Birinci
Fasıl: Muhkemlik Ve Müteşâbihlik
Bu konu için altı
mesele sözkonusudur:
'Muhkem' kelimesinin
genel ve özel olmak üzere iki kullanılış şekli vardır:
'Muhkem', özel anlamda
kullanıldığı zaman mensûh olmayan kastedilir. Bu durumda bu ifade, nâsih ve
mensûh bilginlerinin kullanmış olduğu terim olmaktadır. O hükmün nâsih olup
olmaması arasında ise fark yoktur. Onlar bu kelimeyi: 'Bu âyet muhkemdir'; 'Bu
âyet mensûhtur' şeklinde kullanırlar.
Genel anlamda
kullanıldığı zaman bu kelime ile, açık ve vazıh olup mânâsının anlaşılması için
bir başka şeye ihtiyaç göstermeyen şey kastedilir.
'Müteşâbih' ise,
birinci kullanılış şeklinde 'mensûh' terimini karşılamaktadır. İkinci
kullanılış şekline göre ise, lafzından ne murad edildiği anlaşılamayan
anlamındadır. Araştırma ve düşünme yoluyla anlaşılabilir olup olmaması
farketmez. "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem
âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik olan
kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih
olanlarına uyarlar[1] âyetinde geçen müteşâbih
ifadesi, müfessirlerce işte bu anlamda anlaşılmıştır, ikinci kullanılış şekliyle
muhkem ve müteşâbih kavramlarının altına, Hz. Peygamber'in "Helal bellidir, haranı bellidir;
aralarında ise 'müştebihat' (yani hangisinden, olduğu ayırt edilemeyenler)
vardır"[2] hadislerine sözü
edilenler de girmektedir. Açık olan muhkemdir; müşte-bi-hât yani durumu karışık
olup helal ya da haramlığı ayırt edilemeyen de müteşâbihtir. Her ne kadar âyet
ile hadiste sözü edilen müteşâbihlik yönü ayrı ayrı[3] ise
de sonuçta mânâ birdir. Çünkü bu hitabın anlaşılmasına yönelik bir durumdur.[4]Bu
mânâ gözönüne alındığı zaman, muradın ne olduğunu açıklayıcı unsur (mübeyyin)
bilinmeden önce, mensûh, mücmel, zahir, âmin ve mutlakın da müteşâbih
kavramının altına girdiği görülecektir. Öbür taraftan da; nâsih, hükmü sabit
olanlar, mübeyyen, müevvel, muhassas ve mukayyed[5] de
muhkem kavramı altına gireceklerdir.[6] [7]
Müteşâbihliğin şer'î
nasslarda varlığı bilinmektedir. Ancak bunun miktarı nedir? Bunlar az mıdır?
Yoksa çok mudur? İnceleme bu konu üzerindedir. Sabit olan müteşâbih unsurların
çok değil az olduğudur. Delilleri:
1.
Bu konuda açık nass
vardır: Bu Yüce Allah'ın şu buyruğu olmaktadır: "Sana Kitab'ı indiren
O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih
âyetlerdir.[8] Muhkemler hakkında
"onlar kitabın anasıdır (ümmü'l-kitâb)" buyurul-ması onların büyük
çoğunlukta olduklarını gösterir. Birşeyin anası, o şeyin büyük çoğunluğunu ve
tamamına yakın kısmını teşkil eder. Meselâ yolun büyük kısmı anlamında
'ümmü't-tarîk' derler. Beynin bütün parçalarını içerisine alan ve onu her
taraftan kuşatan beyin zarı için de 'ümmü'd-dimâğ' tabirini kullanırlar. Ümm,
aynı zamanda asıl, esas mânâlarına da gelir. Bu anlamda Mekke için
'Ümmü'1-kurâ' (şehirlerin anası) denilir; çünkü yerküre oradan yaratılmaya
başlamıştır. Bu anlamda da mânâ birinciye çıkar.[9] Durum
böyle olunca âyette bulunan "Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir'[10]kısmı
ile az olan taraf kastedilmiş olmaktadır.
2.
Eğer müteşâbih çok
olsaydı o zaman karıştırma ve çıkmaza girme çok olurdu ve bu durumda Kuran
hakkında onun bir beyan ya da hidayet kaynağı olduğunu söylemek mümkün olmazdı.
Halbuki bu tür pek çok âyet bulunmaktadır: "Bu Kuran, insanlara bir açıklama,
sakınanlara yol gösterme (hidayet) ve bir öğüttür[11]
"Müttekîler için bir hidayettir[12]"Sana
da insanlara gönderileni açıklayasın[13]diye
Kurân'ı indirdik."[14]
Kuran, sadece insanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkları ortadan
kaldırmak ve onların problemlerine çözüm getirmek için gelmiştir. Müşkil ve
açık-seçik olmayan birşey, sadece yeni açmazlara ve şaşkınlıklara sebep olur ve
asla hidayet ve beyan özelliği taşımaz. Oysa ki, şeriat ancak bir beyan ve
hidayettir. Dolasıyla bu da, müteşâbihin çok olmadığının bir delili olur. Öyle
ki, eğer bizzat nass şeriatta müteşâbih unsurların bulunduğunu göstermeseydi,
müteşâbihlikten sözetmeye imkan bile olmayacaktı. Ancak nass ile varlığı
bildirilen bu müteşâbih unsurlar, mükellefe iman ve tasdik ötesinde bir hüküm
getirmemektedir ve bu durum gayet açıktır.
3.
İstikra: Müctehid
şer'î deliller üzerinde düşündüğü zaman, onların belli bir düşünce sistemi
üzerine oturduğunu, hükümlerinin düzen içerisinde olduğunu, bütün yönleriyle
hep aynı bütünün özelliklerini taşıdığını görecektir. Nitekim şu âyetlerde de
bu husus belirtilmiş bulunmaktadır: "Bu Kitap, hakim[15] ve
haberdar olan Allah tarafından, âyetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya
açıklanmış bir Kitap'tır[16]"işte
bunlar, hikmetli Kitab'ın ayetleri-dir[17]
"Allah, âyetleri birbirine benzeyen ... Kitab'ı sözlerin en güzeli olarak
indirmiştir.[18] Birbirine benzeyen demek,
başı sonunu, sonu da başını tasdik eden demektir. Başı sonu derken nüzul yönünden
önce inenlerle sonra inenleri kastediyorum,
İtiraz: Müteşâbih azdır nasıl diyebilirsiniz? Az önce tefsir
edilen anlamda müteşâbih gerçekten çoktur; çünkü onun kapsamına mensûh,
mücmel, âmm, mutlak ve müevvelden pek çoğu girmektedir. Bu sayılanlardan her
biri altında ise pek çok tafsilat
vardır. Hatta bu konuda İbn Abbas'tan nakledilen: "Allah herşeyi bilicidir"[19]
âyeti hariç, hiçbir âmm ifade yoktur ki, tahsis görmesin" sö-1 zü
iddiamızın isbatı için yeterlidir. Şer'î deliller üzerinde kâidele-riyle
birlikte detaylarıyla düşünen kimse, onların mahut bidüziye-lik üzere
olmadıklarını görür. Meselâ zarûriyyâttan olan vâcibler, zahirde mutlak ve
umûmî olarak vacip kılınmışlardır. Sonra hâcî, tekmili ve tahsîni esaslar
gelmiş ve onları pek çeşitli şekillerde ve sayılamayacak kadar çok yerde
kayıtlamışlardır. Amm ile zikredilen diğerlerinde de durum aynıdır.
Sonra sen şeriatta
üzerinde ittifak edilen konuların, ihtilaf konularına nisbetle çok az olduğunu
göreceksin. Bilindiği gibi, üzerinde görüşbirliği edilen şey açıktır; üzerinde
ihtilaf edilen şey de kapalıdır. Çünkü ihtilafı doğuran şey, şüphesiz ki
hükmün mahallinde mevcut bulunan müteşâbihliktir. Bunlara ilaveten şunu da söyleyelim:
Şeriatın getirdiği yükümlülüklerin esasını emir ve nehiy o-luşturur. Buna rağmen
herşeyden önce bunların mânâlarında, sonra kiplerinde, daha sonra da 'yap' ve
'yapma' ifadelerinin emir ve nehiy için tayin edilmiş kip olup olmadığı[20]
konusunda ihtilaf edilmiştir. Bununla kalınmamış ne gerektirdiği[21]
konusunda ihtilaf edilmiş ve pek farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu esas
üzerine kurulmuş üzerinde ittifak edilen, edilmeyen her ferî mesele, bu durumda
ihtilaf konusu olacak[22] ve
bu durum icmâ yoluyla—ki bu çok nadirdir— bir yöne doğru belirleninceye kadar
devam edecektir.
Sonra mânâsı
lafızlarından elde edilen deliller, kitabın baş ta-rafinda belirtilen kesinliği
zedeleyici on unsurdan uzak olduğu sabit olmadıkça şaibeli olmada devam eder.
Bunların olmadığını tespit ise gerçekten çok zor bir iştir.
İcmâa gelince, bu
başta tartışmalı bir konudur. Sonra icmâ sabit olsa bile, onun ittifakla
hüccetliğinin sabit olabilmesi için gerçekten pek çok şart[23]
bulunmaktadır. Bu şartlardan birisi bulunmadığı zaman icmâ hüccet olmayacak ya
da üzerinde ihtilaf edilen türden olacaktır.
Sonra âmm lafızlar
konusunda tâ baştan ihtilaf bulunmaktadır. Onun için acaba belli bir sîga var
mıdır, yok mudur? Eğer var dersek, o zaman onun amelini icra edebilmesi ancak
ileri sürülen belli şart ve niteliklerle mümkün olabilecektir. Aksi takdirde muteber
olmayacak ya da üzerinde ihtilaf edilen konulardan olacaktır. Mutlak ile
mukayyed arasındaki ilişki de aynıdır.
Hem sonra delillerin
büyük çoğunluğunun delaleti nass[24] olmayıp,
tevile açık bulunduğuna göre araştırmacının Önünde ihtimallerden mutlak
surette uzak bir delil kalmayacaktır.
Sonra vâhid haberler
şeriatta bir esas (umde) olmaktadır ve bunlar deliller içerisinde büyük bir
çoğunluğa sahiptirler. Bunlara ayrıca sened yönünden de zayıflık bulaşır. Hatta
bunların hüccet olup olmadıkları tartışmalıdır. Eğer hüccetliği kabul edilirse,
keza bunların da sıhhat şartları bulunacaktır ve bu şartların bulunmaması
durumunda delilliği zedelenecek ve kendisi ile amel edilmeyecek yahut da amel
edilmesi hakkında ihtilaf sözkonusu olacaktır.
Delillerden hüküm
çıkarmanın bir yolu da 'mefhûm'a[25]
itibar etmektir. Mefhûm konusu ise tamamen ihtilaflıdır. Bu durumda ihtilaflı
olan bu delillerden üzerinde görüşbirliği edilen bir sonuca ulaşılması mümkün
değildir.
Sonra kıyasa
döndüğümüzde daha büyük ihtilaflarla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü herşeyden
önce kıyasın kendisi üzerinde ihtilaf bulunmaktadır. Sonra onun çeşitleri,
illeti belirleme yolları Ve sıhhat şartları konularında büyük görüş ayrılıkları
olmuştur. Buna rağmen yirmibeş itiraz konusundan uzak olması da gerekecektir.
Böyle bir delilin şaibelerden uzak olması ve sonunda açık seçik bir hüküm
ortaya koyabilmesi gerçekten de çok uzak bir ihtimaldir.
Bir başka nokta daha
var: Her bir şer'î istidlal, iki mukaddime üzerine kurulmak durumundadır.
Birisi şer'îdir ve onlar üzerinde
durmada su götürür unsurlar vardır, ikincisi ise, nazarî (fikrî) mukaddimedir ve menâtm (yani hükmün dayanağı, mahalli)
belirlenmesine yöneliktir. Hükmün her menâtı ise zorunlu olarak bilinebilecek şeyler
değillerdir. Aksine çoğu kez onları inceleme ve araştırma sonucunda bulmak
mümkün olmaktadır. Bu durumda şer'î delillerin
büyük çoğunluğu nazarî
olmaktadır. İbnu'l-Cüvey-nî, aklî-nazarî meselelerde genelde ittifak etmenin mümkün olamayacağını
söylemiştir. Bu görüş aynı zamanda el-Kâdî'ye de aittir. Aklî-nazarî konularda
durum böyle olunca, aklî olmayan nazarî konularda ittifakın olmaması öncelikli
olarak gerçekleşecektir. Bütün bunlar sana gösteriyor ki, şeriatta müteşâbih
unsurlar gerçekten pek çoktur. Dolayısıyla yukarıda yapılan istidlalin bir
anlamı yoktur.
Cevap: İtiraz yerinde değildir; çünkü bütün bunlar delilden
1 yoksundur. Şöyle ki: Zikri geçen
manâsıyla müteşâbih —her ne kadar delillerin mihverini teşkil eden bu türler
müteşâbih altına giriyorsa da— gerçekte onlarda müteşâbihlik bulunmamaktadır.
Zira onlar, 'kendilerinden hususîlik murad olunan âmm1 diye tefsir edilmişlerdir.
Onun tahsisine dair delil konulmuş ve böylece ondan murad belirlenmiştir. İbn
Abbâs'm "Hiçbir âmm ifade yoktur ki, tahsis görmesin" sözü de buna
delalet eder. Kendisinden ne murad edildiği beyan edilmişse, o zaman
müteşâbihlik nerede?! Diğerlerinde de durum aynıdır. Bunların müteşâbihliği
beyandan önce olmaktadır. Onların beyanına dair burhan ikame edilmiştir ve Hz.
Peygam-ber'in ölümünden Önce de din tamamlanmıştır. O yüzdendir ki, müctehid
tahsis edici unsurların bulunup bulunmadığını araştırmadan sadece âmm bir
lafza, keza kayıtlayıcı bir unsur olup olmadığını araştırmadan doğrudan mutlak
bir lafza tutunma gibi bir tavır gösteremez. Zira gerçek beyan bunların her ikisini de birden
değerlendirme sonucunda ortaya çıkmaktadır. Delil, sadece âmm lafız değil; o,
tahsis edici unsurla birlikte delil olmaktadır. Eğer hâss kaybolursa, işte o zaman kendisinden hususîlik murad olunan
âmm lafız müteşâbih kabilinden olacaktır. Bu durumda maksat olan tahsis edici
unsuru (muhassıs) dikkate almamak ve
onu ihmal etmek[26],
artniyetlilik ve doğru yoldan sapma olacaktır.
Bu yüzdendir ki, Mutezile
sapık mezheplerden sayılmıştır. Çünkü onlar "Dilediğinizi yapınız"[27]Dileyen
iman etsin, dileyen de inkâr etsin'[28]gibi
nasslara tutunmuşlar ve ["Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz"[29] gibi
onlara açıklık getiren diğer delilleri dikkate almamışlardır. Keza "Hüküm
ancak Allah'a aittir."[30]âyetine
yapışan Haricîler de [31]îç in
izden iki âdil kimsenin hükmedeceği. [32]
"Bir hakem onun (kocanın) ailesinden, bir hakem de kadının ailesinden
gönderin..[33] gibi onlara açıklık
getiren diğer nasslan dikkate almamışlardır. Cebriyye de "Allah sizi ve
sizin yaptıklarınızı yaratandır[34] gibi
âyetlere yapışmış, fakat onların açıklayıcısı olan "Yaptıklarınıza (kesb)
bir karşılık olmak üzere.[35] gibi
âyetleri görmeme zlikten gelmişlerdir. Delilleri tek taraflı olarak ele alıp
arkasında ne var ne yok araştırma yönüne gitmeyen diğer kimselerin durumu da
aynıdır. Eğer bu gibileri, delilleri her iki taraflı ele alsalar ve onlarla
bunları birlikte değerlendirselerdi, Yüce Allah'ın ulaşılmasını istediği
sonuca ulaşırlardı ve böylece maksat hasıl olurdu.
Bu nokta anlaşıldı ise
diyebiliriz ki; beyan, beyan edici unsurla birlikte ortaya çıkar. Bu durumda
beyan edici unsur dikkate alınmadan mübeyyen (beyan edilen unsur) ele alınacak
olursa o zaman bu müteşâbih olur; ancak bu müteşâbihlik şer'an haddi zatında
mevcut olan bir müteşâbihlik değildir. Aksine artniyetli kimseler,
müteşâbihliği bunlara bizzat kendileri sokmuşlardır ve bunun sonucunda da
doğru yoldan sapmışlardır. Bu mânâ, aşağıda arzedilecek olan kaidenin izahı ile
daha iyi anlaşılacaktır: [36]
Şeriatta mevcut
müteşâbihlik iki türlüdür:
a) Hakîkî müteşâbihlik.
b) İzafî (göreli) müteşâbihlik. Bu sadece müctehidin
kendi kusurundan kaynaklanan bir müteşâbihlik şekli olmaktadır.
Sonra bir üçüncü kısım
daha vardır ki o da hükümlerin bağlandığı yer olan menâtm tesbitine yöneliktir.
Birinci kısım yani
hakîkî müteşâbihlik: Âyetten kastedilen budur ve sonuç olarak şu anlamı ifade
eder: Bu tür müteşâbih-lerin mânâlarının anlaşılmasına bizim için imkan yoktur;
onların anlaşılmaları için delil de konulmuş değildir. Müctehid şeriatın esasları (usûlü'ş-şerîa) üzerinde
düşündüğü, onlar hakkında araştırma yaptığı ve onları bir araya getirip
değerlendirdiği zaman, onlar içerisinde mânası muhkem olan, maksadına ve
hedefine delalet eden birşey bulamaz. Bunların az olduğunda kuşku yoktur. Meselenin başında arzettiğimiz
deliller işte bu hususu göstermektedir. Bunlar, iman dışında herhangi bir yükümlülük getirmeyen konularla
ilgilidir. Bu husus Beyân ve İcmal faslında açıklanacaktır. Necrân heyetinin
Hz. Peygamber'e gelmesi üzerine inen Âl-i İmrân'daki "Sana Kitab'ı indiren
O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih
âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik olan
kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar" [37] âyeti
de bu tür şeyler hakkındadır.
İbn İshâk, onlar
hakkında —ki hükümdarın dini üzere Hristi-yandılar, halbuki durumları
farklıydı— bir kısım bilgi verdikten sonra şöyle devam eder: Onlar İsâ (as.)
hakkında şöyle derler: "O
Allah'tır; çünkü o ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gayıptan haber
verirdi; çamurdan kuş sureti yapar, sonra ona
üfler ve o bir kuş olurdu. O, Allah'ın oğludur; çünkü bilinen bir babası yoktu. Beşikte daha Önce
insanoğlunun yapmadığı biçimde konuşmuştu. O, üçün üçüncüsüdür; çünkü Allah,
'yarattık', 'yaptık', 'hükmettik' gibi ifadeler kullanmaktadır. Eğer o, bir
olsaydı, o zaman mutlaka 'yarattım', 'yaptım', 'hükmettim' gibi tekil ifadeler
kullanırdı. Dolayısıyla ilah, O, İsâ ve Meryem üçlüsünden meydana
gelmektedir." Al-i îmrân sûresinin baş tarafı "Eğer yüz çevirirlerse:
'Bizim müs-lüman olduğumuza şahit olun' deyin"[38]
âyetine kadar işte bunlar hakkında inmiştir.[39]
Bu olayda bizim
konumuzla ilgili olan kısım, onların Allah'ı la-yıkı veçhile
değerlendiremediklerinin ifade edilmesidir. Zira onlar Allah'ı kula mukayese
etmişler ve ona eş ve çocuk nisbet etmişlerdir. Öbür taraftan da ancak Allah
için sözkonusu olan ve mahluk için caiz olmayan bazı nitelikleri de kul için
isbat etmişler, Yaratıcıya babasız insan yaratma kudretini çok görmüşlerdir.
Halbuki onların yapması gereken, Allah'ın âyetlerine iman etmek ve O'nu her
türlü noksan sıfatlardan tenzih etmekti; fakat onlar bunu yapmadılar. Aksine
Allah'ın zât ve sıfatı ile ilgili bu gibi konularda kendi akıl ve görüşleri ile
hükmetme yolunu tuttular ve böylece doğru yoldan sapmış oldular.[40]
İkinci kısım: Göreli
(izafî) müteşâbihlik: Bu kısım —her ne kadar mânâ bakımından âyetin altına
giriyorsa da— onun sarahati altına girmemektedir. Çünkü bu kısımda
müteşâbihlik, şeriatta vaz' ediliş şeklinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü bunlar
haddizatında beyan edilmiştir. Ancak, ictihad etme durumunda olan kimse
yapması gereken araştırma ve değerlendirmede kusur göstermiş veya arzu ve
hevesine uyarak beyan yolundan sapmıştır. Bu durumda karışıklığın (göreli
müteşâbihliğin) delillere nisbet edilmesi doğru değildir. Aksine burada
sözkonusu olan ihmal ve kusur gösterme ve açıklayıcı delillerden haberdar
olmama, araştır- [93] ma ve değerelendirmeyi yapacak olan kimselere ait
olacaktır. Onlar hakkında 'müteşâbihlere tâbi olma' vasfının kullanılması
yerinde olacaktır. Çünkü bunlar açıklayıcı deliller mevcut iken böyle yaptıklarına
göre, ya bir de gerçekten delil bulunmasaydı o zaman kim bilir neler
yaparlardı?! O yüzden bu tip kimselerin mânâ bakımından âyetin hükmü altına
girdikleri söylenmiştir.
Bu kısma örnek olarak
Mutezile, Haricîler[41] ve
diğerleri hakkında biraz Önce geçen misalleri hatırlayabiliriz. Bir başka
örnek olarak da Müslim'in Süfyân'dan rivayet ettiği şu hadisi ele alabiliriz:
O şöyle anlatır: "Bir adamın Câbir b. Yezîd el-Ca'fî'ye "Artık babam
bana bir izin verene veya Allah hakkımda hüküm verene kadar —ki O hüküm
verenlerin en hayırlısıdır— bu yerden ayrılmayacağım[42]
âyetini sorduğunu işittim. Câbir: "Bu âyetin tevili gelmedi" dedi ve tabiî
yalan söyledi. el-Humeydî, Süfyân'a: "Bununla neyi kastetti' diye sorduk.
O şöyle cevap verdi: Râfızîler şöyle derler: "Muhakkak Ali, bulutlardadır.
Gökten bir münâdî seslenip de —Hz. Ali'yi kastediyor— falanca ile çıkıp
başkaldırın, demedikçe biz onun ortaya çıkan oğlu ile çıkmayız" Câbir,
âyetin tevilinin bu olduğunu belirtiyor ve tabiî yalan söylüyordu. Âyet,
Yusufun (as.) kardeşleri hakkındadır[43]
ve durumu açıktır, mânâsında her hangi
bir kapalılık yoktur. Âyetin başı ve sonu bunu göstermektedir. Aynen hâssın
ânımdan; mukayyedin de mutlaktan ne kastedildiğini belirtmesi gibi. Câbir,
işine gelen yeri alıp âyetin başı ve sonunu bir tarafa bırakınca, orası
kendisi hakkında müteşâbih bir hal aldı. Aynen hâssı ve mukayyedi dikkate
almadan âmm ve mutlak lafızlara sarılan kimsenin durumunda olduğu gibi.
Halbuki onun yapması gereken bu gibi yerlerde durup beklemekti (tevakkuf);
ancak o Öyle yapmadı, arzu ve heveslerine uydu ve âyetin mânâsını anlama
konusunda artniyetlilik göstererek sapmış oldu.
Üçüncüsüne gelince, bu
kısımda müteşâbihlik delillere yönelik değildir. Aksine delillerin bağlanacağı
yerlere (menâta) yöneliktir. Meselâ murdar hayvan eti yemenin yasakhğı
açıktır. Usûlüne göre boğazlanmış hayvanın yenmesinin helalliği de açıktır.
Buna rağmen, murdar hayvanla usulünce boğazlanmış hayvan birbirine karışırsa,
hangisinin yenileceği konusunda şüphe ve karışıklık fmüteşâbihlik) ortaya
çıkar. Burada sözü edilen müteşâbihlik (net olmama) o şeyin haram ya da
helalliğini gösterecek delil hakkında değildir. Bu durumda meselenin hükmünü
gerektiren delil gelmiştir ki o da, durum açıklık kazanıncaya kadar onlardan
yenmemesidir. Bu delil de aynı şekilde açıktır ve bunda da bir müteşâbihlik
yoktur. Bu tür altına giren ve karışıklığın delilde değii de5 delilin
bağlandığı yerde (mahal, menât) olduğu diğer yerlerde de durum aynıdır.
Dolayısıyla bu kısım müteşâbih kavramı altına girmemektedir
na girmemektedir.
Fasıl :
Bu husus açıklık
kazandı ise, itiraz sadedinde zikredilen diğer soruların[44]
cevaplarına geçebiliriz:
Daha önce arzedilen
açıklamalardan, âmm ile hâss vb. gibi delillerin kendilerine muhalif olan
unsurlarla birlikte vukuuna itibarla müteşâbihliğin az olduğu ve müteşâbih
sayılan şeylerin aslında müteşâbih olmadığı ortaya çıkmıştı. Yine orada müteşâbihliğin
sa^ dece gerçek müteşâbîhlikten ibaret olduğu da belirtilmişti.
İhtilâf edilen
konuların çokluğuna gelince, bunlar hakikaten çok olsalar da mutlak surette
hepsi müteşâbih değillerdir; aksine onların içerisinde müteşâbih olan da
vardır; (olmayan da vardır). Müteşâbihlerden olan kısım nadir olmaktadır.
Meselâ selef-i sâlihin içerisine girmeyip kendilerini tuttukları konularda
mevcut bulunan görüş ayrılıklarında olduğu gibi. Bunlar, durumu kullara kapalı
olan gaybî şeylere iman ve teslimiyeti gerektiren şeylerdir.
Meselâ, istiva (arşa
oturma, kurulma), inme, gülme, el, ayak, yüz vb. Allah'a nisbet edilen sözlerin
anlaşılması konulan gibi. İlk nesiller bu gibi lafızlar karşısında teslimiyet
yolunu tutup mânâlarını anlamaya çalışma gibi bir tekellüf içerisine girmeyi
terkedince, bu onlara göre hükmün böyle olduğunu gösteren bir delil oldu. Bu
Kurân'm da zahiri olmaktadır. Çünkü söz, cehaletle halledilemeyecek bir konuya
dairdir ve mânâlarının anlaşılmasına bağlı bir yükümlülük de bulunmamaktadır.
Diğer ihtilaf alanları ise, delillerin müteşâbihlik arzetmesinden
kaynaklanmamaktadır. Çünkü kesin delil bunun aksine delalet etmektedir. Aksine
o gibi yerlerde sözko-nusu olan ihtilaflar, müctehidin delillerin illetleri ve
delile getireceği yorumları tesbit ( menât ve mehârici) hakkındaki değerlendirmesinden
kaynaklanmaktadır. Müctehidin, aslında (Allah katında) mevcut bulunan hükme
isabet etmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Aksine ona düşen, ictihad sırasında
bütün gayretini ortaya koymasıdır. Elbette ki, zeka ve şer'î ilimlerdeki
derinleşmeye oranla değerlendirmeler farklılık arzedecektir. Herkesin tuttuğu
bir yol, kendisine ait bir metodu vardır ve bu müctehidin kendisine nisbet-le
olup, aslında mutlak olarak olması gerekene nisbetle değildir. Bu durumda,
deliller içerisinde mansûs (nass ile belirlenmiş)[45] olanlar,
bu açıdan ele alındığı zaman müteşâbih olmaktan çıkarlar. Olsa olsa bunlar
göreli olan müteşâbihlik kapsamına ya da üçüncü kısımdan olan müteşâbihlik
kısmına girerler ve gerçek müteşâbihlik kısmına girmezler.
Buna şu da delalet
eder: Her âlimi kendi başına alıp ve onun elde etmiş olduğu şeriat ilmini
inceledeğimizde, ona göre müteşâbih delillerin ve mücmel nassların çok az ve
nadir olduğunu görürüz. Çünkü o şeriatı kendisine göre bidüziyelik arzeden bir
yöntemle ele almıştır ve bu sayede deliller belli bir uyum içerisinde istikrar
kazanmıştır. Eğer fıkhî mesâilde meydana gelen ihtilaflar onların delillerinin
müteşâbih olmasını gerektirecek olsaydı, o zaman âlimlerin çoğuna nisbetle deliller
müteşâbih hal alır ve onlar içerisinde ancak çok cüzî bir kısım hariç beyan
yoluyla müteşâbihlikten kurtulamazdı. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Bütün
mücte-hidler —mesâilde bulunan ihtilâfa rağmen— serî delillerin açık ve seçik
olduğunu kabul etmekte ve "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası
olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir"[46]âyetinin
de kuşkusuz zahiri üzere olduğunu itiraf etmektedirler. Bundan da, —ihtilâfın
çokluğunu itiraf etmelerine rağmen— şeriatta gerçekten müteşâbih unsurların çok
olmayıp az olduğunu gösteren bir icmâ delili ortaya çıkar.
Sonra, meydana gelen
her görüş ayrılığının devamlı kalacak bir ihtilaf sayılması doğru olmaz. Şöyle
ki: Önce de geçtiği gibi sünnet yolundan çıkmış olan hizipler, delilleri bütün
yönleriyle ele almayıp tek taraflı değerlendirince kaynaklar onlar için
müteşâbih-lik arzeder bir hal almış ve bunun sonucunda da onlar (arzu ve heveslerine
uyarak) sapıtmışlardır. Bunların, sapıtarak ileri sürdüğü şeyler ise aslında dikkate
alınacak türden değildir. Dolayısıyla onlara muhalif hareket etmek gerçek
anlamda bir ihtilaf sayılamaz. Doğru yoldan ayrılmayı sonuçlandıran diğer
benzeri durumlar için de aynı şey sözkonusudur. Kaldı ki, bazı ihtilaf gibi
görünen şeyler de vardır ki, aslında uyum halindedirler. Bu bahis İctihâd
konusu [96J işlenirken ele alınacaktır.[47]Bu
sebeple ihtilaf sayılan birçok husus ihtilaf olmaktan çıkmaktadır. Oraya
bakıldığı zaman burada söylenmek istenen maksat daha iyi anlaşılacaktır.
Bir husus daha var: O
da şeriat ilminde hiç ihtiyaç duyulmayacak pek çok konunun onun içerisine
sokulmuş olmasıdır. Böylece hiç ilgisi olmayan konular şer'î ilimler içerisinde
önemli problemler olarak yer almışlardır. Eğer bunlar toptan kaldırılacak olsa
şer'î ilimlerde kendisine ihtiyaç duyulan konulardan hiçbirisi ihlale uğramayacaktır.
Selef-i sâlihin —bırakın sahabe ve onları takip eden nesiller gibi dili henüz
bozulmamış Arapları— İmam Mâlik, Şafiî ve Ebû Hanife ile onlardan önce ya da
sonra gelen ya da akranları gibi dilin bozulmasından sonra doğan ve dil
ilimlerini Öğrenmeye ihtiyaç duyan
kimselerin dahi bu gibi şeylerin sözünü bile etmemesi ve buna rağmen
şeriatı anlamada herhangi bir eksiklik hissetmemeleri bunun açık delilidir. Bu
gibi şeyler serî ilimler içerisine sokulunca
haliyle beraberinde pek çok
ihtilafları da getirmiştir. Eğer bunlar şer'î ilimlere sokulmasaydı, bu yüzden
doğan ihtilaflar meydana gelmeyecekti. Şer'î mesâil üzerinde araştırma ve
inceleme yapan kimseler, saydığımız imamlardan sonra gelen nesiller içerisinde
(mütteahhirîn) bu türden pek çok şey bulacaklardır. Kitabın başında
Mukaddimeler bahsinde bu nokta üzerine dikkat çekilmişti. İctihâd bahsi
işlenirken de müctehid için bilmesi gereken ilimlerin neler olduğu açıklanacaktır. Eğer bu
bilgileri bir arada değer-lendirirsen müteşâbih unsurların az olduğunu;
muhkemin ise genel ve gâlib bulunduğunu göreceksin. [48]
Müteşâbihlik[49]
küllî kaidelerde olmaz; ancak cüz'î fer'î konularda olur.
Bu hususu gösteren
deliller iki çeşittir:
1.
Şer'î nassların
istikrası bunun böyle olduğunu göstermektedir.
2.
Eğer şer'î esaslarda
da müteşâbihlik olsaydı, o zaman şeriatın büyük çoğunluğu müteşâbihâttan
olurdu. Böyle bir sonuç ise bâtıldır. Şöyle ki: Fer', dayandığı esas üzere
kuruludur ve bunun tabiî sonucu olarak da esas sahih ise fer' de sahih; esas
bâtıl ise fer' de bâtıl olur. Keza esas açık seçikse onun üzerine kurulu
bulunan fer' de açık seçik; esas kapalı ise fer' de kapalı olur. Kısaca esasta
mevcut bulunan her özellik, fer'e de yansır. Zira her fer'de, esasta bulunan
şey bulunur. Bu da müteşâbih esaslar üzerine bina edilen [971 fer'î konuların
da aynı şekilde müteşâbih olmasını gerektirir. Bilindiği üzere şer'î esaslar
(usûl), kendilerinden fer'î hükümlerin çıkarılması konusunda birbirleri ile
irtibat halindedirler.[50] Eğer
şer'î esaslardan sadece birisinde müteşâbihlik meydana gelecek olsaydı, bunun
hepsine de[51] sirayet etmesi gerekirdi.
Bunun sonucunda da muhkem, 'ümmü'l-kitâb' (kitabın anası) olmazdı. Halbuki
durum öyle. Dolayısıyla bu durum, müteşâbihliğin, kitabın anasını teşkil eden
şer'î esaslarda bulunmadığını gösterir.
İtiraz: Müteşâbihlik şer'î esaslarda da yer almıştır; çünkü
Haktan sapanların çoğu, fer'î konularla değil, şer'î esaslar (usûl) ile
Cevap: Şer^ esaslardan (usûl) maksat, küllî kaidelerdir.
Bunların akâid esasları (usûlu'd-dîn) veya fıkhın esasları (usûlu'1-fikh) ya
da cüz'î olmayıp küllî olan diğer herhangi sert bir konuda olması arasında fark
yoktur. Bu durumda biz, müteşâbihliğin
küllî kaidelerde mevcudiyetini mutlak surette kabul etmiyoruz; onların sadece
furûda (fer'î konularda) bulunduğunu söylüyoruz. Teşbîh mânâsı anımsatan
âyetler, keza aynı doğrultuda gelen hadisler, Allah'ı bilme (el-ilmu'I-ilâhî)
ile ilgili kaidelerden biri olan tenzih esasının sadece birer uzantıları
olmaktadır. Nitekim sûre başlarındaki harfler ve onların müteşâbihlikleri de,
Kur'ân ilimlerinden bazıları 1 içerisinde yer alan ayrıntılar mesabesindedir.
Hatta menâta (hükmün dayanağı, illet) yönelik müteşâbihlikte dahi durum aynıdır.
Zira murdar hayvan etiyle karışmış usulünce boğazlanmış helâl et hakkında
sözkonusu olan müşkillik, açık menâtlar hakkında olan helâl ve haram kılma
aslından doğan bazı fer'ler mesabesindedir. Bunlar da çoktur. Bu nokta göz
Önünde bulundurulduğu zaman, ne bir küllî kaidede, ne bir genel esasta
müteşâbihliğin bulunmadığı görülecektir. Ancak müteşâbihlik, izafî müteşâbihlik
olarak ele alınırsa, o takdirde usûl
ile furû arasında fark bulunacaktır. Akaid (inanç) konusunda meydana gelen
sapıklıklar işte bu yönden[52]
meydana gelmiştir. Burada sözü edilen de o değildir. Mânâ itibarıyla maksûd olsa bile lafzın
sarahatinden de kastedilen o[53]
değildir. Allahu a'lem! Çünkü Yüce Allah: "Onda kitabın anası olan
muhkem, âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir" [54] buyurmakta
ve onda müteşâbihin bulunduğunu bildirmektedir. Araştırıcının kusurundan
kaynaklanan (kapalılıklar)[55],
gerçek anlamda Allah'ın kitabına nisbet edilemez. Edilse bile bu mecaz yolu ile
olur. [56]
Müteşâbihlerin Tevili
(yorumu): Bu konuda tafsilata ihtiyaç vardır: Müteşâbih ya hakîkîdir ya da
izafîdir. Eğer müteşâbih izafî olan kısımdan ise, delil ile taayyün etmesi
durumunda tevilin yapılması gerekli olacaktır. Âmmm hâss ile, mutlakın mukayyed
ile, zarurînin hâcî ile vb. kayıtlanması hallerinde olduğu gibi. Çünkü
kayıtlayan ile kayıtlanan her ikisi birlikte bizzat muhkem olan hükmü
oluşturmaktadırlar. Bu konu daha önce açıklanmıştı. Eğer müteşâbih, hakîkî
kısmından ise, bu durumda illâ da tevîle gidilmesi gerekli değildir. Zira
Mücmel ve Mübeyyen bahsinde de açıklandığı üzere, mücmel üzerine —eğer varsa
tabiî— herhangi bir yükümlülük bağlanmaz. Çünkü böyle bir mücmel, ya sarîh
Kur'ân ile, ya sahîh hadis ile ya da kesin icmâ ile beyan edilmiştir yahut da
edilmemiştir. Eğer bu yollardan biri ile beyan edilmişse, o zaman o,
müteşâbihin birinci yani izafî kısmından olacaktır. Eğer bu yollardan herhangi
biri ile beyan edilmemişse, o zaman bu belirtilen yollardan biri olmaksızın
Allah'ın muradı üzerinde söz etmek, bilgisi olmayan bir sahaya tırmanmak
demektir ki, böyle birşey hoş değildir. Öbür taraftan sahabe, tabiîn ve onları
takip eden ilk nesillerden oluşan selef-i sâlih, bu gibi konulara girmemişler,
delilsiz belli bir tevili gerektirecek şekilde yorumlara gitmemişlerdir. Bu
konuda onlar örnek alınacak ve izlerinden gidilecek kimselerdir. Ayet de buna
işaret etmektedir: "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak ve
kendilerine göre yorumlamak için onların . müteşâbih olanlarına uyarlar."
Ayet sonra şöyle devam eder: "ilimde derinleşmiş olanlar (rüsûh
sahipleri): "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katmdandır' derler."[57]
Bazı müteahhir (sonra
gelen) âlimleri, müteşâbihlerin tevil edilmesi görüşünü benimsemişlerdir.
Bunlar hareket noktası olarak kinây :, istiare, temsil ve daha başka yollar
yönünden Arap dilinin genişliğini esas almışlar, bunları Öğrenmek isteyenleri
ısındırmak istemişler ve şer'î hitapta anlaşılamayan bir sözün bulunmasını
uzak görerek tevil yoluna gitmişlerdir. Kaldı ki âyette Allah lafza-i celâli
üzerinde durmak ve ondan sonrasını yeni cümle başı yapmak yerine durağı
kaldırarak şeklinde ilim kelimesi üzerinde durmak da mümkündür. Bu durumda
mânâ: "Onun tevilini ancak Allah ve ilimde derinleşmiş kimseler bilebilir..."
şeklinde olacaktır. Bu şekilde okuma, müfessirlerden nakledilen iki görüşten
birisi[58]olmaktadır.
Mücâhid de bu şekilde okuyanlardandır. Bu durumda konu içtihadıdır. Ancak
bizce doğrusu, se-Ief-i sâlİhin üzerinde olduğu yoldur. İmam el-Gazzâlî, bu
görüşün doğruluğunu çeşitli deliller getirerek savunmuştur. Bunun için
"Ücârnu'l-avâm" adlı kitabına balanız. [59]
Müteşâbihin tevil
edilmesi durumunda, kendisi ile tevil edilecek şeyde (müevvel bih) şu üç
şartın bulunması aranır:
a) Tevilin şer'an dikkate alınması sahih olan bir mânâya
çıkması.
b) İhtilaf edenler arasında kısmen de olsa ittifakın
sağlanacağı bir noktada olması.[60]O
kabul eder olması.
c) Tevil edilen lafzın, kendisine yüklenilmek istenen
mânâyı
kabul eder olması.
Biraz açmak gerekirse
deriz kî: Müteşâbihin tevil edilmek istendiği ihtimal, ya lafzın kabul
edebileceği bir mânâdır ya da değildir. Eğer lafız, kendisine o mânânın
yüklenmesini kabul etmiyorsa, o zaman lafiz, hakkında ihtimal bulunmayan bir
nassdır ve bu durumda tevil kabul edilmez. Eğer lafız, kendisine yüklenmek
istenilen mânâyı kabul ediyorsa, bu durumda bakılır: Yüklenen bu mana, ya
şer'î ilimlerin verileri doğrultusundadır ya da değildir. Eğer şer'î ilimlerin
verileri doğrultusunda cereyan ediyorsa, o mânânın kabul edileceği konusunda
herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü lafiz o mânâyı kabul etmekte,
lafızdan kastedilen mana ona ters düşmemektedir. Bu durumda onun dikkate
alınmayarak atılması, kasden dikkate alınması mümkün olan birşeyin atılması demek
olur. Böyle bir durumda, ihmal edileceğine
ya da mercûhiye-tine (zayıflığına) dair bir delil bulunmadıkça o mânânın terk
ve ihmali sahih değildir. Şer'î ilimlerin verileri doğrultusunda cereyan
etmemesi halinde ise, bu durumda lafzın hiçbir şekilde tevile gidilmesi sahih
olmayacaktır. Bunun delili şudur: Eğer böyle bir durum sahih olacak olsaydı, bu
durumda açık lafzı bırakarak o manaya gitmek, körükörüne haktan dönmek ve
bilgisizce cehalete atılmak olacaktır. Böyle bir durum, herhangi bir gerekçe
olmaksızın delilin terki demektir. Böyle birşey ise bâtıldır.
Bu bir.
İkincisi: Delil, ancak
kendisinden daha güçlü olan bir başka [ioij delil ile tearuz durumunda tevil
yoluna gidilir.[61]Şimdi iki durum arasında
değerlendirme yapmakta olan kimse ya râcih olan güçlü tarafı dikkate alarak
mercûh olan zayıf tarafı tamamen iptal edecek ve kendisini her iki tarafı da
esas alma gibi bir durum içine sokmayacaktır. Bu tearuz durumunda genelde
kendisine başvurulan bir yaklaşımdır. Ya da onu iptal etmeyerek herhangi bir
yönden onunla amelde bulunma yoluna gidecektir. Eğer o yön sahih olur ve
ittifak da hasıl olursa, ne âlâ ne güzel; yok sahih olmazsa o zaman (yapılan
tevil delilden güdülen) amacı ortadan kaldırmak olur. Çünkü bu haliyle o,
mercûh olan delilini sahih olmayan birşey ile tashihe yeltenmiş, delilin tashih
işini bâtıl olan bir durumla gerçekleştirmek istemiş olmaktadır. Bu da onun
sahih olmasını istediği şeyin bâtıllığını gerektirir. Böyle bir sonuç
çelişkidir.
Bir üçüncü husus daha
var: Delilin tevili demek, kısmen delil olması sahih olacak bir şekil üzere
yorulması demektir. Bu durumda onu sahih olmayan birşeye hamletmek, onun hiçbir
şekilde sahih olmayan bir delil olduğu sonucuna dönmek demektir. Bu ise
birbirine zıt olan iki şeyi bir araya getirmek demektir. Bunun örneği
"Allah, İbrahim'i halli (dost) edindi"[62]âyetindeki
'halîl' (dost) sözcüğünü fakir mânâsına yoranların tevilleridir. Çünkü böyle
bir tevil, Kur'ânî mânânın sahih olmaması gibi bir sonucu gerektirir.[63]
âyetindeki[64] kelimesinin kelimesinden[65]
olduğu yorumunu yapanların tevilleri de aynıdır.
Fasıl:
Bu durum sadece tevil
bahsine has değildir. Aksine Tearuz ve Tercih' bahsi için de geçerlidir. Çünkü
iki delil bazen aynı konu hakkında birbirine ters düşerek vârid olur ve bu
durumda ikisinden birini diğerine tercih etmek ihtiyacı doğar. Mahallin her
ikisini de kabulünün sahih olmasının, her iki delilin de haddizatında sahih
bulunmasının mümkün olduğu ikinci bir yer de bu (tearuz ve tercih) bahsidir.
Her iki yerde kullanılan delil de aynıdır. [66]
[1] Al-i İmrân 3/7.
[2] Buharı, İmân, 39 ; Büyü, 2 ; Müslim, Müsâkât, 107 ;
Ebû Davud, Büyü, 3.
[3] Ayet, sarahaten gerçek müteşâbihlik konusundadır. Öyle gözüküyor ki, hadis göreli müteşâbihlik
hakkındadır.
[4] Yani her ikisinde de, lafızdan ne kastedildiği
muhatapça anlaşılamaz.
[5] Bu kavramlar, bu ciltte bu adlar altında açılan
bölümlerde ele alınarak açıklanacaktır. (Ç)
[6] Yani onun nâsih... olduğunu öğrendikten sonra. Çünkü
onların bu durumları Öğrenilince artık vazıh hale gelirler ve anlamlarının
açıklık kazanması için başka birşeye ihtiyaç göstermezler.
[7] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/79-80
[8] Âl-i İmrân 3/7.
[9] Bir şeyin çoğunluğu anlamında birinciye çıkması pek
anlaşılamamaktadır. Çünkü buradaki ümm kelimesi sonuçta menşe' anlamına
gelmektedir. Hem, bazen bir şeyin dallarının o şeyin aslından daha çok olduğu
da unutulmamalıdır.
[10] Âl-i İmrân 3/7.
[11] Âl-i İmrân 3/138.
[12] Batara 2/2.
[13] Yani Kuran'ı
yine Kuran'la açıklayasın
şeklinde alınırsa, istidlal şekli açıktır. Ancak bu açıklamaya sünnet manası verilirse
o zaman istidlal şekli zayıflamaktadır.
[14] Nahl 16/44.
[15] Hikmet sahibi demektir. Hikmet ise, her şeyi yerli
yerince koymaktır. (Ç)
[16] Hûd 11/1.
[17] Yunus 10/1.
[18] Zümer 39/23.
[19] Bakara 2/282.
[20] Yani emir ve nehiy için belli bir kip (sîga) var
mıdır? Yoksa yok mudur? konusunda.
[21] Yani vaciplik mi, mendupluk mu; yoksa her ikisini de
birden mi gerektirir? Tekrar gerektirir mi, gerektirmez mi? Birşeyi emretmek, o şeyin zıddını nehyetmek
anlamını gerektirir mi, gerektirmez mi? gibi konularda.
[22] Yani hakikaten ya da hükmen. Çünkü ihtilaflı bir konu
üzerine kurulduğu için haliyle o da ihtilaflı olacaktır.
[23] Bazıları, icmâı oluşturan neslin sona ermiş olmasını,
diğer bazıları icmâ edenlerin tevatür sayısına ulaşmış olmasını ileri
sürmüşlerdir. Bir dayanağı olup olmadığı, eğer olacaksa kıyasın da icmâa
dayanak olup olmayacağı tartışılmıştır....
[24] Mânâsına açık bir şekilde delalet eden ve kendisinden
çıkarılan hüküm, sözün asıl sevk sebebini teşkil eden lafızdır. (Ç)
[25] Mefhûm, lafzın, sözde zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen
birşeye delalet etmesidir. (Ç)
[26] Çünkü şer'î delil, âmm ile onu tahsis eden unsurun
tümünden oluşmaktadır. Sadece âmin lâfzı dikkate almak, artniyetliliğin bir
ifadesi olmaktadır.
[27] Fussılet 41/40.
[28] Kehf 18/29.
[29] İnsan 76/32.
[30] Yusuf 12/67.
[31] Köşeli parantez içerisinde verdiğimiz kısım muhtemelen
metinden düşmüş olacaktır. Naşirin de dipnotundan istifade ile bütünlüğü
sağlamak için metin içerisine kaydırılmasının daha uygun olacağını düşündük.
(Ç)
[32] Mâide 5/95.
[33] Nisa 4/35.
[34] Sâffât 37/96.
[35] Tevbe 9/82, 95.
[36] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/80-85
[37] Âl-i İmrân 3/7.
[38] Âl-i İmrân 3/64.
[39] bkz. îbn Hişâm, Sîre, 2/224-225.
[40] Onların tartıştıkları konu aslında müteşâbih den değildi. Çünkü İsa hakkında
bahis edilen konular âyetlerde muhkem olarak
gelmiştir ve herhangi bir karışıklığa sebep olacak bir durum da yoktur. Ancak
burada sözkonusu olan arzu ve heveslere uyma ve kendi kuruntularını da ileri sürdükleri
delillerle desteklemeye çalışma çabasıdır. Onların bu tutumu daha çok
müteşâbih âyetlerin tefsiri konusunda arzu ve heveslerine uyan kimselerin bir
Örneği olmaktadır.
[41] Burada Hâricilerden bahsetmesi de s da köşeli parantez
içerisinde verdiğimiz kısmın metinden düşmüş olduğunu göstermektedir. <Ç)
[42] Yusuf 12/80.
[43] bkz. Müslim, Mukaddime, 20.
[44] İhtilafların çok oluşu müteşâbihliğin varlığını ve
çokluğunu gösterir şeklindeki itiraz ele alınacaktır.
[45] Bu kayıtlamadan anlaşıldığına göre bu cevap ancak
Kitap ve Sünnet delilleri hakkında bir anlam ifade eder. Bunlara, onlara
dayanan -icmâ delili de katılabilir. Kıyas ve mesnedi kıyas olan icmâ ise
müteşâbihlikten çıkmaz. (N)
Buradaki mansûsa 'nass' delâleti mânâsı vermek de mümkündür. O zaman
haddizatında açık olan, dolayısıyla ihtilafa mahal bırakmayan deliller
müteşâbihliğin dışında kalırlar, mânâsına gelir. (Ç)
[46] Al-i İmrân 3/7.
[47] Onbirinci meselede.
[48] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/85-91
[49] Yani bir önceki meselede ele alınan ve az olduğu
sonucuna ulaşılan hak kî müteşâbihlik kısmı.
[50] Yani birleşik kaplar gibi birbirlerine bağlıdır. Bir
esastan bir fer'î hüküm çıkarılırken diğer esaslar da göz önünde bulundurulmak
zorundadır. Bu durumda eğer bu esaslarda
müteşâbihlik bulunursa, kendisinden doğrudan çıkarılan ya da dolaylı
olarak kendisine bağlı olan fer'î
hükümler de müteşâbih olurlar. Bu durumda müteşâbihlik, müteşâbih üzerine
kurulan fer'î meselelere ya da bu
müteşâbih esas ile bağlantı halinde bulunan diğer asıllara sirayet eder. Bunun
sonucunda da şeriatın büyük çoğunluğunu müteşâbih unsurların teşkil edeceği malumdur.
[51] Yani, müteşâbih esas sebebiyle fer'î hüküm çıkarmanın
kendisine bağlı olduğu bütün esasların furûuna demektir; yoksa şeriatın bütün
furûuna değil. Çünkü, evvela öyle olsaydı o zaman getirilen delil, müellifin
'şeriatın büyük çoğunluğu müteşâbih olurdu' şeklindeki iddiasına uygun
düşmezdi, ikincisi, bütün şer'î fer'î meselelerin doğrudan ya da dolaylı olarak
müteşâbih bir esas üzerine bina edilmesinin zorunluluğu gibi bir sonuç herkesçe
kabul edilmiş (müsellem) değildir.
[52] Yani usûl konularındaki izafî müteşâbihlik
sebebiyledir ki, inanç konularında sapmalar meydana gelmiştir. Nitekim daha
önce örnekleri geçmişti,
[53] Burada sözü edilen usûl konularında gerçek
müteşâbihliğin bulunmadığıdır; izafi müteşâbihlikten söz edilmemektedir.
Nitekim âyette kastedilen de —her ne kadar mânâ itibarıyla içine giriyorsa da—
o değildir.
[54] Âli İmrân 3/7.
[55] Delilleri tam olarak tesbit ve onların tümünü birden
değerlendirme ve böylece sonuca ulaşma konusunda kusur göstermesiyle meydana
gelen kapalılık, aslında nasslann kendisinde mevcut bulunan bir kapahlık değildir.
Bu tamamen kendi kusurudur ya da işin içine nefsânî arzular karışmıştır.
[56] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/91-93
[57] Âl-i îmrân 3/7.
[58] Bu görüşe göre hakîkî anlamda müteşâbih
bulunmamaktadır.
[59] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/93-94
[60] Bu ikinci şart, birinci şartın bir lâzımı
mahiyetindedir. Çünkü dikkate alınabilir olması için, tafsilatta ihtilaf olsa
bile genel anlamda kısmen bir ittifakın bulunması bir ittifakın bulunması
gerekir.
[61] Yani bir konuda birbiri ile tearuz görünümünde bulunan
iki delilin bulunması halinde, değerlendirme yapan kimsenin tearuz durumundan kurtulmasının iki yolu
vardır: a) Ya güçlü (râcih) bulduğu delili alarak öbürünü (mercûh) tamamen
dikkate almayıp terkedecektir. b) Ya da onlardan birini sahih ve üzerinde ittifak edilen bir mânâya
râcih (güçlü) olan delile ters düşmeyecek şekilde tevilde bulunacaktır. Ancak
mercûh olan delili râcih olan delile ters düşmeyecek şekilde tevil etse, fakat yapılan
bu tevil haddizatında sahih olmasa veya üzerinde İttifak edilmeyen tarzda olsa
bu tevil bâtıl olacaktır.
[62] Nisa 4/125.
[63] Çünkü evine gelen misafirlerine kızartılmış buzağı
ikram eden Hz. İbrahim'in (as.) fakir sayılması doğru olmaz. Yapılan tevil
sonucunda ulaşılan bu netice sahih değildir ve şeriat ilminin verilerine uygun
düşmemektedir. Dahası, lafzın kendisine yüklenen böyle bir mânâyı kabul etmesi
mümkün değildir.
[64] Ayetin mânâsı: "Adem Rabbine isyan etti ve yolunu
şaşırdı." (Tâhâ 20/121) şeklindedir.
[65] Vâv harfinin kesresi ile kelimesi buzağının fazla süt
içmekten tıkanması ve ondan usanması mânâsına gelmektedir. Böyle bir tevil sakattır;
çünkü kelime Kur'ân'da vâvın fethası ile gelmiştir. Bu konu, Deliller bahsinin
ikinci tarafının dokuzuncu meselesinde tekrar gelecektir.
mdir. Çünkü vâvın fethası ile olan kelimesinin mânâsına gelmesi mümkün
değildir. Bu sonuncusu, yapılmak istenilen tevile lafiz yönünden müsait
değildir; bir önceki örnek ise mânâ yönünden müsait değildir. Tevilde aranan
her üç şartın bulunmayışına örnek olarak da İbn Sem'ân'ın âyetinin62
açıklaması hakkındaki tevilini63 verebiliriz.
[66] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/94-97