Ümmet Filistin'i Yalniz Birakmamali!

Ahmet VAROL

 

16-17 Subat 2002 tarihlerinde Lübnan'in baskenti Beyrut'ta Kudüs Müessesesi'nin ikinci olagan kongresi gerçeklestirildi. Bu müessesenin amaci Kudüs davasi konusunda tüm ümmet nezdinde duyarliligi canlandirmak ve bütün Müslümanlarin bu davaya sahip çikmalari için bilinçlendirmeye yönelik çalismalar yapmak. Bu arada Kudüs'teki Islami ve tarihi mirasi yeniden ihya etmek, bu ihya çalismalarina Islam dünyasindan kaynak temin etmek, çesitli zorluklara gögüs gererek özelde Kudüs'te, genelde Kur'an-i Kerim'in bereketli kilindigini bildirdigi Filistin topraklarinda varliklarini sürdürmeye çalisan halka Islam aleminden maddi yardim ve destek saglamak. Iste bu amaçlar için degisik siyasi ve dini unsurlari bir araya getirmeye çalisiyor. Bu çerçevede Kudüs ve Filistin davasini bir ortak deger olarak kabul etmis. Bu ortak deger etrafinda hem Müslümanlarin, hem de hiristiyanlarin duyarliliklarini harekete geçirmek ve belirttigimiz amaçlar için bu duyarliliklarin fonksiyonel olmasina öncülük etmek istiyor. Dolayisiyla kongrede hem Müslüman kitleleri ve olusumlari, hem de özellikle Filistin ve Lübnan'da yasayan hiristiyan unsurlari temsil eden delegeler bulunuyordu.

Kudüs Müessesesi'nin kongresinde Türkiye'den naçizane sadece ben vardim. Bildigim kadariyla Türkiye'den özellikle siyasi çevrelerden muhtelif kisileri davet ettiler. Ama ne hikmetse bu ülkede Filistin ve Kudüs davasina sahip çikmak atesle oynamak gibi algilandigindan bu davetlere icabet edilmedi. Kongrede ayni zamanda kurumun Merkez Kurulu üyelerinin olusturulmasi için seçim yapildi ve Islam aleminin ileri gelen alimlerinden Prof. Dr. Yusuf el-Kardavi'nin baskanligini yaptigi kurulda mümkün mertebe farkli ülkelerden temsilcilerin bulunmasi istendiginden bizi de bu kurula seçtiler. Kurula seçilen diger üyelerin çogunlugu ise geldikleri ülkelerdeki Islami veya siyasi olusumlarin ileri gelenleri. Burada vurgulamak istedigim bir husus var: Böyle bir kurula seçilmem bir sereftir. Ancak orada müsahede ettigim durum, Türkiye'den Kudüs ve Filistin davasina ilginin yetersizligi gerçegini karsima çikardi. Bu gerçegi Türkiye kamuoyunda da görüyoruz. Gerçi Filistin'de özellikle son dönemde yasanan olaylarla birlikte duyarlilik biraz daha artti. Ancak ondan önce Türkiye'deki kitlesel olusumlar nezdinde Filistin davasi çogu zaman ilgiden yoksun kaliyordu. (Sicak gelismelerin geçmesinden sonra hak ettigi ilgiyi bulup bulamayacagi konusunda da kesin bir sey söylemek zor.) Bu yüzdendir ki Filistin halkinin büyük haksizliklara ugratilmasina, her yönden magdur edilmesine ragmen bu halka maddi destek saglanmasi için bir yardim kampanyasi düzenlenememistir. Evleri baslarina yikilan ailelerin, babalari siyonistler tarafindan sehit edilen yetim çocuklarin yaralarinin sarilmasi için Türkiye'den ele avuca gelir bir yardim yapilamamaktadir. Çünkü bu konuda resmi prosedürler asilamamaktadir. Bu konuda genis katilimli kitlesel dayanisma sayesinde, siyasi mekanizmalarin destegi ve sahiplenmesi söz konusu olsa her halde resmi prosedürlerin asilmasi ve oradaki magdur insanlarin yaralarinin sarilmasi mümkün olabilecektir. Bu noktaya vurgu yaptiktan sonra Türkiye'deki kamuoyunun Filistin meselesiyle ilgili yanilgilarina biraz isaret etmek istiyorum. Mesele Türkiye kamuoyuna çogu zaman bir Arap-Israil meselesi olarak yansitilmistir. Oysa bu mesele tüm ümmeti, tüm erdemli insanlari ilgilendiren bir meseledir.

Kudüs, Mescidi Aksa ve genel anlamda Filistin davasi tüm Müslümanlarin ortak davalaridir. Allah'in izniyle Filistin halki bugün bu davaya büyük ölçüde imani bir duyarlilikla sahip çikmaktadir. Ama onlar sahip çikmasalar ve tümüyle terk etseler bile yine dünya Müslümanlarinin üzerinden sorumluluk kalkmaz. Kaldi ki bugün öyle bir durum söz konusu olmadigi gibi oradaki Müslümanlar bu davaya sahip çiktiklarindan dolayi haksizliga ugratilmakta, magdur edilmektedirler. Bu durumda Müslümanlara iman kardesliginden kaynaklanan bir baska sorumluluk daha düsmektedir. Filistinli kardeslerimizin isgalci vahset karsisinda yalniz birakilmamalari, yardim çigliklarinin duyulmasi ve kendilerine yardim elinin uzatilmasi gerekir.

Türkiye kamuoyunun Filistin davasi konusunda yaniltilmasi için kullanilan iddialardan biri de Filistinlilerin, Türkleri arkadan vurduklari iddiasidir. Bu iddia tümüyle tarihi gerçeklere aykiri oldugu gibi, kavmiyetçi duygulari körükleme amacina yöneliktir. Filistin halki hiçbir zaman Osmanli'yi arkadan vurmamistir. Ingilizlerle isbirligi yaparak Osmanli devletine ihanet edenler, kendilerine birtakim mevkiler verilmesi karsiliginda Filistin davasina da ihanet etmislerdir. Örnegin bu ihanetlerin sonucunda ortaya çikan Ürdün yönetimi bugün hala Filistin davasina karsi adeta Israil isgal devletinin himayeciligini yapmakta, Amerika'nin bölgedeki çikarlarina hizmet etmektedir. Oysa bugün Filistin topraklarinda isgalci vahsete karsi direnenler bu ihanetleri yapanlar degil, kendi öz degerlerine, müslümanlarin ortak degerlerine, Islam'in tarihi mirasina sahip çikan, müslümanlarin onurunun korunmasi için canlarini feda eden insanlardir.

Filistin davasiyla ilgili yaniltmalardan biri de Filistinlilerin kendi topraklarini sattiklari iddiasidir ki bu da tarihi gerçeklere aykiridir. Siyonistlerin Filistin'de toprak edinmeleri Filistinlilerin kendi topraklarini satmalari neticesinde degil isgalci Ingilizlerin zorla veya çesitli hile yollariyla gasp ettikleri arazilerini yahudilere peskes çekmeleri yollariyla olmustur.

Bu söylediklerimiz Türkiye'deki kamuoyunun yaniltilmasinda kullanilan iddialardan bazilari. Birçoklari bu iddialari kendilerinin Filistin davasina sahip çikma konusundaki ihmallerine gerekçe olarak kullaniyor ve bir bakima vicdanlarini rahatlatma malzemesi olarak degerlendiriyorlar. Biz, Allah izin verirse bu konuda kapsamli bir arastirma yapmayi ve Türkiye'de Filistin meselesine bakisla ilgili hatalar hakkinda etrafli bilgiler vermeyi düsünüyoruz. Fakat Filistin davasina sahip çikmayi atesle oynamak olarak algilayan düsünceden ayri ele almak gerekir.

Son zamanlarda yasanan gelismelerle birlikte Türkiye'de Filistin meselesi yaygin olarak tartisildigindan belirttigim hatali iddialarin birçok yerde gündeme geldigini gördügümden bunlara isaret etme ihtiyaci duydum. Bunda tabii ki, Kudüs Müessesesi'nin kongresinde sahit oldugum manzarayi ve onunla baglantili bakis açisini tahlil etme ihtiyaci duymamin da etkisi oldu. Fakat asil agirlikli olarak ele almamiz gereken konu Filistin'de özellikle son zamanlarda yasanan gelismelerdir. Bu gelismelerle ilgili olarak öncelikle sunu vurgulayalim ki Israil bu vahseti tek basina sergilemiyor. Ayrica son vahsi saldirinin fitilini çeken gelismenin Netanya'da gerçeklestirilen eylem oldugu zanni da büyük ölçüde hatalidir. Netanya eylemi, isgalcilerin ondan önce gerçeklestirdikleri vahsi saldirilara cevap niteligi tasiyan bir eylemdi. Ama ne yazik ki siyonist saldirganlarin yaninda yer almayi tercih eden medya organlari, gelismelerin oraya kadarki bölümünü gözlerden uzak tutarken o eylemi agirlikli olarak gündeme getirdi ve siyonist isgal devletinin vahsi saldirilarina da bu eylemin sebep oldugu imajini uyandirdilar. Oysa ondan önce isgalci saldirganlar Filistinlilerden çogu çocuk, 200 kadar savunmasiz insani hunharca katletmis, onlarca evi yikmislardi. Peki bu saldirilara cevap amaçli bir intikam eylemi gerçeklestirilmeseydi ne olacakti? Israil o zaman son saldiriyi gerçeklestirmeyecek miydi? Hayir, son saldiri önceden planlanmisti ve "Beyrut kasabi" unvaniyla taninan Saron bu saldiriyi her halükarda gerçeklestirecekti. Nitekim Bati'nin taninmis yayin organlarindan Time, bu saldirinin ABD baskan yardimcisi Dick Cheney'nin Israil ziyareti esnasinda planlandigini yazdi. Zaten Netanya eyleminden önce de Washington Post gazetesi, Saron'un büyük bir saldiri hazirligi içinde oldugunu ve ABD'nin Ortadogu özel temsilcisi Anthony Zinni'nin gözcülügünde yürütülen görüsmelerden bir sonuç çikmamasi durumunda bu saldiriyi fiilen baslatacagini haber verdi. Washington Post'un bu haberi ise bir yandan psikolojik savasin baslatilmasi, bir yandan da dünya kamuoyunun böyle bir savasa hazirlanmasi amacina yönelikti. "Netanya eylemi kuvvetli bir gerekçe olarak kullanilmistir" denilebilir. Ama sunu da bilmek gerekir ki, isgalci saldirganlarin vahsi saldirilarinin cevapsiz kalmasi onlarin saldiri konusundaki planlarini etkilemiyor. Dolayisiyla eylemin gerçeklestirilmesiyle gerçeklestirilmemesi arasinda saldiri planinin uygulamaya geçirilmesi açisindan bir fark olmuyor. Fakat söz konusu eylemler isgalci güçleri kendi içlerinden yipratiyor. Bu eylemler yüzünden yahudi nüfus potansiyelinin hizla eridigi, ekonomisinin bir hayli etkilendigi, askerlerindeki moral kaybinin hayli ileri derecelere vardigi gerçekleri gerek Israil medyasina ve gerekse Bati medyasina yansimaktadir. Yani Israil bir yandan vahseti tirmandirirken bir yandan da söz konusu eylemler sebebiyle kendi içinde erimektedir.

Filistin halki ne yazik ki ümmet tarafindan terk edilmis durumdadir. Karsisinda ise sadece siyonist saldirganlar degil çagdas dünyaya hükmetme iddiasindaki Amerikan emperyalizmi ve onun güdümündeki güçler de yer almaktadir. Bu durum karsisinda direnis ve eylem yolunu seçmemesi ona bir sey kazandirmayacak bilakis saldirganlarin cüretini artiracaktir. Direnis ve eylem yolunu seçmesi ise kendi açisindan oldukça agir yükler ve problemler dogurmakla birlikte düsmana da önemli kayiplar verdirmektedir. Ayrica tarih su gerçegi gözler önüne sermistir ki vahset ve siddette sinir tanimayan bir düsmanin karsisinda zilleti kabul ederek ondan insaf dilenmekle bir sey elde edilmesi mümkün degildir. Direnis ve mücadele ise önemli zorluklari beraberinde getirse de belli bir zaman sürecinde zafere ulastirabilmektedir. Güney Lübnan'da elde edilen zafer bunu belgelemistir. Zaten Güney Lübnan zaferi Filistin halkinin direnis konusundaki kararligina güç katmistir. Bugün gelinen nokta da siyonist vahset karsisinda direnis ve mücadele disinda bir seçenegin bulunmadigini gözler önüne sermistir.

@ Ekrem Yolcu

Geri