.

BENİM DİNİM, SENİN DİNİN, O’NUN DİNİ…

Nurettin Özcan

Nida Dergisi – Ekim 2007

 

               Bu yazımızda, Türk toplumunun islama bakış serüveninde çok kısa tarihsel bir seyir yaparak, İslam’ın bizim kültürümüzdeki algılanış biçimi hakkında belirleyici çok küçük notlar düşüp, ruhumuzda üstün bir değeri olduğunu söylediğimiz İslam’ın aslında gözleri kamaştıracak bir düzeyde hayatımıza alınıp alınmadığını görmeye çalışacağız. Yoksa maksadımız, Türklerin, Muaviye’nin valisi Ubeydullah bin Ziyad ile başlayıp Kuteybe ile yoğunlaşan ve bugüne uzanan geniş bir tarihi hikâyesini ortaya koymak değildir. Görmek istediğimiz yalnızca, Allah’ın koyduğu hükümlerin geniş bir yelpaze içinde geçmişten günümüze ne kadar duyarlılıkla ele alındığını görmektir o kadar.

Nazım Paşa’nın; “Be biz Osmanlıyız, biz bize benzeriz” diye söylediği meşhur bir sözü vardır. Dolayısı ile bizim kültür atlasımızdaki her anlayış’ın, her olgu’nun yalnızca bize ait istisnai renkleri taşıyor olması tarihi bir vakıadır. Yalnızca bizim toplumsal dokumuza has olan, batı toplumlarında benzerini bizdeki kadar büyük ölçekler içinde göremeyeceğimiz ve bizi bütün açıklığıyla tanımlayıcı vasıflarımızdan biri de, yalnızca yönetim erki’nin ve aydınların gösterdiği yolda derin bir iç rahatlığı ve kendinden geçiren bir biat anlayışı ile yolumuzu sürdürme anlayışımızdır. Tarih boyunca hep çok üstün görülen iradelerin buyrukları tartışılmaz değerde emirler telâkki edilmiş ve onlara kusursuzca itaat edilmiştir. Bugün bile insanların sürüler halinde bir yığın cemaate kapılanıp oradan fikir alıp iman tazelemeye duydukları ihtiyaç, kıt bir zekâdan ziyade, deva reçetelerini hep başka iradelerden isteme alışkanlığındandır. Bu o kadar öyledir ki; bunun öyle olmadığı söylendiği ölçüde bizzat öyledir. Ve ne yazık ki, bu tarafımız, bizi selamete çıkaracak en faydalı ve en duyarlı yanlarımızı elimizden alarak hep başkalarının ruh üstünlüğüne güvenmemizi kolaylaştırmıştır. 1924 yılının ilkbaharı. Erzurum Pasinler’de bir depremde birçok köyün evi yıkılır. Zarar gören halk için oraya giden devlet ricâli insanlarla konuşmaya, bilgi toplamaya başlar. Bir ara yetkili kenarda suskunca duran şahsa sorar: “Hükümet sana kaç lira verse zararını karşılayabilirsin?” adam yöre ağzıyla cevap verir: “Valle Padişeh bilir,”  “Baba artık Padişah yok, siz onları kaldırdınız, söyle bakalım zararın nedir?” adam yine cevap verir: “ Padişeh bilir.”(Niyazi Ahmet Banoğlu-Tarihi Öyküler CD2-Genelge ile devrim olmaz) İşte bizim insanımız, kendi ruhuna kılavuzluk edecek iradeyi elde edemediği ve kendisini daima yeteneksiz bulduğu için, geleceğini de sürekli hatalı temalar ve şüpheli yollarda aramıştır.

 Sistem bazen bunun öyle olmadığını, zihinsel dönüşümün başladığını ve artık toplumsal iradenin özgür kalacağı olgunluğa geldiğinizi size hissettirecek dramlarını ortaya sürer. Ve siz bu noktada; “evet artık kendime malikim” dediğiniz anda yeniden bir başka oyunun rolünü üstlenmişsinizdir. Bu durum sosyal hayatın bütün alanlarında böyle olmuştur ve böyle sürmektedir. İstisna denilecek aykırılıklar zaman zaman göze gelse de sistemin boğucu atmosferi içinde kolayca örtülmektedir. Zaten bir devrin ünlü sadrazamı Keçeci Fuat Paşa, halkın bu suskunluğunu, talepsizliğini ve hareketsizliğini kendisine has nükteli üslubu ile “Halktan, tabandan hiçbir talep gelmediği için biz de pabuççu muştası gibi yan taraftan, yabancı sefaretlerden yardım alıyoruz” diyerek durumu özetler. Selçuklulardan Osmanlıya, Osmanlıdan günümüze uzanan kültür atlasının toplumsal gelişim çizgisinde çok şey var gibi görülse bile, özellikle İslam’ı, hayatın bütününü kuşatan bir ilkeler manzumesi olarak görmede, devletin ve halkın din anlayışlarındaki derin farklılıkları sürmektedir. Yâni İslâm’a ait kavramların dili; her iki tarafta da bütünüyle kitaba uygun düşmemekle beraber, devlet’in ve halk’ın kendilerini ittifak halinde görmek istediklerinde birbirlerine karşı kullandıkları müşterek bir dil olmuştur. Yani Medrese’nin, halkın, Bâb-ı Âli’nin ve saray’ın İslami algılamaya bakışları farklı olmuş ama şartlar gerektirdiğinde bu alan hep bir ittifak hattı olarak kullanılmıştır. Meselâ, dinî duyarlılığı hiç olmayan ve hatta İslam’a çok ciddi hasım olduklarını bile söyleyebileceğimiz ittihatçılar(1), toplumun nezdinde nüfuzlarını kaybetmeye başladıklarında, kendilerine eski sempati duygularını yeniden kazandırabileceği umuduyla, Ramazan ayında oruç yiyenlere ağır cezalar verileceğini bildiren yasalar çıkarırlar. Yani İslam anlayışı, bizde yönetim yetkisini elinde bulunduranlar tarafından, çok yüksek heyecanları ilham edecek bir terbiye havası içinde ele alınmamıştır. Çok büyük bir ekseriyeti okuma yazma bilmeyen halkın(tebaa) ise İslam dinini tanıması ve ona duyduğu yakınlığı; Kur’an ile bizzat yüz yüze gelme terbiyesi ile değil, tekkelerin, dervişlerin ve benzeri unsurların güzelliklerini üstün bir zevkle benimsemeleri, eski Türk şaman geleneklerinin İslam’a katılması, Hıristiyan ve Yahudilerin Müslüman olduklarında buraya kısmen taşıdıkları inançları ile oluşmuş heterojen bir harmandır ki, yaygınlığını bugün bile hâlâ sürdürmektedir. Yâni toplumumuzda İslam denildiğinde bütün meşhurluğuna rağmen söz hakkı, Kur’an’ın değil maalesef halkın dimağına hakim olan diğer unsurlarındır. Ama o, onun Kitap’tan olduğunu söyler. Bu konuda kendimizi ve özellikle de geçmişimizi sorgulamayı ecdadımıza karşı bir tür nezaketsizlik ya da bir vefasızlık telakki edip sorgulamadığımız sürece(*) masallarda yaşamayı sürdürürüz. İslam bir bütün olarak, yani hayatımızı bütünleyip tamamlayıcı bir din anlayışı olarak bünyemize tamamen nüfuz etmiş midir? Buna evet demek o kadar kolay değil. Bakınız, Sultan Alparslan’ın ve Melikşah’ın ünlü Selçuklu veziri Nizamü’l- Mülk’ün meşhur eseri “Siyasetname”sinde, sultanların nasıl davranmaları gerektiği konusundaki tavsiyelerinden birisi de, hafta içinde bir veya iki gün tertip edilmesi gereken ve türlü merasim incelikleri anlatılan içki(şarap) meclisleridir.(Nizamü’l-Mülk– Siyasetname –XXX.Fasıl) Osmanlı’da ise devletin İslam algılaması, özellikle II. Mehmed’in merkezi devlet otoritesini tesis etmesinden sonra halkı bir arada tutan siyasi bir dayanak, en yüksek dini merci şeyhülislamlık ise, hakkın mührünü taşımaktan çok, devletin icraatını halk nezdinde meşrulaştıran bir onay makamı olarak işlevini sürdürmüştür. Sarayın fermanını, meşru olmayışı sebebi ile onaylamayı kabul etmeyen din büyüklerinin sayısı çok olmamakla birlikte, bu reddiyelerinin, çok geçmeden kendi azillerini getirdiğini görmekteyiz. Mesela, II. Osman’ın kardeş katli konusundaki fetva talebine Şeyhülislam Esad Efendi olumlu cevap vermeyince derhal azledilir. (Prof. Dr. M. A. Ünal- Türk Yurdu – 700. Yılında Osmanlı shf. 191) Ne var ki, siyasallaşmış şeyhülislamlar’ın ve ulema’nın hepsi aynı iman duruluğunda olmayınca Kur’an adına meydan okuyacak cesareti de kendilerinde bulamazlar. Sultan II. Abdülhamid’in halli hususunda asılsızlığı ve yalan tertibi herkes tarafından bilinen ve bu sebeple fetva emini Hacı Nuri Efendi tarafından reddedilen hal fetvasını büyük tefsir âlimi Elmalılı Küçük Hamdi Efendi hazırlamamış mıydı? Eğer o günün zorlayıcı şartları vardı diyenlerimiz olursa, aynı kimseler, benzer şartları Ebu Hanife için de düşünüvermelidirler. Bir konuda ilim sahibi olmak ile imana dayalı bir alanda cüret sahibi olmak çok farklı keyfiyetlerdir.

 Mah-ı Peyker Kösem Sultan, oğlu Sultan İbrahim’in hapsedildiği, etrafı horasanla sıvandığı için adeta diri diri gömüldüğü odadan çıkmaması ve eğer çıkarsa kendisinden hesap soracağı korkusuyla Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’ya: “Sarayda fitne vardır. Tiz mahbesi bir hoşça sed ve istihkâm eylesünler. Eğer bir boşanırsa maazallah kimesnemiz kalmayız” diyerek sultanın mahpus tutulduğu hücrede cellat Kara Ali’ye zorla boğdurtulur. Sultan İbrahim’in bütün çılgınlıklarına “caizdir” fetvası veren ulema ve Şeyhülislam Abdurrahim Efendi bu defa ölüm fetvası verir.” Menasıb-ı ilmiye ve seyfiyeyi ehline vermeyüp rüşvetle nâ ehline tevcih etmekle nizam-ı âleme halel veren padişahın hal’i ve izalesi câiz olur mu?”

El cevap: Olur.

Bunları orada bulunup daha sonra Şeyhülislam olan Bahâi Efendi anlatır ve tarihçi Naima nakleder.  (Tarih Konuşuyor – 1964 clt.2 sayı.8 shf.661) Şeyhülislam’lık makamının protokolde Veziriazam’ın bile önünde bulunduğu göz önünde tutulursa vereceği hükümlerin ne mânâya geldiğini daha kolay anlayabiliriz. Bu örnekleri sayfalar dolduracak kadar sıralamak daima mümkündür. Ancak baktığımız perspektifte anlatmaya çalıştığımız asıl mesele; ısrarla bazı yerlere suç isnad etmek değil saray’ın, din adamlarının ve yüksek din mercilerinin asırlarca devam eden bir süreç içinde, hadiselere hangi nazarlarla baktıklarını yaşanılmış vakıalar ve sağduyunun ışığı altında anlatabilmektir. Bir şeyhülislam tasavvur edebilir misiniz ki, saray imamlığından Şeyhülislamlık makamına getirildiğinde Padişah onun gıyabında; “Rüşdi Paşa’nın teklifiyle bunu Şeyhülislam nasbeyledik. İmamlığında müfsid birisi idi, Allah vere de şimdi bir halt etmeye” desin?!. Evet, işte bu Şeyhülislam Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz’i önce hal edip sonra da katleden ve tarihin yazabildiği en iğrenç ve en gayri ahlaki grubun içindeki ihtirasların suç ortağıdır ve Sultan’ın katlinden sonra, kazanılmış üstün bir zaferin nişanesiymiş gibi Sultan’ın hanımlarının baş örtülerini açarak, cariyelerini paylaşan Devlet-i Âliye’nin mirasyedilerindendir. Devlet-i Aliye’den bugün’e yönetimin İslam’ı Kitab’ın ölçülerinin dışında farklı bir projeksiyonda algılamasının sebeplerinden bir başkası da muhtemelen, hanedana gelen hanımların çoğunlukla Müslüman olmayışları ve kendi kültür kodlarını yönetime taşımış olmalarıdır. Mesela Yıldırım Bayezid devrinden bahsedilirken, Yıldırım Han’ın karısı Olivera’nın zaman zaman sarayda kendilerini ziyarete gelen kardeşlerinin batı saraylarının adet ve geleneklerini taşıdıklarını bundada etkili olduklarından söz edilir. Devletin, olayları bu cereyanlar içinde yaşaması bir devirle sınırlı kalmamıştır. Yönetimde bulunan seçkinler, ne yazık ki kendi kültür köklerinden kopup, ebedi huzuru bulacakları Allah Resulü’nün yüksek sermayesine hiçbir zaman tam mânâsıyla yaklaşamadılar. Bu durum her dönemde kendisini gösteren ve ağırlığını hissettiren vakıalar tablosudur. Meselâ “Yeni Asır” gazetesinin 1895’de çıkan ilk sayısında Osmanlı armasına yer verilmiş ve altına şu mealde cümleler yazılmıştır: “Bir hadiste, Allah her asırda dinini yenilemek üzere bir yenileyici (müceddid) gönderir. Bu asırda İslâm’ı yenileyecek olan(modernleştirecek olan) padişahımız Abdulhamid Han Hazretleridir.”(**) Bu ifade çok dikkat çekicidir. Çünkü o dönem Osmanlı toplumunun modernleşme ve yenileşme isteğini ifade etmektedir. Aynı zamanda yenileşmeye bakış tarzını da ortaya koymaktadır. (Prof. Dr. S. H. Bolay-Osmanlı Modernleşmesi – Y. B. Tarih 13) Yani her türlü değişim hareketini kendi normlarına göre ölçüp biçen unsurlar, bu alandaki bütün faaliyetlere bir manada kudsi bir form vererek, bilgiden sürekli uzak düşürülmüş halka manevi hazlar duyacakları ve onların kavrayışlarına ters düşmeyecek şekilde takdim etmişlerdir. Hatta Tanzimat’ın fermanı bile halk’a sunulurken; “Herkesce malum olduğu üzere, Devlet-i Aliye’nin kuruluşundan beri, yüce Kur’an’ın hükümlerine ve şer’i kanunlara kemâliyle uyulduğundan, ulu saltanatımızın kuvvet ve kudreti ve bütün halkının refah ve gelişmişliği istenilen seviyeye ulaşmışken, yüzeli sene vardır ki, art arda gelen sıkıntılar ve çok çeşitli sebeplere dayalı olarak, ne şer’i şerife ne de yararlı konulara bağlı kalınmadığı... vs..”    “ Hemen Rabbimiz Taala Hazretleri cümlemizi muvaffak buyursun ve bu tesis edilen kanunların aksine hareket edenler, Allah Taala Hazretlerinin lânetine mahzar olsunlar ve ilelebet felah bulmasınlar, Amin.”  Bununla da yetinilmez bilâhare, bu ferman eni konu kudsiyet kazansın ve halk nezdinde kabul görsün diyerek Topkapı Sarayı’nın mukaddes emanetler odasında muhafaza edilir. Bu konular; belli bir cehaletin içinde utangaç ve çekingen bir hâletle itaate alıştırılmış halk kitlelerinin ilgi duyduğu konular değildir. O sadece “Padişahım çok yaşa!” ya da “ Dağ başını duman almış” tezahüratıyla gözleri kamaşan ve kendisine sunulan yaşama alanını aşamayan yığından ibarettir. Bütün bunlar, devlet’in dini nasıl bir argüman olarak gördüğünün kısa ama ana hatlarını verir. 1880’lerde Devlet Ricalinden II. Abdülhamid’in Baş Mabeyncisi Sarıcazade Ragıp Paşa’nın Tekirdağ yolu üzerindeki Umurca çiftliğinde o dönemin en meşhur rakılarını ürettiğini düşünürsek!..  Ve Kanuni Sultan Süleyman’ın “Trabzon Sancağı Kanunnamesi” nde; “ Madde 9: Şarap fıçısı taşıyan gemiler fıçıları Trabzon’da satarlarsa, her fıçıdan yirmi beşer akçe alınır. Rakı fıçısından 28, yarım rakı fıçısından da dokuz akçe alınır. Küçük sandallar ile yakın yerlerden fıçılarla şarap getirilirse, şarabın en iyi kalitesinden 30, orta kalitesinden 25, yarım fıçıdan da on iki buçuk akçe alınır.” (Kanuni’nin Rakı ve Şarap Kanunları – Y. B. Tarih 07) şeklindeki düzenlemeyi görürsek çalımımızın yerli yerinde olmasına rağmen nasıl sarp yollara girdiğimizi anlamamız zor olmayacaktır. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Maide – 91) Topluma yalnızca kendilerinin takdir ettikleri kadarıyla bir İslam anlayışını sunan seçkinler, dini argümanların yanında halk dimağında onu canlı tutacak enstrumanlarıda reddetmeyi ihmal etmediler. Aradan geçen uzun yıllarda islamın getirdiklerine ters düşmek, sadece onu başka cahiliye anlayışları ile karıştırmaktan ibaret kalmaz, ona duyulan nefret herkesi yaralayan bir ideoloji haline dönüşür. Bir devrin söz sahiplerinden Hamdullah Suphi, kürsüsünden halkına şöyle haykırıyordu: “Güzel lisanımızın iki diğer lisanın( Arapça – Farsça) herc ü merc girift ve muğdil kaideleriyle işgal ve ihlal etmiş olmamız, çoktan beri içinde bulunduğumuz için ehemmiyetini ilk nazarda fark edemediğimiz acı, müthiş bir felakettir.” (Hamdullah Suphi – Anılar – Mustafa Baydar shf. 218) Bunlar aydınlatılması gereken halk’a faydalı nasihatler olarak söyleniyordu. Bu mücadele böyle sürüp giderken CHP’ye ciddi bir reaksiyon olarak kurulan DP ezanı Arapça aslına çevirip toplum nezdinde puan topladıktan sonra partinin Genel Başkan Yardımcısı Samet Ağaoğlu: ”İrtica, başını kaldırdığı her yerde ezilecektir.) diyerek topluma çizdikleri hattı belirler. (Demokrasi Sürecinde Türkiye – Feroz Ahmad – shf. 444 – Milliyet, 2 Mart 1951) Durum, bugün için de aynı şekliyle sürüp gitmektedir ve bilinmelidir ki, insan hayatına dair meseleler, yalnızca insan kalbinin konusu değildir. Fikir olarak kendinize ve cemiyetinize yön verirken bütün fikir kaynaklarını karıştırırsınız ama tazeleneceğiniz tek kaynak, kendi irfanınıza ait fikir kaynakları olacaktır. Peki bizim fikri ve irfan kaynaklarımız kurudu mu? Elbette hayır, elbette hayır… Buna izin vermek istemeyenler, kurdukları yanlış hayalleriyle onların üzerlerini örttüler yalnızca ve insanımızın o bağlardan uzak yaşamasını istediler, öyle de oldu.

Çok uzun tarihi dönemler geçse de, kurumların ve halkın kendi varislerine devrettiği değerler kolay değişmiyor. NewYork Times’in İstanbul temsilcisi Stephen Kinzer, Almanya’dan İstanbul’a yaptığı bir uçak seyahatini şöyle anlatır: “Yanımda etkileyici görünüşe sahip bir Türk oturuyordu. Alman uçuş görevlileri kalkıştan sonra selefonla kaplı peynir ve soğuk et tabağı getirdi. Yol arkadaşım tabağa uzun uzun baktı. Görevliye: ”Bu ne tür bir et ?” diye sordu. Görevli bir an için şaşırdıysa da sonra tam olarak bilmediğini söyledi. “Yani bu tabakta domuz eti olabilir mi?” Yanlış cevap vermek istemeyen görevli: “ Evet, sanırım olabilir” dedi. Yolcu ürpererek “ Hemen alın bunu,” dedi “yalnız tabağı değil, bütün tepsiyi.” Yolcuyu memnun etmek isteyen görevli isteğini yaptı ve sordu: “Size en azından bir içki getirebilir miyim?” Yolcunun yüzü aydınlandı ve “ Evet, kırmızı şarap lütfen” dedi. (Hilal ve Yıldız – Stephen Kinzer -shf. 81)

İnsanların hayatına hükmeden bu yaşama biçimine bakarak, az da olsa İslam’a olan gönül bağımızın ne kadar ve hangi ölçüde olduğunu belki anlayabiliriz.  Olayları isteyen, kendi sempati duygularına ve gönlünün meyline göre değerlendirip, tarihle restleşmesini sürdürebilir. Böylece farkına bile varamadıkları temayülleriyle kendilerine öğretilen vecizeleri tekrarlamayı sürdürürler. Benim burada ele aldığım hususlar son derece dar bir alanda ve özellikle hayatımızda oldukça kısa tutulmuş bir kesitimizdir. Rical-i Devletin din’e bakışı’nın yanında halk’a tahakküm eden ağır bir otoriteyi de görüyoruz ve bu güç asırlardır değişmeden bir yönetim geleneği olarak halkın üzerindeki varlığını her vesile ile hissettirmektedir. Halkın bilgiye dair bütün alanlarda olduğu gibi İslami duyarlılığının kazanılamamış olmasında bu durumun ciddi payı vardır. Hoffer, belli bir kalıba sokulmuş kitlelerin durumunu anlatırken şöyle der: “Bir yönetim, ehliyetinin sınırlarını aştığı halde iktidarda kalabilmişse, o yerde ya hiçbir aydın sınıf yoktur, ya da iktidardakiler ile söz ustaları arasında sıkı bir anlaşma vardır.” (Eric Hoffer – Kesin İnançlılar shf.155) Burası çok doğru. Zira bizim geleneğimizde halkın, yani teba’nın efendi(!)lerine karşı konuşması esas değildir, halk adına konuşmayı sürekli aydınlar üstlenirler ama, aydınların hedeflediği halk, karşılarında duran kitleler değil muhayyilelerinde var saydıkları hayali objelerdir. Nitekim 1 Eylül 1985’te Cumhurbaşkanı Kenan Evren Meclis açış konuşmasının bir yerinde şöyle der: “Susan Türkiye yerine konuşan Türkiye mantığının bu ülkeye nelere mal olduğunu hepimiz biliyoruz” (Cüneyt Arcayürek – Demokrasi Dönemecinde Üç Adam - shf.242) Yani bizde halk, tutarsız ve istikametsiz aydınların elinde her dönemde ayrı bir nizam’ın malı olarak ve hiçbir fikir vasıtası elde edemen ve İslami güzelliğin derinliğini bulamadan ortalık yerde bırakılmıştır.  Asırlardır Kitabı’yla doğrudan doğruya bir araya gelememiş halk, ruhunda inkılap uyandıracak heyecanları ve batıla karşı mücadelesini başka kaynaklardan aldığı esinle sürdürmeye çalışmıştır. Biraz Budizm, biraz Zerdüştlük, biraz da Şaman kültürü vs. ile harmanlanan dimağlar, duygusal ihtiyaçlar bakımından gerçeklerin dünyasına hiçbir zaman yakın olamadılar. Birinci Dünya Savaşı yıllarında cephedeki askere komutanı, hangi dine mensup olduklarını sorduğunda, kimisi İmam-ı Azam’ın dinindeniz, kimisi de Hz. Ali’nin dinindeniz diye cevap veriyor, peygamberinin kim olduğu sorulduğunda da, Enver Paşa diyordu.(***) Peki sonuçları bakımından bu durumu yadırgayabilir miyiz? Hayır, elbette yadırgayamayız. Şiirlerinde en güzel ölçüyü bulan, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” ile o lâhuti ihtişamın musikîsini veren, “Atik Valideden” şiiriyle de, bir ramazan akşamının iftar vaktinde oruç tutmamış bir kimsenin içinde düğümlenen derin sızıyı hissettirerek, yaşadığı o ânı, en hüzünlü pişmanlık duygularıyla anlatan bir Yahya Kemal var. Ve yine aynı Yahya Kemal, 1921–22 yılları arasında Tevhid-i Efkâr’da yazdığı esnada, Eyüp Sultan’a ilişkin bir yazı yazarak, bu yerin halkın gözündeki kutsiyet ve öneminden bahsetmiş. O esnada Edebiyat Fakültesinde kendisi gibi ders vermekte olan Babanzade Ahmet Naim Bey’le öğretmen odasında karşılaştıklarında, Babanzade, Yahya Kemal’e, Eyüp Sultan yazısı nedeniyle çıkışarak; “İslamiyet’e ettiğiniz zararı bu ara kimse etmiyor, İslamiyet’i efsaneler ve ölülere ibadet üzere kurulmuş bir din gibi göstererek bunu yapıyorsunuz.” der.Yahya Kemal ise çok öfkelenmiş ve: “…Ben her şeyden önce bir Türk gibi duyarak yazıyor idim ve bu nevi edebiyattan, tam yerli olan ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı.” diyerek devam etmiş; ”…Siz kimsiniz?…bütün bir Türk milletinin tarihi hatıralarına ne karışırsınız, Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiştir… Evet bu millet, İslamiyet’i kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmış ve öyle sever, onun uğruna yalnız bu sebeple ölür, sizin itirazlarınızla ise yaprak dahi kıpırdamaz.” diyerek tepkisini ve tavrını ortaya koymuştu. (Aydın Aktay –İslamcılık, Muhafazakarlık, Türk Müslümanlığı -  Babanzade ile Yahya Kemal’in Tartışması- Y. B. Kişiler 08)   Şimdi düşünelim, Müslüman bir kimliği temsil eden Süleyman Nazif’in kendisine verdiği selâmı aldığı için Yahya Kemal’e ateş püsküren Tevfik Fikret’ten İslami algılama bakımından ne farkı vardır üstad Yahya Kemal’in? Ama yine aynı Yahya Kemal, duyduğu bir Ezan-ı Muhammedî’nin içinde uyandırdığı derin ve tarifsiz bir zevkle birkaç gecesini uykusuz geçirir. Bu durum, Allah’ın ve dininin, O’nun kitabından tanınıp sevilmesiyle içinizde üstün bir hayata duyacağınız temayülün, destansı menkıbelerden öğrenilen ve inayetten mahrum geleneksel anlayışımız arasındaki farkını gösterir. Toplumsal çelişkilerimiz, mizacımız, her hareketi ve başarıyı başkalarından bekleyişimiz, insanımızın başkaları önünde kendisini küçük ve aciz göstererek fikir ve ruh planında yozlaştıran bir hastalığa düşürmüştür. İnsanın bir birey ya da toplumsal bir kitle olarak bu acınacak yenilgisi, ne yazık ki, İslami bir hayatın sonsuz değerleri anlatan güzellikleri önünde hüzünlü bir hayal kırıklığı demektir.

  

 

(1)  Pek çok örneği vardır ama İslam dinine aldıkları inanılmaz cepheleri ve bu amaçla verdikleri mücadeleleri sebebiyle hemen aklımıza geliveren isimler; Zekeriya Sertel, H. Cahit Yalçın, Abdullah Cevdet vs.

 

(*) Aynı şekilde rivayetlerin ve rüyaların gücüne dayanıp, özellikle siyasallaşmış sermayenin içinde çok büyük paylar alarak ruhani imparatorluklarını kuran bazı cemaat grupları için, sapık histerilerden kurtulmuş zihinlerin vak’aları sorgulamaları vefasızlık ve ecdada karşı hürmetsizlik olarak telakki edilir.

 

(**) Tarihimizde II. Abdülhamid dönemi çok özel bir yer tutar. Bu bakımdan, Abdülhamid Han’ın siyasetine ve çok özel şartların bir mânâda mecbur bıraktığı istibdad yönetimine, kendisini oluşturan o özel şartların ışığında ayrıca bakmak gerekir. Zira bu durum, bu günkü Batı Trakya meselelerinden Filistin sorununa kadar çok geniş bir coğrafyayı kapsar.

 

(***) Bu konuda çok daha geniş bilgiyi (pek çok eserde olmakla birlikte) o dönemlerde bir Turancı olarak Kafkasya’ya giden ama yıllar sonra Rusya’dan bir Marksist olarak dönen Ş. Süreyya’nın eserlerinde bulmak mümkündür.

  

 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.