DIN KIMIN EMRINDE?

 

 Dini ve dünyayi batililar gibi anlama hastaligina tutulali beri, kimi müslümanlarin Islâm hakkinda tuhaf ve yabanci fikirler üretmeye, simdiye kadar rastlanmamis yorumlar yapmaya basladigini görüyoruz. Batililarin kendi geçmislerinde Hz. Musa ve Hz. Isa a.s.'in teblig ettigi dine reva gördügü muameleye, bugün bir kisim müslümanlar da kendi dinlerini reva görme sevdasindalar.

Bugün Hiristiyanlik hakkinda bizzat hiristiyanlar tarafindan üretilmis muhtelif bakis açilari var. Bunun sebebi, dinlerini keyfi yorumlarin tahribinden koruyacak mekanizmalardan mahrum birakmis olmalari. Mesela Inciller'in Afrikalilara göre farkli, Avrupali ve Amerikalilara göre farkli yorumlarindan söz edilmektedir. Keza kadinlara ve erkeklere, zencilere ve beyazlara göre degisen Incil yorumlari bulundugunu yine bizzat Batililar söylüyor. Katolik, Protestan, Ortodoks mezheplerinin Incil yorumlari arasindaki farkliliklar zaten malum. Adeta her hiristiyanin kendine mahsus bir Hiristiyanlik anlayisi var.

Bir din nasil bu hale gelir?

Hayati kendi istek ve çikarlari dogrultusunda sekillendirme hastaligina müptela olan Batili insan, nasil tabiati, dünyanin yeralti ve yerüstü zenginliklerini, uzayi, hatta diger insanlari, bu arzunun gerçeklesmesi amaciyla kullanilacak birer araç olarak görüyorsa, onun gözünde dinin de bundan farki yoktur. Ona göre din, insana yine insanin istedigi biçimde hizmet etmelidir.

“Her sey bizim için” diyen Batili insan, Incil'i bunun için tahrif etmistir. Beseri arzularina uymayan ilâhi ögretilerin kiminin yerini degistirmis, kimini çikarmis ve yerine kendisine uyan hükümleri koymak suretiyle aslindan uzaklastirmistir. Bunun üzerine bir de, “ben böyle anliyorum” keyfiligi eklenince, Kur'an'in “hevâyi ilâhlastirmak” dedigi durum ortaya çikmistir.

Tevrat'in basina gelenler de bundan farkli degildir. Gerçi Yahudilik “evrensellik” iddiasi olmayan, sadece belli bir irka (Israilogullari'na) ait oldugu kabul edilen bir din olmasi sebebiyle, Hiristiyanlik'ta oldugu kadar fazla sayida “serbest” yorumun nesnesi olmamis. Fakat Yahudi ve Samirî Tevratlari arasinda bulunan alti bin civarindaki farklilik ve modernist Yahudilerin din yorumlarinin klasik Tevrat yorumlari ile taban tabana zit olmasi, bu dinin de beser arzularina göre tahrif edildiginin en önemli göstergelerindendir.

Müslümanlara ne oldu?

Kutsal kitabi tahrif edilmis bütün dinlerin basina gelen bu durumu anlamak ve izah etmek mümkündür. Zira dini kendi menfaati dogrultusunda anlamak ve kendisine hizmet ettirmek gayesindeki insan için bunda sasilacak bir durum yoktur.

Peki, Kur'an her türlü tahrif ve müdahaleye karsi ilâhi koruma altinda iken, ona bagli olduklarini söyleyenler, kendi dinleri ve kitaplari hakkinda saçma sapan yorumlari nasil normal karsilayabiliyorlar? Nasil oluyor da Kur'an'da yer almayan, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den nakledilmeyen, Sahabe'nin tanimadigi ve ilk nesillerin yabanci oldugu bir din telakkisi, kendisine böyle yaygin bir biçimde yer bulabiliyor?

Islâm'in ilk asirlarinda meydana gelen firkalasma vakiasini, ayri bir yazinin konusunu teskil ettigi için simdilik göz ardi ederek konusursak, sunu söyleyebiliriz: Bu sorunun cevabinin izini, çok basit sekliyle, müslümanlara benimsetilmek istenen bir kisim slogan cümlelerde sürebiliriz. Günlük hayatta belki çogumuzun düsünmeden kullandigi bu kaliplarin, zaman içinde din anlayisimizi belirleyen deger yargilarina dönüstügünü fark etmek, çogu kimse için ne yazik ki mümkün olmuyor.

Söz gelimi, “Islâm kolaylik dinidir” dedigimiz ve bunu genel bir kaide haline getirdigimiz zaman, insan için güçlük arzeder gibi görünen her dinî hükmü, bize kolay geleniyle degistirme yolunda ilk adimi atmis oluruz.

Yahut, “Islam hosgörü dinidir” gibi bir ifadeyi, sinirsiz bir mutlaklik çerçevesinde kabul edip dilden dile yaydigimizda, dinimizin hiçbir olumsuzluga itiraz etmedigi, hiçbir çirkinligi reddedip dislamadigi gibi bir anlayis, yavas yavas kendisine yer bulmaya baslar.

Mecelle'de yer alan “zamanin degismesiyle hükümler de degisir” maddesi bir baska örnektir. Bu hükmü de herhangi bir kayit ve sarta baglamaksizin mutlaklastirdigimizda, bütün hükümleri degisime maruz kalan bir dinin ortaya çikmasi kaçinilmaz olacaktir.

Aslinda bu örneklerde zikredilen tesbit cümleleri, temel birer dinî prensiptir. Problem surada ki, bunlar, kendileriyle ayni öneme sahip diger dinî prensiplerle bir bütün olusturacak tarzda ele alinmadigi zaman, tek baslarina her türlü art niyetli yoruma zemin teskil etmektedir.

 

Dinî hükümlerin özelligi

Vahyin son ve tahriften korunmus biricik temsilcisi olma hüviyetini kiyamete kadar sürdürecek olan Islâm dininin bütün hüküm ve ögretileri, kendi içinde pek çok sir ve hikmet barindirir.

Modern zamanlarda Islâm'in insan menfaatlerine ne kadar uygun bir din oldugunu ispatlama gayreti alabildigine yayginlasti. Namaz, oruç gibi ibadetlerin insan sagligi ve zekât, sadaka gibi ibadetlerin toplumsal hayat üzerindeki olumlu etkileri üzerinde uzun uzun duruluyor. Dinî hükümleri topluma benimsetme maksadiyla yapilan bu yorumlar, ibadetlerin zamanla baska niyet ve maksatlarla yapilmasina yol açabilecegi için son derece tehlikelidir. Namaz kilmak üzere hazirlanan bir kimse, “namaz kilmaliyim, çünkü bedenime faydasi var” diye düsündügünde, niyet degistigi için kildigi namazin sevabindan mahrum kalma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu durum bütün ibadetler için geçerlidir. Dinimizde niyetin önemi buradan gelmektedir. Buharî'nin, el-Cami'u's-Sahih isimli ünlü eserine, “Niyet hadisi” diye bilinen rivayetle baslamasi da bu bakimdan son derece manidardir.

Burada üzerinde durmak istedigimiz asil nokta, meselenin bir baska veçhesidir. Din bir bütündür ve ancak kendisine teslim olanlari kemâle götürür. Mecelle'de “Mevrid-i nassda içtihada mesag yoktur” (Hakkinda açik ve kesin ayet-hadis bulunan meselede sahsî yorum ve içtihad yapilmaz) seklinde ifade edilen kaidenin de anlattigi gibi, delâleti ve sübutu kesin nasslar dinin özünü olusturur ve bunlar yoruma kapalidir. Dinin hedef ve maksatlari da, bu nasslarin bildirdigi hükümler ideal tarzda hayata aktarildiginda gerçeklesir.

 

Huzura temiz çikmak

Konuyu bir örnekle açacak olursak; nasil ki zekâtin zenginlerin malini temizleme özelligi varsa, bir takim suçlara verilen cezalarin da temizleme özelligi bulundugu bir vakiadir. Zekâti verilmeyen mal/servet nasil manen kirli ise, bazi günahlari isleyen kimseler de, o suçlara verilen cezalar vasitasiyla temizlenmedikleri sürece manen kirlidirler.

Bu gerçek dogrultusunda sunu söylememiz gerekir: Servet sahipleri, (eda etme sekli, miktari, zamani, ödeme yerleri gibi unsurlariyla) zekâti iptal edip yerine baska bir sey koymaya kalktiginda, servetini temizlemis olmayacagi gibi, herhangi bir suç isleyen kimse de, dinin öngördügünden farkli bir muameleye tabi tutuldugunda, o suçun günahindan temizlenmis olmayacaktir.

Mâ'iz b. Mâlik r.a. hadisesini hatirlayin: Kendisi zina ettigi zaman Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e gelmis ve “Ya Rasulallah, beni temizle!” demisti. Zira biliyordu ki, isledigi suçun/günahin kirinin temizlenmesi ancak Islâm'in ona tayin ettigi karsiligi görmekle mümkündür. Ve o müstesna suur haliyle biliyordu ki, ahirete temizlenmis olarak gitmek, bu dünyada hayatini kirli olarak sürdürmeye bin kere tercih edilir.

Dinimiz, islenen her günahin bir kir oldugu gerçeginden hareketle, insanin kalben ve ruhen bir kir yumagi haline gelmemesi için, her günaha karsilik bir temizlenme tarzi öngörmüstür.

Bilhassa “had cezasi” dedigimiz cezalar, büyük günahlara karsilik birer temizlenme vasitasi olarak konmustur. Hayatini, yüzü ahirete dönük olarak yasayan mümin için bu büyük bir sanstir.

Hilafeti döneminde Hz. Ömer r.a.'a içki içen birisi getirilmisti. Hastaliktan ayakta duracak takati olmayan bu suçluya ceza vermek istediginde, orada bulunanlar söyle dediler: “Ey Müminlerin Emiri! Bu adam zaten hasta. Eger ona simdi ceza verirsen ölebilir. Cezasini iyilesene kadar ertelesen?”

Bu teklife Hz. Ömer r.a. söyle karsilik verdi: “Sorumlulugunu tasidigim insanlarin ahirete temizlenmemis olarak gitmesinin hesabini verememekten korkarim. Eger cezasini çekerken ölürse, ahirete temizlenmis olarak gidecektir ki bu hem kendisi, hem de benim için en hayirli olandir.”

Kim kimi kandiriyor?

Dinî hükümleri maslahat, zamanin degismesi, kolaylastirma gibi bahanelerin ardina siginarak hevâlarina göre degistirmek isteyenler, suç ve günahlarin olusturdugu kiri ve uhrevî cezayi küçümseyen bir gaflet haline düsmüslerdir.

Yahudilerin zina etmis bir yahudiyi Efendimiz s.a.v.'e getirerek cezasini vermesini istediklerini anlatan rivayet, pek çok hadis kaynaginda yer almistir. Ebu Davud ve daha baska hadis imamlarinin bu olay hakkinda zikrettigi bir detay konumuz açisindan önemlidir: Buna göre yahudiler, Tevrat'ta evli iken zina edenlere verilecek cezanin ne oldugunu biliyorlardi. Ancak çok agir bulduklari bu cezayi uygulamamanin bir yolunu ariyorlardi. Kendi aralarinda söyle konustular: “Haydi su Peygamber'e gidelim. Eger Tevrat'takinden daha hafif bir ceza uygularsa hem arkadasimizi kurtarmis oluruz, hem de ahirette bize ‘Tevrat'taki cezayi niçin uygulamadiniz?' diye sorulursa, suçu onun üzerine atariz.”

Ahirete kirli gitmemenin yollarini arayan o yahudilerin yaptigi neyse, Islâm'in bir takim hükümlerini çaga uymadigi gerekçesiyle degistirmenin pesinde olanlarin yaptigi da odur. Bu zihniyetin temsilcileri, Kur'an ahkâmi hakkinda cahiliye dönemi inkârcilariyla ayni ruh halini paylasiyor. Onlar da Kur'an'in bir takim hükümlerini hevâlarina uygun bulmadiklari için, “Bundan baska bir Kur'an getir veya bunu degistir.” (Yunus, 15) demislerdi.

Bütün mesele, din dedigimiz ilâhi ögretiyi nasil anladigimiz noktasinda dügümleniyor. Insanoglu ya ona teslim olup kurtulacak, ya da onu degistirmeye kalkisip, kendi arzusuyla ebedi hüsrana hüküm giyecek...

http://www.semerkanddergisi.com/7020.htm , EBUBEKIR SIFIL  


Geri