Muhammed ESED

 

 

1926 yılında İslamla şereflenmiş, Yahudi asıllı Avusturyalı gazeteci yazar ve araştırmacı. 1900 yılında, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Nüfuz alanında kalan şimdi ise Ukrayna’nın batı ucunu teşkil eden, Doğu Galiçya’da Lvov(Lwew) şehrinde bir Yahudi ailede üç çocuğun ortancası olarak dünyaya geldi.

Dedesi bir Ortodoks hahamıydı. Babası fen bilimlerine düşkün başarılı bir avukattı. Pozitif bilimlere bu aşırı düşkünlük oğluna karşı ‘bilimsel bir kariyer’ yapma konusunda özel bir tutkunluğa sebep olmuştu. Ne yazık ki, Muhammed Esed matematik ve tabii bilimlerden sıkılıyor; Sienkiewicz’in heyecanlı tarihi romanlarını, Jules Verne’nin fantezilerini, Jomes Fenimore Cooper ve Karl May’ın Kızılderili hikayelerini ve sonra Rilke’ nin şiirleriyle, Ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü n çınlayan kodanslarını okumaktan sınırsız bir zevk alıyordu.

Ailenin geleneğine uygun olarak evde, özel öğretmenlerden İbrani dini irfanı üzerine köklü bir öğrenim gördü. Yine de ebeveynlerinin çok koyu bir dindarlığından bahsedilemeyeceğini söylüyor ve ekliyor;”Onlar, atalarının hayatını biçimlendiren şu ya da bu dinsel inanca yüzeyden bağlı görünen ama bu inancın öngördüğü uygulamaları, hatta ahlaki ilkeleri ayakta tutmak için en ufak bir çaba göstermeyen bir kuşağa aittiler. Böyle bir toplumda din kavramının kendisi de başlıca iki tipik yaklaşıma indirgenmişti;birincisi, dini mirasa alışkanlıkla –sadece bir adet ve an’ane olarak- bağlılık duyanların ritüellere dayanan katı yaklaşımı, ikincisi de dini, kişinin zaman zaman yüzeyden doğruluyor gibi göründüğü ama zihnen savunulması mümkün olmayan bütün öteki şeyler gibi, taşımakta gizli bir utanç duyduğu, modası geçmiş bir boş inançlar dizgesi olarak gören hızlı ‘liberal’ lerin alaycı, hoşgörülü kayıtsızlığıydı. Dış tezahürleri bakımından ebeveynlerimin birinci kategoriye girdiklerini söyleyebilirim; ama babamın ikinci kategoriye en azından belli belirsiz bir eğilim gösterdiği konusunda zaman zaman zayıf da olsa belli bir şüphe duymadığımı söyleyemem”.

Tanımladığı bu ortamda henüz on üç yaşında İbraniceyi su gibi okuyup yazabilir haldeydi. Aram diliyle de oldukça yakın bir tanışıklığı vardı. Bu yüzden ilerde kolayca Arapça öğrenebilecekti. Eski Ahid’i orijinalinden öğrenip, Talmut metni ve yorumlarını üzerinde tartışmaya girecek kadar ayrıntılı bilmekteydi. Bu öğrenmeleri sırasında Tevrat ve Yahudilik hakkında vardığı şu sonuçlar dikkat çekicidir; “Bütün bu gösterişli dinsel bilgiçliklere rağmen, ve belki de bu yüzden, çok geçmeden bende, Yahudi dinini bir çok temel ilkesine karşı tepeden bakan, küçümseyici bir anlayış baş gösterdi. Yahudi metinlerinin hemen hepsinde, üzerinde ısrarla durulan ahlaki doğruluk öğretisiyle, ya da İbrani peygamberlerinin dile getirdikleri ‘Yüce Rab’ düşüncesiyle bir alıp veremediğim yoktu; ama bana öyle geliyordu ki, Eski Ahid’in ve Talmut’un Rabbi, ona ibadet edenlerin, ibadet kastıyla yaptıkları ritüellerle fazlasıyla törensel bir tanrı haline sokulmuştu. Ve ban a öyle geliyor ki, Talmut’un Tanrısı, tuhaf bir biçimde sadece bir tek kavmin sadece İbranilerin kaderiyle ilgileniyordu. İbrahim soyunun bir tarih olarak Eski Ahid’in, genel havası, Allah’ı bütün insanlığın yaratıcısı ve koruyucusu olarak değil de, bütün evreni “seçilmiş bir kavmin” ihtiyaçlarına göre düzenleyen bir kabile tanrısı olarak gösterme eğilimini taşıyordu ve tabii, böyle bir inancın uzantısı olarak Eski Ahid’e göre Allah, doğru yolda gittiği zaman bu kavmi fetihlerle ödüllendiriyor, yoldan saptığı zaman da inanmayanların eliyle ona acı çektiriyordu. Bu temel tutarsızlıkların bir kere farkında olunca, artık İsaiah ve Jeremiah gibi son dönem peygamberlerin ahlaki tutum ve öğretileri bile evrensel bir mesajdan yoksun görünmeye başladılar bana”.

Din alanındaki bu arayışlar onu atalarının dininden gittikçe uzaklaştırdı. Agnostik(bilinmezci) bir çevrenin etkisi altında bir çok genç gibi o da, yerleşik dinin toptan reddini öngören sıradan bir inkarcılığa sürüklendi. Bu arada ailesi Viyana ‘ya yerleşti.

1914 sonlarına doğru büyük savaşın kızıştığı günler, aksiyon macera ve heyecanla dolu diğer gençler gibiydi o da. Hatta sırf macera olsun diye henüz on dört yaşındayken kaçıp Avusturya ordusuna katılmış sonra yakalanarak ailesinin yanına gönderilmişti.

Savaşın sona ermesini takip eden iki yıl boyunca biraz düzensiz bir biçimde de olsa, Viyana Üniversitesinde sanat tarihi ve felsefe derslerine devam etti. Bu dersleri kendine göre bulmuyordu. Cansız, hareketsiz bir akademik kariyeri değil, hayatla daha sıkı, daha içli dışlı bir temas içinde olmak, ona kapılmak, şeylerin iç düzenine , varoluşun manevi iklimine bizzat yaklaşmak, yolunu kendi çizmek istiyordu.

1914-1918 yılları arasında olup bitenlerin yo açtığı korkunç sarsıntı içinde pörsüyüp dağılmış ve boşluğu dolduracak yeterlilikte herhangi bir değerler dizisi ufukta belirmemişti henüz. Kolay incinir bir ruh hali, genel bir güvensizlik duygusu, insanoğlunun düşünce ve eylem alanında yeniden kararlılığa ve sürekliliğe ulaşıp ulaşamayacağı konusunda tasalandıran, toplumsal ve entelektüel bir kargaşalık beklentisi dolduruyordu havayı.

Sağlam ahlaki değerlerden oldukça yoksun bu ortamda genç beyinleri dolduran sorular yanıtsız kalıyordu. Bir taraftan bilim; ‘akli muhakeme’ nin her şey olduğunu söylüyordu. Bunu söylerken akli muhakemenin, önüne ahlaki bir hedef koymadığı sürece insanlığı ancak kaosa götüreceğini hesaplamıyordu. Daha mutlu, daha iyi bir dünya yaratacaklarını söyleyen toplumsal reformcular, komünistler ve devrimciler, meseleyi dış belirtilerinden kalkarak sadece toplumsal ve ekonomik yönden ele alıyorlar, ‘tarihin maddeci yorumu’ gibi metafizik karşıtı metafizik bir anlayışla sahnede boy gösteriyorlardı.

Bu fikirsel ve ruhsal kargaşanın arasında Üniversitedeki derslere devam etmeyip gazeteci olmaya karar verdi. Bu kararı babasıyla arasının gerginleşmesine neden oldu. Buna rağmen 1920 yılının bir yaz günü bavulunda birkaç şahsi eşyası ve annesinden yadigar kıymetli bir elmas yüzükle önce Prag’a oradan da Berlin’e geçer. Bir süre geçimini yüzüğün satışından elde ettiği parayla sağlar. İlk iş deneyimlerini sinema yönetmenlerinin yanındaki asistanlıklarla kazanır. Ve nihayet gazetecilik adına ilk kapı 1921 yılında o günlerin ünlü haber ajansı United Telegraph’da telefonculuk işiyle aralanır. Bu günlerde madam Gorky, yani Sovyet Rusya’nın ünlü yazarlarından, ayrıca siyasi kimlik de kazanmış olan Maksim Gorky’nin eşi, kimsenin haberi olmaksızın Berlin’dedir. Esed tesadüfen öğrendiği bu bilgi sayesinde madam Gorky ile yaptığı gizli bir röportaj sayesinde aniden muhabirliğe yükselir. Bu onun gazetecilik adına ilk başarısıdır.

“Mutsuz değildim, hayır, sadece derinlerde, gerçekte neyin peşimde olduğumu bilememekten doğan bir hoşnutsuzluk, bir doyumsuzluk vardı”.

Mutsuz değildi fakat çevresindeki insanların çeşitli biçimlerde sergiledikleri toplumsal, ekonomik ve politik umutları paylaşmak konusunda gösterdiği isteksizlik zamanla bulunduğu çevreye ait olmadığı duygusuna dönüştü. 1922 yılında Kudüs’te bulunan dayısı Dorian’dan bir davet mektubu aldı. Aradığını bulma yolunda iyi bir fırsat olacaktı. Bir hafta kalmayı planladığı bu gezinin hayatı için dönüm noktası olduğunu bilmiyordu. Kudüs2te kaldığı zaman içerisinde henüz yeni yeni oluşmaya başlayan Yahudi-Arap gerginliği ve Filistin’deki siyasi gelişmeler üzerine izlenimler edinme fırsatı buldu. Bir süre sonra Almanya’nın tirajı oldukça yüksek olan Frankfurter Zeitung adlı gazeteyle anlaşarak bu gazetenin orta Doğu muhabiri olarak atandı. Doğudaki bu tür gelişmeleri inceliyor ve bu izlenimleri gazetede düzenli olarak yayımlanıyordu. O dönemde Kudüs’ün bu siyasi kızışmaları hakkındaki, farklı ve gerçekçi yaklaşımları ilgiyle karşılandı, kısa sürede gazetede kendisine önemli bir yer edindi.

1923 yılında tüm Filistin’i içine alan bir geziye çıktı. Aynı yıl Mısır’a gitti. Bu yıllar onun Müslümanlarla içsel bağlarını kurduğu yıllardır. Ürdün Emiri Abdullah’la tanışarak Amman’a gitti. Bu sırada Suriye’ye bir yolculuk yaptı. Bu yolculuk esnasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor;

“...karşımda çömelmiş oturan bedevi yolcu kufiyesini açarak ağır ağır kalktı ve pencereyi açtı. Yüzü esmer, keskin hatlıydı...uzanıp dışarıdan bir parça kek aldı ve tek bir kelime söylemeden keki ikiye böldü, bir parçasını bana uzattı. Benim şaşkınlık ve tereddüdümü görünce gülümsedi..’Tafaddal (lütfedin)!’ dedi.keki aldım ve başımla teşekkür ettim. Kompartımandaki diğer yolcu araya girerek tercümanlık yaptı ve;

‘Diyor ki, siz de yolcusunuz o da yolcu, onun yolu ve sizin yolunuz aynı.’

Şimdi düşünüyorum da, sonralar Arap mizacına duyduğum sevgide, bana öyle geliyor ki, bu küçük olayın büyük bir rolü oldu. Tüm yabancılık sınırlarını aşarak, bir yolculukta rasgele karşılaşılan bir yabancıya içten bir arkadaşlık göstererek ekmeğini onunla bölüşen bir bedevinin davranışında o gün, teklifsiz bir seciyenin sıcak soluğunu, kucaklayışını hissetmiş olmalıyım”.

1923 yılında tekrar Viyana’ya gider ve babasıyla barışır. Almanya ‘ya gider. İlerde karısı olacak Elsa ile o yıl tanışır. Bir yıl sonra evlenirler. 1924’de ikinci Orta Doğu gezisine yine Frankfurter Zietung muhabiri olarak çıkar. Ürdün, Suriye Ve Irak’ı içine alan büyük bir gezidir bu. 18 ay İran’ı dolaşır. 6 ay Afganistan’da kalır. Bu süre zarfında siyasi ve toplumsal gelişmeleri yakından takip etmektedir. Bu süre zarfında Kuran’ı anlama çabasında olmuştur. İslam ve Araplar hakkında büyük bir hayranlık duymaktadır. 1926 yılının bir bahar günü Berlin Metrosunda gözlemledikleri onun imana gidişinde önemli bir adımdır. Giysileri ve yaşayışlarıyla maddi zenginliklerin zirvesinde olan bu insanların gözlerinde ve yüzlerinin derinliklerindeki huzursuzluğu fark etmiş, bu doyumsuz havayı acıyla izlemiştir. Eve gelişinde tesadüfen açtığı Kur’an sayfasında şu ayetleri okur;

Bir aç-gözlülük saplantısı içindesiniz

Ama mezarlarınıza girinceye dek (süren).

Ama, zamanı geldiğinde anlayacaksınız...

Ve şöyle anlatıyor gelişen olayı; “Bir yankıydı, evet bir cevaptı, bütün şüpheleri bir hamlede gideren bir cevap. Şimdi artık, bütün şüphelerin ötesinde, biliyordum ki, elimde tuttuğum kitap Allah’ın kelamıydı...”

 

Mekke’ye giden yol

1927’de Suudi Arabistan’a gitti ve ilk haccını yaptı. Kral İbni Suud’la yakın ilişkilerde bulundu. Bu yıllarda bütün Necid bölgesini kaplayan ve Suud yönetimini temelden sarsan kabile isyanları patlak verdi ve uzun süren bu kargaşa 1929’daki büyük savaşa neden oldu. Bu yıllarda Muhammed Esed Arabistan’ı etraflıca dolaşmış ve siyasi ve toplumsal izlenimlerini yazmıştır. 30’lu yıllarda liderliğini Ömer Muhtar’ın yaptığı Senusi hareketine fikirsel ve eylemsel destekler verdi. Birkaç yıl sonra karısını bir grip salgınında kaybetti. 1942 yılının sonuna kadar Arap dünyasındaki gelişmeleri yakından takip etti ve çeşitli gazetelerde yazıları düzenli olarak yayınlandı. Aynı yıl ailesi, Avrupa’da patlak veren II. Dünya Savaşı’nda oluşturulan Nazi kamplarında, katledildiler. 1947’de kurulan Pakistan Devleti’nin politik organizasyonunun dayanacağı temel ilkeleri araştıran İslami Tecdit Kurumu’na üye seçildi. Bu yıllarda Pakistan’ın B.M’deki temsilciliğini ve Pakistan Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görevler üstlendi. 1952’de tüm görevlerinden istifa etti ve dünyanın çeşitli bölgelerini gezdi. Birbirini takip eden yıllar içinde Mekke’ye Giden Yol, Yolların Ayrılış Noktasında İslam, İslam’da Yönetim Biçimi ve Kur’an Mesajı adlı eserlerini yazdı. 1992 yılında İspanya’da vefat etti.

“Benim başka bir yolum olmadı ki zaten; nice yıllar fark etmedim bunu, ama her seferinde Mekke nihai menzilim odu benim. Daha bunun zihnen farkına varmada çok zaman önce, O, ta içimden kudretli bir sesle beni çağırıyordu; “Benim ülkem öte dünyada olduğu kadar bu dünyadır da; Benim ülkem insandan ruhunu da istiyor bedenini de, insanın düşündüğü, duyduğu, yaptığı her şeyi kucaklıyor. Duasını olduğu kadar dünya telaşını, siyasi aksiyonunu olduğu kadar sevi hayatını; Benim ülkemin ucu bucağı yoktur.” Yıllar sonra bu içsel çağrıyı anladığım zaman artık nereye ait olduğumu biliyordum: İslam kardeşliğinin beni doğduğum günden beri beklemekte olduğunu biliyordum, onunla kucaklaşmaya hazırdım. İlk gençliğimin ülküsü, belli bir fikri yörüngeye bağlı olmak, bir kardeşler topluluğunun parçası olmak arzusu gerçekleşmişti.”

“İslam bana, geceleyin eve gürültü patırtı çıkarmadan, gizlice giren bir hırsız gibi geldi, bir farkla ki, artık çıkmamak üzere girmişti içeri o, fakat bunu, yani sonunda Müslüman olacağımı anlamam yıllar sürdü.”

1952 yıllarının başlarında Pakistan’ın B.M.’deki temsilcisi olarak Paris’e oradan da Newyork’a giden Muhammed Esed batı kökenli bir Müslüman olarak dikkatleri toplamıştır. Avrupalı, Amerikalı dost ve tanıdıkları arasında onun İslamiyet’i seçiş hikayesi derin bir merak uyandırmaya başlamıştır. Önceleri Esed’i Doğulu bir hükümetin özel bir amaçla görevlendirdiği Avrupalı bir ‘uzman’ yerine koydular. Bu durumda Esed onlar için, hesabına çalıştığı ulusun yaşama biçimini ve geleneklerini dışardan benimsemiş biriydi. Fakat ne zaman ki, B.M.’deki etkinlikleri sadece işlevsel olarak değil, aynı zamanda duygusal ve zihinsel olarak da kendini bütünüyle İslam dünyasının politik ve kültürel hedefleriyle özdeşleştirdiğini ortaya koydu, işte o zaman batılı dostları bir çeşit şaşkınlığa düştüler. Onun geçmişini ve geçmişteki deneyimlerini merak edenler bir kitap yazmasını istediler. Mekke’ye Giden Yol, işte isteklerin sonucunda 1954 yılında ortaya çıktı.

Bu kitap, çocukluk ve gençlik yıllarının duygusal arayışlarını, gazeteciliğe başladığı dönemlerin sancılarını, 1922’de Doğu dünyasıyla ilk tanışıklığını ve 1936’ya kadar süren Doğu seyahatlerini edebi bir dille anlatıyor.

Muhammed Esed, uzun süren seyahatleri boyunca Müslümanlarla kurduğu içsel bağlantıyı ve onlar hakkındaki izlenimlerini ayrıntılarıyla aktarıyor.

“Cuma günü -Müslümanların bayram günü- Şam’da hayatın ritmindeki değişikliği hemen fark edebilirdiniz. Mutlu bir heyecan ve ciddiyet esintisi dolaşırdı yüzlerde. Bizim Avrupa’daki Pazar günlerimizi düşünüyorum da, orada herhangi bir şehrin sessiz caddelerini, kepenkleri çekilmiş dükkanlarını... O her bakımdan boş günleri boşluğun yol açtığı can sıkıntısını hatırlıyordum: bu niçin böyleydi? Bunun şimdi daha iyi anlıyordum: çünkü Avrupa halkının büyük bir çoğunluğu, hayatı her gün sırtlarında ağır bir yük olarak taşıyorlardı; Pazar günü bu yükü sırtlarından indirdikleri bir gündü onlar için. Dolayısıyla Pazar günü artık hayatın daha sıcak bir solukla ruhlarda gezindiği bir bayram ve esenlik günü değil, pusuda bekleyen ‘iş günleri’nin ağır ve sıkboğaz edici karanlığından kaçıp sığınılar gerçek dışı, aldatıcı bir avuntu bir unutma günüydü. Oysa Araplar için Cuma günü hiç de günlük işlerini unutmak için yaratılmış bir fırsat olarak görülmüyordu. Bu durum hayatın, nimetlerini bu insanların kucağına kolay ve zahmetsizce bırakmasından ileri gelmiyordu şüphesiz; bu durum sadece, bu insanların, işlerini, ne kadar ağır olursa olsun, kendi kişisel arzularıyla zıtlık içinde görmemelerinden, ya da kendi kişisel kaderleriyle gördükleri işi, ruhsal bölünmeye yol açacak biçimde kısır bir çatışmaya sokmamalarından ileri geliyordu. Salt bir iş yapmış olmak için, iş yapmak olgusunun yeri yoktu bu insanların hayatında; tam tersine çalışan insanla, yaptığı iş arasında içsel bir bağ, kesintisiz bir temas vardı. Bu nedenle insan ancak yorulduğu zaman işi bırakmak gereğini duyuyordu. İnsanla işi arasındaki bu barışıklık, çalışma hayatının ya da tüm olarak hayatın tabi seyrinin bir gereği olarak, ancak İslam öğretisiyle sağlanmış olmalıydı. Bu nedenle Cuma gününün zorunlu bir dinlenme günü olduğunu öngören dini bir ilke yoktu. Küçük esnaf ve zanaatçılar, Cuma günü birkaç saat çalıştıktan sonra Cuma namazı için, dükkanlarından ayrılıyorlar; Cuma namazından çıkınca belki bir süre kahvede eş-dostla görüşüp sohbet ediyor, sonra da büyük bir rahatlık içinde birkaç saat daha çalışmak üzere dükkanlarına dönüyorlardı. Bunu herkes hoşnutlukla isteyerek yapıyordu. Yalnız çok az sayıda dükkan kapalıydı ve Cuma saati dışında caddeler her günkü gibi kalabalıktı.”

“İslam, sözcüğün genel geçer anlamıyla bir ‘din’ olmaktan çok bir hayat tarzı, bir yaşama yöntemiydi. Teolojik bir sistem olmaktan çok, kişisel ve toplumsal davranışlar için öngörülen, Allah inancı ve kulluk duyarlığına dayalı topyekün bir yaşama programıydı. Kur’an’ın hiç bir ye­rinde Hıristiyanî anlamda bir ‘Kefaret’ kavramına, bireyle onun kaderi arasına dikilen bir ‘ilk ve kalıtsal günah’ fikrine rastlamamıştım. Çünkü, ‘kişiye say’inden başkası yoktu Kur’an’a göre. Arınmak, Allah’a yaklaşmak için gizli, batıni kapıları zorlamak fikrine götüren bir çilecilik yoktu; çünkü Kur’an’a göre arınmışlık, insanın doğuştan getirdiği bir nitelikti; günahsa, Allah’ın herkese doğuştan verdiği fıtri ve olumlu değerlerden kopmak ve uzaklaşmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Kur’an’ın insan do­ğası hakkındaki yargılarında dualizmin izine bile rastlan­mıyordu; onun getirdiği öğretide ruh ve beden ayrımı, yerini tek ve bütünsel insan varlığına bırakıyordu.

Kur’an’ın yalnız manevi meselelerle değil de, hayatın görünüşte çok önemsiz, günlük ve dünyevi yanıyla da ilgilendiğini görmek, önceleri biraz ürkütmüştü beni; zaman­la anlamaya başladım ki, eğer insan gerçekten ruh ve be­den bütünlüğü içinde yaratılmış bir varlıksa - ki İslam öy­le olduğunu söylüyordu - o zaman insan hayatının hiçbir yanı, din alanının dışına düşecek kadar ‘önemsiz’ olamaz. Öte yandan Kur’an, ona bağlananların, bu dünyadaki hayatın, insan için öngörülen daha yüksek bir varoluş sife­rinin sadece bir parçası olduğunu ve nihai amacın mane­vi bir nitelik taşıdığını unutmalarına asla izin vermiyordu. Maddi başarının arzu edilir olmakla beraber, kendi içinde bir amaç olmadığını söylüyordu; o halde insanın arzu ve hevesleri, soyut anlamda olumlanmakla birlikte, mo­ral değerler ve ahlaki bilinçlilik aracılığıyla sınırlandırıl­malı, denetim altında tutulmalıydı. Sözü edilen bu bilinç­lilik de sadece insanla Allah arasındaki ilişkilere değil in­sanla insan arasındaki ilişkilere de yön vermeliydi; sadece bireyin manevi gelişimini sağlayan koşulların yaratılma­sında değil bütün bir toplumun manevi gelişimini, hayatın hemen herkes tarafından olabildiğince yoğun bir biçimde yaşanmasını sağlayabilecek toplumsal koşulların ya­ratılmasında da bütün parlaklığıyla yansımalıydı...

Bütün bunlar, İslam hakkında çok önceleri okuduğum ya da duyduğum şeylerden, entelektüel ve ahlaki düzlem­de çok daha ‘kayda değer’ şeylerdi. Bu şekliyle İslam’ın ruh problemine yaklaşımı, Eski Ahid’inkinden çok daha derin ve anlamlıydı; üstelik onun, Eski Ahid gibi, özel bir kavimden yana koyduğu herhangi bir tercihi de yoktu. Ten problemine yaklaşımı ise, Yeni Ahid’inkinin tersine son derece olumluydu. Ruh ve ten, insanın Allah’ın bah­şettiği, Allah’ın eseri olan hayatının ikiz yüzleri olarak, tek bir kaide üzerinde, yükseliyor ve bizim varoluşu bir bütün­lük içinde hissetmemize elverecek biçimde, her biri, hayatı kendi çizgileriyle yansıtıyorlar.

Araplarda uzun süreden beri hissettiğim duygusal güvenlilik de acaba, diye soruyordum kendi kendime, bu öğretinin eseri değil miydi?”

Bu kitapta bir kişinin İslamiyet’e adım adım girişinin hikayesini, duygusal ve edebi bir anlatımla bulabilirsiniz.

 

YOLLARIN AYRILIŞ NOKTASINDA İSLAM

“Bugün Müslümanların karşılaştığı problem yolların ayrılış noktasına gelmiş bir yolcunun problemidir. Olduğu yerde duraklayabilir, fakat bu onun açlıktan ölümü olması demektir. Üzerinde ‘garp medeniyetine gider’ yazılı yolu da seçebilir. Fakat bu takdirde ebediyen mazisine veda etmesi gerekmektedir. Ya da üzerinde ‘gerçek Müslümanlığa’ yazılı yolu seçer; işte bu yol, kendi mazileri ve kendi kudretleriyle canlı bir geleceğe doğru ilerlemeye imanı olanları kendisine çeken bir yoldur”.

Hepimizin sıkıntı çektiği problemi bu birkaç cümleyle özetliyor Muhammed Esed. Adıyla bile gizli anlamları barındıran Yolların Ayrılış Noktasında İslam, yazarın fikri yapısını ve Müslümanların bugünkü sorunlarına bakış açısını yansıtan önemli bir eser.

Batı dünyasının içinde yetişmiş,ama murat ettiği yaşamı ısrarla dışarıda aramış bir insanın idrakini anlatıyor bu kitap. Batıya yaklaşımımız hakkında bir çok Müslüman düşünürün de sık sık belirttiği temkinli yaklaşımı, kendi tecrübeleriyle temellendirerek aktarıyor okuyucuya. Muhammed Esed erken yaşlarda içinde yaşadığı dünyanın maddeyi ilah yapmış ve maneviyatı kenara iten tavrını fark etmiş, dahası bunun yanlış bir yaşam olduğunu düşünmeye başlamıştır. İnsanın içinde bulunduğu durumun çarpıklıklarını görmesi ve bunu kabul etmesi genellikle zor bir durumdur. İçe dönük eleştirilerimizi çoğunlukla çevresel ve itibari endişelerle bir kenara itiyoruz. M. Esed Müslüman olmadan önce ve olduktan sonra da içinde bulunduğu ortamın fikirsel tahlilini etraflıca yapabilmiş, bundan yola çıkarak kendisine özgün bir yol çizmiştir. Bu yüzden Müslüman’ın Batı karşısındaki tutumunu değerlendirirken gerçekçi yaklaşımlar taraftarıdır.. Onun “İslam-Batı” ikilemindeki temel savunusu; Müslüman’ın Batı medeniyetinin göz alıcı büyüsüne aldırmaksızın, İslamî moral değerleri daima koruması gerektiğidir.

Hem ferdi hem de cemiyet yaşamında Batı medeniyetiyle İslam arasındaki ulaşılamaz farklılıklarını en yalın haliyle dile getirir.

Batı dünyasının her ne kadar Hıristiyanlığın etkisinde kaldığı ifade edilse de aslında onun fikir dünyasını dine karşı verdiği mücadeleler oluşturmuştur. Batı bir bakıma Hıristiyanlığın değil materyalist Roma Medeniyetinin varisidir. Avrupalının dine karşı görünüşte kayıtsız ama aslında düşmanca tavrı, Kilisenin uzun yıllar Avrupalı insan üzerindeki şiddetli fikirsel baskısına karşılık bir tepkidir. Dine karşı topyekûn bu tavrın, büyük teknolojik gelişmeler dönemiyle ateşlendiğini, Batı insanının ruhi ve manevi otorite namına ne varsa hepsini ortadan kaldırmaya gayret gösterdiğini görüyoruz. Hıristiyanlığın kendine has, maddi dünyayı hor görmesi hatta yadsıması, Avrupalıyı isyan ettirmiş, bir uç noktadan diğer bir uç noktaya geçişi sağlamıştır. İşte bu temel sebepler yüzünden batı hayatını şekillendiren dinamikler maddiyatçı bir biçim almış ve ahlaki tüm değerlere savaş açılmıştır. Oysa İslam omurgasını ahlaki ve moral değerler üzerine oturtmuş bir yaşam biçimidir. Bundan dolayı Batı yaşamı asla Müslüman için tercih edilir olamaz. Aradaki bu taban tabana zıtlık Müslüman’ı ayrılış noktalarından ilkine getirmiştir. Bu ayrılışın lehimize olması için Batının bu gözleri kör eden yalancı parlaklığına kanmayıp, Kur’an’ı ve Peygamberin Sünnetini yaşamımızda etkin belirleyiciler haline getirmek zorundayız.

Bugün Batı neredeyse tüm dünyaya teknolojisini ihraç ediyor.Tek nokta kaynaklı bu yayılma aynı zamanda kültürel, değersel kısaca yaşamın her alanını az çok kapsar bir zihinsel enjekte haline geldi. Uzun zamandan beri farklı ağızlardan uyarılara muhatap olduk. Eminim biz Müslümanların dışında da başka topluluklar bu tür bir tehlikenin farkında oldular. Son dönemde Müslüman düşünürlerin Batının sadece ilmi gelişmelerini getirmek, aynı zamanda kültürel ve ahlaksal yaşantısına uzak kalmak gerektiğini düşünmeleri boşuna değil. Fakat bu temkinli yaklaşım tek başına durduğunda pratik hayatımıza yönelik bir çözüm olmakta zayıf kalıyor. Çünkü M. Esed’in de dediği gibi; ”Dış görünüşleri taklit, yavaş yavaş ona uygun olan fikri meyli de kabullenmeye götürür.” Batı karşısında yılardır takındığımız öykünmeden sıyrılmak zorundayız. “Bir medeniyet ve ya kültürün başkalarından üstün olması, geniş çapta madde bilgisine ~bu da iyi olmakla beraber~ bağlı ve dayalı değildir. Bu üstünlük, bir kültür ve medeniyetin ahlaki faaliyet ve başarısı, insan hayatının bütün kısım ve yönleri arasında ahenk ve düzen meydana getiren büyük kudretiyle ölçülür. Bu bakımdan İslam diğer bütün kültürlerden üstündür. Beşerin ulaşılabileceği en üstün seviyeye ulaşılabilmemiz için İslam’ın emirlerine uymamız gereklidir. Fakat unutulmamadır ki İslam’ın kıymetini korumak ve yaşatmak istiyorsak Batı medeniyetini taklit edemeyiz; zaten bunu yamak bize gerekli de değildir”.

Bu kendinden son derece emin halin, bugün her alanda batılaştırılmaya çalışılmış zihinlerimizde yankılar oluşturduğu açık. Yıllardır problemin varlığına dair tespitler yerinde olmasına rağmen çözüm önerileri tatmin edici olamamıştır. Fakat bu tür bir sorunu cemiyeti içine alacak top yekün bir çözümden şimdilik uzak olduğumuz gibi bir manzara var. Her ne olursa olsun ferdi yaşantımızda öze dönük ve Batıdan uzak bir tutumla işe başlamak gerekiyor. Bunun için de önümüzde Kur’an ve nebevi sünnet duruyor.

Muhammed Esed’in bu noktadan sonra İslamî toplumun İslam’a karşı tutumunu mütalaa ettiğini görüyoruz.

Son dönemde Müslümanların sünnete karşı kayıtsızlıklarını eleştiriyor ve sünneti tatbikin İslam’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demek olduğunu düşünüyor. İslam binasını tutan bu çelik iskeletin ortadan kaldırılması, bir binanın iskeletinin ortadan kaldırılarak, kağıt bir barakaya dönüşmesi ve çökmesiyle eş tutuyor.

İslam’ı diğer nizamlardan ayıran esaslar içinde en önemlisi insan hayatının ruhi ve maddi tarafları arasında kurduğu tam ahenk olduğunu ve Rasululllah’ın insan hayatının maddi ruhi her iki cephesine de verdiği önemi vurguluyor. Peygamberin şu hadisini hatırlatıyor: “Ebedi yaşayacakmışsın gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi ahiretin için amel et.” Bu noktada hem dünya işlerinin önemsiz olduğunu savunan tasavvufi görüşe hem de dünya işlerini tek hedef olarak kabul eden materyalist görüşe şiddetle karşı çıkıyordu. Nasıl bir Müslüman’ın hayatı onun ruhi ve bedeni varlığı arasında tam ve mutlak bir dayanışma üzerinde durması gerekli ise Peygamberimizin yolunun da- yani onun en derin ahlaki, ameli, şahsi ve içtimai davranışlarının tümü- bir bütün olarak örnek alınması gereklidir. İşte sünnetin en derin manası budur.

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur: “ Resul size ne getirip verdi ise onu alınız, neyi yasak ettiyse onu da terk ediniz.”

İşte burada Peygamberin hayatını anlatan ve sözlerini bahis konusu efen kaynakların sıhhati meselesi ile karşı karşıya gelinir. Bu kaynaklardan maksat, hadislerdir. Müslümanlara arasında, sünnete temel teşkil eden hadislerin tümüne birden güvenemeyeceklerini düşünenler var. Zamanımızda kişinin prensip olarak hadislerin sıhhatini inkar etmesi, sonra da bu yüzden bütün sünnet nizamını inkar etmesi moda haline geldi. Bu görüşün ilmi bir temeli yoktur.

Muhammed Esed kitabının sonuna doğru bu konudaki görüşlerini ayrıntılı olarak ortaya koyuyor ve şöyle diyor;

“İslam’ın geleceği bakımından şunu bilmemizin –bu soruya cevap verebilsek de veremesek de- önemi çok büyüktür: İslam’a göre durumumuzu, sünnet önündeki durumumuz tespit edecektir.”

“Bazı Müslümanların sandıkları gibi biz, İslam’ın kaçınılmaz bir reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü her şeyden önce İslam kendi halinde tam ve eksiksizdir. Bizim yapmaya mecbur olduğumuz şey eksik görüşümüze gaflet ve tembelliğimize çare bularak, din karşısındaki durumumuzu düzeltmemizdir. Kısaca kendi kusur ve kötülüklerimizi ıslaha muhtacız; yoksa İslam’ın sanılan ve aslı olmayan kusurlarını değil.”

İslâm'da Yönetim Biçimi

Allah kitabında, insanlara hem bu dünyada hem de ölüm sonrası hayatta mutlu ve huzurlu olabilmeleri için bir takım öğütlerde bulunmuştur. Bir insanın Allah'a kul olması için Allah'ın çizdiği yoldan gitmesi bir zorunluluktur.

Bu hususun bütün müslümanlarca kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Yani müslüman olan herkes bir bakıma Allah'ın muradını arar ve O'nun muradına göre hayatını şekillendirmek ister. Bu şekillendirme bir bakıma İslam'ın bireyi şekillendirmesidir. Bunun yanında her bir bireyin etkilenmesinin bir sonucu olarak olayın bir de toplumsal boyutu ortaya çıkar. Yani İslam bireyi şekillendirmekle aynı zamanda yeni bir toplum da yaratır.

Bir toplumun beraberce yaşayabilmesi, bir takım ortak ihtiyaçların giderilmesi için belli bazı kurallar vardır. Bunların bazıları yazılı olmayan fakat herkesin bildiği bazı teamüllerdir. Ancak bunun yanında bir de gerek toplumdaki insanlar arasındaki hukuki ilişkileri gerekse bireylerin toplumun geneline olan görevlerini düzenleyen yazılı hükümler mevcuttur. Yazılı olmayan ve insanların hali hazırda haberdar oldukları teamülleri ahlak olarak adlandırabildiğimiz gibi diğer yazılı hükümleri de o toplumun anayasası olarak telakki edebiliriz.

Geneli müslüman olan bir toplum ele alındığında Kur'an ve Sünnetin, ahlâki konularda bize yol gösterici olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İnsanın sadece iman ettim demekle müslüman olmadığı bunun yanında toplumdaki insanlara karşı pek çok ödevlerinin olduğu açıktır. Bir kişinin eşine, çocuğuna, dostuna, alacaklıya, muhtaç olana nasıl davranması gerektiği İslam tarafından belirlenmiştir. Genelde bu konuda müslümanlar ittifak halindedir.

Peki İslam, toplum yönetimi ile ilgili ne söylemektedir? İşte bu konuda bir birliktelik sağlanabilmiş değildir. İslâmî bir devlet ne demektir? Şeriat nedir ve nasıl ikame edilir? Veya İslam gerçekten bir İslamî devlet modeli önermekte midir yoksa bunu tamamen insanlara mı bırakmakta mıdır? Bu soruların yanıtları zihinleri çağlar boyunca meşgul etmekte.

Muhammed ESED dosyası kapsamında ele almaya çalıştığımız İslam'da Yönetim Şekli adlı kitapta bu sorulara cevaplar aranıyor. Muhammed Esed yıllardır İslam toplumlarının pek çoğunu yakından tanıyan bir Batılı olarak İslam'da yönetim şeklinin nasıllığı üzerine yazdığı bir dizi makalesini toplamış bu kitapta.

"Bu kitap, 1948 Mart'ında Pencap Hükümeti'nin himayesinde İngilizce ve Urduca dillerinde yayınlanan İslâmî Anayasa'nın oluşturulması adlı makalemde ileri sürdüğüm fikirlerin geliştirilmiş bir şeklidir. O sıralarda, bir devlet kurumu olup; doğmakta olan toplum ve devletimizin üzerinde yükseleceği düşünsel ve sosyal temelleri hazırlamakla görevli Yeniden İslâmî Yapılanma Dairesinin Yöneticisi idim. Zihnimi en çok meşgul eden konular arasında, Pakistan'ın gelecekteki anayasası sorunu başta geliyordu."

Muhammed Esed'in o an içinde bulunduğu durum kitabı anlamamızda ve değerlendirmemizde çok önemli bir yere sahip. Yıllardan beri üzerine tonlarca kitap yazılan bu konuda söz söylemenin ne kadar zor olacağı ortada. Ayrıca yeniden yapılanma içine girmiş bir ortamda bu konuların dillendiriliyor olması sözü edilen hususların pratik ve hemen uygulanabilir olması şartını da gündeme getiriyor.

"Ne bizden öncekilerin, ne de çağdaşlarımızın çalışmaları yeni Pakistan devletinin üzerine bina edileceği sağlıklı bir kavramsal temel sunmaktan acizdi. Benim için tek bir açık kapı kalmıştı. İslâm hukukunun orijinal kaynaklarına -Kur'an ve Sünnet- dönmek ve bu temellerden yola çıkarak İslâmî devlet konusunda yazılmış tüm eserlerden bağımsız olarak Pakistan'ın gelecekteki anayasanın somut öncüllerini ortaya koymak."

Esed'in kendisinin de belirttiği gibi anayasanın somut öncüllerini ortaya koymak için Kur'an ve Sünnet'in yardımıyla hükümetin yapısı, yasama ve yürütme organlarının durumu ve onların karşılıklı ilişkileri, halk ve hükümetinin birbirleriyle olan ilişkileri gibi konular hakkında görüşlerini ortaya koymaya çalışıyor.

Makalelerde özellikle üzerinde durulan konu ise: Tam anlamıyla İslâmî bir yaşayış için İslâmî bir devletin şart oluşu. Aynı zamanda İslâmî bir yaşayışın toplumun çoğunluğunun veya hepsinin müslüman olmasıyla sağlanamayacağını, İslâmî bir yaşayışın ancak İslâm'ı ön plana alan bir anayasal sistemle olabileceğini söylemekte Muhammed Esed. Ayrıca batının, çağların verdiği bir birikimle ortaya çıkardığı kavramları uygulamaya sokarken müslümanların daha dikkatli olmaları gerektiğini çünkü o kavramların batının kendi tarihine dayandığının altını çizmekte. Bir batılının 'demokrasi' dediğinde anladığı şeyle başka bir milletten bir insanın anladığı şeylerin çoğu zaman örtüşmediğine dolayısıyla batıdan ihraç edilen yönetim şekliyle ilgili olan kuralların dikkatle tetkik edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. İslam'ın hak ve özgürlükleri savunan ve toplumdaki bireylerin huzurunu esas alan güzel bir yönetim şeklinin ortaya çıkarılabileceği, ancak bunu yaparken dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor Muhammed Esed kitabında.

Bunun yanında Muhammed Esed, müslümanların İslâmî yapılanma dediklerinde yalnızca kamçılamayı ve el kesmeyi anlayan bir ceza sistemi ve sadece zekâta dayalı bir ekonomiyi savunamayacaklarını, günün ihtiyaçlarını karşılayacak topyekün bir sistem ortaya çıkarmaları gerektiğini savunuyor. Bu nedenle çözümün yalnızca Asr-ı Saadette veya halifeler dönemindeki uygulamaları taklit etmek olmadığını, o zamanki durumu çok iyi tahlil edip içtihâd kapısını açık tutarak sorunlara çözüm aranılmasını öneriyor.

Bu görüşleri ışığında Muhammed Esed toplumun ve devletin nasıl yapılanması gerektiğine somut bir takım öneriler getiriyor. Kitabın sonuç bölümünde ise şunları dile getirerek böyle bir düşüncenin teşekkül etmesinin çok kolay olmayacağını vurguluyor:

"Şüphesiz İslâm düşüncesinin sahip olduğu esneklik ve bağımsızlığa yeniden dönmek, ümmetimizin çoğu için acıklı ve zor olacaktır. Çünkü bu iş, müslümanların uzun çağlar boyunca alışageldikleri düşünme şekillerinin çoğunda köklü bir değişmeyi getirecektir. Zamanın geçmesiyle 'kutsallık' sıfatı kazanmış içtimaî örf ve adetlerin çoğunun bırakılmasını veya değiştirilmesini de gerektirecektir. Aynı şekilde, geçmiş fakîhlerin şu veya bu kitabında küçük, büyük her şeyin kesin sonucuyla kesilip atıldığına dair zayıf inancın da bırakılmasını gerektirecektir. İşte daha önce kapıları çalınmamış, parlak, yeni ufuklara doğru gitmenin ve yücelik basamaklarında müslümanların yükselebilmesinin biricik yolu budur."

Bu konu hayatını İslâmî kaidelere göre yön vermeye çalışan herkes için son derece önemlidir. Bunun yanında batı kavramlarının ve yaşam tarzının hızla hayatımıza egemen olduğu bir dönemde sağlıklı karar vermek oldukça zordur. Çözüm ne hali hazırdaki kavramlara teslim olmak ne de onlara karşı olmak için İslam adına İslâm'da olmayan uygulamaları kabul etmektir. Çözümün ne şekilde olmayacağını söylemek çoğu zaman kolaydır, ne olması gerektiği konusunda ise tartışmalar sürüp gidecektir.

 

Muhammed ESED'in Siyonist Lider Weizmann ile diyaloğu

O günler, sıradan bir Avrupalı, Araplar hakkında ne bilebilirdi ki? Pratik anlamda hemen hiç bir şey. Bir takım romantik ve yanıltıcı kanaatlerle Yakın Doğu'ya gelen Avpalı; eğer kafaca dürüst ve iyi niyetliyse çok geçmeden, Araplar hakkında hemen hiç bir şey bilmediğini kabul etmek zorunda kalırdı çoğu zaman. Ben de böyleydim işte; Filistin'e gelmeden önce burasını bir Arap ülkesi olarak hiç düşünmemiştim. Şüphesiz, bölgede "bazı" Arap topluluklarının da yaşadığını az çok kestiriyordum, ama onları. çöl çadırlarında yaşayan göçebeler ve basit, ilkel vaha sakinleri olarak tasarlıyordum hep. Çünkü, ilk zamanlar, Filistin hakkında okuduklarımın çoğu Siyonistler tarafından yazılmış kitaplardı; ve Siyonistler de, doğal olarak, kendi renkleriyle boyuyorlardı tabloyu. Şehir ve kasabaların Araplarla dolup taştığını, ve söz gelimi 1922'de Filistin'de her bir Yahudiye karşılık beş Arapın yaşadığını ve bu son derece belirgin nüfus farkından kalkarak, buranın bir Yahudi memleketi olmaktan çok bir Arap memleketi olduğunu nereden bilebilirdim?

Bu durumu, o günlerde karşılaştığım Siyonist Hareket Komitesi başkanı Mr. Ussyshkin'e belirttiğim zaman gördüm ki, Siyonistlerin Arap nüfus üstünlüğünü hesaba katmaya niyetleri yoktu pek; onların gözünde, Arapların Siyonizme karşı gösterdikleri tepki de öyle gerçek bir önem taşımıyordu. Mr. Ussyyshkin'in cevabı, Araplara karşı beslenen Siyonist küçümseme ve horgörüyü dile getiriyordu yalnızca:

"Burada gerçek bir Arap direniş hareketi yok karşımızda; yani tabandan gelen bir hareket. Direniş adına bütün gördüğünüz, gerçekte bir avuç öfkeli kışkırtıcının bastığı yaygaradan başka bir şey değil; bu da bir kaç ay, bilemediniz bir kaç yıl içinde kendiliğinden çözülüp gidecektir."

Bu iddia benim için doyurucu olmaktan uzaktı şüphesiz. Yahudilerin Filistin'e yerleşme düşüncesi, daha başından yapay, zorlama bir ülkü olarak görünüyordu bana; ve işin daha da kötü yanı, bu düşüncenin, Avrupa hayat tarzına özgü bütün o çapraşık yöntemlerin, çözümsüz sorunların, onlar olmadan daha mutlu, daha barış içinde hayatını sürdürebilen bir ülkeye bulaştırılması tehlikesini de beraberinde getiriyor olmasıydı. Yahudiler buraya, yurduna dönen kimseler gibi gelmiyorlardı; ülkeyi Avrupalı modellere uygun, Batılı amaçlara göre tasarlanmış bir yurt haline getirmek niyetini güdüyorlardı daha çok. Sözün kısası, evin içindeki yabancılar durumundaydılar. Ve bunun için de, Arapların kendi yurtlarının göbeğinde bir Yahudi yurdunun oluşturulması fikrine karşı kesin bir direniş göstermelerinde herhangi bir haksızlık yoktu bence; tersine, görüyordum ki, haksızlığa uğratılan, zora koşulan taraf Araplardı ve bu haksızlığa karşı meşru bir savunma eylemi içinde bulunuyorlardı.

Yahudilere Filistin'de "ulusal bir yurt" vaaden 1917 Balfour Deklarasyonunda, sömürgeci güçlerin hepsi için geçerli o eski "böl ve yönet" ilkesini pervasızca yürürlüğe koymayı amaçlayan politik bir manevranın kaba yansımasını görüyordum. Bu ilke, tıpkı 1916'da İngilizlerin, zamanın Mekke Emin Şerif Hüseyin'e, Türklere karşı destek sağlamasına karşılık olarak, Akdeniz'le Fars Körfezi arasında kalan topraklar üzerinde bağımsız bir Arap devleti vaadetmelerinde olduğu gibi, Filistin meselesinde de çirkin bir biçimde apaçık ortadaydı. İngilizler, sadece bir yıl sonra, Fransızlarla, Suriye ve Lübnan üzerinde bir Fransız dominyonu oluşturmak üzere, gizli Sykes-Picot Anlaşmasını yaparak bu sözlerinden dönmekle kalmamışlar, dolaylı olarak, Filistin'i de, Araplara karşı kabul ettikleri yükümlülüklerin dışında tutmaktan çekinmemişlerdi.

Kendim de Yahudi kökenli olmama rağmen, Siyonizme karşı başından beri güçlü bir muhalefet beslemişimdir içimde. Araplardan yana beslediğim kişisel sempati bir yana, büyük yabancı güçler tarafından desteklenen Yahudi göçmenlerin, ülkede nüfus çoğunluğunu sağlamak yolundaki niyetlerini hiç de saklamadan, bu ülkeye doluşup, çok eski çağlardan beri ülkenin gerçek sahibi durumundaki insanları saf dışı bırakmak istemelerini kesin olarak ahlak dışı buluyordum. Ve sonuç olarak, ne zaman Arap-Yahudi sorunu gündeme gelse -ki bu şüphesiz sık sık oluyordu- ben Arapların yanında hissediyordum kendimi. Bu tutumum, o günlerde karşılaştığım Yahudilerin, pratik olarak kavrayabilecekleri bir şey olmaktan uzaktı şüphesiz. Onların, Orta Afrika'daki Avrupalı sömürgecileri hiç de aratmayan bir anlayışla, ilkel bir topluluk olarak gördükleri Araplarda benim ne bulduğumu anlamalarına imkan yoktu. Arapların ne düşündüğü onları hiç mi hiç ilgilendirmiyordu; Arapça öğrenmek isteyen bir tek yahudi bile yoktu içlerinde; Filistin'in Yahudilerin yasal mirası olduğu sloganı, herkesin tartışmasız kabul ettiği tek yasa, tek nas durumundaydı.

Siyonist hareketin karşı gelinmez lideri Dr. Chaim Weizmann'la bu konuda yaptığım kısa tartışmayı hala hatırlarım. Filistin'e yaptığı mûtad ziyaretlerinden birinde, (sanırım daimi yerleşim yeri Londra'daydı) bir Yahudi arkadaşımın evinde karşılaştım onunla. İnsanın, uzun ve gergin adımlarla odayı arşınlayan bu adamın bedeni hareketlerinde kendini açığa. vuran sınırsız enerjiden, geniş alnında ve keskin, içe işleyen bakışlarında yansıyan zekanın etkisinden kendini kurtarması kolay değildi.

"Ulusal Yurt" düşünü bulandıran parasal zorluklardan ve dışarıdaki insanların bu düşe gösterdikleri ilginin yetersizliğinden yakınıyordu; üzülerek gördüm ki, diğer pek çok Siyonist gibi o da Filistin'de olup biten her şeyin sorumluluğunu "dış dünya"ya yüklemek eğilimindeydi. Bu durum beni, orada bulunan öteki insanların onu dinlerken gömüldükleri saygılı sessizliği bozarak, "Peki, ya Araplar ne olacak?" diye sormak zorunda bıraktı.

Tartışmasız sürüp giden konuşmayı bu çatlak nağmeyle yaralayarak büyük bir "gaf" yapmış olmalıydım ki, Dr. Weizmann yavaşça bana doğru döndü elindeki fincanı sehpaya bırakarak şaşkınlıkla soruyu tekrarladı. "Araplar ne mi olacak...?"

"Tabii, her şeye rağmen bu ülkede yine de çoğunluk durumunda olan Araplar değil mi?- Onların açık ve kesin muhalefeti karşısında Filistin'i kendi vatanımız haline getirmeyi nasıl umabilirsiniz?"

Siyonist lider omuz silkerek kuru ve alaycı bir tavırla:

"Bir kaç yıla kadar, umuyoruz ki, çoğunluk filan kalmayacak onlar için."

"Olabilir belki yıllardır bu sorunla uğraştığınıza göre durumu benden daha iyi biliyor olmalısınız. Hadi diyelim ki, Arap mukavemetinin yolunuza koyduğu engeller aşılabilir türden engeller; peki, ya sorunun ahlaki yanı? bu sizi hiç kaygılandırmıyor mu? Öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin, sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz?"

"Fakat burası bizim memleketimiz," diye cevap verdi Dr. Weizmann, kaşlarını kaldırarak, "biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz, hepsi bu. "

"Ama nerdeyse iki bin yıldır Filistin'den uzakta yaşıyorsunuz! Üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğiniz günleri toplasan -ki bunun da bütün Filistin'i kapsadığı su götürür- beş yüzyılı bile bulmaz. Bu duruma bakılırsa, Arapların da İspanya üzerinde pekâla hak iddia edebileceklerini düşünmek gerekir. Çünkü, ne de olsa onlar İspanya'da sizden daha fazla kaldılar, nerdeyse yedi yüzyıl.. ve daha da önemlisi, onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman da geçmedi, topu topu beş yüzyıl... "

Dr. Weizmann, gizleyemediği bir sabırsızlıkla: "Saçma saçma. Araplar İspanya'yı ancak fetih yoluyla ele geçirmişlerdi; İspanya hiç bir zaman onların ana vatanı olmadı bunun için de, eninde sonunda bir gün İspanyollar tarafından kovulmaları mukadderdi.

"Bağışlayın ama," dedim, "bana öyle geliyor ki, burada büyük bir tarihi gerçek gözden kaçırılıyor; öyle ya. unutmayalım, İbraniler de Filistin'e fatihler olarak girdiler. Onlardan önce, Semitik, non-Semitik, pek çok başka yerleşik kabileler vardı burada -Amoritler, Edomitler, Ferisiler, Moabitler, Hititler, ve daha başkaları. Bütün bu kabileler, İsrail ve Yahudi krallıkları zamanında bile bu ülkede yaşamaya devam ettiler. Romalılar bizim Yahudi cetlerimizi buralardan sürüp çıkardıkları zaman bile onlar bu ülkede kaldılar. Bugün de işte yine burada yaşıyorlar. Yedinci yüzyılda Arap fetihlerini izleyerek Suriye ve Filistin'e gelip yerleşen Araplar her zaman nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyorlardı; bugün bizim Suriyeli ve Filistinli 'Araplar' olarak tanıdığımız halk, aslında bu ülkenin Araplaşmış eski sakinlerinden başka kimseler değil.

Onlardan bir kısmı zaman içinde Müslüman oldu, bir kısmı da Hıristiyan olarak kaldı; Müslüman olanlar, ister istemez Arabistandan gelen dindaşlarıyla evlendiiler. Fakat, Filistin'de yaşayan ve Müslüman olsun, Hıristiyan olsun Arapça konuşan bu halk yığınlarının ülkenin gerçek sahiplerinin soyundan, yani daha İbraniler Filistin'e gelmeden önce yüzyıllardır bu ülkede yaşayan kadim halkların soyundan geldiklerini inkâr edebilir misiniz?"

Dr. Weizmann, benim bu beklenmedik çıkışıma karşılık nezaketle gülümsedi ve konuyu değiştirdi.

Müdahalemin sonucundan hiç de memnun değildim. Şüphesiz orada bulunanların hiç birinden -en azından bizzat Dr. Weizmann'dan- benim Siyonist düşüncenin moral alanda alabildiğine kolay yıkılır bir yapı olduğu yolundaki kanaatlerimi olumlamalarını beklemiyordum; ama yine de Araplardan yana konuşurken, en azından bunun Siyonist liderler katında belli bir rahatsızlık uyandıracağını umuyordum; öyle bir rahatsızlık ki, kendi kanaatlerini daha derinden irdelemek yönünde uyarıcı olabilecek ve böylece, belki de, Arap mukavemet hareketinin temelinde yatan ahlaki haklılığı tanımaya daha yakın bir çizgiye getirecek onları.... Ama bu umduklarımın hiçbiri gerçekleşmedi. Tersine, bön bakışlardan örülü bir duvar karşısında buldum kendimi; Yahudilerin cetlerinin toprağı üzerindeki tartışılmaz haklarını tartışmaya sokmaya yeltenen pervasızlığım, yakıcı bir hoşnutsuzluktan başka bir tepki uyandırmamıştı.

Yahudiler gibi büyük bir zekayla, beceriyle donanmış bir halk, nasıl olu da Siyonist-Arap çatışmasını yalnızca Yahudi bakış açısından değerlendirebilir, bunu anlayamıyordum? Filistin'deki Yahudiler sorununun uzun vadede ancak Araplarla kurulacak dostça ilişkiler içinde, Arap-Yahudi işbirliği fikri çevresinde çözümlenebileceğini anlamıyorlar mıydı? İzledikleri politikanın vaadettiği vahim geleceği, trajik kavgaları, geçici başarıların ötesinde, uzun vadede Arap denizinin ortasındaki bu Yahudi adacığının sonsuza kadar hedef olacağı kin ve nefreti, sonu gelmez acıları göremeyecek kadar kör müydüler?

Ne garip bir olguydu, uzun ve acılı sürgün hayatını sürdürürken öylesine büyük haksızlılara uğrayan bir halk, şimdi kendi tek boyutlu amacı uğruna, başka bir halka, üstelik Yahudilerin geçmişte çektiği acılardan hiç bir şekilde sorumlu olmayan mazlum bir halka karşı korkunç bir haksızlık işlemeye bütünüyle hazır görünüyordu. Tarih boyunca böyle bir olguya rastlanmamıştır sanırım; böyle bir haksızlığın düpedüz gözlerimin önünde sahneye konması son derece üzücüydü benim için.

 

Kaynak: www.patikalar.com.tr

 


.