D.
Sünnete Yöneltilen İtirazlar İslam tarihi içinde sünneti kaynak olarak
kabul etmeyip inkar eden herhangi bir mezhep mevcut olmamıştır. Sünnetin şer'î
delillerden olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak sünneti prensip olarak
kabul etmekle beraber, onun yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden
kişi ve gruplara rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur'an-ı Kerîm'in
ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Mesela ashab-ı kiramdan İmran ibni Husayn
radıyallahu anh, Hz. Peygamber'in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri:
- Ey Ebü Nüceyd! Bize
Kur'an'dan bahset! demiştir. Bunun üzerine İmran:
- Sen ve senin gibiler Kur'an'ı okuyorsunuz (değil mi?). Bana, namazdan, namazın
içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve
diğer malların zekatından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben peygamberle
beraberdim, diye çıkışmıştı.
Daha sonra İmran, adama
Hz. Peygamber'in zekat konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine:
- Beni ihya ettin, Allah da seni ihya etsin! dedi.
Olayı bize nakleden
Hasan-ı Basrî demiştir ki "Bu adam daha sonra müslümanların fakihlerinden
oldu".1
Bu ve benzeri münferit
olaylar, ta eskiden yani sahabe döneminden beri görülegelmiştir. İmam Şafiî bu
istikametteki görüş sahipleriyle tartışmaya girerek onları cevaplandıran ve
susturan ilk müelliflerdendir. Bu sebeple şimdilerde modernistler tarafından tenkide
tabi tutulmaktadır.
Zaman içinde uzun süre
hiç seslendirilmeyen bu yöndeki itirazlar, batı sömürgeciliğinin etkisiyle son
bir-iki asırdır İslam dünyasında yeniden gündeme gelmiştir.
Mısır'da Tevfik Sidkı,
Ahmed Emin, İsmail Edhem ve Ebü Reyye gibi kişiler ve bunları belli bir dönem için
de olsa destekleyen bir kaç kişi, Hindistan'da Ehl-i Kur'an Cemiyeti çevresinde
kümelenen kişiler ve onların öteki İslam ülkelerindeki uzantıları şimdi yeniden
"Kur'anla yetinme" çağrıları yapmaya başlamış, "sünnetsiz İslam
arayışı" içine girmişlerdir. Her konuda ayet aramakta, ayet dışında
kendilerini bağlı hissedecekleri bir başka "la raybe fih" delilin
bulunmadığını ileri sürmektedirler.
Bu anlayışın varacağı
nihaî noktayı, Ehl-i Kur'an Cemiyeti'nin kurucusu Gulam Perviz Ahmed'in hayatında
izlemek mümkündür. Bu kişi, "Kur'an dışında herhangi bir söz ile amel
edenlerin, -isterse bu söz Hz. Peygamber'e ait ve mütevatir-sahih bir hadis olsun- "Allah'ın
indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir" 2 ayetinin hükmüne girerler" demek cür'etini göstermiştir.
Buna karşılık devrin alimleri de kendisinin küfre girdiğine dair fetva vermişlerdir.3
Varacağı nokta bu olayla
daha baştan belli olan bu akımın -maalesef- memleketimizde de şu veya bu şekilde
gündeme getirilmekte olması, yeni yeni yerleşmekte olan İslam bilincini ve birikimini
temelden yaralayabilecek tehlikeli bir gelişme olarak görülmektedir.
Burada konuya ait iddiaları tek tek cevaplandırma durumunda değiliz. Ancak şu
kadarına işaret etmek yerinde olacaktır.
Nasıl, içimizden
seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması,
Allah Teala için bir acizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur'an-ı
Kerîm'in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin
aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyacı varsa, Kur'an'ı anlamakta da
Peygamber'in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Tabiî ve doğru olan budur.
Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse
edilsin, temelden yanlıştır. Bu tür iddia ve tavır Hz. Peygamber tarafından önceden
teşhis ve teşhir edilmiştir: "Benim emrettiğim veya nefyettiğim bir konu
kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, "biz
onu bunu bilmeyiz, Allah'ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar"
derken bulmayayım!".4
İslam ümmetinin kimlik ve
kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Peygamber'in yorumu yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet,
İslam'ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Onun
verilerine yani hadislere yöneltilecek hiçbir tenkid, sünnetten uzak kalmayı haklı
kılamaz. Bir başka ifade ile ne sünnetsiz müslümanlık olur ne de sünnete rağmen
müslümanlık..
1. Hadisler
Kelimesi Kelimesine Aynen mi Rivayet Edilmiştir?
Hadislerin Hz. Peygamber'in
mübarek ağzından çıktığı gibi kelimesi kelimesine aynen nakil ve rivayet edilip
edilmediği merak konusudur? Bu soruya mutlak olarak evet veya hayır şeklinde cevap
verilemez. Lafzan rivayet esas olmakla beraber, "mananın ters yüz edilmemesi"
kaydıyla, gerçekten çok sıkı şartlar altında mana ile hadislerin rivayet edilmesine
izin verilmiştir. Aynı hadisin değişik rivayetlerinde görülen kelime
değişiklikleri, takdim-te'hirler o hadisin mana ile rivayet edildiğini gösterir.
Bütün hadislerin aynı lafızlarla rivayet edilmiş olmasını düşünmek ve istemek,
tabiîlik ve gerçekçilikten uzak ve ümmeti zora koşan bir düşünce ve temenni olur.
Öte yandan hadislerin mana
ile rivayetinin mümkün olması, -manayı doğru yansıtmak kaydıyla- onların başka
dillere tercüme edilmesinin caiz olduğuna da delil sayılmıştır. Mana ile hadis
rivayeti ruhsatına rağmen ilk müslüman nesiller, hadise karşı nasıl dikkatli ve
titiz davranmışlarsa, bugün de tercümelerde aynı dikkat ve itinayı göstermek
gerekir. Rastgele, alelacele ve piyasa hesaplarıyla hadisleri ve hadis kitaplarını
tercüme ve neşre kalkışmak bu açıdan büyük sakıncalar taşımaktadır.
Şuna da işaret edelim ki,
mana ile hadis rivayetine ruhsat verilmesi, hadislerin, hadis kitaplarında
toplanmasından önceki şifahî rivayet dönemlerine aittir. Bugün artık kimse mana ile
hadis nakletmeye kalkışamaz. Kitaplara geçmiş lafızlardan birini tercih edip
kullanmak zorunluğu vardır.
2. Şifahî
Rivayete Güvenilebilir mi?
Hadis tarihinin ve sünnete
ait metinlerin, bir başka ümmette benzeri görülmeyen bir titizlik ve ilmî usullerle
tesbit ve nakledilmiş olması, her nedense Batılı ilim çevrelerini rahatsız
etmiştir. Şifahî nakle dayanan eski kültürlerinin bir kelimesini bile feda etmek
istemeyen Batılılar, şifahî rivayete güvenilemeyeceğini, dolayısıyla
başlangıçta şifahî bir dönem geçirmiş olan hadislere bel bağlanamayacağını
söylemektedirler.
Daha başlangıçta doğru
olarak kaydedilmiş ve iyi korunmuş yazılı vesikalara göre şifahî rivayetlerin daha
az emniyet telkin ettiği doğrudur. Ancak bu, hiçbir zaman, yazılı vesikaların her
türlü tehlikeden uzak kaldığı anlamına gelmez. Şifahî rivayetler için
düşünülen güven kırıcı ihtimaller kadar yazılı vesikalar için de bir çok
noktadan endişe belirtmek mümkündür. Nitekim günümüz basın-yayın organları bu
konuda duyulabilecek endişenin boyutlarını sahte evrak tanzimi, vesika tahrifi gibi
olaylarla hemen hergün kamu oyuna arzetmektedir.
Bu olaylar da
göstermektedir ki, asıl mes'ele, rivayetin yazılı ya da şifahî olması değil, o
rivayeti nakledenlerin kişiliği, inanç değerleri ve mensup olduğu kültür
çevresidir. Bu çok önemli noktayı dikkatlerden kaçırmak suretiyle güveni yazılı
vesikaya bağlamak hatalı, doğruluğu tartışılabilir ve büyük ihtimalle de
kasıtlı bir tavırdır.
Kaldı ki, hadislerin Hz.
Peygamber zamanından beri bizzat onun izni ile yazıya geçirilmeye çalışıldığı
tarihi bir gerçektir. Ayrıca her hadis metninden önce yer alan "sened"
dediğimiz o hadis metninin kendilerinden alındığı ravileri gösteren kısım, bizim
şifahî rivayetlerimizin bile daima ilmî usüllere uygun ve denetime açık olduğunu
belgelemektedir.
İlk müslüman nesillerin
hadisleri, dine sahip çıkma gaye ve gayretiyle en sağlam şekilde tesbit ve muhafaza
ettikleri de gözardı edilmemelidir.
3. Hadisçiler
Sadece Senedle mi Meşgul Olmuşlardır?
Sünnet'e ait bilgi ve
belgeler demek olan hadislerin, sened ve metin denilen iki ana bölümden meydana
geldiğine yukarıda işaret etmiştik. Bu belgelerin gerçekten Hz. Peygamber tarafından
söylenmiş sözleri veya işlenmiş fiilleri bize yansıtıp yansıtmadığını anlamak
için yapılması gereken iş, bu bilgileri bize nakleden kişilerin güvenilirlik
açısından tetkik edilmesidir. Bir başka ifade ile, hadis ravilerinin niteliklerinin
araştırılmasıdır. Raviler, her hadisin senedinde isimleri zikredilen kişilerdir.
Hadisçiler, bu kişilerin durumlarını en küçük ayrıntısına kadar bilimsel
usullerle araştırmak suretiyle verdikleri haberler ve rivayet ettikleri hadisler
konusunda kanaat edinmeye ve bu kanaatlarını da özel terimlerle ifadelendirmeye
fevkalade önem vermişlerdir. Bir başka deyimle, haber kaynaklarını araştırmak
suretiyle o kaynaklar aracılığı ile kendilerine ulaşan haberlerin sıhhatini tesbite
yönelmişlerdir. Bu konuda gerçekten hayranlık uyandıracak ilmî usuller
geliştirmişlerdir. Genel bir tavır olarak da senedin durumunu açıklamayı, hadis
metninin sağlamlık derecesini belirtmek için yeterli görmüşlerdir. Bu konudaki
çalışma yoğunluğunu dikkate alan bazı kimseler, hadisçilerin sadece senedle meşgul
olup hadislerin metinleriyle ilgilenmediklerini sanarak onları suçlamaya
kalkmışlardır.
Hadisçilerin senedlere
özel bir önem verdikleri doğrudur. Ancak bu, onların metin tenkidi ile hiç meşgul
olmadıkları anlamına gelmez, iç tenkid veya metin tenkidi konusunda da geliştirilmiş
özel bilim dalları bulunmaktadır. Mesela, hadis metinlerinde geçen anlaşılması zor
kelimeleri konu edinen Garîbü'l-hadis ilmi, hadislerin anlaşılmasını kolaylaştıran
"Hadislerin vürud sebepleri ilmi", "Nasih-mensuh ilmi", birbirine
mana bakımından zıt gibi görünen hadisleri tetkik eden "Muhtelifü'l-hadis
ilmi", Allah Teala'nın sıfatlarıyla ilgili kelimeler ihtiva eden hadisleri
inceleyen "Müşkilü'l-hadis ilmi", muarızı olmayan hadisleri ifade eden
"muhkem" gibi terimler doğrudan doğruya ve sadece hadis metinleriyle
ilgilidir. Ayrıca maklub, müdrec, münker, musahhaf ve muallel gibi sened ve metin
arasında müşterek olan terim ve bilimsel branşlar da söz konusudur.
Hadisçiler gerek sened
gerekse metin tenkidinde tarih, psikoloji ve sosyolojiden yararlanmışlardır. Bir
sözün uydurma olup olmadığını tesbit için dikkate aldıkları ölçüler,
hadisçilerin metin tenkidi konusundaki gayretlerinin en belirgin örneklerini
oluşturmaktadır. Bu konular ve daha ilave edilebilecek olan hususlar ehlince
bilinmektedir.5
Hadisçiler, ilahî vahye
mazhar, cevamiü'l-kelim özelliğine sahip bir peygamberin beyanlarıyla karşı
karşıya olduklarını pek iyi biliyorlardı. Bu vasıfların sahibi bir peygamber,
muhtelif sebeplerle çağdaşlarının anlayışları dışında kalacak sözler
söyleyebilir, haberler verebilirdi. Buna mani olacak herhangi bir şey söz konuşu
değildi. Kanun maddeleri gibi özlü sözlerle hukukî kaideler vaz edebilirdi. Sözleri
mecazî bir mana ifade edebilirdi. İleride keşfedilecek bir ilmî hakikate işaret
etmiş olabilirdi.
Bütün bunlardan dolayı
hadisçiler, diğer kişilerin sözlerine uyguladıkları tenkidleri Hz. Peygamberin
hadisleri için tatbik etmekte ihtiyat göstermişler temkinli davranmışlardır.6
Biz, hadisin sened ve
metinlerini inceleme usullerinin tarihte bir benzerinin bulunmadığı ve bunun sadece
müslümanlara ait bir ilmî üstünlük olduğu görüşündeyiz.
1 Hakim, el-Müstedrek, 1,109-110
2 Maide süresi (5), 44
3 Bilgi için bk. Mübarekfüri, Tuhfetü'l-ahvezî, VII, 425
4 Ebü Davüd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbni Mace, Mukaddime 2
5 Geniş bilgi için bk. Muhammed Lokman es-Selefî,
İhtimamü'l-muhaddisın bi nakdi'l-hadîs seneden ve metnen, Riyad 1408/1987
6 Geniş bilgi için bk. Mustafa es-Sibaî, es-Sünne ve mekanetüha
fi't-teşrî'i'l-İslamî, s. 275-279 |