonra cevap versin"
Biri şöyle demişti:
"Sanki İmam Mâlik, kendisine bir mesele hakkında sorulduğu zaman, vallahi
cennet ile cehennem arasında durur gibi bir hal alırdı"
Yine o şöyle demişti:
"Bana, helâl ve haramla ilgili bir mesele hakkında soru sorulması gibi
daha ağır gelen birşey yoktur. Çünkü bu,
Allah'ın hükmü hakkında kesin yargıda bulunmaktır. Memleketimizdeki ilim
adamlan ve fakihlere yetiştim, onlardan biri, kendisine bir mesele hakkında
sorulduğu zaman sanki kendisine ölüm gelmiş gibi bir hal alırdı. Zamanımızdaki
insanlar ise, bu gibi konularda ve fetva vermede çok istekli
davranmaktadırlar. Eğer bunlar, yarın bu yüzden ne hale geleceklerini
bilselerdi, elbette bu konuda isteksiz davranırlar ve fazla fetva vermeye
yanaşmazlardı. İşte Hz. Ömer, Hz. Ali ve üstün sahâbîlerin tavrı: Onlar
Rasûlullah'ın içerisinde gönderildiği en hayırlı nesil olmalarına rağmen
kendilerine bir mesele arzedildiği zaman, Rasûlullah'ın ashabını toplarlar ve
onlara durumu sorarlar, ondan sonra o konu hakkında fetva verirlerdi.
Zamanımızdaki insanlar ise, çok fetva verir olmakla övünür hale gelmişlerdir.
Halbuki, bu konudaki (temkinli tavırları) ölçüsünde kendilerine ilimden esrar
perdeleri aralanacaktır"
Yine o şöyle demiştir:
"Ne gerçek ilim adamlarının, ne örnek insanlar olan selef-i sâlihimizin,
İslâmî konularda kendilerine başvurulan kimselerin (hakkında kesin nass
bulunmayan konularda) 'Bu helâldir, bu haramdır' demeleri vaki değildir; aksine
onlar: 'Ben bunu kerih görüyorum, şunu uygun görüyorum' derlerdi. Helâl ve
haram şeklindeki kesin hükümde bulunma, Allah Teâlâ'ya karşı bir iftiradır.
Allah Teâlâ'nın: "De ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını
helâl, bir kısmını da haram mı kıldınız?"[74]âyetini
işitmedin mi? Çünkü helâl, sadece Allah Teâlâ'nın ve rasûlünün helâl kıldığı,
haram da yine o ikisinin haram kıldığı şeydir"
Musa b. Dâvûd şöyle
demiştir: Ulemâ içerisinde İmam Mâlik'-ten daha fazla 'Lâ uhsinu = İyi
bilmiyorum' diyen bir başkasını görmedim. Bazen onu şöyle derken işitirdim:
"Bu şey bizim başımıza gelmedi" , "Bu memleketimizde olmayan
birşey* Kendisine sual soran kişiye: "Şimdi sen git de ben durumun
hakkında bir bakayım" Râvi der ki: Gerçek şu ki, fıkıh (yani sorulan şeyin
bilgisi) onda hazır mevcut olurdu. (Ancak o takvasından dolayı, mesele
hakkında temkinli davranırdı.) Onu Allah, ancak takvası sebebiyle
yüceltmiş-tir"
Bir adam İmam Mâlik'e
bir mesele sorar ve kendisinin bu soruyu sormak için tâ Mağrib'den altı aylık
bir yoldan gönderildiğini zikreder. Ona: "Seni gönderene, benim bu konuda
bir bilgim olmadığını bildir" der. O: "Peki onu kim bilir?"
diye sorar. İmam: "Allah'ın öğrettiği kimse" diye cevaplar.
Yine bir adam, Mağrib
halkının kendisine sormasını tenbihle-dikleri bir meseleyi ona sorar. O:
"Bilmiyorum. Biz, memleketimizde böyle birşeyle karşılaşmadık.
Üstadlarımızdan bu konuda söz eden birini de işitmedik. Ancak sen (sonra) yine
gelirsin" dedi. Yarın olunca adam, yükünü katırına yüklemiş bir halde
hayvanını çekerek geldi ve: "Meselem!" dedi. İmam: "Bilmiyorum.
O nedir?" dedi. Adam: "Ebû Abdillah! Arkamda yeryüzünde senden daha
bilgin hiçbir kimsenin olmadığını söyleyen insanları bıraktım geldim" de-
di. İmam Mâlik hiç oralı olmadan: "Döndüğün zaman onlara benim iyi
bilmediğimi haber ver" dedi.
Bir başka adam sordu,
ona cevap vermedi. O: "Ebû Abdillah! Bana cevap ver!" dedi. İmam:
"Yazık sana! Kendinle Allah arasında beni bir hüccet kılmak istersin.
Herşeyden önce, nasıl kurtulacağıma bakmaya ben muhtacım. Ondan sonradır ki
ancak seni kurtarabilirim"
Kendisine kırk sekiz
mesele soruldu. Bunlardan otuz ikisine 'Bilmiyorum' diye cevap verdi.
Irak'tan kendisine
kırk soru yöneltildi. Bunlardan sadece beşine cevap verdi.
İbn Aclân şöyle der:
"Eğer 'Bilmiyorum' sözü âlime uğramazsa, o helak olur[75] Bu
söz ibn Abbâs'tan da rivayet edilmiştir.
O şöyle demiştir: İbn
Hürmüz'ü: "Âlime yaraşan, sohbet yaranlarına 'Lâ edrî = Bilmiyorum' sözünü
miras bırakmaktır" derken işittim.
O, kendisine
yöneltilen soruların çoğuna "Bilmiyorum" derdi. Ömer b. Yezîd şöyle
demiştir: İmam Mâlik'e bu konuda niye böyle davrandığını sordum. O şöyle cevap
verdi: "Şamlılar Şam'larına, Iraklılar Irak'larına, Mısırlılar
Mısır'larına dönerler. Sonra ben belki de onlara verdiğim fetvadan rücû ederim
(fakat onlar bunu öğrenemezler ve öyle gider)" Ben bunu el-Leys'e
söyledim. Bunun üzerine o ağladı ve: "Mâlik, vallahi el-Leys'den daha
güçlüdür" dedi ya da buna benzer birşey söyledi.
Bir defasında ona
yirmi küsur mesele soruldu, onlardan sadece birine cevap verdi. Kendisine yüz
mesele sorulsa, onlardan beş ya da on tanesine ancak cevap verir, geri kalan
kısım hakkında ise "Bilmiyorum" derdi.
Ebû Mus'ab anlatır:
el-Muğîre bize: "Gelin, İmam Mâlik'e sormak istediğimiz bütün
meselelerimizi bir araya toplayalım" dedi. Onları toplamak için bir süre
bekledik ve soracaklarımızı bir listeye yazdık. el-Muğîre listeyi ona gönderdi.
Bazılarına cevap verdi, çoğu hakkında da 'Bilmiyorum' yazdı. Bunun üzerine
el-Muğîre: "Ey insanlar! Vallahi bu adamı Allah, ancak takvası sebebiyle
yüceltmiş-tir" dedi.
Ondan, kendisine
yöneltilen sorulara "Bilmiyorum", "İyi bilmiyorum"
şeklinde karşılık verdiğine dair rivayetler pek çoktur. O kadar ki şöyle
denmiştir: Eğer bir kimse, İmam Mâlik bir meseleye cevap verinceye kadar
söylediği "Bilmiyorum" sözüyle elindeki sahife-yi doldurmak istese,
doldururdu.
Kendisine: "Ey
Ebû Abdillah! Eğer sen 'Bilmiyorum' dersen, o zaman kim bilecek?!"
denildi. O: "Zavallı! Sen benim kim olduğumu zannediyorsun? Ben kimim?
Benim yerim ne ki, sizin bilmediklerinizi ben bileyim" dedi ve sonra İbn
Ömer hadisini delil olarak kullanmaya başladı ve şöyle dedi: "Koca İbn
Ömer 'Bilmiyorum' diyor. Hal böyle iken ben de kim oluyorum? Şüphesiz insanları
helak eden kendilerini beğenmeleri ve riyaset talebinde bulunmalarıdır.
Bir başka defasında
şöyle demiştir: "Şüphesiz Ömer b. el-Hat-tâb, bu tür şeylerle karşılaşmış,
fakat onlara cevap vermemiştir." İbn ez-Zübeyr: "Bilmiyorum"
demiştir. İbn Ömer: "Bilmiyorum" demiştir.
İmam Mâlik'e bir konu
sorulmuş, o "Bilmiyorum" diye cevap vermiştir. Soran kişi: "Bu
hafif, kolay bir meseledir. Ben bununla sadece emîre bildirtmek
istemiştim" (?) demişti. Soruyu soran kişi, mevki sahibi biriydi. Bunun
üzerine İmam Mâlik kızdı ve: "Hafif, kolay bir meseleymiş! İlimde hafif
birşey yoktur. Allah Teâlâ'-nın: "Biz senin üzerine ağır bir kelâm
indireceğiz[76] buyurduğunu işitmedin mi?
İlmin tamamı ağırdır. Özellikle de kıyamet gününde sorguya çekilecek olan
şeyler" dedi.
Biri şöyle demiştir:
"İmam Mâlik'ten 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billah' sözünden daha çok bir
söz işitmedim. Eğer biz elimizdeki yazı levhalarımızı onun 'Bilmiyorum. Bu
konudaki sözümüz, nihayet bir zandan ibarettir. Biz bu konuda kesin kanaat
sahibi değiliz' sözleriyle doldurmak istesek, rahatlıkla doldurabilir ve
Öylece huzurundan ayrılabilirdik.
Kendisine İbnu'l-Kâsım
şöyle demiştir: "Alış veriş konularını Medine ehlinden sonra Mısırlılardan
daha iyi bilen kimse yok" İmam Mâlik ona: "Onlar nereden
öğrenmişler?" dedi. O: "Senden" diye cevap verdi. İmam:
"Ben bilmiyorum ki, bu durumda onu benden nasıl öğrenmiş olurlar?!"
dedi.
İbn Vehb'den: İmam
Mâlik şöyle demiştir: "İbn Şihâb'dan çok hadis işittim; onlardan asla
hiçbirini rivayet etmedim, rivayet etmem de" el-Fervî demiştir ki:
"Ona, niye diye sordum" O: "Amelî bir değeri yok" diye
cevap verdi.
Bir adam İmam Mâlik'e:
"es-Sevrî, bize senden şu konuda rivayette bulundu" dedi. İmam:
"Ben şu şu konuda bir hadis rivayet edeceğim ve onu Medine'de açığa
vurmayacağım (öyle mi?)" dedi.
Ona: "İbn
Uyeyne'de, senden duymadığımız hadisler var" dediler. İmam: "Ben
işittiğim herşeyi insanlara rivayet edeceğim öyle mi? O zaman ben ahmak biri
olurum" dedi. Bir başka rivayette: "O zaman ben onları sapıtmış
olurum. Benden öyle hadisler çıkmıştır ki, keşke o hadislerden her biri
karşılığında kırbaçlansaydım da —ki ben kırbaca insanların en tahammülsüzüyüm—
onların hiç söylememiş olsaydım" dediği ifade edilmiştir.
Öldüğü zaman, geride
bıraktıkları arasında, hayatında asla rivayet etmediği pek çok miktarda hadis
bulunmuştur.
Kendisine: "Bu
hadisi senden başka bilen yok" dediklerinde hemen onu terkederdi.
Kendisine: "Bu ehl-i bid'atin işine yarayacak bir hadis" dediklerinde
onu terkederdi. Kendisine: "Falanca, garib (bilinmedik) hadisler rivayet
eder" dediklerinde: "Biz garib (bilinmedik) hadislerden
kaçarız" demiştir. O, bir hadis hakkında tereddüde düştüğü;zaman onu
tamamen terkederdi.
O şöyle derdi:
"Ben bir insanım; hata da ederim, isabet de. Benim görüşüme bakın:
Kitâb'a ve sünnete uygun düşenlerini alın, uygun düşmeyenlerini ise
terkedin"
Yine o şöyle demiştir:
"İnsanın her söylediği söze —faziletli biri de olsa— uyulmaz, yol
edinilmez ve çeşitli ülkelere ulaştırılmaz. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "Sözü dinleyip en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele[77]
Kendisine bir mesele
soruldu, ona cevap verdi, sonra cevap yerine şöyle dedi: "Bilmiyorum,
benim söylediğim sadece bir görüşten ibarettir. Olur ya ben hata ederim, sonra
ondan dönerim, söylediğim herşey yazılır (ve öyle kalır)"
Eşheb şöyle demiştir:
Bir mesele hakkındaki cevabını yazarken beni gördü ve bana: "Onu yazma;
çünkü bilemem belki üzerinde sebat ederim, belki etmem" dedi.
İbn Vehb ise :
"Onu, âlimin, kendisine yöneltilen sorulara çokça cevap vermesini
kınarken işittim" demiştir. Yine onu, kendisine fazla sorulduğu zaman,
cevap vermekten kaçındığım gördüm ve şöyle dediğini işittim: "Yeter! Kim
çoğa kaçarsa, hata eder" O çok soru sorulmasını ayıplar ve şöyle derdi: "Sanki
o azgın deve gibi konuşur; şu şöyledir, bu böyledir der, herşey hakkında
dırdır söz eder"
Bir defasında Iraklı
biri, "Bir adam ölü (murdar) bir tavuğa bassa, ondan bir yumurta çıksa ve
o anda da yumurta bir civciv çıkarsa, onu yiyebilir mi?" diye bir soru
sordu. İmam Mâlik ona: "Olacak şey hakkında sor, olmayacak şeyi
bırak!" dedi.
Bir başkası benzeri
birşey sordu, ona cevap vermedi. Bunun üzerine adam: "Ebû Abdillah! Niçin
bana cevap vermiyorsun?" dedi. İmam: "Eğer faydalanacağın birşey
hakkında sorsaydın, sana cevap verirdim" diye karşılık verdi.
Kendisine:
"Kureyş, senin meclisinde atalarından ve faziletlerinden bahsetmemenden
şikayetçi" dediler. O: "Biz, sadece bereketini umduğumuz konulardan
bahsederiz" diye cevap verdi.
İbnu'l-Kâsım şöyle
anlatır: "İmam Mâlik, çok az cevap verirdi. Yakınları ondan cevap
alabilmek için hileye başvururlardı. Öğrenmek istedikleri meseleyi, sanki
başına gelmiş bir meseleymiş gibi bir adamın ona getirip sormasını temin
ederler, o da ona cevap verirdi"
îbn Vehb'e şöyle
demişti: "Çok sormaktan ve rivayeti doğru olmayacak şeyleri dinlemekten
sakın! Ben bu gibi şeyleri rivayet etmek için değil, sadece öğrenmek için
dinlerim" Yine ona: "İnsan bir-şeyi işittiği zaman mutlaka onu
söyler. Buna rağmen ben İbn Şi-hâb'dan birçok şey işittim ki, onları asla
rivayet etmedim, yaşadığım müddetçe de yapmayacağımı umuyorum. Ben, attığım
hadislerden daha çoğunu atmadığım için pişman olmuşumdur"
Eşheb şöyle demiştir:
Rüyamda birini gördüm şöyle diyordu: "İmam Mâlik, fetva verirken bir söz
söylemeyi itiyat edinmiştir ki, eğer o dağlar üzerine inecek olsaydı onları
yerinden oynatırdı. Bu 'Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billah' sözüdür"
Buraya kadar yaptığımız
nakiller, insana ulemâdan kimin fetvaya ve kendisini taklide daha lâyık
olduğunu gösterecek mahiyettedir. Bu hususlar göz önüne alındığında, üstün
olan ile olmayan arasındaki fark kendisini gösterir. Ben bu sözleri, İmam Mâlik
taklit edilsin diye —her ne kadar kendisi aşırı derecede bu meziyetlere sahip
olması sebebiyle tercihe daha şayan bulunuyorsa da— kaydetmedim. Bilakis, bu
özellikler diğer âlimler için bir kıstas edinilsin istedim. Çünkü bunlar,
İslâm'ın diğer hidayet imamlarında da mevcuttur. Şu kadar var ki, kiminde
diğerinden daha fazladır. [78]
Müftînin bulunmaması
halinde, müsteftîden[79]
amelle yükümlülük düşer. Bu, o amele dair ne muteber bir ictihâd yoluyla ne de
taklit yoluyla elde edebileceği bilginin olmaması halindedir. Buna şu üç husus
delâlet eder:
(1)
Sahih olan görüşe göre
delillerin tearuzu halinde müctehidden ilgili yükümlülük düşmektedir. Nitekim
bu konu usûl kitaplarında açıklanmıştır. Bu durumda amele dair esasla ilgili
bilginin bulunmaması halinde mukallidin yükümlü olmaması öncelikli olarak sabit
olacaktır.
(2)
Bu mesele aslında
"Hitabın taallukundan önce amel" konusuna çıkmaktadır. Şeriatler
gelmeden önce ameller konusunda asıl olan, onlara yönelik yükümlülüğün
bulunmaması halidir. Çünkü, kişinin hükme dair bilgisi olmaksızın, onunla
yükümlü olması düşünülemez. Zira, usûlcülere göre yükümlülüğün şartı, yükümlü
kılınan şeyi bilmektir. ,Bu meselede sözü edilen kimse ise, (ne ictihâd ne de
taklit yoluyla) bilgi sahibi değildir. Bu takdirde teklifin sebebi hiçbir hal
üzere bulunmayacaktır; dolayısıyla da teklif olmayacaktır.
(3)
Bu durumda kişi, eğer
amel ile mükellef olsaydı, o takdirde bundan takat üstü yükümlülük lâzım
gelirdi. Çünkü bilmediği şeyle yükümlü tutulmuş olurdu. Bilmediği için,
yükümlü olduğu şeye ulaşma imkânı bulunmayacaktı. Hal böyle iken eğer onunla yükümlü
tutulacak olsa, hiçbir şekilde yerine getiremeyeceği şeyle yükümlü kılınmış
olacaktı. Böyle bir sonuç ise hem aklen, hem de şer'an muhalin ta kendisidir.
Mesele açıktır.
Fasıl:
Bu amel hakkında iki
durum tasavvur edilebilir:
(1) Amelin aslına yönelik bilgisizlik[80] Bu
durumdaki biri, aynen kendisine hiçbir şekilde teklif gelmeyen kimse gibidir.
2) Amelin vasfina yönelik bilgisizlik: Meselâ kişinin
taharet, namaz veya zekât gibi bir ameli genel hatlarıyla bilmesi, fakat onun
tafsilâtını, kayıtlarım, yanılma vb. gibi üzerine arız olabilecek şeylerin
hükümlerini bilmemesi gibi. Tabiî bu halde amelle ilgili ne gibi hükümlerin
ortaya çıkacağını bilmeyecektir.
Her iki şekil ile de ilgili
olarak çeşitli hükümler taalluk etmektedir ve onları uzun uzadıya burada
anlatmak mümkün değildir. Furû kitapları, bu konuda daha Özel bir yere
sahiptir.[81] [82]
Avama nisbetle
müctehidlerin fetvaları, müctehidlere nisbetle şer'î deliller mesabesindedir.[83]
Bunun delili şudur:
Mukallitlere nisbetle delilin bulunup bulunmaması arasında fark yoktur. Çünkü
onlar delillerden hiçbirşey anlamayacaklardır. Deliller üzerinde değerlendirme
yapmak ve onlardan hüküm çıkarmak onların yapabileceği birşey değildir. Böyle
bir davranışa girmeleri onlar için asla caiz de değildir. Bu konuda Allah
Teâlâ: "Eğer bilmiyorsanız bilenlere (zikir ehline) sorun[84]
buyurmaktadır. Mukallid, bilgi sahibi olmayandır. Dolayısıyla onun yapacağı tek
şey, erbabına sormaktan (ve bu yolla mükellefiyetlerini öğrenmekten) başka
birşey değildir. Dinî konularda, başvuracağı merci mutlak anlamda onlardır. Şu
halde din âlimleri (müctehidler), mukallide nisbetle Sâri' makamında
bulunmaktadırlar, onların sözleri yani fetvaları da, Şâri'in (hitabı) makamına
kâim olmaktadır.
Sonra, müftînin
bulunmaması yükümlülüğü düşürdüğüne göre, bu delilin bulunmaması haline müsavi
olmaktadır. Zira delilsiz hiçbir teklif bulunmamaktadır. Amele dair bir delil
bulunmayınca, onunla yükümlülük de düşer (sabit olmaz). Aynı şekilde amel
hakkında sual edebilecek bir müftînin bulunmaması halinde de, kişi onunla
yükümlü olmaz. Bu da gösterir ki müctehidin görüşü (fetvası) içtihada ehil
olmayan sıradan kimselerin (ammînin) delilidir. Allah'u a'lem!
İctihâd bölümüyle
ilgili iki ek bulunmaktadır:
1) Müctehid nazarında delillerin tearuzu ve onlardan
birini diğerine tercih etmesi.
2) Suâl ve cevap ile ilgili hükümler. [85]
[1] Yani ya o mesele hakkında sorar ve deliline de vakıf
olmak ister. Böylece kalbinin tatmin olmasını amaçlar. Yahut da sadece amel edebilecek
kadarını (deliline gerek duymaksızın) sorar ve böylece kulluk görevini yerine
getirmeye çalışır. Ama mutlaka sorar. Çünkü kulluk icrasının iki yolu vardır:
a) Ictihad ederek kullukta bulunmak, b) Bir müctehide sorarak kullukta
bulunmak. Bunun dışında bir başka yol yoktur. Mukallid, müc-tehid olmadığına
göre mutlaka sorma yoluna gidecektir.
[2] Bakara 2/282.
[3] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/265-266
[4] Yani akıllı bir kimsenin böyle bir davranışa girmesi
mümkün gözükmemektedir.
[5] Yani İctihâd kitabının Üçüncü Mesele'sinde.
[6] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/266-267
[7] Bu mânâda tercihe "eşit şeyler arasından birini
bazı sebepler dolayısıyla öne çıkarmaktır" denilebilir. (Ç)
[8] Zira onlar, diğer müctehidlerce konulmuş olan
görüşlerin de aynen kendi görüşleri gibi muteber olduğunu kabullenirler.
[9]Yani kendi mezhebimizin görüşünü tercih etmek için
karşı görüşün kötü taraflarını araştırmaya, onlan karalamaya koyulduğumuzda,
onlar da bizim kötü taraflarımızı araştırmaya ve ortaya koymaya başlar ve iş
bambaşka bir mecraya girer.
[10] Müslim, İman, 145 ; Tirmizî, Birr, 4 ; Ahmed, 2/164.
9 Hddid
[11] Haddizatında yasak olan şeyleri artık siz düşünün.
[12] Bakara 2/104.
[13] En'âm 6/108.
[14] bkz. [2/360].
[15] Al-i Imrân 3/105.
[16] En'âm 6/159.
[17] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4671 (4/218).
[18] Bakara 2/253.
[19] İsrâ 17/55.
[20] Buhârî, Enbiyâ, 14 ; Müslim, Fedâil, 168.
[21] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4671 (4/218).
[22] Yağ ve et içerisine ekmek doğramak suretiyle yapılan
bir yemek çeşidi. (Ç)
[23] Buhârî, Enbiyâ, 32, 46 ; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 70.
[24] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4672 (4/218).
[25] Buhârî, Enbiyâ, 3 ; Müslim, îmân, 327 ; Ebû Dâvûd,
Sünne, 13.
[26] Yani her iki hadiste de bu açık bir şekilde ortaya
konmaktadır. Birincisi Hz. İbrahim'in
bütün insanlardan üstün olduğunu, ikincisi ise son peygamber
Rasûlullah'm (s.a.) bütün Ademoğullannın efendisi olduğunu belirtmektedir. Bu
yüzden de aralarında müellifin de dediği gibi tearuz vardır. Ancak hadisler
üstünlük bakımından ayırımın olacağını açıkça ifade etmektedir.
[27] Buhârî, Fedâilu ashâbi'n-Nebî, I ; Müslim,
Fedâilu's-sahâbe, 210.
[28] Buhârî, Menâkıbul-Ensâr, 7 ; Müslim, Fedâil, 10.
[29] Tirmizî, Menâkıb, 32 ; tbn Mâce, Mukaddime, 11.
Tirmizî'nin rivayetinde Hz. Osman'dan sonra "en üstünleri Ali'dir"
ifadesi vardır.
[30] Yani Abdullah b. Mesûd'dan.
[31] Tirmizî, Menâkıb, 16 ; İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[32] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4671 (4/218).
[33] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/267-274
[34] Fâtır 35/28.
[35] Bir önceki yönden farkı pek açık değildir.
[36] Yani emredilen şeyin bizzat kendisi değil de onun
yerine ikame edilebilecek başka birşey de işlenmiş olabilir. (Ç)
[37] Teb'îz için olan "mîn" harfi ile
"minhu" şeklinde. Yani "onu" değil de "ondan bir
kısmını..." (Ç)
[38] Daha önce geçmişti.
[39] Yani yasaklara daha çok riayet eden müftînin
fetvasının, emirlere daha çok riayet eden müftînin fetvasından daha fazla
dikkate alınacağına bir
işaret olur. (C)
[40] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/274-277
[41] Yani, tâbi olunan kişinin işlemiş olduğu fiilin dinî
mahiyetli olduğu ya atanma yoluyla belirlenmiş olur. Ya da yaşantısından
çıkarılan karineler yoluyla işlediği fiilîn dinî mahiyetli olduğu sonucuna
varılır. (Ç)
[42] Yani tâbi
olunan kimsenin işlediği fiilin dinî mahiyetli olduğunun belirmemiş olması
hali. (Ç)
[43] Yani fiili dünyevî olma ihtimaline rağmen taabbudî
olarak alması söz konusu olur. Bunun ancak masum olan peygamberden taabbud
kasdmın kesin tarzda bulunduğunu anlamamış olması halinde olabileceği
söylenmiştir.
[44] Yani a şıkkında: (Ç)
[45] Meselâ, mesctdde cemaatle teravih namazını kılmaları
gibi.
[46] Yani taabbud niyetim ilave kısmı.
[47] Mümkün olmaması halinde ise ihtilâfa mahal kalmayıp,
ilga edilmesi taayyün eder.
[48] Yani, bu ihtimal güçlü bir ihtimaldir ve mücerred uyan
kimsenin uyduğu kimse hakkında "onu mutlaka en efdal şekil üzere yani dinî
mahiyette işlemiştir" şeklindeki hüsnüzannı sebebiyle ihmali sahih
değildir. Onun bu şekilde delilsiz ilgâsı, iki ihtimalden birinin nefsânî
arzulara uyularak tercih edilmesi demektir. Bunun ise dinde bir yeri yoktur.
[49] Hucurât 49/12.
[50] Nûr 24/12.
[51] Birinci âyette talep, mü'min erkek va kadınlara
yönelik hüsnüzanda bulunmaya yöneliktir. Onlar hakkında hayır düşünmek ve
"Bu apaçık bir ifttiradır" demektir. İkincisinde işittiklerini
yalanlamaları ve Hâşâ! Bu çok büyük bir
iftiradır" demeleridir. Yani peygamberini karalamak, onu rezil riisvay
etmek gibi bir konuda Allah'ı tenzih etmeleridir. Çünkü zevcelerin
ahlâksızlıkta bulunup fuhuş yapmaları kocalarından nefreti mucip bir haldir.
Bir başka nokta şudur: Ayetlerde "Bu apaçık bir ifttiradır";
"Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır" ifadelerinde istenilen kesin
talep, bilinen bir-şeyin itikadı veonun söylenmesi kabilinden midir? Yoksa
bilinmeyen şeye itikat edilip söylenmesi kabilinden midir? Fahrettin Razı
birincisini, Allâme'de ikincisini tercih etmiştir. Çünkü peygamberler her türlü
nefreti mucip hallerden masum bulunmaktadır. Bu da o türdendir.
[52] Nûr 24/16.
[53] Yani beslenen
hüsnüzan ile vakıanın aynı olmasını gerektirmemektedir
(Ç)
[54] Bu, vakıada onun bu fiille taâbbudîliği kastetmiş
olmasıdır.
[55] Asıl konuyu hatırlayalım: Şöyle idi: Fiillerine
uyulacak olan kimse, masumluğuna dair hakkında delil bulunan biri olabilir.
Rasûlullah'm (s.a.) fiillerine uymak böyledir. Keza icmâ ehlinin, ya da âdeten
veya şer'an hata üzerinde görüş birliği etmeyecekleri bilinen kimselerin
-—İmam Mâlik'e göre Medine ehlinin ameli gibi— fiiline uymak da böyledir...
Görüldüğü gibi söz konusu olan, bir kişinin fiili değil, aksine kendileriyle
şer'î icmânın tahakkuk ettiği topluluktan ya da âdeten veya şer'an hata
üzerinde görüşbirliği etmeyecekleri bilinen kimselerden sâdır olan fiildir.
Rasûlullah (s.a.) dışında kalan kimseler söz konusu olduğu zaman, tek kişinin
ya da zikredilen şartı taşımayan toplulukların fiili konu harici olmaktadır.
Buna göre verilen Örnek, esas ortaya konulan meseleden uzak olmakta ve onun
meseleye tatbiki çeşitli tekellüfleri gerekli kılmaktadır. Verilen örnek ancak,
Rasûlullah'a (s.a.) nisbetle cibillî olan fiillerinin hüs-nüzanla uhrevî-dinî
mahiyetli olduğuna hamletme durumunda açıklık kazanabilir.
[56] Yani verdiği dostu fakir biri olmasa.
[57] Yani parayı dostunun tasaddiikta bulunması için ona
vermiştir
[58] Buhârî, Deavât, 1 ; Müslim, îmân, 334-345.
[59] Elden ayaktan düşmeden. (Ç)
[60] Nûh 71726.
[61] Zuhruf 43/23.
[62] Yani ehil olmayanları taklit edenleri. Yoksa âyet ve
hadis taklidin her türlüsünü reddetmemektedir.
[63] Çoğunluk bu orucun mekruh olduğu görüşündedir. Kadı
Iyâz: "İmam Mâlik'in görüşü de sanırım buna çıkar. Çünkü ona göre belirli
bir günü oruca tahsis etmek mekruhtur. el-Bâcî de, bu konuda imamın başka bir
görüşü daha olabileceğine işaret etmiştir" demiştir. ed-Dâvudî ise:
"Hadis ona ulaşmamıştır. Eğer ulaşsaydı, ona muhalefet etmezdi"
demiştir. Hasılı: el-Mâzerî ve ed-Dâvudî, el-Muvatta'dan cevaz hükmünü
anlamışlardır. Iyâz ise, meselenin hükmünü, imamın belli bir günü oruca tahsis
etmenin mekruh olacağı şeklindeki görüşüne irca etmiş ve el-Bâcî'nin sözüyle
de tezini desteklemeye çalışmıştır. Üstadlarm çoğu ise İmam Mâlik'ten cevaz
görüşünü nakletmişlerdir. Ancak onun müellifin dediği şey üzerine binası uzak
bir ihtimaldir. Çünkü İbn Mesûd'dan şu rivayet yapılmaktadır: "Rasûlullah
(s.a.) her ayda üç gün oruç tutardı; cuma günü oruç tutmadığını çok az
görürdüm" İbn Ömer ise: "Onu, cuma günü oruç tutmaz halde asla
görmedim" demiştir. Bu durumda İmam Mâlik'in yukarıdaki sözleri bu
hadisleri takviye babından olur; yoksa müellifin dediği gibi ilim ehlinden
bazılarının fiillerine dayanarak, sahih hadisin hükmünü düşürmüş olmaz.
[64] Yani ikinci kısım hakkında.
[65] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/277-286
[66] Heva ve heveslere uyma, delilin gereğinden sapma gibi.
[67] Bu sadece ikinci mertebeye nisbetle olmayıp, içtihadı
ve kendisinden fetva sorulması sahih olan ikinci ve üçüncü mertebeden herkesi
kapsamaktadır.
[68] Müslim, Sıyâm, 177 .
[69] Buhâri, îmân, 32 ; Müslim, Müsâfirîn, 139.
[70] Buhâri, Edeb, 35.
[71] Hucurât 49/7.
[72] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/286-289
[73] Yani şer'i mesâil karşısında fazla duyarlı olup, bu
uğurda rahatını feda edebilendir. (Ç)
[74] Yûnus 10/59.
[75] Yani âlim kişi yerine göre 'Bilmiyorum' diyemiyorsa, kesin
bilgisi olmadığı ya da hiç bilmediği konular hakkında da söz ediyorsa, o zaman
helak olur. (Ç)
[76] Müzzemmil 73/5.
[77] Zümer 39/18.
[78] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/289-294
[79] Yani müctehid olmayıp fetva isteme durumunda olan,
dinî vecibelerini müctehidden aldığı fetva yoluyla yerine getiren kimse.
[80] Meselâ teheccüdün matlup olduğunu işiten fakat ondan
maksadın ne olduğunu bilmeyen kimsenin hali gibi. Veya umrenin istenilen
birşey olduğunu işiten, fakat onun ne tür bir ibadet olduğunu bilmeyen kimsenin
hali gibi. Böyle biri, kendisine bunların ismi bile ulaşmamış kimse değildir,
zira o zaman müsteftîliği söz konusu olamaz. Bu kısmın, bir sonraki kısımdan
farkı açıktır. Birincide mükelleften düşen, amelin aslıdır. İkincide düşen ise,
amelin aslı değil, elde edemediği vasfıdır.
[81] Bu kitaplardan, bu mesele üzerine terettüp eden
şeyleri ve amelin ası) ya da vasıflarından nelerin düşüp nelerin düşmediğini
öğrenmek mümkündür.
[82] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/294-296
[83] Yani müctehid olmayan sıradan insanlara (ammî, avam)
nisbetle müctehi-din fetvası, şerl deliller yerine kâimdir. Nasıl ki
müctehidler Kitâb, sünnet vb. gibi şerl delillerle bağlı iseler, ictihâd
derecesinde bulunmayan mukallitler de müctehidlerin görüşlerini almak, onların
fetvalarıyla amel etmek zorundadırlar. Nitekim el-Amidî, el-İhkâm'da bunu
açıklamış ve bunun doğruluğuna nassla ve icmâ ile istidlalde bulunmuş, aklın
gereğinin de böyle olduğunu belirtmiştir. Nass, müellifin zikrettiği aynı
âyettir. Sükûtî icmâ ve aklın gereği ise şöyle: Kendisinde ictihâd ehliyeti
bulunmayan kimse, başına fer1! bir hadisenin gelmesi halinde, ya hiçbir
şekilde kulluk icrasında bulunmayacaktır; bu icmâya muhaliftir. Eğer birşeyle
kulluk icrasına memur ise, o takdirde bu ya hükmü isbat eden delil üzerinde
değerlendirme yapmak yoluyla, ya da taklit usulüyle olacaktır. Birincisi
imkânsızdır. Çünkü bu, kişinin hem kendi hem de bütün insanların istisnasız
hadiselerin delilleri üzerinde durma, onlarla meşgul bulunma ve bunun tabiî
sonucu olarak da geçim için gerekli olan iş güçten el çekme, meslek ve
zanaatların ihmal ve iptali, ekin ve neslin ta'tili yüzünden dünyanın harap
olması gibi bir sonucu gerekli kılacaktır. Taklidin esastan kaldırılması,
insanların son derece zorluk, sıkıntı ve zarara sokulması demektir. Halbuki
matlup olan bunların kaldırılmasıdır. Bu durumda geriye sadece taklit
kalmaktadır ve kul işte bu yolla kulluk icrasında bulunmakla yükümlü
tutulmaktadır. Müellifin burada izah etmek istediği şey budur. Bu aynıyla, bir
önceki meseleye yani müftînin bulunmaması halinde müsteftîden ve mukallitten
yükümlülüğün düşeceği konusuyla uygunluk arzetmektedir. Bu, müctehidlerin
sözlerinin, uymanın vacipliği ve kendisiyle amel etmenin gerekliliği açısından
aynen rasûllerin sözleri gibi olmasını gerektirir. Sanki onların sözleri, avama
nisbetle rasûllerin dili üzere gelmiş Allah Teâîâ'nın hitabı mesabesinde olur.
Müctehidlerin sözlerinin hüccetliğinin bundan başka bir mânâsı yoktur. Daha
Önce el-Âmidi'nin taklidin tarifi sırasında, ammînin yani içtihada ehil olmayan
sıradan insanların, müftînin fetvasını almasının vacip olduğunu tasrih ettiği
geçmişti. Hatta o, avamdan olan insanların aynen icmâya, Rasûlullah'-m (s.a.)
sözüne uymak gibi, ona da uymakla ilzam edildiğini, hakklarmda bağlayıcı bir
hüccet olduğunu belirtmişti. Ancak onun hüccetliğinin lizâtihî olduğu ya da olmadığı, şer'î
delillerin müctehidlere nazaran hüccet oluşlarının lizâtihî ya da mucize
sebebiyle olduğu konusu ise başka birşeydir ve bu bir bahs-i diğerdir; konuyla
ilgisi yoktur.
[84] Nahl 16/43.
[85] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/