.

 

“BASKILARIN KISKACINDA” İSLAM ÂLEMİ

Ramazan ALTINTAŞ

Nida Dergisi – Kasım 2007 – Sayı 121

nida_dergisi@hotmail.com

 

 

 

 

İSLAM COĞRAFYALARINDA BASKI VE ŞİDDETİN KAYNAĞI

İnsanlık tarihi boyunca gönderilen ilahi dinlerin geliş amacı, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamaktır.  Hz. Âdem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e (a.s) kadar gönderilen ilahi dinlerin ortak adı: “İslam’dır.” Dolayısıyla, otantik açıdan bütün ilahi dinlerin özünde çatışma değil, uzlaşma ve barış vardır. Bütün ilahi dinler, insan hakları, ahlak ve hukukun üstünlüğünü savunmakta, barış içerisinde yaşamanın gereğini vurgulamakta, adaletli bölüşüm ve paylaşmayı teşvik etmektedir. Düşmanlığı, savaşı ve kavgayı asla tasvip etmemektedir.

Tarihte değişik din mensupları arasında görülen savaşlar, inançlardaki farklılıklardan dolayı değil, mevcut iktidar sahiplerinin askeri, siyasi ve ekonomik çıkarları uğruna gösterdikleri çabalarından kaynaklanmaktadır. Bugün Irak ve Afganistan’da olup-bitenler de bunun bir parçasıdır. Temelinde emperyalist ABD ve koalisyon güçlerinin bölgenin enerji kaynaklarını kontrol etmek, güçlenen Asya’ya karşı bir sed oluşturmak pahasına amaçlarına ulaşmak için binlerce Müslüman’ın kanını, canını, namusunu, malını ve bütün varlığını harcamaktan çekinmemektir. Zulüm, hiçbir zaman ebedî değildir. Mutlaka her türlü zulmü işleyenler mazlumların çığlıkları arasında korkunç bir şekilde boğulup gideceklerdir. İlahi yasaya göre; “Allah mühlet verir, asla ihmal etmez!.” Bir şartla, mazlumlar görevlerini yerine getirir ve “bittim Allah’ım, yardım et” dedikleri zaman, zalimlerin korkunç bir inkılâpla sarsıldıklarını göreceklerdir.

Toplumsal düzende adâlet ve hakkaniyet ölçülerine göre bir yaşam biçimi geliştirmek çok önemlidir. Eğer bir toplumda, adalet ve hakkaniyet duygusu yara alırsa,  sosyal, siyasal ve iktisadi hayatın her alanında güvensizlik ve istikrarsızlık baş gösterir. Bu bağlamadan hareket edilirse, genel olarak bütün bir dünyada, özel olarak İslam dünyasında her türlü baskıyı ve şiddeti besleyen temel etkenler arasında; adalet ve hakkaniyetin terk edilmesi, cehalet ve yoksulluğun izdivacı, sayılabilir. Böyle bir vasat,  her türlü kötülüğün ve güvensizliğin tetikleyicisidir.

Çağdaş İslam dünyasında gelir bölüşümünde muazzam adaletsizlikler var. İslam âleminin çoğu, petrol zengini, âdil bölüşüm olmadığı için toplumun % 80’i yoksulluk içinde yaşarken, % 20’lik bir azınlık varlık ve lüks bir hayat içinde müsrifçe yaşamaktadır. Bir başka ifade ile 100 milyon kişiden sadece 16 milyonu insan gibi yaşamaktadır.  İster istemez bu durum, önce beyinlerde ve sonra da toplumsal katmanlarda şiddet hareketlerinin mayalanmasını hazırlamaktadır. İslam ve terör kelimelerini yan yana getirenler şunu iyi bilmelidirler ki,  burada asıl sorumlu olan İslam değil, İslam’ı terörün kaynağı olarak gösteren müstekbir ve sömürgeci güçlerin, onların İslam âlemindeki uzantısı olan despotların katkılarıyla oluşan sosyo-ekonomik arka plandır. Bunların başında gelir dağılımındaki korkunç adaletsizlik, işsizlik, eğitimde fırsat eşitliğinin olmaması, ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılması ve kapalı bir toplum modeli yaşama gibi etkenler gelmektedir. Bütün bu faktörler ister istemez her türlü ‘aşırı uç hareketleri’ besliyor.

Öte yandan hala İslam dünyasında siyasi baskılar ve diktatörlüklerle yönetilen ülkeler var. Halkların demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve liberalleşme talepleri bastırılıyor. Bütün bu insan hakkı ihlalleri,  içinde şiddeti besliyor. Barış olgusuna küresel düzeyde çözüm çareleri aramak gerekiyor. Bu anlamda“İslam dünyası kendi problemlerini örtmek için Batı’ya öfke duyuyor” iddiası da yanlıştır. Batı bu konuda çifte standarda dayalı bir politika izliyor ve pragmatist davranıyor.

Müslümanların kahır ekseriyeti şu bakış açısının bilincindedir. Bir defa İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve bu hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. Bir defa bireysel ve toplumsal planda her Müslüman barışın sigortasıdır, güvencesidir. Her Müslüman Mekke’nin şiddet ortamında değil, Medine’nin barış ortamında İslam’ın daha hızlı yayıldığını çok iyi bilir.

İslâm’ın en önemli hedeflerinden biri, güvenilen bireyler yetiştirmektir. İslam’ın ibadetlerle ilgili düzenlemelerine bakalım, hepsinde de temel gaye, “iyi geçinmek” ve toplumsal barışa katkıda bulunmak ahlakını yerleştirmektir. Hatta Kur’an’da hukuk fikrinden önce ahlak üzerinde durulur. Çünkü barış ve esenlik toplumunu kurmak, dinin ahlaki-manevi yönünü sosyal ilişkilerde yaşanılır kılmaya bağlıdır. İslam’ın bu noktada temel amacı, sosyal ilişkilerde ahlâkiliği yaşanılır hale getirmektir.  İnsan hayatına büyük değer veren İslâm dini, “haksız yere bir kişiyi öldürmeyi tüm insanlığı öldürmekle eşit tutmuş; bir insanın canını kurtarmayı da, bütün insanların hayatlarını kurtarmaya denk saymıştır.”[1] Bunun dışında İslam’ı sevimsiz gösterme girişimleri ya cehaletten kaynaklanmaktadır ya da art niyetli tutumlardan. Eğer Müslümanlar bireysel ve toplumsal hayatlarında İslam’ı canlı ve diri bir şekilde temsil ederlerse, elbette bu olumsuz bakış açıları değişecektir. Mutlaka akl-ı selim galip gelecektir.

İslam, her ne suretle olursa olsun ve hangi gerekçe gösterilirse gösterilsin, fiziki ve psikolojik anlamda her türlü baskı ve şiddetin karşısındadır. İslam ilk defa Mekke’de ortaya çıktığı zaman karşısında toplumun zayıflarına yapılan sayısız baskılarla karşılaştı. Başta kadınlara uygulanan kötü muamele geliyordu. Bunun için,   insanı, insana karşı savundu. İnsanın, şahsiyetini, değerini ve kimliğini yüceltti. Temeli, ikna ve hoşgörü anlayışına dayanan bir din, elbette her türlü aşırılıklarla da mücâdele vermiştir.   Bunu biz İslam’ın, inanç ve ifade özgürlüğü alanında getirdiği temel ilkelerde görebiliriz.

DİN,   BASKIYLA YAYILMAZ.

            İslâm bilginleri, dini,  akıl sahiplerinin kendi özgür iradeleriyle tercih ettikleri inanç ve yaşama biçimi şeklinde tanımlarlar. Dinin bir vicdan işi olduğunu, iman ya da inkârda zorlamanın ve baskının olmadığını bize en iyi anlatan Bakara Suresi’nin 256. ­âyetidir: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. Bir defa bu âyete göre insanlara, baskı yoluyla dini kabul etmeleri ya da dini kuralları yaşamaları noktasında dayatmada bulunmak, İslâmî bir tavır değildir. Bütün İslâm bilginleri, imanın tamamen hür irade ile ve gönülden gelen bir kabullenmeye dayalı bir gerçeklik olduğu hususu üzerinde uzlaşma sağlamışlardır. Kur’an’ın ruhu da böyledir. Zira iyi niyete, iradenin tercihine dayanmayan ve gönülden benimsenmemiş bir dindarlık, din açısından inkârla eşit tutulan nifak anlamına gelir ve fertte kişilik parçalanmasına yol açar. Kaldı ki, böyle bir dindarlık, İslam açısından oldukça sorunludur. İslâm hiçbir zaman böylesi bir sonuca rıza göstermez. İslâm, gönülden gelen bir kabulle, insanın tahkike, araştırmaya yönelerek bir şeyi apaçık delilleriyle öğrenmek suretiyle yakînî bilgiye ulaşmasını temel veri olarak öne alır. Çünkü bu manada fert ve toplumun bilgi seviyesi yükseltilmeden o konuda kognitif bir bilgi sahibi olunmadan tercihte bulunmak sağlıklı bir seçim olamaz. İnsanın kalbinin ve aklının önündeki engeller bertaraf edilecektir ki, insana özgürce düşünebilme ve özgürce irade beyanında bulunabilme imkânı doğmuş olsun. Bundan dolayı Allah insanı bilgilendirmek için Kitap indirmiş, peygamber göndermiş ve akıl vermiştir. Bütün bu ilâhî bilgilendirmeler insanın bilinçli karar vermesine hizmet içindir. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle açıklanır: “Eğer Rabb’in dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için zor mu kullanacaksın?”[2] Dolayısıyla Yüce Allah, insanların irade hürriyetine baskı yaparak müdâhale etmemektedir. İnsanın iman ve küfür konusundaki tercihini, irade beyanını bizâtihî kendi kararına bırakmaktadır: “De ki: Hak Rabb’inizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.”[3] Çünkü cennet ve cehennemin, iman ve küfrün, sevap ve günahın anlamlı olması, irade özgürlüğünü gerektirmektedir. Bu açıdan İslam, kişinin bireysel sorumluluk alanıyla ilgili konularda onu iradesinde müstakil kılmıştır.

İSLAM’DA BASKI YOK, TEŞVİK VE TAVSİYE VARDIR.

İslam’da baskı yok, teşvik vardır. Çünkü hakkı tavsiye, Allah’ın bir emridir. Dolayısıyla, İslam’da nasıl ki insanlar dine girmede zorlanmazlarsa, ibadetlerini yerine getirmede de zorlanamazlar. Kur’an’da namaz kılmayanın, oruç tutmayanın, hacca gitmeyenin, zekat vermeyenin, kısaca tabbüdi konularda ihmalkarlık gösteren kimselere karşı dünyevî müeyyidelerle cezalandırılmasına dair bir âyet yoktur. Kur’an bu dinî sorumlulukları yerine getirmeyenlerin âhirette cezalandırılacağından bahseder. O halde, dini açıdan aile reisine, örneğin, hanımına ve çocuklarına karşı, ibadetlerini yerine getirmede tavsiyenin ötesinde, müeyyide türü ceza uygulamada görev yüklememiştir. Herkes kendinden sorumludur. Hiç kimse hiç kimsenin günah yükünü yüklenmez. İnsanlar, yalnız başına dünyaya geldikleri gibi, yine yalnız başına Allah’ın huzuruna döneceklerdir. Örneğin bir beyefendi hanımına namaz kılmıyor ya da oruç tutmuyor diye bir baskı yapamaz. Müslüman kadın ya da erkeğin, dinî vazifelerini yerine getirmemeleri, birbirlerinden ayrılma, boşanma sebebi olamaz. Hele hele, koca tarafından kadınlar bu sebeple dövülemez ve aşağılanamaz. Sadece eşler bu konularda birbirlerine tavsiyelerde bulunabilirler, asla tehdit ve baskı gibi yöntemlere başvuramazlar. İslam böyle bir yetkiyi kimseye vermemiştir. Çünkü din, bir sevgi, bir ikna ve gönül işidir. Dinî konularda zorlama, insanı ikiyüzlülüğe ve sapmalara götürür.

Bir başka açıdan toplum yaşayışının değişik kültür boyutlarında nasıl ki farklılaşmalar oluyorsa, dini anlama, yorumlama ve yaşama düzeyinde de farklı bakış açıları olabilir. Bu bakışın sahipleri ister koca, ister çocuklar ve isterse hanım olsun fark etmez, herkes birbirine saygı ve tahammül göstermek zorundadır.  Bizim görevimiz, insanları mü’min-kâfir kategorisine ayırmak değildir. Bir kimse, eğer ben Müslümanım diyorsa, bize düşen buna saygı göstermek, sen Müslüman değilsin, deme hakkına sahip olmadığımızı bilmektir.

“MAHALLE BASKISI” LAFI NEREDEN ÇIKTI?

İnsanlık düşünce tarihine baktığımız zaman, merkez-çevre ilişkisinin tarihsel geçmişi, her ülkede değişik sonuçlar doğurmuştur. Bu ilişkinin geçirmiş olduğu evreler, bir toplumun sorunlarını uzlaşma içinde çözmesine ya da sürekli gerilimler üretmesine neden olur. Şerif Mardin'in merkez-çevre ilişkileri[4] çalışmasında belirttiği gibi, merkez daima çevrenin niyetlerinden kuşku duyduğu zaman,  çevre de merkeze duyduğu güvensizlik nedeniyle merkezle işbirliğine gitmez ve sürekli bir gerilim ve çatışma ortamı doğar. Bu gerilim merkezin rahatlıkla hukuk dışına çıkmasına neden olur.  Böylece tüm sorunlar bölünme korkusu içinde güvenlik boyutuyla idari sorunlar olarak algılanır.   Bu bağlamda, bürokratik seçkinlerin aşkın devlet anlayışı daha çok devlet-daha az toplum (güçlü merkez-güçsüz çevre) sonucunu doğurur. Maalesef bugün yaşanan gerilim, bu tarihsel geleneği doğrulamaktadır.[5] Dolayısıyla Türkiye’de yoğun tartışmaların merkezinde bulunan ‘kamusal alan,  özel alan, sivil toplum, mahalle baskısı vb. gibi tartışmaları iyi analiz edebilmek için, ‘merkez-çevre ilişkileri’ ekseninde olayları değerlendirmek gerekiyor.

Türkiye’de yeni anayasa çalışmalarıyla birlikte başlayan “başörtüsü” tartışması,  sosyolog Şerif Mardin’in dilinden “mahalle baskısı” kavramını tedavüle çıkardı. Bugüne kadar neden kimse ‘mahalle baskısı’ndan söz etmiyordu? Bir başka açıdan asıl baskı hangi mahalleden geliyordu da bu baskıya maruz kalan “kenardakiler”,  aman toplumsal barış zarar görmesin diye ses çıkarmıyordu? Bu soruların cevabını merkez-çevre ilişkilerinde aramak gerekiyor.

Hiç şüphesiz bu tartışmaların yapıldığı zamanlama kadar içeriği de çok önemlidir. Zamanlama, mübarek ramazan ayıdır. Yapılan araştırmalara göre Türk halkının %96’sı oruç tutuyor. İşin tabiatı gereği bu ayda namaz ve oruç konularında bir yoğunlaşma söz konusudur. Hatta günde beş vakit namaz kılmayanların ramazan ayı gecelerinde kılınan Teravih namazlarını ve haftada bir defa kılınan Cuma namazlarını kaçırmadıklarını görürsünüz. Bu dindar insanlarımızın hassasiyet algısının bir neticesidir. Özellikle ramazan aylarında halkımızda oluşan bu duyarlılık, hem hazer ve hem de sefer halinde geçerlidir. Mademki bu milletin %99’u müslümansa, bu gayet normal görülmelidir.

Çeşitli sebeplerden dolayı yıllarca toplu taşıma araçları olan tren, uçak ve otobüslerde yolculuk yapıyoruz. Örneğin, kimse otobüsleri namaz vakti durmaları konusunda zorlamamıştır. Bir teamül olarak, -bunun temelinde ister müşteri talebi olsun, isterse başka nedenler olsun fark etmez- otobüs firmaları her türlü ihtiyaç molasını karşılamak için dinlenme tesislerinde durur. Vatandaş namaz da dâhil her türlü ihtiyacını karşılar. Belki ramazan ayı münasebetiyle insanımızda dini duyarlığın yoğunlaşmasına bağlı olarak böyle münferit bir olay yaşanmış olabilir. İneğin altında buzağı aramak isteyen bazı gazeteler ve köşe yazarları,  böyle bir münferit olayı genelleştirerek sanki ülkede farklı bir iklime gidiliyor, havasına ve gürültüsüne soktular. Sorunun temelinde, yaşama alanlarının daraltılması değil, iktidar sorunu vardır. Hâlbuki akl-ı selim sahibi ve iyi niyetli bir kimse, nasıl ki kendi yaşam alanlarında özgür olmayı düşünüyorsa, “öteki” gördüğü ve bu ülkenin has evlatlarının da yaşama alanlarına saygı duymalıdır. Gerçek aydından beklenen bu olmalıdır.

Bir başka gündeme getirilen mesele de özellikle Anadolu kentlerinde kimi lokanta ve içkili yerlerin Ramazan ayı münasebetiyle kapandığı, iddiasıdır.  Eğer böyle bir durum varsa -ki ben zannetmiyorum- bu bir arz-talep ya da duyarlılık meselesidir. Ramazan ayı gelince bazı lokanta sahipleri, lokantalarını yıllık bakıma alıyor. Ne yerel yönetimler ve ne de onların iddia ettiği gibi halk, mahalle baskısı yaparak kapatmalarını söylemediği halde, bar, pavyon ya da içki satan yerler pencerelerine ‘ramazan münasebetiyle kapalıyız’ yazılarını asıyorlar.  Önüne mikrofon uzatılınca konuşan ve kuruldukları köşelerinde veryansın eden bu beyefendiler, niçin gidip de bu işyeri sahipleriyle konuşmuyor da faturayı halka çıkarıyor? Bu da bir baskı türü değil midir? Halk günah keçisi kabul ediliyor ve bunun üzerinden bir yerlere sinyaller gönderiliyor. Hala şu kurt-koyun hikâyesinden vazgeçmeyecek miyiz?

Yapılmak istenen bir Azeri atasözünde geçtiği gibi ‘kaşınmayan yerden kan çıkarmaktır. Bu millet yeni Müslüman olmuyor, bin yıldır İslam’la bağlantılıdır. Toplumda münferit olaylardan yola çıkararak genellemeler yapmak, hiçbir zaman etik ve adil değildir. Albert Einstein’in dediği gibi, “önyargılardan kurtulmak, atomu parçalamaktan daha zordur.” Meselenin altında ‘din ve iktidar sorunu’ yatmaktadır. Başı dinle kavgalı olanlar ve iktidar alanlarını halkın seçim sandığında kaybedenler, halka saygı duymak yerine psikolojik baskıyı; açık konuşmak yerine, kuşdiliyle konuşmayı tercih ediyorlar.

Diğer taraftan aynı adamlar, ABD ve AB düşmanlığı yapıyorlar. İyi de bu karşıtlığı ne ile temellendireceksiniz? Bizi bir arada tutan çimento nedir? Bu toplumda ‘din ve dini hayat’ milli kimliğin bir parçası değil midir? Görüyorsunuz, dinden, maneviyattan ve ahlaktan kopan bir nesil, hedonizme ve nihilizme kayıyor. Hedonizm tamamen nefsi emarenin denetimine girmektir. Bu denetime giren bir kimse vatanını ve milletini sever mi? Şehitlik ve gazilik gibi kutsal değerlerden hazzeder mi? Vatan savunmasında fedakârlıkta bulunur mu? Bizi biz yapan ve bir arada tutan değer yargılarını ortadan kaldırırsanız, bu millete en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.

Bakın geçenlerde Papa 16. Benedikt bütün bir dünyanın Hıristiyanlaştırılması için demeçler veriyor.  Bu bir baskı söylemi değil midir sizce? Acaba biri kalksa, bütün dünyayı İslamlaştırmamız gerekir ve bu uğurda mücadele verilmelidir, dese, ne dersiniz? Biz sizin ötekine tilki, Müslümanlara aslan kesileceğinizi çok iyi biliyoruz. Bir de zaman zaman kalkıp ülkemizde misyonerlik faaliyetleri arttı, diyorsunuz. Mikrofonu din görevlilerine, ilahiyatçılara uzatarak, buna nasıl bir çare üretmeliyiz? diye soruyorsunuz. Çare, “din eğitimine ağırlık vermekten geçiyor” denildiğinde, bundan da rahatsızlık duyuyorsunuz. Din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gerektiğini söylüyorsunuz. Niçin din eğitimi konusunda bu teklifi yapıyorsunuz da başka dersler konusunda yapmıyorsunuz? Bu milletin %99’u müslümansa dinini öğrenmekten daha doğal ve normal bir şey var mıdır? Müslüman bir ülkede yaşayan ateistlerin de bu kültürü öğrenmesinde ne beis vardır? Hiç olmazsa, Din kültürü bilgimizi artıralım da bu sene Kurban bayramı Hacca denk geldi, deme cehaletini göstermeyelim.

BİR ARADA YAŞAMANIN FORMÜLÜ: “SAYGI VE TAHAMMÜL GÖSTERMEK”

Bu millet, Osmanlı bakiyesidir. Yüzyıllarca Osmanlı hinterlandında farklı din ve kültür mensuplarıyla bir arada yaşamıştır. Hiçbir zaman onların kutsallarına saygısızlık yapmamıştır. Bundan sonra da yapmaz. O halde gayr-i Müslime bile saygısızlık yapmayan insanlar, farklı yaşam tarzına mensup diye kökü bu milletin dna’sını taşıyan öz kardeşine, komşusuna, mahallelisine baskı yapar mı? Din, baskı ile zorlama ile olacak bir şey değildir. Dine girmek gönülden bir kabule dayanır. Zorla güzellik olmaz. Mahalle baskısı tarzında yaptığınız tartışmalar, farkına varmadan bu milletin hoşgörü ve bir arada yaşama havasını bozuyor, kirletiyor.

Sizin ‘mahalle baskısı’ oluşturur dediğiniz insanlar, bugünlerde derin seküler sularda kolaçan ediyor. Bırakın bu milletten korkmayı, asıl siz kendinize olan güveninizden korkun ve kendinizi gözden geçirin. Hala genlerinizde Aristokrat yönetim anlayışı var. Hala merkez-çevre ikilemiyle yatıp kalkıyorsunuz. Çevrenin merkeze yürüyüşünden rahatsızlık duyuyorsunuz. Bu millet çevre ve merkeziyle bir bütün olmalıdır. Çünkü her yurttaş, yasalar karşısında eşittir.

Çeyrek asırdır yaşadığımız sorunları, çevre-merkez ilişkileri tanımının dışına çıkarak bütün farklılıklarımızı bir kilimin desenleri gibi zenginlik kaynağı olarak görürsek, rahatlıkla çözebiliriz. Zira kültürel çoğulculuk ve farklı sosyal grupların bir ardalığı, katılımcı demokrasinin gelişim gücünü gösterir. Toplumsal sorunlara bu bağlamda yaklaşacak olursak, farklılıkları bir arada yaşatacak bir alan tanımı, milletimizin tarihsel sürekliliğine güç katacaktır.

İslam, yeniliklere açık bir dindir. Yüzyıllar geçmesine rağmen hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyorsa, bunu, dinimizin sosyal hayata uyumunda ve değişimci/değiştirici karakterinde aramak gerekir.  İslam çağdaşlaşmaya karşı değil, “öteki”leştirmeye karşıdır. O halde modernleşmenin göstergeleri; yenilenme, özgürlük, çoğulculuk, teknolojik gelişme, hukukun üstünlüğü, farklılıklara tahammül gibi değerler bütünüdür. Modernleşme bağlamında dini alanda meydana gelen canlanmaya, 19. yüzyıl mantıkçı pozitivist alışkanlığın sonucu, geri kalmışlığın alâmet-i fârikâları olarak bakılmamalıdır.  Böylesi bir zihniyet biçimi artık inandırıcılığını yitirmiştir. Modernleşmenin bazı bakımlardan sekülerleşmeye sebep olduğu, hatta bazı coğrafyalarda bunun daha fazla hissedildiği doğrudur. Ama modernleşmenin sekülerleşme karşıtı birçok güçlü “dinî canlanmayı” doğurduğu da ortadadır.  Artık insanımızı, “mahalle baskısı” gibi yapay ve ayrıştırıcı dil kullanmak suretiyle küçümsemekten kaçınmamız gerekmektedir. Modernliğin ölçüsünü, dine rağmenlikte aramada değil, insanımızın gelir düzeyinin çıtasını kalkınmış ülkeler düzeyine hatta onların da en üstüne çıkarıp çıkarmadığımızla belirlemeliyiz. Eğer siz kendi ürettiğiniz modernlikten korkmuyorsanız, süreç içerisinde dönüşüm hayatın bütün alanlarında kendisini özgürlük temelinde üretecektir.



[1] Bkz. el-Maide 5/32.

[2] Yunus 10/99.

[3] el-Kehf 18/29.

[4] Şerif Mardin, “Türk Siyasasının Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İstanbul, İletişim, 1992.

[5] Ümit Kardaş, “Uzlaşma ya da Gerilim”, Radikal,     25.06.2006.


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.