. |
İman Toplumu ve A’raf’ın
Dostları
Mustafa Sezer
İçine düştüğümüz iç karartıcı bu
kabilecilik/aşiretcilik hastalığı, hiç şüphesiz bizleri derinden rahatsız
etmektedir. İçimizdeki bir kısım süfehânın (dar kafalı beyinsiz ahmağın)
yaptıkları ve hâlâ yapmakta oldukları şeyler yüzünden, bütün İslam ümmeti
olarak dayanılması çok zor acılar çekiyoruz, yoğun olarak kan kaybediyoruz. Biz,
cahiliye döneminde kalması gereken bu hâli, şerefli dinimiz İslam’a ve onun müntesipleri
olarak kendimize asla yakıştıramıyoruz. "Hak geldi, batıl zail oldu" ilkesi
gereği çoktan çekip gitmesi gereken ırkçılık hastalığı, içimizdeki hastalık
taşıyıcı mikroplar (münafıklar) sayesinde bir türlü kurtulamadığımız yaygın
bir hastalık haline gelip durmaktadır. Doğrusu şu ki; İslam gibi, ezeli ve
ebedi doğrulara sahip bir dinin mensuplarına, böyle bir bataklıkta boğuşmak hiç ama
hiç yakışmamaktadır. İşte bu nedenden ötürü biz, ebedi ve ezeli değerler
manzumesi olan dinimizin bu konuya yaklaşımını ele alıp kısaca gündeme getireceğiz.
Hiç şüphesiz, başarıya ulaştıran ancak Allah'tır. O'ndan yardımlarını arz
etmekteyiz…
"Ey insanlar! Sizin Rabbiniz (yaratıcınız,
besleyip büyüteniniz, varlığınızı koruyup ayakta tutanınız, terbiye edip kemâle
erdireniniz, düzene koyup idâre ediciniz, sahibiniz ve efendiniz) birdir. Sizin babanız
da birdir. Hepiniz Âdem'in evlatlarısınız; Âdem de topraktan yaratılmıştır.
Arapların Arap olmayanlara, Arap olmayanların da Araplara karşı hiçbir üstünlüğü
yoktur. Beyaz (derilinin) siyah (deriliye), siyah derilinin de beyaz deriliye hiçbir
üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak "takva"dadır…" (Veda
Hutbesinden)
Şerefli kitabımız Kur’an-ı Kerim; ırk, dil, toprak ve çıkar
esaslarına dayalı toplum yapılarını, insanın yaşam kalitesine uygun bulmadığı için,
temelinden yıkarak, onların yerine îman/takva esasına dayalı yepyeni bir bina inşa
etmiştir. Bu yeni yapının sakinleri Îman ve onun türevleri olan salih amellerle
birbirlerine bağlanmış ve o mübârek çatı altında, Rablerinin nezaretinde "ümmet"
denilen O şerefli kardeşler toplumunu oluşturmuşlardır. Böylece insana ve insanlığa
yakışan bir toplum örneği ortaya konulmuştur. O toplumun Rabbi (Efendisi) Allah
olduğu için, bütün insanlar, insan olmanın şeref ve onurunu doya doya
yaşamışlardır. Orada hiç kimse, hiç kimsenin efendisi değildir ve yine hiç kimse,
hiç kimsenin kölesi/kulu değildir. Orada tek efendi var, O da Allah'tır…
İslam toplumunun inşa aşamasına bakıldığı zaman görülür ki, orada
kavmi unsurlara asla yer verilmemiştir. Kur’an-ı Kerim'in ilk hitap çevresi Araplar
olduğu halde, onun hiçbir ayetinde "Ey Araplar!" diye her hangi bir hitaba
rastlanmaz. Onun hitap tarzına bakarsak, "insanın" hedef alındığını görürüz;
Karşımıza "Ey insanlar!" hitabı çıkar. Çünkü, İslam binasını yapan
Allah, sadece Arabın Rabbi değildir. O, istisnasız bütün âlemlerin (insanların)
Rabbidir. Zaten bu yeni binanın yapılmasının sebebi de, bütün insanlara yeniden bir
rahmet sunmaktır. Daha önceki ilahi binalar bir şekilde deforme olmuş, insan eliyle
yapılanlar da zaten hiçbir işe yaramamıştı. Hangi gaye ve maksatla yapıldıkları
da çok önemli değildi; çünkü, yapıları gereği insanlara kâbuslar yaşatıyorlar
ve onları bölüp parçalıyorlar, içlerinde îman ışığı olmadığı için,
insanları karanlığa mahkum ediyorlardı. Aslında bu yapılar birer virane idiler.
İşte bu neden den ötürü, bütün alemlerin Rabbi olan Allah, o engin rahmeti gereği,
son birkez daha bütün insanlar için, yepyeni bir "ev", "bir îman
evi" inşa etti, ve onlara şöyle seslendi:
"(Ey insanlar!) Hiç şüpheniz olmasın ki, Allah katında (kabul gören
yegane gerçek) din islamdır!.." (Al-i imran, 19)
"Ve her kim İslam'dan başka bir din (inanç ve yaşam tarzı)
arasa, (bilsin ki), bu ondan asla kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de hüsrâna uğrayanlardan
olacaktır!.." (Al-i imran , 85)
"… (Bakın), bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, size olan
nimetimi tamamladım ve sizin için din (inanç ve yaşam tarzı) olarak İslam’a razı
oldum; [artık bundan böyle hiçbir dine(inanç ve yaşam tarzına) iltifat etmeyin ve
onların doğru olabileceğini aklınıza bile getirmeyiniz]!.. " (Mâide sûresi, 3)
Şerefli kitabımızın muhatabı asla şu veya bu kavim değildir. Onun
muhatabı genelde bütün insanlar, özelde ise mü'min-kâfir, akıllı-akılsız,
doğru-eğri, iyi-kötü… gibi öze (değere) dönük bütün toplumlardır. Gerçekten
de Kur’an'ın hedefi, belli başlı kişilere, ailelere, kabilelere, ırklara ve
toplumlara hizmet etmek değildir. Onun asıl hedefi bütün insanlara kılavuz olmak;
onları iyiye, doğruya, güzele ve faydalıya ulaştırmak; her çeşit kötülükten alıkoymaktır.
Hiç şüphesiz şerefli kitabımız, ırkların varlığını ilahi bir
âyet (gösterge) olarak görür. Bunu, derin bir "hikmet" esasına dayandırır
ve bu hikmeti de "te'âruf" olarak isimlendirir. Hücurat sûresi, 13. âyet-i
Kerimesine baktığımızda, "te'âruf"un ne olduğunu net olarak anlamış
oluruz:
"Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek (bir baba) ve bir dişi (bir
anne)den yarattık! Sizi kavimler (uluslar) ve kabileler halinde düzenledik ki,
birbirinizi karşılıklı olarak (kolayca) tanıyasınız (ve hayırlı işlerde
birbirinizle yardımlaşasınız/yarışasınız. Yoksa soy-sopunuzla övünesiniz,
birbirinize hava atasınız, birbirinizin aleyhine düzenler kurasınız, birbirinizi
rencide edesiniz ve birbirinizin namus ve şerefiyle, hak ve hukukuyla oynamayasınız
diye böyle yapmadık.) Hiç şüpheniz olmasın ki, sizin Allah katında en değerli
olanınız (en üstün olanınız) en takvalı davrananınızdır. Şüphesiz Allah, her
şeyi hakkıyla bilendir ve herşeyden hakkıyla haberdar olandır."
"Ey insanlar! Rabbinize karşı takvalı (saygılı,
sorumlu, bilinçli) davranınız! O Rabbiniz ki, sizi tek bir kişiden (Hz. Adem'den)
yarattı; eşini de ondan (o tek kişiden) yarattı ve o ikisinden bir çok erkek ve kadınlar
üretip yaydı: [Sizin hepiniz Ademden olma kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız ve bir
tane rabbiniz/efendiniz var]! Kendisinin adını vererek ve O'nun hatırına birbirinizden
birşeyler istemekte olduğunuz Allah'a ve bütün akrabalarınıza (tüm insanlara) karşı
takvalı (saygılı, sorumlu, bilinçli) davranınız (Allah'a ve akrabalarınıza karşı
sorumsuz davranıp saygısızlık yapmaktan korkup/ sakınınız)! Hiç şüphesiz Allah
sizi, (bütün yönlerinizle) daima görüp gözetlemektedir!.."
( Nisa sûresi, 1)
Bu âyet-i Kerimelerden de anlaşıldığı üzere bütün insanlık, tek bir
ailedir. Bu âilede hiç bir kimse başka hiç bir kimseye karşı kalıtsal ve ırksal
bir üstünlüğe asla sahip değildir. İnsanların farklı uluslar ve kabileler
şeklinde düzenlenmiş olması, ilahi rahmetin bir tecellisidir. Böylece herkes
birbirini tanıyacak ve birbirleriyle hayır işlerinde yardımlaşacaktır. Tıpkı bir
ailenin dayanışmayı ve yardımlaşmayı esas alan üyeleri gibi.. Ailenin Rabbi
(sahibi, efendisi) sadece ve sadece Allah'tır. O'ndan başka hiçbir efendi yoktur. Aile
içinde imtiyazlı olmak isteyenler mızıkçılardır…
Düşünce ve hareket noktası aynı olduktan sonra, toplumun farklı
şekillerde ve isimlerde teşkilatlandırılmasının hiçbir mahsuru yoktur. Burada
önemli olan, ana düşüncenin ve temel hareket noktasının, yönelinen istikametin (kıblenin)
ne olduğudur. Her toplum aynı düşünceyi/ülküyü benimseyip aynı kıbleye yöneldikten
sonra, nereden ve hangi boyutlardan yöneldiği artık önemli değildir. Yeter ki, herkes
kendi yaratılış gayesi istikametinde hareket etsin; mızıkcılık yapmasın…
"Herkesin (ve her toplumun), kendisine yönelmekte olduğu bir yönü
(bir kıblesi, bir hedefi ve bir amacı) vardır. O halde, siz hayırlara (tevhide,
Allah'a kulluğa, kardeşliğe, özgürlüğe, yardımlaşmaya ve hayırlı işleri
yapmaya) koşun/koşuşun!.. Her nerde olursanız olun( biliniz ki) Allah, sizin hepinizi
(toplayıp, kendi huzurunda) bir araya getirecektir. Hiç şüpheniz olmasın ki Allah,
her şeyi yapmaya mutlak olarak Kâdirdir!.."
Rabbimizin kurduğu bu yapıda üstün aile, üstün kabile, üstün ırk ve
üstün ulus gibi bir düşünceye asla yer yoktur. Burada herkes, Allah'a kâmil
kul olma hakkına sahiptir. Hiç kimse ve hiçbir güç onun kulluğunun önünde herhangi
bir engel olamaz… Herkes "hayırda yarış" koşusuna katılır ve şayet
takvalı davranırsa birinci olma hakkına sahiptir. Çünkü, burada imtiyaz yoktur. Kur’an'ın,
köhne binaları yıkmasının sebebi de, zaten onların imtiyazcı oluşlarıdır.
Şimdi tekrar Hucurat sûresine dönelim ve onun 11. âyetini okuyalım:
"Ey Îman edenler! Bir topluluk (kavim) başka bir toplulukla asla
alay etmesin, (onları küçümseyip aşağılık görmesin); belki onlar (o alay edip
küçümsedikleri kimseler), kendilerinden daha hayırlı olurlar/olabilirler!.."
Hiç şüphesiz, bu kulluk yarışında, liyakat gösteremeyip dökülenlerin
yerini, arkadan gelen liyakat sahipleri almaktadır. Bunda kızılacak, darılacak ve
kıskanılacak hiçbir şey yoktur. Çünkü, mutlak önderlik diye bir şey yoktur: Yüce
Allah, layık görüp yeryüzüne hükümran/öncü kıldığı toplumların
davranışlarına bakmaktadır. Hata yapıp tökezleyen görevden azlediliyor ve onun
yerine layık olan bir başkası getiriliyor…İlahi uygulama (sünnetullah) bundan
ibarettir. Lafla peynir gemisinin yürüyemeyeceğini, artık herkes bilmelidir…
"Rableri onların dualarına şöyle cevap verdi: "Gerçekten ben,
sizden ister erkek ister kadın olsun, (benim yolumda) hayırlı bir iş yapan hiçbir
kimsenin amelini asla zayi etmem! Kiminiz kiminizdendir (Allah nezdinde hepiniz aynısınız;
kadınlarınız da tıpkı erkekleriniz gibi, yaptıkları iyiliğin ve kötülüğün karşılığını
alacaklardır. Siz amel lerinizin karşılığını alma hususunda birbirinize
benzersiniz.) İşte (benim için) hicret edenlere, yurtlarından sürülüp çıkarılanlara,
savaşanlara ve öldürülenlere gelince; onların kusurlarını mutlaka örteceğim ve
onları mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim! Muhakkak ki, ben
onları, Allah katından lütf edilen (mühim) bir mükafatla ödüllendireceğim! Ve
(bilin ki) Allah, mükafatların en güzeli kendi katında olandır!" (Al-i
İmran sûresi, 195)
"Eğer Allah dilerse (ey inananlar), sizi götürür ve(yerinize) başkalarını
getirir!.. Ve (kesinlikle unutmayın ki), Allah bunu yapmaya hakkıyla kâdirdir!"
(Nisa sûresi, 133)
"… Ve eğer (Allah yolundan) dönerseniz, yerinize başka bir
toplum(kavim) getirir ve onlar sizin benzeriniz olmazlar!" (Muhammed sûresi, 38)
"Ey iman edenler! Sizden her kim, (Allah'ın indirmiş olduğu hükümleri/ilkeleri
kulak arkası ederek) dininden dönerse: (Yahudi ve Hristiyanları veliler: dostlar ve yöneticiler
edinirse, artık bilsin ki), Allah zaman içerisinde (o dininden dönenlerin) yerine öyle
toplum(lar) getirecektir ki; Allah, onları çok sever, onlarda Allah'ı çok severler;
onlar, mü'minlere karşı alabildiğine alçak gönüllü (mütevazı, merhametli; nankörlük
etmekte olan bu kafirlere karşı da son derece izzetli ve zorludurlar; Onlar, Allah
yolunda cihad ederler ve (Allah'ın dinini kemal-i ciddiyetle yaşama konusunda
kendilerini kınayan veya kınayacak olan) hiçbir kınayıcını kınamasından asla
korkmazlar,(onlara aldırmazlar)!.. İşte bu (özelliklere sahip olmak), Allah'ın bir lütfudur;
Allah onu (o lütfu ilahiyi) layik görüp dilediğine nasip eder! Ve (şunu iyice biliniz
ki), Allah Vâsi'dir: (Lütfu ve ihsanı alabildiğine geniş olandır); her şeyi
hakkıyla bilmekte olandır!.."
" Ey îman edenler! (Eğer bu yüksek vasıflara sahip, bağımsız,
izzetli ve üstün bir toplum olmak istiyorsanız, o zaman) sizin veliniz/yöneticiniz
(yahudiler, hristiyanlar ve münafıklar değil,) Allah'tır, O'nun Peygamberidir ve (gerçekten)
îman etmiş olan mü' minlerdir!.. Onlar ki, namazlarını büyük bir iştiyakla
gerektiği gibi kılarlar ve zekatlarını hakkıyla verirler ve onlar, dâimâ Allah'ın
emirlerine gönülden boyun eğerek kayıtsız şartsız (Allah'a) teslim olup
dururlar!.."
" Ve her kim Allah'ı, O'nun peygamberini ve (sözü edilen) mü'
minleri veli (dost) edinirse, (artık bilsin ki,) hiç şüphesiz Allah'ın hizbi
(taraftarları), evet, onlar, mutlak galip olanlardır!.." (Maide sûresi, 54,
55, 56)
Görüldüğü üzere, Kur’an'ı Kerim'in önerdiği şudur: Kim olursa
olsun, bütün insanların ve toplumların, ilahi hedefler istikametinde coşkun bir yürüyüşe
girmeleri ve böylece kendilerini ilahi himâyenin olduğu kutsal sığınağa (İslam
binasına) atıp koruma altına almalarıdır. Bunu beceremeyenlerin, Allah indinde hiçbir
değerleri yoktur. Hiç şüphesiz fazilet, İslam’i bir erdemdir ve o, kesinlikle hak
edilerek elde edilir. Gerçek şu ki, üstün olanlar, ancak ve ancak şeytanların ve
kendi nefislerinin oluşturduğu engelleri aşa aşa, zorlukları yara yara ilahi hedefler
ulaşanlardır!..
Burada kural şu: Liyâkat gösteren gelir, liyâkat gösteremeyen gider.
Zirvede, "te'âruf" noktasında kalmak istiyorsanız, yarışta her zaman
birinci olmalısınız, üstelik bu yarış hiç molası olmayan bir yarıştır!..
Allah nezdinde insanın değeri, o kimsenin ailesi, kabilesi, ırkı ve
ulusuyla ilgili olarak oluşmamaktadır. İnsan Allah'a teveccuh eder, onun dinine girer,
orada sebat eder ve kendini sürekli geliştirir, Allah'ın sevdiği bir kimse oluverir ve
böylece değer kazanır. Bir anlamda herkes kendi değerini kazanmış olur. "Üstünlük
ancak takvadadır!" ilkesi bunu ifade etmektedir.
Sevgili Peygamberimiz (sav) bu ilkeyi şöyle dile getirir: "Siz
kendinizi satınalıp kurtarmaya bakınız; zira Allah'ın huzurunda size hiçbir faydam
dokunmaz!.." (Buhari) Üstelik peygamberimiz (sav) bu sözü kızı Fatıma'ya söylüyor!..
Yüce Allah sizin şeklinize, soyunuza, ailenize, kabilenize, ırkınıza,
ulusunuza bakarak sizi değerlendirmez. İşin böyle olmasını isteyen İblis ve onun
çocuklarıdır. Onlar imtiyazcı anlayışı önemsemişler ve bu anlayışı din hâline
getirmişlerdir.
"(Ey insanlar)! Sizi, gerçekten biz yarattık; sonra da size (insâni
bir) sûret/şekil verdik ve daha sonra da meleklere: "Haydi, Adem'e secde edin:
(onun üstünlüğünü kabul edin, ona hürmet edin, onun emrine boyun eğin, onun
hizmetine girin, ona selam durun)!" dedik!... (Melekler)hemen secdeye vardılar
(emrimizi kabul ettiler), ancak İblis hariç!.. (O diretti) henüz secde edenlerden olmadı
!.."
"(Allah ona) dedi ki: "Ben sana emrettiğim zaman , seni secde
etmekten alı koyan neydi?!" (İblis) dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım
(daha üstünüm, daha şerefliyim; çünkü) beni (üstün özellikleri olan çok
önemli) bir ateşten yarattın, onu ise (çok adi) bir çamurdan yarattın!.."
(A'raf sûresi, 11-12)
Allah'ın şereflendirmesi dışında başka hiçbir şereflenme ve üstün
olma vesilesi yoktur. Bunun için, şereflenme noktası, sadece Allah'ın emrine
tutunmaktır. Çünkü, insana şeref kazandıracak olan sadece Allah'tır. O'nun
buyrukları mahza şeref kaynağıdır. Bundan ötürü İblis, sahip olduğu tüm
şerefini yitirmiştir. Allah'ın emrine isyan edenden daha şerefsiz kim olabilir ki?!
Kur'an'a göre, asaletin kaynağı ne soy-sop, ne mal-mülk, ne makam-mevki
ve ne de bir başka şeydir; Asaletin kaynağı Kur’an'ın bizzat kendisidir, onun
ortaya koyduğu anlayış ve yaşayıştır. Bir insan, ondan ne kadar feyiz aldıysa, o
kadar asil ve o kadar şeref sahibi olur. Asalet ve şeref ancak Kuran sayesinde elde
edilecek bir şeydir. Çünkü Yüce yaratıcı, bu işi böyle karara bağlamıştır.
İnanan ve inancına sadakat gösteren için, elbette yol O'nun, varlık O'nun, itibar
O'nun, şan ve şeref O'nun.. gerisi hep angarya… İnsana izzet ve şeref kazandıracak
şey, sadece ve sadece Allah'a kul olmaktır. Kulluğun yol haritası da Kuran'dır.
"Kâf… (Ey insan!) Şan ve şerefle dolu olan Bu Kuran'a yemin olsun
ki, (seni şereflendirecek, sana değer kazandıracak yegâ ne şey, sadece ve
sadece Bu Kurandır!.. Boşuna başka vâdilerde gezinip durma; çünkü, insana
şeref kazandıracak şeyin Kuran olması Allah tarafından kesin bir şe
kilde karara bağlanmıştır, iş olup bitmiştir!..)"
"Hayır. Hayır!.. (Onların övünç kaynağı yaptıkları şeylerin
hiç birisi, asla övünç kaynağı, şan ve şeref vesilesi değildir ve olamaz!..)
onlar, içlerinden bir uyarıcının (kendilerine şeref kazandıracak ilahi Kelam'la çıkıp)
gelmesine şaşırdılar… Ve o zaman o nankörler şöyle dediler: "Bu, gerçekten
şaşılacak çok tuhaf bir şey!!!" (Kâf sûresi, 1-2)
"Hayır, hayır!.. (Bu Kuran karşıtlarının, şan ve şerefi
başka yerde arayanların söyledikleri asla doğru değildir!..) Doğrusu o inkara
saplanmış olanlar (tam anlamıyla) boş bir gurur, anlamsız bir böbürlenme, hak ve
hakikâta karşı yaman bir düşmanlık, derrin bir ayrılık, katı bir inat ve çelişkilerle
dolu bir anlayış içinde boğulup gitmektedirler!..
"Biz, onlardan önce (aynı anlayışın girdabına kapılmış) nice
kuşakları (nice nesilleri) helâk ettik!.. Ne çığlıklar kopardılar; ama artık
kurtulma zamanı değildi!.." (Sâd sûresi, 2-3)
"Yemin olsun ki, biz size, içinde şan ve şerefiniz olan, size her türlü
hatırlatmada bulunan (muazzam) bir kitap
indirdik!.. Hâlâ akletmeyecek misiniz?!." (Enbiya Sûresi, 10)
İnsan ve toplumların kendi ruhlarındaki şahsiyeti canlandırması, îman
kıvılcımını yakmakla başlar. Bu kıvılcımı yakamayanlar hangi şahsiyetten
bahsedebilirler?! Kim daha üstündür? Sorusunu sormadan önce, kim insandır? Sorusunu
sormak gerekir. Öyle ya, insan olunmadan üstün insan olunmaz ki? Kanaatimiz odur ki,
takvalı davranmayı ıskalayıp "biz daha üstünüz" yarışına kalkışanlar
henüz insan olmamış olanlardır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İslam binasında asla yeri olmayan
kabilecilik, aşiretçilik ve ırkçılık tam anlamıyla cahiliye ürünü bir hastalık
ve bir bataklıktır. Sorunu oluşturan ya da hastalığa neden olan inanç ve düşüncelerle
bu hastalık asla tedavi edilemez; insanlık bu bataklıktan asla kurtulamaz! Ne
diyelim, yakalananlara Allah şifalar ihsan etsin! O'nun Rahmetinden ümit kesilmez
ki?
Not: A'raf'ın dostları: Eğriyi-doğruyu, cennetlik ve cehennemlik işleri
tanımanın ve bilmenin en üst düzeyinde, zirvesinde bulunan, ilahi aydınlanmaya mazhar
olmuş şeref sahibi insanlara verilen özel bir ünvandır.
Kaynak: Vuslat dergisi
|
. |