Müctehidin
Verdiği Fetvaya Müteallik Konular
Konu dört mesele
altında ele alınacaktır:
Müftî, ümmet
içerisinde peygamber makamında bulunmaktadır.[1]
Buna aşağıdaki
hususlar delâlet eder:
(1)
Bu konuda naklî
deliller vardır: Meselâ hadislerde şöyle buyu-rulur: "Şüphesiz âlimler,
peygamberlerin varisleridir, Peygamberler ne dinar ne dirhem miras
bırakmamışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır[2]"Ben
uyumakta iken (rüyamda) bir bardak süt ikram edildi. Ben ondan içtim. Öyle
kandım ki, bana kanmışlık tâ tırnaklarımdan çıkıyor gibi geldi. İçmemden arta
kalanı Ömer b. Hattâb'a verdim" Orada bulunanlar: "Bunu ne ile
yordunuz? Yâ Rasûlallah!" diye sordular. O da: "İlim ile"
buyurdu. Bu hadiste ifade edilen şey, miras anlamına gelir. Öbür taraftan
Rasûlullah, "Sen ancak bir uyarıcısın[3]âyetinde
de ifadesini bulduğu üzere uyarıcı (nezîr) olarak gönderilmiştir. Allah Teâlâ,
ulemâ hakkında ise: "Mü'minlerin hepsi toptan sefere çıkmaları doğru
değildir. Onlardan her topluluktan bir grup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi
elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları) uyarmak için geride
kalmalıdır"[4] buyurmaktadır. Buna benzer
daha başka nasslar da vardır.
(2)
Müftî, hükümlerin
tebliği konusunda Rasûlullah'm naibi olmaktadır. Konu ile ilgili olarak
Rasûlullah şöyle buyurmaktadır: "Dikkat edin! Burada hazır
bulunanlarınız, burada olmayanlara (bu anlattıklarımı) ulaştırsın![5];
"Bir âyet de olsa, onu benden tebliğ edin![6]
"Siz işitirsiniz, sizden işitilir, sizden işitenden işitilir..[7]Müftînin,
Rasûlullah' makamına kâim olmasının mânâsı işte budur.
(3)
Müftî bir bakıma Sâri'[8]
sayılmaktadır. Çünkü şeriat adına bildirmiş olduğu şey, ya bizzat şeriatın
sahibinden menkuldür, ya da bu nakillerden istinbât yoluyla çıkarılmış
şeylerdir. Birinci tısım karşısında müftî, sadece tebliğci durumundadır. İkinci
kısımdan olan hükümlerde ise, müftî, hüküm inşası konusunda O'nun makamına
kâim bulunmaktadır. Hüküm inşâ[9]
yetkisi de sadece Şâri'e aittir. Madem ki müctehid, kendi değerlendirmesi ve
içtihadına göre hüküm inşasına yetkili kılınmıştır, işte bu açıdan o da, Sâri'
kavramı altına girmektedir. Bu noktadan hareketle kendisine tâbi olunması ve
koymuş olduğu hüküm doğrultusunda amel edilmesi vacip olmaktadır. Bu,
Rasûlullah'a halef olmak demektir. Dahası, müftînin sadece tebliğci durumunda
olduğu menkûl şeriatla ilgili olarak, gerek şer'î lâfızlardan mânâların
anlaşılması açısından ve gerekse (uygulama esnasında) onların dayanaklarının
tesbiti (tahkîku'l-menât) ve hükümlere indirgenmesi açısından, onlar üzerinde
durması ve değerlendirme yapması zarureti vardır. Her iki iş de, yine müftî
tarafından yapılacaktır. Dolayısıyla o, bu açıdan da Sâri' makamına kâim
bulunmaktadır. Nitekim hadiste: "Kur'ân'ı okuyup (anlayan) kimse, nübüvveti
iki böğrü arasına almış demektir"[10]
buyurulur.
Şu halde müftî,
peygamber gibi Allah Teâlâ'dan haber veren kimse konumundadır, yine peygamber
gibi kendi değerlendirmesine tâbi olarak şeriatı mükelleflerin fiillerine
indirgemektedir, emri, hilâfet menşuru[11] ile
ümmet hakkında peygamber emri gibi geçerli olmaktadır. JBu yüzden de: "Ey
inananlar! Allah'a itaat edin, Pey-gamber'e ve sizden olan ulû'l-emre itaat
edin!"[12]âyetinde onlara
"ulâ'l-emr" adı verilmiş ve itaatleri, Allah'a ve -peygamberine itaat
ile eş tutulmuştur.
Bu mânâya delâlet eden
deliller çoktur.
Bu husus üzerine bir başka
mânâ daha doğmaktadır ki, o da şudur:" [13]
Müftîden sadır olan
fetva, sözü ile olduğu gibi fiili ve ikrarı (onay) yolu ile de olur.
Sözlü fetva: Söz ile verilen fetva konusu açıktır; dolayısıyla
üzerinde durmaya gerek yoktur.
Fiilî fetva: Fetvanın fiil ile olabilmesi iki yoldan olur:
(1)
Fiil, kullanılışı
yaygın olarak bilinen bir konuda anlatma kasdı içerir. Bu tür fiiller açık söz
yerine geçer. Meselâ Rasûlullah parmaklan açık olarak iki elini göstermiş ve:
"Ay böyle, böyle ve böyledir[14]
buyurmuştur. Rasûlullah'a hacc hakkında soru sorulmuş ve (soruyu soran kişi):
"Şeytan taşlamadan önce kurban kestim. Ne gerekir?" demiş,
Rasûlullah da başı ile işaret etmiş ve
"Bir günah yoktur" demiştir.[15] Yine
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "İlim alınır, ortaya bilgisizlik ve fitneler
çıkar, here çoğalır" Dediler ki: "Here nedir? Yâ Rasûlallah!" O
eliyle: "işte böyle" buyurdu ve sanki Öldürmeyi tarif ediyormuş gibi
eliyle işarette bulundu.[16]Güneş
tutulması (küsûf) hakkındaki Hz. Âişe hadisi de böyledir. Şöyle ki: Esma, namaz
kılmakta olan Hz. Aişe'ye gelmiş ve "İnsanların bu hali ne?" diye
sual sormuş. O da başı ile göğe işaret etmiş. "Bu bir âyet midir?"
demiş. Hz. Âişe de: "Başı ile (evet anlamına) işaret etmiş"[17]
Rasûlullah kendisine namaz vakitlerini soran kişiye: "Bu iki günü bizimle
birlikte kıl!" demiş, sonunda da: "Vakit, bu ikisi arasındadır"
buyurmuştur.[18] Bu mânâda örnekler
gerçekten pek çoktur.[19]
(2)
Nümune-i imtisal olma
ve bu amaçla gönderilmiş bulunmasının gereği olarak fiillerin beyan mânâsı
içermesi: Bunun esası[20]Allah
Teâlâ'nın şu buyruğudur: "Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana
nikahladık ki (bundan böyle) evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri
(onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir
güçlük olmasın'[21]Hz. İbrahim hakkında ise:
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir
örnek vardır.[22] buyurur. Örneklik,
fiilin, örnek alman kimsenin işlediği şekil üzere işlenmesidir. Bizden öncekilerin
şeriatı, bizim de şeriatımı zdır. Rasûlullah, Ümmü Seleme'ye: "Ben oruçlu
olduğum halde, eşlerimi öper olduğumu ona bildirseydin ya[23]buyurmuştu.
Yine o: "Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız, siz de öyle kılın![24]"Hac
menâsikinizi[25]benden ahn![26]
buyurmuştur. Rasûlullah'ın fiillerine uyma konusunda İbn Ömer hadisi vb. gizli
kalmayacak kadar açıktır.[27]
Bütün bunlar sebebiyle usûlcüler, hükümlerin beyanı konusunda onun fiillerini
sözleri mesabesinde kabul etmişlerdir.
Durum böyle olup
müftînin Rasûlullah'ın makamına kaim ve onun naibi durumunda olduğu sabit
olunca, bundan müftînin fiillerine de aynı şekilde uyulması lâzım geleceği
sonucu çıkar. Bu durumda, eğer fiili ile beyan ve anlatım kastetmişse ona uymanın
gerekli olacağı açıktır. Böyle bir kasdı bulunmaması halinde ise hüküm, iki
açıdan dolayı yine aynı şekilde olacaktır.
(1)
Müftî varistir. Varis
olduğu kişi yani Raaûlullah hem sözü hem de fiili ile mutlak anlamda örnek
bulunuyordu. Dolayısıyla onun yerini alan vâris de aynı şekilde olacaktır.
Aksi takdirde gerçek anlamda bir verasetten bahsetmek mümkün olmaz. Şu halde
müftînin fiilleri de, aynen sözlerinde olduğu gibi örnek alınma durumundadır;
onları bu şekilde değerlendirmek gerekecektir.
(2)
Fiillerin örnek
alınması —toplum içerisinde gözde büyütülen insanlara nisbetle— insan
yaratılışında mevcut bir sırdır.[28]
İnsanların, yaratılışlarında bulunan bu özellikten koparılmaları hiçbir şekil
ve halde mümkün değildir. Özellikle de itiyat halini alması, sürekli
tekrarlanması ve örnek alman kişiye karşı bir muhabbet ve meyil duyulması
halinde bu imkânsızdır. Eğer bu halde
bulunan bir kimse, bazı insanlarca örnek
alınıp kendisine uyutmuyorsa, bilesin ki bu mutlaka bir başka örneğe uyulması
sebebiyle olmaktadır. Bu durum[29]
Rasûlullah zamanında iki yerde ortaya çıkmıştır:
a) Birincisi şudur: Rasûlullah müşrikleri inançsızlıktan
imana, putlara tapmaktan Allah Teâlâ'ya kulluk ve ibadete davete başladığı
zaman, onların örnek aldıkları şeylerin en başında ataları geliyor; onlara
uyulması ve onların örnek alınması ilke kabul ediliyordu: "Onlara (müşriklere)
'Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' dediler"[30]Yine
onlar: 'Tanrıları, tek tanrı mı yaptı"? Doğrusu bu tuhaf birşeydir!'
dediler"[31] Bu ve benzeri âyetler bu
gerçeği ifade etmektedir. Rasûlullah onları uyarmaya devam etti; onlar ise,
atalarım üzerinde buldukları gidişata ısrarla devam ettiler. Sonunda iş harbe
kadar gitti. Onlar buna razı oldular; fakat gidişatlarını terketme-diler. İşin
ilginç tarafı, kendilerinin davet edildikleri şeyin bir kısmı ataları Hz.
İbrahim'e uymadan ibaretti ve onlara şeriatı Muhammedi de ilave edilmişti.
Allah Teâlâ onlara hitaben: "Atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi).[32] ifadesini
kullanmıştı. Bu, onları en büyük atalarına uymaya, onun gidişatını takip etmeye
çağırmanın bir kapısı oluyordu. Bununla birlikte onlara İslâm'da bulunan güzel
ahlâk esaslarını, faziletleri açıklıyordu ki, ataları bunların çoğunu zaten
güzel bulur ve onları yaparlardı. Böylece, örneklik, yanlış yolda olanları
örnek almadan uzaklaştırıcı bir yol olarak kullanılmıştı ki bu, rıfk ve
hikmetin gereği ile davette bulunmanın en belirgin yollarından biri
olmaktadır. Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur: "Sonra da sana 'Doğru yola
yönelerek ibrahim'in dinine uy! Zira o müşriklerden değildi' diye vahyettik[33]
"Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et!'[34] Allah'a davet yolunda
takınılan bu incelik, Rasûlullah'ın davet metodunda sürekli kullandığı hikmet
türlerinden biri oluyordu. Öbür taraftan, Kur'ân'da zikredilen üstün ahlâk,
bizzat Rasûlullah'ın ahlâkı idi. Onlara nisbetle, fiil, sözü tasdik
etmekteydi. Bu durum, ona uymayı ve onun örnek alınmasını telkin ediyordu.
Dolayısıyla sonuçta onlar da boyun eğdiler ve Hakk'a döndüler.
b) İkinci mahal ise, ashabın İslâm'a girip, Hakk'ı
tanıyıp, Rasûlullah'ın emir ve yasaklarına uyma konusunda birbirleri ile yanşa
girmeleri anında olmuştur. Bazı hallerde Rasûlullah kendilerine bir emirde
bulunmuş ve onları dinleri için kendileri hakkında hayırlı olacak şeye irşad
etmiştir. Bununla birlikte onlar, Rasûlullah'ın bizzat işlemiş olduğu fiillere
yönelmişler, onları sözlerine tercih etme yoluna gitmişlerdir. Meselâ,
emrettiği halde ashap, ihramdan çıkmaya yanaşmamışlardır. Hatta Rasûlullah e§i
Ümmü Seleme'ye: "Görmez misin şu kavminin halini! Emrettiğim halde, emrime
uymuyorlar" diye serzenişte bulunmuştur. Bunun üzerine Ümmü Seleme:
"Kurbanım kes ve tıraş ol!" demiş, Rasûlullah onun dediği gibi
yapınca ashap da kendisine tâbi olmuştur. Yine visal orucu hakkında da benzer
durum olmuş, onlara bu orucu yasakladığı halde onlar tutmaktan geri durmamışlar
ve gerekçe olarak da bizzat kendisinin tutmakta olduğunu ileri sürmüşlerdi.
Bunun üzerine Rasûlullah: "Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni yedirir
ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [35]buyurdu.
Buna rağmen onlar tutmaya devam edince, onlarla birlikte kendisi de visale
başladı ve sonunda onlar güç yetiremediler ve Rasûlullah şöyle buyurdu:
"Eğer ay gecikseydi, ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam
ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi"[36] Bir
başka hadise şu şekilde olmuştur. Rasûlullah ashapla birlikte bir seferde iken
onlara oruç tutmamalarını emretmişti. Kendisi ise oruçlu bulunuyordu. Bu hali
gören ashab ya da bir kısmı emre uymamış ve duraksamışlardı. Bu durum bizzat
kendisi bozuncaya kadar sürmüş, sonunda onlar da kendisine bakarak
bozmuşlardı.[37] Onlar Rasûlullah'ın
sözlerini araştırdıkları gibi fiillerini de araştırmakta idiler. Bu konu, onun
makamına gelecek olan âlim için uyması gereken en ağır bir şart olacaktır.
Beyân konusunda bu mesele ele alınmıştı. Ancak yapılan açıklama bir başka
açıdandı. Buna rağmen her iki yerde de mânâ aynı noktaya çıkmaktadır.
Îtiraz: Belki burada biri çıkarak şöyle diyebilir: Şüphesiz
Ra-sûlullah masum idi. Dolayısıyla onun fiilleri hiç kuşkuya yer kalmadan
uymaya (iktidâ) mahaldir. Diğer insanların durumu ise böyle değildir. Çünkü
diğer insanların fiilleri (masum olmadıkları için) hata, unutma ve masiyete
hatta iman bir tarafa küfre bile mahal bulunmaktadır. Bu durumda böyle birinin
fiillerine nasıl güven duyulabilir? Şu halde Rasûlullah'ın dışındaki insanların
(burada müftî söz konusu) fiilleri, (şer'î bir hüccet gibi) uyulması gerekli
şeylerden olamaz.
Cevap: Eğer biz bu ihtimali, müsteftîye nisbetle müftînin
fiillerinin hüccet olması konusunda sabit görecek olursak, aynı ihtimali onun
sözleri konusunda da sabit görmemiz gerekir. Çünkü sözlerinde de hata etmesi,
unutması, kasden veya yanılarak yalan söylemesi mümkündür; zira sözleri
konusunda da masum değildir. Madem ki bu ihtimal sözleri konusunda dikkate
alınmamaktadır, fiilleri hakkında da dikkate almamak gerekir.[38] Bu
noktadan hareketledir ki, şer'an âlimin zellesi çok tehlikeli bulunmuştur.
Nitekim bu konu burada ve Beyân bahsinde ele alınmış ve açıklanmıştır. Bu
durumda müftînin, hem fiili hem de sözü ile fetva makamında bulunduğunun
idraki içerisinde olması gerekmektedir.[39] Şu
mânâda ki onun mutlaka fiillerine dikkat etmesi, onların hep şer'î esaslar
dahilinde cereyan etmesine çalışması gerekir ki böylece kendisi fiilleri
konusunda bir örnek telakki edilebilsin.
İkrar yani tasvip yoluyla
fetvaya gelince bu, esas itibarıyla fiile râcidir. Çünkü el çekmek fiildir.
Müftînin, (yanlış) bir iş gördüğü zaman onun yanlışlığını belirtici bir
açıklama yapmadan geri durması, sanki onu açıkça onaylamış anlamına gelir.
Usûlcüler, bunun Rasûlullah'a nisbetle şer'î bir delil olduğunu ortaya
koymuşlardır. Bu durumda, fetva makamında bulunan kişiye nisbetle de hüküm
aynı olacaktır. Fiilî fetva babında ileri sürülen deliller aynısıyla
tereddütsüz olarak bu konu için de geçerlidir. İşte bu anlayıştan hareketledir
ki, selef-i sâlih iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak (emri bi'1-ma'rûf ve
nehyi ani'l-münker) görevinin yerine getirilmesi konusuna son derece önem
vermişler, bunun üzerinde azim ve sebatla durmuşlar, bu konuda
karşılaşabilecekleri güçlüklere, ölüm vb. gibi sonuçlar da dahil olmak üzere
maruz kalabilecekleri zararlara aldırış etmemişlerdir. Kötülüğün önünün
alınması konusunda ruhsat hükümle amel etmeyi yeğleyen kimseler, dinini
yaşamak için uzlete çekilmiş ve yalnız yaşamışlardır.[40]
Tabiî bunu yaparken de, yaptıkları bu işin, kötülüklerin önlenmesi ilkesinin
terkinin getireceği zarardan daha büyük bir zararın ortaya çıkmaması noktasını
göz önünde bulundurmuşlardır. Çünkü iki serden daha hafif olanını (ehven-i
şerreyn) işlemek, her iki şerri de birden işlemekten daha evlâdır. Mesele
aslında, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama konusundaki kaidenin
çalıştırılması sonucuna çıkmaktadır. Bu konuda söz konusu olan üç mertebe[41],
delilleri ile birlikte olmak üzere ilgili eserlerde ele alınmış ve
açıklanmıştır. [42]
Bu mesele, bir önceki
konu üzerine bina edilir. Şöyle ki: İlmin gereğine muhalif düşen bir kimsenin
fetva vermesi sahih olmaz.[43]Gerçi
usûlcüler bu konuya dikkat çekmişler ve gerekli açıklamalarda bulunmuşlar ise
de, bu onların sözlerinde çok mücmel kalmıştır. Bu itibarla, fetvanın kısımları
da dikkate alınarak konunun açıklanmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
Fetvanın sözlü
halinde, sözleri gayrımeşru bir şekilde sadır olmuş olabilir. Bu takdirde onun
fetva ile ilgili sözleri, sair sözleri gibi değerlendirilir. Nasıl ki diğer
sözleri gayrimeşrû bir hal üzere sadır olabiliyorsa, fetva ile ilgili sözleri
de aynı şekilde olabilir. Böyle bir söze ise güven duyulamaz ve itibar
edilemez.
Fiillerine gelince,
eğer bunlar din ve ilim adamlarının fiilleri hilafına bir şekilde sadır
olmuşsa, o fiillere uyulması, onların selef-i sâlihin amelleri cümlesinden
kabul edilmesi ve onların örnek alınması sahih olmaz.
İkrarları yani
tasvipleri de aynıdır; çünkü bunlar da fiilleri cümlesinden olmaktadır.
Sonra bu üç yönden
(yani söz, fiil ve ikrardan) her biri, diğer iki kısma etki eder. Organlarıyla
(yani işlediği fiil ile şeriata) ters düşmesi, sözü ile de ters düştüğünü
gösterir. Sözü ile ters düşmesi de, fiili ile ters düşmesine delil olur. Çünkü
hepsi de kalbî olan tek birşeyden[44]
sadır olmaktadır.
Bu, ilmin gereğine
muhalif olan bir kimseden sadır olacak fetvanın sahih olmadığının icmalî olarak
beyanı olmaktadır.
Konunun genişçe
açıklanmasına gelince: Meselâ müftînin, kişiye kendisini ilgilendirmeyen
şeyler hakkında susmasını emretmesi halinde, eğer bizzat kendisi de lüzumsuz
şeyler hakkında sükût eden biri ise, o zaman fetvası doğru olacaktır. Eğer
lüzumsuz konuşmalara dalan kimselerden biri ise, o takdirde fetvası doğru
olmayacaktır. Sana dünya karşısında zahidâne bir hayat yaşamanı öğütler ve
bizzat kendisi de aynı şekilde yaşarsa o zaman fetvası doğru olacaktır. Yok
kendisi dünyaya dört elle sarılır bir halde olursa o zaman fetvası yalan
olacaktır. Sana namazları vaktinde ve üadil-i erkana riayetle kılmam öğütler
ve kendisi de öyle olursa, fet-vâsı doğru, aksi takdirde yalan olacaktır. Emir
mahiyetinde olan diğer şer'î hükümler hakkındaki fetvasında da durum aynı
olacaktır. Yasaklar hakkında da durum aynıdır: Meselâ, yabancı kadınlara bakmayı
yasakladığı zaman, eğer bizzat kendisi de bakmayan biri ise, fetvası doğru
olur. Kendisi doğru sözlü biri olduğu halde yalan söylemeyi, zina etmediği
halde zina etmeyi, kendi kötü sözlü olmadığı halde kötü sözde bulunmayı, kötü
kimselerle düşüp kalkmadığı halde, onlarla beraber olmayı yasaklarsa... vb.
bütün bunlarda fetvası doğru ve o kimse sözüne ve fiiline uyulan biri olur.
Aksi takdirde ne fetvası doğru olur, ne de sözüne ve fiiline uyulabilir. Çünkü
sözün doğruluğunun alâmeti, fiile uygun düşmesidir. Hatta bu, ulemâya göre
hakikatta doğrunun bizzat kendisidir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ:
"Mü'minler içerisinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte
onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda can vermiştir; kimi de (şehitliği)
beklemektedir" [45]buyurmuş,
bunun zıddı yani fiilin söze uygun düşmemesi hakkında da "Onlardan kimi
de, 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (ve zekât)
vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız!' diye Allah'a and içtiler. Fakat
Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın
emrinden yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah'a verdikleri sözden
döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah kendisiyle
karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu" [46]
buyurmuştur. Görüldüğü gibi doğruluk konusunda, sözün fiile uygunluğuna, yalan
konusunda da sözün fiile uygun düşmemesine itibar edilmiştir. Allah Teâlâ
(Te-bük seferine iştirak etmeyip) geride kalan üç kişi hakkında da: "Ey
inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun!'[47]
buyurmuştur.[48]
Buna göre âlim, bir
hüküm, emir ya da nehiy hakkında bir söz söylediği zaman, aslında o şey,
kendisi ve diğer mükellefler arasında müşterek birşey olmaktadır. Dolayısıyla
eğer o söylediği şeye uygun hareket ederse, doğru söylemiş; yok tersine
hareket ederse yalan söylemiş olur. Muhalefet hali ile birlikte fetva sahih
olmaz; fetva ancak uygunluk halinde sahih olur.
Bu konuda
değerlendirme yapacak kimselerin insanların efendisi (Rasûlullah'ı dikkate
almaları yeterli olacaktır. O-nun fiilleri ile sözleri arasında tam ve kusursuz
bir uyum bulunuyordu. Kendisi hakkında: "Allah Teâlâ, rasûlü hakkında
dilediği şeyi helâl kılar..." diyen kimseye, durumun öyle olmadığını
ifade ile tepki göstermişti. Yine kendisine yöneltilen bir durum hakkında[49]"Ben
yapıyorum" dediği zaman: "Sen bizim gibi değilsin. Allah Teâlâ, senin
geçmiş ve gelecek bütün günahlarım atfetmiştir" diyen kimseye kızmış ve:
"Vallahi, elbette ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan ne ile
sakınacağını en iyi bileniniz olmayı umu-yorum"[50]
buyurmuştur. Kur'ân'da da Şuayb'dan bahsederken Allah Teâlâ: ("And olsun
ki), Allah bizi ondan (kâfirlik-ten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize
dönersek, Allah'a karşı iftira etmiş[51]
oluruz"[52]buyurmuştur. Yine Allah
Teâlâ: "Size yasak ettiğim şeylerde aksini yaparak size aykırı davranmak
istemiyorum"[53]
buyurmuştur. Âyet, sözün fiile uygun düşmemesi halinin, sözün yalan olacağı
sonucunu gerektireceğini beyan etmektedir. Bu, bundan önceki meselede geçen
hususun gereği olmaktadır. Peygamberlerin, henüz peygamber olmadan Önce Allah
Teâlâ'yı bilmemekten ve O'ndan başka mabudlara tapınmaktan korunmuş olmaları
hakkında (delil olmak üzere) şöyle demişlerdir: Çünkü kalpler, hali böyle olan
birinden nefret eder. Aynı mânâ, peygamberlikten sonraki hayatı için —usûlle
ilgili konular bir tarafa— ferî hükümler hakkında da evleviyetle geçerlidir.
Çünkü eğer onlar bazı şeyleri emretseler ve bazı şeyleri yasaklasalar ve sonra
da dönüp —Allah saklasın!— onları işleyecek olsalardı, bu onlardan
uzaklaşılması-nın en önemli sebeplerinden biri olur ve onlara uymaktan yüz çevirmeyi
gerektirirdi. Veraset yoluyla onların makamında bulunan kimselere gelince, bu
makama gerçekten ulaşabilmiş olmanın göstergesi, fiilin söze uygun olarak
sâdır olmasıdır. Rasûlullah (meşhur Veda hutbesinde) ribayı yasaklayınca:
"Kaldırdığım ilk ribâ, (amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbâs'ın ribasıdır"
buyurmuş, cahiliye âdeti olarak süregelen kan dâvalarını kaldırdığını ilan ettiği
zaman da: "Kaldırdığım ilk kan davası da, bizim davamız yani Rabîa 6.
el-Hâris'in[54]kanıdır" buyurmuştur.[55] Bir
hırsızlık olayında cezanın tatbik edilmemesi için tavassut edilmesi
karşısında:"Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer Rasûlullah'ın
kızı Fâtıma çalmış olsaydı, mutlaka
elini keserdim'[56]buyurmuştur. Bütün bunlar,
söz ile fiilin (uygulamanın) birbirine uygun olması, insanların Allah'ın
hükümleri karşısında eşit oldukları esasının hem kendisine hem de yakınlarına
nisbetle korunması gerektiği konusunda açıktır.
Konu ile ilgili
deliller sayılamayacak kadar çoktur.
İslâm şeriatı,
söylediğinin tersini yapan kimseler hakkında yergide bulunmuştur. Bu meyanda
olmak üzere Allah Teâlâ şöyle buyurur: "insanlara iyilik yapmalarını
emreder de kendinizi unutur musunuz?![57];
"Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınızı
söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur'[58]
Cafer b. Burkan, Meymûn b. Mihrân'ın: "Kıs-sacı (vaiz), gazabı; onu dinleyen
de rahmeti bekler[59]
dediğini nakleder. Ona: "Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin
söylersiniz? âyeti hakkında ne dersin? Acaba bundan maksat kendisini öven ve
(asılsız yere) şu şu hayırları yaptım diyen kimse midir? Yoksa kendisi ihmal
gösterdiği halde, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan kimse midir?" diye
sordum. O bana: "Her ikisi de" diye karşılık verdi.
İtiraz: Eğer durum anlatıldığı gibi ise, o zaman fetva verme,
iyiliği emretme ve kötülüğü Önleme işlerinin üstlenilmesi imkânsız bir hal alır.
Halbuki ulemâ şöyle demektedir: İyiliği emretme ve kötülüğü önleme konusunda,
bu işi yapacak kimsenin emrettiği şeyi yapan, yasakladığı şeyi de terkeden biri
olması gerekmez; aksi takdirde böyle bir şart bu görevin tümden ortadan
kalkması gibi bir sonucu doğurur. Daha önce de geçtiği üzere, aslı ortadan
kaldırma sonucunu doğuracak olan tamamlayıcı unsurlar itibardan düşerler.
Dolayısıyla aynı durum burada yani iyiliği emretme ve kötülüğü önleme konusunda
da geçerlidir.[60] Aynı durum, fetva görevi
için de söz konusudur. Hiç sürçmeyen, hiç hata yapmayan ve hiç sözü fiiline
ters düşmeyen biri bulunabilir mi? Özellikle de nübüvvet nurundan uzaklaşmış
olan son dönemlerde böyle birini bulmak mümkün mü? Evet! Mutlak anlamda sözü
fiiline tam uygunluk arzeden bir kimsenin, bu mertebelere getirilmeyi herkesten
önce hakeden biri olduğunda en ufak bir kuşku yoktur. Ancak öyle birinin bulunmaması
halinde, fetva makamının boş kalması ve hiçbir kimse tarafından bu görevi
üstlenmenin sahih olmaması gerçekten kabul edilebilir değildir.
Cevap: Bizim buradaki amacımız karşısında bu itiraz yerinde
değildir. Çünkü bizim burada sözünü ettiğimiz husus, şer'î hüküm hakkında
olmayıp, fetvaya yeltenmenin sıhhati ve vukuunda ondan istifadenin husulü
konusundadır. Biz şunu söylüyoruz: Müctehid olan âlime, mutlak anlamda fetva
vermesi ve bu görevi üstlenmesi vaciptir; sözü fiiline uygun düşsün düşmesin bu
görevi üstlenmek zorundadır. Ancak verdiği fetvanın kabul görmesi ve beklenilen
faydanın elde edilebilmesi için fiillerinin sözüne uygun olması şarttır. Aksi
takdirde fayda hasıl olmaz; olsa bile her zaman için olmaz.[61]
Şöyle ki: Eğer sözü fiiline uygun ise, o fetvadan beklenilen fayda hasıl olur
ve hem sözde hem de fiilde ona uyma birlikte gerçekleşmiş olur. Veya en
azından gerçekleşme işi büyük ölçüde beklenilir. Çünkü fiil, sözü ya tasdik
eder ya da yalanlar. Sonra fiilin sözüne ters düşmesi halinde, bu durum onu
adalet mertebesinden fâsıklık derecesine düşürebilir de, düşürmeyebilir de.
Eğer muhalefet, onu adalet vasfından düşürebilecek bir düzeyde ise, ona uymanın
doğru olmayacağı, kendisinin fetva verme işini üstlenmesinin sahih olmayacağı
konusunda hem şer'an hem de âdeten herhangi bir tereddüt bulunmaz. Böyle birine
uyan kimse de onun gibi (şeriata) muhalif düşmüş olur. Dolayısıyla gerçekte ne
fetva ne de hükümden söz edilemez. Eğer ikinci durum söz konusu ise, o kimseye
uyulması, ondan fetva talebinde bulunulması sahih olur ve bu durumda fetvası,
muhalif düştüğü konuda değil de, uygun düştüğü alanda olur. Daha önce de söylediğimiz
gibi, bir kimse sana zinayı terketmen, içki içmemen ve vacipleri yerine
getirmen doğrultusunda fetva verse ve kendisi de dediklerini tutmuş olsa, bu
durumda sözünün fiili ile tasdiki gerçekleşmiş olur. Sana dünyada zâhidâne bir
hayat sürmeni ya da lüks bir hayat sürenlerden uzak durmanı ya da benzeri
adalet vasfını temelden zedelemeyecek olan başka bir hususu yapmam (ya da
yapmamam) söylese, sonra onun dünyaya sarıldığını ve senin beraber olmamam
istediği kimselerle düşüp kalktığım görsen, bu takdirde onun fiili sözünü
doğrulamamış olur. Evet, gerçi şeriat bize müftînin sözüne uymamızı
emretmiştir. Ancak diğer taraftan Sâri' Teâlâ onu aynı zamanda hem sözü hem de
fiili ile kendisine uyulsun, örnek alınsın diye o makama getirmiştir. Çünkü e
peygamberin varisidir. Hal böyle iken, şeriata ters düşmesi halinde, sahip
olduğu mevkiin gereğine muhalefet etmiş, fiil sözü yalanlamış olur. Zira insan
fıtratı, fiillere tâbi olmaya daha yatkındır. Dolayısıyla âlimin tam anlamıyla
örnek alınabilmesi ve fetvaya ehil olması ve verdiği fetvanın bir anlam ifade
edebilmesi için mutlaka sözün fiil ile uyum arzetmesi gerekecektir.
Ebû'l-Esved edDüelî ne güzel demiştir:
Önce kendinden başla
ve nefsim önle azgınlığından,
Sen bilge birisin,
eğer nefsin vazgeçer, arınırsa ondan,
O zaman söylediğin söz
dinlenir,
Örnek alınır görüşün,
fayda verir öğretim.
Bir huyu yasaklayıp da
yapma kendin,
Eğer yaptıysan büyük
bir ayıp işledin!
Bu hem akla hem de
nakle uygun bir mânâdır. Sağduyu sahipleri arasında bu konuda görüş ayrılığı
bulunmamaktadır.
Fasıl:
Soru: Sözü ile fiili arasında terslik bulunan böyle bir
müftî karşısındaki müsteftînin yani fetva talebinde bulunan kimsenin hükmü ne
olacaktır? Mükellefiyet getiren konularda onu taklid etmesi doğru olur mu?
Yoksa olmaz mı? Yani böyle bir müftînin sözü esas alınır ve onunla amel
edilebilir mi?
Cevap: Bu sorunun cevabı, yukarıda arzedilen hususlar üzerine
kuruludur. Şöyle ki; Vukûda sıhhat açısından ele alındığı zaman, bu sahih
olmaz. Çünkü bu müftîye nisbetle sahih olmadığına göre, aynı şey müsteftîye
nisbetle de sahih olmaz. Devamlı ve çoğunluk halde bulunan budur. Bunun dışında
kalan ise, nadir gibidir ve hiçbir şekilde küllî bir esasa mesned olabilecek
durumda değildir. Şayet konu, şer'î ilzam açısından ele alınacak olursa, o
zaman meselenin fıkhı durumu açıktır. Eğer müftînin muhalefeti açık ve adalet
vasfını düşürecek bir düzeyde ise, o fetva ile ilzam asla sahih olmaz. Çünkü
sözün kabul edilmesi ve gereği ile amel edilmesi için, doğru olması şartı
vardır. Adalet sahibi olmayan kimseye ise —her ne kadar verdiği fetva
haddizatında deliller doğrultusunda ve yerli yerinde olsa bile— güven
duyuîamaz. Çünkü fetvanın şenliği ancak kendisinin beyanına istinaden
bilinebilecektir. Kendisi ise güvenilir biri değildir. Dolayısıyla müsteftînin
böyle bir fetva ile ilzam edilmesi durumu düşer. Müsteftînin ilzamı durumu
düşünce, acaba müftîye yönelik fetva verme görevi gibi bir mükellefiyet hâlâ
var olmaya devam eder mi?[62]Bunun
cevabı, "Şart-ı serînin husulü, yükümlülük konusunda şart mıdır? Değil
midir?" meselesinde[63]
bulunan görüş ayrılığı üzerine kurulur. Konu usûl kitaplarında açıklanmıştır.
Eğer muhalefeti adalet
vasfını düşürecek kabilden değilse, o takdirde sözünün kabul edilmesi sahih,
verdiği fetva doğrultusunda amel edilmesi zimmetten borcun düşebilmesi için
yeterli olur. Bu durumda şer'î ilzam her ikisine de birden yönelik olarak
bulunur.[64] [65]
Fetvada, en üst
dereceye ulaşabilen müftî, insanları, halkın çoğunluğuna uygun düşecek biçimde
itidal üzere olmaya sevkedebilen kimsedir. İdeal müftî hiçbir zaman insanları
şiddet tarafına sevketmeyeceği gibi, çözülmeye götürebilecek tarafa da
sevketmez; ifrat ve tefrit arasında orta yolu korumaya çalışır.
Bunun doğruluğunun
delili, şeriatın orta yolcu özelliğidir. Bilindiği üzere İslâm şeriatı denge
şeriatıdır. Daha önce de geçtiği üzere, Sâri' Teâlâ'nın mükelleften istediği
şey, ifrat ve tefrite düşmeksizin din yoluna sülük etmesidir. Buna göre müftî,
müsteftîye vereceği fetvada bu noktayı göz önünde bulundurmaz ve orta yoldan
çıkarsa, Sâri' Teâlâ'nın kasdını ihlal etmiş olur. Bu yüzdendir ki dinde
derinleşmiş ilim erbabına göre, orta yoldan çıkan ve ifrat ya da tefriti temsil
eden görüşler yerilmiş, iyi karşılanmamıştır.
İkincisi, bu ortayolcu
yaklaşım, Rasûlullah'ın ve değerli ashabının tutmuş oldukları yol olmaktadır.
Rasûlullah bazı sahâbîlerin rahipler gibi evlenmeksizin uzlete çekilerek yaşama
teklifini geri çevirmiştir. Muâz, cemaatle namaz kıldırırken çok uzatmış ve bu
yüzden şikayete konu olmuştu. Bunun üzerine Rasûlullah kendisine: "Muâz!
Sen fitneci misin?!" diye ağır uyarıda bulunmuş ve: "İçinizde dinden
nefret ettirenler var!" demiştir.[66] Yine
o, şöyle buyurmuştur:
"...(Ashabım!)
Doğruluğa dikkat edin, ibâdetinizde ifrata düşmeyin. (Yolcu gibi) gündüzün ilk
ve son saatlerinde yürüyün, gecenin bir saatinden de istifade edin. (Her hal
ve hareketinizde) itidali elden bırakmayın ki maksadınıza ulaşasınız'[67]Bir
başka defasında:
"Amellerden güç
yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah
asla (sevap vermekten) usan-mayacaktır'[68]
buyurmuştur. Yine o: "Ameller içerisinde Allah'a en sevimli olanı, az da
olsa sahibinin üzerinde devamlı olduğu amel-dir'[69]
buyurmuştur. Visal orucunu tutmalarına izin vermemiştir. Ve buna benzer itidali
isteyen, ifrat ve tefriti kötü gören daha pek çok örnek vardır.[70]
Sonra orta yolu
bırakıp da kenarlara çıkmak, adaleti terket-mek demektir ve bu yolla halkın
maslahatlarının gerçekleştirilmesi mümkün değildir. İfrat (teşdîd) tarafı,
insanları helake sürükler. Tefrit (çözülme) tarafi da sonuçta aynıdır. Zira
müsteftî, sıkıntı ve meşakkat yoluna sokulması halinde dinden nefret eder ve bu
onun âhiret yoluna suluktan kesilmesi sonucunu doğurur. Nitekim bu tecrübe ile
sabit bulunmaktadır. Tefrit yani ihmal ve aldırmama yoluna sevkedilmesi halinde
ise, kişi heva ve heveslerinin peşine takılıp yoluna bu şekilde devam eder.
Oysa ki şeriat, insanları heva ve heveslerinin esiri olmaktan kurtarmak için
gelmiştir. Nefsânî arzuların peşinden gidilmesi helak edici bir durumdur.
Velhasıl bu konuda deliller çoktur.
Fasıl:
Buna göre, fetva
verirken mutlak surette ruhsatlara meylederek, orta yoldan yürüme, itidali
elden bırakmama esasına ters düşer. Nitekim ifrat (teşdîd) yani zorlaştırma
yoluna gitmek de aynı şekilde İtidal esasına terstir.
Muhtemelen bazı
insanlar, ruhsatların terkedilmesinin bir ifrat (teşdid) yani zorlaştırma yolu
olduğu zehabına kapılmışlardır. Bunlar ifrat ve tefrit arasında bir orta yol
(İtidal) mertebesi de kabul etmemektedirler. Bu yanlıştır. Orta yol, şeriatın
büyük çoğunluğu ve Kitab'ın esasıdır.[71]
Şer'î hükümlere konu olan mahalleri tam istikra yolu ile araştıran kimseler,
bunun böyle olduğunu bilirler. Kendisini ilim adamı zanneden kimselerden bu
gibilerinin yaptığı şey, ilmî meselelerde mevcut bulunan görüş ayrılıklarına
yapışmak olmaktadır. Bu gibileri müsteftînin arzusuna en uygun düşecek görüş
hangisi ise onunla fetva vermek gibi bir araştırma içerisindedirler.[72]Bunu
yaparken de şöyle demektedirler: Görüş ayrılığı bulunan bir konuda, müsteftînin
nefsine ağır gelecek görüşü seçip onun doğrultusunda fetva vermek, onu zora
koşmak ve sıkıntı altına sokmak mânâsına gelir. Halbuki görüş ayrılıklarının
bulunması rahmettir ve rahmet ancak bu şekilde gerçekleşir. Teşdîd ile tahfif
yani zorlaştırma ile kolaylaştırma arasında bir mertebe de yoktur. Bu anlayış,
şeriatta gözetilen mânânın tamamen tersine çevrilmesi demektir. Daha önce de
geçtiği üzere, heva ve heveslere tâbi olmak, ruhsat kapısının açılmasına
sebebiyet verecek türde bir meşakkat değildir. Görüş ayrılıklarının rahmet
olması ise bir başka açıdandır. Şeriat, insanları orta yola (itidale) sevketmek
demektir; mutlak surette hafifletme yoluna gitmek değildir.Aksi takdirde bundan
teklifin tümden ortadan kalkması gibi bir sonuç lâzım gelir. Zira teklif
haddizatında bir yük, sıkıntı ve nefsin arzularına muhalefet demektir. Şeriat,
mutlak anlamda zorlaştırma yoluna
girmek de değildir. Bu itibarla müftî bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Çünkü
bu konu, açık olmasına rağmen ayakların kayabileceği, insanların yanılabileceği
bir konu olma özelliği taşımaktadır.
Fasıl:
Müctehid, söz konusu
kendisi olduğu zaman, Ruhsat bahsinde geçen esastan hareketle, orta yolu
bırakarak daha ağır yükümlülüklerin altına girebilir. Ancak o, hem sözü hem de
fiili ile kendisine tâbi olunan bir konumda olması hasebiyle, yaptığım
gizlemeli-dir. Çünkü, işlediği bu ağır mükellefiyet konusunda kendisini görenler,
onu taklid yoluna gidebilirler. Belki bu konuda, o fiile güç yetiremeyecekler
de onu taklide yeltenir ve sonuçta takati kesilir ve amelden kopar. Gizlemeye
çalıştığı halde, eğer insanlar onun durumuna vakıf olurlarsa, o zaman onları
bu konuda uyarır. Nitekim Rasûlullah böyle yapmaktaydı. Zira kendisi hem
ibadetçe hem de huyca insanlardan üstün bulunuyordu. O, herkes için bir
örnekti. Bu itibarla işlemekte olduğu ağır amellere muttali olun-muşsa, diğer
insanlar da kendisine uyarlardı. İşte bu yüzden Rasûlullah, bazı konularda
ashabını kendisi gibi hareket etmekten menetmişti. Meselâ visal orucu tutmayı
yasaklaması böyle idi. (Abdullah) b. Amr b. el-As'a peşi peşine sürekli oruç
tutmamasını emretmesi böyle idi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Hem
bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size
uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz'[73] O,
(Zeyneb'e) ait ibadet esnasında yorulduğu zaman tutunmakta olduğu iki direk
arasında bağlı bulunan ipin çözülmesini emretmiş ve el-Havlâ bt. Tuveyt'in
geceleri hep ibadetle geçirmesine tepki göstermiştir.[74] Bazı
kereler, insanlar kendisine tâbi olurlar ve sonunda üzerlerine farz kılınır
endişesiyle, yapmak istediği bazı amelleri terketmiştir.[75] İşte
bu düşünceden hareketle —Allah daha iyi bilir ama— selef-i sâlih, örnek
edinilirler korkusuyla amellerini gizlemişlerdir. Tabiî gizlemelerinin bunun
yanında riyadan kaçınmak vb. başka sebepleri de vardı. Amellerin açıktan
işlenilmesi, örnek alınma sonucunu da beraberinde getireceğine göre, müftînin
ancak halkın çoğunluğunun kolayca götürebileceği amelleri açıktan yapması
uygun olacaktır.
Fasıl:
Sâri' Teâlâ'nın kasdına uygun
olan, madem ki insanları orta yol (itidal) üzere sevketmektir ve selef-i
salibin üzerinde olduğu yol da budur, o halde mukallidin bu noktayı göz önünde
bulundurması [26i] ve mezhepler içerisinden hangisi bu yol üzere bulunuyorsa,
ona uymanın ve onu dikkate aîmamn daha uygun olacağını bilmesi gerekir. Her
ne kadar mezheplerin tamamı bizi Allah'a götüren yollar ise de, mutlaka
bunların içerisinden birinin tercihi gerekmektedir. Çünkü bir gerekçeye dayalı
olarak yapılan tercih sonucunda kullukta bulunmak, heva ve heveslerin peşine
takılmış olmaktan daha uzak ve içtihadı meselelerde Sâri' Teâlâ'nın kasdını
yakalamış olmaya daha yakındır. İşte bu noktadan hareketledir ki, âlimler İmam
Davud'un mezhebini, her halükârda lâfzın zahirine itibar etmesi sebebiyle,
"hicrî iki yüz yılından sonra ortaya çıkmış bir bidat"olarak
nitelemişlerdir. Re'y taraftarları hakkında da: "Kıyas konusunda fazla
derine dalan kişi, mutlaka sünnetten ayrılır" demişlerdir. Bu iki aşın uç
arasında eğer başka bir görüş daha varsa, işte uyulmaya daha layık olan odur.
Bu mezhebin tayini konusu ise, ehlinin bileceği bir iştir. Allah'u a'lem! [76]
[1] Müftînin
Rasûlullah'ın (s.a.) makamına kâim olması şu yönlerden olur:
1. Genel olarak şeriat ilminde onun varisi
olması yönünden.
2. Şeriatı insanlara tebliğ etmesi, onu
bilmeyenlere Öğretmesi, onunla uyanda bulunması yönünden.
3. Hüküm istinbâtı yapılması gereken yerlerde
bütün gücünü sarfe-derek ictihâdda bulunması yönünden.
Bu mertebelerden her biri, bir önceki mertebeye nisbetle daha yüce bir
mevkide bulunmaktadır. Müellif, birinci mertebe hakkında delil olarak iki
hadis ile, iki âyet getirmiştir. İkinci âyetin baş tarafı, ilme veraseti,
ikincinin son tarafı birinci ile, genel olarak veraseti özel olarak da inzârda
veraseti ifade etmektedir. Eğer müellif, bu ikisini ikinci mertebede zikretmek
üzere geriye alsaydı, daha uygun olurdu. İkinci mertebe hakkında üç hadisle
istidlalde bulunmuştur. Üçüncü mertebenin delilleri ise, ictihâd için getirilen
delillerin aynısıdır. Bu üçüncü mertebe, müftînin Rasûlullah'ın (s.a.) makamına
kâim olması, ona halef bulunması bakımından en önemli mertebedir. Nitekim
müellif bunu söyleyecektir. Bu izahımızla söz, daha iyi açıklık kazanmıştır. Üç
durum (mertebe) tek bir nev'i üzerine delil değildir; aksine delillendirilmek
istenen şey, üç nev'i olmaktadır ve hepsi de Rasûlullah'a (s.a.) halef olma
(hilâfet) mânâsı içerisinde dahil bulunmaktadır. Nev'iler farklı olduğu gibi,
delilleri de farklıdır.
[2] Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19 ; İbn Mâce,
Mukaddime, 17.
[3] Hûd 11/12.
[4] Tevbe 9/122.
[5] Hadis, Veda hutbesinden bir parçadır, bkz. Buhârî,
Hacc, 132 ; Müslim,
Hacc, 446.
[6] Buhârî, Enbiyâ, 50 ; Tirmizî, İlim, 13.
[7] Eb'û Dâvûd, İlim, 10.
[8] Sâri', mutlak anlamda sadece Ailah Teâlâ'dır. Geniş
anlamda Rasûlullah (s a.) da, bu kavram içerisine girmektedir. Burada
kastedilen de budur. (Ç)
[9] Yani vahiy yoluyla veya bazılarına göre aynı zamanda
ictihâdla da.
[10] Bu söz, İhyâ'da Abdullah b. Ömer'in sözü (mefkûf)
olarak geçmektedir. Ancak merfû olarak da rivayet ediliniştir.
[11] Menşurun buradaki en yakın mânâsı muhtemelen mühürsüz
padişah fermanı demektir. Az önce geçen ulemânın Rasûlullah'a (s.a.) halef
olduğunu gösteren âyet ve hadisler, bu mânâya işaret etmektedir.
[12] Nisa 4/59.
[13] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/245-247
[14] el-Mesâbîh adlı eserde: "Böyle, böyle ve
böyledir" buyurmuş ve üçüncüsünde baş parmağını yummuş, ikinci defasında
da üçünde de parmakları açık olarak, "Ay böyle, böyle ve böyledir"
buyurmuştur, denir. Yani 'ay, yirmi dokuz ve otuz gün çeker' mânâsına el
işareti yapmıştır, bkz. Buhârî, Savm, 11; Müslim, Sıyâm, 4 vd.; Ebû Dâvûd,
Savm, 4.
[15] Buhârî, İlim, 24.
[16] Buhârî, İlim, 24, Edeb, 39 ; Müslim, İlim, 11.
[17] bkz. Buhârî, İlim, 24.
[18] Ebû Dâvûd, Salât (Mevâkît), 1; Müslim, Mesâcid, 179;
Tirmizî, Mevâkît, 1.
Rasûlullah {s.a.), iki gün, birincisinde namazları ilk vaktinde, ikincisinde
de son vakitlerinde kıldırıp öyle bıraksa ve arkasından "Vakit, bu ikisi
arasındadır" şeklinde sözlü beyanda bulunmasa idi, o zaman fiilî fetvaya
örnek olurdu. Bu sözü söyleyince, o zaman fetva mücerred fiil ile değil, bu
sözle olmaktadır. Şu kadar ki, iki gün boyunca kılman namaz, fetvanın bu
kısacık sözle verilebilmesine yardımcı olmuştur. Evet, fiilin beyanın güçlü
olmasında önemli katkısı bulunmaktadır. Ancak burada fetva sözlüdür; açıklık
kazanması ve vecizliği ise fiil üzerine bina edilmiştir. Hem fiil hem de sözden
mürekkeptir demek de mümkündür.
[19] Meselâ, hafızasından şikayetçi olan sahâbîye, eliyle
işaret ederek yazmasını tenbihlemesi gibi.
[20] Yani, Rasûlullah'ın (s.a.) fiillerine uymanın
gerekliliğini belirten sözlü genel delili.
[21] Ahzâb 33/37.
[22] Mümtehine 60/4.
[23] Muvatta, Sıyâm, 13 (1/291).
[24] Buhârî, Ezan, 18, Edeb, 27.
[25] Yani hac esnasında yapılması gereken işleri. (Ç)
[26] Nesâî, Menâsik, 220.
[27] Müellif, bununla içerisinde Rasûlullah'ın (s.a.)
fiillerine uyukhığu tasrih edilen pek çok hadisi kastetmektedir. Bunlardan bir
kısmı Hacc konusuyla ilgilidir, özellikle de Uheyd b. Cüreyc hadisi bunlar
içerisinde zikre değerdir.
[28] Eğer beyan kastetmemişse, mücerred insanın
yaratılışında gözde büyütülen insanların fiillerini taklide karşı bir meyilin
bulunması, müftînin fiillerini şer1! bir delil kılmaya yeterli olur mu? Bu
husus üzerinde düşünmek gerekir.
[29] Yani, uymanın başka birine uyma söz konusu olduğu için
terkedilmesi hali.
[30] Bakara 2/170.
[31] Sâd38/5.
[32] Hacc 22/78.
[33] Nahl 16/123.
[34] Nahl 16/125.
[35] Daha önce geçti bkz. [2/138].
[36] Daha önce geçti bkz. [1/343].
[37] Ebû Saîd şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.) yağmurdan
oluşan bir suyun başına geldi, insanlar sıcak bir günde oruçlu ve yaya idiler.
Kendisi (s.a.) ise bir katır üzerinde
binili idi. Onlara: "Ey insanlar! îçin!" diye emretti. Onlar buna
yanaşmadılar. Rasûlullah (s.a.): "Ben sizin gibi değilim. Ben sizin en az
meşakkat çekeninizim, ben bindiyim" dediyse de yine yanaşmadılar. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) dizini büktü, indi ve sudan içti. Ona bakarak diğer
insanlar da içtiler. Aslında kendisi içmek istemiyordu, bkz. Ahmed, 3/46.
[38] Gözlemlerimiz ve vakıa sonucunda da biliyoruz ki
sözler ile fiiller arasındaki fark açıktır.
Bu işi üstlenenlerden birçoğu, sözlü fetva konusunda tam duyarlılık
göstermekte ve kılı kırk yararcasına hassas olmaktadırlar. Bununla birlikte
fiilleri, bazen verdikleri fetvaya muhalif düşebilmekte-dir. Özellikle de
zorunlu olmaksızın istenilen, keza haram olmaksızın terki matlup olan
konularda kendi nefisleri hakkında ruhsat yollarını tutmakta, işin kolayına
gidebilmektedirler.
[39] Müftîye yaraşan, yapması gereken ayrı şey, onun
fiillerinin şer'î bir delil kılınması ayn şeydir. Bu itibarla bu konuda
müellife katılmak yerinde olmaz.
[40] Yani kötülüğü önlemek istediği zaman karşılaşacağı
zararın daha büyük olacağını gördüklerinde uzleti ve insanlardan uzak durmayı
tercih edenler olmuştur.
[41] Yani kötülüğün el ile, dil ile ve kalp ile
değiştirilmesi.
[42] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/247-253
[43] İleride sıhhatten maksadın, şer'î hükümdeki sahihlik
değil de, onunla faydalanma olduğu gelecektir.
Yani böyle birinden sadır olan fetvanın kıymeti olmaz, ondan istifade
edilemez; onun getirdiği hükme güven duyulamaz. Çünkü müftî, Rasûlullah'ın
(s.a.) varisi ve onun halefi durumundadır. Kendisi, uyulma ve örnek alınma
makamında bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, sözüne fiilinin muhalif
düşmesi halinde, kendi kendisini yalanlamış gibi bir duruma düşecektir. Hiç
şüphe yoktur ki, birşeyi haber verip arkasından kendi kendisini yalanlayan bir
kimsenin sözü itibardan düşer, görüşü (aslında değerli bile olsa) atılır ve
ona güven duyulamaz. Bu bahiste anlatılmak istenilen kısaca budur.
[44] Yani kâmil yâ da noksan olan imandan.
[45] Ahzâb 33/23.
[46] Tevbe 9/75-77.
[47] Tevbe 9/119.
[48] Yani şöyle demektir: "Ey inananlar! Allah'tan
sakının, doğruluk ve samimi niyet konusunda onlar gibi olun!" Nitekim
yapılan tefsirlerden biri bu şekildedir. el-Âlûsî, bu tefsirin uygun olduğunu
söylemiştir. Bu durumda mânâ: "O müslümanlar, sözleri fiilleri ile
uygunluk arzetmiş kimselerdir. Onlar, diğerleri gibi asılsız mazeret beyanı
gibi bir yola girmemişlerdir" şeklinde demek olur. Şöyle de denilebilir: Ayetin sebebi —ki
sözlerinin fiillerine uygunluğu olmaktadır— her ne kadar husûsî ise de,
doğruluk (sıdk) sözcüğü çoğunluk ulemâya göre daha geniş manâsıyla —ki bu, haberin
nisbetinin vakıaya uygun olması demektir—, garazın hususîliğine delâlet eder.
Bu da kişinin sözünün fiiline uygun
düşmesidir. Bu, ulemâya göre doğruluk (sıdk) sözcüğünün husûsî mânâsı
olmaktadır.
[49] Oruçlu iken eşini öpme hakkında. (Ç)
[50] Buhârî, Nikâh, 1 ; Müslim, Sıyâm, 79.
[51] Çünkü Şuayb (s.a.) Tevhîd'e çağrıda bulunuyordu. Eğer
onların şirklerine dönecek olsaydı, o zaman fiili sözünü doğrulamazdı ve
yalancı olurdu.
[52] A'râf7/89.
[53] Hûd 11/88. Yani nasihatimi dinleyip, ölçü ve tartıda
hile yapmaktan, putlara tapmaktan ve diğer günahlardan kaçındıysanız, bilin ki
bunları ben de yapmıyorum, bu konularda ben de sizden farklı davranmıyorum. Çünkü
peygamberler hiçbir zaman birgeyi yasaklayıp da arkasından dönüp kendileri o
şeyi işlemezler; onların fiilleri sözlerine hiçbir zaman ters düşmez.
[54] Aslında Rabîa
cahiliye devrinde öldürülmüş değildir; o Hz. Ömer devrine kadar yaşamıştır.
Öldürülen ona ait bir çocuktu. Velisi olması hasebiyle kan kendisine nisbet
edilmiştir.
[55] Daha önce de geçmişti, bkz. [4/41].
[56] Buhârî, Hudûd, 12 ; Müslim, Hudûd, 8 ; Ebû Dâvûd,
Hudûd, 4.
[57] Bakara 2/44.
[58] Saf 61/2-3.
[59] Çünkü vaizin yaptığı ile anlattıkları (her zaman)
birbirine uymaz; bu yüzden de onun Allah'ın gazabına uğramasından korkulur.
Dinleyici ise, belki duydukları ile amel eder, bu yüzden de rahmete ulaşır.
[60] İyiliği emretme ve kötülüğü önleme külli bir esastır.
Yapılan faaliyetin en üst düzeyde fayda vermesi ve etkin olabilmesi için, bu
görevi yerine getirecek kişi tarafından emredilen şeyin yapılması,
yasaklanılan şeyin terke-dilmesi ise bu esasın tamamlayıcı unsurlarından
olmaktadır. Ancak bu şart her zaman ve mekanda mutlak surette aranması gerekli
bir şart kabul edilecek olursa, o zaman bu, külli esasın tümden ortadan kalkması
gibi bir sonucu gerekli kılar.
Dolayısıyla böyle bir zamanda sözü edilen tamamlayıcı unsur, itibardan
düşer.
[61] Yani bazen bu gibi fetvalardan da istenilen netice
alınabilir; ancak bu hiçbir zaman bidüziyelik arzetmez. Sözü fiiline uygun
düşen müftîden sadır olan fetvada ise durum böyle değildir. Ondan istifade her
zaman için ya da en azından çoğunlukla mümkündür.
[62] Yani fetva verebilme için gerekli bulunan adalet
şartını kaybeden bu kişiye fetva verme yükümlülüğü gibi bir sorumluluk yönelir
mi?
[63] Hanefilerin, böyle bir şartı yükümlülük konusunda
aradıkları ileri sürülmüştür. Ancak onlar bunun genel olmayacağını ifade
etmişler ve akıl sahibi hiçbir kimsenin böyle birşey söyleyemeyeceğini
belirtmişlerdir. Onlarla Şâfiîler arasında bulunan asıl tartışma mahalli,
hususiyle kâfirlerin furû meseleleriyle de ayrıca yükümlü tutulup tutulmayacağı
konusunda olmaktadır. Buna göre, söz konusu görüş ayrılığının buradaki meseleye
temel teşkil edeceğini söylemek doğru olmayacaktır.
[64] Yani o müftî, fetva verme mükellefiyeti ile, müsteftî
de o müftînin verdiği fetvayı kabul ve gereği ile amel etme ile yükümlüdür. (Ç)
[65] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/253-260
[66] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343]
[67] Buhârî, Rikâk, 18.
Hadisin anlamı şudur: Allah'a olan tâatinizi gerçekleştirme konusunda
zinde olduğunuz ve kalplerinizin meşgul olmadığı anlarda işleyeceğiniz
amellerden istifade etmeye çalışın. Öyleki ibâdetlerden haz ala, usan-mayasmız.
Böylece amacınıza ulaşasınız. Nitekim tecrübeli yolcu da bu vakitlerde yol
alır. Hem kendisi hem de bineği şâir vakitlerde dinlenir, istirahat eder.
Böylece varacağı yere yorgun düşmeden ulaşır. Allah'u âlem! (Ç)
[68] Müslim, Sıyâm, 177.
[69] Buhârî, Rikâk, 18 ; Müslim, Müsâfirin, 215 ; îbn Mâce,
Zühd, 28.
[70] Bu konuda daha önce Ruhsat bahsinde geniş açıklamalar
geçmişti, bkz. [1/343]
[71] Yani çoğunluğu teşkil eden ve muhkem olan azimet
hükümlerdir. (Ç)
[72] Bu konu ile ilgili olarak yeterli açıklama geçmişti,
bkz. İctihâd bölümünün Üçüncü Mesele'si.
[73] Hucurât 49/7.
[74] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343].
[75] Teravih namazını cemaatle mescidde kılmayı terketmesi
gibi.
[76] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/260-265