. |
“BASKILARIN KISKACINDA” İSLAM ÂLEMİ Ramazan ALTINTAŞ Nida Dergisi – Kasım 2007 – Sayı 121 nida_dergisi@hotmail.com İSLAM COĞRAFYALARINDA BASKI VE
ŞİDDETİN KAYNAĞI İnsanlık tarihi boyunca gönderilen
ilahi dinlerin geliş amacı, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamaktır. Hz. Âdem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e
(a.s) kadar gönderilen ilahi dinlerin ortak adı: “İslam’dır.”
Dolayısıyla, otantik açıdan bütün ilahi dinlerin özünde çatışma değil,
uzlaşma ve barış vardır. Bütün ilahi dinler, insan hakları, ahlak ve hukukun
üstünlüğünü savunmakta, barış içerisinde yaşamanın gereğini vurgulamakta,
adaletli bölüşüm ve paylaşmayı teşvik etmektedir. Düşmanlığı, savaşı ve
kavgayı asla tasvip etmemektedir. Tarihte değişik din mensupları
arasında görülen savaşlar, inançlardaki farklılıklardan dolayı değil, mevcut
iktidar sahiplerinin askeri, siyasi ve ekonomik çıkarları uğruna gösterdikleri
çabalarından kaynaklanmaktadır. Bugün Irak ve Afganistan’da olup-bitenler de bunun
bir parçasıdır. Temelinde emperyalist ABD ve koalisyon güçlerinin bölgenin enerji
kaynaklarını kontrol etmek, güçlenen Asya’ya karşı bir sed oluşturmak pahasına
amaçlarına ulaşmak için binlerce Müslüman’ın kanını, canını, namusunu,
malını ve bütün varlığını harcamaktan çekinmemektir. Zulüm, hiçbir zaman ebedî
değildir. Mutlaka her türlü zulmü işleyenler mazlumların çığlıkları arasında
korkunç bir şekilde boğulup gideceklerdir. İlahi yasaya göre; “Allah mühlet
verir, asla ihmal etmez!.” Bir şartla, mazlumlar görevlerini yerine getirir ve “bittim
Allah’ım, yardım et” dedikleri zaman, zalimlerin korkunç bir inkılâpla sarsıldıklarını
göreceklerdir. Toplumsal düzende adâlet ve
hakkaniyet ölçülerine göre bir yaşam biçimi geliştirmek çok önemlidir. Eğer bir
toplumda, adalet ve hakkaniyet duygusu yara alırsa, sosyal,
siyasal ve iktisadi hayatın her alanında güvensizlik ve istikrarsızlık baş gösterir.
Bu bağlamadan hareket edilirse, genel olarak bütün bir dünyada, özel olarak İslam dünyasında
her türlü baskıyı ve şiddeti besleyen temel etkenler arasında; adalet ve
hakkaniyetin terk edilmesi, cehalet ve yoksulluğun izdivacı, sayılabilir. Böyle bir
vasat, her türlü kötülüğün ve
güvensizliğin tetikleyicisidir. Çağdaş İslam dünyasında gelir bölüşümünde
muazzam adaletsizlikler var. İslam âleminin çoğu, petrol zengini, âdil bölüşüm
olmadığı için toplumun % 80’i yoksulluk içinde yaşarken, % 20’lik bir azınlık
varlık ve lüks bir hayat içinde müsrifçe yaşamaktadır. Bir başka ifade ile 100
milyon kişiden sadece 16 milyonu insan gibi yaşamaktadır. İster istemez bu durum, önce beyinlerde ve sonra
da toplumsal katmanlarda şiddet hareketlerinin mayalanmasını hazırlamaktadır. İslam
ve terör kelimelerini yan yana getirenler şunu iyi bilmelidirler ki, burada asıl sorumlu olan İslam değil, İslam’ı
terörün kaynağı olarak gösteren müstekbir ve sömürgeci güçlerin, onların İslam
âlemindeki uzantısı olan despotların katkılarıyla oluşan sosyo-ekonomik arka
plandır. Bunların başında gelir dağılımındaki korkunç adaletsizlik, işsizlik,
eğitimde fırsat eşitliğinin olmaması, ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılması
ve kapalı bir toplum modeli yaşama gibi etkenler gelmektedir. Bütün bu faktörler
ister istemez her türlü ‘aşırı uç hareketleri’ besliyor. Öte yandan hala İslam dünyasında
siyasi baskılar ve diktatörlüklerle yönetilen ülkeler var. Halkların demokrasi,
serbest piyasa ekonomisi ve liberalleşme talepleri bastırılıyor. Bütün bu insan hakkı
ihlalleri, içinde şiddeti besliyor. Barış
olgusuna küresel düzeyde çözüm çareleri aramak gerekiyor. Bu anlamda“İslam dünyası
kendi problemlerini örtmek için Batı’ya öfke duyuyor” iddiası da
yanlıştır. Batı bu konuda çifte standarda dayalı bir politika izliyor ve pragmatist
davranıyor. Müslümanların kahır ekseriyeti şu
bakış açısının bilincindedir. Bir defa İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve
bu hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının
sağlanması gerekir. Bir defa bireysel ve toplumsal planda her Müslüman barışın
sigortasıdır, güvencesidir. Her Müslüman Mekke’nin şiddet ortamında değil,
Medine’nin barış ortamında İslam’ın daha hızlı yayıldığını çok iyi bilir.
İslâm’ın en önemli hedeflerinden
biri, güvenilen bireyler yetiştirmektir. İslam’ın ibadetlerle ilgili düzenlemelerine
bakalım, hepsinde de temel gaye, “iyi geçinmek” ve toplumsal barışa
katkıda bulunmak ahlakını yerleştirmektir. Hatta Kur’an’da hukuk fikrinden önce
ahlak üzerinde durulur. Çünkü barış ve esenlik toplumunu kurmak, dinin ahlaki-manevi
yönünü sosyal ilişkilerde yaşanılır kılmaya bağlıdır. İslam’ın bu noktada
temel amacı, sosyal ilişkilerde ahlâkiliği yaşanılır hale getirmektir. İnsan hayatına büyük değer veren İslâm dini, “haksız
yere bir kişiyi öldürmeyi tüm insanlığı öldürmekle eşit tutmuş; bir insanın
canını kurtarmayı da, bütün insanların hayatlarını kurtarmaya denk saymıştır.”[1]
Bunun dışında İslam’ı sevimsiz gösterme girişimleri ya cehaletten
kaynaklanmaktadır ya da art niyetli tutumlardan. Eğer Müslümanlar bireysel ve
toplumsal hayatlarında İslam’ı canlı ve diri bir şekilde temsil ederlerse, elbette
bu olumsuz bakış açıları değişecektir. Mutlaka akl-ı selim galip gelecektir. İslam, her ne suretle olursa olsun ve
hangi gerekçe gösterilirse gösterilsin, fiziki ve psikolojik anlamda her türlü baskı
ve şiddetin karşısındadır. İslam ilk defa Mekke’de ortaya çıktığı zaman
karşısında toplumun zayıflarına yapılan sayısız baskılarla karşılaştı. Başta
kadınlara uygulanan kötü muamele geliyordu. Bunun için,
insanı, insana karşı savundu. İnsanın, şahsiyetini, değerini ve
kimliğini yüceltti. Temeli, ikna ve hoşgörü anlayışına dayanan bir din, elbette
her türlü aşırılıklarla da mücâdele vermiştir.
Bunu biz İslam’ın, inanç ve ifade özgürlüğü alanında getirdiği
temel ilkelerde görebiliriz. DİN,
BASKIYLA YAYILMAZ.
İslâm
bilginleri, dini, akıl sahiplerinin kendi
özgür iradeleriyle tercih ettikleri inanç ve yaşama biçimi şeklinde tanımlarlar.
Dinin bir vicdan işi olduğunu, iman ya da inkârda zorlamanın ve baskının
olmadığını bize en iyi anlatan Bakara Suresi’nin 256. âyetidir: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik
birbirinden ayrılmıştır.” Bir
defa bu âyete göre insanlara, baskı yoluyla dini kabul etmeleri ya da dini kuralları
yaşamaları noktasında dayatmada bulunmak, İslâmî bir tavır değildir. Bütün İslâm
bilginleri, imanın tamamen hür irade ile ve gönülden gelen bir kabullenmeye dayalı
bir gerçeklik olduğu hususu üzerinde uzlaşma sağlamışlardır. Kur’an’ın ruhu
da böyledir. Zira iyi niyete, iradenin tercihine dayanmayan ve gönülden benimsenmemiş
bir dindarlık, din açısından inkârla eşit tutulan nifak anlamına gelir ve fertte
kişilik parçalanmasına yol açar. Kaldı ki, böyle bir dindarlık, İslam açısından
oldukça sorunludur. İslâm hiçbir zaman böylesi bir sonuca rıza göstermez. İslâm,
gönülden gelen bir kabulle, insanın tahkike, araştırmaya yönelerek bir şeyi apaçık
delilleriyle öğrenmek suretiyle yakînî bilgiye ulaşmasını temel veri olarak öne alır.
Çünkü bu manada fert ve toplumun bilgi seviyesi yükseltilmeden o konuda kognitif bir
bilgi sahibi olunmadan tercihte bulunmak sağlıklı bir seçim olamaz. İnsanın kalbinin
ve aklının önündeki engeller bertaraf edilecektir ki, insana özgürce düşünebilme
ve özgürce irade beyanında bulunabilme imkânı doğmuş olsun. Bundan dolayı Allah
insanı bilgilendirmek için Kitap indirmiş, peygamber göndermiş ve akıl vermiştir. Bütün
bu ilâhî bilgilendirmeler insanın bilinçli karar vermesine hizmet içindir. Nitekim bu
husus Kur’an’da şöyle açıklanır: “Eğer
Rabb’in dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa
sen inanmaları için zor mu kullanacaksın?”[2]
Dolayısıyla Yüce Allah, insanların irade hürriyetine baskı yaparak müdâhale
etmemektedir. İnsanın iman ve küfür konusundaki tercihini, irade beyanını bizâtihî
kendi kararına bırakmaktadır: “De ki: Hak Rabb’inizdendir.
Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.”[3]
Çünkü cennet ve cehennemin, iman ve küfrün, sevap ve günahın anlamlı olması,
irade özgürlüğünü gerektirmektedir. Bu açıdan İslam, kişinin bireysel sorumluluk
alanıyla ilgili konularda onu iradesinde müstakil kılmıştır. İSLAM’DA BASKI YOK, TEŞVİK VE
TAVSİYE VARDIR. İslam’da baskı yok, teşvik
vardır. Çünkü hakkı tavsiye, Allah’ın bir emridir. Dolayısıyla, İslam’da
nasıl ki insanlar dine girmede zorlanmazlarsa, ibadetlerini yerine getirmede de
zorlanamazlar. Kur’an’da namaz kılmayanın, oruç tutmayanın, hacca gitmeyenin,
zekat vermeyenin, kısaca tabbüdi konularda ihmalkarlık gösteren kimselere karşı
dünyevî müeyyidelerle cezalandırılmasına dair bir âyet yoktur. Kur’an bu dinî
sorumlulukları yerine getirmeyenlerin âhirette cezalandırılacağından bahseder. O
halde, dini açıdan aile reisine, örneğin, hanımına ve çocuklarına karşı,
ibadetlerini yerine getirmede tavsiyenin ötesinde, müeyyide türü ceza uygulamada
görev yüklememiştir. Herkes kendinden sorumludur. Hiç kimse hiç kimsenin günah
yükünü yüklenmez. İnsanlar, yalnız başına dünyaya geldikleri gibi, yine yalnız
başına Allah’ın huzuruna döneceklerdir. Örneğin bir beyefendi hanımına namaz kılmıyor ya da oruç
tutmuyor diye bir baskı yapamaz. Müslüman kadın ya da erkeğin, dinî vazifelerini
yerine getirmemeleri, birbirlerinden ayrılma, boşanma sebebi olamaz. Hele hele, koca
tarafından kadınlar bu sebeple dövülemez ve aşağılanamaz. Sadece eşler bu
konularda birbirlerine tavsiyelerde bulunabilirler, asla tehdit ve baskı gibi yöntemlere
başvuramazlar. İslam böyle bir yetkiyi kimseye vermemiştir. Çünkü din, bir sevgi,
bir ikna ve gönül işidir. Dinî konularda zorlama, insanı ikiyüzlülüğe ve
sapmalara götürür. Bir başka
açıdan toplum yaşayışının değişik kültür boyutlarında nasıl ki
farklılaşmalar oluyorsa, dini anlama, yorumlama ve yaşama düzeyinde de farklı bakış
açıları olabilir. Bu bakışın sahipleri ister koca, ister çocuklar ve isterse hanım
olsun fark etmez, herkes birbirine saygı ve tahammül göstermek zorundadır. Bizim
görevimiz, insanları mü’min-kâfir kategorisine ayırmak değildir. Bir kimse, eğer
ben Müslümanım diyorsa, bize düşen buna saygı göstermek, sen Müslüman değilsin,
deme hakkına sahip olmadığımızı bilmektir. “MAHALLE BASKISI” LAFI NEREDEN ÇIKTI? İnsanlık düşünce tarihine baktığımız
zaman, merkez-çevre ilişkisinin tarihsel geçmişi, her ülkede değişik sonuçlar
doğurmuştur. Bu ilişkinin geçirmiş olduğu evreler, bir toplumun sorunlarını
uzlaşma içinde çözmesine ya da sürekli gerilimler üretmesine neden olur. Şerif
Mardin'in merkez-çevre ilişkileri[4]
çalışmasında belirttiği gibi, merkez daima çevrenin niyetlerinden kuşku duyduğu
zaman, çevre de merkeze duyduğu güvensizlik
nedeniyle merkezle işbirliğine gitmez ve sürekli bir gerilim ve çatışma ortamı
doğar. Bu gerilim merkezin rahatlıkla hukuk dışına çıkmasına neden olur. Böylece tüm sorunlar bölünme korkusu içinde
güvenlik boyutuyla idari sorunlar olarak algılanır.
Bu bağlamda, bürokratik seçkinlerin aşkın devlet anlayışı
daha çok devlet-daha az toplum (güçlü merkez-güçsüz çevre) sonucunu doğurur.
Maalesef bugün yaşanan gerilim, bu tarihsel geleneği doğrulamaktadır.[5]
Dolayısıyla Türkiye’de yoğun tartışmaların merkezinde bulunan ‘kamusal alan, özel alan, sivil toplum, mahalle baskısı vb.
gibi tartışmaları iyi analiz edebilmek için, ‘merkez-çevre ilişkileri’
ekseninde olayları değerlendirmek gerekiyor. Türkiye’de yeni anayasa çalışmalarıyla
birlikte başlayan “başörtüsü” tartışması, sosyolog Şerif Mardin’in dilinden “mahalle
baskısı” kavramını tedavüle çıkardı. Bugüne kadar neden kimse ‘mahalle
baskısı’ndan söz etmiyordu? Bir başka açıdan asıl baskı hangi mahalleden
geliyordu da bu baskıya maruz kalan “kenardakiler”, aman toplumsal barış zarar görmesin diye ses çıkarmıyordu?
Bu soruların cevabını merkez-çevre ilişkilerinde aramak gerekiyor. Hiç şüphesiz bu tartışmaların
yapıldığı zamanlama kadar içeriği de çok önemlidir. Zamanlama, mübarek ramazan ayıdır.
Yapılan araştırmalara göre Türk halkının %96’sı oruç tutuyor. İşin tabiatı
gereği bu ayda namaz ve oruç konularında bir yoğunlaşma söz konusudur. Hatta günde
beş vakit namaz kılmayanların ramazan ayı gecelerinde kılınan Teravih namazlarını
ve haftada bir defa kılınan Cuma namazlarını kaçırmadıklarını görürsünüz. Bu
dindar insanlarımızın hassasiyet algısının bir neticesidir. Özellikle ramazan aylarında
halkımızda oluşan bu duyarlılık, hem hazer ve hem de sefer halinde geçerlidir.
Mademki bu milletin %99’u müslümansa, bu gayet normal görülmelidir. Çeşitli sebeplerden dolayı
yıllarca toplu taşıma araçları olan tren, uçak ve otobüslerde yolculuk yapıyoruz.
Örneğin, kimse otobüsleri namaz vakti durmaları konusunda zorlamamıştır. Bir teamül
olarak, -bunun temelinde ister müşteri talebi olsun, isterse başka nedenler olsun fark
etmez- otobüs firmaları her türlü ihtiyaç molasını karşılamak için dinlenme
tesislerinde durur. Vatandaş namaz da dâhil her türlü ihtiyacını karşılar. Belki
ramazan ayı münasebetiyle insanımızda dini duyarlığın yoğunlaşmasına bağlı
olarak böyle münferit bir olay yaşanmış olabilir. İneğin altında buzağı aramak
isteyen bazı gazeteler ve köşe yazarları, böyle
bir münferit olayı genelleştirerek sanki ülkede farklı bir iklime gidiliyor,
havasına ve gürültüsüne soktular. Sorunun temelinde, yaşama alanlarının
daraltılması değil, iktidar sorunu vardır. Hâlbuki akl-ı selim sahibi ve iyi niyetli
bir kimse, nasıl ki kendi yaşam alanlarında özgür olmayı düşünüyorsa, “öteki”
gördüğü ve bu ülkenin has evlatlarının da yaşama alanlarına saygı duymalıdır.
Gerçek aydından beklenen bu olmalıdır. Bir başka gündeme getirilen mesele
de özellikle Anadolu kentlerinde kimi lokanta ve içkili yerlerin Ramazan ayı münasebetiyle
kapandığı, iddiasıdır. Eğer böyle bir
durum varsa -ki ben zannetmiyorum- bu bir arz-talep ya da duyarlılık meselesidir.
Ramazan ayı gelince bazı lokanta sahipleri, lokantalarını yıllık bakıma alıyor. Ne
yerel yönetimler ve ne de onların iddia ettiği gibi halk, mahalle baskısı
yaparak kapatmalarını söylemediği halde, bar, pavyon ya da içki satan yerler
pencerelerine ‘ramazan münasebetiyle kapalıyız’ yazılarını asıyorlar. Önüne mikrofon uzatılınca konuşan ve
kuruldukları köşelerinde veryansın eden bu beyefendiler, niçin gidip de bu işyeri
sahipleriyle konuşmuyor da faturayı halka çıkarıyor? Bu da bir baskı türü değil
midir? Halk günah keçisi kabul ediliyor ve bunun üzerinden bir yerlere sinyaller
gönderiliyor. Hala şu kurt-koyun hikâyesinden vazgeçmeyecek miyiz? Yapılmak istenen bir Azeri atasözünde
geçtiği gibi ‘kaşınmayan yerden kan çıkarmaktır. Bu millet yeni Müslüman
olmuyor, bin yıldır İslam’la bağlantılıdır. Toplumda münferit olaylardan yola çıkararak
genellemeler yapmak, hiçbir zaman etik ve adil değildir. Albert Einstein’in
dediği gibi, “önyargılardan kurtulmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”
Meselenin altında ‘din ve iktidar sorunu’ yatmaktadır. Başı dinle kavgalı
olanlar ve iktidar alanlarını halkın seçim sandığında kaybedenler, halka saygı
duymak yerine psikolojik baskıyı; açık konuşmak yerine, kuşdiliyle konuşmayı
tercih ediyorlar. Diğer taraftan aynı adamlar, ABD ve
AB düşmanlığı yapıyorlar. İyi de bu karşıtlığı ne ile temellendireceksiniz?
Bizi bir arada tutan çimento nedir? Bu toplumda ‘din ve dini hayat’ milli
kimliğin bir parçası değil midir? Görüyorsunuz, dinden, maneviyattan ve ahlaktan
kopan bir nesil, hedonizme ve nihilizme kayıyor. Hedonizm tamamen nefsi emarenin
denetimine girmektir. Bu denetime giren bir kimse vatanını ve milletini sever mi?
Şehitlik ve gazilik gibi kutsal değerlerden hazzeder mi? Vatan savunmasında fedakârlıkta
bulunur mu? Bizi biz yapan ve bir arada tutan değer yargılarını ortadan
kaldırırsanız, bu millete en büyük kötülüğü yapmış olursunuz. Bakın geçenlerde Papa 16. Benedikt bütün bir dünyanın
Hıristiyanlaştırılması için demeçler veriyor. Bu
bir baskı söylemi değil midir sizce? Acaba biri kalksa, bütün dünyayı
İslamlaştırmamız gerekir ve bu uğurda mücadele verilmelidir, dese, ne dersiniz? Biz
sizin ötekine tilki, Müslümanlara aslan kesileceğinizi çok iyi biliyoruz. Bir de
zaman zaman kalkıp ülkemizde misyonerlik faaliyetleri arttı, diyorsunuz.
Mikrofonu din görevlilerine, ilahiyatçılara uzatarak, buna nasıl bir çare
üretmeliyiz? diye soruyorsunuz. Çare, “din eğitimine ağırlık vermekten geçiyor”
denildiğinde, bundan da rahatsızlık duyuyorsunuz. Din kültürü ve ahlak bilgisi
derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gerektiğini söylüyorsunuz. Niçin din eğitimi
konusunda bu teklifi yapıyorsunuz da başka dersler konusunda yapmıyorsunuz? Bu milletin
%99’u müslümansa dinini öğrenmekten daha doğal ve normal bir şey var mıdır? Müslüman
bir ülkede yaşayan ateistlerin de bu kültürü öğrenmesinde ne beis vardır? Hiç
olmazsa, Din kültürü bilgimizi artıralım da bu sene Kurban bayramı Hacca denk geldi,
deme cehaletini göstermeyelim. BİR ARADA YAŞAMANIN FORMÜLÜ: “SAYGI
VE TAHAMMÜL GÖSTERMEK” Bu millet, Osmanlı bakiyesidir. Yüzyıllarca
Osmanlı hinterlandında farklı din ve kültür mensuplarıyla bir arada yaşamıştır.
Hiçbir zaman onların kutsallarına saygısızlık yapmamıştır. Bundan sonra da
yapmaz. O halde gayr-i Müslime bile saygısızlık yapmayan insanlar, farklı yaşam
tarzına mensup diye kökü bu milletin dna’sını taşıyan öz kardeşine,
komşusuna, mahallelisine baskı yapar mı? Din, baskı ile zorlama ile olacak bir şey
değildir. Dine girmek gönülden bir kabule dayanır. Zorla güzellik olmaz. Mahalle baskısı
tarzında yaptığınız tartışmalar, farkına varmadan bu milletin hoşgörü ve bir
arada yaşama havasını bozuyor, kirletiyor. Sizin ‘mahalle baskısı’
oluşturur dediğiniz insanlar, bugünlerde derin seküler sularda kolaçan ediyor. Bırakın
bu milletten korkmayı, asıl siz kendinize olan güveninizden korkun ve kendinizi gözden
geçirin. Hala genlerinizde Aristokrat yönetim anlayışı var. Hala merkez-çevre
ikilemiyle yatıp kalkıyorsunuz. Çevrenin merkeze yürüyüşünden rahatsızlık
duyuyorsunuz. Bu millet çevre ve merkeziyle bir bütün olmalıdır. Çünkü her
yurttaş, yasalar karşısında eşittir. Çeyrek asırdır yaşadığımız sorunları, çevre-merkez ilişkileri tanımının dışına çıkarak bütün farklılıklarımızı bir kilimin desenleri gibi zenginlik kaynağı olarak görürsek, rahatlıkla çözebiliriz. Zira kültürel çoğulculuk ve farklı sosyal grupların bir ardalığı, katılımcı demokrasinin gelişim gücünü gösterir. Toplumsal sorunlara bu bağlamda yaklaşacak olursak, farklılıkları bir arada yaşatacak bir alan tanımı, milletimizin tarihsel sürekliliğine güç katacaktır. İslam, yeniliklere açık bir dindir. Yüzyıllar geçmesine rağmen hala güçlü
bir şekilde varlığını sürdürüyorsa, bunu, dinimizin sosyal hayata uyumunda ve değişimci/değiştirici
karakterinde aramak gerekir. İslam çağdaşlaşmaya
karşı değil, “öteki”leştirmeye karşıdır. O halde modernleşmenin göstergeleri;
yenilenme, özgürlük, çoğulculuk, teknolojik gelişme, hukukun üstünlüğü, farklılıklara
tahammül gibi değerler bütünüdür. Modernleşme bağlamında dini alanda meydana
gelen canlanmaya, 19. yüzyıl mantıkçı pozitivist alışkanlığın sonucu, geri
kalmışlığın alâmet-i fârikâları olarak bakılmamalıdır. Böylesi bir zihniyet biçimi artık
inandırıcılığını yitirmiştir. Modernleşmenin bazı bakımlardan sekülerleşmeye
sebep olduğu, hatta bazı coğrafyalarda bunun daha fazla hissedildiği doğrudur. Ama
modernleşmenin sekülerleşme karşıtı birçok güçlü “dinî canlanmayı”
doğurduğu da ortadadır. Artık
insanımızı, “mahalle baskısı” gibi yapay ve ayrıştırıcı dil kullanmak
suretiyle küçümsemekten kaçınmamız gerekmektedir. Modernliğin ölçüsünü, dine
rağmenlikte aramada değil, insanımızın gelir düzeyinin çıtasını kalkınmış
ülkeler düzeyine hatta onların da en üstüne çıkarıp çıkarmadığımızla
belirlemeliyiz. Eğer siz kendi ürettiğiniz modernlikten korkmuyorsanız, süreç
içerisinde dönüşüm hayatın bütün alanlarında kendisini özgürlük temelinde
üretecektir.
|
. |