. |
Adil olmak / ölçülü
olmak / dengeli olmak
Mustafa Sezer
Adalet, " ferdi ve içtimai yapıda dirlik ve düzenliliği,
hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlaki" erdemlerin odak
noktasıdır. Bir diğer ifade ile adalet, ifrat ve tefritten ibaret iki sapmışlık
halinin denge noktasıdır. Hiç şüphesiz bu denge noktası "insaf ve
hakkaniyet" ölçüsünden ibarettir. Bu itibarla adalet, ancak hak ve hakkaniyet
ölçüsüne uymakla kazanılabilecek ahlaki bir tutumdur. İnsan da dahil olmak üzere
bütün bir varlık, ancak "adalet" sayesinde ayakta durur ve kendi aktivitesini
sağlıklı bir şekilde sürdürebilir. Hayatın dengesini oluşturan adalet esasından
sapma, her şeyin dengesini bozar ve büyük bir keşmekeşliğe (kaosa) neden olur.
Varlık alemi "hak" esası üzerine bina edildiği için, "hak"tan sapış
asla karşılıksız kalmaz.
Adil ve ölçülü olmak; duygu, düşünce, inanç ve davranışlarda "hak ve
hakkaniyet ölçüsüne" uygun bir şekilde dengeli ve kontrollü olarak yaşama
halidir. Adil ve ölçülü insan, kendisini sürekli olarak ve her durumda "sırat-ı
müstakim" üzere tutan kimsedir. Diğer bir ifade ile adil/ ölçülü/ dengeli
insan, ilahi ölçüler dahilinde kendi eğilimlerini, tutkularını, arzularını,
korkularını, endişelerini ve davranışlarını kontrol eden yani şehvet, gazap ve
akıl kuvvetlerini(yetilerini) dengeli ve ölçülü (adil) kullanan kişidir. Bu beceriyi
kazanmış kişiye "nefsine hakim olan" insan denir. Kişinin nefsine hakim
olabilmesi, iç ve dış tahriklere karşı kendini kontrol edebilmesi, onun
ulaşabileceği en yüksek erdemdir. Gerçekten de bütün yaşam alanlarında
"adil" olmaktan başka, insan için ulaşılacak daha üstün herhangi bir
fazilet durumu yoktur.
İzzet ve şeref kaynağı dinimiz, her türlü taşkınlığın/sapkınlığın
karşısına "ölçü ve dengeyi" koymuştur. Bunun yolu, kesinlikle insanın
dışında herhangi bir yerde aranmamalıdır; tam aksine insanın içinde, bizzat kendi
nefsinde aranmalıdır. Bunun içindir ki, İslam alimleri, insanın, kemal ve mutluluğu,
ancak "iffet", "şecaat", "hikmet" ve adalet erdemlerini
kazanmasıyla elde edebileceğini söylemişlerdir. Bu erdemleri kazanmamış olan
insanın ne kemalinden, ne mutluluğundan, ne ahlakından ve ne de adaletinden
bahsedilebilir. Buna göre adalet, ölçü, uyum, ahenk, denge, düzen, gerçeğe uygun
yaşamak ve doğru yolu izlemek ancak bu dört temel faziletin (iffet, şecaat, hikmet ve
adalet )kazanılmasıyla sağlanabilir. Bu dört vasfı kazanmış olan insan, gerek kendi
yaşantısında ve gerekse de toplumsal yaşantıda her türlü aşırılık, dengesizlik,
uyumsuzluk ve gelişi güzel, isteklerden uzak kalabilir. İşin özü şudur: Bu
faziletleri kazanamamış olan insan asla "adalet sahibi" olamaz. İşene
taraftan bakarsanız bakın ve hangi kanunları çıkarırsanız çıkarın, bu
faziletleri kazandırmadığınız ya da kazandıramadığınız insandan "ahlak ve
adalet" bekleyemezsiniz. Kanaatimiz odur ki, günümüz insanın temel sorunu işte
budur.
İslam alimlerine göre, insanın bedeninde iskan eden ruhun, yaşaya bilmesi ve
gelişimini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için, temelde şehvet, gadap ve
akıl kuvvetlerine(yetilerine) ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan bu üç ana kuvvet,
Yüce Rabbimiz tarafından insan yapısına yerleştirilmiş ve kullanımları, dünya
imtihanının bir gereği olarak insanın özgür iradesine bırakılmıştır. Buna göre
şehvet kuvveti (kuvve-i şeheviyye), insan için gerekli olan bütün menfaatleri celb ve
cezb eder. Gazap kuvveti (kuvve-i gadabiyye), insan için zararlı olan şeyleri bütün
şeyleri def eder/ engeller. Akıl kuvveti (kuvve-i akliye) ise, hak ile batılı, doğru
ile yanlışı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder. Yaratılışında insana
verilmiş olan bu üç ana kuvvettin dengeli kullanılmasından, insan için elde edilmesi
ve kazanılması mutlak hedef olan üç temel fazilet doğar. İffet, şecaat ve hikmet
erdemleri, bu temel kuvvetlerin içine ekilmiş birer tohum gibidirler. Bunları
filizlendirip meyve verir hale getirmek insanın temel görevidir. Hiç şüphesiz bu üç
kuvvetin vasat/denge noktasını yakalamak ve o denge çizgisinde bir hayat sürmek en
yüksek fazilet ve adaletin ta kendisidir. Adalet, bu üç ana kuvvetten üretilmiş olan
faziletlerin uyumlu ve ahenkli bir sonucudur. Buna göre insan, ahlak ve fazilet sahibi
olmadan asla adalet sahibi olamaz. İnsanın adalet sahibi olması, dengeli ve sağlıklı
bir hayat sürmesi, ancak bu fazilet durumlarını kazanmasıyla mümkün olabilir. Bu da
ancak, insanların çocukluk çağından başlayarak bu erdemlerin gereğine göre yetiştirilmesi
ile sağlanır. Yaş ilerledikçe bu erdemlerin kazanılması zorlaşır.
İslam alimlerinin beyanlarına göre insan, sahip olduğu bu üç kuvveti üç değişik
şekilde kullanabilir. Bu kullanım şekillerinden ikisi yanlış (dalalet ve rezalet),
birisi ise doğru (hidayet ve fazilet)dır.
Kuvve-i Şeheviyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında İfrata Sapmak
Bu, faydalı olan her şeyi ilahi ölçüler dahilinde elde etmesi ve yaşamını sürdürebilmesi
için kendi emrine verilmiş olan şehvet kuvvetinin kullanımında insanın, ölçüyü aşıp
aşırılığa kaçmasıdır. Bu durumda insan, kendi emrine verilmiş olan kuvve-i
şeheviyyenin emrine girmek suretiyle sapıtır, kontrolden çıkar, helal-haram tanımaz,
daldırır gider… Bu tutum onu "facir" yapar. Böylece o, edepsiz ve ahlaksız
biri olarak karsımıza çıkar. Şehvet kuvvetinin ölçüsüz kullanımı, insanı
doyumsuz, muhteris, cimri ve şehvetperest yapar. Böyle bir insanın "ahlak ve
adalet" sahibi olması beklenemez. Şehvet kuvvetinin kontrolündeki insan
"hevaperest", sapık ve sapkın bir insandır
2)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Bu, şehvet kuvvetinin eksik ve yetersiz düzeyde kullanılması ya da hiç kullanılmaması
şeklinde ortaya çıkan bir yaşam şeklidir. Bu durumdaki insan, kendisi için faydalı
olan şeyleri arzu edip istemez ya da çok az ister. Bu insan, zaman içinde donuklaşır,
arzu ve istekleri söner, yaşamında ciddi sıkıntılara düşer. Oysa insana yakışan
helal olan şeyleri elde etmektir, helal dairesi içinde arzu ve isteklerini doyurmaktır.
Bu kuvvetin kullanımında tefrite sapmak, insanı "humud"a sürükler. Böylece
o, ne helal olana ve ne de haram olana arzu duyar. Hiç şüphesiz bu durumda sapıklıktır,
rezilliktir. Böyle bir insandan da "ahlak ve adalet" sahibi olması beklenemez.
Şehvet kuvvetini ölçüler dahilinde kullanamayan/kullanmayan insan da sapık ve sapkın
bir insandır.
3)Şehvet Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak/ Ölçülü ve Dengeli Olmak
Bu, başlıktan da anlaşılacağı üzere şehvet kuvvetinin kullanımında orta yolu
tutmaktır. Bu yolu tutan insan, helal dairesinde olan şeyleri elde etmede şehvet
kuvvetini kullanır, haram dairesinde olan zararlı şeyleri elde etmede ise kullanmaz O,
canı istese bile, zararlı olan şeylerden daima kaçınır. Helal olana iştah duyar,
onu kazanmaya ve elde etmeye çalışır; haram olana ise asla yaklaşmaz. İşte bu, o
iki rezaletin (ifrat ve tefritin) ortasındaki fazilettir. Bu fazilet durumunun adı
"iffet"tir. İffet; adalet, ölçü ve denge sahibi olmanın birinci
adımıdır. İffet; ahlak ve adalet kubbesinin birinci fil ayağıdır. Bu ayak olmadan
yani iffete dayalı yaşam olmadan ne ahlak sahibi ve ne de adalet sahibi olunabilir.
Kendi nefsinin kontrolüne girmiş venefsinin esaretini kabullenmiş insandan "ölçü
ve denge" beklenemez. İffetsiz insan, sapık ve sapkın insandır. O halde, bu
kuvvetin kullanımında ne fucur yolunu, ne de amudluk yolunu tutmamak gerekir. Hiç şüphesiz
bu iki yolda sapkın yoldur. Tutulması gereken yol "sırat-ı mustakım"dir. Bu
da iffet yoludur.
Kuvve-i Gadabiyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Gazap Kuvvetinin Kullanımında İfrata Sapmak
Bu, zararlı olan her şeyi ilahi ölçüler dahilinde savmayı başarması ve yaşamını
yiğitlik düzeyinde sürdürebilmesi için insanın emrine verilmiş olan gazap
kuvvetinin kullanımında, insanın ölçüyü aşıp aşırılığa kaçmasıdır. Gazap
kuvvetini kullanımda aşırılığa sapan kişi, ele geçirdiği gücü hak-hukuk tanımadan
ve hiçbir şeyden de korkmadan zalimce ve sorumsuzca kullanır. Bu tutum, sahibini adalet
ve denge çizgisinden uzaklaştırmak suretiyle tiranlaştırır, firavunlaştırır. Bu
sapışıyla kişi, yine kendi nefsinin kontrolüne girmiş ve esaretini kabul etmiş
olur. Zararlı olanı uzaklaştıralım derken zalimleşmek, bizatihi zarar haline gelmek,
insani ve İslami bir davranış değildir. Gazap kuvvetinin güdümüne giren insan,
kendini beğenme ve kibirlenme hastalığına hastalığına müptela olur. Bu durum onu
alabildiğine ahlaksızlaştırır.
Ku''an-ı Kerim, İslami hayat anlayışına karşı çıkanları "mele" ve
"mütref" olarak isimlendirir. "Mele" daha çok gazap kuvvetinin esiri
olmuş "güçperestleri" ifade ederken; "mütref"de, daha çok şehvet
kuvvetinin esiri olmuş "şehvetperestleri" ifade eder. Bu her iki kesim de
iman, ahlak, adalet, ölçü ve insaf çizgisinden alabildiğine uzaktır. Bunlar için
iman, ahlak, adalet, ölçü, insaf, hak ve hakkaniyet, kendi keyfi davranışlarıdır.
İslam; tevhid, takva, sorumluluk, kardeşlik, insan haklarına saygı, varlığa şefkat
ve adalet istediği için, bunlar için en istenmeyen dindir. Her çeşit zorbalığın
özü, gazap kuvvetinin esiri olmaktır. Bugün yeryüzündeki bu büyük barbarlık ve
zorbalığın ana sebebi işte budur.
2)Gazap Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Bu kullanım tarzına kısaca "korkaklık" denir. Allah''ın yaratılıştan
nasip ettiği "gazap kuvvetini" yerinde ve yeterli ölçüde kullanmaktan kaçınmak,
her şeyden korkmak, meydanı boş bırakmak, tepkisiz ve savunmasız kalmak… Hiç şüphe
yok ki, bu durumda orta yoldan sapmak ve dalalete düşmektir. Bu vasfa sahip olan
insanlardan da "adalet", denge ve ölçü beklenemez. Birinci tarz kullanım(ifrat)
nasıl rezillik ise, bu tarz kullanın da aynen öyle rezilliktir. İnsana düşen sahip
olduğu nimeti yerli yerinde ve doğru kullanmaktır.
3)Gazap Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak
Gazap kuvvetinin kullanımında orta yolu tutmak, ölçülü ve dengeli hareket etmektir,
insaf ve adalet ölçülerine uymaktır. Bu kullanım tarzı meşru olan alanda savunma ve
tepki hakkını ortaya koymak; meşru olmayan alanda da haddini bilip sabretmekle gerçekleşir.
Gazap kuvvetinin kullanımında ortaya çıkan her iki rezillik durumunun (zalimlik ve
korkaklık) ortası "şecaat"tir. "Şecaat", insanda ki yiğitliği
ifade eder. Şecaat sahibi yiğit insan; insan hakları, ahlaki sorumluluk, iman ve takva
ölçülerini asla aşmaz. Bütün yiğitliğine rağmen hakkı olmayan konularda Allah için
sabır gösterir, asla saldırgan davranmaz; hak ve hukuka riayet eder. Şecaat sahibi
olmak da hiç şüphesiz en büyük erdemdir. Ahlak ve adalet sahibi olmanın ikinci
adımı "şecaat"tir. Bu adımı atamayanlardan ahlaklı olmaları, adil
olmaları, ölçülü ve dengeli olmaları elbette beklenemez. İnsan için öncelikli
olarak bu erdenlerin kazanılması zorunludur. İnsan iffet vasfını kazandıktan sonra,
şecaat vasfını da kazanmalıdır ki, ahlak ve adalet sahibi olmaya hak kazansın. Bu
yolda bu iki mühim adım atıldıktan sonra insanı bekleyen çok daha mühim bir adım
vardır ki, işte o da "hikmet"tir. "Her şeyi olduğu gibi anlamak ve her
şeyi yapılması gerektiği gibi yerli yerinde ve dosdoğru yapmak" şeklinde
tanımlanan hikmet, gerçekten de insanın ulaşabileceği en büyük erdem ve fazilettir.
Hikmet, akıl kuvvetinin doğru kullanımından doğup gelişen bir erdemdir.
Kuvve-i Aaliyyenin Üç Ayrı Kullanım Şekli
1)Akıl Kuvvetinin Kullanımda İfrata Sapmak
Bu, akıl nimetini şeytanca kullanmaktır. Akıl kuvveti şeytanca kullanılınca
batılı hak, hakkı batıl gösterir ve bu suretle sahibini dalalete düşürür. İnsan
akıl kuvvetini kullanma ölçülerine(el-kıstasü''l-mustakım) sahip olmadıkça, onun
aklı daima aldatıcı bir hüviyete sahip olur ve sürekli sahibini yanıltır. Bunun
tipik örneği "İblis" ve onun yolunun yolcusu tüm sapık düşünce damlarıdır.
Onlar, onca akıl ve zekalarına rağmen bir türlü hak ve hakikati anlayamamışlardır.
Bunlar ölçüsüz davrandıkları ve akıl nimetini asıl sahibi ile
irtibatlandırmadıkları için, sürekli olarak akıllarını ayartmış ve akılları
tarafından da kendileri ayartılmış kimselerdir. Bu durumlarından ötürü bunlar,
sürekli küfür, şirk, nifak ve bidat bataklığına düşmüşlerdir. Batılı hak gösterecek
derecede bozulmuş olan akıl terazisinden doğru bir tartı beklenemez/beklenmemelidir.
Bu durumda akıl yürütmek yeterli değildir; akıl yürütürken doğru malzeme
kullanmak ve üstelik doğru malzemeyi doğru şekilde kullanmak önemlidir. Tabii ki,
ölçü sağlam olmalıdır. Akıl yürütürken bozuk malzeme kullanmak veya doğru
malzemeyi yanlış kullanmak, İmam gazalinin ifadesiyle "tahtadan kılıç kullanmak
gibidir". İnsanı adalet ve hakkaniyet çizgisinden saptıran en önemli neden, hiç
şüphesiz aklın yanlış kullanımıdır. Akıl kuvvetinin ifrat derecesinde yanlış
kullanımı, ona "cerbeze" vasfını kazandırır. Böylece o, yanıltıcı bir
şeytan oluverir. Aklın bu derecede ölçüsüz kullanılması tam anlamıyla
rezilliktir. Bu duruma düşmüş olan insanlardan adalet ve ölçü beklenemez.
2)Akıl Kuvvetinin Kullanımında Tefrite Sapmak
Buna "ahmaklık"denir. Bu, hak ile batılı ayırt etmek için verilmiş olan
akıl kuvvetinin kullanılmamasından ibarettir. İnsanı insan yapan akıl nimeti
kullanılmayınca, insan hak ile batılın, doğru ile yanlışın, faydalı ile
zararlının farkına varamaz ve bir ahmak olarak yaşamaya mahkum olur. Hiç şüphesiz
bu durum da alabildiğine rezil bir durumdur. Aklını gerektiği gibi kullanmayan
insandan da "adalet" ve "ölçülü" davranış beklenemez.
3)Akıl Kuvvetinin Kullanımında Orta Yolu Tutmak
Bu kullanım tarzının özeti, hakkı ha olarak görmek, batılı batıl olarak görmektir.
Doğru malzemeyi doğru tartan ölçüyle tartıp sonucu doğru bir şekilde ilan
etmektir. İnsandan beklenen hiç şüphesiz bu tutumdur. İnsan aklına bu vasfı
kazandırdığı an, hiç şüphesiz dünyanın en büyük nimetini elde etmiş olur.
Akıl yerinde ve doğru kullanılınca, insan "cerbeze" ve "ahmaklık"
durumundan kurtulup "hikmet"e ulaşır ve böylece onun için her şey yerli
yerinde bir değer kazanır; taşlar yerli yerine oturur ve insan en büyük hayrı elde
eder. Yukarıda verdiğimiz hikmet tanımına bakılınca, hikmetin iki boyutu olduğu görülür:
1-Teorik hikmet: Bu ilimdir. İlim, her şeyi olduğu gibi ve yerli yerinde bilmek,
anlamak, kavramaktır. Bunu için doğru tasavvur, doğru düşünce ve sağlıklı
işleyen akıl yapısına sahip olmak gereklidir. Hiç şüphesiz bunun yolu Kur''an-i
Kerim''i doğru anlayıp yaşamaktan geçer. 2-Pratik hikmet: Bu faydalı ameldir. Doğru
iş yapmak, güzel iş yapmak, yapılması gerekeni yapmak ve her şeyi yerli yerinde
yapmak… Hiç şüphesiz bunun için de, o iki rezillik arasındaki fazilet çizgisini
bulmuş ve ona tutunmuş bir akıl yapısına sahip olmak gereklidir. Bu akıl gerçek bir
ihtiyaçtır. İşte bu akıl "herkese hakkını ve istihkakını" verebilir.
Adaletin özü ve esası "hakkaniyet"tir. Hidayet ancak bu ölçü ve esasa
uymakla gerçekleşir.
Adil olmak, yukarıda anlatılan üç temel kuvvetin kullanımında orta yolu tutmakla
yani "iffet", "şecaat" ve "hikmet" üzere olmakla
mümkündür. Adalet, bütün bu kuvvetlerin dengeli, ölçülü ve ahenkli kullanılmasıdır.
Buna göre insan; iffet, şecaat ve hikmet vasıflarını kazanmadan "adil"
olamaz. Adil olunmadan da ahlak sahibi olunamaz. O hal de ahlak, insanın kendini gerçekleştirmesi,
yaratılışında kendi fıtratına yüklenen potansiyellerini bir ölçü düzeni
içerisinde görünür kılması halidir. İnsan bu sayede kişilik merkezini aktif hale
getirir ve eğilimlerine, tutkularına, arzularına, korkularına, endişelerine ve tüm eğilimlerine
hakim olur. Ahlak kesinlikle biyolojik bir davranış değildir. Bunun içindir ki, insan
dışı varlıkların ahlakından ve adaletinden bahsedilemez. Aslında ahlak, insanın
kendi doğasını, kendi kişisel merkezini, vicdanını harekete geçirmesidir. Bu
hareketlendirme/diriliş olmadan ahlaktan bahsedilemez. Bu itibarla ahlak, insanın kendi
özgün doğasına/yaratılış gerçeğine uygun davranmasıdır. Adalet ve denge, insana
verilmiş olan güçlerin(yetilerin) ahenkli ve ölçülü kullanılmasıdır. İnsanı,
bu beceriyi kazandığı an güzel ahlak sahibi olur. Bu itibarla ahlak, bütün boyutlarıyla
insanı kuşatan bir eylemdir. Daha doğrusu insanı oluşturan eylem
"ahlak"tır. O olmadan insandan ve dinden bahsetmek mümkün değildir. Ahlak
kişinin özüdür. Kur''an-i Kerim''e göre adalet sisteminin temeli ahlaktır. Hayatın
ve dinin ciddiyeti ahlaka bağlıdır. Ona riayet edilmediği zaman insanın ürettiği
bilim, sanat, siyaset, felsefe, hukuk, eğitim… Boş ve anlamsızdır/yıkıcıdır. Gerçek
ahlak; dürüstlük, hakkaniyet, insaf ve adalet eylemleriyle tezahür eder. Bunlar
olmadan insanın olması mümkün değildir. Ahlak ve adalet insan olma halidir.
Yaratılmış olan varlıklar içerisinde sadece "insan", " insan"
olabilir. Çünkü sadece insan benlik/kalp sahibidir. Buradan hareketle söylersek ahlak,
insanın benliğini dürüstlük ve özgürlük bağlamında "bağımsız"
kılması ve tertemiz hale getirmesidir. İnsanın kişilik merkezi ası sahibine
hasredilmeden adalet ve ahlak yeşermez. Bunun içindir ki, ahlakın ve adaletin özü
"Allah "düşüncesi ve inancıdır. Bu ana temel üzerinde hayatını inşa
edemeyen insan, hayatı ve dini kemiren bir kemirgen oluverir. İşte bu insan yıkıcı
ve bozucudur. Onun ruhunun yansımaları olan eylemleri de yıkıcı ve bozucudur. Böyle
bir karakterin ürettiği ilim, sanat, siyaset, hukuk, eğitim… Yıkıcı ve yakıcı
bir içeriğe sahiptir. Bunun içindir ki, küfür, şirk, nifak ve zulüm ağacının
meyvesi hep "zakkum" olmuştur. Bu itibarla adalet, ölçü ve denge çizgisinde
sahici bir benliğe sahip olmak, koskoca bir dünyaya ve onun içindeki her şeye sahip
olmaktan çok daha önemlidir ve çok daha fazla bir şeydir.
Salim benlik/kalp oluşturamayan insan, asla iffet, şecaat ve hikmet sahibi olamaz. Tüm
erdemlerin özü "kalb-i selim"dir.
Adalet, insanlar arası ilişkilerde uyulması ve gözetilmesi gerekli olan en temel esastır.
Bu yönüyle de adaletin gerçekleştirilmesi her birey için temel ahlaki bir görevdir.
Hak ve hakikat esası üzerine bina edilmiş olan gökler ve yer adalet düzeni sayesinde
ayakta durmaktadır. Bunun için en küçük bir sapkınlık bile karşılıksız kalmaz.
İnsan daima kendine yonttuğu için hak ve hukuk, Yüce yaratıcının kitabından öğrenilmelidir.
Saat başı bir görüş değiştiren ve adamına göre hak-hukuk üreten kocaman hukuk
adamları görüldükten sonra, tabii olarak bu, tam anlamıyla bir mecburiyet halini
almıştır. Tarihi bir gerçektir ki, insan, adaletin gerçekleştirilmesinde bir türlü
"hakkaniyet","insaf" ve "ahlak" ölçüsüne riayet etmemiş
ve hep kendisine yontmuştur; kendi heva- hevesinden düzüp uydurduğu şeylere
"adalet" demiştir. Oysa adalet, onun uydurduğu şeyler değildir. Onun
yonttuğu şeyler tam anlamıyla "zulüm" olmuştur. Bugün yaşanmakta olan
problemin/zulmün asıl sebebi, "hak ve istihkak" anlayışının kişisel
arzular istikametinde belirleniyor olmasıdır. Güç ve kudret sahibi olan yada düzeni
ele geçiren güçler, hak ve istihkakın tespitinde kendi hevalarını esas aldıkları için,
adalet diye çıkılan yollar hep zulme varmaktadır. Hiç kimse kendini kandırması,
insanın keyfine göre şekillenen adalet, asla adalet değildir. Adalet, insanlık onur
ve değerini korumak demektir. İlahi ölçüler dahilinde şeref ve izzet kazanamamış
insan, insanlık onurunu nasıl koruyabilir? Cahiliye düşüncesi adına çıkarılan
"lakırdılar" sadece bir sihirbazlık gösterisidir. Güçlünün zulmüne göz
yumup, güçsüze şahin kesilmek ya da taraftarı alkışlayıp, karşıt olanı ezmek
tam anlamıyla "katmerli zulüm"dür. Eski ve yeni tüm toplular işte bu yüzden
"mahv-u helak" olmuşlardır/olmaktadırlar.
Ey insanlar! Hiç şüpheniz olmasın ki, Allah size, her hususta adaleti, (hakkaniyeti,
insafı, dengeli ve ölçülü olmayı, orta yolu tutmayı), ihsanı ( yaptığınız her
şeyi güzel ve hoş bir şekilde yapmayı, iyilik etmeyi, Allah''ı görüyormuş gibi
davranmayı) ve ihtiyaç duydukları şeyleri yakınlara karşılıksız olarak vermeyi
emreder; ve öte yandan sizi, her türlü hayasızlıktan, utanç verici işten, bütün
kötülüklerden, çirkin işlerden ve azgınlıklardan, zorbalıklardan men''e der.
(Allah bu Kur''an-ı indirmek, bu emir ve yasakları vazetmek suretiyle) sizlere tekrar
tekrar öğüt verir. Belki iyice düşünürde ibret alırsınız/Allah''ın öğütlerini
tutarsınız!
(Nahl Suresi,90)
|
. |