Toplumumuzdaki
Kanadı Kırıklar: Yetimler ve Yoksullar
Cenâb-ı Hak, insanı
kâinâtın en şerefli varlığı kılmış, yarattığı her şeyi de ona emânet
etmiştir. Kendisine lutfedilen büyük bir salâhiyetle yaşayan insanın,
Hâlık’ına karşı ciddî bir kulluk şuuru ve ihsân duygusu içinde bulunması
zarûrîdir.
İslâm’ın rûh
itibâriyle özü, îtikadda tevhîd; amelde ise edeb, istikâmet ve
merhamettir. Merhamet, îmânın ilk meyvesidir. Ondan uzak bir gönül, ne
müthiş bir hüsrânın girdabındadır. Her hayrın başı olan besmele ve
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi olan Fâtiha, Allâh’ın rahmet ve merhametini
ifâde eden “Rahmân” ve “Rahîm” isimleriyle başlar. Peygamberler ve
velîlerin hayatları da merhamet menkıbeleriyle doludur. Zîrâ îmânın
lezzet ve halâvetinin tezâhürü en ziyâde merhamette görülür. Merhamet
de, sende olanı, senden daha mahrûm olana ikrâm etmendir. Yine merhamet,
dünyâda vicdan huzûru ve cennet müjdesi, âhirette ise ebedî saâdet
sermâyesidir. Nitekim bir zât, Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’a
gelerek:
“–Bana nasihatte bulun!”
dediğinde Muâz
-radıyallâhu anh-:
“–Merhametli ol ki,
ben de senin cennete girmene kefîl olayım.” buyurmuştur.
Günümüzde bir mü’mini
îman vecdi içerisinde yaşatacak, nefsinin tasallutundan kurtararak
rûhunu derinleştirecek ve zarişeştirecek olan haslet, ancak merhamettir.
Merhametin meyveleri ise, cömertlik, tevâzû, hizmet, affetmek, hasedden
kurtulmak gibi güzel hasletlerdir. Merhametin seviyesini de en güzel
şekilde hizmetteki fedâkârlık ve aşk ortaya koyar. Bir mü’minin merhamet,
şefkat, rikkat ve hassâsiyetle techîz olabilmesinin en kısa yolu, mal ve
can ile yapılan fedâkârlıklardan geçmektedir. Nitekim kalbinin
kasvetinden şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-:
“Eğer kalbinin
yumuşamasını istiyorsan, fakire yedir, yetimin başını okşa!” buyurmuştur.
(Ahmed bin Hanbel, II, 263, 387)
Şeyh Sâdî, şu
nasîhatte bulunur:
“Hizmetteki fazîlet,
kendini güçlü-kuvvetli ve sıhhatli gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere
zayışarın yükünü çekmektir.”
Susuzluktan çatlamış
bir toprağın bereketli yağmurlara hasret duyması gibi toplumumuzda
hizmet ve alâkaya en fazla muhtaç kesimlerin başında, bir kanadı kırık
olan yetimler ve yoksullar gelmektedir. Onlar bize Allâh’ın
emânetleridir.
Cenâb-ı Hak birçok
âyet-i kerîmede, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de pek
çok hadîs-i şerîfte, muhtaçlara hizmeti teşvik ederek yetim ve
yoksulların himâyesinin zarûrî olduğunu bildirmişlerdir. Âyet-i
kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Yetimlere mallarını
verin, temizi verip murdarı almayın, onların mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin...” (en-Nisâ, 2)
“...Sana yetimler
hakkında da sorarlar. De ki: Onların gerek kendilerini, gerek mallarını
ıslâh edip geliştirmek, elbette hayırlı bir iştir...”
(el-Bakara, 220)
“Sana Allâh yolunda
kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İnfâk edeceğiniz mal;
anne-baba, akrabâlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipler için
olmalıdır...”(el-Bakara, 215)
“Yetimleri evlenme
çağına gelinceye kadar gözetip deneyin...” (en-Nisâ, 6)
“Mîras taksîm
edilirken vâris olmayan akrabâlar, yetimler, fakirler de orada
bulunuyorlarsa, onlara da bir şey verin ve gönüllerini alacak tatlı
sözler söyleyin.” (en-Nisâ, 8)
“...Yetimlerin
haklarını tam vermekte adâleti gözetin. Yaptığınız her hayrı Allâh
mutlakâ bilir.” (en-Nisâ, 127)
İbn-i Abbâs
-radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
“Cenâb-ı Hakk’ın: «Rüşdüne
erinceye kadar, yetimin malına en güzel şeklin dışında bir sûrette
yaklaşmayın...» (el-En‘âm, 152) ve «Yetimlerin mallarını haksız yere
yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler. Onlar, yarın alevlenmiş
bir ateşe gireceklerdir.» (en-Nisâ, 10) âyetleri nâzil olduğunda,
yanında yetim bulunan sahâbe-i kirâm hemen gidip onların yiyeceğini ve
içeceğini kendilerininkinden ayırdılar. Yetime âit yiyecek ve
içeceklerden bir şey artsa bile ona dokunmuyor, yetim yiyinceye veya
kokuşup bozuluncaya kadar saklıyorlardı...” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 7/2871;
Nesâî, Vesâya, 11)
Yine İbn-i Abbâs
-radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyetle Atâ -rahimehullâh- der ki:
“İnsân Sûresi’nin
8-11. âyet-i kerîmeleri Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma hakkında nâzil
olmuştur. Ali
-radıyallâhu anh- bir
gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı suladı. Sabah olunca
ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini
öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul
geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula
verdiler. Sonra ikinci üçte biri öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu
sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler
ve kalan son üçte biri öğütüp ondan tekrar yemek yaptılar. Yemek
piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son
yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler. Diğer bir
rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire
vererek su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler
nâzil oldu:
“Kendileri de muhtâc
oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek
için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allâh
rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür
bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına
uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allâh da onları o günün felâketinden
muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11)
(Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî,
XXX, 244)
Bu âyet-i kerîmelerde
Allâh Teâlâ; fakir, yetim ve esire yapılan ikram ve fedâkârlığın
mukâbilinde cennette ihsân edeceği mükâfâtı müjdelemektedir.
Âyet-i kerîmelerde
tasvîr edilen gönülden ve samîmî infaktaki bâzı nükteleri şöyle ifâde
edebiliriz:
Mü’min, kendisi muhtâc
olsa bile mü’min kardeşini kendisine tercih etmelidir. Toplumdaki kanadı
kırıkların ıztırâbını gönlünde duymalıdır. Onları tanımak, dertleriyle
dertlenmek, ihtiyaçlarını gidermek, bir tabiat-i asliye hâline
gelmelidir. Zîrâ Cenâb-ı Hak:
“…Sen onları
simâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyurmaktadır. Toplum içindeki
muzdaripleri
-hâllerini arz
etmelerine ihtiyaç bırakmadan- tanıyabilmemiz, bizim kalbî
duyarlılığımızın ve derinliğimizin bir nişânesidir.
Sâdî-i Şirâzî, Allâh
dostlarının fakir ve yetimlerle beraberliğini ve bizim onları nasıl
araştırıp hizmet seferberliğine girmemiz gerektiğini şu teşbîh ile dile
getirir:
“Hak dostları kimsenin
uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler…”
Öte yandan, verilen
sadakalar da, fânî ve dünyevî menfaatler için değil, sırf Allâh rızâsı
için olmalıdır. Muhtâca infâk ederken onu minnet ve mihnet altında
bırakmamak îcâb eder. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Fakirleri kollayıp
gözetiniz. Aranızdaki zayışar sâyesinde Allâh’tan yardım görüp
rızıklandığınızdan şüpheniz olmasın.” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Cihâd,
70; Ahmed bin Hanbel, V, 198)
Ebu’l-Leys Semerkandî
Hazretleri de:
“Veren kişi, alana bir
teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir.” buyurur. Zîrâ infâk eden kişi bu
sâyede Rabbinin hoşnutluğuna kavuşacak, kendisine gelecek belâları,
hastalıkları ve ibtilâları bu sadakalarla ve mazlumların hayır
duâlarıyla bertarâf etmeye çalışacaktır.
Mevlânâ -kuddise
sirruh- da, fakir ve zayışara yapılan ikramdan, aslında ihsân ve ikramda
bulunan kimsenin daha çok istifâde ettiğini şu şekilde ifâde eder:
“Güzeller, saf ve
berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister.
Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in’âm ve ihsânın güzelliği de
fakir ve gariplerle ortaya çıkar.”
Daha önce
zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden anlaşılan diğer bir husus da;
“infâk”ın, bizi kıyâmetin şiddetinden muhâfaza edecek olan amellerin en
mühimlerinden biri olduğudur. Yine, ihlâsla yapılan infak, Hak Teâlâ
katında kabul görecek ve kıyâmet günü sâhibinin yüzünü ak edecektir.
Üzerinde dikkatle
durulması gereken diğer bir husus ise, Cenâb-ı Hakk’ın, mü’minlerin bu
nevî sâlih ameller işlemelerini arzu buyurmasıdır.
Kendisi de ihtiyaç
duyduğu hâlde yemeğini yetim ve muhtaçlara gönderen Dâvûd-i Tâî
Hazretleri’nin şu davranışı ne kadar duyguludur:
Hizmetine bakan
talebesi birgün ona:
“–Biraz et pişirdim;
arzu buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti
getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruh-, önüne konan ete bakarak:
“–Falanca yetimlerden
ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebe, durumlarının yerinde
olmadığını ifâde sadedinde içini çekip:
“–Bildiğiniz gibi
efendim!” dedi. O büyük Hak dostu:
“–O hâlde bu eti
onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden
samîmî talebe ise:
“–Efendim, siz de uzun
zamandır et yemediniz!..” diye ısrar edecek oldu. Fakat Dâvûd-i Tâî
Hazretleri kabûl etmeyip:
“–Evlâdım! Bu eti ben
yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse,
ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..” dedi.
İşte kendisini
toplumdan mes’ûl hisseden, yetimlerin derdiyle dertlenen ve mâtemlerin
civârında dolaşan ulvî bir rûh!.. Acabâ bugün lüks ve sefahat içinde
ömür sürenler, bir kenarda yalnızlığa terk edilen bir insanın ıztırâbını
ne kadar hissedebilirler?..
Cenâb-ı Hak, muhtâca
yapılan yardımı kendisine yapılmış kabûl etmekte ve bunun kendisine
yakınlığımızın bir göstergesi olduğunu bildirmektedir. Âyet-i kerîmede
buyrulur.
“Sevdiğiniz şeylerden
infâk etmedikçe aslâ “birr”e (yâni hayrın kemâline) eremezsiniz!:”
(Âl-i
İmrân, 92)
Peygamber Efendimiz de:
“Allâh
bir kuluna hayır murâd ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama
yolunda istihdâm eder.” buyurmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II,
4/3924)
Allâh
Teâlâ, muhtaçlara bîgâne kalan kullarını da şiddetle îkâz ederek şöyle
buyurur:
“Hayır! Doğrusu siz yetime ikrâm etmiyorsunuz (ona değer vermiyorsunuz)!
Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.” (el-Fecr, 17-18)
Zamânımız, mâlî sıkıntıların had safhaya ulaştığı bir devir olduğundan,
normal zamanların mükelleŞyeti olan zekâtla iktifâ etmeyerek, bundan çok
daha fazlasını vermek durumundayız. Bize emredilen kırkta birlik zekât
ve toprak mahsullerinin öşürü, infaktaki asgarî seviyeyi ifâde eder.
Kulun kalbî seviyesi ve Cenâb-ı Hakk’a muhabbet ve yakınlığı derecesinde
bu miktarların artması zarûrîdir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle
buyrulmaktadır:
“...(Rasûlüm!) Sana (hayr u hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini
sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!:” (el-Bakara, 219)
Demek
ki Rabbimiz bizden cömert, diğergâm ve ganî gönüllü olmamızı
istemektedir. Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Cömerdin kusuruna bakmayın, zîrâ o, her sürçtüğünde Allâh Teâlâ onun
elinden tutar.” buyurmuştur. (Heysemî, VI, 282)
Mevlânâ -kuddise sirruh- da, ganî gönüllülüğün fazîletini şu şekilde
ifâde eder:
“Fakirler, merhamet-i ilâhiyyenin ve kerem-i Rabbanî’nin aynasıdırlar.
Hak ile olanlar ve Hak’ta fânî olanlar, dâimâ cömertlik hâlindedirler.”
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Servet bir müslüman
için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve
yolcuya vermiş olsun!” buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel, III, 21)
Servetin hakkını
vermek; onu men edilen yerlere sarf etmemek ve iki büyük tehlike olan
israf ve cimrilikten uzaklaşmakla mümkündür. Gerçek zenginlik saâdeti
de, mahrumları, yalnızları ve yetimleri düşünmek, onları koruyup
kollamakla başlar. Yoksulları ihmâl eden topluluklar malın şükründen
uzak oldukları için saâdet bulamaz ve vicdan huzûruna kavuşamazlar.
Belki bugün toplumumuzdaki huzursuzluğun en büyük sebeplerinden biri de
önümüzdeki fâciâ sahnelerini seyredip ıslâhı için kâfî derecede bir çâre
arayışına girmememizdir.
Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in yetimler hakkındaki hadîs-i şerîşerinden bir kısmı
şöyledir:
Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-:
“Ben ve yetimi himâye
eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurmuş ve işâret
parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak göstermiştir. (Buhârî,
Talâk 14, 25, Edeb 24)
“Bir kimse,
müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere
evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allâh Teâlâ
onu mutlakâ cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14)
“Bir kimse sırf Allâh
rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline
karşılık ona sevap vardır.” (Ahmed bin Hanbel, V, 250)
“Allâh’ım! İki zayıf
kimsenin; yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle
sakındırıyorum.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)
“Ben her mü’mine kendi
nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o
mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç
bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazîfemdir.” (Müslim, Cuma, 43)
Nitekim ashâb-ı
kirâmdan Ebû Ümâme -radıyallahu anh-, vefâtından evvel Kebşe, Habîbe ve
Fâria adlı üç küçük kızını Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
emânet etmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz himâyesine aldığı bu yetimlerin
ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olup onların nebevî terbiye altında
yetişmelerini sağladı. (İbn-i Sa‘d, III, 610) Böylece yetimlerle meşgul
olma husûsunda ümmetine mükemmel bir numûne oldu.
İnsana tefekkür,
merhamet ve şefkat kadar yakışan hiçbir şey yoktur. Merhametsizlik
şekâvettir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“Merhamet ancak şakî
olanın kalbinden alınır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1923; Ebû
Dâvûd, Edeb, 58/4942)
Diğer hadîs-i
şerîşerinde de:
“Merhamet edenlere
Rahmân olan Allâh Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve
merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî,
Birr, 16/1924)
“Merhamet etmeyene
merhamet edilmez.” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65) buyurmuşlardır.
Yetimi ihmâl etmenin
fecî âkıbetini bildiren şu gerçek hâdise ne kadar ibretlidir:
Tahmînen 60 sene kadar
evvel Hırka-i Şerîf Camii’nin minârelerinden biri, şiddetli lodos
sebebiyle yıkılır. Câmi karşısındaki evlerden birinin üstüne düşen
minâre, evdeki anne ile çocuğunu ezer. Evdeki diğer çocuk ise sağ-sâlim
kurtulur. Hâdiseden sonra anlaşılır ki, kurtulan çocuk, üvey ananın
yatağına almayıp gönlünü mahzûn ettiği bir yetim yavrudur. Ölenler de
ana ile öz çocuğudur.
(Hâşim Köprülü,
Hırka-i Şerif ve Veysel Karânî, s. 28)
Sâdî-i Şirâzî,
yetimler ve dertliler için intibâha dâvet ederek:
“Yetimlerin
ağlamasından, dertli gönüllerin âhından sakının!” der.
Ecdâdımız, bîçâreleri,
fakirleri, dulları ve yetimleri bir ibâdet vecdiyle muhâfaza etmiş ve
onların izzet ve haysiyetlerini korumak için de âzamî bir dikkat,
nezâket ve gayret göstermişlerdir. Sadakayı verenle alanın birbirini
görmemesini temin maksadıyla câmilerde sadaka taşları ihdâs etmişler ve
muhtaçlara dağıtılacak olan yemekleri, onların haysiyetlerini rencide
etmemek için gece karanlığında dağıtmışlar, merhamet ve muhabbeti ideal
ölçüde gerçekleştirmişlerdir. Hattâ hizmetkârların gönülleri
incitilmesin diye kazâ ile kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâları
tazmin eden bir vakŞn kurulmuş olması, ne kadar ibretli ve hayal ötesi
bir duygu derinliğidir. Bunlar da günümüzde, insanlık izzet ve
haysiyetini lâyıkıyla takdîr edebilmek için ehemmiyetle hatırlanması ve
kazanılması lâzım gelen hayâtî düsturlardır.
1918 Mondros
Mütârekesi’nden sonra İstanbul’un işgâl edildiği o zor günlerde
yetimlere bakan müesseseler binâsız kalmış, fakat kimsesiz yavrular yine
de sokağa terk edilmemiş, boş duran bâzı saraylara yerleştirilmiştir.
İstanbul içinde ve dışında, Kâğıthâne’deki Çağlayan Kasrı’na kadar
birçok saray bu işe tahsis edilmiştir. (Hidayet Nuhoğlu, “Dârüleytam” md.,
DİA, VIII, 521)
Yine Ermeni
çetelerinin yaptığı katliâm neticesinde yetim kalan 4 bin erkek ve 2 bin
kız çocuğunu, Kâzım Karabekir Paşa himâyesine almıştır. Daha sonra bu
çocuklardan Gürbüzler Ordusu’nu kurmuş ve yetim yavrular kendi istekleri
istikâmetinde vatana, millete hizmet etmeye başlamışlardır. Kısa bir
eğitimin ardından her biri kendi mesleğini seçmiştir. Bunlardan matbaacı
olanlar Millî Mücâdele yıllarında Sarıkamış’ta Varlık Gazetesi’ni
çıkarmış ve mücâdeleye destek vermişlerdir.
O gün yokluk içinde
yapılan bu fedâkârlıklarla bugünkü imkânlarımızı düşünerek bir vicdân
muhâsebesine girmemiz zarûrîdir. Bugün, sefâletin girdabında kıvranan
yetim, yoksul ve bîçârelere yeniden kurtuluş imkânı sağlamak, bir vicdan
borcudur. Diğer bir ifâdeyle, beşeriyetin asıl ihtiyâcı, İslâm’ın engin
muhtevâsını lâyıkıyla kavrayıp kendisi için arzu ettiğini muzdaripler
için de arzu etmesi, “biz onlar gibi, onlar da bizim gibi olabilirdi”
düşüncesi ile hayâtına istikâmet vermesidir.
Eşyâ bir emânet olduğu
gibi insan da bir emânettir. Hattâ dünyâya âit her şey emânettir.
Emânetin yerine teslîmi ise rahmet vesîlesidir. İnfak ve yardım yalnız
maddî olarak yapılmaz. Rabbin ihsân ettiği her şeyden infâk edilmelidir.
Müslüman, kendisini toplumdan mes’ûl hissederek malını, zamânını,
bilgisini, merhametini, şefkatini muhtaçlara infâk etmeli, bütün
imkânlarını seferber ederek insanlığın ıztırâbını dindirmek için gayret
sarf etmelidir. Hazret-i Ömer’in, sırtında un çuvalları taşıyarak
muhtaçları aramasını, Dicle kenarında zarar gören koyundan kendisini
mes’ûl hissetmesini unutmamalıdır.
Günümüz şartlarında,
hidâyet yolunu arayanlara, zayışara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet
dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, bilhassa yetiştirme yurtlarındaki
evlâtlarımıza mânevî duyarlılık kazandırmak, ilâhî rızâya medâr olacak
en mühim hizmetlerdendir.
İmâm-ı Âzam
Hazretleri’nin, tıpkı ashâb-ı kirâm gibi kendisini toplumdan mes’ûl
hisseden yüce bir İslâm şahsiyeti sergilediği şu misâl, bizler için
güzel bir numûnedir:
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe
Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan
akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz nâralar atıp küfürler
savurarak etr⪠dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.
Bir gece gencin attığı
nâralar kesilince, İmam sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip
gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse
atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü.
Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricâ etti.
Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmâm-ı
Âzam Hazretleri keŞl oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.
Durumu öğrenen genç,
derhâl İmâm’ın yanına koşup nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe
ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına
söz verdi. Büyük İmâm, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle:
“–Delikanlı;
görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini
gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.
İmâm-ı Âzam
Hazretlerinin bu şuurunu en güzel şekilde kavrayarak hayatımıza tatbîk
etmeye ne kadar muhtâcız! Zîrâ sokakların insaŞna terk edilmiş tinerci
çocuklar, uyuşturucu kullanan gençler ve yetimhânelerdeki kimsesizler de
bizim yavrularımızdır. Daha birçoğu rüşdüne ermemiş bu çocuklar, bu tâze
bahar dalı gibi bedenler, göz göre göre, yavaş yavaş toplumun
mezbeleliklerine itilmektedirler. Soludukları zehirle ciğerlerini
yakmakta, beyinlerini ve kalbî fonksiyonlarını imhâ etmektedirler.
Laçkalaşmış sinirleriyle topluma düşman kesilerek çetelerin elemanları
hâline gelmektedirler. Onlara din, ahlâk ve vatanperverlik duygularını
veremediğimiz için kendimizi vicdânen ne kadar mes’ûl hissedebiliyoruz?
Yüksek duygulu, ince
rûhlu mü’minlerin, yardıma muhtaç, kimsesiz ve himâyesiz yetimlerin
yanında olmaları zarûrîdir. Mü’minin, muhtaçları arayıp bulması, maddî
ve mânevî olarak onlarla ilgilenmesi, bilhassa onlara İslâm’ın güler
yüzünü göstermesi îcâb eder. Yetimi ve muhtâcı arayıp bulan, onların
başını okşayan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i
düşünmelidir. Zîrâ Âlemlerin Sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-
da bir yetim idi.
Yâ Rabbi! Kalblerimizi,
Hâlık’tan ötürü mahlûkâta şefkat, merhamet ve hamiyetin menbaı eyle!
Günah ve kusurlarımızı, sevap ve güzelliklere tebdîl eyle! Zamânımızın
nezâketi sebebiyle hakka ve hayra dâveti, mazlumlara, bîçârelere hizmeti,
üzerimize terettüb ettiği nisbette îfâ ederek huzûr-i ilâhinde beraat
edebilmeyi cümlemize nasîb eyle!
Âmîn!
Kaynak: Altinoluk
dergisi, 05/2005
|