.

 Bakara Suresi 142 ve 143. Ayetler Bağlamında İslam Ümmetinin Misyonu: Kıbleye Yönelmek  / Vasat Ümmet Olmak ve İnsanlar Üzerinde Şahitlik Yapmak


Mustafa Sezer

 

İnsanlarda bir kısım sefihler (kendilerini imtiyazlı gören bazı beyinsiz, anlayışsız,cahil ve yobaz kimseler) şöyle diyeceklerdir: " Şimdiye kadar yönelip durdukları/ üzerinde bulundukları kıblelerinden (şu müminleri) çeviren (sebep) nedir?!  Onlara de ki: " Doğu da, batı da (tüm yönler ve yerler) Allah'ındır.[ O dilediği yönü ve yeri kıble yapar. Önemli olan doğuya ya da batıya yönelmek değil, O'nun emrine uymaktır. O'nun dini hiçbir kişinin, ırkın, sınıfın ve toplumun tekelinde değildir.]  O, dilediği/ layık gördüğü kimseyi dosdoğru bir yola( her türlü aşırılık ve sapkınlıktan uzak, gayet doğru, dengeli ve ölçülü bir inanç ve yaşam tarzına) iletir!..
(Ey Müslümanlar!)  İşte böyle, [yerlerimizden biri olan Kâbe'yi  tevhidin, kardeşliğin, birliğin, özgürlüğün, adaletin, emniyetin, barışın, ilahi rehberliğin, hidayetin, kulluğun, arınmanın ve samimiyetin  merkezi kılarak; şereflendirip sizler için kıble yaptığımız gibi,] sizi de, (ezeli ve ebedi dinimiz olan islam'la şereflendirmek suretiyle) vasat/merkezi (her tarafı dengeli, gayet adil, gayet doğru, gayet güzel, seçkin, ölçülü ve örnek) bir ümmet kıldık ki,   tüm insanların üzerinde (hak ve hakikatin, insaf ve ölçünün, ahlak ve adaletin, tevhid ve teslimiyetin, ilim ve hikmetin) şahitleri (numune-i imtisalleri/ örnek modelleri ve öğreticileri) olasınız ve tabii ki, bu Peygamber de, sizin üzeriniz de (hak ve hakikatin, insaf ve ölçünün, ahlak ve adaletin, tevhid ve teslimiyetin, ilim ve hikmetin)  tam şahidi (numune-i imtisali/ biricik örneği ve öğreticisi) olsun!..Senin (daha önce) üzerinde bulunduğun/ yöneldiğin kıbleyi (yeniden) kıble (tevhid ve Allah'a kulluğun ana merkezi)  yapmamız, ancak (her hal ve şarta) Peygamber'e uyanları, (İşlerine gelmediği veya beklentilerine ters düştüğünde) topukları üzerinde gerisin geriye dönmekte olanlardan (münafıklardan) ayırt edip bilmemiz/ ortaya çıkartmamız içindir!.. Doğrusu (yeni) bir kıblenin/ yönün/ merkezin belirlenmiş olması, Allah'ın kendilerine hidayet nasip ettiği kimselerden (gerçek müminlerden) başkasına çok ağır/zor gelmiştir!.. (O halde ey her hal ve şarta Allah'ın emrine uymayı karakter haline getirmiş olan müminler! Şunu bilin ki,) Allah sizin( bu davaya olan) imanınızı asla boşa çıkartıp zayi edecek değildir. (Bu pazarlıksız imanınızın ve ona yaraşır tüm amellerinizin karşılığını sizlere mutlaka verecektir. Bundan hiç şüpheniz olmasın.) Evet,  hiç gerçek şu ki, Allah, insanlara karşı daima alabildiğine şefkatli olandır; daima alabildiğine merhametli olandır (Hak edene, hakkını daima eksiksiz olarak verendir)!.. (Bakara Suresi, 142-143)

İslam tarihinde kıblenin değiştirilmesi olayı, tarihin en mühim hadiselerinden birisidir. Düşünce ve inançta (usûl) kendisine özgü bir yol çizilen İslam ümmeti, kıblenin değiştirilmesiyle de; kıble/yön, ibadet ve hareket biçiminde de (furu') kendisine özgü bir yola sevk ediliyor. Böylece bu ümmet, Yeryüzünde var olan bütün ümmetlerden apayrı bir konuma yükseltilmiş oluyor. Herkesin uçlara savrulduğu bir noktada, bu büyük hadise ger çekleşiyor ve kıble/yön değişiyor. Bu hadise, İslam ümmetinin tam bağımsızlık, merkezi örnek/önder toplum olma yolunda attığı en önemli adımdır. Bu adım, İslam ümmetini insanlık dairesinin tam merkezine/kalbine yerleştiren bir adım olmuştur. Bundan böyle bu ümmet, insanlık dairesinin tam merkezinde/kalbinde bulunan bir ümmet olacak ve çevredeki guruplardan hiçbirine uymayacaktır. Zira şahitliğin kabul edilebilmesi için "vasat/adalet" vasfını taşımak şarttır. Uçlara savrulan gurupların merkezde olmaları ve dolayısıyla adil şahitlik yapmaları mümkün gözükmemektedir.
Kıblenin değiştirildiğine dair ilahi emir verilmeden önce iki tür hazırlık yapıldığı gözükmektedir: Bunlardan ilki, insanların kalplerinin bu büyük değişime hazırlanmasıdır. Bu surenin 124. Ayetinden başlayıp 142. Ayete kadar olan bölüm, kıblenin değiştirilmesine dönük bir hazırlığı içermektedir. Bu ayetler, insanların kalplerini bu değişime hazır hale getirme, yumuşatma ve sevdirme aşaması olarak değerlendirilebilir. Ayetler, bir yönden inançta "vasat" noktasını belirlerken, diğer yönüyle de, insanları, birazdan kendilerine tebliğ edilecek olan o büyük değişime hazırlamaktadırlar. Bu bölümde, çevreye savrulmuş olan Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrik Araplar ve diğer kesimlere, Hz. İbrahim'in ve O'nun evlatlarının hayatlarından mühim bir bölümün sunulmuş olması, dikkatlerin Mekke şehrinin kuruluşuna ve orada inşa edilmiş olan Kabe'ye çekilmiş olması, Hz. İbrahim'in duasından ve millete İbrahim'den bahsedilmiş olması ve onun İslam ümmeti ve o ümmet içinden çıkması için Allah'a yalvardığı son peygamber Hz. Muhammed (sav)'den söz edilmesi…, İnsanların dikkatini Kabe'ye çekmiş ve orası onlara sevimli bir hale getirilmiştir. İkinci hazırlık ise, kıblenin değişmesiyle birlikte ortaya çıkacak olan muhtemel tepkilere, verilecek olan cevapların hazırlanmasıdır. 142. Ayet bu bağlamda değerlendirilebilir. Ayet'in giriş kısmında yer alan "diyecekler" ifadesi, kıblenin değiştirilmesiyle birlikte ortaya çıkacak olan bir takım itiraz ve çalkalanmalara, bunlar daha ortaya çıkmadan önce cevap verildiğini göstermektedir. Bu durum, bizlere toplumda itiraz ve çalkantılara neden olabilecek meseleler, onlar daha ortaya çıkmadan, muhtemelen itirazlar göz önünde tutularak, onlara uygun cevaplar hazırlamamız gerektiğini işaret etmektedir.
Yine bu ifade, kıbleye yönelme işinin gelecek zamanlarda da vuku bulacağını göstermektedir.   Ayrıca, bu ayette kıblenin Hz. Peygamber'e değil de, Müslümanlara izafe edilmesi, "onları kıblelerinden" denmesi dikkat çekicidir. Demek ki mü'minler zaman zaman "kıblelerini" şaşıracaklar, merkezi ümmet olma vasfından uzaklaşacaklar, çevredeki grupların etkisinde kalacaklar… Ve günün birinde birisi çıkıp "gerçek kıbleye" yeniden dönünce yani İslami inanç ve yaşam tarzını yeniden benimseyince, bu sefihler çıkıp yine aynı şeyi söyleyecekler… "Bunları döndükleri yönden ve yerden çeviren nedir?!" 
Bu soru, cevabı istenen masum bir soru değil, "Müslümanların gerçek kıblelerine dönüşüne itiraz ve isyandır; yaygara kopartıp insanların zihinlerini bulandırmaya çalışmktır.
1.İmam Ahmed bin Hambel(ra)'in, Hz. Aişe(r.a)' den rivayetle kaydettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v), Ehl-i Kitap-ı kastederek şöyle buyurmuştur: " Onlar, Allah'ın bizleri hidayete erdirdiği, kendilerinin ise sapıklığa düştüğü Cuma günü konusunda, Allah'ın bizleri hidayete erdirdiği, kendilerinin ise sapıklığa düştüğü kıble konusunda bizi kıskandıkları kadar başka hiçbir şeyde kıskanmazlar. Bir de bizim imamın arkasından, (imam Fatiha Suresini bitirdiğinde) "amin" dememizi (çok) kıskanırlar." (İbni Kesir) İşte bu kıskançlıktır ki, onları "sefihler" haline getirivermiştir. "Sefihler" kelimesinin başına ma'rifelik eki getirilmesi, kelimeye umumi/genel bir anlam kazandırmıştır. Buna göre, buradaki "sefihler", sırasıyla Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklar olmaktadır. Bu gurupların "sefihler" olarak değerlendirilmesi realiteye birebir uygundur. Çünkü bunların tümü, "millet-e İbrahim"den/ İslam dininden uzaklaşmışlardır. Bu uzaklaşma, doğal olarak onların her birini "sefih" yapmıştır. " Kendisini aşağılık bir hale getiren (dar kafalı, beyinsiz ve anlayışsız budaladan) başka kim, kendisini İbrahim'in milletinden (inanç ve yaşam yolundan) uzaklaştırmak ister?! [ Hiç kimse.]   (Bakara suresi,130)

"Sefih", zayıf akıllı, cahil, ahmak, kaba, saldırgan ve yobaz demektir. Dini ve dünyevi alanda karını ve zararını bilmeyen insana sefih denir. Buradaki "sefihler", dünyevi alandaki karlarını çok iyi biliyorlar. Bu işin kurdu oldukları için bağırıyorlar, alabildiğine gürültü çıkartıp sefihlik yapıyorlar. Şunu kesin olarak bilelim ki, gerçek sefih, dünyası için ahretini feda edendir.

Bu kesimlerin "sefih" olarak isimlendirilmesi, bunların sözlerinin hakikat nokta-i nazarından hiçbir değer ifade etmediğini göstermektedir. Öyle ya, şu dünyada ahmak, geri zekalı, kıt akıllı, beyinsiz kabul edilenlerin ardından hangi akıllı gider?! Beyinsiz takımının arkasına düşen insanlara akıllı insan denir mi?!  Kendisine bir "sefih"i rehber kılan insandan daha "sefih" kim olabilir ki?!

Bilindiği üzere sevgili peygamberimiz(s.a.v) Medine'ye hicret edince bir süreliğine(on altı ay kadar) Kudüs'e doğru yönelerek namaz kılmıştı; Yahudiler bu durumdan çok memnun olmuşlar ve bu durumu istismar etmeye kalkışmışlar ve şöyle demeye başlamışlardı: "Muhammed ve arkadaşları, daha kıblenin nerede olduğunu bilmiyorlar; biz onlara yol gösterdik de kıblelerini öğrendiler!.. Buna göre yapılması gereken şey, Müslümanların bizim dinimize girmeleridir. Hem bizim kıblemize yönel, hem de bizim dinimizi eleştir, bu asla olmaz…"  Daha sonra kıble değiştirilince onlar bu durumdan çok rahatsız oldular  ve bu seferde bu durumu istismar etmeye kalkıştılar. Bunu bir eğlence bir alay konusu yaptılar.

Müşrik Araplar ise peygamberimizin Kudüs'e yönelmesinden fevkalade rahatsız olmuşlardı. Bu konuda peygamberimizi yoğun bir şekilde eleştiriye tabi tutmuşlardı. Daha sonra kıble Kâbe'ye doğru değiştirilince sevindiler; ama onlarda bu konuyu istismar etmeye çalıştılar.

Münafıklar da her zaman ki tavırlarına uygun olarak Hz. Peygamberi "keyfi davranmakla"  itham ettiler ve bir alay ve eğlence konusu haline getirdiler.

Bu gruplar(Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler, münafıklar)  genel olarak şöyle dediler: "Kıbleyi Beytü'l-makdis'ten  Kabe'ye doğru değiştirmeye onları iten sebep nedir?! Herhalde Muhammed doğduğu yere doğru özlem duymaya başladı. Pek yakında o eski yönüne/dinine dönecektir!...
 
Ehl-i Kitap bu sözle, kendilerince peygamberimizi küçümsüyor ve onun bu işi(din işini) fazla sürdüremeyeceğini ima ediyorlardı. Kıblenin değişmesiyle işi karıştırdığını/şaşırdığını söylüyor…

Müşrikler ise, dini tenkit ediyorlardı. Ve hatta peygamberimizin çok yakında kendi dinlerine geri döneceğini söylüyorlardı.

Münafıklar ise, din ile ilgili şüphe tohumları ekmek istiyorlardı. Ve daima Müslümanlarla alay ediyorlardı.

Kıble olayında müminler çok büyük bir sınavdan geçirildiler. Gerçekten bu sınav başlı başına çok büyük bir sınavdı. Sınav, Sefihlerin ortaya çıkarıldığı bir sınav olmuştu. Müminler bu sınavı başarıyla tamamladılar. Onlar, önemli olan şeyin, Allah'ın emrine uymak olduğunu anladılar ve yönlere takılıp kalmadılar. Çünkü emir bütünüyle Allah'ındır. O dilediğini/layık gördüğünü seçer ve dilediği yönü  ve yeri yapar. Kulun yönelmesi gereken asıl kıble, Allah'ın emridir. Yönler ve yerler semboliktir. Bir yöne ve bir yere Allah "yönel" dediği için yönelinir, yoksa o yönün ve yerin kendi zatıyla herhangi bir kutsiyeti yoktur. İşte, müminler bu gerçeği anladılar ve Allah'ın "yönel" dediği yöne ve yere yöneldiler.

Kıble, insanın kendisine yöneldiği yöndür. Müminlerin kıblesi Kâbe'dir. Kâbe Allah'ın evidir. Müminlerin etrafında döndüğü ve bir araya geldiği somut mekan Kabe'dir. Bu itibarla, Kâbe'ye yönelmek aslında Allah'a yönelmektir. Namaz Allah'ın huzuruna çıkmaktır.  Kıbleye yönelmek, bütün yönlerden ilgiyi ve alakayı kesip bir tek yöne, zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah'a yönelmektir. Allah Teala, müminlerin ülfet ve uyum içinde olmalarını, birlik ve beraberlik oluşturmalarını, dayanışmaları, kardeş olmalarını istemiştir. Bütün bunların gerçekleşmesi onların tümünün aynı yöne hedefe, amaca, kaynağa yönelmeleri ile mümkün olabilir. Bu itibarla kıble, Allah'ın iradesi etrafında insanları bir araya getirip kaynaştıracak olan yönün ve mekânın adıdır. Bundan ötürü Müslümanların bir tek kıblesi vardır.  Burası tevhidin, barışın, ülfetin, muhabbetin, taarufun/ tanışmanın, kardeşliğin, hürriyetin, saygının, sorumluluğun ve adaletin merkezi olan Kabedir. Bütün başlar/yüzler/akıllar/ruhlar/benlikler işte bu merkeze (kıbleye) yönelecek ve orada tevhid gerçekleşecektir. Bütün canlar bir tek can olacak ve bir tek " Efendi"ye kul olmanın coşkusuyla hep bir ağızdan " Lebbeyk Allahumme lebbeyk…" telbiyesini ve " Allahu ekber Allahu ekber.." tahliyesini söyleyecekler..

Kıble; duyguların, inançların, amaçların, amellerin birleştiği bir tek yön ve bir tek yerdir. Bu sayede müminler arasında duygu birliği, inanç birliği, düşünce birliği, amaç birliği, hedef birliği, eylem birliği ve hareket birliği gerçekleşmiş olacaktır. Kıble, insanların tevhide ulaşıp Allah'a kul olmanın zevkini yaşadıkları yönün ve yerin adıdır.

 Mescid-i Haram'ın , " kıble" olarak ilan edilmiş olmasının, Müslümanların,  tüm insanlar üzerinde, onlar için ortaya çıkartılmış vasat/ merkezi örnek/ rehber bir ümmet olmalarıyla çok yakın bir ilişkisi vardır. Artık bu tarihten sonra tüm insanlığın şahidi ( numune-i imtisal'i/ örnek modeli ve rehberi) Müslümanlardır. İnsanlığın dini de İslam'dır. Burada "kıble", örnek önderliğin/ imamlığın/ rehberliğin somut şeklidir. Buna göre Müslüman ümmet, tüm insanlığın adil şahidi olma göreviyle yükümlüdür. Bu görev, hem görüp gözetmeyi, hem de örnek model olmayı ve yönlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Artık bütün insanlık Allah'ın dinini ve onun somut şeklini Müslümanlardan öğrenecektir.
Müslümanlar "kıbleye" yönelmenin anlamını tam olarak kavrama zorundadırlar. Kıble,  İslam toplumunun sırf namaz ibadetini eda ederken yöneldiği sıradan bir yön ve basit bir mekân değildir. Kıble(Kabe) her şeyden önce tevhidin, kardeşliğin, özgürlüğün, adaletin, emniyetin, barışın, rehberliğin, hidayetin, kulluğun ve merkezi örnek toplumun olmanın biricik sembolüdür. O, bir toplumun bayrağı gibi, İslam toplumunun sembolüdür. Oraya yönelmek, hayatın her alanında Allah'a yönelmektir. Oraya yönelmek varlığın yegane sabine, hayatın ve tüm güzelliklerin ana merkezine; tevhide, adalete, kardeşliğe, özgürlüğe, aydınlığa,  hak ve hukuka yönelmek demektir. Kabe'ye yönelmek, kabe'nin temsil ettiği dine(inanç ve yaşam tarzına) yönelmek demektir. Neye ve nereye yöneldiklerinin farkında olanların ve bu yönelişe uygun davranış geliştirenlerin imanlarını Allah asla zayi etmeyecektir. Onlar bu yönelişin meyvesini hem bu dünyada, hem de ahirette yiyeceklerdir. Bunlar hidayet sahibi olan insanlardır. " çift kıble" sahibi olanların hidayetinden bahsedilemez. Mümin insan hem " Kabe'ye" hem de "…saray'a" yönelemez. Çift kıble sahibi olmanın adı, İslami ıstılah sisteminde " münafıklık"tır.
Bu ayet-i Kerime'de geçmekte olan "îmanları" ifadesi, Mescid-, Aksa'ya doğru kılınan namazların yanında, bu yeni önderliğe, insanlığın örnek modeli olmaya, Allah'ın dininin yaşayan temsilcileri olmaya olan inançtır. İşte Allah, böyle bir imana sahip olan insanların imanını boşa çıkarmayacaktır. Bu imanın açılımı İslam'dır.  İslam, her türlü cahiliye inanç ve yaşayışından uzaklaşarak Allah'a teslim olmaktır. İşte bu inancın bayrağı dalga dalga dalgalanan Kabe'dir.
142. ayetin başında "sefihler….. diyecekler" ifadesinin yer alması, gerçekten enteresan bir anlam içermektedir. İfadenin "dediler" şeklinde değil de "diyecekler" şeklinde getirilmesi, bu yönelme işinin ve o sözün gelecekte zamanlarda da olacağını ve söyleneceğini göstermektedir. Gerçek şu ki, bugün Müslümanlar "kıblelerini" şaşırmış durumdalar. Onlarda bazıları kıblelerini değiştirip ( topukları üzerinde gerisin geriye dönüp) başka taraflara yönelmişlerdir. İçine düştükleri maymunca taklit hastalığı onları farklı kıblelere yönlendirmiş ve böylece onlar merkezi örnek ümmet olma vasıflarını yitirmişlerdir. Müslümanlar, içlerindeki beyinsiz ahmakların yüzünden şerefli önderler olma vasıflarını kaybetmişlerdir. Mekke'deki  "kıble" Avrupa'da, ABD'de, Moskova'da, İsrail'de  aranır olmuştur. Bu beyhude çabalar,   İslam ümmetini alabildiğine izzetsiz kılmıştır. Bugün birisi çıkıp, Müslümanların gerçek kıblesine yönelecek olsa, sefihler yine aynı sözü söylerler: " Bunları döndükleri yerden çeviren nedir?" Evet, bizleri kıblemize çeviren neden, Allah'ın emrine olan sarsılmaz imanımızdır.
Kıblenin değişmesi olayı, özde müminle sözde mümini ortaya çıkaran en mühim olaydır.Böylece gerçek itaatkarlar isyankarlardan, uysallar serkeşlerden, olgunlar pişmemişlerden, hakiki müminler sahtekarlardan ayıklanacak ve kimlerin sahtekar olduğu bilinmiş olacak… İnsan tanımak istiyorsanız, onun nereye döndüğüne/yöneldiğine( kıblesine) ve kimi örnek aldığına bakınız. Kabe, hayatın referans noktasına Allah' yerleştirmektir.
Yahudinin kıblesi batı tarafıdır. Hıristiyanların kıblesi doğu tarafıdır. Bu iki grup birbirlerine ve 'merkeze' bu kadar uzak mesafededirler. Bunların bir araya gelmesi asla mümkün değildir. Çünkü, doğu-batı aynı zamanda ters iki yöndür.
Mescid-i Haram'ın Müslümanlar için kıble yapılması, İslam ümmetinin bu iki dini gruptan hiçbirine uymaması gerektiğini gösterir. Dünyanın tam orta yerinde bulunan bu kıble, İslam ümmetinin insanlık dairesinin tam merkezinde bulunması gerektiğini anlatır. Bu ümmet, merkezde olacak ve buradan insanları görüp gözetecek, onlara şahitlik yapacak, hakikati anlatacak… Bu ümmet, öyle bir konumda olacak k, çevresindeki herkes ( bütün insanlık) hak ve hakikati, barış ve adaleti, tevhid ve kulluğu bunlardan öğrenecek. Şahitliğin kabul edilmesi için vasat vasfının korunması şarttır. Bundan ötürüdür ki, İslam ümmeti, taraflardan hiçbirinin kıblesine yönelip onların uydusu olamaz. Böyle bir hata yapması, onun vasat ümmet olma ve şahitlik yapma vasfını yitirmesine yani kıblesini şaşırmasına sebep olur ve böylece Allah'ın yardımından mahrum duruma düşer.
Bağımsızlık kıbleden başlar. Kıblesi, Yahudi ve Hıristiyanlarla aynı olanlar, asla bağımsız olamazlar. Yahudi ve hristiyanlarla aynı kıbleye yöneldikleri halde, bağımsızlıktan bahsedenler "sefihlerden" başkası olamaz. Böyle bir söz olsa olsa şarlatanlık olur.
Kıblenin bağımsız kılınması, sürekli özgüvenin ve cesaretin korunması ve sürekli bağımsız kalınması anlamına gelir. Hiç şüphesiz peygamberimizin Kudüs'e doğru yönelmesindeki maksat, Ehl-i Kitabı islama ısındırmak ve onların islama yönelmelerini sağlamak ve özü itibariyle Allah'ın dininin aynı olduğunu, değişmez olduğunu anlatmaktı. Bu olay, mü'minlerin olgunlaşmasına, yön ve mekan saplantısından kurtulmalarına, ehl-i kitabın ve müşriklerin şımarmasına, pervasızca davranışlarına girişmelerine neden olmuştur.
İslam ümmetinin, vasat ümmet olma ve şahitlik yapma misyonu vardır. Ümmet, bu misyonu üstlenmek zorundadır. İdeal olan, ümmetin tümünün "şahitler" olmasıdır. Bir kısım insani gerekçelerden ötürü, şayet bu şahitlik, ümmetin bütün fertlerinde gerçekleşmiyorsa, o taktirde, ümmetin öncülerinin bu şahitliği mutlaka gerçekleştirmeleri zorunluluğu vardır. Bu görev asla savsaklanamaz. Bütün insanlığın buna ihtiyacı vardır. Görevin savsaklanması, Allah'ın lânetine uğramakla eş değer bir durumdur.
Vasat ümmet oluş, kıble üzerine, şahadet de vasat ümmet oluş üzerine bina edilmiştir. Meseleyi şöyle açıklayabiliriz. Sistemin özünde/kalbinde Yüce Allah bulunmaktadır. O'nun dininin sembolü Kâbedir. Oradan yankılanan çağrı Hz. Peygamber (sav)' de ete-kemiğe bürünecek/karşılık bulacak ve Hz. Peygamber bu çağrının somut örneği/ numune-i imtisali/ mürşidi olacak. Müminler de, O'nun tanıklığına başvurmak suretiyle dinlerini öğrenecekler ve ona benzer birer "Muhammedcik" olacaklar. Peygamberden öğrendikleri dini çevreye öğretecekler… Müslümanlar, kendilerini bu onurlu mertebeye yükseltme mecburiyetindedirler. Bu onların temel ödevidir.
İslam ümmeti peygamber (sav) 'in şahitliğine/yol göstericiliğine/öğreticiliğine müracaat edecek ve onun şahitliğiyle inanç, ahlak ve amellerini şekillendirecek. Ümmetin "numune-i imtisali" "yol göstericisi" ve "muallimi" Hz. Peygamberdir.
Diğer insanlar da, İslam ümmetinin şahitliğine/yol göstericiliğine/öğreticiliğine müracaat edecekler ve onların şahitlikleriyle inanç, ahlak ve amellerini şekillendireceklerdir. Hiç şüphesiz İslam ümmetine çok ağır bir sorumluluk yükü yüklenmiştir. Zamanın bu diliminde "imam/ önder" onlardır.
Onlar bu imamlığı "insanların üzerinde" şahitler olarak yerine getirme mecburiyetindedirler. Buna göre bu ümmet, kendi dışındaki bütün milletlere örnek önder olacak, kendisinin örnek önderi de Hz. Peygamber(sav) olacaktır. Yüce Allah'tan alınan enerji, Hz. Peygamberde ışığa dönüşecek ve tabii olarak onun ışığı da, İslam ümmeti vasıtasıyla bütün insanlığa taşınacaktır. Evet, İslam ümmetinin bütün insanlığa karşı böyle bir sorumluluğu vardır. Ve bu sorumluluk gerçekten çok ağır bir sorumluluktur.
"Ümmet-i vasat" olmanın iki mühim sonucu gözükmektedir.

1- İnsanlara şahit olmak
2- Peygamberi şahit edinmek
Buradan anlaşılıyor ki, "ümmet-i vasat"ın misyonu, Peygamber ile insanlar arasında aracılık yapmaktır.  Yani peygamberlerin misyonunu insanlara taşımaktır. Bu noktayı, hasetsen Allah ile insanlar arasında aracı olmaya kalkışanlara duyurmak gerekir…
İmam Ahmed bin Hambel (ra)'in kaydettiği bir hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "…Sizler, yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz."
Şahitliğin gerçekleşti iki dünya/alan vardır:
1- Öncelikli olarak şahitlik bu dünyada gerçekleşecektir. Bu dünyada gerçekleşecek olan şahitlik, hak ve hakikati bilmeyi, örnek önder olmayı, adil olmayı, yol göstermeyi ve eğitici olmayı içerir. Ehl-i Kitap tarafından gizlenmiş olan hakikat(İslam dini), Müslümanların şahadetiyle tekrar ihya edilecektir. İnsanlar Allah'ın dinini Müslümanlardan öğrenecektirler. Onların şahitliğine müracaat edecekler ve gerçekleri onlardan öğrenecekler. Allah'ı, ahreti, peygamberleri, dini, imanı kısaca her şeyi müminlerden öğrenecekler…
2- Ahirette gerçekleşecek olan tanıklık/şahitlik: Yalancıların yalanını çıkarmaya dönüktür. İslam ümmeti, mahşer gününde tüm peygamberler için, onların görevlerini yaptıklarına ve hepsininde islamı anlattıklarına dair şahitlik yapacaklar…

"Şahitlik" vasat ümmet olmanın bir neticesidir. O halde, önce "vasat ümmet" olmayı anlamak gerekir: Vasat ümmet şehvet, gazap ve akıl kuvvetlerini kullanımında her türlü ifrat ve tefritten uzak durarak inanç ahlak, amel ve her türlü tutumda ve davranışlarda "vasat"  noktasında kalmayı başaran dengeli, ölçülü, insaflı ve adil toplum olma anlamına gelir. Buradaki "vasat" kelimesi hem maddi hem de manevi dengeyi ifade eder. Bu da, hayatın her iki alanında(madde- mana) iffet, şecaat ve hikmet üzere olmakla mümkündür. Ruh ve beden dengesini sağlayamamış, dünya ve ahiret birliğini oluşturamamış; inanç, ibadet, hareket alanında; iffete, şecaate ve hikmete sahip olamamış bir toplum, adı her ne olursa olsun, asla "vasat toplum" olamaz.

Şahitlik, hakikatin ortaya çıkartılmasına dönük bir durumdur. O halde, öteden beri gizlenmekte olan hakikat İslam ümmetinin şahadetiyle ortaya çıkarılacaktır. 138.  ayetin işaretiyle baktığımızda gizlenmiş olan en büyük hakikatin "Allah'ın dini" olduğunu görürüz.  Evet, gizlenmiş olan, "Allah'ın ezeli ve ebedi dini olan İslam"dır; bu dinin temsilcileri peygamberlerdir. Peygamberlerin tebliğcisi olduğu bu yüce hakikat, tarihin akışı içerisinde Ehl-i Kitap'ın marifetiyle gizli duruma getirilmiştir. Sihirbazlıkta usta olan eller, gerçekleştirdikleri büyük bir sihir ile bu dinin yerine Yahudiliği, Hıristiyanlığı, müşrikliği, münafıklığı ikame etmişlerdir.  Böylece tarihin en büyük hokkabazlığı gerçekleştirilmiştir. "İmanın" yerini "küfür", "hidayetin" yerini "dalalet", "adaletin" yerini "zulüm", "tevhidin" yerini "şirk" almıştır. Böylece ilahi rahmet, felakete dönmüştür. Dünyevi gaye ve hedefler, dini/ilahi gaye ve hedeflerin yerini alınca ya da din, kişisel ihtiras ve arzuların boyasıyla boyanınca, bu durumda din, bambaşka bir mahiyete bürünür; asıl hedefinin dışında bambaşka hedeflere davet eder insanları… Çok geçmeden kötülük, iyilik postuna bürünür. İnsanlar iyilik diye kötülüğün ardından giderler… Bugün gördüğümüz türden bir çirkef hayat biçimi egemen olur…

O halde, ey İslam ümmeti! Görev ve sorumluluğunun bilincinde ol ve yeniden gerçek kıblene dön! Sözde değil özde Müslüman ol!..

 

arrow1b.gif (1866 bytes)

.