2. "Oruca Dayanamayanlara Fidye
Lâzımdır" Âyeti Kerimesinin Neshi
3. Âyyetinin İhtiyar Ve Hamileler
Hakkında Sabit Olduğu
5. Hilali Gözetleyenler Tesbitte Hata
Ederse (Ne Yapmalı)
6. Hava Kapalı Olur Da Hilal
Görülmezse Ne Yapılır?
7. "Hava Kapalı Olduğu Zaman
Otuz Gün Oruç Tutunuz" Diyenler
8. (Şabanın Sonunda Oruç Tutmakla)
Ramazan'ı Karşılama (Önüne Geçme)
9. Hilal Bir Memlekette Başka
Ülkelerden Bir Gece Önce Görüldüğü Zaman (Ne Yapılır?) 25
10. Şek Günü Oruç Tutmak Mekruhtur
11. Şabanı Ramazana Ulayan Kimse
Hakkında Varid Olan Hadisler
12. (Şabanı Ramazana Ulamanın) Mekruh
Olduğu
13. İki Kişinin Şevval Hilâlini
Gördüklerine Dair Şahitlikleri
14. Bir Kişinin Ramazan Hilalini
Gördüğüne Şahitlik Etmesi
16. Sahura Ğadâ (Kahvaltı) Diyenler
18. Kap Elinde Yiyip İçerken Ezanı
Duyan Kimse Ne Yapmalıdır?
20. İftarda Acele Etmek Müstehaptır
22. İftar Esnasında Söylenecek Şey
23. Güneş Batmadan Önce Orucu Açmak
26. Oruçlunun Dişlerini Misvaklaması
27. Oruçlu Hararetten Dolayı Vücuduna
Su Dökebilir Ve İstinşakta Mübalağa Edebilir Mi?
29. Oruçlunun Kan Aldırması Konusunda
Ruhsat
30. Ramazanda Gündüz İhtilâm Olan
Oruçlu
31. Oruçlunun Uykudan Önce Sürme
Çekmesi
32. Oruçlunun Kendi İsteği İle
Kusması
33. Oruçlunun (Hanımını) Öpmesi
34. Oruçlunun Tükrüğünü Yutması
35. Karısını Öpmenin Genç Oruçluya
Mekruh Oluşu
36. Ramazanda Geceyi Cünûb Olarak
Geçirmek
37. Ramazanda (Gündüz Oruçlu İken)
Karısıyla Cinsî Temasda Bulunanın Ödeyeceği Keffaret
38. Kasden Oruç Bozan Hakkındaki Ağır
Tehdîd
39. Unutarak Yiyen Oruçlunun Durumu
40. Ramazan Orucunun Kazasını
Geciktirmek
41. Oruç Borcu Olduğu Halde Ölen
Kimsenin Durumu
43-44. (Yolculukta) Oruç Tutmamayı
Tercih Etmek
45. Yolculukta Oruç Tutmayı Tercih
Edenler
46. Yolcu Yola Çıktığında Orucunu Ne
Zaman Açar?
47. Oruç Açmayı Mümkün Kılan Yolculuğun
Mikdarı
48. "Ramazanın Tamamını
Tuttum" Diyen Kişinin Durumu
49. Ramazan Ve Kurban Bayramlarında
Oruç Tutmak
51. Sadece Cuma Günü Oruç Tutmanın
Yasak Oluşu
52. Sâdece Cumartesi Günleri Oruç
Tutmanın Yasak Oluşu
53. Sadece Cuma Ve Cumartesi Günleri
Oruç Tutmakta Ruhsat
54. Bütün Sene (Nafile) Oruç Tutmak
58. Şevval Ayında Altı Gün Oruç
Tutmak
59. Peygamber (S.A.) Nasıl Oruç
Tutardı?
60. Pazartesi Ve Perşembe Günlerinde
Oruç Tutmak
62. Zilhiccenin On Gününde Oruç
Tutmamak
63. Arafe Günü Arafatta Oruç Tutma
65. Aşûre'nin (Muharremin) Dokuzuncu
Gün(ü) Olduğuna Dair Rivayetler
67. Bir Gün Oruç Tutup Bir Gün
Tutmamak
69. (Her Ay Üç Gün Oruç Tutmanın)
Pazartesi Ve Perşembe Günleri Olduğunu Söyleyenler
72. Geceleyin Niyeti Terk Konusunda
Ruhsat
73. Nafile Orucu Bozana Kaza
İcabettiğini Söyleyenler
74. Kadın Kocasının İzni Olmadan Oruç
Tuta Bilir Mi?
75. Ziyafete Davet Edilen Oruçlu (Ne
Yapmalıdır?)
76. Yemeğe Çağırıldığı Zaman Oruçlu
Ne Demelidir?
79. İ'tikâfta Olan Kişi Herhangi Bir
İhtiyacı İçin Evine Gidebilir
80. İ'tikâfta Olan Kimse Hasta
Ziyaretinde Bulunabilir
81. Mustehaza İ'tikâfta Kalabilir
Bu konu Süneni Ebû
Dâvud nüshalarının çoğunda "Talâk" bahsiden sonra'ya alınmıştır.
Hattabi'nin, şerhine esas aldığı nüshada ise, "zekât” bahsinden sonra
almıştır. "İslâmiyet beş esas üzerine bina edilmiştir..."
hadisindeki sıraya
göre, Hattabi'nin tesbîtinin daha uygun olması gerekir. Çünkü adı geçen hadiste
İslâm'ın esasları; Şehâdet getirmek, Namaz kılmak, Zekât vermek, Oruç tutmak
ve Haccetmek, şeklinde sıralanmıştır. Nitekim, İmam Müslim ve Tirmizî,
kitaplarını tertib ederlerken bu sırayı takib etmişlerdir. Nesaî ve İbn Mâce
ise, "Oruc"u "Namaz"ın peşinde ele almışlardır. Buna sebeb
bu ibadetlerin her ikisinin de bedenî olmaları olsa gerektir. İmam Buharı ise,
Oruç konusunu "Hac" bahsinden sonra ele almıştır. Hem hac hem de
zekât mâlî ibadet olduklarından bunları peşi peşine almıştır.[1]
Oruç, İslamî
ibâdetlerin üçüncüsüdür. Orucun arapçası "savm" veya "siyâm"dır.
Sözlükte, "kendini tutmak" ve "susmak" manalarına gelir.
Bazı müfessirler bu kelimenin, Kur'ân-ı Kerim'de; "sabretmek"
manasına geldiğini söylerler ki, bu da, "nefsi zabt etmek, sebat etmek,
tahammül etmek" demektir. Bu mânâlar, İslâm dinindeki oruç mefhumunun ne
olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Şer'î bir terim olarak
oruç, "ikinci fecirden itibaren güneş batıncaya kadar oruç niyetiyle,
yemekten, içmekten ve cinsî temastan nefsi alıkoymak" şeklinde tarif
edilir.
Bilindiği gibi sürekli
tekrarlanan beşeri arzular üçtür:
1. Yemek,
2. İçmek,
3. Cinsî
münâsebette bulunmak.
İşte Oruç, belirli bir
zaman süresince nefsin bu isteklerinin terkedil-mesi oluyor. O halde orucun
hakikatinin "nefsânî heveslerden, hayvânî arzulardan kendini alıkoymak, ihtiras
ve hevâyı frenleme öğretisi" olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu dış
isteklerden başka, iç arzulardan ve fenalıklardan kalbi ve dili korumak da
"havâss" için, orucun hakikatına dahildir.[2]
Oruç ibâdeti sadece îslâma
has değildir. İslamdan evvel gelmiş geçmiş tüm semavî dinlerde oruç vardı.
Bakara suresinin 183. âyetinde bu hakikat şu şekilde ifadelendirilmiştir;
"Ey iman edenler,
oruç sizden evvelkilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki
siz (günahlardan) sakınırsınız.”
Hz. Musa, Tur'da 40
gününü aç ve susuz geçirmiştir.[3] Bunun
için Yahudiler, genellikle Hz. Musa'nın hatırasına hürmeten 40 gün oruç tutarlar.
Fakat bilhassa 40. gün oruç tutmak tüm Yahudiler için farzdır. Bu da Yahudi
senesinin 7. ayı olan "Teşrin" ayının 10. gününe rastlar. Yahudîlerde
bundan başka da oruçlar vardır. Meselâ keder orucu bunların en mühimler
indendir.
Hıristiyanlıkta da
oruç vardır. Bunlar da oruç iki ve dört gün olarak konulmuştur. Hz. İsa ormanda
40 gün oruç tutmuştur.[4]
Hz. Yahya ve onun
ümmeti de oruç tutarlardı.[5]
Bunlardan başka Hindu
ve Zerdüşt dinlerinde de oruç vardı. Arabistan halkıda câhiliyye devrinde
oruçtan haberdâr idiler. Muharrem'in 10. günü olan o Aşûre gününde Mekkeli
araplar oruç tutarlar ve Kabe'ye yeni örtü örterlerdi.[6]
Ayrıca Recebü'l-esam ve Şehr-i Mudar dedikleri Recep ayında da oruç tutarlardı.
Orucun Müslümanlar
içinde farz olduğu, kitap sünnet ve icma ile sabittir. Orucun farz oluşunu
inkâr eden kâfir olur.
Müslümanlar için ilk
farz olan orucun H. 2. yılında farz kılınan Ramazan ayı orucumu, yoksa daha
önceden müslümanlar için farz olan bir oruç var mı idi konusu İslam âlimleri
arasında ihtilaflıdır. Bu sahadaki farklı görüşler ve deliller, üzerinde
durduğumuz konunun birinci babında ortaya konulacaktır.[7]
Orucun gayesi
takvadır. Yani kişinin, nefsî isteklerinden kendi arzu ve dilemesiyle kendini
alıkoyması, gönlünün çektiği şeylerden kendisini sakındırmasıdır. Bu gaye
yukarıda aldığımız Bakara suresinin 183. âyetinde açık olarak görülmektedir.
İnsanoğlu nefis
sahibidir. Nefsin yemek, içmek, sevmek, eğlenmek vs. gibi bir çok istekleri
vardır. Üstelik bu istekler bitmez.ardı arkası kesilmez. Birisi elde
edildiğinde hemen bir başkası istenir. Bu isteklerin en Önde geleni de yukarıda
işaret edildiği gibi mîde ve cinsel dürtülerle ilgilidir.
Her iki faaliyetde
insanın fıtri yapısında vardır, tabiîdir. Fakat, yeme içme olayı ve cinsel
istekler, kişinin egosuna (iç ben) bırakıldığı takdirde normaliteyi çok çabuk
aşarlar. Çünkü anormal ortama geçmeye oldukça müsaittirler. Bunun için nefsi
isteklerin disiplin ve terbiyesi şarttır. Bu disiplin ve terbiye Allah'ın
emirleri ve yasaklarıyla gerçek kıvamını bulur. Oruç'da diğer ibâdetler gibi ve
özellikle disiplinize edici bir yapı taşımaktadır. Orucun Allah'ın emirlerine
boyun eğme konusunda terbiye ediciliği kaçınılmazdır. Oruç kulun kulluğunu
göstermesidir. Rabbinin emrine uymak için en büyük arzularını terkettiği bir
imtihandır. Ancak şunu hatırlatmak gerekir ki, oruç Allah'a karşı vücuda
işkence etmek, onu zahmete sokmak değildir. Onun için İslâmda visal orucu
(iftar etmeden peşi peşine oruç tutmak) mekruhtur. Kur'an-ı Kerim'in her
neresinde oruç emredilmişse, hemen peşinden "Allah size kolaylık diler,
zorluk dilemez."[8] şeklinde
ifadeler getirilmiştir. Ayrıca; "Allah bir kimesye gücünün yetmeyeceğini
teklif etmez."[9] kaidesi İslâmın temel
prensiplerindendir. Eğer oruçtan maksat, eziyet çekmek olsaydı, hastalar,
yaşlılar, zayıflar, yolcular, hamileler, emzikliler, mücâhidler hayız ve nifas
hâlinde olan kadınlar oruç konusunda mazeretli kabul edilmezlerdi. Çünkü bu
durumda olanlar için oruç kuvvetli ve sıhhatli olanlardan daha büyük eziyet ve
zahmet olurdu.
Hindu yokîleri iftar
etmeden 40 gün aç kalırlar, Yahûdilerde de orucun gayesi cefa çekmek şeklinde
ifade edilmektedir.[10]
tslâmî oruçta da gayenin yukarıdakilerle aynı olduğunu düşünmek yanlıştır.
Yukarıda işaret edildiği gibi İslâmi orucun hikmet ve gayesi, kişinin takvaya
ermesi, nefsini terbiye edip nefsânî isteklerini düzene koymasıdır. Ayrıca oruç
varlıklılara, yoksulların hallerini bilme ve düşünme imkanım sağlar.
Mü'min-lerin gönüllerindeki şefkat ve merhamet duygularını arttırır.
Yardımlaşma şuurunu geliştirir. Zâten Allah'ın hiç kimsenin aç ve susuz
kalmasına ihtiyacı yoktur. Gaye günâhtan sakınmaktır. Kulluk ve emre itaattir.[11]
İslâm dininde oruçlar
hükümleri itibarıyla dört çeşittir:
a. Farz Oruçlar: Ramazan orucu ve keffâret oruçları farzdır. Ramazan orucunu zamanında
tutmak, muayyen bir farz, kazaya kalan ramazan orucu ve keffâret olarak tutulan
oruçlar ise, muayyen olmayan farz oruçlardır.
b. Vacib Oruçlar: Nezir (adak) oruçlarıdır. Belirli bir günde tutulmaları
nezredilmişse, muayyen vâcib; günü belirtilmeden mutlak olarak herhangi bir
zamanda tutulmaları adanmışsa, muayyen olmayan vâcib oruç olur.
c. Nafile Oruçlar: Farz ve vacip olmadan Allah'ın rızasını elde etmek için tutulan
oruçlar nafile oruçlardır. Bunlar sünnet, müstehab ve mendup isimleri ile
anılırlar. Aşure (Muharremin 10. günü) ile ondan bir önceki ve sonraki günlerin
oruçları Eyyâm-i biyz (her ayın 13, 14 ve 15. günü) oruçları müstehab
oruçlardır.
d. Mekruh Oruçlar: Oruç tutulması mekruh olan günlerde tutulan oruçlar mekruhturlar. Bu
oruçlar tahrimen mekruh ve tenzihen mekruh olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Ramazan bayramının birinci günü, kurban bayramının dört günü tutulan oruçlar
tahrimen mekruh; Nevruz ve Mihrican günleri kasden tutulan oruçlar, yalnız cuma
veya cumartesi günleri yada sadece aşure günü tutulan oruçlar tenzihen mekruh oruçlardandır.[12]
Âlimler Ramazan orucu
farz kılınmadan önce müslümanlar için farz olan bir orucun olup olmadığında
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Cumhura göre müslümanlar için farz olan
ilk oruç, ramazan orucudur. Ramazandan önce onlar için hiçbir oruç farz
edilmemiştir. Ramazan orucu hicrî ikinci senede Şaban ayında farz kılınmıştır.
Bedir savaşından bir ay ve bir kaç gün öncesine rastlar. Kıblenin değişmesinden
sonra farz edilmiştir. Cumhurun görüşlerinin delili, Hz. Muaviye'den rivayet
edilen şu hadistir: Rasûlullah şöyle buyurdu: "Bu gün aşure günüdür, o
günün orucu size farz kılınmamıştır, ama ben oruçluyum artık dileyen oruç
tutsun dileyen tutmasın"[13]
Ancak Fethu'I-Bârî'de bu
hadisin, Ramazan orucundan önce, farz olan bir orucun bulunduğuna delâlet
etmediğine işaret ile şöyle denilmektedir:
"Bu hadîsle aşure
orucunun farz olmadığına hükmedilmiştir ama, hadis ona delâlet etmez. Çünkü
maksadın aşure orucu, ramazan orucu gibi devamlı olarak farz edilmemiştir,
şeklinde olması da muhtemeldir."
Hanefilere göre
müslümanlara farz kılınan ilk oruç aşure orucudur. Sonra her on günde bir gün
olmak üzere her ayda üç gün oruç farz kılınmıştır. Daha sonra bu neshedilmiş
yatsı namazından sonra başlayıp güneşin batması ile sona ermek üzere ramazan
orucu farz kılınmıştır. Daha sonra bu da neshedilip bu günkü şekli ile ikinci
fecirden güneşin batmasına kadar devam eden ramazan orucu sabit olmuştur,
Taberînin, Muaz b. Cebel (r.a.)'den rivayet ettiği şu haber Hanefîlerin
görüşlerinin en açık delillerindendir; "Rasûlullah (s.a.) Medine'ye teşrif
edip aşure günü ve her ayın üç gününde oruç tuttu. Sonra Allah Ramazan orucunu
farz edip "Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size
de farz kılındı..."[14]
mealindeki âyeti indirdi."
Yine Taberî yukarıdaki
âyet hakkında Ibn Abbas'ın; "Oruç her ayda üç gün idi, sonra Allah'ın
ramazan orucu hakkında indirdiği âyetle bu oruç neshedildi" dediğini
nakleder.
Buhârî'nin rivayet
ettiği şu hadisler de Hanefilerin delilleri arasında-dır.
Hz. Aişe (r.anha)
şöyle der: "Kureyş, Câhiliye devrinde aşure günü oruç tutardı. O gün
Rasûlullah (s.a.) da oruç tutardı. Medine'ye geldiğinde de aşure günü oruç
tuttu ve (ashabına) tutmalarım emretti. Ramazan orucu farz edilince aşure
orucunu terketti. Artık isteyen o gün oruç tuttu isteyen terketti"[15]
Yine Hz. Aişe (r.anha)
şöyle der;
"Rasûlullah
(s.a.) aşure günü oruç tutulmasını emretmişti. Ramazan orucu farz edildikten
sonra, dileyen tutar, dileyen tutmazdı."[16]
Seleme b. Ekva
(r.a.)'den rivayet edilmiştir, der ki:
"Rasûlullah
(s.a.) Eşlem (kabilesin)den bir adama, insanlara, "kim bir şey yemiş ise,
gününün geri kalanında yemeyi terketsin, kim de birşey yememişse oruç tutsun,
çünkü bu gün aşure günüdür." diye ilan etmesini emretti."[17]
2313. ...îbn
Abbâs (r.a.)'dan rivayet edilmiştir: "Ey iman edenler! Oruç sizden
öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı"[18]
(İslamın başlangıcında) Hz. Peygamber (s.a.) devrinde insanlar yatsı namazını
kıldıkları zaman, kendilerine yemek, içmek ve kadınlar(a temas) haram
edilmişti, Ertesi akşama kadar oruç tutarlardı. Bir adam kendisine hıyanet
edip yatsı namazım kıldığı halde, karısıyla temasta bulundu ve orucu kesmedi.
Allah azze ve celle bu olayı diğer insanlar için bir kolaylık ruhsat ve menfaat
kılmayı dileyip, "Allah sizin nefislerinize güvenemeyeceğinizi
biliyordu"[19] buyurdu. Bu, Allah
(c.c.)'ın insanları faydalandırdığı onlara ruhsat verdiği ve kolaylaştırdığı
şeylerdendir.[20]
Münzirî hadisin
senedinde, Ali b. Hüseyin b. Vakit olduğu için bu hadisin zayıf olduğunu
söyler.
Musannif bu hadîsi
şerif ile Müslümanlara farz olan ilk orucun, metnin başındaki âyetle farz
kılman ramazan orucu olduğuna işaret etmek istemiştir. Rasûlullah (s.a.)'a farz
olan orucu soran bir bedeviye efendimizin "Ramazan orucu" diye cevap
vermesi de bu görüş sahiplerine delil olmuştur. Ancak hadîsin metninden önce
verdiğimiz hadisler göz önüne alınınca, bu hadisin ramazandan önce farz olan
bir orucun olmadığına delil teşkil etmediği görülür. Çünkü o hadislerin tümü,
ramazan orucu farz kılınmadan önce aşure orucunun farz olduğuna, bu farzın
ramazan orucu ile neshedildiğine delâlet etmektedirler.
Hafız îbn Hacer
Fethül-Bârî'de bu delillere temas ederek şöyle der;
"Bu hadislerin
tümünde aşure orucunun farz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o günün orucu
sabittir. Ayrıca o günün orucunun emredilmesi, bu emrin herkese teşmili-, yemek
yemiş olanların günün geri kalanında oruç tutmakla emrolunması, annelerin
çocuklarını emzirmemeleri emrinin ilâvesi ve Sahih-i Müslim'deki İbn Mes'ud
(r.a.)'ın Ramazan (orucu) farz kılınınca, aşure terkedildi" şeklindeki
sözlerinin hepsi orucunun farz olduğunu gösterir."
Hadisin başındaki
âyet-i kerime orucun Hz. Adem'den bize kadar tüm ümmetlere farz olan bir ibâdet
olduğunu bildirmektedir. Aslında oruç zor bir ibâdettir. Özellikle yazın
sıcakların fazla, günlerin uzun olduğu .yerlerde orucun vereceği sıkıntı herkes
tarafından bilinir. Allah teâlâ bu sıkıntıyı iki yönden hafifletmektedir:
Bunlardan birincisi,
orucun sadece bir ümmete değil, tüm ümmetlere farz edilmesidir. Çünkü güçlük
genel olduğu zaman kolaylaşır "Herkesle gelen düğün bayramdır."
İkincisi de orucun
zamanının değişmeyen güneş takvimine göre değil, her yıl 10 gün önce gelen
kameri takvime göre farz kılınmış olmasıdır. İslâmın oruç ayım tesbit için
kamerî takvimi seçmesi, eski geleneği sürdürmek için değil, sadece adaleti
temin etmek içindir. Bir kamerî ay 29 gün 12 saat 44 dakika ve 3 saniyedir.
Buna göre bir kamerî yıl 354, 367068 gün olmaktadır. Bir güneş yılı ise, 365
gün 5 saat 46 dakika ve 49 saniyedir. Bu durumda iki sene arasında 10 günden
daha fazla bir fark ortaya çıkmakta, bu fark da 33 sene bir ramazan ayının ayrı
bir zamana rastlamasına sebeb olmaktadır. Bu ise, ilâhî bir lütuf ve büyük bir
adalettir. Çünkü bu sayede 33 yıl oruç tutan bir müslüman, senenin kısa, uzun
ve orta her gününde oruç tutmuş olmaktadır. Dünyanın bir bölgesinde yaşayanlar
devamlı surette kışın kısa, bir bölgesinde yaşayanlar da devamlı olarak yazın
uzun günlerinde oruç tutmak durumunda kalmamaktadırlar. Böyle olmayıp da faraza
oruç temmuz ayma mahsus olsa idi, kuzey küre-dekiler, devamlı yazın sıcak ve
uzun günlerinde güney küredekiler ise, kışın kısa ve serin günlerinde oruç
tutacaklardı.
İşte bu iki hâle
cenab-ı Hakkın bahşettiği sabırda eklenince orucun güçlüğü ortadan kalkmakta,
bazılarının zannettiği gibi dayanılmaz bir ibâdet olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Mevzûmuzu teşkil eden
hadisle ilgili geçen âyet-i kerîmede: orucun bizden öncekilere farz kılındığı
gibi bize de farz kılındığı ifâde edilmektedir. Buradaki benzetme orucun
vakti, miktarı ve keyfiyeti yönünden değil, farz oluşu itibariyledir. Nitekim
Hz .Adem'e farz olan oruç, "Eyyâm-ı Biyz" (her ayın 13, 14,
15.günlerin)da,Hz. Musa'nın orucu da aşure günü idi. Ancak bazı âlimler
benzetmenin aynı zamanda miktar ve vakit yönünden de oludğunu söylerler.
Nitekim ramazan orucu hiristiyanlara da farzdı. Bâzan ramazan sıcak günlere
rastlıyor ve bu bir takım zorluklara sebep oluyordu. Bunun üzerine hıristiyan
âlimleri toplandılar ve ramazanı devamlı olarak mutedil bir mevsim olan
ilkbahara aldılar. Bu yaptıklarına keffâret olarak da 20 gün daha ilâve edip 50
gün oruç tutmaya başladılar.
Hadîs-i Şerifte ifâde
edildiğine göre, islâmm ilk günlerinde oruç, yatsı namazı kılındıktan sonra
başlar, ertesi gün güneş batmcaya kadar devam ederdi. Bir kimse faraza akşam
herhangi bir sebeple bir şey yemeden yatıp uyuşa artık bir daha yiyip içemez,
ertesi günü akşama kadar aç kalırdı. Bundan sonra gelecek olan hadîs-i şerifte
anlatılan hâdise bu durumun güzel bir ifadesidir. Üzerinde durduğumuz hadîs-i
şerifteki hâdise, îbn Ce-rir ve İbn Ebî Hâtim'in rivayetlerinden anlaşıldığına
göre, Hz. Ömer (r.a.)'in başından geçmiştir. Adı geçen sahâbî bir ramazan
gecesi yatsıyı kıldıktan sonra evine dönmüş, hammıyla cinsel tamasta
bulunmuştu. Bunun üzerine pişman olup ağlamaya başladı. Aynı hal, Ka'b b.
Malik'in başına da gelmişti. Hz. Ömer vaziyeti Rasûl-i Ekrem'e haber verince
efendimiz:
“Ömer! bu sana
yakışmazdı" buyurdu.
Bunun üzerine müslümanlara
bir ruhsat ve kolaylık olmak üzere: "Allah sizin nefislerinize
güvenmeyeceğinizi biliyordu", mealindeki âyet-i kerimeyi indirdi.[21] Bu
âyetin sonunda Cenab-ı hak, fecrin beyazlığı siyahlığından ayrılıncaya kadar
yenilip içilebileceğini haber vermektedir. Böylece akşam güneşin batması ile
fecrin doğuşu arasındaki sürede yemek, içmek ve cinsî temas gibi oruca aykırı
hareketler müslümanlara helal kılındı. Böylece oruç, şimdiki şeklini almış
oldu.[22]
1. Oruc dinler
arası ortak bir ibâdettir.
2. İslamın
başlangıcında oruç yatsı namazından ertesi gün güneş batıncaya kadar devam
ederdi. Sonradan bu durum hafifletildi ve güneşin batmasından fecrin doğuşuna
kadar oruca aykırı hareketler helal kılındı.[23]
2314. ...el-Bera
(b. Azib r.a.)'dan; demiştir ki: (Rasûlullah (s.a.)ın ashabından) bir kimse
oruç tutup da (iftar zamanı iftar etmeden) uyuduğu zaman, ertesi gün akşama
kadar bir şey yemezdi. Ensar'dan Sırma b. Kays (r.a.) oruçlu olarak hanımına
gelip:
Hazır yemeğin var mı?
diye sordu. Hanımı: Yok ama, şimdi gider getiririm, deyip gitti, Sırma (r.a.)
(o esnada) uyuya kaldı. Hanımı geldi ve:
Tüh! Sana yazık oldu,
dedi (ertesi) gün yarı olunca Sırma (açlıktan) bayıldı, (üstelik) O gün
tarlasında çalışıyordu. Bu hal Rasûlullah (s.a.)'a haber verildi. Bunun
üzerine, "Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı"[24]
mealindeki âyet indi.
Râvi el-Berâ b. Azîb
âyeti (son kelimesi olan); "fecirden"e kadar okudu.[25]
Hadis-i şeriften anlaşılıyor
ki orucun ilk günlerinde sahâbîler Ramazan orucunu tuttuklarında iftar vakti
gelince uyumadıkça kendilerine yeme,
içme ve kadınlarla temas helaldi, ama iftar açmadan uyudukları takdirde ertesi
gün güneş batıncaya kadar bunların hiçbirisi caiz olamazdı. Hadisin Nesâî'deki
rivayetinde uyumak akşam yemeğinden önce olmakla kayıtlandırılmıştır.
Hadisenin çeşitli kitaplardaki rivayetlerinden yeme, içme ve cinsî temasa mâni
olan şeyin uyku olduğu ve uyumanın akşam yemeğinden Önce ya da sonra olması arasında
fark olmadığı anlaşılmaktadır. Bundan evvelki hadiste yeme içmeye mâni olan
şeyin yatsı namazı olarak kayıtlandırüması bu hükme aykırı olmaz. Çünkü o
kaydın, uykunun yatsı namazındansonra daha çok kendini hissettirmiş olması
yönünden galibe nazaran olması ihtimali vardır. Yukarıdaki hadisin bazı
rivayetlerinde Hz. Ömer'in hanımına yaklaşmak istediği zaman, onu "ben
uyudum" dediği, Hz. Ömer'in ise bunu hanımının isteksizliğine hamledip
"hayır uyumadın" diyerek temas ettiği bildirilmektedir. Bu rivayet de
o zamanlar ramazan gecesi yeme-içme ve cinsî temasa mâni olan hâlin yatsı
namazı değil, uyku olduğunu göstermektedir.
Üzerinde durduğumuz
hadisin baş tarafı, anlatılacak bir hâdiseye hazırlık teşkil etmektedir.
Metinde görüldüğü gibi bu hâdise Sırma b. Kays'in başından geçmiştir. Mezkur
sahâbînin ismi Buhâri ve Tirmizî'nin.rivayetlerinde Kays b. Sırma, Nesaî'de
ise Kays b. Ömer şeklinde geçmektedir. Bu farklı rivayetler, âlimlerin mezkur
sahabinin adı üzerinde araştırma yapmalarına sebep olmuştur. Ebu Nuaym'ın ve
Eş'as b. Suvar'ın rivayetleri de Ebû Davud'un tesbiti gibidir. Vahidî'nin
Esbâb-ı NuzûTdaki tesbiti de aynıdır. Menhel sahibi doğrusunun Sırma b. Kays
olduğunu, Kays b. Sırma şeklindeki rivayetin makbul; Kays b. Ömer şeklinde
olanının ise, hatâ olduğunu söyler.
Sırma b. Kays (r.a.)
çiftçilikle uğraşan bir sahabi idi. Akşam üzeri yorgun bir vaziyette evine
gelmiş, hanımından yiyecek birşeyin olup olmadığını sormuştur. Ebû Davud'un
rivayetinde sofrada hazır bir yemeğin bulunup bulunmadığından bahsedilmesi söz
konusu değildir. Taberi'nin rivayetinde ise, hanımının önce hurma getirdiği,
Sırma (r.a.)'nin ise, 'hurma içimi yakar, bu hurmayı unla değiş de bir yemek
yap" dediği, hanımı gidince uyuya kaldığı söylenmektedir. Hanımı dönünce
Allah'a isyan etmemek için yememiş, aç olarak orucunu devam ettirmiştir. Ancak
ertesi gün tarlasında çalışırken açlıktan bayılıp düşmüştür. Burada tarlasında
çalıştığı bildirildiği halde Taberi'nin rivayetinde, Medine'nin bahçelerinden
birinde ücretle çalıştığı söylenmektedir. Fakat bu bir zıddiyet değildir. Çünkü
"tarlasında" sözündeki izafet mülkiyet için değil, ihtisas içindir.
Mânâ "işinde çalışırken" demektir. Hz. Sırma (r.a)'nın başına
gelenler Hz. Peygamber'e haber verilmiş, bunun üzerine, "Oruç gecesi
kadınlarınıza temas etmeniz size helal kılındı." mealindeki âyet
inmiştir. Bakara suresinin 187. âyeti olan bu âyetin tamamının meali şöyledir;
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl
kılındı. Onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz. Allah nefsinize
güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tevbenizi kabul edip, sizi affetti.
Artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin için takdir ettiğini dileyin.
Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar yiyin için sonra orucu
geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza
yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, onlara yaklaşmayın. Allah insanlara
yasaklardan sakınsınlar diye âyetlerim böylece apaçık bildirir."
Buhârî'nin rivayetinde
ise, âyetin hadisimizin metnindeki kısmı inince sahâbiler son derece
sevinmişler, bunun üzerine âyetin yemek içmekle ilgili bölümü gelmiştir. İbn
Hacer bu rivayetle ilgili olarak şöyle der; "Geceleri cinsî temas helal
olunca yemek ve içmek öncelikle helal olur. Sahâ-bîler onun için âyetin inmesi
ile sevinip ruhsatı anladılar. Bundan sonra da ruhsatın açıkça bilinmesi için
âyet-i kerimesinin tamamı indi."
Bu hadis, mezkûr
âyet-i kerimenin iniş sebebini Sırma b. Kays hadisesini, bir Önceki hadis ise,
Hz. Ömer'in başından geçen olayı göstermektedir. Kimi âlimler her iki olayın
da âyet-i kerimenin inmesine sebep teşkil ettiğini söylerler. İbn Cerir
et-Taberî Süddî'den naklettiği bir rivayette Sırma b. Kays hâdisesini, Ebû
Kays b. Sırma adını vererek anlattıktan sonra, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'vn da
cariyesine temas etmiş olduğunu Hz. Ömer'in, Ebu Kays'ın sözünü işitince onun
hakkında birşey geleceğinden çekinerek yaptığını Hz. Peygambere haber verdiğini
söyler. Taberî'nin ifâdesine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ömer'i, "Bu
sana yakışır mıydı, ya Ömer?" diye kınamış ve arkasından mezkûr âyetin,
kadınlara temasla ilgili kısmını okumuştur. Sonra da Ebu Kays'a dönüp yemek
içmekle ilgili bölümü okumuştur.
Bazı âlimler ise,
âyetin Sırma hadisesi üzerine fakat onun ve başkalarının hakkında geldiğini
söylerler. Hz. Ömer de âyetin kendileri hakkında inenlerden biridir.[26]
2315. ...Seleme b. el-Ekva (r.a.)'dan; demiştir ki:
Şu "Oruca dayanamayanlara, bir yoksul doyurma fidyesi (vermeleri)
lâzımdır."[27] âyet-i kerimesi inince,
bizden dileyen oruç .tutar, dileyen de fidye verirdi. (Bu hal) bundan sonraki
âyet inip de bu âyeti neshedinceye kadar devam etti.[28]
Hadis-i şerifte bahsi
geçen Bakara Sûresinin 184. âyetine müfessirler iki farklı mânâ vermişlerdir.
Bunlardan bir ısmı nin mensup olduğu if
al babının hemzesini izale ve nefy manasına alarak ya da fiilin başına bir lâ
takdir ederek "oruca dayanamayanlar..." şeklinde anlamışlar,
bazıları ise tam aksi ile yani oruca gücü yetenler şeklinde izah etmişlerdir.
Seleme b. el-Ekva
(r.a.)'nin bildirdiğine göre yukarıda mevzu-u bahs edilen âyet-i kerime
gelince, genç ihtiyar, hasta sıhhatli gibi bir ayırım olmadan müslümanlardan
isteyenler oruçlarını tutuyor, isteyenler de oruç tutmayıp her gün için bir
fakire bir fidye yani bir fitre (Hanefilere göre, buğdaydan yarım sa’ arpa,
kuru üzüm ve hurmadan 1 sa' miktarı veriyordu. Bu hal bir sonraki âyet-i
kerime (Bakara Suresi 185.) ininceye kadar devam etti. Bu âyetin içerisindeki
"içinizden kim o aya yetişirse, onu (orucunu) tutsun" kavli şerifi,
önceki âyeti neshetti.
Nesh: "Sözlükte
ibtal etmek, izâle etmek", ıstılahta ise, "şer'î bir hükmü başka bir
delille kaldırmak" demektir. Bu aklen caiz olduğu gibi, şer'an da
vaki'dir. Nesh icma ile sabittir.
Müslümanların ilk
günlerde oruç tutmak ya da fidye vermek arasında muhayyer tutulmalarındaki
hikmet, onların henüz İslama tam olarak ısınmış olmamaları ve uzun müddet
oruçlu kalmaya alışmamış olmalarıdır. Nitekim Taberi'nin Amr b. Mürre'den
rivayet ettiği bir hadiste (ki bunu bir benzeri Ebû Davud'un Ezan bahsinde
Muazdan rivayet ettiği 507 no'-lu hadisin içinde, de mevcuttur.) Bu durum şu
şekilde ifade edilmektedir; "Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gelince onlara
(müslümanlara) farz olarak değil, nafile olarak her ay üç gün oruç tutmalarını
emretti. Sonra Ramazan ayı orucu indi. Ancak onlar oruca alışık bir topluluk
değil idiler. Bu yüzden oruç onlara zor geliyordu. Oruç tutmayanlar, yoksullara
yemek yediriyorlardı. Sonra "....Sizden kim o aya yetişirse onu (orucunu)
tutsun, kim de hasta olup, yahut bir yolculukta bulunursa başka günlerde, oruç
tutmadığı günler sayısınca (orucunu kaza etsin)" âyeti indi. Artık ruhsat
sadece hastalar ve yolcular için öldü; Biz ise, oruç tutmakla emrolunduk."
Buhârî'nin rivayetine
göre ashab-ı kiramdan îbn Abbas (r.a) bu âyetin neshedümediğini "oruca
dayanamayanlardan maksadın, ihtiyarlar olduğunu söyler. Bu durumda olanlar,
oruç tutamazlarsa, her gün için bir yoksul doyururlar. Nitekim yine Buhârî'nin
rivayetine göre Hz. Enes ihtiyarladığında bir veya iki. sene oruç tutamamış
bunun yerine her gün için bir fakir doyurmuştur. Buhârî, İbn Abbas'ın bu âyeti,
"zorla oruç tutabilenler" şeklinde okuduğunu haber vermektedir.
Ancak ulemanın
cumhuruna göre bu ayet-i kerime mensuhtur. Aynî bu konuda şöyle der:
"Netice şu nesh, sıhhatli olan ve yolcu olmayan kimseler için kendilerine
oruç farz kılınmak suretiyle sabit olmuştur. Oruca dayanamayanlar, bilhassa
yaşlılar ise, oruç tutmayabilirler. Kendilerine kaza da gerekmez. Ancak oruç
tutmadıkları takdirde hali vakti yerinde olanların fakir doyurmaları gerekir
mi, gerekmez mi? Bu konuda iki görüş vardır:
Birinci görüşe göre
ihtiyarlar, çocuklar gibidir; oruç tutmadıkla için yoksul doyurmazlar.
Şafiî'nin iki görüşünün birisi böyledir.
İkinci görüşe göre
ise, her gün için bir fakir doyurmaları gerekir. Ulemanın ekserisi bu
görüştedir. Sahih olan da budur.[29]
İslâmın ilk
devirlerinde müslümanlar oruç tutmak, ya da fidye vermek arasında muhayyer idiler.
Bilâhare bu ruhsatı veren âyet, bir başka âyetle neshedildi.[30]
2316. ...İbn
Abbas (r.a.)'den rivayet edildiğine göre;
"...Oruca
dayanamayanlara bir yoksul doyumu fidye vardır." (âyet-i kerimesi inince)
ashabtan yoksul doyurmak suretiyle fidye vermek isteyen fidye verir ve orucu
tamam olurdu. Bunun üzerine cenab-ı Allah (c.c);
"...Bununla
beraber kim gönül isteğiyle bir hayır yaparsa[31] işte
bu onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız, sizin hakkınızda (yemenizden ve
fidye vermenizden)hayırlıdır."[32]
buyurdu. Yine Allah (c.c); "Öyleyse içinizden kim o aya yetişirse, onu
(orucunu) tutsun. Kim de hasta olur, yahut bir sefer üzerinde bulunursa o halde
başka günlerde, oruç tutamadığı günler sayısınca (orucunu kaza etsin)"
buyurdu.[33]
Metindeki "orucu
tamam olurdu" ifâdesi, oruç tutmasa da kendisine tam bir oruç sevabı
verilirdi. Oruç tutmuş gibi olurdu manasınadır.
Hadis-i şerifin zahiri
îbn Abbas'ın da âyet-i kerimesinin neshedildiği fikrinde olduğu izlenimini
vermektedir. Fakat Bu-hârî'nin rivayetine göre İbn Abbas'ın aksi görüşte olduğu
bir önceki hadisin şerhinde söylenmişti.
Hafız İbn Hacer
el-Askalanî, Fethü'l-Bârî'de bu konuda şöyle der:
"Bütün bu
haberler âyet-i celilesinin neshedilmiş
olduğunda birleşmektedir. Ancak İbn Abbas buna muhalefet etmiş ve âyetin
neshedilmediği görüşünü savunmuş, fakat bu âyetin ihtiyarlara ve benzerlerine
has olduğunu söylemiştir. îbn Abbas'ın cumhura muhalefeti konusundaki bu
rivayetlere iki ayrı açıdan bakmak mümkündür;
1. İbn Abbas
âyet-i kerimeyi; şeklinde okumuştur. Buna göre mânâ "orucu zorla
tutabilenler" şeklinde olur. (Önceki hadisin şerhinde de işaret edildiği
gibi) İbn Abbas; "Bu âyet neshedilmiş değildir, "zorla
tutabilen"den maksat ihtiyarlardır. Onlar her gün için bir yoksul
doyururlar görüşündedir.
îbn Hacer der ki; İşte
îbn Abbas'ın görüşü budur. Ancak ulemâmn çoğu aksi görüştedir. Ebû Davud'un
hadisindeki if'âl babından değil şeklindedir. Süyûtî'nin Dürrü'l-Mensûr'daki,
"İbn Abbas diye okudu bu da, "güçlüğe katlandı, zorla yapabildi"
mânâlarına gelir," ifadesi de buna delalet eder.
2. İbn
Abbas'ın "mensuh değildir" sözünden maksat, ihtiyarlar yönündendir.
Ama başkaları için mensuhtur. Süyûtî' Dürrü'l-mensûr'da bu konuda şöyle der:
"İbn Ebî Hatim, Nehhâs ve İbn Merdûye İbn Abbas'ın şöyle dediğini haber
verdiler; âyeti indi, artık dileyen oruç tutuyor, dileyen, de tutmayıp bir
yoksul doyuruyordu. Sonra âyeti inip öncekini neshetti. İhtiyar bu neshten
müstesnadır. O isterse, hergün için bir yoksul doyurup oruç tutmaz."
Süyûtî'deki bizzat İbn
Abbas'tan nakledilen bu sözler, ikinci şıkta söylenenlerin isabetine açık bir
delildir. Bu durumda İbn Abbas'ın görüşü de cumhurun görüşüne uygun
düşmektedir.
Musannif hadis-i
şerifi işte bu açıdan ele alarak kitabına almış olmalıdır. İbn Abbas'ın da
önceleri âyetin neshedilmediğini söyleyip, sonraları cumhurun görüşüne dönmüş
olması mümkündür.
Bu izahlara göre, İbn
Abbas'ın zikrettiği âyetlerden ilki olan âyeti iki hükmü içine almaktadır. Bu
hükümler şunlardır:
a. Oruca zor
dayanabilenlerin oruç tutmayıp fidye vermeleri caizdir. Dilerlerse, oruçta
tutabilirler.
b. Ancak bu
durumda olanların oruç tutmaları, kendileri için daha hayırlıdır. Bu iki hüküm
ihtiyarlarla ilgilidir.
İkinci olarak ele
aldığı âyeti de aynı şekilde iki hükmü içine almaktadır:
1. Fazla
yaşlı olmayan erkek ve kadın Ramazan'a erişen her müslümana oruç farzdır.
2. Kendisine
orucun zarar verdiği hasta veya yolcular, ramazanda oruç tutmayabilirler. Bu
durumda olanlar sonradan oruçlarını kaza ederler.
Emzikli veya hâmile
olan kadınlar da çocuklarına veya kendilerine zararın gelmesinden korkarlarsa,
bunlar da aynı âyetin hükmü ile oruç tutmayabilirler.
Çünkü âyette anılan
hastalık değil, zarar veren hastalıktır. Sanki hastalığın zikredilmesi, orucun
zarar verdiği herşeyden kinayedir. Emzikli veya hamile olanlarda bu zarar
bulunduğu için âyetteki ruhsatın hükmü altına girerler. Ayrıca Rasüİullah (s
.a.) bir hadisinde şöyle buyurur:
"Allah (c.c.)
misafirden namazın yarısını, hamile ve emzikliden de orucu kaldırmıştır. Onlar
tutmadıkları oruçlarım kaza ederler."[34]
2317. ...İbn
Abbas (r.)'dan; demiştir ki: (Bu âyet) hâmile ve emzikli için sabittir,
(neshedilmemiştir).[35]
Bu rivayet âyet-i
kerimesinin, hâmile ve emzikli kadınlar hakkında sabit olduğuna, onların oruç
tutmayarak, fidye verebileceklerine işaret etmektedir.
Hadisin zahiri, hamile
ve emziklilerin, çocuklarına bir zarar geleceğinden korkarlarsa, oruç tutmayıp
fidye verebileceklerine delâlet etmektedir. Bu İbn Abbas, İkrime, Katâde ve
İbn Ömer'in de görüşlerim teşkil etmektedir.
İbn Cerir
et-Taberî'nin, Said b. Cübeyr'den naklettiği bir habere göre İbn Abbas şöyle
demiştir; "Hamile kendi canı için, emzikli de çocuğu için korkarlarsa,
ramazanda oruç tutmazlar. Her günün yerine bir yoksul doyururlar ve bu oruçları
kaza etmezler."
Yine İbn Cerir, Nafi
kanalıyla İbn Ömer'den de buna benzer haberler nakletmiştir.
Hanelilerle Ebu Sevr'e
göre, hâmile ve emzikli kadınlar, kendilerine veya çocuklarına bir zararın
gelmesinden korkarlarsa, oruç tutmazlar, imkân bulduklarında kaza ederler,
ayrıca fidye vermeleri gerekmez. Çünkü bunlar, hasta gibi bir özürden dolayı
oruç tutmamışlardır.
Hasta veya yolculukta
olan kimse başka günlerde, oruç tutamadığı günler sayısınca (kaza etsin)"
âyetinde, özürlü oldukları için oruç tutamayanlardan sadece kaza etmeleri
istenmekte, fidyeden bahsedilmemektedir.
îmam Mâlik, hâmile
konusunda Hanefilerle aynı görüşte ise de, emzikli hakkında farklı
düşünmüştür.
İmam Malike göre
emzikli eğer, çocuğuna ya da kendisine bir zararın gelmesinden korkar,
çocuğuna süt annesi tutacak para da bulamazsa, oruç tutamaz. Sonradan hem kaza
eder hem de hergün için bir fidye verir.
İmam Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'e göre hâmile veya emzikli kendi canlarına veya kendileri ile birlikte
çocuklarına bir zararın gelmesinden korkarlarsa oruç tutamazlar, sonradan
sadece kaza ederler. Ama korkuları sadece çocukları açısından ise, hem kaza
etmeleri hem de hergün için bir fidye vermeleri gerekir.
Bunların kazayı
gerekli kılmaları hâmile ve emziklinin hastadan daha düşkün olmaları, fidyeye
gerekli görmeleri de onların oruca muktedir olmaları yönündendir. Delilleri,
âyet-i kerimesidir.
Fidyeyi gerekli
görmeyip sadece kaza ile iktifa edenler, bu gurubun görüşlerini şu şekilde
cevaplandırmışlardır:
1. âyetinde,
nun başında gizli bir lamelif vardır o zaman mana "oruca dayanabilenler" değil, "dayanamayanlar" olur. Bu
caizdir. Kur'an'da başka örnekleri vardır.
2. Böyle bir
takdir yapılmasa bile yine onlar için delil olamaz. Çünkü hemen sonra gelen
"oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" nazmının delaleti ile
anlaşılıyor ki oruçla birlikte fidye vermek tamamen arzuya bırakılmıştır,
ikisini bir araya toplamanın gerekliliği istenmemektedir.
3. Bu âyet;
âyetiyle neshedilmiştir.
4. Eğer
fidye gerekli olsaydı, tutulmayan orucu telâfi için vâcib olacaktı. Kaza ile
bu telafi mümkün olduğuna göre ayrıca fidyeye gerek yoktur. Nitekim hastaya ve
müsafire fidye emredilmem iştir.
Oruç tutamayacak
derecede ihtiyar olanlar oruç tutmayabilirler. Bunlar ulemânın büyük
çoğunluğuna göre tutamadıkları hergün için bir fidye verirler. Ancak imâm
Mâlik, bu durumda olanların fidye vermeyeceklerini söyler. İmam Şafiî'nin bir
görüşünün böyle olduğu da Önceki hadisin şerhinde belirtilmişti.
Fakat bu görüş selefin
icmâ'ına muhaliftir. Nitekim ashâb-ı kiram çok ihtiyar olanlara fidyeyi gerekli
görmüşlerdir.[36]
2318.
...âyet-i kerimesi (hakkında) İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet
edilmiştir:
(Bu âyet), oruca
dayanabilen yaşlı erkek ye yaşlı kadın için, oruç tutmayıp her günün yerine bir
yoksul doyurmalarına ruhsat teşkil etmektedir.
Yine bu âyet,
korkmaları halinde hâmile ve emzikliler için (de bir ruhsat) idi.
Ebû Dâvud,
"Korkmalarından" maksadın çocukları hakkında olduğunu (bu durumda)
oruç tutmayıp yoksul doyuracaklarını öyledi.[37]
İbn Abbas'tan
nakledilen bu rivayetin zahiri âyet-i kerimesine muhalif görünmektedir. Çünkü
bu âyette bir anlayışa göre, oruca gücü yetenlerin oruç tutmaları halinde bir
fakir doyumu fidye vermeleri istenmektedir. İhtiyarlar ise, âyette mevcut
değildir. İbn Abbas'ın Ebû Dâvud'taki rivayeti ise, yukarıdaki âyet-i
kerimenin sadece ihtiyarlarla hâmile ve emzikliler hakkında olduğu izlenimini
vermektedir. Rivayet bu şekliyle 2316 ve 2317 numaralı hadislere de ters
düşmektedir. Çünkü oralarda, burada geçen âyet-i kerimedeki ruhsatın genel
olduğu fakat sonradan neshedildiği ifâde edilmektedir. Bu durum, üzerinde
olduğumuz rivayette bir hazf olduğunu gösterir. Nitekim Taberî'nin aynı
senetle İbn Abbas'tan yaptığı rivayet bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Taberi'nin rivayeti
şöyledir: "Oruç tutmaya gücü yeten ihtiyar erkek ve kadınların, isterlerse
oruç tutmayıp her gün için bir yoksul doyurmalarına ruhsat verilmişti. Daha
sonra bu, âyet-i kerimesiyle neshedildi. Ancak ruhsat, oruca gücü yetmeyen
ihtiyarlar ve (çocukları ya da kendileri için) korkmaları halinde hamile ve
emzikliler hakkında sabit kaldı."
İşte Taberî'nin bu
rivayeti gözönüne alınınca Ebû Davud'un rivayetinde bir hazf olduğu ve bu
hazfın, yerine konması halinde ne âyetle ne de başka bir hadisle tezat teşkil
etmediği ortaya çıkar. O halde Ebû Dâvud'daki rivayeti Taberi'den nakledilen
şekilde anlayıp değerlendirmek gerekecektir.
Hadiste, "Oruca
dayanabilen ihtiyarlar" ifadesi vardır. Ebû Davud'un tüm rivayetlerinde
bu ifade böyledir. Yani hiç bir nüshada "oruca dayanamayan..."
mânâsını verecek tarzda, bir İâ ilâvesi
yoktur. Bu durum üç ayrı yönden ele alınarak rivayetin, âyetlerle ve diğer
hadislerle münâsebetinin uyumu ortaya konulmuştur.
a. Yukarıda
işaret edildiği gibi ayeti oruç tutabilen ihtiyarlar içîn ruhsattı, sonradan bu
hüküm neshedildi, sadece oruca dayanamayan ihtiyarlar için sabit kaldı.
b.
"Oruca dayanabilen" manasına gelen sözünün başında bir olumsuzluk
edatı lâ vardı, hadisi yazan kâtip onu
unuttu, yahul da buradaki lâ mukadderdir.O zaman ifâde, şeklindedir.
"Oruca dayanamayanlar" mânâsındadır.
c. Buradaki
"oruca dayanabilenden maksat, güçlükle dayanabilendir.
Bu te'villere daha önce
geçen hadislerin şerhlerinde de işaret edilmişti.
İbn Abbas'tan gelen
rivayette, hâmile ve emziklilerin korkmaları halinde bu âyetteki ruhsatın
şümulüne girecekleri belirtildiği halde, korkunun hangi yönden yani kendileri
yönünden mi, yoksa çocukları yönünden mi olduğuna dair bir açıklık
getirilmemiştir. Ebû Dâvud, "yâni çocukları açısından korkarlarsa (oruç
tutmayıp yemek yedirirler)" diyerek bu kapalılığa açıklık getirmiştir.
Bu ve bundan evvelki
bâblarda geçen hadislerden elde edilen neticenin özeti şudur;
âyeti hakkında iki
görüş, vardır:
1. Bu âyet
mutlak olarak oruç tutmaya gücü yeten ve yetmeyen herkes için ruhsattı. Sonra
oruca dayanabilenler hakkında "Sizden aya erişenler onu (orucu)
tutsun" âyeti ile neshedildi. Oruca gücü yetmiyenler için yemek yedirme
hükmü sabit kaldı. Bu anlayış ulemanın cumhurunun görüşüdür.
İçlerinde Mâlik, Ebû
Sevr ve Davud'un da bulunduğu bir grup âlim ise, yemek yedirmenin herkes için
neshedildiğini, oruca dayanamayan ihtiyarların da yemek yedirmeyeceklerini
söylerler.
2. Âyet,
oruca dayanabilen ihtiyarlar, hamileler ve emzikliler hakkındadır. Bilâhere
oruca dayanabilenler hakkında neshedilmiş, dayanamayan ihtiyarlarla hâmile ve
emzikliler hakkında ruhsat devam etmiştir. İbn Ab-bas, Katâ'de ve İkrime bu görüştedirler.
İbnCerîr'in ifâdesine
göre, bir başka grub da bu konuda şöyle derler: "Bu âyet neshedilmemiştir.
Hükmü indiğinden beri kıyamete kadar bakîdir.
"Oruca
dayanabilenler" den maksat, gençliklerinde ve sağlıklarında oruca
dayananlardır. Bunlar, ihtiyarladıkları, hastalandıkları ve oruç tutamaz hale
geldikleri zaman, "bir fakir, doyumu fidye"nin hükmü altına
girerler."[38]
1. Hâmile ve
emzikliler, kendileri veya bebekleri yönünden bir zararın gelmesinden
korkarlarsa oruç tutmayabilirler. İttifakla bu günlerini kaza ederler.Aynca
keffâretin gerekli olup olmadığında ihtilâf vardır. Tafsilat önceki hadisin şerhinde
geçti.
2. Oruca
dayanamayacak derecede ihtiyar olanlar oruç tutmayıp her-gün için bir fidye
verirler. Fidyenin ölçüsü Hanefilere göre buğday ve buğday unundan yarım
sa';arpa, hurma ve kuru üzümden bir sa' veya bunların kıymetidir. Şafiî'ye
göre halkın yediği gıda maddesinden bir müd(avuç)dur. İmam Malik'e göre fidye
vermek müstehaptır.[39]
2319. ...İbn
Ömer (r.a)'dan demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu;
"Biz ümmî bir
milletiz, yazmayı ve hesabı bilmeyiz. Ay (parmakları ile işaret ederek) şöyle,
şöyle, şöyledir."
(Ebü Dâvûd dedi ki,
Râvi) Süleyman üçüncü işarette bir parmağını yumdu, yani (ay) yirmi dokuz veya
otuzdur.[40]
Rasûlullah'ın hadis-i
şerifteki "biz" kelimesinden kasdı, arap milletidir.
Ümmî, okuma yazma
bilmeyen, anasından doğduğu gibi kalan demektir.
Hz. Peygamber önce,
"biz ümmî bir milletiz" buyurmuş, sonra da ümmiyi beyan etmek üzere
"okuma ve hesap bilmeyiz" sözlerini ilâve etmiştir.
Hesaptan maksadın
sayma olduğunu söyleyenler olduğu gibi, yıldızların hareketlerinin hesabı yani
yıldızlar ilmi olduğunu söyleyenler de vardır.
Hz. Peygamberin arap milletini
tümüyle okuma yazma ve hesap bilmemeye nisbet etmesi, genel bir
değerlendirmedir, "Tümüyle okuma yazma bilmeyiz" manasına değildir.
Çünkü içlerinde okuma yazma bilen ve hesaptan anlayanlar vardı.
Hadis-i şerifteki
ifâdeye göre Rasûlullah (s.a.) efendimiz önce kendilerinin ümmî bir toplum
olduklarını ifade etmiş sonra da elleri ile işaret ederek ayın 29 gün olduğunu
bildirmiştir. Ebû Davud'un beyânına göre râvi Süleyman b. Harb iki defa her iki
elinin parmaklarını tümüyle açarak üçüncüsünde de bir parmağını yumarak Hz.
Peygamber'in "böyle böyle böyle" tarzındaki ifadesini tarif etmiştir.
Buna göre ay 29 gün olmuş olur.
Müslim'in rivayetine
göre İbn Ömer hadisi haber verirken bizzat Rasûlullah'ın, üçüncü işarette bir
parmağını yumarak 29'u gösterdiğini daha sonra her üç seferinde de tüm
parmaklarıyla işaret ederek otuzu ifâde ettiğini söyler.
Ebû Davud'un
rivayetinde otuzu işaret eden bölüm kısa geçilmiş, sadece otuza temas
edilmekle yetinilmiştir. Otuz ifâdesi Ebû Davud'un bir izahıdır.
Müslimdeki rivayetin
yardımı ile de diyebiliriz ki Hz. Peygamber bir ayın kaç gün olduğunu
anlatırken önce, parmaklarıyla 29'u sonra da 30'u işaret ederek bazan böyle
bazan da böyle olur buyurmuştur.
Hattâbî örfe ve galib
âdete göre ayın genelde otuz, yirmi dokuzun ise, bazan olduğunu Rasûlullah'ın
yirmi dokuzu beyân ederken galibe değil, nâdire işaret ettiğini söyler.
İbn Battal ve diğer
bazı âlimler bu hadisi izah ederken şöyle derler:
"Biz öyle bir milletiz
ki oruç ve diğer ibadetlerin vakitlerini tayin için bize hesap ve yazıyı
bilmeyi gerektiren şeyler teklif edilmemiştir. Bizim ibâdetlerimiz açık bâzı
alametlere bağlanmıştır. Bunları bilme konusunda hesap âlimler ile başkaları
denktir."[41]
1. Ramazan
ayı bazan yirmi dokuz, bazan da otuz gündür.
2. İşaretle
hüküm sabit olur.
Hattâbî bu esastan
hareketle parmakları ile üçü işaret ederek karısına sen boşsun diyen kişinin,
üç talak verdiğine hükmedileceğîni söyler.[42]
2320. ...İbn
Ömer (r.a.)'dan; "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu” demiştir:
"Ay yirmi dokuz
(gün)dür. (Ramazan) hilali(ni) görünceye kadar oruca başlamayınız, (Şevval)
hilâli(ni) görünceye kadar da oruca son vermeyiniz. Eğer hava kapalı olursa
ayı otuz gün olarak takdir ediniz. (Şabanı otuza tamamlayınız)."
Nâfi dedi ki; Şaban'ın
yirmi dokuzu olduğu zaman, îbn Ömer için hilâl gözetlenirdi. Eğer hilâl
görülürse ne alâ (oruca başlardı), hilâl görülmez ve gözetleyenin önünde bir
bulut ve toz olmazsa İbn Ömer oruç tutmazdı. Ama eğer gözetleyenin önünde bir
bulut ve toz olursa oruç tutardı.
îbn Ömer (Ramazanın
sonunda) herkesle beraber oruca son verir, bu hesabı tutmazdı.[43]
Rasûl-i Ekrem'in
"ay yirmi dokuzdur" buyurması, önceki hadisin şerhinde de beyân
edildiği gibi her ayın dâima yirmi dokuz gün olduğuna delâlet için değildir.
Maksat "ay bazan yirmi dokuz gün" veya "ayın en az müddeti yirmi
dokuz gündür'* mânâsında-dır. Nitekim Rasûlullah'tan bu mânâyı açıkça ifade
eden haberler gelmiştir. Bir önceki hadisin Müslim'deki rivayetinin yanı sıra
Ebû Dâvud'da 2322 numara ile gelecek olan rivayet bunu açıkça ortaya
koymaktadır. Tirmizî'nin de rivayet ettiği işaret edilen haberde İbn Mesûd
(r.a.), Rasû-lullah (s.a.)'le birlikte yirmi dokuz gün olduğu gibi otuz gün de
oruç tuttuklarına işaret etmiştir.
Fahr-i kâinat
efendimiz ayın müddetini beyan ettikten sonra, ashâb-ı kirama Ramazan hilâlini
görmedikçe oruca başlamamalarını , Şevval hilalini görmedikçe de bayram
yapmamalarını emretmiştir. Tabiatiyle bu havanın açık olduğu, hilâlin
görülmesine mâni olacak bulut vs. gibi bir engelin bulunmadığı durumlardadır.
Hadis-i şerifte oruca
başlama veya son vermenin hilalin görünmesine bağlanması her kişiye tek tek
gerekli olan bir şey değildir. Hilali görüp şahitlik yapmaları ile ru'yetin
tahakkukuna hükmedileb ileceği kişilerin görmesi, başkaları için de görme
yerine kâimdir. Konunun tafsilatı 14. Bab'-da gelecektir.
Hadisteki bu
ifadelerin zahiri Ramazan hilalinin görülmesi ile oruca başlamanın, Şevval
hilalinin görülmesi ile de son vermenin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.
Hilal güneşin batımından önce görülürse, ister Öğleden önce ister sonra olsun
bununla ne oruca başlanır, ne de oruçtan çıkılır. Bu hilâl ertesi güne aittir.
Bu görüş ulemanın cumhuruna aittir. Hanefî imamlarından Ebû Yusuf'a göre
zevalden önce görülen hilal, oruca başlamaya veya son vermeye sebeptir.
Hanefî mezhebine göre
dünyanın her hangi bir yerinde hilâl görülürse, nerede olursa olsun, bundan
haberdâr olan kişi oruca başlar ya da son verir. Şafiî mezhebine göre, hilâlin
görüldüğü yere
Hz. Peygamber (s.a.)
hadis-i şerifin devamında ashabına havanın kapalı olması halinde ayın takdir
edilmesini emretmiştir. Bu takdirin ne şekilde olacağı Ebû Davud'un bazı
nüshalarında belirtilmediği halde, bazı nüshalarında otuz gün kaydı yer
almıştır. îmam Buhâri'nin İbn Ömer, Ebu Hureyre ve îbn Abbas'dan ayrı ayrı
rivayet ettiği hadislerde havanın kapalı olduğu günlerde, yapılacak takdirin
Şabanı otuza tamamlamak suretiyle olacağı açıkça belirtilmektedir. İleride
gelecek olan 2325 ve 2327 numaralı hadisler de aynı sonucu açıkça vermektedir.
İçlerinde Ebû Hanife
ve arkadaşları, imam Şafiî, İmam Mâlik, Evzâî ve Süfyân es-Sevrî'nin de
bulunduğu Cumhuru ulema, hadis-i şerifteki takdiri yukarıdaki manada
anlamışlardır.
Ancak Ahmed b. Hanbel
buradaki takdirden muradın, hilalin bulutun altında bulunduğunun kabulü
olduğunu söyler ve görüşüne bu hadisin devamında belirtilen İbn Ömer'in uygulamasını
esas alır. Çünkü burada havanın kapalı olması halinde İbn Ömer'in oruç tuttuğu
belirtilmektedir.
Cumhur bu görüşe
yukarıda işaret ettiğimiz rivayetlere dayanarak katılmamış ve muteber olanın,
râvinin tatbikatı değil, rivayetinin olduğunu söylemişlerdir.
Hattâbî buradaki
takdir konusunda şu açıklamayı yapar:
"Ay (ramazan)ı
takdir ediniz" sözünün mânâsı, (Şabanı) otuz gün sayınız, demektir. Bazı
âlimler bu takdiri ayın burçlardaki hareketini hesab etmek şeklinde te'vil
etmişlerdir, ama evvelki görüş daha uygundur. Bir başka rivayette Rasûlullah
(s.a.)'ın "Hava kapalı olursa, otuz gün oruç tutun" buyurması buna
delildir. Ulemanın çoğunluğu bu görüştedir. Hz. Peygamberin şek günü orucunu
yasaklaması da bu görüşe güç katar..."
Şâfiîlerden İbn Süreye,
tabiûndan Mutarrıf b. Abdullah ve hadis âlimlerinden İbn Kuteybe'nin hadis-i
şerifteki takdirden maksadın ayın burçları ve hareketinin hesabı olduğu
görüşünde oldukları nakledilmiştir. Ama diğer âlimler, bu naklin doğru
olmadığını söylemektedirler. İbn Abdil-Berr, Mutarrıf'tan böyle bir rivayetin
sahih olmadığını, İbn Kuteybe'nin ise, bu gibi konularda yetkili olmadığını
söyler. İbn Süreyc'den yapılan rivayet konusunda da İbn Abdilberr şöyle der:
"Şafiî'nin bizdeki kitaplarında olan görüşü, Ramazan'ın kabulünün hilâlin
görülmesi veya âdil birinin şehâdetinden ya da Şaban'ı otuza tamamlamaktan
başka bir yolla sahih olmayışıdır. Bu da fukaha'nın cumhurunun
görüşüdür".
Şafiî âlimlerinden
Remlî, Minhac şerhinde, "âdil bir kimse hilali gördüğünü söylerse, buna
karşılık hesap âlimleri o gün hilalin görülmesinin mümkün olmadığını iddia
etseler, hesap âlimlerinin dinlenmeyeceğini, çünkü şâri'in buna itimad
etmediğini söyler.
Remlî, hesap âliminin
hesabının kendisi için muteber olduğunu söylemişse de, imam Nevevî ve
İmamu'I-Haremeyn, şerîatin genel kaidelerinden hareketle bunu reddetmişlerdir.
İmam Mâlik, İbn
Dakiki'i-Iyd, Mazirî ve İbnu'l-Münzir de hesabın geçerli olmadığı konusunda
açıkça görüş bildirenlerdendirler.
İbnu'l-Arabî,
Şafiîlerden îbn Süreyc'in hilalin sübûtunda hesabın muteber olduğuna dair.
olan görüşünü naklettikten sonra, bunun bir kısım insanların oruca ay ve
güneşin hareketini hesabederek, bir kısmının da hilali görerek başlamalarım
gerektirdiğini, bunun ise, mümkün olmadığını söyleyerek, İbn Süreyc'in görüşünü
reddeder. İbnu'l-Arabî bu konuda beş görüş ortaya çıktığına işaret ederek
bunları şöylece özetler:
1. Hesapla
oruç tutmak caizdir, fakat farz yerine geçmez.
2. Oruç
caizdir ve farz yerine geçer.
3. Hesap
uzmanı için oruç caizdir ve farz olarak geçerlidir. Müneccim, için geçerli
değildir.
4. Hem hesap
uzmanı, hem müneccim hem de başkaları için caizdir. Ancak bu, müneccimi değil,
hesap uzmanını takliden olur.
5. Mutlak
olarak herkes için caizdir.
Hanefî fıkıh
kitaplarından Dürrii'l-Muhtar'da "Mezhebe göre âdil de olsalar
muvakkıtların sözüne itibar edilmez..." denilir.
İbn Âbidin bu ibarenin
haşiyesinde şunları kaydeder: "Muvakkıtların sözüne itibar edilmez sözü,
insanlara orucun gerekli olmasında itibar edilmez demektir. Mirac'da muvakkitlerin
sözüne itibâr edilemeyeceğinde ic-ma olduğu ve bizzat müneccimin de kendi
hesabına göre amel etmesinin caiz olmadığı söylenir. Nehir'de de vakit
uzmanlarının sözünün bağlayıcı olmadığı ifâde edilir. İzah'da da belirtildiği
gibi âdil de olsalar essah olan onların sözüne itimad edilmemesidir.
Şafiîlerden imam Sübkî'nin muvakkitlerin sözüne itibar edileceğine dair olan
görüşü sonraki âlimlerce reddedilmiştir..."
İbn Âbidin'den
nakledilen bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Şafiîlerden İmam Sübkî hesabın
kat'î olduğunu iddia eden ve hesap uzmanlarının hesabına itimad edileceğini
savunanlardandır.
Fukahâdan Muhammed b.
Mukâtil hesap âlimlerinin ittifak etmeleri hâlinde sözlerine itimad eder,
onlara danışırdı. Kadı Abdülcebbâr da "Müneccimlerin sözüne itibarda beis
yoktur" der.
Yukarıya aldığımız
hadis rivayetleri ve ulemanın büyük çoğunluğunun ifadelerinden, günlerin
başlama ve bitiminde esas olanın hesap değil, hilalin görülmesi olduğunu ortaya
koymaktadır. Tabi bu sözlerin söylendiği devrelerde şimdiki dakik âletler
bulunmadığı gibi astronomi ilmi de bu kadar ilerlemiş değildi.
Ramazan'ın veya
bayramın başlamasında esas, hilalin görülmesidir. Çünkü açık nassların gereği
budur. Ancak hilali gördüğünü iddia eden kişinin âdil olması, hava açıksa görenin
bir-iki kişi değil, bir çok kişi olması gerekir. Dolayısıyla hilalin doğuşunun
ilânında bu hususların gözö-nünde bulundurulması icabeder.
Şunu da belirtmek
gerektir ki, ilim ve tekniğin ilerlediği devrimizde, hüsnü niyyet ve
samimiyetle yapılan hesabın, şaşması pek mümkün değildir. Buna göre hesabın
sonucu ve hilalin görülmesinin aynı güne rastlaması gerekir. Eğer bu uyum
sağlanamıyorsa ya hilali gördüğünü iddia edenler yalan söylüyorlar, ya da
hesabı yapanların sü-i istimali söz konusudur.
Hilalin görülmesinde
itibar çıplak gözedir. Teleskop veya başka bir âletle gözetilmesi şartı yoktur.
Hadisin devamında
Nafi'nin bildirdiğine göre İbn Ömer, Şa'ban'ın yirmi dokuzu olunca hilali
gözetlemek üzere adam gönderirdi. Ömrünün sonuna doğru gözlerini kaybettiği
için bizzat kendisi gözetleyemiyordu. Giden gözetleyici hilali görürse oruca
başlardı, göremezse, ve hava da açık ise oruç tutmaz, bulutlu jse, tutardı.
Çünkü hilalin bulutun arkasında olması muhtemeldir. Ahmed b. Hanbel'in bu
konuda İbn Ömer'e uyduğunu yukarıda söylemiştik.
Ebu Hanife ve
arkadaşları İmam Malik, Sevri ve Evzaî'ye göre bu durumda Ramazan diye oruç
tutmak caiz değildir. Şâfiîlere göre ne ramazan için ne de nafile olarak oruç
tutulamaz. Ancak kaza veya keffâret olarak tutulabilir. Tafsilat "şek günü
oruç tutmak mekruhtur" başlığı altında gelecektir.[44]
1. Ay bazan
yirmi dokuz, bazan otuz gün olur.
2. Oruca ya
hilalin görülmesi ya da Şaban ayının otuza tamamlanması ile başlanır. Bazı
âlimler bu durumda havanın kapalı veya açık olmasını farklı mütalaa
etmişlerdir. Tafsilat şerhte geçmiştir.[45]
2321.
...Eyyüb es-Sahtiyanî şöyle demiştir.
Ömer b. Abdilaziz
Basrahlara:
"Rasûlullah
(s.a.)'dan bize ulaştığına göre..." diyerek (yukarıdaki) İbn Ömer hadisinin
bir benzerini yazdı ve şunları ilave etti;
"En güzel
şekliyle orucun (vaktini) tayin, Şaban hilâlini şöyle şöyle gördüğümüz zamandır
inşallah. Eğer Hilali şöyle şöyle değilde bundan önce görürseniz durum
başka..."[46]
Rivayetten anlaşıldığı
üzere Ömer b. Abdilaziz, Basralılara bir haber göndererek bundan önceki haberde
İbn Ömer'den rivyet edilen hadisin benzerini Rasûlullah'tan naklen bildirmiştir.
Sonunda da havanın kapalı olması halinde takdirin nasıl yapılacağını izah
etmiştir. Ancak bu izah, metinde oldukça kapalı bir şekilde geçmektedir.
Sarihler Ömer b. Abdilaziz'in bu sözünü şu şekilde açıklamışlardır: Eğer Şaban
ayının hilâli, Receb'in yirmi dokuzuncu günü görünürse, Şaban otuz güne
tamamlanır. Şabanın hilali Receb'in otuzuncu günü görüldüğü takdirde ise,
Şaban ayı yirmi dokuz gün olarak hesaplanır.[47]
2322. ...İbn
Mesud (r.a.)'dan demiştir ki: "(Vallahi) Rasûlullah (s.a.)'la birlikte
(Ramazan'ı) yirmi dokuz gün tuttuğumuz, onunla birlikte otuz gün tuttuğumuzdan
daha çoktur."[48]
Bu hadis Ramazan
ayının hem yirmi dokuz, hem de otuz gün olduğunu, hattâ otuz günün, yirmi dokuz
olandan daha az olduğuna delalet etmektedir.
Dârekutnî'nin Hz.
Aişe'den rivayet ettiği şu haber de aynı manayı ifâde etmektedir:
Hz. Aişe (r.anha)'ye:
Ey Mü'minlerin annesi,
Ramazan ayı yirmi dokuz gün olur mu, diye soruldu.
Rasûlullah (s.a.)'la
birlikte onu yirmi dokuz gün tutuşum, otuz gün tutuşumdan daha fazladır, dedi.[49]
Ramazan ayı yirmi
dokuz gün olabilir ve bu otuz günden daha çoktur.[50]
2323. ...Ebu
Bekre (r.a.)'den; Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;
"İki bayram ayı
eksik olmazlar, onlar Ramazan ve Zülhiccedir."[51]
Bu hadis-i şerifte belirtilen
noksanlıktan ne kast edildiği konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır.
Bunların belli başlıları şunlardır;
1. Sevap
yönünden biri diğerinden noksan olmaz.
2. Bu
ifâdede, Zilhicce'nin onunda amelin üstünlüğüne ve Zilhicce'-nin sevap
itibariyle Ramazan'dan daha aşağı olmadığına işaret vardır.
3. Bu iki
ay, aynı senede eksik olarak bulunmazlar. Birisi yirmi dokuz olursa, öteki
otuz olur. Bu izah ekseriyete nisbetledir. Çünkü her ikisinin de yirmi dokuz
olduğu zamanlar da olur.
4. Bu aylar
gün itibarıyla noksan bile olsalar, sevap yönünden noksan değildirler.
Hadd-i zâtında
Ramazandan sonraki ay bayram ayı olduğu halde, hadiste ramazana bayram
denilmesi, bayrama yakınlığından dolayıdır.
Hadis-i şerifte diğer
aylar dururken ramazan ve Zilhicce aylarının mevzu-ı bahs edilmesi birisinde
oruç diğerinde hac ibâdetleri olduğu içindir. Diğer aylarda yapılan ibâdetin
sevabının eksik olacağına işaret değildir. Maksad, Ramazan ister tam olsun
ister eksik, arafattaki vakfe ister Zülhicce'nin dokuzuna rastlasın, ister
başka güne rastlasın, sevabının tam olacağının beyanıdır. Tabii bu, hilali
araştırmada kusur olmadığı takdirdedir.
Hadis-i şerif Ramazan
ayını yirmi dokuz gün tuttuğu için sevabın az olduğu korkusuna kapılan ve hava
kapalı olduğu için hilalin tam tesbit edilememesinden dolayı Zülhicce'nin
onuncu günü vakfe yapanın vakfesinin sahih olmadığını zannedenlere bir
tesellidir. Böyle bir yanlışlık olsa da ecrinden tam istifâde edileceği
açıktır.
Ramazan zannıyla
Şevval ayını oruçlu geçirenin tuttuğu oruç, Ramazan ayı yerine geçer. Şaban'da
tutulduğu takdirde ise, bu Ramazan orucu yerine geçmez. ladesi gerekir. Aynı
şekilde Zülhicce'nin onuncu günü yapılan vakfe dokuzuncu günün vakfesi yerine
geçer. Sekizinci güri yapılan vakfe ise kâfi değildir. İmkân olursa, ertesi gün
kaza edilmelidir. Aksi halde hac sahih değildir.[52]
Sevap yönünden tam
ayla eksik ay arasında fark yoktur. “Mükafat meşakkate göredir” sözü ekseriyete işarettir.[53]
2324.
...Hammâd b. Zeyd, Ebû Hureyre (r.a)'den rivayetinde, Peygamber (s.a.)'ide
zikrederek (Hadisin merfu olduğuna işaret etti, ona göre RasûluIIah -s.a.-)
şöyle buyurdu;
"...ve Ramazan
bayramınız; orucu açtığınız gün, kurban bayramınız kurban kestiğiniz gündür,
ar af al1 in tamamı vakfe yeridir. Mi namn tamamı kurban kesme yeridir.
Mekke'nin tüm geniş yolları da kurban kesme yeridir. Müzdelife'nin hertarafı da
vakfe yeridir."[54]
Hadisin Tirmizî'deki
rivayetinde: "...ve Ramazan bayramı, orucu açtığınız gündür" sözünden
önce oruç, oruç tuttuğunuz gündür" cümlesi vardır. Buna göre Ebû
Dâvud'taki "...ve Ramazan..." cümlesindeki atıf edatının atfedildiği
cümlenin burada olmadığı halde Tirmizî'deki,cümlesinin olduğu anlaşılıyor.
Dârekutnî'nin Ebû
Dâvud'taki senetle yaptığı rivayet, Ebû Davud'un, rivayetin tamamını
almadığını göstermektedir. Dârekutnî'nin rivayeti şöyledir:
"Ay yirmi dokuz
gündür, hilali görünceye kadar oruca başlamayınız, ve hilali görünceye kadar
bayram yapmayınız. Eğer hava kapalı olursa sayıyı otuza tamamlayın. Ramazan
bayramı oruca son verdiğiniz gündür.”
Dârekutnî'nin bu
rivayetine göre Ebû Dâvud'taki "ve Ramazan bayramınız..." sözünün
burada mahzuf olan, "eğer hava kapalı olursa, sayıyı otuza
tamamlayın" cümlesine ma'tuf olması gerekir. Dârekutnî'nin, bu hadisi Ebû
Dâvud kanalıyla rivayet ettiği göz önüne alınırsa, sonraki takdirin daha
isabetli olduğu ortaya çıkar.
Tirmizî bu hadisin
akabinde şu açıklamada bulunmuştur:
"Bazı âlimler bu
hadisin mânâsının oruç ve bayramın cemaatle ve insanların çoğunluğu ile
birlikte yapılacak olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kastedilen mânânın Şaban'ın
son günü mü yoksa Ramazan'm ilk günümü olduğunda tereddüt edilen şek gününde
Oruç tutulmayacağına işaret olduğunu söyleyenler de vardır. Buna göre Şevval
hilalini gördüğü halde haberi kabul edilmeyen kimse, ancak herkesle beraber
bayram yapabilir.[55]
Hattâbî hadise daha
değişik bir mânâ vermiştir. Hattabî'nin bu konudaki sözleri de şöyledir:
"Hadisin mânâsı, içtihadı
konularda insanların hatalarına bakılmaz. Eğer bir toplum araştırdıkları halde
hilali ancak ayın otuzuncu gününden sonra görseler ve sayı tamamlanmadıkça
bayram yapmasalar, sonra da ayın yirmi dokuz gün olduğu anlaşılsa, onların oruç
ve bayramlarından dolayı hiç bir günah yoktur. Aynı şekilde arefe gününde de
hatâ etseler, onlara iadesi gerekmez..."
Hadisin devamında
Kurban bayramının da herkesin kurban kestiği gün olduğu belirtilmektedir. Buna
göre bir kimse Zülhicce ayının hilalini Zülka'denin yirmi dokuzuncu günü güneş
battıktan sonra görse, fakat Kadı onun sehâdetini kabul etmese, o zat herkesle
birlikte birgün sonra kurban kesecektir. Kendi görüşünü esas alarak bir gün
önce kurbanını kesemez.
Hadisin sadece Ebû
Davud'un rivayetinde bulunan son bölümünde arafat'ın tamamının vakfe yeri;
Mina'nın tümünün ve Mekke'nin büyük yollarının kurban yeri; Müzdelife'nin
tümünün de yine vakfe yeri olduğu bildirilmektedir. Yani Zilhicce'nin dokuzuncu
günü zevalden bayram günü fecre kadar Arafat'ın herhangi bir yerinde bir an
durmak yeterlidir. Bizzat Rasûlullah (s.a.)'ın durduğu yerde durmak şart
değildir. Yalnız başka bir hadiste, Arafat'ın batısına düşen Urane (veya Arane)
vadisi ile Müzdelife'deki Muhassir'in vakfe mahalli olmadığı belirtilmiştir. Bu
hadisle birlikte düşünülünce üzerinde durduğumuz hadisi "Urane vadisinin
dışında Arafat'ın tamamı ve Muhassir hâriç Müzdelife'nin her tarafı vakfe
yeridir" şeklinde anlamak gerekir. Hanefi fıkıh kitaplarında da bu husus
açıkça görülür. Haddi zatında haccı ilgilendiren bu mesele hac bahsinde geçmiş
bulunmaktadır.[56]
1. Hilali araştırarak
oruç tutan bayram yapan veya
kurban kesen toplum hata da etse günahkar olmaz.
2. Mina ve
Mekke'nin tamamı kurban yeri, Müzdelife ve Arafat'ın her tarafı da vakfe
mahallidir.[57]
2325.
...Abdullah b. Ebî Kays Aişe (r.anha)nın şöyle dediğini işitmiştir;
"Rasûluüah (s.a.)
başka hilallerde yapmadığı araştırmayı, Şaban (hilalin) da yapardı. Ramazan
hilalinin (Şaban'in yirmi,dokuzuncu akşamı) görürse, oruca başlar, hava kapalı
olursa (Şaban) otuz gün sayar, sonra oruç tutardı."[58]
Dânekutnî bu hadisin
isnadının sahih olduğunu söyler.Münzirî'de "Bu hadîsin isnadındaki
şahısların tümünü Buhârî ve Müslim hüccet kabul etmişlerdir. Her ne kadar
Endülüs kadısı olan Muaviye b. Salih el-Hâdrâmî el-Hımsî hakkında bazıları
zayıf demişlerse de Müslim kendisim hüccet kabul etmiştir. Ahmed ve Ebu Zür'a
da onun için sika tabirini kullanmışlardır" demektedir.
Hadis-i şeriften
anladığımıza göre Peygamber (s.a.) Receb ayının sonu geldiğinde Şaban hilalini
araştırır ve bu konuda hiçbir ayda göstermediği itinayı gösterirdi. Çünkü
Ramazan'a isabetli başlaması büyük ölçüde buna bağlı idi. Şabanın sonu gelince
Ramazan hilalini araştırır, hava müsait olur da hilali görürse oruca başlar,
hava bulutlu olursa, Şabanı otuza tamamlar ve öyle oruç tutardı. Efendimizin
Şaban hilalini araştırmadaki itinası, Ramazanı doğru tesbit etme maksadına
yöneliktir. Rasûlullah (s.a.)'ın hac ve kurban ibâdetlerinin yapıldığı Zilhicce
hilalinde de aynı itinayı gösterdiği muhakkaktır.[59]
Şaban'm yirmi dokuzuncu günü,
hilalin görülmesini engelleyen bir mama olduğu takdirde, ertesi gün
oruç tutulmaz Şaban otuza tamamlanır.
Bu konuda İbn Ömer'in
farklı görüşte olduğu daha evvel geçmiştir.[60]
2326.
...Huzeyfe (r.a.)'dan; demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu;
"Hilali görünceye
veya (Şaban'm) sayısını (otuza) tamamlayıncaya kadar (Ramazan ayını) öne
almayınız, sonra (Şevval) hilali(ni) görünceye veya (Ramazandın) sayısını
(otuza) tamamlayıncaya kadar oruç tutunuz.”[61]
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadisi, Süfyân ve başkaları Mansur'dan, Mansur RibVden o da Huzeyfe'nin adım vermeden,
Rasûlullah (s.a.)'ın ashabından bir adamdan diye rivayet etmişlerdir.[62]
Nesaî, "Mansûr'un
talebelerinden Cerir'den başka hiçbirinin bu hadisi Huzeyfe'ye isnad ettiğim
bilmiyorum." der.
İbnu'l-Cevzî, Ahmed'in
bu hadisi zayıf saydığını söylemişse de bu kendisinin bir vehmi kabul
edilmektedir. Çünkü bir çök kaynakta Ahmed'in, Cerir tarafından Huzeyfe'nin
adının anılmasının vehm olduğunu söylemeyi murad ettiği kaydedilir. Doğrusu
Sahâbînin adının tam belli olmayışıdır. Sahâbînin bilinmemesi hadisin
sıhhatine zarar vermez.
Tenkîh'de
"bil-cümle hadis sahih, ravileri sikadır" denilmektedir.
Hadis-i şerif, mutlak
olarak Şaban'ın son günü başka bir ifade ile Şaban'ın son günü mü yoksa
Ramazan'ın ilk günü mü olduğu bilinmeyen günde orucu yasaklamaktadır. Yasak, o
gün oruç tutmanın haram olmasını gerektirir. Davud-ı Zâhirî'nin görüşü budur.
Cumhûr-ı ulemâya göre
önceden gelme bir âdeti olmadığı takdirde adı geçen günde oruç tutmak
mekruhtur. Bu konu ileride ayrıca ele alınacaktır.[63]
1. İhtiyat
olsun diye Ramazana bir gün önce başlanmaz
omca başlamak için ya hilal tam görülecek veya Şaban otuza
tamamlanacaktır.
2. Şevval
hilali havanın kapalı olması sebebiyle görülemezse Ramazan otuz gün tutulup
sonra bayram yapılır.[64]
2327. ...İbn
Abbas (r.anhuma)'dan; "Rasûluüah (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir.
"Bir iki gün oruç
tutmakla Ramazanın önüne geçmeyin. Ama birinizin (eskiden beri) tutmakta olduğu
bir orucu varsa, o müstesna! O (Ramazan hilali)nu görünceye kadar oruca
başlamayınız ve (Şevval hilalini) görünceye kadar da oruca devam ediniz. Eğer
hilalin önüne bir bulut girerse, (Ramazanın) sayısını otuza tamamlayınız,
sonra bayram yapınız. Halbuki (bazan) ay yirmi dokuzdur."[66]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bu hadisi Hatim b. Ebî Sağire, Şube ve Hasen b. Salih, Simak'ten aynı
mânâ'da rivayet etmişler ancak; "sonra bayram yapınız” sözünü
söylememişlerdir.”
Ebû Dâvud dedi ki: O,
Hatim b. Müslim b. Ebi Sağira'dır. Ebu Sağıra, Sağîra'nın annesinin kocasıdır.[67]
Bir iki-gün oruçla
Ramazanın öne alınmasından maksat, ihtiyat maksadıyla veya Ramazanı karşılamak
için, Ramazandan önce bir veya iki gün oruç tutmaktır.
Peygamber (s.a.) daha
önceden belirli günlerde oruç tutmayı âdet edinip, tutmakta olduğu orucu bu
günlere rastlayanların dışında, Ramazandan Önce bir veya iki gün oruç tutmayı
men'etmiştir.
Efendimizin, bu
günlerin orucunu yasaklamasının hikmeti konusunda çeşitli fikirler
söylenmiştir. Bunlardan en kabule şayanı şudur: Dinîmiz oruca başlamayı hilalin
görülmesine veya Şaban'ın otuza tamamlanmasına bağlamıştır. Durum böyle iken
daha hilal görülmeden veya Şaban otuza tamamlanmadan oruca başlamak, nassla
sabit olan bir şeyi beğenmemek gibidir. İşte onun için Rasûlullah Ramazana
bir-iki gün önce başlamayı nehyetmiştir.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi bazı günlerde orucu âdet edinip âdetleri olan günleri ramazandan
önceki bir-iki güne rastlayanlar Rasûlullah (s.a.)'ın yasağından istisna edilmişlerdir.
Keffâret kaza ve nezîr gibi kişinin borcu olan oruçlar da yasağın kapsamına
girmezler. Yani yasak olan oruç,' sırf ramazanı karşılamak maksadı ile tutulan
oruçtur.
Hadis-i şerifte, bir
iki günün anılması daha fazla tutulmasının kerahetsiz caiz olmasına delâlet
etmez. Ramazanı karşılamak için ekseriyetle bir iki gün önce oruca başlandığı
için böyle denilmiştir. Yoksa Şaban'ın on beşinden sonra oruç tutmak Hz.
Peygamber tarafından hoş karşılanmamıştır. Bunu ifâde eden hadis "Şabanı
Ramazana ulamak mekruhtur" başlığı altında gelecektir.
Hadisin devamında
Ramazana, Ramazan hilalinin görülmesi ile veya Şabanı otuza tamamlamakla
başlanacağı, bayramın da Şevval hilali görülünce veya Ramazan otuza
tamamlanınca yapılacağı ifade edilmektedir. Bundan önceki hadislerde de aynı
mânâya gelen ifadeler geçmiştir.[68]
Ramazandan bir iki gün
önce nafile kastı ile de olsa oruç tutmak mekruhtur. Cumhur bu görüştedir.
Davud-ı Zahirî kişinin mûtadı olan orucuna da rastlasa belirtilen günlerde
tutulan orucun sahih olmadığını söylemiştir. Fakat hadis Davud'un görüşünün
doğru olmadığını gösterir.
Sahabilerden Ömer,
Ali, Ammar, Huzeyfe, tbn Mesûd, Ebu Hüreyre ve İbn Abbas, tâbiûndan Said b.
el-Müseyyeb, Şâbî, Nehaî, Hasen el-Basrî ve tbn Sîrîn'in görüşleri hadisin
işareti istikametindedir.[69]
2328.
...İmrân b. Husayn (r.a.)'ın rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.) bir adama:
"Şaban ayının
sonunda[70]
(herhangi) bir (oruç) tuttun mu?" diye sordu. Adam;
Hayır, dedi.
Efendimiz;
"Ramazan bitince
bir gün -Râvîlerden birisi "iki gün" dedi-[71] oruç
tut," buyurdu.[72]
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre Hz. Peygamber ashabtan birisine Şa'ban'ın sonunda oruç tutup
tutmadığını sormuş o zat da "hayır" cevabını vermiştir. Ebû Davud'un
rivayetinde soru sorulan şahsın ismi verilmemiştir. Müslim'in, Ebu'1-A'la
vasıtasıy
Bu rivayetlerden
anlaşıldığına göre Hz. Peygamber'in sorusunu yönelttiği şahıs, bizzat hadisin
sahabî râvisi İmran b. Huseyn mıdır, yoksa bir başkası mıdır? Kesin belli
değildir.
Buhârî'nin, Ebu Numan
Muhammed b. Fazl es-Südüsî'den yaptığı rivayette "bu ay..." sözünden sonra
râvi'nin, "zannediyorum Ramazanı kastediyor" açıklaması yer almıştır.
Hattâbî,
"Buhâri'deki Ramazanın zikredilmesi bir vehmdir. Çünkü ramazanın tamamı
oruç için teayyün etmiştir" der. Zaten bundan dolayı Buhârî yukarıya
alınan rivayetten hemen sonra "Şabanın sonunda oruç tuttun mu?"
mânâsına gelen hadisi zikretmiştir.
Aynî, Buharî'nin bu
davranışının önceki rivayetteki, "bu ay"dan maksadın Şaban ayına
işaret etmek olduğunu söyler.
Bu hadis-i şerifin
zahiri önceki hadise muhalif görülmektedir. Çünkü önceki hadiste Hz. Peygamber
(s.a.) Ramazan'dan önce oruç tutmayı men'-ettiği halde, bu hadiste Şaban'ın
sonunda oruç tutmayan şahsa tutmadığı günü Ramazandan sonra kaza etmesini
emretmiştir. Bu da açıkça bir çelişki teşkil eder.
Hattabi görünüşteki bu
çelişkiyi giderme sadedinde şunları söyler:
"Bu iki hadis
görünüşte biribirihe muhaliftirler. İkisinin arasım bulmanın yolu şudur:
a.
Rasûhıllah (s.a.)'ın muhatabı olan şahıs, Şaban'ın sonunda oruç tutmayı adamış,
fakat önceki rivayetteki nehyi işitince oruç tutmamıştır. Hz. Peygamber de o
orucu ramazandan sonra kaza etmesini istemiştir.
b. Adamın
her ayın sonunda oruç tutmak âdeti idi. Hz. Peygamber'-in Ramazanı karşılamayı
men'eden hadisini duydu, fakat efendimizin belirli günlerde orucu- âdet edinenleri
bu nehyinden istisna ettiğinden haberi olmadı. Bu yüzden Rasülullah'ın nehyine
uyarak Şabanın sonundaki orucu terketti. Peygamberimiz de o sahâbî'nin âdeti
olan orucu kaza etmesini müstehap gördü."[73]
Şabanın sonunda oruç
tutmayı adayan veya mu'tadı olan ve oruçları o günlere rastlayan kışı Şabanın
sonunda oruç tutabilir. Tutmazsa Ramazan'dan sonra kaza eder.[74]
2329.
...Ebu'l-Ezher, Muğîra b. Ferve'den; demiştir ki: Muaviye (r.a.) Hıms kapısı
yanındaki Mishal manastırında ayağa kalkıp cemaate hitaben:
Ey cemaat, biz (Şaban)
hilali(ni) falan gün görmüştük. Ben oruca (ramazandan) önce başlayacağım, böyle
yapmak isteyen yapsın dedi.
Bunun üzerine Malik b.
Hubeyra es-Şebeî[75] ayağa kalkıp;
Ey Muaviye! Bu,
Rasûlullah (s.a.)'tan duyduğun bir şey mi, yoksa kendi görüşün mü? dedi.
Muaviye;
Rasûlullah (s.a.)'ı
"ayın başında ve sonunda oruç tutunuz" buyururken işittim, dedi.[76]
Rivayetten
anlaşıldığına göre, Hz. Muaviye Humus yakınında bulunan ve Mishal adında biri
tarafından yapılan bir manastırda halka hitâbetmiştir.
Manastır: Daha çok dağ
başlarında şehir dışlarında olup rahiblerin yaşadıkları hıristiyan mabetlerine
denir.
Hıms veya Hımış bugün
Suriye toprakları içerisinde bulunan ve Humus diye bilinen şehirdir.
Metindeki ifâdeler
Muaviye (r.a)'nin Şabanın sonunda orucu efdal gördüğünü ve bunu, Rasûlullah
(s.a.)'tan duyduğu bir hadise istinaden yaptığını göstermektedir. Bundan önceki
babda geçen ve Ramazanı karşılamayı men eden rivayet göz önüne alındığında,
Muaviyenin o hadisi görmediği ve Hz. Peygamber'in, "ayın başında ve
sonunda oruç tutun" emrinin Şaban'da dahil tüm aylar şâmil olduğunu
zannettiği ortaya çıkar. Oysa Hz. Muaviye'nin verdiği haberdeki oruç tutma emri
umûmidir. Şabanın sonundaki orucu nehyeden hadis ise, hâstır ve umûm ifâde
eden haberden istisnayı gerektirir.
Avnu'l-mabud'da
Fethü'l-Veddud'dan naklen şöyle denilir:
"Buradaki aydan
maksadın ramazan ve ayın sonu lafzının ramazanın sonu olup ayın tamamını
kaplamasını te'kid için gelmiş olması muhtemeldir. Yahut da aydan maksat,
ramazan; sonundan murad da Şaban1 m sonudur, "son" kelimesinin
ramazana izafesi de ona bitişik olduğu içindir. Bu durumda hitap ay sonunda
oruç tutmayı âdet haline getirenlere olmuş olur. "Ay"dan maksadın tüm
aylar olup "her ayın başında ve sonunda oruç tutunuz" mânâsının
kastedilmiş olması da muhtemeldir."[77]
2330.
...Süleyman b. Abdirrahman ed-Dimaşkî, bu (Önceki) hadis hakkında demiştir ki:
"Velid. şöyle dedi"
Ebu Amr-yani Evzâî'-i
"(Sirrihu'dan kasıt) ayın başıdır" derken işittim.[78]
2331. ...Ebû
Mushir şöyle demiştir:
Sâid- yani İbnu
Abdilazîz- "Sirruhu ayın başıdır" derdi. Ebû Dâvud dedi ki: Bazı
alimler, "sirruhu ayın ortasıdır, bazıları da sonudur" dediler.[79]
Bu rivayetler, bundan önceki
haberde geçen cümlesindeki sözünün hangi mânâya geldiğine dair üç görüşü ortaya
koymaktadır. Bunlardan ilk ikisinde "sirruhu"nun ayın başı, mânâsına
geldiği ifade ediliyor ancak bu görüş ulemanın çoğunluğunca kabul
edilmemiştir.
Ezherî: "ben
"sirr" kelimesini, bu manaya geldiğini bilmiyordum" der.
Hattabî Ebû Davud'da
ki Evzaî'den nakledilen görüşün doğru olmadığına işaretle şöyle der: "Ben
bu (Ebû Davud'un Evzaî'den naklettiği) görüşü kabul etmiyorum ve onun bir
nakil hatası olduğunu kabul ediyorum. Lügatte de buna hiç bir yol olduğunu
bilmiyorum. Doğrusu "sirruhu" demek, "ayın sonu" demektir.
Bizim ashabımız tshak b. İbrahim b. İsmail'den, o Mahmut b. Halid
et-Dimeşkî'den, o da Velid kanalıyla Evza-î'den, Evzaî'nin; "Sirruhu, ayın
sonu demektir'* dediğini naklettiler. Doğrusu da budur."
Görüldüğü gibi
Hattabî, Evzaî'ye nisbet edilen ve "sirru" kelimesinin
"aymbaşı" olduğunu bildiren sözün nakil hatası olduğunu ve doğrusunun
ayın sonu mânâsına geldiğini söyler.
Ebû Dâvud, isim
vermemekle birlikte bazı âlimlerin "sirruhu"nun "ayın
ortası" mânâsında olduğu görüşünde olduklarını kaydeder. Bu görüşün
dayanağı, "sürer" kelimesinin "surre" kelimesinin çoğulu
olması ve "surre"nin göbek, orta, anlamı taşımasıdır. Biyd (her ayın
13, 14, 15) günlerinde oruca teşvik eden hadislerin bulunuşu bu görüşü teyid
eder. Çünkü biyd günleri ayın ortasına rastlar.
Kadı îyâd, bunlardan
en meşhurunun, "ayın sonu" mânâsı olup Ebu Ubeyde ve bir çok âlimin
de bu görüşte olduğunu söyler.[80]
2332.
...Küreyb (r.a.)[81]'den rivayet edildiğine
göre, Haris'in kızı Ümmü'1-Fadl[82]
Küreyb'i (o sırada) Şam'da olan Muaviye (r.a.)'ye göndermiş. Küreyb dedi ki:
Şam'a varıp
Ümmü'l-Fadl'ın istediğini yerine getirdim. Ben daha Şam'da iken ramazan hilali
görüldü. Biz hilali cuma gecesi gördük. Sonra ayın sonunda Medine'ye geldim.
İbn Abbas (r.a.) benden (bazı şeyler) sordu. Sonra sözü hilale getirip;
Hilali ne zaman
gördünüz? dedi.
Cuma gecesi gördüm,
dedim.
Onu, sen de gördün
mü?, dedi.
Evet, (ben de gördüm)
herkes de gördü ve Muaviye de Şamlılar da oruç tuttu, dedim.
Ama biz hilali
Cumartesi gecesi gördük ve otuza tamamlayıncaya veya (Şevval) hilali(ni)
görünceye kadar oruç tutmaya devam edeceğiz, dedi.
Muaviyenin hilali
görmesi ve oruç tutması yetmez mi? diye sordum.
Hayır, Rasûlullah
(s.a.) böyle emretti , cevabını verdi.[83]
Tirmizî bu hadis için
"hasen-sahih, garibdir. Âlimlerin ameli bu hadise göredir.. Herhangi bir
memleket ahâlîsinin hilal görmeleri sadece kendilerini bağlar" demektedir.
Hadis-i şerifin mânâsı
izaha ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır. Onun için hadisin mânâsı üzerinde
durmadan, doğrudan doğruya hadis-i şerifin delâlet ettiği ahkâma geçmek
istiyoruz.
Hadisin zahirine göre
herhangi bir memlekette hilal görülürse, bu sadece o memleket ahâlîsini bağlar,
başka bölgelerde yaşayanlar, kendileri hilali görmedikçe oruca başlamazlar veya
bayram yapmazlar. Tirmizî bu hükmü ulemânın tümünün görüşü olarak nakletmiştir.
Fakat durum hiç de Tirmizî'nin dediği gibi değildir. Aksine bu konuda oldukça
farklı görüşler vardır, Hafız İbn Hacer'in beyânına göre bu görüşlerin özeti
şudur:
1. Her
memleket ahâlîsi ayı görerek oruç tutacaklardır. İbnu'I-Münzir, İkrime, Kasım
b. Muhammed, Salim b. Abdullah ve İshak b. Rahûye bu görüştedir. Şafiî'nin bir
kavli de böyledir.
2. Bir yerde
hilal görülürse, bundan haberdâr olan her taraftaki insanlar oruca başlamak
veya bayram yapmak zorundadırlar. Malikîlerin meşhur görüşü böyledir. (Hanef i mezhebinde
de asi olan budur):
3. Bir yerde
hilalin görüldüğü açık ve kesin olur ve bu durum iki kişinin şehâdeti ile
başkalarına ulaştırılırsa bu, onları da bağlar. Kurtubî bu görüşü hocalarından
nakletmiştir.
4. Hilâlin
görüldüğü, Halife nezdinde sabit olursa bu, bütün müslü-manlar için
bağlayıcıdır. Bu İbnu'l-Mâcişûn'un görüşüdür.
5. biri
birine yakın bölgeler aynı hükme tâbidir. Bu, Şâfiîlerin ekseriyetinin
görüşüdür. Biribirine uzak olan yerlerden birisinde hilal görülürse,
diğerindekiler buna itibar etmezler. Bölgeler arasındaki uzaklığın tayini
konusunda birkaç görüş vardır. Bunlar:
a. Ayın
doğuş yerleri değişirse, buralar bîri birine uzaktırlar.
b. Sefer
mesafesi (bu
c.
İklimlerin değişmesi uzak hükmündedir.
d. Bir
memleketin ahâlisi hilâli gördüğü halde herhangi bir mâni olmadan ayın
görülmesi mümkün olmayan yerler uzak, görülmesi muhtemel olan bölgeler
yakındır. Bu imam Serahsî'den rivayet edilmiştir.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi Hanefî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerinde ihtiîâf-ı metâli'a itibar
edilmez. Yani biryerde hilalin görüldüğü sabit olursa bu, başka bölgelerde
bulunanlar için de bağlayıcıdır. Bunlar daha önce geçen "hilali görünceye
kadar oruca başlamayınız ve (Şevval) hilali(ni) görünceye kadar oruca son
vermeyiniz...” hadisi şerifine dayanırlar. Çünkü bu hadiste hitap geneldir,
belirli bölgelere mahsus değildir. Ayrıca bir kısım müslümanlarm hilâli
görmeleri, tüm müslümanlann görmesi hükmündedir.
Bu görüş sahipleri,
üzerinde durduğumuz Kureyb hadisini şu şekilde izah ederler:
İbn Abbas'ın
"Rasûlullah (s.a.) bize böyle haber verdi" sözünün, "Ramazana
son verme konusunda Rasûlullah bize bir kişinin şahitliğini kabul etmememizi
emretti," manasına olması muhtemeldir. Ayrıca Kureyb'in haberinde Şehâdet
lafzı yoktur, olduğu farzedilse bile, haberi veren bir kişidir ve bir kişinin
şahitliği ile haber sabit olmaz. Üstelik Kureyb hadisesi de îbn Abbas'ın
söylediği de kendi içtihadının sonucudur. Yukarıda işaret edilen "hilali
görünceye kadar oruca başlamayınız, (Şevval) hilali(ni) görünceye kadar da
oruca son vermeyiniz..." hadisi ise, bizzat Rasûlullah'tan nakledilmiş
merfû bir hadistir. Rivayet eden de İbn Abbas'tır.[84]
Bir yerde hilal
görülürse bu, sadece oradaki müslümanlar için bağlayıcıdır. Oraya uzak bölgelerde
yaşayanlar buna itibar etmezler, ancak konu ihtilaflıdır ve bu ihtilaflar
yukarıda belirtilmiştir.[85]
2333.
...Hasen'den; nakledilidğine göre şöyle demiştir;
Herhangi bir ülkede,
bir kişi, pazartesi günü oruç tutsa, buna karşılık iki kişi hilali pazar gecesi
gördüklerine şahitlik etseler, (-Hasen konu hakkında) dedi ki; o bir günü, ne
oruca pazartesi başlayan kimse, ne de hemşehrileri kaza etmez. Ancak müslüman
memleketlerden birinin ahalîsinin pazar günü oruç tuttuğunu bilirlerse
müstesna. Bu takdirde o bir günü kaza ederler.[86]
Bu rivayet
Hasenü'l-Basrî'nin görüşünü belirten bir hükmü ortaya koymaktadır. Bu rivayet Ebû
Dâvud nüshalarının çoğunda mevcut değildir.[87]
2334.
...Sıla (b. Züfer el-Absîs)[88]'den;
demiştir ki: (Oruç tutulup tutulmayacağında) şüphe edilen günde biz Ara-mar
(r.a.)'ırı yanında idik. (Kızartılmış) bir kuzu getirildi, bazı insanlar yemek
istemediler. Bunun üzerine Ammâr:
"Kim bu günde
oruç tutarsa, şüphesiz Ebu'l-Kâsım (Rasûlullah) (s.a.)'e isyan (muhalefet)
etmiştir," dedi.[89]
Şek günü: Şabanın yirmi
dokuzuncu gününü takib eden gündür. O günün Şaban'ın otuzuncu günü olması muhtemel
olduğu gibi, Ramazanın biri olması da muhtemeldir. Bugünün şek günü olması,
havanın bulutlu olması ile kayıtlı değildir. Çünkü hilalin, bir memlekette
görülemediği halde başka bir memlekette görülmesi mümkündür. Bu, ihtilaf-ı
metali'a itibar etmeyen Hanefilere göredir. İhtilaf-ı metalia itibar edenlere
göre, o gün insanlar hilalin göründüğü mevzuu bahs ederler. Fakat bu sabit
olmazsa veya fışkından ya da başka bir sebepten dolayı şahitliği kabul
edilmeyen birisi tarafından hilalin görüldüğü iddia edilirse, o güne de şek
günü denilir.
Ammar'dan gelen
rivayette, şek günü denilmemiş "kendisinde şüphe edilen günde1' tabiri
kullanılmıştır. Buna sebep, şüphe ne kadar az olursa olsun, o günde oruç
tutmanın menedildiğine işaret etmektir.
Rivayetten
anlaşıldığına göre, Ramazandan olup olmadığında şüphe edilen günde Ammâr b.
Yâsir'in huzuruna kızartılmış bir kuzu getirilmiş, Ammar ondan yemeye
başlamıştır. Fakat oradaki bazı şahıslar oruçlu olduklarını ileri sürerek
sofradan uzaklaşmışlar. Bunun üzerine Hz. Ammâr o günde oruç tutmanın Hz.
Peygambere isyan etmek, demek olduğunu haber vermiştir. Tercemede de işaret
edildiği gibi Hz. Peygambere isyandan maksat, ona muhalefet etmektir.
Ammâr'a getirilen
kuzunun kızartılmış olduğu Tirmizî, Nesaî ve Dârimî'nin rivayetlerinde açıkça
şu ifade ile belirtilmiştir: "Kızartılmış bir kuzu getirildi. Ammâr,
"yeyiniz" dedi. Bunun üzerine birisi uzaklaşıp ben oruçluyum
dedi."
Üzerinde durduğumuz
eser, şek günü oruç tutmanın yasak olduğuna işaret etmektedir. Aynı mânâyı
ifade eden başka hadisler de vardır. Dârekutnî ve Bezzâr'ın Ebû, Hüreyre'den
rivayet ettikleri bir hadis şöyledir: "Rasûlullah (s.a.) altı orucu
nehyetti: Bunlar; Ramazan'dan olup olmadığında şüphe edilen gün, Ramazan
bayramı günü, Kurban bayramı günü ve Teşrik günleridir."
Ramazanı bir-iki gün
önceden karşılamayı nehyeden hadisler de bu kabildendir.
Dâvud-ı Zahirî, bu
eserin Zahirini alarak her halükârda şek günü oruç tutmanın haram olduğu
hükmüne varmıştır. Bir sahâbinin böyle konularda kendi görüşünü beyân
edemeyeceği için eser, merfü hadis hükmünde kabul edilmiştir.
Haneklerle tmam Malik,
İshak, Evzaî ve el-Leys b. Sa'd'e göre, şek günü Ramazan niyetiyle oruç tutmak
tahrimen mekruhtur. Bir başka vacibe niyet edilerek tutulan oruç da mekruhtur,
fakat bundaki kerahet öncekilerden daha azdır. Nafile olarak oruç tutmak veya
ayın sonunda üç gün tutmak ise, mekruh değildir. Bunlar, "Ramazandan olup
olmadığında şüphe edilen günde oruç tutmak mekruhtur, tutarlarsa,
müstesna" hadisini delil alırlar. Bu konudaki orucu nehyeden hadislerin
ramazan orucuyla ilgili olduğunu 2328 numarada geçen tmran b. Husayn hadisi ve
benzerlerinin ise nafile oruca hamledileceğim söylemişlerdir.
Şâfiîlere göre şek
günü Ramazan niyetiyle veya mutadı olan bir oruca rastlamazsa nafile olarak
tutulan oruçlar sahih değildir. Ramazandan başka bir vacibe niyetle veya
mutadına tesadüf ettiği için nafile olarak oruç tutmakta ise beis yoktur. İbn
Münzir bu görüşü, Hz. Ömer, Hz. Ali, Huzeyfe, Enes, Ebu Hüreyre, tbnu'l
Müseyyeb, Şa'bî, en-Nehaî ve İbn Cüreyc'den de nakletmiştir. Daha önce de
geçtiği gibi, İbn Ömer havanın kapalı olması halinde şek günü oruç tutmanın
vâcib olduğunu söyler.
Bu konuda Ahmed b.
Hanbel'den üç görüş nakledilmiştir. Bunlardan biri, İbn Ömer'in, biri imam
Şafiî'nin görüşüne uygun düşmektedir. Üçüncü görüşüne göre halk, halifeye
tâbidir. Halife oruç tutarsa halkda tutar, tutmassa onlar da tutmaz. Hasen
el-Basrî, îbn Şirin ve Şa'bî'de bu görüştedirler.
Hz. Aişeye halası Esma
şek gününde oruç tutarlardı. Hz. Aişe; "Şabandan birgün oruç tutmam,
Ramazandan bir gün oruç yememden daha hayırlıdır" derdi.[90]
Şaban ayının 29. gününden sonraki Ramazana ait olduğu
tam tesbit edilemeyen
şek gününde oruç tutmak
mekruhtur. Ammâr bunu Rasûlullah'a isyan olarak nitelemiştir.[91]
2335. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den, Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;
"Bir iki günle
Ramazan orucunun önüne geçmeyiniz. Ancak bir kimsenin âdeti üzre tuttuğu bir
orucu olursa, onu tutsun."[92]
Bu hadis ile aynı mânâyı ifade eden ve İbn Abbas
(r.a.)'dan gelen bir başka hadis 7. bab'da 2327 numarada geçmiştir. İşaret
edilen yerde gerekli izahat verilmiştir. Burada sâdece kişinin itiyadı olan
oruçtan maksadın ne olduğuna ve mezkûr yasağın hikmetine kısaca temas edeceğiz.
Meselâ bir kimse her pazartesi
ve perşembe günleri devamlı olarak oruç tutarsa ve bu günlerden birisi
Ramazandan önceki güne rastlarsa, o kişi âdeti üzre orucunu tutar. Bu mekruh
değildir. ÇünEü ibâdetlerin en efdali devamlı olanıdır.
Ramazandan önceki bir
iki günde oruç tutmanın Rasûlullah (s.a.) tarafından yasak edilmesindeki
hikmet, 2327 numaralı hadisin şerhinde belirtilene ilâveten şunlar olabilir;
a. Kişinin
Ramazandan önce istirahatını tam olarak yapıp Ramazana dinç olarak girmesini
sağlamak,
b. Farz
ibâdetle nafile ibâdetin karışmasını önlemek.Çünkü bazıları, oruçluların hilali
gördüğünü zannedebilirler.[93]
2336.
...Ümmü Seleme (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) senenin
hiçbir ayını Şa'banın dışında tam olarak oruçla geçirmezdi. Şabanı Ramazana
birleştirirdi.[94]
Hadis-i şerifte
Peygamber (s.a.)'in Şaban'dan başka hiçbir ayda, baştan sona nafile oruç
tutmadığı belirtilmek-
tedir. Diğer hadis
kitaplarında Rasûlullah (s.a.)'ın Şabanın tamamım veya ekserisini oruçla
geçirdiğine işaret eden birçok rivayet vardır. Bunlardan bir kaçını buraya
nakledelim;
Ümmü Seleme
(r.anha)'dan rivayet edilmiştir. Der ki;
"Rasûlullah
(s.aj'ın Ramazan ve Şaban dışında iki ay peş peşe oruç tuttuğunu
görmedim." (Tirmizî)
Aişe (r.anha) şöyle
der: "Rasûlullah (s.a.) Şabanın tamamında oruç tutar ve onu Ramazan'a
ulardı" (îbn Mâce)
Aişe'den (r.anha)
rivayet edildi? "Rasûlullah (s.a.) hiç bir ayda Şa-bandakinden daha çok
oruç tutmazdı" (Buharî)
Yine Aişe (r.anha)
demiştir: "Rasûlullah (s.a.) senenin hiç bir ayında Şabandakinden daha çok
oruç tutmazdı. Şabanın tamamını oruçla geçirirdi." (Nesaî)
Bazı hadislerde de
Rasûlullah'ın Şaban ayının ekserisini oruçla geçirdiği belirtilir. Şa'banra
tümünde oruç tuttuğunu bildiren hadislerle çoğunda oruçlu olduğuna dair olan
hadisleri âlimler şu iki yolla uzlaştırırlar.
a.
Rasûlullah bazı seneler Şaban ayının tamamını oruçla geçirir, bazı seneler de
ise ekserisinde oruç tutardı.
Rasûlullah (s.a.)'m
bazı yıllarda Şaban'ın bir kısmında oruç tutmaması, Şaban orucunun farz olduğu
vehmine düşülmesine mâni olma hikmetine dayanır.
b. Arapçada,
ayıri ekserisinde oruç tutulması halinde, "ayın hepsim oruçla
geçirdi" denilmesi caizdir. Bu çok az kullanılan mecazî bir ifadedir.
Rasûlullah (s.a.)'ın
Şa'ban ayında çok oruç tutmasındaki hikmet, Nesâî'nin Usame b. Zeyd'den rivayet
ettiği şu hadiste açıkça görülmektedir.
Usâme der ki;
Rasülullah'a;
Ya Rasûlallah! Senin
hiç bir ayda Şabanda tuttuğun kadar oruç tuttuğunu görmedim, dedim. Efendimiz
(s.a.);
"Bu, Receble
Ramazan arasında insanların kendisinden gafil oldukları bir aydır. Bu ayda
ameller âlemlerin Rabbine yükseltilir. Ben amelîmin oruçlu iken
yükseltilmesini isterim", buyurdu.[95]
1. Şaban
ayında oruç tutmak faziletlidir.
2. Şaban'ın tamamında
oruç tutmak ve Ramazana ulamak caizdir.[96]
2337.
...Abdulaziz b. Muhammed şöyle demiştir;
Abbâd b. Kesîr,
Medine'ye gelip Alâ (b. Abdurrahman)'nın meclisine gitti, Alâ'nın elini tutup
ayağa kaldırdı ve:
Şüphesiz şu şahıs
babası vasıtasıyla Ebu Hureyre (r.a.)'den, Rasûlullah (s.a.)'ın "Şaban ayı
yarılanınca oruç tutmayınız" buyurduğunu haber veriyor.Alâ;
Şüphesiz babam bana
Ebu Hüreyre (r.a.)'den o da Rasûlullah (s.a.)'den bunu haber verdi, dedi.[97]
Ebû Dâvud dedi ki:
Bu hadisi Sevrî Şibi
b. el-Alâ, Ebu Umeys ve Züheyr b. Mu-hammed de el-Alâ'dan rivayet etmişlerdir.
Yine Ebû Dâvud şöyle
dedi:
"Abdurrahman (b.
el-Mehdi) bu hadisi rivayet etmiyordu. Ahmed'e:
Niçin Abdurrahman bunu
rivayet etmiyor? dedim.
Çünkü onun bildiği bir
hadise göre, Rasûlullah (s.a.) Şabanı Ramazana ulardı. Halbuki el-Alâ,
Rasûlullah'dan onun aksini haber veriyor dedi.
Ebû Dâvud dedi ki:
Bana göre bu
(el-Alâ'nın hadisi) ötekine (Rasûlullah'in Şabanı Ramazana uladığını bildiren
hadise) aykırı değildir. Bu hadisi, Alâ'-dan başka hiç bir kimse, onun
babasından nakletmemiştir.[98]
Tirmizî'nin rivayeti
Ebû Dâvud'unki kadar mufassal değil, "Şaban'ın yarısı kaldığı zaman oruç
tutmayın" mânâsına gelecek şekildedir.
Tirmizi hadisi rivayet
ettikten sonra şöyle der: .
"Ebu Hüreyre'nin
hadisi hasen-sahihtir, bu hadisi sadece bu senedle ve bu lâfızla biliyoruz.
Bazı âlimlere göre bu hadisde kastedilen, kişinin oruç tutmayıp Şabandan bir
kaç gün kalınca Ramazana hazırlık olması için oruca başlamasıdır. Ebu Hureyre
vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.)'den buna benzeyen bir hadis rivayet
edilmiştir. O hadiste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Oruç tutarak
Ramazanın önüne geçmeyin ancak bu sizden birinizin mutadı olan bir oruca
rastlarsa müstesna". Bu hadisde kerahetin sadece, Ramazana hazırlık
maksadıyla oruç tutan için olduğuna işaret vardır."
Hadisin râvilerinden
Abbâd b. Kesir, birçok âlim tarafından tenkide tabi tutulmuştur. Nesaî-kendisi
için "hadisi kabul edilmez" derken, İbn Main, Dârekutnî, Ebu Hatim ve
İbn Ammar, Abbâd'ın zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Ahmed; "duymadığı
yalan hadisler rivayet etti",
Şu'be;
"ondan
sakınınız"; Ebu Zur'a; "Hadisi zabt edemezdi"; Ukaylî de,
"zaifdir, hadisi kabul edilmez" demişlerdir.
tbn Hıbban, İbn Hazm
ve İbn Abdilberr ise bu hadisi sahih kabul etmişlerdir. Tirmizî de yukarıda da
belirtildiği gibi bu hadise "Hasen-sahih" demiştir.
Hadis-i şerifte
belirtildiği üzere, Abbâd b. Kesir, Medine'de el-AIâ'nın meclisine varıp elinden
tutmuş ve ayağa kaldırarak, Hz. Peygamber'in Şa'banın yarısından sonra oruç
tutmayı menettiğine dair olan rivayetin sıhhatini sormuştur. Onu ayağa
kaldırması, işin önemine işaret içindir.
Şâfiîlerin büyük
çoğunluğu hadisin zahirini ele alarak her zamanki âdetine rastlamıyorsa,
Şabanın ikinci yarısında oruç tutmanın mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Eğer
Şabanın ilk yansında da oruç tutmuşsa yine kerahetten kurtulur. Şafiî
âlimlerinden Rûyânî "Ramazandan bir iki-gün önce oruca başlamaya haram,
sadece Şabanın ikinci yarısında oruç tutmaya ise, mekruh der.
Cumhur-i ulemaya göre
ise, âdetine rastlamasa ve Şabanın ilk yansına eklemese bile Şabanın ikinci
yarısında nafile oruç tutmak mubahtır. Sadece şek gününün orucu mekruhtur.
Bunlar, üzerinde
durduğumuz hadisin zayıf olduğunu ve Rasûlullah (s.a.)'ın Şabanı Ramazana
uladığını bildiren hadise ters düştüğünü söylerler.
Tahavî'nin, Enes b.
Malik vasıtasıyla Rasûlullah (s.a.)'tan rivayet ettiği "Ramazandan
sonraki en efdal oruç, Şaban orucudur"[99]
mealindeki hadis ile İmran'ın rivayet ettiği 2328 no'lu hadis de cumhurun
görüşünü destekleyen haberlerdir.
Şa'banin ikinci
yarısında oruç tutmayı men eden bu hadis ile bunun cevazına işaret eden
hadisleri te'lif yönünden Aliyyü'1-Kâri şöyle der:
"Şaban yanlanınca
oruç tutmayınız," hadisindeki nehyden maksat, ilk yarısında hiç oruç
tutmaması ve önceden zikredilen sebeblerden (âdeti olan oruca rastlaması,
muayyen bir nezir olması vs.) bir sebep olmaması haline hamledilir. Bir
rivayette de "Ramazana kadar oruç yoktur" buyu-rulur. Buradaki nehy
de Ramazanı hakkıyla tutmalarına mani olacağı için ümmete rahmet olması
kabilinden tenzihidir. Şabanın tamamım tutup da oruca alışık olan ve böylece
külfete düşmeyecek olan ise, nehyin dışındadır."
Aliyyü'1-Kâri daha
sonra Kadı Iyaz'ın şu sözlerini nakleder: "Maksat Şa'banın yarısı ve
Ramazanı peşi peşine tutmaya muktedir olmayanların Şabanın ikinci yarısında
oruç tutmamalarıdır. Bu Arafat'ta dua yapmaya güç bulabilmek için (Kurban
bayramının) arafe günü oruç tutmamanın müstehap oluşuna benzer. Ama gücü yeten
için yasak söz konusu değildir. Bunun için Rasülullah (s.a.) Şaban ve Ramazanı
oruç tutarak cem'etmiştir.
İbn Hacer
el-Askalânîde şunları söyler; "İmamlarımızdan bazıları, üzerinde
durduğumuz hadisin sabit olmadığına veya oruç tutarak zayıflamaktan korkmaya
mahmul olduğuna dayanarak Şabanın yarısından sonra orucun Kerâhatsiz caiz
olduğunu söylerler. Muhakkik âlimler ise, yukarıdaki görüşü reddederek hadisin
sabit, hatta sahih olduğunu, zayıf demenin bir zandan öteye geçmediğini
belirtirler.
Buna göre üzerinde
durduğumuz hadis ile, "Bir iki günle Ramazan orucunun önüne geçmeyiniz'*
mealindeki hadisin arasını şöylece birleştirmek mümkündür: Şabanın ikinci
yarısında oruç tutmakta beis yoktur, ancak ayın sonunda oruç tutmak mekruhtur.
Şabanın yarısında orucu mene-den hadis oruç dolayısıyla zayıflayanlara
Ramazandan bir iki gün önce oruç tutmayı men'eden hadis de bu orucu belki
Ramazan gelmiştir diye ihtiyaten tutanlara mahsustur.
Ebû Davud'un, hadisin
sonundaki ta'liklerden ilkini söylemekteki maksadı, hadisin Abbâd b. Kesîr
yüzünden zaafa nisbet edilmemesi gereğine işarettir. Çünkü o hadisi Alâ'dan
sadece Abbâd'ın değil, Sevrî, Şibl b. el-Alâ, Ebu Umeys ve Züheyr b.
Muhammed'in de rivayet ettiğini söyler.
İkinci ta'Iikte, Hz. Peygamberdin
Şabanı Ramazana eklediğine dâir olan hadise ters düştüğü için Abdurrahman b.
el-Mehdî'nin bu hadisi kabul etmediği belirtiliyor.
Üçüncü talikte ise,
Ebû Davud, her ne.kadar bu hadisi el-Alâ'dan başka rivayet eden olmamışsa da
Abdurrahman'ın endişesiyle hadisin reddedilmeyeceğini ve dolayısıyla birbirine
zıt görünen hadisleri te'lifin mümkün olduğunu söylüyor. Bu te'lif yukarıda
geçmiştir.[100]
2338.
...Kays Kabilesinin Cedîle kolundan olan Hüseyn b. el-Hâris el-Cedelî şöyle
demiştir:
Mekke emiri (halka)
hitabetti ve dedi kî:
Rasûlullah (s.a.) bize
hilali görerek, eğer göremezsek iki âdil şahidin hilali gördüklerine dair
şehâdetleri ile ibâdet etmemizi tavsiye etti.
(Ravî, Ebu Malik el-Eşcaî
dedi ki:) Hüseyn b. el-Hâris'e:
Mekke emîri kimdi?
diye sordum.
Bilmiyorum, dedi. Bir
müddet sonra Hüseyn benimle karşılaştı ve şunları söyledi:
O, Muhammed b.
Hâtib'in kardeşi el-Hâris b. Hâtib[101]
idi. Sonra Emir; "Şüphesiz aranızda Allah ve Rasûlünü (kitap ve sünneti)
ben den daha iyi bilen birisi var o da bu sözümün Rasûlullah (s.a.)'dan
olduğuna şahitlik ediyor." dedi ve eli ile bir adamı gösterdi. Ben yanımda
bulunan bir ihtiyara;
Emir'in işaret ettiği
zât kim? diye sordum.
Bu, Abdullah b. Ömer'dir.
Emir doğru söyledi. O Allah'ı(n emirlerini) emir'den daha iyi bilir dedi.
Abdullah b. Ömer (r.a)
da;
Rasûlullah (s.a.) bize
böyle emretti, dedi.[102]
Metinde görüldüğü üzere bu
rivayet, Mekke emiri el-Haris b. Hâtıb'in yaptığı bir konuşmaya dayanmaktadır. Bu konuşmasında
el-Hâris, Hz. Rasûlullah'ın kendilerine hilâli gördükleri zaman, eğer
göremezlerse iki âdil şahsın hilâli gördüklerine şahitlik etmeleri hâlinde bu
şahitliğe dayanarak ibâdete başlamalarını vasiyet etmiştir. Burada belirtilen
ibâdet oruç, hac, bayram gibi vakti, hilalin doğmasına bağlı olan her türlü
dinî vecîbelerdir. Ebû Davud'un bu rivayeti Şevval hilâli ile ilgili başlık
altına alması iki âdil şahidin Şevval hilâlini gördüklerine şahitlik etmeleri
hâlinde bayram yapmanın gerekli olduğuna işaret içindir.
Metinde anlaşıldığına
göre ilk râvi Huseyn b. Haris haberin tamamını aynı anda vermemiş hattâ
talebesi Malik'in Mekke emirinin kim olduğuna dâir olan sorusunu
cevaplayamamıştır. Sonraki bir karşılaşmasında ise, talebesi Malik el-Eşcaî'ye
hem Mekke emîrinin ismini söylemiş hem de Emirin konuşması esnasında Abdullah
b. Ömer'in de orada olduğunu ve emir el-Hâris b. Hatib'i tasdik ettiğini ilâve
etmiştir.
Hattabî bu hadisi
şerhederken şunları söyler:
"Şevval hilâlinin
görülmesinde iki âdil kişinin şahitliğinin kabul edildiği konusunda bir
ihtilâf bilmiyorum. Ancak âlimler, bir kişinin şâhnitliğinde ihtilâf
etmişlerdir. Çoğunluğa göre iki âdil şâhidden daha azının şahidliği kabul
edilmez.
Abdurrahman b. Ebi
Leylâ'dan, Hz. Ömer'in ramazan ve kurban bayramları konusunda birkişinin
şahitliğini kabul ettiği rivayet edilmiştir. Hadis ehlinden bazıları da bu
görüşe meyledip hilal konusunun mücerret bir haber olduğunu, şahitlik hükmünde
olmadığını zannetmişlerdir. Bunlar ramazan hilâlinin sübûtunda bir kişinin
şahitliğinin makbul olduğu gibi şevval hilalinin sübûtunda da makbul olacağını
söylerler. Buna karşı ben derim ki: EğeF hilâl konusu mücerret bir haber verme
olsaydı, bir kimsenin, "Falan bana, hilâli gördüğünü haber verdi",
demesinin kâfi olması gerekirdi.
Başkasından naklen
hilali haber vermek caiz olmadığına göre bu bir haber verme değildir. Hilali
gören kişinin diğer şahitliklerde olduğu gibi "şehâdet ederim ki ben
hilali gördüm" demesi, sözünün sıhhatine delildir. Ancak bazı âlimler,
sadece ramazan hilalini görmenin haber verme cinsinden olduğunu, çünkü
ulemânın bir kısmına göre âdil bir kimsenin haberiyle ramazan hilalinin
sübûtuna hükmedileceğini söylerler. Bunlar İbn Ömer (r.a)'ın "Ben
Rasûlullah (s.a.)'e hilali gördüğümü haber verdim, o da halka oruç tutmalarını
emretti", mealindeki sözüne dayanırlar.
Ben derim ki, bu
görüşe göre Ramazan hilâli konusunda kadın ve kölenin haberi de kâfidir."
Hattâbî'nin; Şevval
hilalinin subûtu ve en az iki âdil şahsın şehâdeti-niri şart oluşu konusunda
söyledikleri cumhuru ulemânın görüşüdür. Ancak Hanefi mezhebinde konu biraz
tafsilatlıdır.
Şöyle ki: Hava kapalı
olmadığı takdirde ramazan, Şevval ve Zilhicce hilâllerinin her biri hususunda
bir iki kişinin değil, haberleri ile galip zan hasıl olacak kadar kimselerin
şahitliği kabul edilir. Bu topluluğun sayısının tâyini devlet başkanına
aittir. Bir görüşe göre bunların elli erkek olması gerekir.
Zahirî rivayete göre
şahitlerin şehir haricinden gelmeleri ile şehir içinden olmaları arasında fark
yoktur. Ancak bir başka görüşe göre, hava kapalı olmazsa şehir dışından gelen
iki âdil şahidin şahitliği kabul edilir. Çünkü onların, daha uygun bir yerden
hilali görmüş olmaları mümkündür. İmam Azam'dan yapılan bir rivayete göre de
diğer haklarda olduğu gibi, Şevval hilali konusunda da iki âdil şahsın şehâdeti
makbuldür.
Hava kapalı olduğu
takdirde, Şevval ve Zilhicce hilalleri konusunda iki erkeğin veya bir erkekle
iki kadının şahitliği kâfidir. Şahitlerin âdil ve hür olmaları gerekir.
Şahitlerin âdiLolup olmadıkları da araştırılmalıdır.
Havanın kapalı olduğu
hallerde Ramazan hilali âkil baliğ ve âdil bir müslümamn şehâdeti ile sabit
olur. Şahidin erkek veya kadın olması arasında fark yoktur.[103]
1. Oruç ve
diğer, hilâle bağlı ibâdetler için hilâlin araştırılması gerekir.
2. Ramazan,
Şevval ve Zilhicce hilâllerinin sübütunda iki âdil şahsın şahitliği yeterlidir.[104]
2339.
...Rib'îy b. Hırâş, Rasûlullah (s.a.)'ın ashabından bir zâtın şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
"Ramazanın son
(30.) günü, insanlar (bayram konusunda) tereddüt ettiler. İki bedevî gelip
Rasûlullah (s.a.)'ın huzurunda (Allah'a) yemin ederek dün akşam üzeri hilalî
gördüklerine şahitlik ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) halka,
oruçlarını açmalarım emretti.
Halef (b. Hişam),
rivayetinde "...ve ertesi gün namazgahlarına gitmelerini (emretti)"
cümlesini ilâve etti.[105]
Hadis-i şerifin sahâbî
râvisi belli değildir. Ancak bu, hadisin sıhhatine zarar vermez. Beyhakî
"İster isimleri anılsın, ister anılmasın, Rasûlullah (s.a.)'uı ashabının
tümü sikadır" der. Hadisten anlaşıldığına göre Ramazanın 29. gününden
sonraki günün, Ramazan ayından mı yoksa Şevvalin ilk günü mü olduğunda ashab
tereddüde düşmüştü. Tabiatiyle Medine'de Şevval hilâlini gören kimse olmadığı
için Hz. Peygamber oruçlu idi. Ancak Medine haricinden iki bedevî gelerek bir
önceki gün hilâli gördüklerine, yemin ederek şahitlik edince, Hz. Peygamber
ashaba oruçlarını açmalarını emretti. Ebû Davud'un hocalarından Halef b. Hişâm
Müsedded'den fazla olarak Hz. Peygamber'in ashabına bayram namazı için ertesi
gün musallaya gitmelerini de emrettiğini söyler. Rasûlullah'ın aynı gün
değilde ertesi gün namaza çağırmasına sebep, hilalin görüldüğünü zevalden sonra
öğrenmiş olmasıdır. Ebû Dâvud'un "imam bayram için ilk gün çıkmazsa ertesi
gün çıkar" isimli babında Enes b. Malik'in amcalarından rivayet ettiği
hadis de bunu te'yicl etmektedir. îşâret edilen hadiste belirtildiğine göre,
bir grup, Rasûlullah (s.a.)'a gelerek bir önceki gün hilali gördüklerine
şahitlik etmişler, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.) halka oruçlarını
açmalarını ve ertesi günü sabahleyin namaz için musallaya gelmelerini emretmiştir.
Bu hadis de önceki
hadis gibi iki âdil şahidin şehâdeti ile Şevval hilâlinin sabit olduğuna
hükmedileceğine delildir. Konu Önceki hadisin şerhinde daha etraflıca
incelenmiştir.[106]
1. İki kişinin
şahitliği ile Şevval ayının girdiğine hükmedilir.
2. Şevvalin
ilk günü bayram namazı vakti çıktıktan sonra Şevvalin girdiği anlaşılırsa,
namaz ertesi gün kılınır.[107]
2340. ...İbn
Abbas (r.a)'dan; demiştir ki:
Bir bedevi Rasûlullah
(s.a.)'a gelip;
Ben hilâli -Hasen
rivayetinde; yani "Ramazan hilâlini" der-gördüm, dedi.
Bunun üzerine
Rasûlullah -(s.a.);
"Allah'tan başka
ilah olmadığına şahitlik eder misin?" dedi. Adam;
Evet, dedi.
Rasûlullah (s.a.);
"Muhammed'in,
Allah'ın Rasûlu olduğuna şahitlik eder misin?" dedi. Adam;
Evet, diye cevap
verdi. Hz. Peygamber;
"Yâ Bilal, halka
ilan et, yarın oruç tutsunlar", buyurdu.[108]
Hadis-i şerif, bir
kişinin şahitliği ile ramazan ayının girdiğine hükmedileceğim gösterir.Bu meselenin tafsilatlı izahı babın son
hadisinin şerhinde gelecektir. Yalnız burada Hz. Peygam-ber'in adama önce
Allah'a daha sonra da kendisinin Peygamberliğine inancının olup olmadığını
sorması üzerinde duracağız.
Hz. Peygamber'in halka
orucu ilan etmeden önce bunları sorması, hilâli gördüğüne şehâdette bulunanın,
müslüman olmasının şart olduğunu gösterir. Yani gayr-i müslimin hilal
konusundaki şahitliği muteber değildir.
Rasûlallah'ın adamın
âdâlet yönünü araştırmaması, hilali gördüğünü iddia eden adalet şartının
aranmasını gerektirmez. Çünkü hadisin zahiri, adamın o esnada müslüman
olduğunu, gösterir. Müslümanlığı da önceki günahlarının tümünü siler.
Dolayısıyla adamın kelime-i şehâdette bulunması, onun adaletine delildir. Şayet
adamın daha önceden müslüman olduğu kabul edilirse o zaman söylenecek şey, tüm
sahâbîlerin âdil olduktandır. Yani hilâli gördüğüne şahitlik yapanın âdil
olması şarttır. Adaletin birçok tarifi yapılmıştır. En meşhuru ise;
"Hasenatı seyyiâtından fazla olan âdildir" tarifidir.[109]
Ramazan hilâlinin
görülmesinde, bir kişinin şâhitliği yeterlidir.[110]
2341.
...îkrime (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Ashab bir seferinde ramazan hilâli
konusunda şüpheye düştüler ve teravih kıl-mamaya, oruç tutmamaya karar
verdiler. Ancak Harra'dan bir bedevî gelip, hilali gördüğüne şahitlik etti.
Bunun üzerine bedevi Rasûlullah (s.a.)'a götürüldü; Rasûlullah:
"Allah'tan başka
ilah olmadığına ve benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik eder misin?"
dedi,
Adam; "Evet"
dedi ve hilali gördüğüne şahitlik etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Bilâl
(r.a.)'e emretti, o da (teravihi) kılmaları ve oruç tutmaları için halka ilan
etti.[111]
Ebü Dâvud dedi ki:
"Bu hadisi bir grubfSimak vasıtasıyla îkrime'den rivayet etmişler. Hammâd
b. Seleme'den başka hiç birisi teravih namazını anmamıştır.”[112]
Metinde geçeri Harra,
Medine ile Akik arasında, taşlan siyah olan bir yerin adıdır.
Bu hadis-i şerif
sahabi anılmadan tabiûndan birisi tarafından nakledildiği için mürseldir.
Ancak yine aynı tabiî tarafından ve sahabî râviside belirtilerek rivayet edilen
önceki hadisle aynı manayı ifade etmektedir.
Hadisin metinde, Hz.
Peygamber (s.a.)'in, hilâlin görüldüğünü öğrenince, cemaata hem oruç
tutmalarını hem de teravih kılmalarını ila nettiği bildirilmektedir. Ebû Dâvud
teravih namazı konusunun, sadece Hammâd b. Seleme'nin rivayetinde yer aldığını,
Simak'tan nakleden başkalarının rivayetlerinde yalnız oruç tutmanın ilanının
bulunduğunu ifade etmektedir. Nitekim Darekutnî'nin Süfyan es-Sevrî,
vasıtasıyla Simak'tan yaptığı rivayet şöyledir:
"Bir bedevî,
Rasûlullah (s.a.)'ın huzurunda hilali gördüğüne şahitlik etti. Bunun üzerine
Hz. Peygamber;
"Allah'tan başka
ilah olmadığına ve Muhammed'in onun Rasûlu olduğuna şehadet eder misin?*'
dedi. Adam da;
Evet karşılığını
verdi.
Rasûlullah (s.a.)
Cemaate, oruç tutmalarını emretti.[113]
Âdil bir
müslüman ramazan hilalini gördüğüne şahitlik ederse, ramazan
ayının girdiğine hükmedilir.[114]
2342. ...İbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: İnsanlar hilâli araştırdılar. Ben, onu gördüğümü
Rasûlullah (s.a.)'a haber verince, o da oruç tuttu ve halka oruç tutmalarını
emretti.[115]
Bu babın diğer
hadîsleri gibi, bu hadîs-i şerîf de, bir
kimsenin şehâdeti ile Ramazanın girdiğine hükmedilebileceğine delâlet
etmektedir. Ulemânın çoğu bu görüşte olmakla beraber aralarında bazı farklar da
mevcuttur.
Mâlikîlere göre, hem
ramazan hem de şevval hilâli ancak iki âdil şahidin veya beş kişiden az
olmamak şartı ile geniş bir kitlenin şahitlikleri ile sabit olur. Ancak şunu da
ifâde edelim ki, bu hilâl konusunda itinalı davrananlar için, ama aynı itinâyı
göstermeyenler hakkında bir âdil kişinin şahitliği ile hilâl sabit olur.
En az iki âdil şahidin
gerekliliği konusunda, Atâ, Ömer b. Abdülaziz, Evzâî, Leys ve İshâk b. Râhûye
de Mâlîkîlerle aynı görüştedir.
Süfyân es-Sevrî'ye
göre; mutlak olarak iki şahidin şehâdeti kafidir, erkek ve kadın olmaları fark
etmez.
İmâm Şafiî ve Ahmed b.
Han bel'e göre havanın durumu nasıl olursa olsun, âdil bir kişinin şâhidliği
ile ramazan hilâli sabit olur. Şafiî mezhebindeki mu'temed görüşe göre,
şahidin hür ve erkek olması şarttır. Şevval hilâli için ise, iki âdil kişinin
şâhidliği gerekir.
Hanefîlerin hilâllerin
sübûtu konusundaki görüşleri bundan önceki bâb-da şevval hilâlinin sübûtunu
incelerken beyân edilmişti. Ancak asıl konu olduğu için ramazan hilâlinin
sübûtunu bir kere daha burada gözden geçirmek istiyoruz.
Havada hilâlin kolayca
görülmesini engelleyen bir manî var ise, âdil bir müslümanın şâhidliği ile
ramazan hilâlinin sübûtuna hükmedilir. Bu, dînî bir mesele olduğu için kadın ve
kölenin şâhidliği de yeterlidir. Hava açık ve hilâlin görülmesine tabiî bir
mâni yok ise, doğruluklarına inanılan bir topluluğun hilâli görmeleri gerekir.
Zira daha az insanın görmelerinde yanılmaları mümkündür. Bu cemaatın sayısını
tâyin*en meşhur görüşe göre, idareciye aittir. İmâm-ı Azam'dan bu durumlarda
iki kişinin şâhidliği ile iktifa edebileceği görüşü de nakledilmiştir.
Balını'r-râik sahibi; "Ben ulemâdan bu görüşü tercîh eden birini
bilmiyorum. Ancak zamanımızda bununla amel etmek gerekir. Çünkü insanlar hilâli
araştırmada tembellik göstermektedirler" demektedir.[116]
Bir âdil şahidin hilâli
gördüğüne dâir şâhidliği ile ramazanın girdiğine hükmedilebilir.[117]
2343. ...Amr
b. el-Âs (r.a.)'dan demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu";
"Şüphesiz, ehl-i
kitabın orucu ile bizim orucumuzun arasındaki fark, sahur yemeğidir."[118]
Eski hıristiyan ve
yahudîler de oruç tuttuklarında akşam uyuduktan sonra yemek ve içmek
kendilerine haram olurdu. Artık oruç fiilen başlamış sayılırdı. Müslümanlığın
ilk günlerinde müslümanlar için de durum aynı idi.[119]
Bilâhere müslümanlar için fecr doğuncaya kadar yeme-içme ve cinsî temasa
müsaade edildi hatta sahur yemeği yemek teşvik edildi.
Burada müslümanlarm
orucu ile ehl-i kitâbdan olanların orucu arasındaki farkın sahur yemeği olduğu
belirtiliyor. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde ise, Rasûl-i Ekrem sahur
yemeğini emretmiştir. Rasûlullah'ın bu emri şu şekilde vârid olmuştur:
"Sahuru yeyiniz, çünkü sahurda bereket vardır."
Âlimler, Rasûlullah'ın
bu emrini nedbe hamletmişlerdir. Yani sahur yemeği yemenin mendup olduğuna
hükmetmişlerdir.
Sahur yemeğine teşvîk
edilmesinde birtakım hikmetler vardır. Bunlardan birisini bizzat Rasûlullah
(s.a.); sahurun berekete vesile olacağını belirterek söylemiştir. Ayrıca
sahur, seher vaktinde uyanık olmaya böylece ilâhi feyzlerden istifâdeye sebeptir.
Oruca başlarken yenilen yemek, gün boyu açlığa katlanmada kolaylık sağlar.
Böylece müslümanların oruç ibâdetinden kaçınmalarına engel olur. Bu konuda
başka hadîsler de vârid olmuştur.[120]
Oruç tutacak olan
kimsenin sahur yemeği yemesi menduptur.
Ibnu’1-Munzır bunun vacıb olmadığında
icmâ' olduğunu söyler.[121]
2344.
...Irbâd b." Sâriye[122]
(r.a.) demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) beni Ramazanda sahur yemeğine davet
edip; "Mübarek ğadâ (kahvaltı)ya gel" buvurdu.[123]
Ğadâ; tercemede de
işaret edildiği gibi, sabah kahvaltısı manâsına gelir. Oruçluya nisbetle sahur
yemeği, oruçlu olmayana nisbetle sabah kahvaltısı gibi olduğu için Hz.
Peygamber sahur için ğadâ ismini kullanmıştır.
Hz. Peygamber
(s.a.)'in, sahur yemeğine davet ederken "mübarek kahvaltı" tâbirini
kullanması, sahur yemeğinin önemine işaret etmektedir. Bundan önceki babın
hadîsini izah ederken de işaret edildiği gibi, sahur yemeğinin önemine işaret
eden başka hadîsler vardır. Bunlardan birkaçının mealleri şöyledir.
"Sahur yemeği ile
gündüzün orucuna, gündüz uy kuşuyla da gece ibâdetine yardım sağlayınız."[124]
"Sahur
berekettir. Bir yudum su ile de olsa onu terketmeyiniz. Şüphesiz sahur
yiyenleri Allah bağışlar, melekler onun için duâ ederler."[125]
"Sahur yemeğine
sanlınız. Çünkü o mübarek yemektir."[126]
1. Sahur
yemeğine, kahvaltı demek caizdir.
2. Sahur
yemeği mübarektir.[127]
2345. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'dan, Rasûlullah (s.a.)'uı şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Hurma mü'min
için ne güzel sahur yemeğidir."[128]
Bu hadîste, Hz.
Peygamber; sahurun önemine işaretin yanısıra, sahurda hurma yemeyi de övmüş
olmaktadır.Bu hadîs, Ebû Davud'un matbu' olan nüshalarının bâzılarında mevcut
değildir.[129]
2346.
...Semûre b. Cündüb (r.a.) cemaate hitâb ederken, "Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurdu" demiştir:
"Bîlâlin ezam da,
etrafa genişlemesine yayılmadıkça ufkun şu şekildeki beyazlığıda sizi sahur
yemeği yemekten alıkoymasın."[130]
Hadîs-i şeriften anladığımıza
göre; Hz. Peygamber müslümanlara, Bilâl ezan okudu diye veya fechr-i kâzib
denilen, yukarıdan aşağıya doğru inen aydınlık ufukta görüldü diye yemeyi
içmeyi kesmemelerini, sahur vaktinin fecir yayılıncaya kadar devam ettiğini
bildirmiştir. Çünkü Hz. Bilâl geceyi ibâdetle geçirenlerin istirahate çekilmelerini,
uyumakta olanların da ibâdete kalkmalarını te'mîn için erkence ezan okurdu.
Rasûlullah (s.a.)'ın
"ufkun şöyle olan beyazlığı" sözü, fecr-i kâzibî tarif etmektedir.
"Ufuk yayılıncaya kadar" sözünden maksad da fecr-i sâdıktır. Nitekim,
Müslim'in ve Nesâî'nin çeşitli rivayetlerinde ve Ebû Davud'un bundan sonra
gelecek olan rivayetinde râviler bu durumu elleri ile tarif etmişlerdir.
Dârekutnî'nin ashâb-x kiramdan Abdurrahman b. Âi-şe'den yaptığı rivayette,
fecr-i sâdık ve fecr-i kâzıb şu şekilde tarif edilmiştir:
"Fecir ikidir.
(Birincisi) Gökyüzünde uzunlamasına (dikeye olandır ki O,) sabura mâni
değildir. O fecirde, sabah namazı da kılınmaz. Fecir genişlemesine yayıldığı
zaman ise, (ikincisidir ve bunda) yemek haramdır. Artık sabah namazı da
kıl."[131]
Dârekutnî bir başka
rivayetinde de yukarıdaki manâyı bizzat Hz. Peygamber'den nakletmiştir. Bu
rivayete göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Onlar iki
fecirdir. Kurt kuyruğu gibi (yukarıdan aşağıya) olanı yar ya işte o hiçbir şeyi
helâl da etmez, haram da. Ama, ufkun genişliğine uzananında sabah namazı helâl
olur, yemek de haram olur."[132]
Bu rivayetlerden de
açıkça anlaşıldığı üzere, gece yarısından sonra güneşin doğduğu istikâmette iki
defa beyazlık belirir. Bunlardan ilki, kurt kuyruğu gibi yukarıdan aşağıya
doğru uzanır. Buna fecr-i kâzib (yalancı fecir) denilir. Sabah namazının
girmesinde ve imsak vaktinin sona ermesinde bu fecrin hiçbir fonksiyonu
yoktur. İkinci beyazlık ise, ufku baştan başa genişlemesine kaplayan
beyazlıktır. Buna da; fecr-i sâdık (sahici fecir) denilir. Bu fecrin doğması
ile yemek içmek sona ermiş, sabah namazının vakti girmiş demektir.[133]
Orucun başlama vakti,
ikinci fecrin doğması iledir.Ufuk tarafında görünen ve yukarıdan aşağıya
uzanan yalancı fecrin ise, ne orucun başlamasında ne de sabah namazının
girişinde bir rolü yoktur.[134]
2347. ...Abdullah
b.Mesûd (r.a.)'dan demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bilâl'ın ezanı
sizden birini sahur yemeği yemekten alıkoymasın. Çünkü o; ibâdette olanınızın
( istirahate) dönmesi, uyuyanınızın da uyanması için ezan okur. (Râvi), yahud
da "nida eder" dedi. Müsedded derki; Yahya iki elini[135]
birleştirerek; "fecir şöyle görünen değil," dedi ve (devamla);
"tâ şöyle görünene kadardır" diyerek işaret parmaklarını uzattı.[136]
Bu hadis de önceki
hadis gibi Bilâl'in ezanının imsakin bitişine delâlet etmediğini beyân
etmektedir. Bu hadiste fazla olarak birinci ve ikinci fecirlerin el
işaretleriyle tarifi de vardır. Tercemeye esâs aldığımız nüshaya göre; Ebû
Davud'un hadîsi aldığı iki üstadın biri olan Müsedded'in ifâdesinde hadîsi
kendisine nakleden Yahya; Rasûlullah'ın "fecir şöyle değildir."
sözünü naklederken, iki elini birleştirmiş, "fecîr şöyle oluncaya kadardır"
sözünü naklederken de işaret parmaklarını uzatmıştır.
Müslim'in rivayetinde,
Râvi Hz. Peygamber'in birinci fecri tarif ederken, elini doğrultarak
kaldırdığını, ikinci fecri tarif ederken de iki parmağını araladığım haber
vermiştir.
Ebû Davud'un rivâyetindeki
Yahya'nın tarifi de şüphesiz Hz. Peygamber'den menkûldür. Çünkü bir ibâdetin
başlamasına taallûk eden bir meselede, akılla hüküm vermek mümkün değildir.
Hadîs-i şeriften
anlaşılacağı üzere; Bilâl-i Habeşî (r.a.) sabah namazı vakti girmeden bir defa
ezan okurdu. Bilâl'in bu ezanı sabahın vaktinin girdiğini bildirmek için değil,
o ana kadar ibâdet etmekte olanların istirahate çekilip, sabah namazına daha
dinç olarak kalkmalarını, uyumakta olanların da, kalkıp teheccüd kılmalarını,
yıkanması gerekenlerin yıkanıp sabah namazına hazırlanmalarını te'mîn idi.
Başka bâzı rivayetler de İbn Ümmü Mektûm'un, Bilâl1 den sonra bir ezan daha
okuduğu, işte bu ezanın sabahın vaktinin girdiğine delâlet ettiği beyân
edilir.
Şunu da belirtelim ki,
buradakinin tam tersine, "İbn Ümmü Mek-tûm'un gözü görmez. Onun ezanı sizi
aldatmasın, fakat Bilâl ezan okudğu zaman kimse yemek yemesin" tarzındaki
hadîsler de rivayet edilmiştir.
Buna göre hadîsler
arasında bir zıddiyet söz konusu olmaktadır.
Buhârî şârihi Aynî, bu
tezâtın, Hz. Bilâl ve tbn Ümmü Mektûm'un, ezanı nöbetleşe okumalarından
kaynaklandığını söyler. Buna göre, Hz. Peygamber bâzı gecelerde ezanı önce
Bilâl'e sonra îbn Ümmü Mektûm'a, bâzı gecelerde ise, önce İbn Ümmü Mektûm'a,
sonra Bilâl'e okutmuştur. îşte bu hal yukarıda işaret edilen ihtilâfa sebep
olmuştur. Hadîslerin hepsi göz önüne alındığında; oruca başlama ve sabah
namazına durma konusunda; kim okursa okusun birinci ezanın değeri yoktur.
İ'tibâr ikirici ezanadır.
Vakti girmeden önce
sabah namazı için ezan okumanın caiz olduğunu söyleyenlerin bu hadîse
dayandıkları söylenmiştir.
Sabah ezanının ne
zaman okunabileceği konusunda mevcut ihtilâflar şöyle özetlenebilir:
Şâfiîlere göre, fecr-i
kâzib ile, fecr-i sâdık arasında okunur, daha önde okunması mekruhtur.
Şâfiîlerden bir kısım âlimlere göre, gece yarısı, bâzılarına göre ise, gecenin
üçte birinde okumak caizdir.
İmâm Ebû Yusuf, imâm
Ahmed b. Hanbel ve İmâm Mâlik'e göre, gece yarısı okunur. Şafiî ulemâsının
sahîh görüşünün bu olduğu da söylenmektedir. Ayrıca, fecir doğarken, kışın
gecenin son yedide birinde, yazın ise, son yedide birinin yarısında okunur.
Gecenin herhangi bir vaktinde okunabilir şeklinde görüşler de vardır.[137]
1. İkinci
fecir doğmadıkça, oruç tutacak olan kişi yeyip içebilir.
2. Bir şeyi
öğretmek için işaretle îzâh caizdir.
3. Bir kâzib
(yalancı), bir de sâdık olmak üzere iki fecîr vardır.[138]
2348.
...Talk (b. Ali r.â.)*den; demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu;
"Yeyiniz, içiniz,
yukanya doğru yükselerek parlayan (yalancı fecir) sizi rahatsız etmesin
(yemenize engel olmasın) kırmızılık doğuncaya (fecr-i sâdık) kadar yeyiniz, içiniz."[139]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bu hadîs, sâdece Yemâmelilerin rivayet ettiği hadîslerdendir."[140]
Tirmizî, Adiyy b.
Hatim, Ebû Zer ve Semûre b. Cündûb'un da bu konuda hadîs rivayet ettiklerini
kaydettikten sonra şunları söyler:
"Talk b. Ali'nin
hadîsi bu senedle hasen-garibdir. Âlimler bu hadîse göre amel ederler. Buna
göre, fecr-i sâdık doğuncaya kadar oruçlu için yemek içmek haram değildir.”
Dârekutnî'de hadîsi şu
şekilde rivayet etmiştir:
"Abdullah b.
Nu'man es-Sühaymî şöyle der:
Kays b .Talk
ramazanda, gecenin nihâyetinde bana geldi. Ben sabahın olmuş olmasından
korktuğum için sofradan çekilmiştim. Kays benden biraz katık istedi, kendisine;
Amca eğer sana göre
daha vakit varsa evde olan yiyecek içeceklerden getireyim, dedim.
Yanında ne var? diye
sordu ve içeri girdi. Ona tirit, et ve nebiz (hurma suyu) getirdim. Yedi, içti
(hattâ) beni de zorladı. Ben de sabahın olmasından korka korka yedim, içtim.
Talk bana şöyle dedi:
Talk b. Ali bana
Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Yeyiniz, içiniz,
yukan doğru yükselen (yalancı fecir) sizi aldatmasın. Kırmızılık doğuncaya
kadar yeyiniz, içiniz."
Dârekutnî, Kays b.
Talk'ın kuvvetli olmadığını söyler.
Bu hadîste, fecr-i
sâdıkın yemeye içmeye mâni olmadığı, kırmızı şafağın doğumuna kadar yenilip,
içilebileceği izlenimi çıkmaktadır.
Âlimler, bu kırmızılık
(kırmızı şafak)tan maksadın fecr-i sâdık olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber'in
hadîs inde ki "kırmızılık doğuncaya kadar'* ifâdesini de şöyle izah
etmişlerdir: Fecr-i sâdıkın doğması tamamlanıp, aydınlığı yayılınca,
kırmızılığın ilk görüntüleri ortaya çıkar.. İşte Rasûlullah buna işaret
etmiştir.
Hattâbî bu hadîsi şerhederken
şunları söyler:
"Kırmızının
manâsı; kırmızılığın ilk görüntülerinin, yayılan beyazlık arasına girmesidir.
Çünkü ikinci fecrin doğuşu tamamlanınca, ilk kırmızılıklar görünmeye başlar.
Araplar, sabahın, alttaki alacalığına benzetirler. Buna sebep, sabahta hem
beyazlığın hem de kırmızılığın bulunmasıdır."
Yukarıdaki izaha göre,
bu hadîsin, "gecenin karanlığı gündüzün aydınlığından ayrılıncaya
kadar..." yemeye içmeye müsaade eden âyete muârızhğı söz konusu olamaz.
Yukarıdaki izah göz
önüne alınmadan, hadîsteki kırmızılıktan maksadın güneşin doğacağına yakın
ufukta görünen kırmızılık olduğu kabul edilirse, o zaman bu hadîsin yukarıda
işaret edilen âyetin nüzulünden evvel vârid olduğu ve bu âyetle neshedildiği
sonucuna varılacaktır. Çünkü hadîsin âyete aykırı olduğu düşünülemez.[141]
1. Sahur
yemeği yemek meşrudur.
2. Sahur
vakti, fecrin doğumuna kadar devam eder.
3. Fecr-i
kâzib denilen ve ufukta görünen yukarıya doğru olan aydınlık sâhûr yemeğini
yemeye engel değildir.[142]
2349.
...Adiyy b. Hâtim'den; demiştir ki: "Beyaz iplik siyah iplikten
aynlınacaya kadar yeyiniz, içiniz"[143]
âyet-i kerîmesi inince;bir beyaz, bir de siyah ip aldım. Onları yastığımın
altına koydum, (ama) aralarını ayıramadım. Bunu Rasûlullah (s.a.)'a arzettim.
Efendimiz güldü ve:
"Öyleyse senin
yastığın enli ve uzunmuş, ondan kastedilen sâdece gece ve gündüzdür"
buyurdu.
(Râvi) Osman, "o
ancak gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır" şeklinde rivayet etti.[144]
Âyet-i kerîmedeki
"beyaz iplik ve siyah iplik"ten maksat; Hz. Peygamber (s.a.)'in de
belirttiği gibi gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığıdır. Aydınlık ve
karanlığın, beyaz ve siyah ipliğe benzetilmelerine sebep, sabaha doğru bunların
ikisinin de iplik gibi uzamalarıdır.
Bu âyet-i kerîmenin
nüzulüne sebep olan hadîse, 2314 numaralı hadîsin izahında belirtilmiştir.
Bu hadîsin zahirinden,
Adiyy b. Hatîm'in, söz konusu âyet indiği zaman müslüman olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü kendisi; “...âyeti inince" tabirini kullanmıştır.
Bu âyet hicretin ilk yıllarında nazil olmuştur. Halbuki, meğâzi âlimlerinin
büyük çoğunluğu Adiyy'in hicretin 9. veya 10. yılında müslüman olduğunu
söylemektedirler.
Buna göre Adiyy'in
"...âyeti inince" sözünün, te'vîl edilmesi gerekir. Nitekim âlimler,
Adiyy'in bu sözünü birkaç şekilde te'vîl etmişlerdir. Bunlar içinde en çok
beğenileni şudur:
Adiyy sanki şöyle
demek istemiştir:
"Bu âyet indikten
sonra ben Medîne'ye gelip, müslüman olunca ve şeriatın ahkâmını öğrenince ve
bana bu âyet okununca..."
Ahmed b. Hanbel'in,
Mücâhid vasıtasıyla, Adiyy'den yaptığı şu rivayet yukarıdaki te'vîli takviye
etmektedir.
"Rasûlullah
{s.a.) bana, namazı ve orucu öğretip; "şöyle namaz kıl, şöyle oruç tut.
Güneş battığı zaman, beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar ye'* buyurdu.
Ben de iki iplik aldım..."
Hadîsin metninden ve
yukarıya aktarılan îzahlardan anlaşıldığı üzere; Adiyyb b. Hatim "Fecirden
beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyiniz, içiniz." mealindeki
âyeti duyunca, bir siyah bir de beyaz ip alıp, yastığının altına koymuş ve yemeye
içmeye son vermek için iplerin birbirinden ayrılabileceği vakti beklemiştir.
Ancak, sabah yaklaştığı halde, ipleri ayırdedememiş ve durumu Hz. Peygamber'e
arzetmiştir. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Âyette, hakîki manânın
kastedümediğine delâlet eden açık bir karine var, o da ifâdenin sonundaki,
"fecirden" kelimesidir. Bu karîne açıkça, beyaz iplik ve siyah
iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu ortaya
koyuyor. O halde, Adiyy b. Hatim niçin böyle bir hataya düşmüştür?
Bu soruya birkaç
yönden cevâp verilebilir. Şöyle ki:
1. Adiyy b.
Hatim âyeti kerimedeki "Fecirden" ifâdesini, sebep manâsına almış
olabilir. Yâni, manayı; "fecir sebebiyle beyaz iplik siyah iplikten
ayrılıncaya kadar..." diye anlamıştır.
2. Adiyy, bu
işaret edilen bölümü unutmuştur.
Nitekim İbn Cerîr'in
Adiyy'den rivayet ettiği şu haber buna delâlet etmektedir.
"Rasûlullah
(s.a.)'e geldim. Bana İslâm'ı öğretti. Her namaz vakti içinde nasıl kılacağımı
tarîf etti. Sonra da; "Ramazan geldiği zaman, fecirden beyaz iplik siyah
iplikten ayırt edilinceye kadar ye-iç. Sonra geceye kadar orucu tamamla."
buyurdu. Ben bunun ne olduğunu anlamadım. Siyahtan ve beyazdan iki iplik
büktüm. Fecir vaktinde onlara baktım fakat ikisini de aynı gördüm. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.)'e gittim ve;
Yâ Rasûlallah, bana
tavsiye ettiğin herşeyi yaptım. Ancak, siyah iplik beyaz iplik meselesini
beceremedim, dedim.
"Buna sebep ne?
Yâ ebâ Hatim?" buyurdu ve sanki yaptığımı anlamış gibi gülümsedi. Ben;
Beyaz ve siyah
iplikten iki iplik büktüm ve geceden (itibaren) Onlara baktım. Ancak hep onları
aynı buldum, dedim.
Bunu duyunca
Rasûlullah (s.a.) azı dişleri görülünceye kadar güldü ve;
"Ben sana
"fecirden" demedim mi? O ancak, gündüzün aydınlığı ve gecenin
karanlığıdır, buyurdu."
İbn Cerîr'in rivayet
ettiği bu hadîs, âyet-i kerîmedeki kelimelerinin de, geri kalanıyla birlikte
indiğini gösterir. Halbuki Buhârî'-nin Sehl b. Sa'd'dan rivayet ettiği şu
hadîs, kısmının sonradan indiğine
işaret etmektedir:
Sehl şöyle demiştir:
Âyeti indi, kısmı
inmedi. İnsanlar oruç tutmak istedikleri zaman birisi ayağına beyaz ve siyah
iplik bağladı. Onları birbirinden ayırıncaya kadar yemeye devam ediyordu. Bunun
üzerine Allahr bölümünü indirdi de, halk, bundan gecenin ve gündüzün
kastedildiğini öğrendi.
Buna göre, Buhârî'deki
Sehl hadîsi ile, lbn Cerîr'deki Adiyy hadîsi arasında bir tezat ortaya
çıkmaktadır.
İbn Hacer el-Askalânî
bu tezâtı şöyle ortadan kaldırıyor;
Adiyy b. Hâtim'in
hadîsi, Sehl b. Sa'd'ın hadîsinden daha sonradır. Sanki, Adiyy'e Sehl hadîsinde
bahsedilen şey ulaşmamıştır. Mücerred olarak âyeti işitmiş ve yukarıda geçtiği
şekilde anlamıştır. Bunun üzerine, Rasûlullah (s.a.) âyetteki den muradın,
karanlığı aydınlıktan ayırmak olduğunu beyân etmiştir.
Hadîs-i şerifin
devamında, Adiyy b. Hatim Hz.Peygamber (s.a.)'eva-rıp da durumu arzedince,
Rasûlullah (s.a.)'ın, gülerek "şüphesiz öyleyse yastığın geniş ve
uzundur" buyurduğu görülmektedir. Rasûlullah'm bu sözden maksadını alimler
farklı yorumlamışlardır.
Kurtûbî ve Kadı lyâz
gibi büyük âlimler, Rasûlullah (s.a.)'m bu sözü, karşısındakinin gaflet ve
hamakatine kinaye olarak söylemediği görüşünde iken; bâzı âlimler bu sözün,
Adiyy'in gafletine işaret olarak söylendiği fikrindedirler. Bunlar, "senin
yastığın geniş ve uzundur.” sözünü, Arapça'da "kalın kafalı"
manasına kullanılan ( uüı jhj- ) terkibine benzetmişlerdir. Ancak hadise
Rasûlullah'ın bir sahâbiye hakaretâmiz ifâdeler kullanmasını gerektirecek
derecede büyük değildir. O bakımdan, Kurtûbî ve Kadı Iyâz'ın anlayışları daha
uygun görünmektedir. Hattâbî, her iki anlayışı da uygun görenlerdendir.
Hattâbî şöyle der:
"Şüphesiz öyleyse
senin yastığın uzun ve geniştir," sözünde iki kavil vardır:
1.
Rasûlullah burada "şüphesiz öyleyse senin uykun fazla imiş" demek
istemiştir. Yastık sözü uykudan kinayedir. Çünkü uyuyan onun üzerine başını
kor. Yahut da "öyleyse senin gecen uzunmuş" demeyi murâd etmiştir...
2.
Rasûlullah yastık ile, başını ve boynunu koyduğu yeri kinaye etmiştir. Buna
göre; yastık büyük olunca, kafa da büyük olur. Bu da gaflet ve gabâvetten
kinayedir."
Kurtûbî, Efendimizin
bu ifâdesinin Adiyy'i gaflete nisbet etmek anlamında olmadığını ifâde ile
şöyle der:
"Allahü âlem,
Rasûlullah. bununla; "eğer senin yastığın Allah'ın murâd ettiği iki
ipliği kaplayabilmişse geniş ve uzun demektir. Bunun için, Rasûlullah hemen
peşinden; "Bu ancak gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığıdır"
buyurmuştur.
İbn Hıbbân bu Adiyy
hadîsini; "Arapların lügatlarının birbirinden farklı olduğunun
beyânı" başlığı altında vermiştir. Bu hareketiyle İbn Hıbbân, Adiyy b.
Hâtim'in, siyah ve beyaz iplikle gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığının
kastedildiğini bilmediğine işaret etmek istemiştir. Bu da, Kurtûbî'nin görüşüne
kuvvet kazandırmaktadır.
Kadı Iyâz'ın bu konuda
söyledikleri de şöyledir:
"Adiyy b. Hatim
âyet-i kerîmeyi anlayış tarzından dolayı iki iplik alıp yastığının altına
koymuştur. Aynı şekilde davranan başka sahâbîler de olmuştur." Daha sonra
Kadı Iyâz bu cümleyi aynen Kurtûbî'nin anladığı biçimde izah eder:
"Hadîsin manâsı şudur:
Eğer sen Allah'ın murâd ettiği iki ipliği (gece ile gündüzü) yastığının altına
koyabildinse, senin yastığın çok uzun ve geniş demektir."
Ebû Avâne'nin,
Mutarrıf tan yaptığı rivayette Hz. Peygamberin güldüğü ve "hayır ey koca kafalı" buyurduğu
belirtilmektedir. Kadı Iyâz bu ifâdeyi de yukarıdaki mânâya hamletmiştir.
Bu bâbda geçen
hadîsler ve bu hadîslerde işaret edilen âyet-i kerime[145],
oruç tutulan günlerin gecelerinde, fecir doğuncaya kadar yeme içme, cinsî temas
gibi oruca aykırı davranışların caiz olduğuna delildir. Ancak fecrin doğuşundan
muradın ne olduğunda ihtilâf edilmiştir. İbn Rüşd'ün Bidâyetü'I-müctehîd ve
nibâyetü'l-muktesid adındaki eserinde belirtildiğine göre; ulemânın cumhuru,
fecir sözüyle kastedilenin, fecr-i sâdık olduğu görüşündedirler. Bu görüşe
kaynak olacak hadîsler yukarıda geçmiştir.
Fecrin belirmesinden
muradın, fecrin doğması mı yoksa, mükellef tarafından görülmesi mi olduğu da
ihtilâfa konu olmuştur. Çünkü âyet-i kerîmedeki ifâdesi, her iki anlayışa da
imkân vermektedir. Cumhurun görüşüne göre, fecrin belirmesinde mükellefin
görüşü esâstır. Dolayısıyla bir kimse fecrin doğup doğmadığında şüphe ederse,
kendisine yemek içmek helâl olur. Ancak, fecirden sonra, yediği kesinlikle
belli olursa, o günü kaza etmesi gerekir.
Oruca başlama vaktinin
fecrin doğuşu ile mi yoksa aydınlığın yayılışı ile mi olduğunda da farklı
görüşler vardır. Ulemânın ekseriyetine göre, fecir yayılıncaya kadar yemek
içmek caizdir. Dört mezhep imamının görüşü de bu merkezdedir. Îbnü'l-Münzîr'in
bildiğine göre; Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Abbas da bu fikirdedirler.
Reddü'l-muhtar'da,
orucun başlama zamanının, fecrin ilk doğmaya başladığı an mı yoksa aydınlığın
yayılması esnası mı olduğundaki ihtilâf, sabah namazının vaktindeki ihtilâfa
benzetilerek; "fecrin ilk doğmaya başlaması zamanını kabul etmek daha
ihtiyatlı, aydınlığın yayılmasını kabul etmekse, ruhsattır" denilmektedir.
Zayıf kabul edilen bir
görüşe göre ise, oruca başlama vakti, fecr-i sâdıktan sonra görünen
kızıllıktır. Buna kırmızı fecir denilir. Buna göre güneşin doğmasına yakın bir
zamana kadar yemek içmek caizdir. Bu görüş, ashâb-ı kiramdan, Huzeyfe ve îbn
Mesûd'dan da rivayet edilmiştir. Ayrıca Süleyman b. A'meş, el-Hakem b. Uteybe,
Ebû Miclez, Ebû Bekir b. Ayyaş da bu görüştedirler.. Bunlar, bu konuda
âyetteki, "fecir" kelimesini, kırmızı fecir olarak anlamışlardır.
Ayrıca şu haberler de bu görüşün delilleri arasındadır:
Huzeyfe şöyle
demiştir:
"Rasûlullah
(s.a.)'le birlikte sahur yemeği yedim (yediğimiz zaman) sanki gündüzdü
diyebilirim, ancak henüz güneş doğmamıştı."
Zer b. Hubeyş (r.a.)
şöyle der:
"Sahur yemeğini
yeyip mescide gittim. Giderken, Huzeyfe'nin evine uğrayıp yanına girdim. Bir
deve sağmamı emretti, sağdım. Bir tencere emretti, sütü pişirdim, sonra;
"ye" dedi. Ben oruç. tutmak istiyorum" dedim. "Ben de
istiyorum." dedi. Yedik, içtik sonra mescide geldik, hemen namaza
başlandı.
Huzeyfe
"Rasûlullah bana böyle yaptı" veya "ben Rasûlullah'la böyle
yaptım" dedi. "Sabahtan sonra mı?" dedim. "Evet, sabahtan
sonra, ancak güneş doğmamıştı" dedi.[146]
Ebû Davud'un bir
evvelki hadîsi de bu görüşün delilleri arasında sayılır.
İbnü'l-Münzîr'in
rivayetine göre; Hz. Ali sabah namazını kılmış sonra; "Şu an beyaz
ipliğin siyah iplikten ayrıldığı andır" demiştir.
Tahavî, Huzeyfe'nin
rivayetinin bu konudaki âyetin[147]
inmesinden önce olmasının muhtemel olduğunu söyler. Böyle olmasa bile, yeme
içmenin ikinci fecrin doğması ile sona ereceğini belirten sahîh hadîsler o
kadar çoktur ki, orucun başlama vaktinin güneşin doğumuna yakın bir zamana
kadar uzayacağını bildiren haberler onlara muarız olamazlar." Zaten bu
görüş çok zayıf görülmüş ve mezheb imamlarından hiçbirisi tarafından i'tibâr
edilmemiştir. Sâdece bu birkaç haberi alıp, ikinci fecirle birlikte yemenin
içmenin haram olduğunu belirten Kütüb-ü Sitte'deki sahîh hadîsleri hesaba
katmamak uygun bir davranış değildir. Zihinleri karıştırmaktan başka bir işe
yaramaz.[148]
1. Temsiller
getirerek dini hükümlerin izahı caizdir.
2. Oruç tutmak
isteyen kimse fecr-i sadık demlen ikinci fecre kadar yiyip içebilir.
3. Bakara
Sûresinin 187. âyetinde zikredilen, "siyah iplik ve beyaz iplik "ten
maksat, gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığıdır.[149]
2350. ...Ebû
Hûreyre (r.a.), "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir:
"Biriniz, kap
elinde iken ezanı işitirse, ihtiyâcını giderinceye (karnını doyuruncaya) kadar,
onu bırakmasın."[150]
Hadîs-i şerîf sahur yemeği
ile alâkalı olabileceği gibi, diğer herhangi bir yemekle ilgili de olabilir.
Sahur yemeği ile
ilgili olduğu kabul edilirse, iki ayrı açıdan bakılabilir;
1. Buradaki
ezandan maksat, fecir doğmadan önce, uyuyanları uyandırmak ve ibâdet halinde
olanların istirahate çekilmelerini sağlamak amacı ile okunan birinci ezandır.
Bu ezan okunduğu zaman zâten fecir doğmadığı için, yemeye içmeye devam etmek
gayet tabiîdir ve hadîsi anlamakta hiçbir güçlük söz konusu değildir.
2. Ezan,
ikinci ezan olabilir. Fakat havanın kapalı olması gibi bir sebepten dolayı
müezzin fecrin doğduğunu zannetmiştir, fakat oruç tutacak olan kişinin
kanaatine göre, henüz fecir doğmamıştır.
Yemeği sahur yemeği
ile, ezanı da sabah ezam ile kayıtlamayanlar, bu hadîsi; Nesâî, îbn Mâce ve
Tirmizî'nin rivayet ettikleri; "Akşam yemeği hazırken namaza durulursa,
önce yemek yeyiniz" mealindeki hadîse benzetmişlerdir. Buna sebep, namaz
kılacak kişinin kafasını, yemekle meşgul olmaktan kurtarıp, huşûu ve hudû'u
te'mîndir. Bu konu Kitâbü'l-Et'ime'de ele alınacaktır.
Münâvî bu hadîsin
akşam ezanı ve akşam yemeği ile ilgili olduğunu, maksadın, oruç tutana bir
merhamet eseri olarak iftarda acele etmeyi te'mîn olduğunu söyler.[151]
Önünde yemek olan
kişinin, ezan okunduğu takdirde yemeğine devam etmesi caizdir.[152]
2351.
...Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'dan; demiştir ki Rasûlullah (s.a.);
"Gece şu (doğu)
taraftan geldiği, gündüz şu (batı) taraftan gittiği zaman -Müsedded: "ve
güneş battığı zaman" sözünü de ekledi-oruçlu orucunu açar (orucunu açma
vakti girmiştir.)"[153]
buyurdu.[154]
Tirmizî, hadis için
"hasen-sahîh" demiştir. Hadîs-i şerîfte, Hz. Peygamber iftar vaktini
tarif ederken; "gece şu taraftan geldiği ve gündüz şu taraftan gittiği
zaman" buyurmuş, doğu ve batı sözlerini söylememiştir ancak bu yönleri
hadisi irad ederken eliyle göstermiş olması mümkündür. Ayrıca güneşin doğduğu
ve battığı taraflar belli olduğu için hiç işaret olmasa bile bu, anlaşılır.
Ebû Dâvud hadisi hem
Ahmed b. HanbeFden hem de Müsedded'den işitmiştir. Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinden fazla olarak Müsedded'in rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.)'in
iftar vaktini bildirirken, "ve güneş battığı zaman1' buyurduğu da yer
almaktadır. Buharî'nin rivayeti de Müsedded'inkine uygundur.
Gecenin gelip gündüzün
gitmesinden maksat, aydınlığın kaybolup, karanlığın çökmesidir. Bu sözlerden
sonra Hz. PeygamberMn; "ve güneş battığı zaman" sözünü eklemesi
iftarın esas vaktinin güneşin batmasına bağlı olduğuna işaret içindir. Çünkü
güneş batmadığı halde bulut ve sis gibi bir sebeple ortalığın kararması iftar
vaktinin girmesine sebep değildir.
Nevevî, Müslim
şerhinde bu hadiste zikri geçen her üç şeyden birinin diğerini mutazammın
olduğunu söyler. Güneşin batışının farkedilemeyece-ği bir vadide bulunan bir
kimse ortalığın kararmasına göre hükmedecektir.
Hz. Peygamber, hadis-i
şerifte, gündüz gidip gece gelip güneş batınca iftar vaktinin gelmiş olduğunu,
"oruçlu orucunu açar" sözleriyle ifade etmiştir.
İbn Huzeyme bu sözün
manasının, "oruçlu orucunu açsın" demek olduğunu söyler.
Buharî'nin Süleyman
eş-Şeyhânî'den yaptığı rivayette "iftar helal olmuştur" tâbirinin yer
alması, birinci izahı takviye etmektedir... Ahmed ve Taberf nin rivayet
ettikleri aynı mevzudaki hadisin sonunda; "gece olduğu zaman iftar
ediniz" buyurulması da ikinci izahı te'yid etmektedir. Ancak bu izahlar
arasında bir tezat söz konusu değildir. Çünkü iftar vaktinin girmiş olması
iftarı emretmeye zıt değildir.
Hz. Peygamber'in ifâdesini
zahiri üzere alıp, iftar vaktinin girmesi ile birlikte hiçbir şey yemese bile
oruçlunun orucunun açılmış olacağını söyleyenler de vardır ancak bu pek
isabetli görülmemiştir. İbn Huzeyme: "Eğer maksat, orucunu açmış olur
demek olsaydı, tüm oruçluların iftan nın aynı anda olması gerekirdi. O zaman da
iftarda acele etmeyi teşvi etmenin manası kalmazdı” demektedir.[155]
Orucun vakti güneşin
batması ile sona erer.[156]
2352.
...Abdullah b. Ebî Evfâ'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir; Rasûlullah
(s.a.)*la birlikte bir yolculukta idik. O oruçlu idi. Güneş batınca;
"Ya Bilal! İn de
bizim için sevik ez"[157]
buyurdu.Bilâl;
Ya Rasûlallah! Akşamı
bekleseydin, dedi.Rasûlullah tekrar;
"İn, bizim için
sevik ez", buyurdu.Bilâl;
Ya Rasûlallah henüz
üzerinde gündüz var, dedi.Bunun üzerine Hz. Peygamber tekrar;
"İn ve bize sevik
ez", buyurdu.
Bilal de indi ve
seviki ezdi. Rasûlullah (s.a.) onu içti, sonra parmaklarıyla doğu tarafını
göstererek:
"Gecenin şu
taraftan geldiğini gördüğünüz zaman oruçlu orucunu açar " buyurdu.[158]
Hadisin buradaki
rivayetinde, Abdullah b. Ebî Evfâ' nın bahsettiği yolculuğun hangi ayda ve
nereye olduğuna dâir hiçbir işaret görülmemektedir. Müslim'deki rivayette ise
bu yolculuğun ramazan ayında olduğu açıkça1 belirtilmiştir.
Âlimler Müslim'in
rivayetini gözönüne alarak bu yolculuğun Mekke fethi için çıkılan yolculuk
olabileceğini söylerler. Çünkü Hz. Peygamber'-in ramazan ayında çıktığı iki
sefer vardır:
Bunlar Bedr ve Mekke
fethi seferleridir. Abdullah b. Ebi Evfâ, Bedir seferinde bulunmamıştır. O
halde burada söz konusu olan sefer Mekke fethi seferidir.
Metinde görüldüğü gibî
Hz. Peygamber güneşin battığını farkedince, BilâTe inip kendileri için sevik
ezmesi yapmasını emretmiştir. Ancak Bilâl iki kerre üst üste henüz akşamın
olmadığını söyleyerek Rasûlullah'a biraz daha beklemesini arzetmiştir. Fakat
efendimiz üçüncü kez emrini tekrarlayınca, Bilâl hayvanından inmiş ve
emrolunduğu şeyi yapmıştır. Bilâlin iki defa üst üste akşamın henüz olmadığını
belirtmesi onun kesinkes akşamı olmadığı kanaatinde olduğundan dolayıdır. Çünkü
Hz. Peygamber'in bunu tam fark edememiş olması mümkündür. Hadis-i şerifteki
"güneş battığı zaman" ifadesi îbn Ebî Evfâ'nın kanaatidir. BilâTe
göre güneş henüz batmamıştır. Çünkü aksi takdirde Bilal'ın, emri yerine
getirmede gecikmesi düşünülemez. Çünkü bu inat olur. Bilal gibi birisi böyle
şey yapmaz.
Tercemeye "sevik
ez" diye geçtiğimiz kelimesi aslında, "sevik'e su katıp bir çubukla
karıştır" demektir. Sevik de "kavrulmuş un" manasındadır.
Anadolu'da buna "kavut" denilir.
Müslim'in rivayetinde
Hz. Peygamber'in konuştuğu zâtın (Bilal'ın) ismi verilmemiş, bu "Ey
fülân" diye ifade edilmiştir.[159]
1. Ramazan
ayında sefere çıkan bir kimsenin, yolculuk esnasında oruç tutması caizdir. Bu
konunun geniş izahı 42. babda gelecektir.
2. Güneşin
batması ile oruçlunun orucunu açma vakti gelmiştir.
3. Âlim bir
kimseyi unuttuğu zannedilen bir konuda uyarmak meşrudur.
4. Bir
meseleyi bilmeyen kişinin, bilen birine üç defa müracaat etmesine müsamaha edilir.
5. Fiilin
delâleti sözden daha kuvvetlidir.Çünkü Hz. Peygamber önce sevik ezmesini içmiş,
sonra iftarın geldiğini tarif etmiştir.
6. Hurma ile
iftar açmak vâcib değildir.[160]
2353. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den Rasûlullah (s.a.)'rn şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;
"Müslümanlar
iftarda acele ettikleri müddetçe din üstün olmaya devam eder. Çünkü Yahudiler
ve Hıristiyanlar iftarı geciktirirler."[161]
Hadis-i şerifin
Buhârî'deki rivayeti, Sehl b.
Said'den nakledilmiştir ve "İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe
hayır üzere olmaya devam ederler" manasına gelecek şekildedir. Ahmed b.
Hanbel'in aynı konuda Ebu Zer vasıtasıyla yaptığı bir rivayet de şu
şekildedir: "Ümmetim, sahuru geciktirmeye ve iftarda acele etmeye devam
ettikleri müddetçe hayırda olmaya devam ederler".
Tirmizî'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği hadiste ise, Hz. Peygamber Cenab-ı Allah'ın;
"Şüphesiz kullarımın bana en sevimli olanı, iftarda en çok acele
edenidir"[162]
buyurduğunu haber vermiştir.
Bu rivayetlerin tümü
iftarda acele etmeyi teşvik etmektedir. Diğer kitaplardan aktardıklarımızda,
iftarda acele eden insanların hayır üzre oldukları bildirildiği halde, Ebû
Davud'un rivayetinde müslümanların iftarda acele etmelerinin, tslâmiyetin
üstünlüğünü sürdürmesine vesile olacağı belirtiliyor. Bu, "Müslümanlar
sünnete sarıldıkları ve bunun şuurunda oldukları müddetçe, İslâmiyetin,
dolayısıyla müslümanların yüceleceği ve sünnetten uzaklaştıklarında da fitne
ve fesadın kendilerini saracağı"nı ifade etmektedir.
Hz. Peygamber
müslümanlara, iftarda acele etmelerini emrederken buna sebep olarak, Yahûdî ve
Hıristiyanların iftarı geciktirmelerini göstermiştir. Bu ifadelerde,
müslümanların îslâm düşmanlarına muhalefet etmelerinin gereğine işaret vardır.
Müslüman, Allah'ın düşmanlarına düşman oldukça Allah ona yardım eder.
Yahûdîler, oruç
tuttuklarında yıldızlar çıkıncaya kadar iftar etmezlerdi. İbn Hibban'ın
rivayet ettiği bir hadise göre Rasûlullah (s.a.); "Benim ümmetim, iftar
etmek için yıldızları beklemedikleri müddetçe, sünnetim üzre olmaya devam
ederler" buyurmuştur.
tbn Dakiki'I-İyd bu
hadisin, iftarı yıldızlar çıkıncaya kadar geciktiren Şiâyı reddetmekte olduğunu
söyler.
Hz. Peygamber'in
iftarda acele etmeyi teşvik etmesindeki hikmet, Ya-hudî ve Hıristiyanlara
muhalefetin yanısıra, oruçlu için bir şefkattir.
îmam Şafiî el-Ümm
adındaki eserinde şöyle der: "İftarda acele etmek müstehaptır. Kasdî
olmamak ve geciktirmeyi daha efdal saymamak şartıyla geciktirmek de mekruh
değildir."
Bu ifâdelerden
anlaşıldığına göre iftarı geciktirmek mekruh değildir. Çünkü bir şeyin müstehab
olması onun zıddının mekruh olmasını gerektirmez.[163]
1. Oruçlunun
orucunu açmakta acele etmesi müstehaptır.
2. Bu
davranış dinin üstün olmasına sebeptir.
3. Mü'min,
meşru olmak kaydıyla islam düşmanlarına muhalefet etmelidir.[164]
2354. ...Ebû
Atiyye'den; demiştir ki: Mesrûk ve ben Hz. Aişe'nin huzuruna girip: Ey
mü'minlerin annesi! Muhammed (s.a.)'in ashabından iki kişi var, birisi iftarda ve
(akşam) namaz(m)da acele ediyor, ötekisi ise hem iftarı hem de namazı
geciktiriyor, dedik.
Hangisi iftarda ve
namazda acele ediyor? dedi.
Abdullah, (b. Mes'ud)
dedik.
RasûluIİah (s.a.)'de
Öyle yapardı, dedi.[165]
Haberden anlaşıldığına
göre, Abdullah b. Mesud iftar etmekte ve akşam namazını kılmakta acele edermiş.
Bunları geciktirenin kim olduğu burada belirtilmemiştir. Ancak, Müslim ve
Tirmizî'nin rivayetlerinden, o zâtın Ebû Musa el-Eş'arî olduğu anlaşılmaktadır.
Ebû Musa'nın iftarı geciktirmesinden maksat, acelede mübalağa etmemesidir. Bu
da sünnete muhalefet için değil, bunun cevazına işaret içindir. Nitekim acele
etmemek ittifakla caizdir.
Ebû Atiyye ile
Mesrük'un, bu iki sahibinin tutumlarını Hz. Aişe'ye sormaları, hangi
davranışının daha efdal olduğunu öğrenmek içindir.
Ebû Davud'un
rivayetinde acele etmenin iftar ve akşam namazıyla ilgili olduğu görülmektedir.
Müslim'in rivayetinde ve Nesâî'nin bir rivayetinde de durum aynıdır. Nesâî'nin
başka bir senetle yaptığı diğer bir rivayetinde ise, Ebû Atiyye'nin şöyle
dediği bildirilmektedir;
"Ya Aişe,
içimizde RasûlulIah (s.a.)'in ashabından iki kişi var, birisi iftarda acele
edip, sahuru geciktiriyor, öteki ise iftarı geciktirip sahurda acele
ediyor..." yani bu rivayette acele etmeye ve geciktirmeye konu olanlar
iftar ve sahurdur. Bu rivayete göre de iftarda acele edip sahuru geciktiren
Abdullah b. Mesud'dur ve Hz. Aişe onun davranışının, Resûlullah’ın sünnetine
uygun olduğunu söylemiştir.
Ebû Davud'un rivayeti
aynı zamanda Müslim'in de rivayeti olduğu için Nesâî'nin yukarıda işaret edilen
rivayetine tercih edilmiştir.
Hadis-i şerif, iftar
etmekte ve akşam namazını kılmakta acele etmemenin mekruh olduğuna işaret
etmektedir.
Ebu Ya'lâ'nuı
Zâide'den onun da Humeyd'den yaptığı rivayete göre, Enes (r.a.) şöyle demiştir:
"RasÛluüah (s.a.)'ı bir yudum su ile de olsa iftar etmeden akşam namazı
kıldığını hiç görmedim."
iftarda acele edip
sahuru geciktirme konusunda birçok hadis vardır. Hafız îbn Hacer, İbn
Abdilberr'in şöyle dediğini söyler: "İftarda acele edip sahuru
geciktirmeyi tavsiye eden hadisler sahihtir, mütevâtirdir."
Bütün bu
söylenilenlerden anlaşıldığı gibi sahur yemeğinde acele etmek, Hz.
Peygamberdin sünnetine aykırıdır.[166]
Oruçlunun iftar
açmakta ve kişinin akşam namazını kılmakta acele etmesi mustenaptır.[167]
2355.
...Selmân b. Amir[168]'den;
demiştirki; "Rasûlullah (s.a.); "-Sîzden bîriniz oruçlu olduğu zaman
hurma ile, hurma bulamazsa su ile iftar etsin. Çünkü su temizleyicidir."[169]
buyurdu.[170]
Hadis-i şerîf,
oruçluların oruçlarını hurma ile açmalarım teşvik etmektedir. Bu emir, bu işin
vacip olduğunu değil, mendub olduğunu gösterir.
İftar etmek için ilk
planda hurmanın tavsiye edilmesi daha çok, hurmanın göze kuvvet verdiği
hikmetine dayandırılıyor. Çünkü her ne kadar hurmanın çoğu gözlere zarar ise
de, azı faydalıdır.'Tatlı olduğu için iştahı keseceği, böylece haddinden fazla
yemeye mâni olacağı hususu da düşünülebilir.
Bazı âlimler bu
hadiste, imanın tatlılığına ve isyanın acılığına işaret bulunduğunu
söylemektedirler. Çünkü oruç tâatlerin en büyüklerindendir.
Hurmanın bulunmaması
durumunda suyun tercih edilmesindeki hikmet de suyun temizleyici olmasıdır. Su
ile iftar eden kişi, suyun temizleyiciliğinden dolayı iç ve dış temizliğine
kavuşmuş olur.[171]
Orucu hurma ile açmak
müstehabtır.[172]
2356.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a.)
akşam namazını kılmadan önce bir kaç taze hurma ile, eğer hurma yoksa kuru
hurma ile iftar ederdi o da bulunmazsa bir kaç yudum su yudumlardı.[173]
Tirmizî bu hadis için
"hasen-garib" demiştir. Hadisten Hz. Peygamber'in iftarını tek hurma
ile değil, üç veya daha çok hurma ile açtığı anlaşılmaktadır.
Tirmizî'nin rivayet
ettiği bir hadiste- ise, Rasûlullah'ın yazın su ile, kışın ise, hurma ile iftar
ettiği bildirilir.[174]
1. İftarı
akşam namazından önce açmak sünnettir. Hz. Ömer ve Osman'ın namazdan sonra
iftar ettiklerine dâir rivayetler cevaza hamledilir.
2. Oruçlunun
varsa hurma, yoksa su ile iftar etmesi müstehabtır.[175]
2357.
...Mervân b. Salim el-Mukaffa'dan[176]
demiştirki; İbn Ömer (r.a.) sakalını avuçlar, avucundan artan kısmı keserdi; O
şöyle dedi;
"Rasûlullah
(s.a.) iftar ettiği zaman, "susuzluk gitti, damarlar nemlendi ve inşallah
ecir hâsıl oldu" buyurdu.[177]
Mervân'ın, İbn Ömer
(r.a.)'ın sakalını kestiğini ta'rîf etmesi, kendisinin tâbiûndan olduğuna
işaret içindir.
tbn Ömer'in sakalını
kesişi, ya hacda veya umrede olmuştur. Nitekim Buhârî'de: "İbn Ömer
haccettiği veya umre yaptığı zaman sakilini avuçlar ve artanı alırdı"
şeklinde bir rivayet vardır.
Hadîs-i şeriften, Hz.
Peygamber'in yukarıdaki sözleri, iftarını açtıktan sonra söylediği
anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber son olarak "inşallah ecir sabit oldu,"
buyurmuştur. "İnşallah" demesi ya teberrük içindir veya ümmetinin
orucuna nisbetledir. Çünkü Hz. Peygamber'den başkalarına, oruçlarına mukabil
ecrin verilip verilmeyeceği Cenâb-ı Allah'ın dilemesine bağlıdır. Allah'ın
orucu kabul edip etmeyeceği bilinemez. Ama Hz. Peygamber'in orucunun makbul
olduğu kesindir.
Hadîs-i şerîfte, iftar
ederken yukarıdaki sözleri söylemenin meşru' olduğuna delâlet vardır. Herhalde
bu, meşakketin sona ermesi nimetine ve sevabın kazanılmasına şükürdür. Bu
hadîs; iftar duası ile ilgili değildir. Hz. Peygamber'in iftar esnasında
söylediği bir sözün anlatılmasıdır. İftar duası, bundan sonraki hadîsde
gelecektir.[178]
2358.
...Muâz b. Zuhre; Rasûlullah (s.a.)'e kadar ulaştırdığı rivayetinde; Hz.
Peygamber (s.a.)'in iftar ettiği zaman şöyle dediğini haber vermiştir:
"Ey Allahım!
Sadece senin için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım."[179]
Râvî Muaz b. Ztthre
tâbiûndandır. Ancak rivayetinde sahâbiyi
anmamış, doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den duymuş gibi davranmıştır. Bu çeşit
hadîslere "Mürsel hadîs" denilir.
Bu hadîs-i şerîf;
iftar ettikten sonra demenin
sünnet olduğunu göstermektedir. Aynı şeye delâlet eden
başka rivayetler de vardır.
Dârekutnî'nin ve
Taberânî'nin el-Mü'cemul-Kebîr'inde İbn Abbas'-dan rivayet ettikleri haber şu
şekildedir: "Rasûlullah (s.a.) iftar ettiği zaman;
"Ey Allahım!
sadece senin için oruç tuttuk, senin rızkınla iftar ettik. Bizden kabul et. Sen
îşiticı ve çok bilicisin/' derdi.
İbnu-s-Sünnî, Muâz b.
Zühre'den şöyle rivayet etmiştir;
Rasûlullah (s.a.);
"Allaha ha m d
ederim. O bana yardım etti, oruç tuttum, rızık verdi, iftar ettim," derdi.
Abdullah b. Amr b.
el-As'dan da Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şüphesiz, oruçlunun iftar esnasındaki duası şudur:
"Ey Alla hım!
Senden herşeyi içine alan rahmetinle günâhlanmı bağışlamanı isterim."[180]
İftar esnasında diye
dua etmek müstehabdır. Hanefîler arasında meşhur olan iftar duası; bu hadîste belirtilene
çok benzemektedir. Hanefîlerce iftar esnasında okunan duâ şöyledir:
"Allahım senin
rızân için oruç tuttum, sana inandım, sana tevekkülde bulundum, senin rızkınla
orucumu açtım. Ramazanın yarınki günü orucuna da niyet ettim. Artık benim,
geçmiş ve gelecek günâhlarımı bağışla."
Şâfiîlere göre; sâdece bu hadîste geçtiği gibi "Allahım
senin için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım," diye duâ etmek
sünnettir.[181]
2359.
...Esma bint Ebî Bekir (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Rasû-lullah (s.a.) devrinde
ramazanda bulutlu bir günde oruçlarımızı açtık. Fakat sonra güneş göründü.
Ebû Üsâme dedi ki:
Hişâm'a:[182]
Orucu kaza etmekle
emrolundular mı? dedim.
Bundan kaçış var mı?
dedi.[183]
Hadîsin Buhârî'deki
rivayetinde; "Kaza etmekle emro-lundular mı? Yani Rasûlullah (s.a.) onlara
o günün orucunu kaza etmelerini emretti mi? ifâdesi yer almıştır. Ayrıca
buradaki "bundan kaçış mümkün mü?" sözü, Buhârî'de: "Elbette
kaza vardır" şeklinde vârid olmuştur.
Ebû Dâvud'daki sözünün
başında, inkâr manasına bir istifham takdir edilir. Cümlenin takdiri şeklindedir.
Terceme bu takdire göre yapılmıştır.
Hadîs-i şerîf güneşin
battığını zannederek orucunu açıp, sonra güneşin batmadığını anlayan kişiye o
günün orucunu kaza etmesinin gerekli olduğuna delâlet etmektedir. Bu durumda
olan kişiye keffâret gerekmez. Dört mezhebin görüşü bu şekildedir. Ayrıca tbn
Şîrîn, Saîd b. Cübeyr, Evzâî ve Suhayb da aynı fikirdedirler. Hz. Ömer'den
gelen birçok sahîh rivayette, onun da aynı görüşte olduğu anlaşılmaktadır.
Esrem, Hz. Ömer'in; "Kim yerse onun yerine birgün oruç tutsun,"
dediğini söyler. Beyhâkî'nin bir rivayetinde Hanzale şöyle demektedir:
"Bir ramazan, Ömer'in yanında idim. Ömer de, halk da iftar etti. Müezzin
ezan okumak için çıktı ve "Ey insanlar, işte güneş, henüz batmamış,"
dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Her kim orucunu açmışsa, onun yerine bir gün
oruç tutsun" dedi."
Hz. Ömer'den aynı
hükmü ifâde eden başka rivayetler de vardır. Ancak bunların hepsini aktarmaya
gerek yoktur.
Beyhâkî'nin; Yâkub b.
Süfyân, Ubeydullah b. Musa, Şeybân, A'meş ve Müseyyeb b. Rafi' senediyle Zeyd
b. Vehb'den yaptığı bir rivayette ise, Hz. Ömer'in böyle durumlarda kazaya
gerek duymadığı belirtilmiştir. Söz konusu rivayet şudur:
Zeyd b. Vehb şöyle
demiştir:
"Biz bir ramazan,
havanın bulutlu olduğu bir günde Medîne Mescidi'nde otururken, güneşin
battığını ve akşamın olduğunu zannettik. Hafsa (r.a.)'nın evinden bir maşraba
süt getirildi. Ömer de biz de sütten içtik. Sonra bulut açıldı ve güneş
göründü. Biz birbirimize "bu günü kaza edecek miyiz?" diye sormaya
başladık. Hz. Ömer bunları işitti ve; "vallahi biz bunu kaza etmeyiz,
günâh da olmaz." dedi.
Ancak ulemâ; Zeyd b.
Vehb'in bu rivayetinin hatalı olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu, birçok
rivayete zıttır. Aslında, Zeyd b. Vehb güvenilir biridir. Ancak bu onun hatâ
etmez birisi olmasını gerektirmez. Münzirî bu hadîsin mürsel olduğunu
söylemiştir.
Beyhâkî, Hz. Ömer'in
güneşin battığını zannederek orucunu açtıktan sonra kazayı gerekli gördüğüne
dâir olan rivayetleri zikrettikten sonra, bütün bu rivayetlerin; kazanın
gerekli olmadığını bildiren haberin zaafına delâlet ettiğini söyler.
Âlimler içerisinde;
Mücâhid, Atâ; Urve b. Zübeyr, Hasen el-Basrî, Dâvud-ı Zahirî ve îshâk b.
Râhûye'ye göre; bu durumda olan kişiye kaza gerekmez. Bunlar Beyhâkî'nin, İbn
Abbâs vasıtasıyla Hz. Peygambef'den rivayet ettiği şu hadîse dayanırlar:
"Allah (c.c.) ümmetinden; hatâen, unutarak ve zorlanarak yaptıkları
şeyleri atfetmiştir."
Ama yukarıda da
belirttiğimiz gibi, ulemânın cumhuru, kazanın gerekli olduğu görüşündedir.
Havanın kapalı olması
yüzünden hilâl görünmeyip ramazana başlanmazsa, fakat büâhere o günün
ramazandan olduğu anlaşılsa, o gün kaza edilecektir.
Aynı şekilde, fecrin
girmediğini zannederek yemeye devam edilse, fakat fecrin doğduğu ortaya çıksa
o günün orucu kaza edilir. Bu konuda da Hasenü'l-Basrî ve Mücâhid kazaya gerek
olmadığı görüşündedirler.[184]
Güneşin battığını
zannederek iftar eden kimse, güneşin batmadığını farkederse, kendisine keffaret
gerekmez, sâdece kaza gerekir.[185]
2360. ...İbn
Ömer (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) (insanları) visal
orucundan menetti. Oradakiler;
Ama sen visal
yapıyorsun, yâ Rasûlallah! dediler. Hz. Peygamber.
"Ben sizin gibi değilim.
Bana (Rabbim tarafından) yedirilir ve içirilir," buyurdu.[186]
Visal orucu; iki veya
daha çok gün, geceleri hiç iftar etmeden oruca devam etmektir.Bunun oruç
tutulması mekruh olan günlerde de kesmemek şartıyla bütün sene oruç tutmak
olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak bu görüş pek benimsenmemiştir. İbn Nüceym
Bahru'r-râik adındaki eserinde; şekk günü oruç tutmak mekruhtur. Visal orucu
da mekruh oruçlardandır. Ebû Yûsuf ve Muhammed, visal orucunu; aralarında iftar
etmeden iki gün oruç tutmaktır, şeklinde izah etmişlerdir" der.
îmâm Nevevî de şunları
söyler; "Ulemâmız visal orucunun men' edildiği konusunda hem fikirdirler.
O, iki veya daha çok gün, aralarında yiyip içmeden oruç tutmaktır."
Hadîs-i şerîfin
Buhârî'deki rivayetinde; "Oradakiler; sen visal orucu tutuyorsun ya
Rasûlallah, dediler." cümlesinin yerine; "Müslümanlardan birisi, ama
sen visal orucu tutuyorsun; dedi" manasına gelen cümle yer almıştır. Bu
farklı ifâdelendiriş, rivayetler arasında bir zıddiyet olduğuna delâlet etmez.
Hz. Peygamber'e söyleyenin bir kişi olduğu halde, oradakilerin bu söze
rızâlarından dolayı, hepsine nisbet edilmiş olması mümkündür. Ayrıca hadîsenin
iki ayrı zamanda vuku' bulmuş olması da imkân dahilindedir.
Hadîs-i şerîfte önce,
Hz. Peygamber'in visal orucunu yasak ettiği söylenmektedir. Söz konusu
yasağın, bundan sonra gelecek olan hadîste ifâde edilen yasağa işaret olması
muhtemeldir. Ayrıca, Buhârî'nin Hz. Enes*-den; Rasûlullah (s.a.)'ın,
"Visal orucu tutmayınız," buyurduğuna dâir olan rivayeti, îbn Ömer'den
yaptığı "Hz. Peygamber orucu vasletti, insanlar da vaslettiler. Fakat bu
onlara zor geldi. Bunun üzerine (Rasûlullah) halkı bundan nehyetti,"
şeklindeki rivayet ve Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu haber visal orucunun
nehyedildiğine dâir haberlerdendir. "Rasûlullah (s.a.) İnsanları
kendilerine rahmet olarak visal orucundan nehyetti."
Hattâbî; Visal
orucunun ümmetine yasak olduğu halde Hz. Peygamber için mubah olan şeylerden
birisi olduğunu söyledikten sonra ümmet için yasak oluşunun hikmetlerini şöyle
beyân eder: "Buna sebep, oruçlunun zayıflayıp kuvvetten düşmesi böylece
farz olan ocuca ve diğer ibadetlere gücü yetmez bir hale gelmesi veya oruçtan
usanmaları ve onların karşılaştıkları sıkıntının, farz olan orucu da
terketmelerine sebep olma ihtimalidir."
Nevevî de bu yasağın
hikmetini tayinde aşağı yukarı Hattâbî'nin söylediklerinin aynısını söyler.
Hadîs metninde
görüldüğü üzere; Hz. Peygamber'in adı geçen orucu yasaklamasından sonra,
kendisine "ama sen visal orucu tutuyorsun," şeklinde ta'rizde
bulunulmuş, Rasûlullah (s.a.)'de buna, "ben sizin gibi değilim, bana
yedirilir ve içırilir." karşılığını vermiştir.
Rasûlullah'a Allah
tarafından' yedirilip içirilmesinden
maksadın ne olduğunda birkaç ihtimal mevcuttur.
1. Cenâb-ı
Allah Hz. Peygamber'e yemiş-içmiş gibi kuvvet verir. Dolayısıyla yeme-içme
ihtiyacı duymadan .ibâdetine devam edebilir.
2. Gerçekten
Allah (c.c.) ona geceleri yedirip, içirir. Bu hal de onun visaline mâni
değildir. Bu sâdece ona mahsûs bir haslettir. Ümmete yasak olduğu halde,
Rasülullah'ın yapmasında veya onu tatbikinde mahzur olmayan şeylerin başka
misalleri vardır. Meselâ, efendimizin göğsü altın bir tastaki su ile melekler
tarafından yıkanmıştır. Oysa altın kabın dünyada kullanılması yasaktır.
3. Hz.
Peygamber'in visal orucu esnasında geceleyin yeyip içmesi, uyku halinde yeyip
içenin haline hamledilir, uyku halinde yeyip içenin açlığı ve susuzluğu
gittiği halde orucu bozulmadığı gibi, bu durumda iken Hz. Peygamber'in orucu da
bozulmaz. Bu İzah İbmı'l-Münzîr'e aittir.
4. Cenâb-ı
Allah, Rasûlullahı, kendi azametini düşündürmek, sevgi ve muhabbeti ile içini
doldurmak ve marifeti ile gıdalandırmak sureti ile onu yemekten içmekten
müstağni kılar. İbn-i Hacer'in bu izahı îbnu'l-Kayyım el-Cevzî tarafından da
benimsenmiştir. İbnu'l-Kayyım, bu tür beslenmenin maddî beslenmeden daha çok
gıdalı olduğunu söyleyerek; "çok küçük bir tecrübesi olanlar bile, kalbin
ve ruhun gıdalanmasının, cismin gıdalanmasına ihtiyaç göstermeyeceğini
bilirler," der.
Hadîs-i şeriften,
arada iftar etmeden peşi peşine iki veya üç gün oruç tutmanın yasak olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak bu yasağın hükmü konusunda bâzı farklı görüşler vardır.
Bunlar bir sonraki hadîsin şerhinde ortaya konulacaktır.[187]
2361. ...Ebû
Said el-Hudrî Peygamber (s.a.)'i şöyle buyururken dinlemiştir;
"Aralarında iftar
etmeden peşi peşine oruç tutmayınız. Hanginiz böyle visal orucu tutmak
isterse, sehere kadar tutsun.
"Ama sen visal
orucu tutuyorsun” dediler.
"Ben sizin gibi
değilim. Şüphesiz benim için bir yediren var, bana yedirir, bir içiren var,
bana içirir."[188]
Aralarında iftar
etmeden peşi peşine oruç tutmayı yasaklama bakımından bu hadîs de önceki hadîse
benzemektedir. Farklı olarak bu hadîste, Peygamber (s.a.)'in visal yapmak isteyenlerin,
sehere kadar oruçlarını uzatıp o zaman iftar etmelerini tavsiye buyurduğu
belirtilmektedir.
Hz. Peygamber'in bu
tavsiyesi, güneş battıktan sonra oruç olmaz diyenlerin aleyhine bir delildir.
Gerçi Ibn Huzeyme, Rasûlullah (s.a.)'ın, sahâbilerin oruçlarım sahur vaktine
kadar uzatmalarını men' ettiğine dâir bir hadîs rivayet etmiştir. Ancak bu
rivayet râvîleri arasında bulunan Ubeyd b. Humeyd'den dolayı güvenilirliğini
kaybetmiştir. İşaret edilen İbn Huzeyme hadîsinin sahîh olması halinde,
Rasûlullah (s.a.)'ın önce orucu sahura ve sabaha kadar uzatmayı men' ettiğine
sonra da, üzerinde durduğumuz Ebû Said hadîsinde belirtildiği üzere seher
vaktine kadar uzatmaya müsaade ettiğine hamledilir.
Bu hadîste de
Rasûlullah (s.a.)'m, kendisinin yedirilip içirildiğini, bu sebeple sahâbîlerin
kendisine benzemediklerini söylediği görülmektedir. Hz. Peygamberin yedirilip
içirilmesinden maksadın ne olduğu, önceki hadîsin şerhinde izah edilmiştir.
Bu ve önceki
hadîsleri, arada iftar etmeden peşi peşine iki veya daha fazla gün oruç
tutmanın Hz. Peygambere has bir şey olup, bunun ümmet için yasak olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak bu yasağın hükmü nedir? Bu konuda ihtilâf edilmiştir:
Cumhura göre bu
şekilde oruç tutmak mekruhtur. Çünkü Buhârî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği
bir hadîste, Hz. Peygamberdin ashabı ile birlikte orucu vaslettiği
bildirilmektedir. Bu, orucu vasletmenin haram olmadığını gösterir. İşaret
edilen hadîs şu şekildedir:
Rasûlullah (s.a.)
iftar etmeden peşi peşine oruç tutmaktan men' etti. Bunun üzerine
müslümanlardan bir adam;
Ama yâ Rasûlallah! sen
vaslediyorsun! dedi. Efendimiz;
"Hanginiz benim
gibidir? Ben geceyi, rabbim bana yedirir ve içirir olduğu halde
geçiririm." buyurdu. İnsanlar visale son vermek istemeyince, Hz.
Peygamber de onlarla birlikte orucu iki gün peşi peşine uladı. Sonra hilâli
gördüler. Rasûlallah;
"Eğer hilâl
gecikseydi orucu ulamayı arttıracaktım," buyurdu.[189]
Sahîh-i Müslim'de de
Enes b. Mâlik'ten rivayet edilen ve Rasûlullah (s.a.) zamanında ashabın orucu
vaslettiklerini bildiren bir haber mevcuttur.
Rasûlullah'ın,
ashabını visalden nehyettiği halde, onlarla birlikte vas-lederek oruç tutması,
onların visali bırakmak istememelerine karşı bir cezadır.
Eğer visal haram
olsaydı, Hz. Peygamber ashabın orucu vasletmeleri-ne hiç müsamaha etmez, onları
kesinlikle men' ederdi.
Zahirî mezhebine göre,
visal haramdır. İbnu'l-Arâbî, Mâlikîlerden de aynı görüşü nakletmiştir. Bunlar
bu bâbda zikredilen hadîslerin zahirine sarılmışlardır. Ayrıca, Taberânî'nin
el-Mu'cemu'l-Evsât'ında Ebû Zer (r.a.)'den yaptığı şu rivayet de bu görüşün
delilleri arasındadır;
"Cebrail (a.s.),
Rasûlullah (s.a.)'e; "Allah (c.c.) senin visalini kabul etti. Bu, senden
sonra hiç kimseye helâl değildir," dedi.
Cumhur, Taberânî'nin
bu hadîsinin isnadının sahîh olmadığım, dolayısıyla delîl olamayacağım
söylerler.
İçlerinde» Abdullah b.
ez-Zübeyr ve Mâlikîlerden Îbnu'l-Vaddah'ın da bulunduğu bir gurup, visalin
mubah olduğunu söylemişlerdir. Kadı îyâz bunun, İbn Vehb, İshâk ve Ahmed b.
Hanbel'den de nakledildiğini söylemektedir. Bunlar da Hz. Peygamberdin ashabı
ile birlikte orucu vaslettiğini bildiren hadîslere dayanmaktadırlar.[190]
1. Visâl,
Hz.Peygamber için mübâh, ümmeti için yasaktır.
2. Halktan birisinin,
âlime, onun yaptığı bir hareketi hatırlatarak ta'rizde bulunması caizdir.
3. Hz.
Peygamber'i Cenâb-ı Allah kendi fadlından yedirir, içirir.[191]
2362. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'dan, demiştir ki; Rasûlullah (s.a.);
"Bir kimse yalan
söylemeyi ve yalanla iş görmeyi terketmezse, Allah (c.ç.)'in, onun yeme içmeyi
terketmesîne ihtiyacı yoktur." diye buyurdu.
Ahmed (b. Yunus) dedi
ki; Bu hadîsin isnadını İbn Ebî Zi'b'den sema'an aldım. Ancak bana hadîsifn
metnini) yanında olan ve kardeşinin oğlu olduğunu zannettiğim bir adam (iyice)
anlattı.[192]
Hadîs-i şerifte
"yalan söylemek" diye terceme ettiğimiz dan maksat, bâtıl söz, günah
sözdür. Yalan, iftira, gıybet, söz taşıma, küfür ve lâ'net gibi bütün bâtıl
sözler bu kelimenin altına girerler.
"Yalanla iş
gören" ta'bîri de her türlü kötülüğü, günâh işleri içine alır. Hz.
Peygamber bu hadîsinde, oruçlu olduğu halde dil ile ve bedenen yapılan
günâhları terketmeyen kimsenin aç ve susuz kalmasına Allah'ın ihtiyâcı
olmadığını bildiriyor. Bundan maksat, bu durumda olanların oruçlarının makbul
olmayışıdır. Çünkü oruçdan maksad, mücerred manada aç ve susuz kalmak
değildir.Nefsi terbiye etmek, şehvetleri kırmaktır.
İbn Battal, “Bu hadis;
yalan konuşmayı ve haram işlemeyi terketmeyenlerin oruç tutmayı
boşlayıvermeleri için değil, oruçluları haramlardan sakındırmak için varid
olmuştur.”Allah’ın, onun yeme ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.” Sözü
de Allah böylelerinin orucunun dilemez manasındadır.Böyle olmayanların orucuna
muhtaçtır, demek değildir.Çünkü Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.” der.[193]
1.
Oruçlunun, her türlü günah işlemekten sakınması lazımdır.
2.
Yalancılık, gıybet, iftira gibi günahlar oruçtan elde edilecek sevabı zayi’
ederler.
Gıybetin, batıl sözlerden
olması, hadisin bab başlığı ile alakasını teşkil eder.[194]
2363. ...Ebu
Hureyre (r.a.)’dan Rasülullah (s.a.)’ın
şöyle buyurduğunu rivayet edilmiştir:
“Oruç
koruyucudur.Biriniz oruçlu olduğu zaman çirkin söz söylemesin, cahillik
yapmasın. Eğer birisi ona çatar veya küfrederse, “ben oruçluyum, ben oruçluyum”
desin.[195]
Hadîsin ilk cümlesi
olan "oruç koruyucudur" sözü bâ-zı nüshalarda mevcut değildir.
Oruçluyu her türlü kötülüklerden koruyucudur manasındadır.
"Çirkin söz
söylemesin" diye terceme ettiğimiz "La yerfüs" sözü "cinsî
temas veya ona sebep olan davranışlarda bulunmasın" manalarına da
kullanılır.
"Cahillik
yapmasın" sözünden maksat da, câhillerin yaptığı kötülükleri yapmasın,
çirkin söz, alay, gıybet, lüzumsuz söz gibi davranışlardan uzak kalsın,
demektir.
Said b. Mansûr'un
Süheyl b. Ebû Salih kanalıyla yaptığı rivayette, "Cahillik yapmasın,"
sökünün yerinde “mücâdele etmesin" ifâdesi yer almıştır. Tirmizî'de de,
"Bir cahil birinize oruçlu iken cahillik yaparsa" şeklinde vârid
olmuştur.
Buraya kadar
yazılanlardan bu kötülüklerin, oruçlular için yasak, oruçlu olmayanlar için
mübâh olduğuna dâir bir anlayış elbette çıkartılamaz. Maksat, oruçluların bu
konularda başkalarına nisbetle daha dikkatli olmalarıdır.
Hadisin devamında, Hz.
Peygamber; "Birisi onunla kavga etmek ister veya küfrederse, "ben
oruçluyum," "ben oruçluyum" desin," buyurmaktadır. Bu
bölüm Nesâî'de; "Birisi ona cahillik ederse, ona sövmesin,"; İbn-i
Huzeyme'de, "Birisi sana söverse, ben oruçluyum de. Eğer ayakta isen
otur."; Buhârî'de ise, "Bir insan ona küfrederse, onunla konuşmasın,"
şekillerinde vârid olmuştur.
Oruçlunun kendisine
sataşana karşı iki defa "Ben oruçluyum, ben oruçluyum" demesi,
kötülüklerden sakındırmayı te'kîd içindir. Bâzı nüshalarda bu söz, bir defa
yer almıştır. Bu sözü oruçlunun kendi kendisine mi yoksa karşısındakine mi
söyleyeceği konusunda alimler farklı görüştedirler.
Rafi birçok alimden,
bu sözün oruçlular tarafından kendi kendisine söyleneceğini, aksi takdirde riya
olacağı görüşünü nakletmiştir.
İçlerinde
Nevevi’nin de bulunduğu bazı alimler
ise, “ben oruçluyum” sözünün, oruçluya sataşana hitaben söylenebileceği
görüşünü tercih etmişlerdir.Bu söz, mütecavize orucunun sevabını eksiltecek
davranışlara sebep olacağından dolayı gireceği günahı hatırlatma ve onu
davranışından men’etmedir.
Nwevevi; Mühezzeb
Şerhinde “Bunların her ikisi de güzeldir, fakat karşısındakine söylemesi daha
kuvvetlidir.Ama ikisini de beraber yaparsa daha güzel olur.” demektedir.
İbnü’l-Arabi’nin de
dahil olduğu bir grup alim ise, riyanın sadece nafile oruçlar için söz konusu
olduğunu göz önüne alarak; “Ramazanda ise oruçlu bu sözü karşısındakine
açıktan, nafile ise, oruçlu bu sözü kendi kendisine söyler.” demişlerdir.
Bu son görüş hepsinden
daha kabule şayan görünmektedir.
Bundan önceki hadisin
şerhinin sonunda da temas edildiği gibi, bu hadîste de gıybet sözü
geçmemektedir. Fakat oruçlunun çirkin söz söylemesinden men' edilmesi, aynı
zamanda gıybet etmekten de men' edilmesidir. Çünkü bir müslümanın hoşlanmayacağı
bir sözü onun gıyabında konuşmak olan gıybetten daha çirkin bir söz olmaz. Bu
bakımdan, bâb başlığı ile hadîsler arasında bir münasebetsizlik bulunduğu
iddia edilemez.
Gıybet, yalan ve söz
taşımanın orucu bozup bozmayacağında ihtilâf vardır.
İçlerinde dört mezhep
imamının da bulunduğu cumhura göre, bunlar orucu bozmaz, fakat sevabının
eksilmesine sebep olur.
lbn Rüşd'ün
Bidâyetü'l-Müctehîd adındaki eserinde belirttiğine göre; Zahirîlerde gıybet
orucu bozar.
Sevrî'den de, gıybetin
orucu bozduğu görüşü nakledilmiştir.
Mücâhid; "İki
haslet var ki, kim onlardan korunursa, orucu sağlam olur. Bunlar gıybet ve
yalandır" der.
Gazâlî, Ihyâ'u
Ulumi’-dîn adındaki eserinde; Mücâhîd'in; "İki haslet var ki, onlar orucu
bozarlar: Bunlar; gıybet ve yalandır" dediğini nakleder.
İbrahim, A'meş, Ubeyde
b. Selmân ve Evzâî'nin de gıybetin ve yalanın orucu bozduğu görüşünde
oldukları rivayet edilir. Evzâî, Bunlarla oruç bozulup, sadece kaza icâb
ettiğini söyler.
Bu görüşte olanlar,
bundan evvelki hadîs ile, Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim'in Ebû Hureyre'den rivayete
ettiği şu hadîse dayanırlar; "Nice oruçlu var ki onun orucundan açlıktan
başka birşey yoktur. Nice, gece kalkıp namaz kılan var ki onun namazından da
uykusuz kalmasından başka birşey yoktur."
Cumhur bu hadîsleri;
orucun sağlıklı olmasının gereği olarak görmüşler, bunlarla orucun
bozulmayacağını söylemişlerdir. Hattâ, Hanefî mezhebinde; Oruçlu olan birisi,
gıybet eder ve gıybeti sebebiyle orucunun bozulduğunu zannederek, yer-içerse
kendisine keffâret icâb eder.
Hidâye'de, gıybetin
orucu bozmasının kıyâsa karşı olduğu, bu konudaki hadîsin de te'vîl
edildiğinde icmâ* olduğu söylenmektedir.[196]
1. Oruç
oruçluyu kötülüklerden korur.
2.
Oruçlunun, kotu soz söylememeye ve günâh işlememeye başkalarından daha çok
i'tînâ etmesi gerekir. Çünkü bu davranışlar orucundan alacağı sevabı eksiltir.
3. Oruçluya
birisi gelip sataşır veya ona küfrederse; sabretmeli, "ben oruçluyum, ben
oruçluyum." demelidir.[197]
2364. ...Amir
b. Rabiâ, babası Rabiâ (b. Ka'b)'ın[198]
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.)'ı
oruçlu iken dişlerini misvaklarken gördüm. Müsedded; "Sayamayacağım
kadar" sözünü de ilâve etti.[199]
Misvak; dişlerin
temizlenmesinde kullanılan bir ağaç çu-buktur. Dişlerini misvaklamak, onları
fırçalamak demektir.
Hadîs-i şeriften, Hz.
Peygamberin, oruçlu olduğu halde dişlerini misvakla temizlediği
anlaşılmaktadır. Bu hâlin günün herhangi bir vakti ile kayıtlı olmaması,
öğleden önce de sonra da misvak kullanmanın müstehâb olmasını gerektirir.
Mücâhid Saîd b. Cübeyr, Atâ, İbrahim en-Nehâî, Mu-hammed b. Şîrîn, Ebû Hanife,
Muhammed, Sevrî, Evzâî, ve ashâbdan Hz. Ömer, İbn Abbas, Hz. Ali ve İbn Ömer bu
görüştedir.
Hafız İbn Hâcer bu
hadîsin isnadının, hasen olduğunu söyler. Ancak râvîlerden Asım b. Ubeydullah
zayıf olduğu için, bu hadîs de zayıftır.
Fakat bu hadîsteki
manaya delâlet eden birçok hadîs vardır. Bunlardan birkaçını buraya aktaralım;
Aişe (r.anha)
Rasûlullah (s.a.)'ın; "Oruçlunun en güzel özelliği dişlerini
misvaklamasıâır," buyurduğunu söylemiştir.
Ishâk el-Havarizmî ile
Asım el-Ahvel arasında şu konuşma olmuştur: İshâk sorar;
Oruçlu dişini
misvaklar mı?
Evet,
Kuru misvakla mı,
yoksa nemlisiyle mi?
Her türlüsüyle.
Öğleden Önce mi, sonra
mı?
Her vakit.
Bunu kimden
naklediyorsun?
Enes b. Mâlik
vasıtasıyla Hz. Peygamberden. Ancak, Dârekutnî, îshâk el-Havarizmî'nin zayıf
olduğu için, hadislerinin hüccet olamayacağını söyler.
imâm Şafiî'nin bir
kavli ile Şafiî ulemâsının bazılarına göre; oruçlu kimsenin zevalden sonra
dişlerini misvaklaması mekruh, zevalden Önce misvaklaması ise müstehâbdır.
Misvâk'ın kuru veya ıslak olması arasında fark yoktur.
Ebû Sevr, Evzâî ve
Muhammed b. Hasen de aynı görüştedir.
Bu görüşün en kuvvetli
delîli Buhârî'nin rivayet ettiği şu hadîstir: "Muhammed'in hayatı elinde
olan Allah'a yemîn ederim ki, oruçlunun ağzının kokusu Allah katında mis
kokusundan daha güzeldir."
Bu hadîsin meseleye
delîl oluşu şu yöndendir: Hadîste Rasûlullah oruçlunun ağız kokusunu övmüştür.
Bu da daha çok öğleden sonra görülür. Öğleden sonra dişleri misvaklamak, ağız
kokusuna mani' olur. Onun için oruçlunun öğleden sonra dişlerini misvaklaması
mekruhtur.
Ancak karşı görüş
sahipleri, bu hadîsin işaret edilen görüşe delîl olamayacağım şu şekilde belirtmişlerdir:
Hz. Peygamber'in,
oruçlunun ağız kokusunu övmesi, oruçlu olmayanların onlarla konuşmayı
terketmelerine manî' olmak içindir. Ağız kokusunu teşvik için değildir.
Üstelik dişleri misvaklamak, ağız kokusuna mani' olmaz, dişlerin temizlenmesini
sağlar. Ağız kokusuna sebep, midenin boşluğudur, tbn Hacer el-Askalânî gibi
bâzı Şafiî alimler de yukarıdaki hadîsin öğleden sonra dişleri misvaklamamn
kerâhatine delâlet etmeyeceğini söylerler,
Dârekutnî, Taberânî ve
Beyhâkî'nin Habbâb vasıtasıyla Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadîs, bu
görüşe delîl olma yönünden daha açıktır. Fakat hadîs zayıftır. Çünkü râvilerden
Keysen el-Kassab'ın zayıf olduğu, Dârekutnî ve îbn Maîn tarafından
belirtilmiştir. Hadîs şöyledir: "Oruç tuttuğunuz zaman, dişlerinizi
öğleden önce misvaklayınız, öğleden sonra misvaklamayınız. Çünkü oruçlunun
öğleden sonra kuruyan dudakları, kıyamet günü gözlerinin arasında iki nûr
olur."
İmâm Şafiî'nin bir
görüşüne ve Ebû Şânıe Îbn Abdi-s-Selâm Nevevî gibi bazı Şafiî âlimlerine göre
oruçlunun öğleden önce de sonra da dişlerini misvaklaması caizdir. Nevevî
önceki görüş için; "bu nakil her ne kadar delîl i'tibariyle kuvvetli ise
de garibtir," der.
İmâm Mâlîk ve ashabı,
Şa'bî, Katâde, Hakem b. Uteybe, Ebû Mey-sere, Ziyâd b. Hudeyr ve Hanefîlerden
Ebû Yûsuf'a göre, misvak kuru ise öğleden önce veya sonra kullanılmasında
mahzur yoktur. Islak olması halinde mekruhtur.
Ahmed b. Hanbel ve
Ishâk b. Rahûye'ye göre zevalden sonra misvaklanmak her halükârda, öğleden önce
de misvak nemli ise, mekruhtur.
Üzerinde diş macunu
bulunmayan diş fırçası ile dişleri fırçalamak da aynen, misvak kullanmak
hükmündedir. Ancak, üzerine diş macunu konulur ve bunun bir azı boğaza
giderse, oruç bozulur. Ama macundan boğaza birşey gitmezse oruç bozulmaz.
Fakat oruçlunun oruçlu iken diş macunu ile dişlerini fırçalamaması daha
ihtiyatlıdır. Diş macunu, dişin arasına konan ilâç hükmündedir.[200]
Oruçlu iken dişleri
misvaklamak müstehâbdır. Misvakın kuru veya ıslak, misvaklamanın da öğleden
önce veya sonra olması arasında fark yoktur.[201]
2365. ...Ebû
Bekir b. Abdurrahman, Raşûluüah (s.a.)'uı ashabından birisinin kendisine şöyle
dediğini haber vermiştir;
Rasûlullah (s.a.)'m,
Mekke'nin fethi yılındaki seferinde, insanlara; oruçlarını açmalarını
emrettiğini gördüm. Hz. Peygamber; "Düşmanınıza karşı kuvvetli
olunuz," buyurdu. Kendisi ise, oruç tuttu.
Ebû Bekir devamla
şöyle dedi:
Hadîsi bana haber
veren zât;:"Ben Rasûlullah (s.a.)'ı Arc denilen yerde oruçlu iken,
susuzluktan veya aşırı sıcaktan dolayı başına su dökerken gördüm," dedi.[202]
İbn Abdi'I-Berr bu
hadîsin sahîh olduğunu söylemiştir. Hadîs-i şerifin ilk bölümünde, Peygamber
(s.a.)'in, Mekke Fethi seferinde ashabına oruçlarını açmalarını emrettiği
belirtilmektedir. Efendimizin bu emrine sebep, hemen peşinden gelen ifâdeden
anlaşılacağı üzere, düşmana karşı kuvvetli bulunma mecburiyetidir. Râvî Hz.
Peygamber'in ashabına oruçlarını açmalarını emrettiği halde, kendisinin oruca
devam ettiğini bildirmiştir. Çünkü Ramazan içerisinde yolcu olan kişiye oruç
tutmamak ruhsat olmakla beraber, tutmak daha efdaldir. Ashabın oruçlarını
açmalarına sebep teşkîl eden, düşmana karşı kuvvetli olma esprisi, Hz.
Peygamber için mevzu bahis değildir. Çünkü oruç, Rasûlullah (s.a.)'ı
zayıflatmaz, kuvvetlendirir, onun şevkim artırır. Visal orucu konusunda
olduğu-gibi, Allah (c.c.) ona yardım edmektedir.
Hadîsin ikinci
bölümünde, Hz. Peygamber'in Arc denilen yerde, oruçlu iken serinlemek
maksadıyla başına su döktüğü ifâde edilmektedir. Hz. Peygamber'in böyle
yapışı; oruçlunun başını yıkamasının caiz olduğunu göstermek için olabileceği
gibi, hararetinden dolayı serinleme ihtiyâcı hissettiğinden dolayı da olabilir.
Rasûlullah'ın bu davranışı, oruçlu olan bir müslümanın susuzluk veya hararetten
kurtulmak için başına soğuk su dökmesinin caiz olduğuna delildir. İçlerinde
Hanefî imamlarından Ebû Yûsuf'un da bulunduğu cumhûr-ı ulemâ bu görüştedir.
Durr'ül-mulıtar adındaki eserde, Hanefî mezhebinde ntüftabih olan görüşün, Ebû
Yûsuf'un görüşü olduğu kaydedilir.
İmâm Azam Ebû
Hanife'ye göre, oruçlunun serinlemek maksadıyla üzerine su dökmesi tenzîhen
mekruhtur. Ebû Hanife'yi bu görüşe sevke-den sebep, bu davranışın ibâdetten
sıkıntı duymaya sebep görünümünde oluşudur. Ayrıca, Hz. Peygamber'in oruçlu
olanı hamama girmekten nehyettiği rivayet edilmiştir. Ebû Hanife, üzerinde
durduğumuz hadîsteki davranışı, bu işin caiz olduğu şeklinde yorumlamıştır.
Oruçlunun, serinlemek
için su dökünmesini kerâhetsiz caiz görenler, Ebû Hanife'nin aklî delilini,
hadîs karşısında gereksiz bulurlar. Hz. Peygamber'in oruçluyu hamama girmekten
nehyettiği hadîsin zayıf olduğunu söylerler. "Hadîs sahîh bile olsa,
aleyhimize delîl olamaz. Çünkü, su dökünmek serinlemek içindir. Hamama gitmek
ise, iyice hararetlenmeye sebeptir" derler.[203]
1. Ramazanda
yolcu olan kişi oruç tutmayabilir.
2. Müslüman,
düşmanlarına karşı kuvvetli olmak için gerekli tedbirleri almalıdır.
3. Oruçlu olan
kişi, serinlemek maksadıyla başına veya bütün bedenine soğuk su dökebilir.[204]
2366.
...Lakît b. Sabra (r.a.)'dan: demiştirki; "Rasûlullah (s.a.); "Oruçlu
olduğun zaman hariç, buruna su verirken suyu iyice çek."[205]
buyurdu."[206]
Bu hadîs-i şerîf, Ebû
Davud'un Kitâb'ut-tahâresinde geçen uzunca bir hadîsin son bölümüdür.[207]
Hadîs-i şerîf; oruçlu
olmayanların abdestte veya güsulde burunlarına su alırken, suyu iyice
çekmelerinin müstehâb, oruçlular için ise, mekruh olduğuna delildir. Çünkü
suyun fazlaca çekilmesi halinde suyun dimağa veya boğaza ulaşması ihtimali
vardır.
Buruna su verirken,
boğaza su kaçması halinde, Ebû Hanife, Mâlik, Müzenî ve bir kavlinde Şafiî'ye
göre oruç bozulur ve kaza icâb eder.
Ahmed b. Hanbel,
Evzâî, İshâk, Nasır ve Şafiî ulemâsına göre, oruç bozulmaz. Bu, unutarak yeyip
içmeye benzer.
Hasen el-Basrî ve
İbrahim en-Nehâî'ye göre, abdest veya gusül farz olmazsa, oruç bozulur. Aksi
halde bozulmaz.
Hattâbî bu hadîsi
şerhederken şöyle der;
"Bu hadîsten
anlaşılan şudur; Dimağa ulaşan su oruçlunun kendi hareketi ile olursa, orucu
bozar. Buna göre, oruçlunun kendi fiiliyle olup da dimağa ulaşan hukne v.s.
gibi şeyler orucu bozar. Vücuda giren şeyin ağız yoluyla veya başka bir yolla
girmiş olması farketmez. Taharette, is-tinşâkın farz olduğunu söyleyenler bu
hadîsi delîl almışlardır. Bunlar derler ki; Eğer istinşâk farz olmasaydı,
ihtiyaten oruçlu olanlar tamamen terk ederlerdi. Böyle olmayışı istinşâkm
(buruna su vermenin) farz olduğuna delildir. Terki caiz olmaz. Ishâk b.
Rahûye'nin mezhebi böyledir."
Hadisin Tirmizî, Nesâî
ve İbn Mâce tarafından yapılan rivayetlerinde, buradaki ifâdeden önce,
"abdesti kemâl üzere alınız," ifâdesi yer almıştır.[208]
1. Oruçlu
olmayanların abdest veya gusûlde burunlarına su verirken iyice çekmeleri
müstehabdır.
2. Bu
davranış, oruçlu olanlar için mekruhtur.[209]
2367.
...Sevbân (r.a.)'dan, Peygamber (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kan alanın da
kan aldıranın da orucu bozulmuştur."[210]
(Ravî) Şeybân rivayetinde
dedi ki; Ebû Kılâbe bana; "Peygamber (s.a.)'in azatlısı Sevbân Ebu Esma
er-Rahabî'ye, bunu bizzat Rasûlullah'tan duyduğunu haber vermiştir." dedi.[211]
Hadîste söz konusu
olan kan alma, hacamat denilen ve özel bir âletle yapılan baştan kan
almadır. "Kan alanın da kan
aldıranın da orucu bozuldu" sözünden Efendimizin maksadı, kan alan ve kan
aldıranın oruçlarının bozulduğunu bildirmek değil» onların oruçlarının
bozulmak üzere olduğunu haber vermektir. Bu ifâde Arapça'da helak olmak üzere
olan için kullanılan "falan helak oldu" tabirine benzer.
"Kadılığa tayın edilen kişi bıçaksız olarak kurban edilmiştir" hadîsi
de bu kabildendir.
Kan aldıranın orucunun
bozulmak üzere olmasına sebep, kan aldırması yüzünden halsizleşmesi gücünün
azalmasıdır. Kan alanın orucunun bozulmak üzere olması da şu yöndendir: Kanı
alan kişi, kan aldıracak olanın başında açtığı yaraya bir borunun ucunu koyar,
diğer ucunu da ağzına alarak emer. Bu emme esnasında boruya gelen kanın
boğazına kaçması ihtimali vardır. Dolayısıyla kan alan kişinin orucunun
bozulma tehlikesi baş göstermiştir. Ama bu, orucun bozulduğunu göstermez.
Tabii bu hadîste mevzû-i bahis olan kan alma, hacamat adı verilen baştan kan
akıtılmasıdır. Günümüzde uygulanan ilmî yollarla damardan kan almanın, kan
alanın orucuna hiç bir zarara olmaz. Kan aldıranın zaafiyetine sebep olacağı
için, hadis sadece onun için geçerlidir.
Ulemânın cumhuruna
göre, kan aldırmak orucu bozmaz. Boğazına kanın kaçmaması şartıyla kan alanın
orucu da bozulmaz. Ancak Mâlik, Şafiî ve Sevrî'ye göre oruçlunun kan aldırması
mekruhtur. Hanefîlere göre mekruh da değildir. Hanefîler Hz. Peygamber
(s.a.)'ın oruçlu iken kan aldırdığım bildiren hadîs-i şerîfe dayanırlar. Ancak
kan aldırmak oruçlunun zayıf düşmesine sebepse, Hanefîlere göre de mekruhtur.
Hz. Ali, Ebû Hureyre,
Atâ, Evzâî, Ahmed, îshâk, Ebû Sevr, İbn Huzeyme, İbnü'l-Münzîr ve İbn Hıbbân
hadîsin zahirine bakarak kan aldırmanın orucu bozacağını söylemişlerdir.
Cumhur, hadîsi yukarıda izah edilidği gibi anlamıştır. Ayrıca bu hadîsin mensûh
olduğu da söylenmektedir.
Hattâbî, hadîsin
anlaşılmasında yukarıda belirttiğimizin yanısıra şu yorumların da bulunduğunu
söylemiştir:
"Hz. Peygamber
(s.a.) "Kan aldıran ve kan alan kişilere akşam uğramış ve kan alan ve kan
aldıran iftar vaktine erdi." manasına olmak üzere buyurmuştur. Nitekim
"Akşam vaktine girdi" manasına "sabaha ulaştı" manasına
ise tabirleri kullanılır.
Peygamber (s.a.) bu
sözüyle, kan alan ve aldıranı azarlamış ve onlara beddua etmiştir. Buna göre
mana; "Onların oruçları bâtıl olmuştur, onlar sanki oruç
tutmamışlardır" demek olur. Hz. Peygamber'in oruç tutan kişiye "O
oruç ta tutmadı, iftar da etmedi" şeklindeki ifâdesi, bu tevcîhin
delilidir.[212]
2368.
...Şeddâd b. Evs (r.a.)';
"O (Şeddâd)
Rasûlullah (s.a.) ile birlikte yürürken..." diye rivayet etti ve bundan
önceki Sevbân hadîsinin benzerini zikretti.[213]
Bu rivayette, belirtildiğine göre; Şeddâd b.
Evs. (r.a.) Rasûlullah (s.a.) ile
birlikte yürürken, Efendimizin kendisine, "Kan alanın da, kan aldıranın da
orucu bozuldu" buyurmuştur. Hadîsin lbn Mâce'deki rivayeti şu şekildedir:
"Şeddâd b. Evs (r.a.) Ramazanın on sekizinci günü Rasûlullah (s.a.) ile
birlikte yürürken, kan almakta olan bir adama uğradı. Rasûlullah (s.a.)
"Kan alanın da kan aldıranın da orucu bozuldu, buyurdu.”
Hâkim'in, Âsim
el-Ahvel, Ebû Kılâbe, Ebi'I-Eş'as es-San'ânî e Şeddâd senediyle yaptığı
rivayete göre, kan aldıran zât, Ma'kıl b. Yesâr'dır.[214]
2369.
...Şeddâd b. Evs (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ramazanın on sekizi geçmişti.
Rasûlullah (s.a.) benim elimi tutmuş bir vaziyette Bakî'de, kan aldırmakta
olan bir adama uğradı ve şöyle buyurdu: "Kan alanın ve kan aldıranın orucu
bozuldu."
Ebû Dâvud dedi ki;
Halid el-Hazzâ' bu
hadîsin bir benzerini Eyyûb'un isnadı ile Ebû Küâbe'den rivayet etmiştir.[215]
Bakî', Üzerinde, ağaç
veya ağaç kökleri bulunan geniş arazi demektir. Medîne kabristanının bulunduğu
yere Bakîu'l-ğargâd denilir.
Kan aldıran zat, önceki
rivayetin şerhinde işaret edildiği gibi, Hâ-kim'in rivayetine göre Ma'kıl b.
Yesâr'dır. Ancak, Ahmed b. Hanbel'in bir rivayetinden kan aldıran zâtın, Şeddâd
b. Evs'in bizzat kendisinin olduğu anlaşılmaktadır. Ahmed b. Hanbel'in işaret
edilen rivayeti şudur; "Şeddâd b. Evs (r.a.) şöyle demiştir:
"Ramazanın on sekizinden sonra ben kan aldırırken Rasûlullah (s.a.) bana
uğrayıp "kan alanın ve kan aldıranın orucu bozuldu" buyurdu."
Ahmed b. Hanbel'in bu
rivayeti ile, Hâkim'in rivâyetindeki farklılık göz önüne alınınca, hâdisenin
iki defa tekrarlandığını söylememiz mümkündür. Çünkü hadîslerin arası ancak bu
şekilde te'lîf edilebilir. Yâni Hz. Peygamber (s.a.), önce kan aldırmakta olan
Şeddâd'a, başka bir zaman da yine kan aldırmakta olan Ma'kıl'a uğramıştır. Kan
alan ve aldıranın orucunun bozulması meselesi bu babın ilk hadîsinin şerhinde
izah edilmiştir.
Ebû Dâvud, hadîsin
sonunda; Bu hadîsin bir benzerini de Eyyûb es-Sahtiyânî'nin isnadı ile, Hâlid
el-Hazzâ'ın Ebû Küâbe'den rivayet ettiğini söylemektedir. İşaret edilen bu
rivayet, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ve Tahâvî'nin Şerhu meâni'l-âsâr'ında
da mevcuttur. Bu rivayette, "Rasûlullah (s.a.) Ramazanda kan aldırmakta
olan bir adama uğradı..." denilmektedir.
Buraya kadar geçen
rivayetler, bir hadîsin dört ayrı rivayetidir. Bunlardan ilki; Yahya b. Kesîr,
Ebû Kılâbe, Ebû Esrhâ ve Sevbân; İkincisi, Yahya, Ebû Kılâbe, Şeddâd; Üçüncüsü,
Eyyûb, Ebû Kılâbe, Ebu'l-Eş'as ve Şeddâd İsnâdları iledir. Görüldüğü gibi bütün
isnâdlarda, Ebû Kılâbe mevcuttur. Ancak o, birincisinde hadîsi Ebü Esmâ'dan;
ikincisinde, Şed-dâd'dan; üçüncü ve dördüncüsünde de Ebû'l-Eş'âs'dan almıştır.
İsnâddaki bu farklılık
hadîsin zaafına değil, kuvvetine delâlet eder. Çünkü Ebû Kılâbe hadîsi dört
ayrı kişiden rivayet etmiş oluyor.[216]
Buraya kadar olan
rivayetlerden, oruçlu iken kan alma ve aldırmanın doğru bir davranış olmadığı
anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.) kan alma ve aldırmanın orucu bozduğunu
söylemiştir. Ancak maksadı, ilk hadîsin şerhinde belirtildiği üzere, orucun
bozulduğunu değil, bozulma tehlikesi ile karşı karşıya geldiğini ifâde
etmektir.[217]
2370. ...Rasûlullah
(s.a.)'in azatlısı Sevbân (r.a.), Peygamber (s.a.)'in;
"Kan alanın ve
kan aldıranın orucu bozuldu" buyurduğunu haber vermiştir.[218]
Hadîsin izahına gerek
görmüyoruz.Çünkü oruçlunun kan aldırmasının hükmü, bâbm ilk hadîsinin açıklamasında
geçmiştir.[219]
2371.
...Sevbân (r.a.)'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;
"Kan alanın ve
kan aldıranın orucu bozuldu."
Ebû Dâvud dedi ki;
Sevbân'ın oğlu, bu
hadîsin benzerini babasından o daMekhûl'den, MekhuVden önceki isimler aynı
kalmak şartıyla rivayet etmiştir.[220]
Ebû Davud'un
ta'Iik'inde geçen, Sevbân'ın oğlu aslında, Sevbân'ın oğlu Sâbit'in oğludur.
Yâni Sevbân'ın torunu Abdurrahman'dır. Musannif; Abdurrahman'ı dedesine nisbet
etmiştir.
Görüldüğü gibi bu
hadîs, lâfız ve manâ itibâriyle, öncekinin aynıdır. Ebû Davud'un hadîsi
tekrarlaması, isnâdındaki farklılıktan dolayıdır, Buna göre; Sevbân (r.a.)'ın hadîsi,
Ebû Davud'a üç ayrı yoldan intikâl etmiştir. Bu isnâdlar, hadîsin metninde
görülmektedir.
Ebû Davud'un
Sünen'inde, kan alan ve aldıranın orucunun bozulduğunu bildiren hadisler
Şeddâd ve Sevbân (r.anhümâ)'dan gelmiştir. Ancak burada olmamakla beraber,
Nesâîde aynı manâyı ifâde eden haberler; Ebû Hureyre, Hz. Aişe, îbn Abbas,
Bilâl, Ebû Musa, Ma'kıl b. Yesâr, Ali b. Ebî Talib, Üsâme b. Zeyd ve
Ebû'd-Derdâ (r.anhüm) tarafından gelmiştir. Tirmizî'de; Rafî b. Hudeyc'den,
İbn Adiyy'de; İbn Ömer ve Ebû Zeyd el-Ensârî'den, Ukaylî'de; İbn Mesûd'dan,
Bazzâr'da da Semûre'den (r.anhüm) aynı manaya gelen rivayetler bulunmaktadır.[221]
2372. ...İbn
Abbâs (r.a.)'dan rivâye tedüdiğine göre, Rasûlullah (s.a.) oruçlu iken kan
aldırmıştır.[222]
Ebû Dâvûd der ki:
Vüheyb b. Halid bu hadîsin benzerini aynı isnadla Eyyûb'dan, Cafer b. Rabîa ve
Hişam yani İbn Hassan da İkrime vasıtasıyla İbn Abbas'dan rivayet etmişlerdir.[223]
Bu ve bu bâbda gelecek
diğer hadîsler, oruçluyken hacamat aletiyle kan aldırmanın caiz olduğunu ve bu
hareketin orucu bozmayacağını göstermektedir. Bundan önceki babın ilk hadîsinin
açıklamasında ifâde edildiği gibi, ulemânın cumhuru bu görüştedir. Yine orada
geçtiği gibi bazı âlimler oruçlu iken kan aldırmanın orucu bozmamakla beraber
mekruh olduğunu söylerken, bazılanda kerâhati zaafa bağlamışlardır. Yânî, kan
aldırmak oruçluyu zayıflatacak, halsiz kalmasına sebep olacaksa mekruh, aksi
halde mekruh değil demişlerdir. Bu görüş Hanefîlere aittir.
Cumhûr-ı ulemâ bundan
evvelki bâbda geçen ve kan aldırmanın orucu bozacağını bildiren hadisin mensûh
olduğunu söylemişlerdir. Bu hadîsin neshine delâlet eden haberler şunlardır:
Dârekutnî, Ebû Saîd
el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir;
"Rasûlullah
(s.a.) oruçlunun öpmesine ve hacamat âleti ile kan aldırmasına ruhsat
verdi."
Dârekutnî bu hadîsin
bütün ravîlerinin güvenilir kişiler olduklarını söyler.
Yine Dârekutnî, Enes
b. Mâlik (r.a.)'ın şu sözlerini nakleder:
"Oruçlunun kan
aldırmasının mekruh görülmesi ilk önce Cafer b. Ebî Tâlib için olmuştur.
Rasûlullah (s.a.) ona, kan aldırırken uğramış ve bu ikisi yânî kan alan ve
aldıranın oruçları bozuldu buyurmuş sonra ise, oruçlunun kan aldırmasına ruhsat
vermiştir."
Görüldüğü gibi bu
haberin her ikisinde de, Hz. Peygamber'in oruçlunun kan aldırmasına ruhsat
verdiği ifâde edilmektedir. Bir şey yasaklandıktan sonra, ona ruhsat verilmesi
yasaklanan şeyin neshedilmiş olduğunu gösterir.
İbn Abbâs (r.a.)'dan
gelen şu haber de, yukarıdaki hadîsî nesheden haberler arasındadır:
"Rasûlullah (s.a.) oruçlu ve ihramh iken kan aldırdı."
İbn Abbâs, ihramh
olarak veda haccında Peygamber efendimizle beraber olmuştur. Kan aldırmanın
orucu bozduğunu bildiren hadîs ise Mekke fethi esnasında vârid olmuştur ki,
İbn Abbâs'ın hadîsi daha sonradır.
Cumhurun, hacamatın
orucu bozmadığına dâir karşı delillerinden birisi de Tahâvî'nin, zikrettiği şu
haberdir: Hz. Peygamber (s.a.), kan aldırırken gıybet etmekte olan iki şahsa
uğrayıp; "Kan alan ve aldıranın oruçları bozuldu" buyurmuştur.
Efendimizin bu sözlerinin sebebi kan alma değil, gıybettir.
Tahâvî şöyle der:
"bu manâ doğrudur. Onların oruçlarının bozulması yeme içme yoluyla
bozulması gibi değil, gıybetleri yüzünden ecrinin yok olmasıdır. Bu,
"yalan orucu bozar" denilmesine benzer. Bundan murâd, kazayı
gerektiren bozulma değil, sevabın zâyî' olmasıdır."
Ebû Davud'un tâ'liki,
İbn Abbâs hadîsinin çeşitli yollardan geldiğine işaret içindir.[224]
Oruçlu iken kan
aldırmak orucu bozmaz.[225]
2373. ...îbn
Abbâs (r.anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) ihramda oruçlu
iken hacamat aleti ile kan aldırmıştır.[226]
Hadîs-i şerifte, Hz. Peygamber'in
hem ihramlı hem de oruçlu iken kan aldırdığı ifâde edilmektedir. Şafiî ve Îbn
Abbilberr bu
hadisenin, veda haccı esnasında olduğunu kaydederler.
Hadîsteki ifâdeden,
Rasûlullah'ın, seferde iken oruçlu olduğu anlaşılmaktadır. Zira, yolcu olmadan
ihramlı olması mümkün değildir. Hz. Peygamber'in yolculuk esnasında nafile
oruç tutmayı hoş görmediği göz önüne alınarak bu hadîste bir müşkil olduğu
söylenmiştir. Hadîsin, Buhârî ve Ahmed b. Hanbel'deki rivayetlerinde,
"Rasûlullah (s.a.) oruçlu iken kan aldırdı. Rasûlullah ihramlı iken kan
aldırdı" denilmektedir. Bu rivayet hâdîsenin iki defa tekerrür ettiğine
delâlet eder. Buna göre Efendimizin, ayrı ayrı zamanlarda olmak şartıyla hem
oruçlu iken hem de ihramlı iken kan aldırmış olduğu ortaya çıkıyor. Bu rivayet
de üzerinde durduğumuz hadîsteki müşkîli kuvvetlendirmektedir.
Ancak yine Buhârî ve
Müslim'ce Hz. Peygamber'in sefer esnasında oruç tuttuğunu bildiren hadîsler
vardır. İşaret edilen hadîste "Aramızda Rasûlullah (s.a.) ve Abdullah b.
revâhâ'dan başka oruçlu olan yoktu" Duyurulmaktadır. Ebû Dâvud'da geçen
2365 numaralı hadîste de, Rasûlullah'ın, Mekke fethi seferinde, düşman
karşısında kuvvetli olmaları için ashabına oruçlarını açmalarını emredip
kendisinin ise, oruca devam ettiği bildirilmektedir.
Bu bâbîn ilk rivayeti
ile Bûhâri ve Müslim'deki haberlerden anlaşılmaktadır ki; Îbn Abbâs'ın bu
hadîsinin dört vechi vardır; Bunlar;
1. Hz.
Peygamber (s.a.) ihramda iken kan aldırmıştır. Bu, Buhârî ve Müslim'in
rivayetleridir.
2. Efendimiz
,oruçlu iken kan aldırmıştım. Bu, üzerinde durduğumuz babın ilk hadîsinde
görülmektedir.
3.
Rasûlullah ayrı ayrı zamanlarda olmak üzere hem oruçlu, hem de ihramlı iken kan
aldırmıştır. Bu da Ahmed b. Hanbel ve Buhârî'deki rivayettir.
4. Hem
oruçlu hem de ihramlı olduğu halde kan aldırmıştır.Bu da üzerinde durduğumuz
rivayette görülmektedir. Rivayet bu şekliyle; Tirmizî, İbn Mâce, Tahâvî ve
Beyhâkî'de de mevcuttur. Tirmizî bu hadîs için "hasen-sahîh"
demektedir.
Ahmed b. Hanbel,
Tavus, Atâ, Saîd b. Cübeyr gibi İbn Abbas'ın ashabına göre, Hz. Peygamber'in
kan aldırırken oruçlu değil, sadece ih-râmlı olduğunu söyler.[227]
1. Oruçlu
iken kan aldırmak orucu bozmaz.
2. İhrâmda
iken kan aldırmak, saç kesmemek şartıyla caizdir, saç kesilirse onun cezası
gerekir.[228]
2374.
...Abdurrahman b. Ebî Leylâ, Rasûlullah (s.a.)'ın ashabından bir zâtın şöyle
dediğini rivayet etmiştir; Rasûlullah (s.a.) ashabına şefkat olarak (oruçlu
iken) kan aldırmayı ve iftar etmeden üst üste oruç tutmayı men' etti, ama bu
iki şeyi devamlı haram kılmadı. Ashâb Rasûlullah'a;
Yâ Rasûlallah sen
orucu sahura kadar uzatıyorsun, dediler.
"Ben sahura kadar
uzatırım; ama Rabbim bana yedirir ve içirir", buyurdu.[229]
Hadîs-i şerîfte, Hz. Peygamber'in
iftar etmeden peşi peşine iki-uç gün oruç tutmayı ve kan aldırmayı müslümanlara
nehyettiği bildirilmektedir. Bu; efendimizin ümmetine olan şefkatinin
eseridir. Peşi peşine oruç tutma meselesi "visal orucu" konusunda
işlenmiştir. Hadîsin kan aldırmaya delâleti, oruçlunun kan aldırmasının caiz
olduğu yönüyledir.[230]
2375.
...Enes (b. Mâlik r.a.)' şöyle demiştir: Biz (sahâbîler) oruçlu iken kan
aldırmayı, sadece meşakkate düşmemek için (meşakkatten korkarak) terkederdik.[231]
Bu eser, ashâb-ı kiramın oruçlu iken kan aldırmaktan
kaçınmalarının sebebinin, hacamatın yasak oluşu değil, meşakkate düşmek korkusu
olduğunu ifâde etmektedir. Buna göre zayıflaması, halsizleşmesi söz konusu
olan oruçlunun kan aldırması mekruh olmaktadır. Ama böyle bir korkusu olmayan
için kerahet söz konusu değildir. Bu, Hanefî mezhebinin görüşüne uygun
düşmektedir.
Hz. Enes'in bu sözüne
benzer eserler başka sahabîlerden de gelmiştir. Şu haberler bunlardan
bâzılarıdır:
Ebû Saîd el-Hudrî
(r.a.) şöyle der;
"Biz oruçlunun
kan aldırmasını ancak zaaf yüzünden men' ettik.[232]
İbn Abbas (r.anhümâ):
"Ben, oruçlunun
kan aldırmasını sâdece zaafa düşmesi korkusuyla kerih görürüm."[233]
İmâm Mâlik de
Muvatta'da şöyle der:
"Oruçlu için kan
aldırmak ancak zayıflaması korkusuyla mekruh olur. Eğer bu korku olmasa mekruh
değildir. Bir kimse Ramazanda kan aldırır ve orucu bozmazsa, ona kan aldırdığı
günün orucunu kâza etmesini emretmeyiz. Çünkü, oruçlunun kan aldırmasının
mekruh oluşu orucun tehlikeye düşmesi dolayısıyladır."
Bu eserin Buhârî'deki
rivayeti şöyledir:
Sabit el-Bünânî şöyle
demiştir:
"Enes b. Mâlik
(r.a.)'e; Siz oruçlunun kan aldırmasını mekruh görür mü idiniz? diye soruldu.
"Zayıflaması korkusu olmazsa, hayır" dedi."[234]
Oruçlunun kan
aldırması, onun halsizleşmesine,zayıflamasına sebepse mekruhtur. Değilse mekruh
değildir.[235]
2376.
...Peygamber (s.a.)'in ashabından birisi, "Rasûlullah şöyle buyurdu'
'demiştir:
"(Kasıtlı olmadan)
kusanın, ihtilâm-olanın ve kan aldıranın orucu bozulmaz."[236]
Hadîsin senedinde
sahâbînin ve hadîsi ondan işiten tâbiînin
isimleri zikredilmemiştir.
Adı anılmayan sahâbînin Ebû Saîd el-Hudrî, tabiînin de Atâ b.
Yesâr olduğu Tirmizî'deki rivayetten anlaşılmaktadır.
Münzîri, bu hadîsin
hem bu hem de başka senedle yapılan rivayetinin sabit olmadığını söyler.
Tirmizî de bu konudaki
hadîsi, Ebû Saîd el-Hudrî'den şu manâya gelecek şekilde rivayet ettikten sonra,
bunun mahfuz olmadığını söyler.
Rasûlullah (s.a.);
"Üç şey oruçlunun orucunu bozmaz: Kusmak, kan aldırmak ve ihtilâm
olmak."
Dârekutnî'nin rivayeti
de Tirmizî'ninki gibidir.
Tirmizî şunları da
kaydeder:
"Abdullah b.
Zeyd, Abdülaziz b. Muhammed ve daha başkaları, bu hadîsi Zeyd b. Eslem'den
mürsel olarak rivayet etmişler. Ebû Saîd el-Hudrî'yi anmamışlardır. Abdurrahman
b. Zeyd b. Eşlem hadîs rivayetinde zayıf sayılır."
Beyhâkî de Abdurrahman
b. Zeyd'in kuvvetli olmadığını söyledikten sonra, doğrusunun Süfyân es-Sevrî ve
başkalarının Zeyd b. Eslem'den onun bir arkadaşından, onun da ashabdan
birisinden yaptığı rivayet olduğunu söyler. Bu rivayet, Ebû Davud'un
rivayetidir.
Hadîste kusma, kan
aldırma, ve ihtilâm olmanın orucu bozmadığı ifâde edilmektedir. Hattâbî;
"Eğer bu hadîs sabit ise, kusmadan maksad, kasdi olmayan kusmadır. Fakat
hadîsin isnadında bilinmeyen bir adam var. Bu hadîsi Abdurrahman b. Zeyd b.
Eşlem babası kanalıyla Atâ b. Yesâr'dan o da Ebû Saîd el-Hudrî vasıtasıyla
Rasûlullah'dan rivayet etmiştir. Fakat, hadîsciler Abdurrahman'ın zayıf
olduğunu söylerler," der.
Kasdî kusmanın orucu
bozup bozmayacağına dâir geniş açıklama ileride gelecektir. Kan aldırmanın
hükmü ise, daha önce geçmiştir.
Bu bab başlığı,
ihtilâm olmanın orucu bozmayacağına tahsis edilmiştir, thtilâm uykuda ve
şahsın kendi arzusu ile vuku' bulmadığı için, orucu bozmaz. Ancak guslü
gerektirir.[237]
Oruçlunun kendi kasdı
olmadan kusması, kan aldırması ve ihtilam olması orucu bozmaz.[238]
2377.
...Abdurrahman b. Nûman b. Ma'bed b. Hevze'nin babası vasıtasıyla dedesi
Ma'bed b. Hevze b. Kays b. Ubâde el-Ensârî (r.a.)'den rivayet ettiğine göre,
Rasûlullah (s.a.); uykudan önce misk karıştırılmış ismid ile sürme çekmeyi emretmiş
ve; "oruçlu ondan sakınsın" buyurmuştur.[239]
Ebû Dâvud dedi ki;
"Yahya b. Maîn
bana, sürme hadîsini kastederek "o münkerdir" dedi."[240]
İsmid, siyah renkte,
sürme için kullanılan bir taştır.Bu hadîsde, Hz. Peygamber'in sürmeyi teşvik ettiği
ancak oruçlunun sürme çekmesini nehyettiği görülmektedir.
Bu hadîs, bizzat
Musannifin da işaret ettiği gibi, münker’dir. Çünkü râvîlerden Abdurrahman ve
babası Nu'man zayıftırlar. Ancak sürme çekmeyi teşvik eden başka hadîsler
vardır. Misal olarak bir kaçının tercemesini nakledelim:
İbn Mâce'nin
rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Siz ismidle sürme
çekmeye devam ediniz. Çünkü o gözü parlatır, saç bitirir."
Beyhâkî îbn Abbas'dan
şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.)'in sürmeliği vardı, her gece üç
kere bir gözüne üç kere de diğer gözüne sürme çekerdi."
Yine Beyhâkî'nin İbn
Abbas'dan rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) "sürmelerinizin en iyisi
ismiddir. O gözü parlatır, saç bitirir," buyurmuştur.[241]
Şüphesiz Hz.
Peygamber'in, sürmeyi bu kadar tavsiye etmesi boşuna değildir. Onun birtakım
faydalan vardır. Şerhlerde belirtilen faydalan şöyle özetlemek mümkündür:
Sürme gözü
kuvvetlendirir. Misk ile karışık olanı, göz sinirlerini kuvvetlendirir. Gözü
temizler, gözde toplanan etleri giderir. Gözü parlatır. Balla karıştırılarak
çekildiği takdirde baş ağrısına şifâdır. Hasılı, sürme ister sâde olsun, ister
misk veya süzme balla karışık olarak kullanılsın, göz için son derece
faydalıdır.
Yukarıda da işaret
edildiği gibi, bu hadîse göre Hz. Peygamber oruçlunun sürme çekmesini
nehyetmiştir. Bu, sürmenin orucu bozduğu sonucunu doğurur. İbn Ebî Leylâ,
Süleyman et-Teymî, Mansûr b. el-Mu'temir ve İbn Şübrûme bu görüşü
benimsemişlerdir. Bunlar bu hadîsin yanısıra, Buhârî'nin muallâk olarak, Beyhâkî
ve Dârekutnî'nin de mevsûl olarak İbn-i
Abbas'dan rivayet ettikleri "oruç (bedene) girenden,
abdest çıkandan bozulur," manâsına gelen hadîsi de görüşlerine delîl
alırlar. Ancak bu hadîste zayıftır. Çünkü senedinde, Fazl b. el-Muhtar ve Ibn
Abbas'ın azatlısı Şû'be vardır. Bunların her ikisi de zayıftırlar.
Süfyân es-Sevrî ve
İshâk b. Rahûye'ye göre oruçlunun sürme çekmesi orucu bozmaz, fakat mekruhtur.
Malikîlere göre, sürme
boğaza ulaşırsa, kullanılması haramdır. Oruç bozulur ve kaza icâb eder. Boğaza
ulaşıp ulaşmadığında şüphe edilmesi halinde mekruh olur.
Hanefî ve Şafiî
mezheplerine göre,, oruçlunun sürme çekmesi caizdir. Sürmeyi çeken sürmenin
tadını boğazında hissetse bile orucu bozulmaz. Atâ b. Ebî Rebâh, Hasen
el-Basrî, Nehâî, Evzâî, Eb.û Sevr, Enes b. Mâlik, İbn Ömer ve İbn Ebî Evfâ da
bu görüştedirler.
Bu görüşte olanların
dayandıkları hadîsler de şunlardır:
İbn Mâce'nin Hz.
Aişe'den rivayetine göre; Rasûlullah (s.â.) ramazanda oruçlu iken sürme
çekmiştir.
Tirmizî'nin Enes b.
Mâlik'ten yaptığı bir rivayet de şöyledir:
Bir adam Hz. Peygamber
(s.a.)'e gelip. "Gözüm rahatsızlaştı, ben oruçlu iken sürme çekeyim,
mi?" dedi. Rasûlullah (s.a.) "evet" buyurdu.
Beyhâkî'nin Ebû
Râfiî'den rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.) oruçlu ike ngözüne sürme çekmiştir.[242]
Şunu belirtmek gerekir
ki cumhurun delili olarak buraya aldığımız bütün hadîsler de zayıftırlar. Çünkü
İbn Mâce'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadîsin senedinde, Saîd b. Ebî Saîd
ez-Zebîdî vardır ve bu kişi meçhuldür. İmâm Nevevî, Mühezzeb Şerhinde;
"Bütün hadîs hafızları, (hadîsin râvîlerinden olan) Bakiyye'nin mechûl
kişilerden yaptığı rivayetlerin merdûd olduğunda hemfikirdirler" der.
Tirmizî'den nakledilen
ikinci hadîs için bizzat Tirmizî kendisi, "Enes hadîsinin isnadı kuvvetli
değildir. Bu konuda Hz. Peygamber'den nakledilen sahîh bir şey yoktur"
demektedir.
Beyhâkî'den alınan son
hadîs için de Ebû Hatîm; "Bu hadîs münkerdir" tâbirini kullanır.
Görüldüğü gibi bu
konudaki hadîslerin hepsi az veya çok tenkîde uğramaktadır. Fakat, oruçlu için
sürme çekmenin mahzuru olmadığına delâlet eden hadîsler çok olduğu için,
biribirlerini takviye ederler. Üstelik birşeyi aslı üzere bırakmak esâstır.
Orucun bozulduğunu ifâde eden sarîh bir şey olmadığına göre, onun devamına
hükmedilmesi daha isabetlidir. Sürme çekmenin orucu bozduğuna işaret eden
hadîslerin ikisi de zayıftır. Sahîh oldukları kabul edilirse; bu bâbdaki
hadîsin mendupluğu gösterdiğine hükmedilir. Yânî, "oruçlunun sürme
çekmemesi mendûptur" denilir, îbn Abbas'dan rivayet edilen ve orucun vücûda
giren şeylerle bozulduğunu ifâde eden hadîsin de, "sürmenin dışında
vücûda giren şeylerle..." şeklinde kayıtlanması mümkündür. Çünkü bizâtihî
Hz. Peygamber, oruçlu iken sürme çekmiştir.[243]
2378. ...Ubeydullah b. Ebî Bekir b. Enes, Enes b. Mâlik (r.a.)'dan,
onun, oruçlu iken sürme çektiğini, rivayet etmiştir.[244]
Bu eser; oruçlunun,
gündüz sürme çekmesinin caiz olduğu görüşünde olanlar için delildir. Çünkü Enes
(r.a.)'in, böyle bir konuda kendi aklı ile hareket etmesi mümkün değildir.
Yaptığı işte, mutlaka Rasûlullah'dan duyduğu bir şeye dayanmıştır.[245]
2379.
...el-A'meş (Süleyman b. Mihran) demiştir ki: Ashabımızdan, oruçlunun sürme
çekmesini mekruh gören hiç kimse görmedim. İbrahim (en-Nehâî) oruçlunun sabırla
sürme çekmesine ruhsat verirdi.[246]
A'meş'in;
"ashabımız dediği zâtlar, Muhaddisler ve fakihlerdir.
Sabr; bir sürme
maddesidir.
İbrahim en-Nehâî
"sabr" denilen madde ile sürme çekmeyi caîz gördüğüne göre, ismid
denilen taş ile sürme çekmenin de caîz olması gerekir. A'meş, buna işaret için,
Nehâî'nin görüşünü nakletmiştir.[247]
2380. ...Ebû
Hureyre (r.a.) "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir:
"Oruçlu iken
istemiyerek kusan kimseye kaza gerekmez. (Ama) Kendi isteği ile kusarsa,
orucunu kaza etsin."[248]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bu hadîsin benzerini Ha/s b. Ğıyâs, Hi-şâm'dan rivayet etmiştir."[249]
İstenmeyerek kusmaktan
maksad, kişinin herhangi bir dahli olmadan, kusmuğun kendi kendine gelmesidir.
Kendi isteği ile kusmak, parmak atma vesaire gibi bir yolla isteyerek kusmaktır.
Bu hadîs-i şerif,
mutlak olarak az veya çok, kendi kendine gelen kusmuğun orucu bozmadığına,
istenilerek getirilenin ise, orucu bozduğuna delâlet etmektedir. Biz önce,
kasdî ve iradî olmayan kusmayı inceleyeceğiz:
Kendi kendine gelip de
önlenemeyen kusma dört mezhebe göre orucu bozmaz. Ağıza gelen kusmuğun geriye
gitmesi halinde oruç bozulur ve kaza icâb eder. Ancak Hanefî imamlarından Ebû
Yûsuf'la Muhammed arasında şu tafsilât göze çarpmaktadır:
Ebû Yûsuf, geriye
giden kusmuğun ağız dolusu olması halinde orucun bozulduğuna hükmeder. İmâm
Muhammed ise, geriye giden kusmuğun azlığına çokluğuna değil, geriye gidiş
sebebine bakar. Muhammed'e göre kusmuk geriye kendi kendine giderse orucu bozmaz.
Kişi yutarsa, o zaman orucu bozulur. Bu izahın ışığı altında, istifra eden bir
oruçlunun kusmuğunun geriye gitmesi konusunda şu dört hâlin olabileceği
düşünülür:
1. Kusma
ağız dolusundan azdır ve kişinin müdahalesi olmadan kendi kenidne geriye gider.
Bu durumda hem Ebû Yûsuf hem de Muhammed'e göre oruç bozulmaz.
2. Kusmuk
ağız dolusu olmaz fakat kişi içeriye kendisi iade ederse, yâni yutarsa, oruç
Ebû Yûsuf'a göre bozulmaz, Muhammed'e göre bozulur.
3. Kusmuk
ağız dolusu olur ve içeriye kendi kendine giderse, İmâm Ebû Yûsuf'a göre orucu
bozar, Muhammed'e göre bozmaz.
4. Kusmuk
ağız dolusu olur ve içeriye kişinin isteği ile iade edilirse, her iki imâma
göre de oruç bozulur.
Yukarıda işaret
edildiği gibi kusmak sebebiyle oruç bozulursa, sadece kaza gerekir.
Hadîs-i şerifin
devamında da yine mutlak olarak, kasden istifra etmenin orucu bozup kazayı
gerektirdiği ifâde edilmektedir. Ulemânın cumhuru bu görüştedir. Ancak önceki
meselede olduğu gibi burada da Ebû Yûsuf'la Muhammed'in görüşleri arasında
bazı farklar göze çarpmaktadır. Şöyleki;
Kasdî kusma ağız
dolusu ise, ittifakla orucu bozar ve kazayı gerektirir.
Ağız dolusundan az
olur ve içeriye kendi kendine giderse, İmâm Muhammed'e göre orucu bozar, Ebû Yûsuf'a
göre bozmaz. Ağız dolusundan az olan kusmuk bile bile yutulursa, hem Ebû Yûsuf
hem de Muhammed'e göre orucu bozar. Ebû Yûsuf'tan diğer bir rivayete göre ise
oruç bozulmaz.
Bu anlattıklarımız,
kusmuğun yemek, su veya safra olması halindedir. Balgam olduğu takdirde nasıl
gelirse gelsin, orucu bozmaz.
İsteyerek kusmak, Atâ
ve Ebû Sevr'e göre orucu bozar ve keffâreti gerektirir. Ancak bu görüşün delili
yoktur.
İbn Mesûd, İkrime,
Rabîâ ve Kâsım'a göre, kusmuk ister kendi kendine gelsin, ister kişinin isteğiyle
olsun, geriye birşey gitmediği takdirde orucu bozmaz. Bunlar, Tirmizî'nin Ebû
Saîd el-Hudrî'den merfû' olarak rivayet ettiği "üç şey orucu bozmaz; kan
aldırma, kusma ve ihtüâm olmak", manâsındaki hadîse dayanırlar. Ancak bu
hadîs, delîl olacak kadar sıhhatli değildir. Çünkü senedinde, Abdurrahman b.
Zeyd b. Eşlem vardır ki o, zayıftır. Bunun için Tirmizî, "bu hadîs mahfuz
değildir" demiştir.
Bu görüşler arasından
en kuvvetlisi cumhurun görüşüdür. Gerçi cumhura delîl olan bu (üzerinde
durduğumuz) hadîs tenkide uğramıştır ama bu manâyı takviye eden eserler vardır,
meselâ;
İmâm Mâlik ve İmâm
Şafiî, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet ederler; "Oruçlu iken kendi
isteği ile kusan kişiye kaza gerekir. Kend isteği olmadan kusana ise, kaza
yoktur."
Hattâbî, oruçlu iken
bile bile yemeyi isteyerek kusmanın sadece kazayı gerektirdiğim söylemiştir.
Ancak yeri gelince izah edileceği üzere bu, bütün ulemânın ittifak ettiği
birşey değildir. Meselâ Hanefîlere göre, kas-den yeme-içme hem kazayı hem de
keffâreti gerektirir.[250]
Hadîse göre, kişinin
kendi gayreti olmadan kusması orucu bozmaz, isteyerek kusması ise, orucu bozar
ve kazayı gerektirir.[251]
2381. ...Ma'dân
b. Talha'dan rivayet edildiğine göre, Ebü-d-Derdâ ona, Rasûlullah (s.a.)'ın
(kendi isteği olmadan) istifra edip, orucunu açtığını haber vermiştir.
Ma'dân şöyle der:
Dimeşk mescîdinde
Peygamber (s.a.)'ın azatlısı Sevbân (r.a.)'la karşılaşıp kendisine;
Ebû-d-Derdâ bana,
Rasûlullah (s.a.)'ın, istifra edip, orucunu açtığını haber verdi dedim.
Doğru söylemiş, ona
abdest suyunu da ben döktüm, dedi.[252]
Dimeşk, bugün Şam
denilen şehrin adıdır. Ma'dân b. Talha'nın Dimeşk mescidinde Sevbân'la
karşılaşınca, Ebû-d-Derdâ'nın kendisine verdiği haberi söylemesi, haberin
sıhhatini tahkîk içindir. O ana kadar bilgisinin, Ebû-d-Derdâ'nm bildirdiğinin
aksine olduğu için haberin sıhhatini araştırmak istemiş olması mümkündür.
Bu hadîsin zahiri,
kişinin kendi isteği olmadan kusmasının, orucu bozacağı izlenimini
vermektedir. Çünkü Hz. Peygamber istifra ettikten sonra, yemek yemiştir. Buna
göre, bu hadîsle önceki hadîs arasında bir tezat ortaya çıkmaktadır.
Bu meseleyi Tirmizî şu
şekilde izah etmektedir:
"Hz. Peygamber
nafile oruç tutmakta idi. İstifra edip halsiz kaldı, onun için, yemek
yedi."
Bu izaha göre, Hz.
Peygamber'in yemesine sebep, istifrâsmdan dolayı orucunun bozulması değil,
halsiz kalmasıdır. Bu durumda hadîsler arasında bir tezat olmadığı ortaya
çıkar.
Peygamber (s.a.)'in
azatlısı Sevbân, Rasûlullah istifra ettikten sonra onun eline su döktüğünü
söylemiştir. Döktüğü suyun abdest suyu olması muhtemel olduğu gibi, elini ve
yüzünü yıkamak için alması da muhtemeldir. Çünkü kelimesinin her iki manâya da
ihtimâli vardır. Vedû'-nun, abdest suyu için kullanılması şer'î manasıdır.
Terceme buna göre yapılmıştır. Diğeri ise lüğâvî manâsıdır.
Ebû Hanife, Ahmed b.
Hanbel, tshâk b. Rahûye, tbnü'l-Mübârek ve Sevrî bu hadîs ile istidlal ederek
kusmanın abdesti bozduğuna hükmetmişlerdir. İmâm Şafiî ise, Sevbân'ın döktüğü su
ile Hz. Peygamber'in sadece el ve yüzünü yıkadığını, dolayısıyla kusmanın
abdesti bozduğuna delâlet etmediğini söyler. Buna göre Şafiî, Hz. Peygamber'in
abdest aldığının kabulü halinde, bu abdestin müstehâb olmak üzere alındığını
söyler. Aliyyü'1-Kârî, Mirek'ten naklen bu ikinci izâhm daha muvafık olacağını,
çünkü bir şeyi şer'î manâsıyla almak mümkünken lügâvî manâya gidilmeyeceğini
söyler.[253]
2382.
...Aişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) oruçlu iken öper ve
kucaklardı. Ama o nefsine (herkesten) daha çok sahipti."[254]
"Kucaklardı"
diye terceme ettiğimiz kelimenin kökü dir.Bu kelime esâg olarak, teni tene
değdirmek, demektir. Tenasül organlarının biri birine dokundurulmasına da
"fahiş mübâşere" denilir. Kur'an-ı Kerîm'de bu kelime, cinsî temas
karşılığında kullanılmıştır. Burada kastedilen ilk manâ olmalıdır.
Hadîs-i şerîf,
oruçlunun karışım öpmesinin veya onu çıplak veya giyinmiş olarak
kucaklamasının orucunu bozmadığına delâlet etmektedir. Ancak bu, men'înin
gelmemesi ile kayıtlıdır. Hz. Aişe'nin Peygamber (s.a.) için "ama o
nefsine herkesten daha çok sahipti" demesi, bu hükmün sadece Hz.
Peygamber'e ait olmasını gerektirmez. Nitekim, İmâm Mâlik'in, Muvatta'ında Atâ
b. Yesâr'dan rivayet ettiği şu haber de buna delâlet etmektedir:
"Bir adam
ramazanda oruçlu iken karısını öptü. Bundan son derece zevk duydu. Bunun
hükmünü sorması için hanımım gönderdi. Kadın Rasûlullah (s.a.)'m hanımı Ümmü
Seleme (r.anhâ)'mn yanına girip durumu anlattı. Ümmü Seleme, Hz. Peygamberin de
oruçlu iken hanımlarını öptüğünü haber verdi. Kadın dönüp meseleyi kocasına
anlattı. Bu durum o adamın endişesini artırdı ve;
Biz Rasûlullah (s.a.)
gibi değiliz. Allah; Rasûlüne dilediğini helâl kılar, dedi.
Kadın tekrar Ümmü
Seleme (r.anhâ)'ya döndü. Hz. Peygamber'i yanında buldu.
Hz. Peygamber;
Bu kadın ne istiyor?
dedi.
Ümmü Seleme meseleyi
anlattı.
Hz. Peygamber;
Benim de aynı şeyi
yaptığımı söylemedin mi?
Söyledim, ama kadın
kocasına gidip haber vermiş, adamın endişesi iyice artmış. Biz Rasûlullah
(s.a.) gibi değiliz. Allah, Rasûlüne dilediğini helâl eder, demiş.
Peygamber (s.a.)
öfkelenmiş ve;
"Vallahi ben,
Allah'tan en çok çekineniz ve hadlerini en iyi bileninizim, buyurmuştur."
Her nekadar bu haberin
Muvatta'daki rivayeti mürsel ise de, Abdür-rezzâk, Musannef inde ve Ahmed b.
Hanbel, Müsned'inde mevsûl olarak rivayet etmişlerdir.
İbn Abdi'1-berr, bu
haberle ilgili olarak şöyle der:
"Bunda, genç
olsun ihtiyar olsun, oruçlu iken erkeğin karısını öpmesinin caiz olduğuna
delâlet vardır. Çünkü Hz. Peygamber kadına, kocasının genç mi yoksa ihtiyar mı
olduğunu sormamıştır. Eğer genç ve ihtiyar arasında bir fark olsaydı,
Rasûlullah sorardı. Çünkü o Allah'ın hükmünü beyân etmekle görevlidir. Âlimler,
oruçlunun hanımını öpmesinin bizatihi mekruh olmadığında hem fikirdirler. Onu
mekruh görenler daha ileriye götüreceğinden korkarak mekruh görmüşlerdir. Ben,
öpmeyi caiz görüp de işi daha ileriye götürmemeyi şart koşmayan hiç bir kimseyi
bilmiyorum. Öpmenin, orucunu bozacak sonuçlar doğuracağını bilen kimsenin
bundan kaçınması gerekir."
ilim adamlarının büyük
çoğunluğu, oruçlunun karısını Öpmesinin kerâhetsiz caiz olduğu görüşündedirler.
Sahâbî ve tâbiînlerin çoğunun yanı-sıra, Hanefî âlimleri, Ahmed b. Hanbel,
İshâk b. Râhûye ve Dâvud ez-Zâhirî bu görüştedir. Ancak Hanefîlere göre; oruçlu
olan kimse menîsinin gelmesi veya işi cinsî temasa götürmesi konusunda
nefsinden emîn olmazsa, hanımını öpmesi mekruhtur. Aynı şekilde hanımının
dudaklarını emerek öpmek veya tenasül organları biri birine dokunarak çırıl
çıplak kucaklaşmak da mekruhtur.
İmâm Şafiî, Süfyân
es-Sevrî ve Evzâî de, öpme konusunda gençle ihtiyarı farklı olarak ele
almışlar, bunun gençler için mekruh, ihtiyarlar için kerâhatsiz mübâh olduğunu
söylemişlerdir. İmâm Mâlik'den gelen bir rivayet de böyledir.
Nevevî, Müslim
Şerhi'nde bu konuda şöyle der;
"Şafiî ve ashabı,
öpmenin şehveti kabarmayan oruçlu için haram olmadığını söylemişlerdir. Amâ
evlâ olanı, öpmemesidir. Öpmenin oruçluya mekruh olduğu söylenemez. Âlimler; Hz.
Aîşe'nin bunu Rasûlûllah'ın yaptığını haber vermesine rağmen, öpmenin evlâ
olana muhalîf olduğunu söylerler. Çünkü, Hz. Aîşe'nin de belirttiği gibi, Hz.
Peygamber öpmeden ileri bir davranışa girmemekte kendisine güvenir, fakat
başkaları böyle olmayabilir. Ama, öpmek bir kimsenin şehvetini tahrik ediyorsa,
bizim ashabımıza (Şâfiîlere) göre, onun öpmesi haramdır. Tenzîhen mekruh olduğu
da söylenir."
İmâm Mâiik'in meşhur
görüşüne göre; oruçlunun hanımını Öpmesi kendinden emîn olursa mekruh, olmazsa
haramdır. İbn Vehb, İmâm Mâ-lik'ten, nafile oruçlarda bunun mübâh olduğunu
nakleder.
İbn Hâcer'in ifâdesine
göre; İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Ömer'in de öpmenin mekruh olduğu görüşünü
benimsediğini nakleder.
İbnü'l-Münzîr, bir
gurup ulemânın bunun haram olduğunu söylediklerini bildirir. Bu görüş
sahipleri;"şimdi onlarla mübaşeret ediniz..."[255]
âyetini gündüz mabâşeretin menedilişine delîl gösterirler.
Bu görüşte olmayanlar,
âyetteki mübaşeretten maksadın, cinsî temas olduğunu, Hz. Peygamber'in fiilinin
öpmenin mübâh olduğuna delâlet ettiğini söylerler.
Ebû Hureyre ve Sa'd b.
Ebî Vakkas'a göre, oruçlu için ister nefsinden emîn olsun, ister olmasın,
ister genç olsun ister ihtiyar hanımını öpmesi mubahtır. Bazı zahirî âlimler
biraz daha ileri giderek bunun müste-hâb olduğunu söylerler.
Şureyh,
İbrahim.en-Nehâî, Şa'bî, Mesrük, Muhammed b. el-Hanefîyye, Ebû Kılâbe ve
Abdullah b. Şûbrume'ye göre ise, öpmek orucu bozar ve kazayı gerektirir. Bunlar
İbn Mâce'nin Meymûne (r.anhâ) vasıtasıyla rivayet ettiği ve öpmenin orucu
bozduğunu ifâde eden hadîse dayanırlar. Ancak bu hadîsin ravîlerinden olan,
Ebû Zeyd meçhuldür. Buhârî bu hadîs için; "münkerdir ben onu rivayet
etmem. Ebû Zeyd'in ismini bilmiyorum, o meçhul biridir" demiştir, demekki,
İbn Mâce'deki bu hadîsi delîl almak mümkün değildir.
Buraya kadar
anlattıklarımızın hepsi öpme veya kucaklama esnasında menînin gelmemesi
halindedir. Fakat menî gelirse, bütün âlimlere göre oruç bozulur ve kazaya
ilâveten keffâretin de gerektiğini söylerler.
Menî değil de mezî
gelirse; İmâm Mâlik, Ahmed b. Hanbcl ve İs-hâk'a göre yine oruç bozulur ve
kazayı gerektirir. Böyle olacağını öpmeden veya kucaklamadan önce bilirse,
kendisine bunları yapması haram olur.
Hanefî ve Şâfiîlere
göre, öpme veya kucaklamadan dolayı mezî gelirse, oruç bozulmaz.
Bir kimsenin, düşünme
veya cinsel organı dahil bir kadına bakması sonucu menisi gelirse, Hanefî ve
Şafiî mezheblerine göre orucu bozulmaz. Ancak Şâfiîlerde, bakma sonucu
kendisinden mutlaka menî gelen bir kimse, bunu bile bile yaparsa orucu bozulur.
Mâlikîlere göre; Erkek
bakma veya düşünme sonucu boşalırsa, oruç bozulur ve kaza gerekir. Uzun zaman
bakma veya düşünme sonucunda kendisinden rrienî gelmesi âdet olan kişinin, bunu
bile bile yapmasıyla orucu bozulur ve keffâret gerekir. Ama böyle bir âdeti
olmayan kişi, bakması sonucu boşalma gelirse, îbn Abdi's-selâm'ın tercîhine
göre, sâdece kaza gerekir.
Hanbelîlere göre;
tekrar tekrar bakma sonucu menî gelirse, oruç bozulur ve kaza gerekir. Bir
defa bakma sonucu menî gelirse, oruç bozulmaz.[256]
Kendisinden emin olan
oruçlu kişinin hanımını öpmesi kerahetsiz caizdir.[257]
2383.
...Âişe (r.anhâ)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) oruç ayında (Hanımlarını)
öperdi.[258]
Hz. Âişe; Rasûlullah'ın Ramazanda gündüzleri
öptüğünü belirtmek istemiştir.Bu konuda
söylenilecek şeyler önceki
hadîsin şerhinde söylenmiştir.[259]
2384.
...Âişe (r.anhâ)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) kendiside ben de oruçlu
iken beni öperdi.[260]
2385.
...Câbir b. Abdillah (r.a.);
Ömer b. el-Hattâb (r.a)
şöyle dedi, demiştir:
"Ben oruçlu iken
canım istedi ve (hanımımı) öptüm. Hemen Rasûlullah'a;
Ya Rasûlallah, bugün
büyük bir iş yaptım. Ben oruçlu iken (hanımımı) öptüm, dedim.
"Sen oruçlu iken,
ağzına su alıp çalkalasan ne olur? buna ne dersin?" dedi.
(Ravi) îsa b.
Hammâd'ın rivayetinde Hz. Ömer, "birşey olmaz", demiştir.[261]
Sonra her iki râvî ittifakla (Hz. Peygamber'in) şöyle buyurduğunu naklederler:
Öyleyse
endişelenmekten vazgeç![262]
Hz. Peygamber bu
hadîste öpmenin orucu bozmadığını bir benzetme ile bildirmiştir. Nasıl ki
içmenin öncüsü olan ağıza su alma orucu bozmazsa, cinsî temasın Öncüsü olan
öpme de bozmaz, demek istemiştir.
Peygamber (s.a.) Hz.
Ömer'in ağıza su almasının orucu bozmadığını söylemesinden sonra buyurmuştur.
Bunun "vazgeç" manâsına isim fiîl olması muhtemel olduğu gibi, nin
elifi hazfedilmiş soru edatı olup nin de elif yerine geçmiş olması da
muhtemeldir. O zaman manâ, "o halde aralarında ne fark var" şeklinde
anlaşılır.
Hadîsin Ahmed b.
Hanbel ve Tahâvî'deki rivayetlerinde Efendimizin bu sözü şeklindedir. Bunun
manâsı da; "Öyleyse ne soruyorsun yâ?” demektir.[263]
1. Oruçlunun
karısını öpmesi orucuna zarar vermez.
2. Dinî bir
meselenin hükmünü temsîl ve teşbihle anlatmak caizdir.[264]
2386.
...Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) oruçlu iken
kendisini öper ve dilini emerdi.[265]
Hadîs-i şeriften, Hz.
Peygamber'in, muhabbetinden dolayı Hz. Aişe'yi oruçlu iken bile öptüğü ve
dilini emdiği anlaşılmaktadır. Ancak hadîs pek kuvvetli değildir. Çünkü
Muhammed b. Dînar ve Sa'd b. Evs, rivayetlerine i'tibâr edilen râvilerden değildirler,
îbn Maîn; bu zâtlar için "zaîf" demiştir. Nesâî ve îbn Adiyy, bu
hadîsteki "dilini emerdi" sözünü, Muhammed b. Dinar'dan başka
kimsenin rivayet etmediğini söylerler. Aynî de; sözü mahfuz değildir. Bunun
isnadı da zayıftır. Kusur Muhammed b. Dînar, Sa'd b. Evs ve Mısda'
isnâdındadır. Bu hadîsi (Kütüb-i sitte içinde) sadece Ebû Dâvud rivayet
etmiştir" der.
Ebû Davud'un bâzı nüshalarında
hadîsin sonunda, Îbnü'l-Ârâbî'nin şu sözleri de yer almıştır: "Bana, Ebû
Davud'un; bu isnâd sahîh değildir, dediği ulaştı."
îbn Hâcer el-Askalânî
de bu hadîsin isnadının zayıf olduğunu söyleyenlerdendir.
Bu naklettiklerimizden
üzerinde durduğumuz hadîsin ahkâmına esâs teşkîl edebilecek kuvvete sahip
olmadığı anlaşılmaktadır.
Hadîsin sübûtu kabul
edildiği takdirde, ilim adamları tarafından birkaç türlü izahı yapılmıştır.
Buna göre;
a. Peygamber
(s.a.)'in Hz. Aişe'yi öpmesi, oruçlu olmadığı zamanda olmuştur. Çünkü hadîste,
dilini emmesinin oruçlu iken olduğuna dâir bir açıklık yoktur.
b. Şayet
Peygamber (s.a.), Hz. Aişe'nin dilini emdiğinde oruçlu idiyse, ağzında
toplanan tükrüğü yutmamış tükürmüştür. Dolayısıyla Efendimizin midesine, Hz.
Aişe'nin tükrüğü gitmemiştir.
c. Bu, Hz.
Peygamber'e mahsûs bir ruhsattır. Ancak bu son îzah pek yaygın değildir.
îlim adamları, oruçlu
iken başkasının tükrüğünü yutmanın orucu bozduğunda görüş birliği içindedir.
Yukarıdaki izahlara göre hadîste bu görüşün zıddına delâlet edecek bir yön
yoktur.
Başka birisinin
tükrüğünü yutan oruçluya Şafiî ve Hanbelî mezheble-rinde sadece kaza gerekir.
Mâlikîlere göre, bilerek ve kasden yutmuşsa keffâret gerekir, aksi halde sâdece
kaza icâb eder.
Hancfîlere göre ise,
kişi sevdiği birinin tükrüğünü yutarsa hem kaza hem.de keffâret îcab eder.
Çünkü bundan zevk alır. Bir başkasının tükrüğünü yutması halinde ise, sâdece
kaza îcâb eder.
Sâdece Öpmekten dolayı
orucun bozulmadığı daha evvel belirtilmişti.[266]
2387. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, bir adam Peygamber (ş.a.)'e oruçlu
için hanımı ile mübaşeretin hükmünü sordu. Efendimiz ona ruhsat verdi. Sonra
bir başkası aynı şeyi sordu, onu da men' etti.
Bir de ne görelim,
izin verdiği yaşlı, men ettiği ise, gençti.[267]
Mübaşeretin manâsı
2382. hadîsin şerhinde beyân
edildiği gibi, bedeni
bedene dokundurmaktır. Yâni,
karı-
koca arasında cinsî
temasın dışında olan sevişme, kucaklaşma, öpüşme mübaşerettir.
Rivayet, oruçlu iken
hanımı ile sevişmenin şehveti sakin olan ihtiyarlar için caiz, böyle olmayan
gençler için ise, yasak olduğuna işaret etmektedir. Metinde de görüldüğü gibi,
Ebû Hureyre, Hz. Peygamber'in ruhsat verdiği şahsın yaşlı, men' ettiğinin ise,
genç olduğunu bildirmiştir. Bu keyfiyyet, Ahmed ve Taberânî'nin îbn Ömer'den
rivayet ettikleri şu haberde daha bariz bir şekilde görülmektedir.''Biz Hz.
Peygamber'in yanında idik. Bir genç gelip;
Yâ Rasûlallah! ben
oruçlu iken (karımı) öpebilir miyim? diye sordu. Efendimiz:
"Hayır",
buyurdu.
Bilâhere yaşlı biri
gelip;
Ben oruçlu iken
(kanmı) öpebilir miyim? dedi. Hz. Peygamber;
"Evet",
buyurdu.
Biz birbirimize
bakıştık. Rasûlullah (s.a.);
"Bir i birinize
niçin baktığınızı biliyorum. Şüphesiz ki yaşlı nefsine sahip olur,"
buyurdu.[268]
Oruçlunun hanımını
öpmesi veya onunla oynaşmasının caiz olup olmadığı konusunda, gençle ihtiyarın
arasını ayırıp bunun yaşlılar için caiz, gençler için caiz olmadığını söyleyenlerin
dayandıkları hadîslerden birisi budur.
Bu konuya ait fikhî
bilgi 2382 numaralı hadîsin şerhinde geçmiştir.[269]
Nefsinden emîn olan
yaşlı birisinin oruçlu iken hanımını öpmesi veya sevişmesi caizdir. Gencin
öpmesi veya sevişmesi ise, caiz değildir.[270]
2388.
...Peygamber (s.a.)'in hanımları, Aişe ve Ümmü Seleme (r.AnhümâVdan;
demişlerdir ki:
Rasûlullah (s.a.)
-Abdullah el-Ezremî'nin hadîsine gö're-"Ramazanda"[271]
ihtilâmdan değil, cinsî temâsdan dolayı cünüb olarak sabahlar, sonra oruç
tutardı.[272]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bunu yâni "Ramazanda cünüb olarak sabahlardı" sözünü söyleyen
ne kadar da azdır. Hadîs aslında; "Rasûluilah (s.a.) oruçlu olduğu halde
cünüp olarak sabahlardı/' şeklindedir.[273]
Hadîsin Buhârî'deki
rivayeti şu mânaya gelecek şekildedir: "Rasûlullah (s.a.) ailesine
temasından dolayı cünüb-ken, fecir doğar, sonra gusleder ve yıkanırdı."
Nesâî'deki rivayete
göre Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.) bana temâsdan
dolayı cünüp olarak sabahlar, oruç tutar ve bana da tutmamı emrederdi."
Hz. Peygamber'in
kendisine gusûl gerekli olduğu halde sabahlamasından maksat, fecrin doğduğu
vakte, kadar guslünü geciktirmesidir. Güneşin doğmasına kadar değil, çünkü
onun sabah namazım geçirmesi düşünülemez.
Haberde, Rasûlullah'ın
cünüb olarak sabahlamasının, ihtilâmdan dolayı değil, hanımı ile temâsdan
dolayı olduğu açıkça ifâde edilmiştir. Bu ifâde bize iki konuyu açıklamaktadır:
a. İhtilâm,
şeytandan dolayı olur. Hz. Peygamber'e ise, şeytan yaklaşamaz. Ancak, uykuda
görülen herhangi bir rüyadan dolayı men'înin gelmesi, Peygamberler için de
mümkündür.
b. Cinsî
temas kasdî bir davramşdır. îhtilâm ise, insanın elinde olan bir şey değildir. Hadîste
Hz. Peygamber'in, kendi kasdı ile cünüp olduğu halde sabahlayıp, oruca devam
ettiği bildiriliyor. Öyleyse kasde dayanmayarak ihtilâm olmaktan dolayı cünüb
olan kişi de tereddütsüz orucuna devam edebilir. Ancak şunu unutmamalıdır;
Rasûlullah'ın bu teması, orucun vakti girmeden (imsakten) önce vuku'
bulmuştur.
Hadîs-i şerîf hüküm
yönünden; geceyi cünüp olarak geçirmenin orucun sıhhatine manî olmadığını
ortaya koymaktadır. Bu hüküm cünüblüğün cinsî temâsdan veya ihtilâmdan olması,
orucun farz veya nafile olması hallerini kapsar. Güslün fecirden önce veya
sonra olması da hükmü değiştirmez. Çünkü Hz. Peygamber'in ümmetine cevazı
belirtmek için yaptığı bu hareket bütün bu ihtimâlleri içine almaktadır.
Ulemânın cumhurunun
görüşü böyledir. Nevevî bu konuda icma' olduğunu naklederken, İbn Dakîk el-îd,
bunun icmâ' veya icmâ' gibi olduğunu söyler. Tavus, Urve b. ez-Zübeyr ve
İbrahim en-Nehâî, cünüp olarak sabahlandığı takdirde orucun sahîh olması için,
fecirden önce yıkanmayı şart koşarlar. Bunlara göre kasden guslün
geciktirilmesi halinde oruç sahîh olmaz. Yine İbrahim en-Nehâî ve Hasen
el-Basrî'den cünüp olarak sabahlamanın nafile oruçlara zarar vermemekle
beraber, farz oruçların sıhhatine manî olduğu görüşü nakledilmiştir.
Zahirîlerden tbn Hazm da, cünüp olarak sabahlayan kişi güneş doğmadan gusledip
namazım kılarsa orucu sahîh, bunu yapmazsa sahîh değildir, der. Salim b.
Abdillah ve Atâ b. Ebî Rebah'tan da cünüp olarak sabahlanması durumunda, oruca
devam edileceği ancak sonra da kazasının gerektiği fikrinde oldukları rivayet
edilmiştir.
Cumhura muhalif olarak
serdedilen bu görüşlerin sağlam bir dayanağı mevcut değildir. Gerçi bunlar,
Ebû Hureyre'den gelen şu rivayete dayanırlar: Rasûlullah (s.a.), "Her kim
cünüp olarak sabahlarsa, artık onun için oruç yoktur." buyurmuştur.
Hadîsin Ahmed ve Hâkim'deki rivayeti de şu şekildedir: "Sabah namazı için
ezan okunduğu anda, biriniz cünüp-se artık onun için oruç tutamaz." Ancak
cumhur, Ebû Hureyre'nin bu rivayetinin Hz. Aişe hadîsiyle neshedildiğini
söyler.
"Oruç (ramazan)
gecesi hanımlarınıza yaklaşmanız size helâl kılınmıştır."[274]
âyeti de nesh görüşünü takviye etmektedir. Çünkü bu âyet gecenin hepsinde,
temasın caiz olduğunu gösteriyor. Fecrin doğumuna çok yakın olan bölüm de
gecedir, dolayısıyla oruçlu için cinsî temasın caîz olduğu zamandır. Bu esnada
cinsî temâsda bulunan kişi zarurî olarak, cünüp olarak sabah vaktine girmiş
olacaktır.
Ayrıca Müslim ve
Beyhâkî de de İbn Cüreyc kanalıyla gelen bir rivayette, Ebû Hureyre'nin, eski
görüşten döndüğü ve o rivayeti bizzat Hz. Peygamber'den değil, Fazl b.
el-Abbas'dan duyduğunu söylediği rivayet edilmiştir.
Ebû Hureyre hadîsinin
mensûh olmadığı düşünülse bile, Hz. Aişe ve ÜmmüSeleme(r.anhümâ)'den gelen
üzerinde durduğumuz hadîs daha ter-cîhe şayandır. Çünkü ailevî bir konuda,
Rasûlüllah'm iki hanımının haberi, bir sahâbînin haberinden daha çok kabule
şayandır.
Aklen de cünüp olarak
sabahlamanın oruca manî' olmadığı ortaya çıkar çünkü gusle sebep menînin gelmesidir.
Gusletmekte boğaza su kaçmadıktan sonra orucu bozmaz. Nitekim, oruçlu iken
gündüz ihtîlâm olan kişiye güsûl gerektiği halde, orucu ittifakla bozulmaz.[275]
1. Ramazan
gecelerinde cinsî temas caizdir.
2. Cünüp
olarak sabah vakti girerse bu orucun sıhhatine manî' değildir.[276]
2389.
...Peygamber (s.a.)'in hanımı Aişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre; bir
adam, kapıda durarak Rasûlullah (s.a.)'e;
Cünüp olarak
sabahlıyorum, oysa oruç tutmak istiyorum (bu caiz mi?) dedi. Rasûlullah (s.a.):
"Oruç tutmak
istediğim halde ben de cünüp olarak sabahlarım. Yıkanır ve oruç tutarım."
Yâ Rasûlallah! Sen
bizim gibi değilsin, Allah senin geçmiş ve gelecek günâhlarını affetmiştir.
Rasûlullah (s.a.)
öfkelendi ve:
"Vallahi ben,
Allah'dan ençok korkanınız ve uyduğu (yaptığı) şeyi en iyi bileniniz olmayı
umarım", buyurdu.[277]
Hz, Peygamber soruya
"caizdir" veya "caiz değildir" şeklinde bir
karşılık vermemiş, kendi
yaptığını anlata-
rak sanki fiilen cevâp
vermiştir. Bu, cevâp olarak ikna edicidir.
Adamın, Rasûlullah'a
"Sen bizim gibi değilsin. Allah senin geçmiş ve gelecek günâhlarını
affetmiştir," demesi, Hz. Peygamberdin, günâh işleyebileceği manâsına
alınmamalıdır. Bundan maksad; "sen günâh işlemedin ve işlemezsin de"
demektir. Çünkü Peygamberler günâh işlemezler.
Hz. Peygamber, adamın
sorusuna verdiği cevâbın, kendine hâs olduğunu zannetmesine sinirlenmiş ve
kendisinin Allah'dan daha çok korktuğunu ve yaptığını daha iyi bildiğini
söylemiştir. Hz. Peygamber'in Allah'-dan korkması, Allah'ın bir azabına
uğrayacağından korktuğu için değil, tâ'zîm korkusudur. Çünkü Efendimiz, azaba
uğramaktan emindir.
Kâdî lyâz bu hadîs
için şunları söyler:
"Bu hadîs; Hz.
Peygamber'in yaptıklarının, kendisine has bir özellik olduğuna dâir bir delîl
yoksa, ona uymanın vâcib olduğunu gösterir.Bu imâm Mâlik'in, Bağdatlı
dostlarımızın çoğunun ve Şâfiîlerin ekserisinin görüşüdür. Şâfiîlerin büyük bir
bölümü ise, bunun mendûp olduğunu söylerler. Bir grup ulemâ ise, Hz.
Peygamber'in yaptığına uymanın vâcib olduğuna dâir bir delîl yoksa,
Efendimizin o şeyi yapması, onun mübâh olduğuna delâlet eder demişlerdir."
Bâzı usûlcüler,
Hz.Peygamber'in ibâdet cinsinden olan davranışlarına uymanın vâcib olduğu
görüşündedirler.
Bu hadîs, cünüp olarak
sabah vaktine erişen kişinin oruca devam etmesinin caiz olduğunu gösterir.[278]
2390. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'dan; demiştir ki:
Bir adam Peygamber
(s.a.)'e gelip;
Mahvoldum (Yâ Rasûlallah)
dedi. (Rasûlullah);
"Derdin nedir?
(ne oldu)"
Ramazanda (gündüz)
hanımımla cinsî temasta bulundum.
"Azâd edecek
kölen var mı?"
Hayır.
"Arka arkaya iki
ay oruç tutabilirmisin?"
Hayır!..
"Altmış fakire
yemek yedirebilir misin?"
Hayır.
"(Şurada) otur".
Peygamber (s.a.)'e,
içerisinde hurma olan büyükçe bir sepet getirildi.
Peygamber (s.a.),
adama;
"Bunu sadaka
olarak dağıt!" buyurdu. Adam;
Medine'nin kara
taşlarla kaplı iki yakası arasında bizden daha fakir bir aile yoktur.
Peygamber (s.a.) iki
ön dişi görününceye kadar güldü ve;
"Öyleyse ailene
yedir", buyurdu.
Müsedded, bir başka
yerde "iki ön dişi" yerine "azı dişleri" dedi.[279]
Sahîh hadîs
kitaplarının tamamında yer alan bu hadîs kasden ramazan orucunu bozmanın
keffâreti konusunda önemli bir kaymaktır. îzâhın ve diğer bazı kaynaklardaki
farka işaretin, daha kolay olması için hadîsi bölüm bölüm ele alıp incelemek
istiyoruz. Böylece, bâzı noktalarda mezhebler arasında görünen farklılıklara
yerinde işaret edeceğiz.
Ramazan'da gündüz
hanımı ile temasta bulunup Hz. Peygamber'e gelen zâtın kim olduğu kesin olarak
belli değildir. İbn Ebî-Şeybe gibi bâzı hadîsçilerin rivayetine dayanarak bu
şahsın, Selmân veya Selem b. Sahr el-Beyâdî olduğunu söyleyenler varsa da, bu
pek tutulmamıştır. Zîrâ, el-Askalânî'nin de belirttiği gibi, İbn Ebî Şeybe'nin
rivayetinde adı geçen zâtın ramazanda gündüzün temâsda bulunduğu için değil,
zihâr yaptığı halde, gece temas kurduğu için keffâret vermekle emrolunduğu
belirtilmektedir. Buna göre, Seleme olayı ile, üzerinde durduğumuz hadîste
anlatılan olay ayrı ayrıdır. Her iki vak'â kahramanının aynı kabileden olmaları,
aynı keffâretle emrolunmaları ve her ikisinin keffâreti edaya muktedir
olamamaları, hadiselerin aynı olmasını gerektirmez.
ibn Abdi'1-berr, Atâ
el-Horasânî'nin biyografisinde Saîd b. Beşîr, Ka-tâde vasıtasıyla Saîd b.
el-Müseyyeb'in mezkûr zât için; "O Selmân b. Sahrdır" dediğini
kaydettikten sonra "zannediyorum bu vehmdir. Çünkü bilinene göre o,
hanımına zihâr yapmış sonra ramazan gecesinde onunla cinsî temasda
bulunmuştur." der.
Hadîs-i şerifte
belirtildiğine göre, adam Hz. Peygambere gelmiş ve "mahvoldum"
demiştir. Bu, "helakime sebep olacak bir günâh işledim" manasına
kullanılmıştır. Adam, yaptığı suçun büyüklüğüne işaret için böyle bir ifâde
kullanmıştır. Bu ifâde Buhârî'nin tbn Ebî Hafsa'-dan gelen rivayetinde;
"zannediyorum ben mutlaka helak oldum" şeklindedir. Dârekutnî'nin
rivayetinde ise, "Ben mahvoldum ve mahvettim" ifâdesi yer almıştır.
Ebû Dâvud'da 2394 numarada gelecek olan Hz. Aişe'nin rivayetinde ise adamın,
"Yandım! Yâ Rasûlaliah!" dediği bildirilir.
Ebû Davud'un bu
rivayetinde, gelen zâtın ramazanda hanımı ile temâsda bulunduğunu söylediği
bildirildiği halde, bu temasın gündüz olduğu kaydı yer almamaktadır. Adamın
telâşından, bu temasın gündüz olduğu anlaşılıyor. Buhârî'deki Hz. Aişe'nin
rivayetinde ise, temasın gündüz olduğu açıkça belirtilmektedir.
Hz. Peygamber adamın
yaptığını öğrenince, önce azâd edecek kölesinin olup olmadığını sormuş, ama
"hayır" cevâbını almıştır. Buhârî'deki rivayetlerden birinde bu manâ;
"ne kötü yapmışsın, bir köle azâd et" şeklinde ifâdelendirilmiştir.
Adamın "hayır" cevâbı, yine Buhârî'de "Hayır, vallahi, Yâ
Rasûlaliah" şeklinde yer almıştır. İbn Ömer'in rivayetine göre ise adam;
"Seni hak üzere gönderen Allah'a yemîn ederim ki hiç köleye sahip
olmadım," demiştir. Hz. Peygamber'in, mü'mîn, kâfir veya büyük küçük diye
bir ayırım yapmadan "azâd edeceğin köle var mı?" veya "bir köle
azâd et" buyurması, oruç keffâreti için müslüman veya kâfir, erkek veya
kadın bir köle azâd etmenin yeterli olduğuna delâlet eder. Hanefî mezhebinin
görüşü böyledir. Cumhur ise, kati keffâretini belirten âyet-i kerîmede
zikredilen kölenin "mü'mîn" olacağına dâir kaydı göz önüne alarak,
orucu bozma keffâretinde de azâd edilecek kölenin müslüman olmasını şart
koşmuşlardır. Yâni, cumhura göre kasden orucunu bozan kişinin keffâret olarak
azâd edeceği köle müslüman olmalıdır.
Rasûlullah Efendimiz,
gelen şahsın azâd edebileceği kölesinin olmadığını öğrenince, peşi peşine iki
ay oruç tutup tutamayacağım sormuş, adam buna da "hayır" cevâbını
vermiştir. Buhârî'nin bir rivayetinde adamın cevâbı; "hayır gücüm
yetmez", İbn tshâk'dan gelen bir diğer rivâyetde ise, "başıma gelen
şey ancak oruç yüzünden geldi" şeklindedir. Buna göre adam, "Zâten
ben oruca dayanamadığını için bu duruma düştüm, iki ay nasıl sabredeyim?"
demiş olmaktadır.
tbn Hâcer bu meseleyle
ilgili olarak, İbn Dakîk el-îd'in şöyle dediğini nakleder:
"Hz. Peygamberin
keffâret konusunda oruçtan, yemek yedirmeye geçmesinde anlamayacak bir şey yok
ama, İbn İshâk'ın rivayetine göre, adamın iki ay oruca dayanamama sebebinin,
şehvetinin fazlalığından dolayı olmasını gerektirir. Şâfîîler için bundan bir
görüş doğmuştur. Şöyle ki; şehvetî kuvvetli olduğu için, oruca dayanamayan
kimseye nisbetle, bu bir özür sayılır mı? Yâni keffâret için orucu bırakıp
yemek yedirme cihetine gidebilir mi? Onlara göre sahîh olan, bunun nazar-ı
itibare alınabileceğidir. Kölesi olduğu halde ona ihtiyâcı olan kişinin, bu
köleyi azâd edeceği yerde oruç tutma cihetini seçmesinin caiz oluşu da bu
meseleye iltihâkladır.
Hadîs-i şerifin bu
bölümü, keffâret için tutulacak orucun peşi peşine, yâni arada fasıla olmadan
tutulması gereğini ifâde ediyor. İbn Ebî Leylâ'nın dışında bütün âlimlerin
görüşü de böyledir. Cumhur peşi peşine tutulacak iki ayın birinin ramazan
olmaması ve bu ayların içerisinde kurban bayramı, ramazan bayramı gibi oruç
tutmanın yasak olduğu günlein bulunmamasını şart koşar. Keffâret orucuna
başlayan bir erkek özürlü ve özürsüz iki ay bitmeden oruca ara verirse
keffârete tekrar başlamak zorundadır. Kadınların ay halleri ise, orucun
devamlılığına zarar vermez. Ay hali biter bitmez ara vermeden oruca devam
ederler.
Fahr-i Kâinat
Efendimiz, kendisine gelen kişinin oruç tutamayacağını öğrenince bu sefer,
altmış fakire yemek yedirip yediremeyeceğini sormuştur. Buhârî'deki bir
rivayete göre, Hz. Peygamber adama emir sîgasıyla; "altmış fakire yemek
yedir" buyurmuştur.
Bu hadîsin zahirine
göre, keffâret olarak doyurulacak fakir sayısının altmıştan aşağı olmaması
gerekir. Cumhur bu görüşe sahiptir. Hanefîlere göre ise, bir fakiri altmış gün
doyurursa, altmış fakiri doyurmuş gibi olur. Çünkü fakir doyurmaktan maksad,
ihtiyaç sahibinin ihtiyâcım gidermektir. Günlerin yenilenmesiyle ihtiyaç da
yenilenir. Aynı fakir, ikinci gün başka bir fakir sayılır. Aitmiş fakire
yedirilecek yemeğin tamamı bir günde bir fakire yedirilse tek fakir bir gün
doyurulmuş sayılır. Esâs olan, fakirin doyacağı mikdarı fakirin eline
vermektir. İllâ yemek yapıp veya ekmek alıp ona yedirmek şart değildir. Her gün
için fakire verilmesi gereken mikdâr, bir fitre mikdârıdır. Fitre için
alınacak ölçü, Kitâbü'z-Zekât'ın, Zekâtü'1-fıtr babında geçtiği gibi buğdaydan
yarım sa', arpa üzüm ve hurmadan bir sa'dir. Bir sa' ise şer'î ölçüye göre
İbn Dakîk el-îd
cumhurun görüşünün daha isabetli olduğunu bildirerek şöyle der: "Hadîste
"yedirmek" masdarı, altmışa izafe edilmiştir. Bu altı fakire on gün
yedirmek suretiyle tahakkuk edemez. Bunun caiz olduğunu söyleyenler nassdan,
bâtıl bir istinbatta bulunmuş olurlar..."
Herbir fakir için
verilecek maddenin mikdârında âlimler fikir birliği içerisinde değildirler. Hanefîlerin
görüşüne yukarıda işaret edilmiştir. Şafiî ve Mâlikflere göre, her memleketin
meşhur ana gıda maddesinden (buğday, arpa, pirinç, hurma v.s....) hergün için
bir müdd, yâni bir sa'm dörtte biri kadar verilmesi icâb eder. Şâfiîlerde bir
sa' 2.166 gramdır.
Han belilere göre ise,
her fakir için verilecek mikdâr, buğdaydan bir müdd hurma ve arpadan yarım sa'
(iki müdd)dir.
Bu görüşlerden her
birinin, hadîslerden dayanakları vardır. Ama, konuyu dağıtmamak için bu
hadîsleri burada nakletmiyoruz.
Hz. Peygamber orucu
bozmanın keffâreti olarak sırayla; köle azâd etme, peşi peşine iki ay oruç
tutma ve altmış fakiri doyurmayı emretmiştir. Ulemâ bunu şöyle açıklamakta;
"Ramazanda cinsî
temâsda bulunan kişi orucun hürmetine saygı göstermemiş, böylece, işlediği
günâh sebebi ile kendisini helak etmiştir. Buna münâsib olan ceza;
a. Bir köle
azâd etmekle olur. Çünkü Hz. Peygamber bir hadîsinde; "kim mü si uman bir
köle azâd ederse, onun her bir uzvuna mukabil Allah azâd edenin bir uzvunu
cehennemden azâd eder." buyurmuştur. Ata' dedi ki, "azâd edilenin
tercine mukabil, azâd edenin fercî azâd olur," buyurmuştur.
b. Oruçla
olur. Çünkü ceza cinayetin cinsiyle ödenmiş olur. İki ay oluşundaki hikmet de
şudur: Bir gün bir aya bedeldir. Diğer ay da cezadır.
c. Fakir doyurmakla
olur ki bu altmış gün orucun her bir gününe karşı bir fakir doyurulması
suretiyledir."
Metinde görüldüğü
gibi, adam Hz. Peygamber'in teklif ettiklerinin hepsine, olumsuz cevâb
vermiştir. Bunun üzerine Efendimiz kendisine oturup beklemesini emretmiş, bir
müddet sonra da Hz. Peygamber'e bir sepet dolusu hurma gelmiştir. Hurmayı
getirenin ismi belli değildir. Ancak Buhârî'de, onun ensârdan olduğu
belirtilir. Müslim'in Aîşe (r.anha)'dan rivayet ettiği hadîste Hz.
Peygamber'e, içerisinde yiyecek olan iki sepetin geldiği bildirilir. Diğer
rivayetlerin hepsinde ise, gelenin tek sepet olduğu belirtilir, tbn Hâcer
rivâyetlerdeki bu farklılığı şöyle te'lîf eder: "Anlaşılan o ki, hurma
bir sepet miktarı idi ancak hayvanın üzerinde taşıyabilmek için iki sepete
bölünmüştü. Muhtemel ki sepetler Rasûlullah'a getirilince biri diğerine
boşaltılmıştır. İki sepet diyenler hurmanın getirildiği ilk hâli, bir sepet
diyenler de sepetlerin biri birine boşaltılmasından sonraki hâli
kasdetmişlerdir."
Hz. Peygamber, kendisine
gelen hurmayı adama verip, sadaka olarak dağıtmasını emredince, o zât,
Medine'de kendisinden daha muhtaç bir ailenin olmadığını söylemiştir. Adamın
bu sözü Buhârî'nin çeşitli rivayetlerinde farklı biçimlerde ifâde edilmiştir.
Efendimiz adamın bu cevâbına karşılık, azı dişleri görününceye kadar
gülümsemiştir. Ebû Davud'un rivayetinde Efendimizin ön dişleri görününceye
kadar güldüğü ifâde edilmektedir. Fakat doğrusu, Buhârî'de olduğu gibi azı
dişleri görününceye kadar gülümsemiş olmasıdır. Nitekim Ebû Davud'un
üstâdlarından Müsedded de başka bir yerde "azı dişleri" ifadesini
kullanmıştır. Zâten olayın gelişme tarzrHz. Peygamber'in gülümsemesinin
fazlaca olduğuna delâlet eder.
Hadîs-i şerifin
delâlet ettiği hükümleri ve bu konulardaki farklı görüşleri de şöylece
Özetleyebiliriz:
1. Ramazanda
gündüzün bilerek cinsî temâsda bulunan kişinin orucu bozulur ve kendisine
keffâret gerekir.. Şa'bî, Saîd b. Cübeyr, Nehâî ve Katâde'nin dışındaki bütün
âlimler bu görüştedirler. Yukarıda adını saydığımız âlimler ise, sâdece
kazanın gerektiğini söylerler. Fakat, üzerinde durduğumuz hadis ve benzerleri,
onların aleyhine delildir.
Ramazan günü unutarak
cinsî temâsda bulunanın orucu ise, bozulmaz. Bu cumhurun görüşüdür. Unutarak
yemeye ve içmeye benzer.
Ahmed b. Hanbel'e
göre, oruç bozulur ve keffâret gerekir. Atâ, Evzâî, Rabîa ve Sevri'ye göre ise,
sâdece kaza gerekir.
Bir ramazanda bilerek
cinsî temâsda bulunup, bunun keffâretini ödeyen fakat daha sonra temâsda
bulunana ittifakla yeni bir keffâret gerekir. Önceki keffâreti ödemeden ikinci
defa temâsda bulunana ise, Ebû Hani-fe'ye göre bir; Mâlik, Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'e göre iki keffâret gerekir.
Ramazanda gündüz cima
ettikten sonra bunun keffâretini ödemeden, tekrar cima edene tek keffâret
gerekir. Bunda ittifak vardır. Ancak birincinin keffâretini ödedikten sonra
aynı gün tekrar cinsî temasta bulunursa, Ahmed b. Hanbel'e göre ikinci bir
keffâret gerekir. Diğer üç imâma göre bir şey lâzım gelmez.
2. Orucu
bozmanın keffâreti, metinde belirtilen üç şeyle (köle azâd etme, iki ay oruç
tutma ve altmış fakir doyurma) ve sırayla ödenir. Yâni öncekine gücü yeten
kişi, sonrakine geçemez. Herkes istediği ile keffâretini ödeyemez. Ebû Hanîfe,
Şafiî ve Malikîlerden îbn Habîb bu görüştedirler. Hanbelîlerin meşhur görüşü
de bu istikâmettedir. İmâm Mâlik ve arkadaşları ise, kulun muhayyer olduğunu,
keffâretini bu üç şeyden dilediği İle ödeyebileceğini söylerler. İhtilâfa
sebep, bâzı hadiselerde, keffâreti Ödeme yollarının birbirlerine muhayyerlik
bildiren "veya" manasındaki ile bağlanmış olmasıdır. Hanefî, Şafiî ve
Hanbelîler, kulun keffâreti Ödeme konusunda sırayı gözetmesinin şart olduğuna,
üzerinde durduğumuz hadîs de keffâreti ödeme yollarının birbirlerine tertîb
bildiren ile bağrlanmış olması ile kail olmuşlardır.
3. Hadîsin
zahiri, cinsî temâsda keffâretin sadece erkeğe gerekli olduğunu, kadına
keffâretin gerekmediğini gösterir. Hz. Peygamber'in kendisine gelen zâtla
konuşmasından bu anlaşılıyor. Evzâî, Hasen el-Basrî ve Şafiî'nin iki görüşünden
sahîh olanı budur.
Hattâbî şöyle der;
"Hz. Peygamber'in adama keffâreti emretmesi, kadına da onun misli bir
keffâretin gerekli olduğunu gösterir. Çünkü şeriat, tahsîse delâlet eden
birşey olmadığı takdîrde, ahkâmında bütün insanları eşit tutmuştur. Kasden
cinsî temas dolayısıyla erkeğe olduğu gibi kadına da kaza gerektiğine göre,
erkeğe olduğu gibi kadına da keffâret gerekir. Bu ulemânın çoğunun görüşüdür.
Şâfıî, ikisi için bir keffâret yeterlidir, der. Evzâî de aynı görüştedir.
Ancak Evzâî'ye göre, keffâret oruçla ödeniyorsa hem kadının hem de erkeğin iki
ay oruç tutmaları gerekir."
Hattâbî, Şafiî ve
EvzâTnin Hz. Peygamber'in erkeğe keffâreti emrettiği halde, karısını mevzu
bahis etmemesini kendilerine delîl aldıklarını belirterek şöyle der:
"Bana göre, Hz.
Peygamber'in kadına âit bir keffâretten bahsetmemesi ona keffâretin olmamasını
gerektirmez. Çünkü kadının, hastalık, yolculuk veya zorlanma gibi özür sahibi
olması muhtemeldir.'"
Mâlikîlere göre; kadın
kendi rızâsı ile cinsî temasa imkân vermişse ona da keffâret gerekir. Kocasının
zorlaması ile mecbur kalmışsa, kadının keffâreti de kocasına âid olur.
Hanefî ve Han belilere
göre, kadın kocasının zorlamasıyla cinsî temasa imkân vermişse ona keffâret
gerekmez. Kendi arzusu ile temasa yanaş-mışsa, Hanefîlere göre ona da keffâret
gerekir. Hanbelîlerden bu konuda iki ayrı rivayet gelmiştir.
4. Keffâreti
hiçbir şekilde ödeme imkânına sahip olmayandan^ keffâret düşmez, tmkân bulduğu
anda ödemek üzere zimmetinde borç olarak kalır. Çünkü hadîste anlatıldığı
üzere, cinsî temasda bulunan şahsın bütün mazeretlerine rağmen, Hz. Peygamber
"peki öyleyse Allah affetsin" dememiş, keffâreti ödeyebileceği bir
imkân çıkıncaya kadar bekletmiştir.
Mâlikîlerden îsâ b.
Dinar'a göre, ödeme imkânı olmayan için keffâret düşer. îmâm Şafiî'nin iki
görüşünden birisi de böyledir.
Bu hadîse göre
keffâret gerektiren şey cinsî temâsdır. Orucu bozan başka şeylerden de keffâret
gerekli midir, yoksa keffâret sâdece cinsî temasa mı hastır, konusu mezhepler
arasında ihtilaflıdır. Bu konudaki görüşler, 2392. hadîsin şerhinde
gelecektir.[280]
1. Açıkça
söylenmesi çirkin olan konuların, kinaye yolu ile anlatılması caizdir.
2. Ramazanda
oruçlu iken gündüz cinsî temâsda bulunana keffâret gerekir.
3. Bir günâh
işleyenin pişmanlık duyması ye günâhını affettirme çarelerini araması gerekir.
4. Keffâreti
ödeme yolları sırasıyla; köle azâd etmek, iki ay peşi peşine oruç tutmak ve
altmış fakiri doyurmaktan birisidir. Bir öncekine gücü yeten bir sonrakine
geçemez.
5. Keffâret
konusunda zorluk çekene yardımcı olmak gerekir.
6. Keffâret,
kudret bulunduğunda edâ edilir.
7. Hîbe ve
sadakanın kabulünde dil ile söylemek şart değildir. Fîlen kabz kâfidir.
8. Hakkında
dünyevî bir ceza gerektirmeyen konularda, fetva sorana ceza verilmez,
azarlanmaz.
9. Azı
dişleri görününceye kadar gülmek caizdir.[281]
2391.
...Zührî'den bu (önceki) hadîs mânâ olarak rivayet edilmiştir. Zührî bu
rivâyetde şunu da ilâve etmiştir:
"Bu, (hurmayı
kendi ailesine yedirmesi) sadece o şahsa özel bir ruhsattır. Eğer bugün bir
adam öyle bir şey yapsa, onun için keffâretten kurtuluş yoktur."
Ebû Dâvud dedi ki;
"Bu hadîsi, Leys b. Sa*d, Evzâî, Mansûr b. el-Mu'temir ve Irak b. Mâlik,
îbn Uyeyne'nin (hadîsinin) mânası ile rivayet etmişlerdir. Evzâî, rivayetine
(Hz. Peygamberin); "Ve Allah'dan afv dile" (buyurduğunu) ilave etti.[282]
Bundan önceki hadîsin
bu metindeki isnâd ile gelen rivâyetinde, Zührî'nin, hadîsin sonuna kendi
görüşünü belirten bir ilâvede bulunduğu görülmektedir. Zührî bu ilâvesinde;
Rasûlul-lah'ın kendisine gelen kişiye, hurmayı ailesine yedirmesini emredişini,
ondan keffâreti düşürme olarak telâkkî etmiş ve bunun o şahsa Özel bir izin
olduğunu bildirmiştir. Zührî devamla, bugün bir adamın oruç bozması hâlinde
kendisine mutlaka keffâretin gerekli olduğunu söyler.
Zührî'den gelen bu
rivayetin tamamı Beyhâkî'nin Sünen'inde mevcuttur, zührî'nin sözü çıkarılınca,
önceki numarada geçen hadîsle aynı manaya gelen bu rivayeti burada zikretmeye
gerek görmüyoruz.
Münzîrî, Zührî'nin bu
sözü için, "Bu, delîli olmayan bir iddiadır," demiştir.
Hattâbî de bu konuda
şunları söyler: "Bu, Zührî'nin, ne delîl ne de şâhid getiremediği bir
iddiadır. Başkaları da, Hz. Peygamber'in adama hurmayı ailesine yedirmesini
emretmesi halinin mensûh olduğunu söylemişler fakat, onun neshine dâir bir haber
zikretmemişlerdir. Bu konuda benim duyduğum en güzel söz, Ebû Ya'kûb
el-Buveytî'nin şu sözleridir; "Hz. Peygamber'e gelen şahsa, bir köle azâd
etmesi gerekli olmuştu. Bu şahsın köle satın alabilecek gücü olmadığı
anlaşılınca oruç tut, denildi. Oruca gücü yetmeyince, altmış fakir doyurması
emredildi. Yedirecek bir-şey bulamayınca da Hz. Peygamber onun sadaka olarak
vermesi için kendisine birşeyler verilmesini emretti. Bunun üzerine adam,
Medine'de kendisinden daha muhtaç kimsenin olmadığım söyledi. Hz. Peygamber
"sadakanın en efdaii ihtiyatsızlıktan (ihtiyaç fazlasından)
olanıdır" buyurdu ve başkalarına tasadduk edip de kendisini ve ailesini
ihmâl etmesini uygun görmedi. Adam kendisine verilen yiyecekten ailesinin bir
günlük azığı ek-silince, altmış fakire yetmez hale gelmiştir. Böylece o esnada
adamdan keffâret düşmüştür. Adam, imkân buluncaya kadar, keffâret zimmetinde
borç olarak devam eder. Hadîsde, o şahsa keffâretin gerekmediğine dâir bir
işaret mevcut değildir."
Hattâbî'nin naklettiği
bu ifâdelerden anladığımıza göre; Zührfnin "bu ruhsat, o zâtın şahsına
aittir..." şeklindeki sözlerinin delili yoktur. O zât için bir ruhsat da
söz konusu değildir. Hz. Peygamber'e gelen şahıs efendimizin kendisine verdiği
hurmadan-önce, ihtiyaç içinde olan ailesinin o günlük yiyeceklerini vermiş,
dolayısıyla hurma keffârete yetecek meblâğdan düşmüştür. Böylece imkân
bulacağı zamana kadar keffâret ertelenmiştir.
Ebû Davud'un rivayetin
sonuna koyduğu ta'likte, önceki rivayetlerden farklı bir ilâve daha göze
çarpmaktadır. Bu ilâve de, Evzâî'nin rivâye-tindedir. Buna göre, Hz. Peygamber
kendisine gelen zâta, bozduğu orucun keffâret yollarını gösterdikten sonra,
"ve Allah'dan af dile" buyurmuştur. Evzâî'nin bu rivayetinden
anlaşıldığına göre, keffâretler birer cezadır. İfsâd sebebiyle doğan günâhlara
bedel değildirler. Günâhların bağışlanmasına vesile olacak şey tevbedir.
Ebû Davud'un bu
ta'likte işaret ettiği hükmü içeren başka bir rivayet 2393 numarada gelecektir.[283]
2392. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, bir adam ramazanda orucunu bozdu.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.) ona; bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını veya
iki ay peşi peşine oruç. tutmasını veya altmış fakiri doyurmasını emretti.
Adam;
(Hiç birine) imkânım
yok dedi. Hz. Peygamber;
"Otur" buyurdu.
(Biraz sonra) Rasûlullah (s.a.)'e, içerisinde hurma olan bir sepet getirildi.
Efendimiz adama;
"Bunu al, sadaka
olarak dağıt!" buyurdu. Adam.
Yâ Rasûlallah! Benden
daha muhtaç kimse yok, dedi.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber, azı dişleri görününceye kadar güldü ve;
"Haydi onu sen
ye," buyurdu.
Ebû Dâvud dedi ki;
İbn Cüreyc bu hadîsi
Zührî'den, Mâlik'in lâfzı ile şöyle rivayet etmiştir: "Bir adam orucu
bozdu. Efendimiz kendisine; “Bır köleyi hürriyetine kavuşturman veya iki ay
oruç tutman veya altmış fakir doyurman gerekir'9 buyurdu.[284]
Hadîsin bu
rivayetinde, Hz. Peygamber'e gelen zâtın, ramazanda orucnu ne suretle bozduğu
açıkça belirtilmemiş sâdece, "orucu bozdu" tâbiri kullanılmıştır.
Ulemanın bir çoğu bu ifâdeyi göz önüne alarak, keffâfetin sâdece cinsî
yakınlaşmaya has olmayıp, kasdî olan yeme-içmenin de keffâreti gerektirdiğini
söylemişlerdir. Hanefî âlimlerinin yanı sıra, Mâlikîler, Evzâî, Zührî, Süfyân
es-Sevrî, îshâk, Atâ ve Hasen el-Basrî de bu görüştedir. Ancak Hanefîler kasden
yenilen bir maddenin keffâreti gerektirmesi için, o maddenin âdeten gıda veya
tedâvî maksadıyla yenilip içilen cinsden olmasını şart koşarlar. Buna göre;
hamur yense veya kabuklu ceviz, çakıl v.s. yutulsa Hanefîlere göre, sâdece
kaza icâb eder. Keffâret gerekmez.
Bu hadîsten başka
Dârekutnî'deki şu haberler de yukarıdaki görüşün delilleri arasındadır.
Ebû Hureyre'den
rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) ramazanda bir gün orucunu bozan
kişiye, Zıhâr keffâretini emretmiştir.[285]
Yine Ebû Hureyre'den
rivayet edildi ki, bir adam ramazanda gündüzün birşey yedi. Hz. Peygamber
kendisine, bir köle azâd etmesini veya iki ay oruç tutmasını veya altmış fakiri
doyurmasını emretti.[286]
Sa'd (r.a.)'den
rivayet edildiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'e gelip, "Ramazan ayında birgün
bilerek orucu bozdum" demiş. Peygamberimiz de; "Bir köle azâd et
veya peşi peşine iki ay oruç tut veya altmış fakiri doyur" buyurmuştur.
Yemenin ve içmenin de
keffâreti gerektirdiğini savunan bu görüş sahipleri, aklî olarak da
görüşlerini şöyle izah ederler;
Kasden yemek içmek,
cinsî temasa benzer. Çünkü her ikisinde de ramazanın hürmetine riayetsizlik
vardır. Bunlardan cinsî temas keffâreti gerektirdiğine göre yeme-içme de
keffâreti gerektirir.
Şafiî ve Hanbelîlerle,
Saîd b. Cübeyr, İbn Şîrîn, Nehâî ve Dâvud'ı Zahiriye göre, Ramazanda kasden
yeyip içmekten dolayı,keffâret değil, sadece kaza gerekir. Keffâreti gerektiren
şey sâdece cinsî münâsebettir. Bunlar, bu babın ilk hadîsi olan Ebû Hureyre
hadîsini kendilerine delîl alırlar. Hatırlanacağı gibi o hadîste söz konusu
olan şahıs »orucunu cinsî temasla bozmuş ve Hz. Peygamber kendisine keffâreti
emretmiştir. Bu görüşte olanlar; mutlak olarak, orucunu bozduğu için kendisine
keffâretin emredildiğini bildiren hadîslerdeki oruç bozmayı cinsî münâsebetle
kayıtlamışlardır. Yânî o .hadîslerde anılan' oruç bozma da cinsî temasla olmuştur
derler. Yine bu görüşte olanlar, keffâretin kıyâsa aykırı olarak hadîsle sabit
olduğunu ve hadîste keffârete sebep olan hadisenin cinsî temas olduğunu
belirterek, hadîsin temas etmediği konularda keffâretin olmadığını söylerler.
Karşı görüş sahiplerinin oruca hürmetsizlik konusunda yemeyi içmeyi cinsî
temasa benzetmelerini de kabul etmeyerek bunların aynı seviyede
tutulamayacağını belirtirler.
Ancak şunu da
unutmamak gerekir ki yeme içmeden dolayı keffâreti gerekli görenler bu hükme
sâdece kıyâs yoluyla gitmemişler, aksine onlar da hadîse dayanmışlar, fakat
kıyâsla görüşlerini takviye etmişlerdir.
Hanefî Mezhebinin
büyük fakîhlerinden Serahsî, Mebsût adındaki meşhur eserinde yeme içmeden
dolayı keffâreti izah ederken şöyle der;
"Bizim
delillerimiz şunlardır;
Ebû Hureyre (r.a.)'ın
rivayet ettiği bir hadîse göre, bir adam,
Ramazanda orucu bozdum
demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.);
"Hastalık ve
yolculuk olmadan mı?" diye sormuş, adamın,
Evet cevâbı üzerine;
"Bir köle azâd
et" buyurmuştur. Ebû Davud'un zikrettiğine göre, bir adam,
Ramazanda bir şey
içtim, demiş, Hz. Ali de;
Keffâret ancak; yeme
içme ve cinsî birleşmeden dolayıdır, demiştir. Biz keffâreti, kıyasla değil, nassı
delîl alarak gerekli görüyoruz."
Ebû Davud'un, hadîsin
sonuna aldığı ta'lîk, benzer ifâdelerle İmâm Mâlik'in Muvatta'ında ve
Beyhâkî'nin Sünen'inde de mevcuttur. Bu rivayetlerde orucu bozan kişinin
keffâretinde izleyeceği yol için bir sıra öngörülmemiş, muhatap bu üç şeyden
birisini yapmakta muhayyer bırakılmıştır. Çünkü oruç keffâreti olan, köle azâd
etme, iki ay oruç tutma ve altmış fakiri doyurma lafızları, birbirine
"veya" manâsına gelip, muhayyerlik ifâde eden, ile bağlanmıştır.
Aslında hadîs metninde de bu anlayışa sevkedecek bir ifâde tarzı vardır. Ancak
keffâreti edada sıranın şart olduğuna delâlet eden hadîsler karşısında, bu
rivayetler pek kuvvetli bulunmamış olacak ki Malîkîlerden başka bu görüşü
benimseyen olmamıştır.[287]
l. Omcu
bozan herhangi bir şeyin ramazanda kasden ve özürsüz olarak yapılması halinde,
keffâret icâb eder.
2. Oruç
bozmanın keffâreti sırasıyla köle azâd etmek, iki ay oruç tutmak ve altmış
fakiri doyurmaktır.[288]
2393. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ramazanda orucunu bozan bir adam
Peygamber (s.a.)'e geldi..." Ebû Hureyre bu (önceki) hadîste geçenleri
haber verdi. Ancak bu rivayette o şunları söyledi: "Rasûlullah'a
içerisinde onbeş sa' kadar hurma olan bir sepet getirildi. (Hişâm'ın rivayetine
göre Ebû Hureyre devamla Hz. Peygamber'in) şu sözlerini de ekledi: "(Bu
hurmayı) hem kendin ye, hem de ailene yedir. Bir gün oruç tut ve Allah'dan af
dile."[289]
Bu hadîs Ebû
Hureyre'den nakledilen, bundan Önceki hadîsin başka bir isnâdla gelen farklı
bir rivayetidir. Metinde görüldüğü gibi bu rivayette ötekinden farklı olarak
Ebû Hureyre, Hz. Peygamber'e getirilen sepetteki hurmanın takriben on beş sa'
olduğunu belirtmiş ve Hz. Peygamber'in, adama hurmayı verdikten sonra:
"Ona ye ve ailene yedir, bir gün oruç tut ve Allah'dan af dile"
buyurduğunu eklemiştir. Bezlû'l-mechûd sahibi Hz. Peygamber'den nakledilen bu
son cümleyi ekleyenin râvîlerden Hişâm b. Sa'd olduğunu söyler. Tabîî bu, Ebû
Hureyre'den nakil yoluyladır. Çünkü sahâbî râvî bildirmezse, Tebeu't-tâbiînden
sonra olan bir ravînın, Hz. Peygamber'in sözünden haberdâr olması mümkün olmaz.
Yukarıda da temas
edildiği gibi bu haber bundan önce geçen hadîsin farklı bir rivayetidir. Ancak
bu hadîsin rivayetlerinin çoğunda ve en sahîhlerinde, ne hurmanın miktarı ne
bir gün oruç ne de Allah'dan af dileme bahis konusudur. Fakat İmâm Mâlik'in
Muvatta'mda bir gün oruç tutulmasını bildiren.Saîd b. el-Müseyyeb'den mürsel
olarak (sahabe anılmadan) nakledilmiş bir hadîs mevcuttur. Bu haber şu
manadadır:
"Bir bedevi,
bağrına vurarak, saçlarını yolarak ve kul mahvoldu diyerek Rasûlullah'a geldi.
Rasûlullah (s.a.) kendisine:
"Bu halin
ne?" diye sordu.
Ramazanda oruçlu iken
aileme yaklaştım.
"Bir köle azâd
edebilir misin?"
Hayır,
"Bir deve kurban
edebilir misin?"
Hayır.
"(Öyleyse)
otur."
Hz. Peygamber'e bir
hurma sepeti getirildi. Efendimiz;
"Bunu al,
fakirlere dağıt."
Benden daha muhtaç
kimse yok.
"Öyleyse onu ye
ve bozduğun günün yerine bir gün oruç tut."[290]
İbn Mâce'de de yine
Saîd b. el-Müseyyeb'in Ebû Hureyre'den naklettiği bir hadiste Hz.
Peygamber'in, "Onun yerine bir gün oruç tut" buyurduğu
belirtilmektedir.[291]
Bu hadîsler ramazanda
bilerek, orucunu bozan kişiye keffâretin yanı-sıra o gününü de kaza etmesi
gerektiğine-delâlet etmektedir. Dört mezhebin de görüşü bu merkezdedir, tmâm
Şafiî'den, kazanın gerekmediği şeklinde bir rivayet nakledilmişse de bu
zayıftır.
Evzâî'ye göre,
keffâret, köle azadı veya fakir doyurarak ödenmişse, orucun bozulduğu gün kaza
edilecektir, tki ay oruçla ödenirse kazaya gerek yoktur.
Üzerinde durduğumuz
metinde diğer rivayetlerden farklı olarak önce de bildirildiği gibi Hz.
Peygamber'e getirilen sepetteki hurmanın on beş sa' kadar olduğu da
belirtiliyor. Şâfiîler bunu esâs alarak, keffâretin fakire tasadduk ile
yapılması halinde, her fakir için bir müdd olmak üzere altmış fakire sadaka
verileceğini söylemişlerdir. Çünkü bir sa' dört müd-dür. O zaman on beş sa'
altmış müd eder. Gelen hurma onbeş sa' olduğuna göre, altmış fakirden her biri
için bir müdd düşer.
Hattâbî; îmâm
Şafiî'nin bu görüşünü verdikten sonra şöyle der: "...ancak Seleme b. Sahr
ve Evs b. Sâmit'in, keffâret-i zıhar konusundaki haberlerinde rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber onlardan birine, altmış fakire bir vesk mikdârı
yedir (tasadduk et) buyurmuştur." Bir vesk de altmış sa' eder. Bir başka
haberde de Hz. Peygamber'e bir sepet getirildiği bildirilir. Muhammed b. İshâk
b. Yesâr rivayetinde bu sepeti otuz sa' ile izah etmiştir. Her ne kadar Ebû
Hureyre'nin hadîsindeki râvîler daha meşhur iseler de, bu haberlerin râvîleri
de kusursuzdur. İhtiyatlı olan, günlük keffâreti bir müdde inhisar
ettirmemektir. Çünkü Rasûlullah'a getirilen sepetteki tahmin edilen on beş sa'
hurmanın hükümde, vâcîbin tamamından az olması muhtemeldir. Efendimiz, ona
imkân bulduğu zaman keffâ-retin tamamını ödemek üzere şimdilik o hurmayı
dağıtmasını emretmiş olabilir. Bu, bir kimseye altmış dirhem borcu olduğu halde
onbeş dirhem getirip "şunu al" demeye benzer. Bunun manâsı; onbeş
dirhem alınca geriye kalandan kurtuldum demek değildir."
Hattâbî'nin bu
sözlerinden onun da günlük keffâret miktarının bir sa' olduğu görüşünü
benimsediği anlaşılmaktadır. Bu konuda mezheplerin görüşleri babın ilk
hadîsinin açıklamasında geçmiştir.[292]
1. Oruç
keffâreti sadaka ile ödenecekse, altmış fakır için on beş sa verilecektir.Bu, Şafiilerin görüşüdür.
2. Oruç
bozmanın keffâretinin yanısıra bozulan günün orucu kaza edilecektir.
3. Orucu
bozan kişi, kaza ve keffâretle iktifa etmeyip, tevbe istiğfar etmelidir.[293]
2394.
...Peygamber (s.a.)'ın hanımı Aişe (r.anha)'nın şöyle dediği rivayet
edilmiştir:
Bir adam ramazanda
mescidde olan Rasûlullah (s.a.)'e gelip;
Yandım! Yâ Rasûlallah!
dedi.
Peygamber (s.a.)
derdinin ne olduğunu sordu. Adam;
Aileme yaklaştım,
dedi. Hz. Peygamber;
"Öyleyse sadaka
ver!" buyurdu. Adam;
Vallahi benim hiçbir
şeyim yok ve ona gücüm yetmez, dedi.
Peygamber (s.a.):
"O halde
otur." buyurdu.
Adam oturdu. O böyle
beklerken, üzerinde yiyecek olan eşeğini süren bir adam çıkageldi. Rasûlullah
(s.a.);
"Biraz evvelki
yandım diyen nerede?" buyurdu. Adam ayağa kalktı, Peygamber (s.a.);
"Bunu sadaka
olarak dağıt." buyurdu. Adam
Bizden başkasına mı?
Yâ Rasûlallah! Vallahi biz açız, hiçbir şeyimiz yok!., dedi. Peygamber (s.a.)
"(Haydi) onu siz
yeyiniz." buyurdu.[294]
Bu babın ilk hadîsinde
işaret edildiği gibi Ebû Hureyre (r.a)'mn rivâyetindekî "helak oldum"
şeklindeki ifâde bu hadîste "yandım" olmuştur. Bu ifâde Türkçe'de
olduğu gibi üzüntüyü gerektiren veya sonunda cehennemde yanmaya sebep olacak
olan davranışlar için kullanılmıştır.
Hz. Aişe'nin bu
rivayetine göre, Peygamber (s.a.) kendisine gelen şahsa orucu bozma keffâreti
olarak, (köle azâd etme ve iki ay orucu tutmayı hiç anmadan) doğrudan doğruya
sadaka vermesini emretmiştir. Bâzı âlimler bu rivayeti göz önüne alarak,
ramazan günlerindeki cinsî temâsdan dolayı gerekli olan keffâretin sadece fakir
doyurmak veya sadaka vermekle ödeneceğini söylemişlerdir. Ancak bu rivayet,
muhtasar olduğu için böyle bir görüşe mesned olması mümkün değildir. Rivayetin
tamamı, İbn Hu-zeyme'nin Sahih'inde Buhârî'nin Tarih'inde ve Beyhâkî'de şu
şekildedir: "Rasûlullah (s.a.) Medîne'deki Fâri'in gölgesinde iken
kendisine Benî Be-yâda Kabîlesi'nden bir adam gelip; .
Yandım, ramazanda
aileme yaklaştım dedi. Hz. Peygamber;
"Bir köle azâd
et" buyurdu. Adam;
Onu bulamam dedi.
Efendimiz bu sefer;
"Altmış fakir
doyur" buyurdu..."[295]
Beyhâkî, "Bu
rivayetteki ilâveler, Ebû Hureyre'nin zabtının daha sahîh olduğuna delâlet
eder" der. Bilindiği gibi, Ebû Hureyre’nin rivayetinde, iki ay oruç da
emredildiği halde, Hz. Aişe'den gelen rivayette mevcut değildir.
Ebû Hureyre'nin
rivayeti ile Hz. Aişe'nin rivayetinde anlatılan hâdise aynıdır. Beyhâkî'nin de
işaret ettiği gibi, Ebû Hureyre, Hz. Aişe'nin zaptedemediği bâzı şeyleri
zaptetmiştir. Bu bakımdan, bu konuda delîl olacak olan hadîs, Ebû Hureyre'nin
rivayetidir.[296]
Bu rivayetten,
öncekilerden farklı olarak iki mes'ele daha çıkartılabuır:
1. Fetva
vermek maksadıyla camide oturulabilir.
2. Bir
kimseye yemîn teklîf edilmeden, yemîn etmesi caizdir.[297]
2395.
...Muhammed b. Avf, Saîd b. Ebî Meryem, İbn Ebfz-Zînâd, Abdurrahman b.
el-Haris, Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, Abbâd b. Abdullah senediyle, Aişe
(r.anhâ)'dan önceki hadîse rivayet edilmiştir. Bu rivayette Hz. Aişe,
"İçerisinde yirmi sa' olan bir sepet getirildi" demiştir.[298]
Abdurrahman b.
el-Hâris'den gelen bu farklı rivayette Hz. Aişe, Rasûlullah'a gelen sepetin
yirmi sa' miktarında olduğunu söylemiştir.
Hasen el-Basrî bu rivayete
dayanarak, vâcîb olan keffâretin, kırk kişiyi doyurmak olduğunu ve her fakire
yarım sa' verileceğini söyler.
Ancak her ne kadar
bu'rivayet Buhârî'nin Târih'inde varsa da zayıftır. Çünkü senedindeki,
Abdurrahman b. el-Hâris tenkîd edilmiştir.
Bu rivayetin sahîh
olduğu kabul edilirse o zaman, farklı rivayetlerin arası şu şekilde te'lîf
edilebilir: Gelen sepetteki hurma aslında yirmi sa' olup, orucunu bozan şahsa
onbeş sa' verilmiş olabilir. Üstelik bunun bir takdîr farkı olması da
mümkündür. Yâni sepetin, bâzıları yirmi sa'hk, bazıları da onbeş sa'hk olduğunu
tahmîn etmiş olabilirler. Ama her hal-ü kârda, gelen hurmanın onbeş sa' ve
dağıtılacak fakir sayısının altmış olduğu daha kabule şayandır. Çünkü bunu
ifâde eden hadîsler daha çoktur.[299]
2396. ...Ebû
Hureyre (r.a.) "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu." demiştir:
"Bir kimse,
Allah'ın tanıdığı bir ruhsat olmadan, ramazanda bir gün orucunu bozarsa, bütün
ömrün (yılın) orucu o günün yerini tutmaz."[300]
buyurdu.[301]
Bu hadîs, ramazanın ve
ramazanda tutulan orucun fazîletine delâlet etmektedir. Maksat, ramazanda
bozulan orucun kazasının mümkün olmadığı değil, ramazandaki fazilet ve bereketin
hasıl olmadığını ifâde eder. Gerçi hadîsin zahirî manâsını alıp, bozulan orucun
kazasının mümkün olmadığını söyleyenler varsa da bu görüş pek tutunamamıştır.
Âlimler arasında,
bozulan bir orucun kazasının üç günde, on iki günde, otuz günde hattâ bin
günde mümkün olduğu söyleyenler olmuşsa da bu görüşlerin hepsinin dayanakları
çok zayıftır.
Bu konuda alınacak
sağlam görüş, dört mezhep imamının görüşüdür. Bilindiği gibi mezhep imamlarının
ittifakı ile, bilerek ve kasden orucunu bozan kişiye o günün kazası gerekir.
Hangi çeşit bozmaların keffâreti gerektirdiği konusunda farklı görüşler
vardır. Ayrıca, orucun hürmetine riâyet edilmediği için tevbe istiğfar
edilmelidir. Tabiî bunlarla ramazanda kaçırılan savâbın telâfisi mümkün
değildir. Zâten hadîs-i şerîfte ifâde edilen de budur. Ama kişinin oruç borcu
ödenir.[302]
1. İbâdeti
vaktinde yapmanın fazîleti büyüktür.
2. Kasden
orucu bozmanın günahı büyüktür.
3. Ramazanda
bozulan bir orucu, fazilet ve bereket açısından ömür boyu tutulacak oruç
karşılamaz.[303]
2397. ...(Bu
hadisin), Âhmed b. Hanbel; Yahya b. Saîd'den, Yahya: Süfyândan, Süfyân;
Habîb'den, o; Umâra'dan, Umara da İbn'ül-Mutavvıs'dan rivayet etmişlerdir:
(Habîb b. Ebî Sabit);
İbnü'l-Mutavvis'le karşılaştım, bana babası vasıtasıyla Ebû Hureyre
(r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber verdi, diyerek İbn
Kesîr ve Süleyman'ın (bundan önceki) hadîslerinin bir benzerini rivayet etti.
Ebû Dâvud dedi ki:
"Süfyân ve
Şu'be'den "İbnu'l-Mutavvis mi yoksa Ebu'l-Mutâvvis mı olduğunda ihtilâf
edildi."[304]
Bundan önce, Süleyman b.
Şû'be ve Muhammed b. Kesîr tarafından Musannif a gelen hadîsin bir benzeri de
Ahmed b. Hanbel tarafından nakledilmiştir. Bu rivayet işte buna işaret için
kitaba alınmıştır.
Ebû Davud'un hadîsin
sonuna aldığı ta'likten anladığımıza göre, râ-vîler hadîsin senedinde
zikredilen bir zâtın Îbnü'l-Mutavvıs mı yoksa Ebû'l-Mutavvıs mı olduğunda Şu'be
b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî'den rivayetlerinde ihtilâf etmişlerdir.
Süleyman b. Harb rivayetinde; "Şu'be'den o da İbnü'l-Mutavvıs'dan",
Muhammed b. Kesîr ise, "Şûbe'den o Ebû'l-Mutavvıs'dan" demiştir.
Yahya b. Saîd de, 'Sufyân'dan, o İbnu'l-Mutavvıs'dan "Muhammed b. Beşşâr
ise, Süfyândan, o da Ebû'I-Mutavvıs'dan" demişlerdir. Yânı bâzı râvîler
Şube ve Süfyân'ın hadîsi İbnü'l-Mutavvıs'dan işittiğini söylerken, bâzıları
Ebü'l-Mutavvıs'dan işittiklerini söylemişlerdir.[305]
2398. ...Ebû
Hüreyre (r.a)'dan; demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e geldi ve; '
"-Yâ Rasûlallah! Ben oruçlu iken unutarak yedim, içtim" dedi,
Rasûlullah (s.a.);
"Sana Allah
yedirip, içirdi."[306]
karşılığım verdi.[307]
Tirmizî bu hadis için
"Hasen-sahih" demiştir. Peygamber (s.a.)'in, oruçlu olduğunu unutarak
yeyip içen şahsa "sana Allah yedirdi, içirdi" buyurması, unutarak yeyip
içmenin orucu bozmadığına delâlet etmektedir. Yedirme, içirme fiilleri de
doğrudan doğruya Allah'a nisbet edilmiştir. Zira kulun unutma konusunda hiçbir
ihtiyarı yoktur. Dolayısıyle unutarak yapılan bir hareket cinayet sayılmaz.
Ama kişinin kendi ihtiyarı ile yaptıkları, zahirî olarak kula nisbet edilir.
Âlimlerin büyük çoğunluğu, bu hadisi delil kabul ederek yeme, içme ve cinsî
temas gibi orucu bozan herşeyin unutularak yapılması ile orucun bozulmayacağını
söylemişlerdir. Hanefî ve Şafiî mezhebleri ile Hasen el-Basrî Mücâhid, Evzâî,
Ebu Sevr, Atâ, Tavus ve İbn Ebî Zi'b bu görüştedirler.
imam Malik ve Râbia b.
Ebî Abcfirrahman'a göre ayırım yapılmadan tüm orucu bozan şeylerin unutularak
yapılması orucu bozar ve sadece kazayı gerektirir. Bunlar imsakin orucun rüknü
olma noktasından hareketle "nasıl ki namazın unutularak da olsa bir rüknü
terkedildiğinde namaz sahih olmazsa, unutularak bozulan günün orucu da sahih
olmaz" derler. Bu görüşte olanlar açıklamakta olduğumuz hadis ve
benzerleri için, "Bunlar âhad haberlerdir kaideye muhaliftirler"
derler. Ancak bu tasvib edilmeyen bir gerekçedir. Çünkü hadis, oruç konusunda
başlıbaşına bir kaidedir.
Bazıları bu hadisteki,
"Sana Allah yedirip içirdi" ifâdesinin nafile oruçlarla ilgili
olduğunu, bazıları da bu ifadenin, "Allah sana bu fiilinden dolayı günah
yazmaz" anlamına geldiğini söylerler. Fakat bu anlayışda unutarak yemenin,
orucu bozacağı görüşünü takviye etmez. Çünkü ramazanda, unutarak yeme ve
içmenin orucu bozmayacağını ifade eden başka hadisler bulunmaktadır;
Dârekutnî, Hâkim ve
Beyhakî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur; "Ramazan ayında unutarak orucu bozan kişiye kaza da
keffâret de gerekmez."[308]
"Ahnıed b.
Hanbel, Ata ve İbn Mâcişûn'a göre, unutarak yemek içmek orucu bozmaz ama
unutarak cinsi temasda bulunmak orucu bozar ve hem kaza hem de keffâreti
gerektirir. Bunlar bundan önceki babda geçen Ebu Hureyre hadisine dayanırlar.
Hadisi delil alış tarzları şudur: "Hanımıyla cinsî temasta bulunup da bunu
haber veren şahsa Hz. Peygamber bilerek mi yoksa unutarak mı olduğunu sormadan
doğrudan doğruya keffâreti emretmiştir. Şayet bilerek yapılan temasla unutarak
yapılan arasında fark olsaydı, Rasûlullah bunu araştırırdı. Evet imam Ahmed'in
meseleye bakışı böyledir. Ancak bu delil de kuvvetli değildir. Çünkü Efendimize
gelen şahsın "mahv oldum" veya "yandıni" demesi, onun
bilerek temas kurduğunu gösterir. Ayrıca hadisin bir rivayetinde Rasûlullah'ın
"Allahtan af dile" buyurduğu da kayd edilir. Bu da o şahsın bile bile
cinsî temasda bulunduğunu gösterir. Çünkü tevbe ve istiğfar ancak bilerek işlenen
günâhlardan dolayı gerekir.[309]
1. Allah
kullarına lutüfkardır.
2.
Unutularak yeme, içme ve cinsi münasebette bulunmak orucu bozmaz.[310]
2399.
...Aişe (r.anha) şöyle demiştir:
"Benim ramazandan
oruç borcum olurdu da Şaban gelinceye kadar onu kaza edemezdim."[311]
Hadisten anladığımıza göre
Aişe (r.anha) özrü dolayısıyla Ramazanda tutamadığı oruçlarını ancak ertesi
ramazandan önceki Şa'bari ayında kaza edebiliyormuş. Buna sebeb Aişe
(r.an-ha)'nm, Peygamber (s.a)'in ihtiyaçlarıyla meşgul olması, bütün benliğini
onu memnun etmeye adamasıdır. Nitekim Buhârî'nin rivayetinde Yahya b. Said, Hz.
Aişe'nin şabana kadar kazayı geciktirme sebebinin, onun Hz. Peygamber'in
hizmetiyle meşguliyeti olduğunu söylemektedir.
Aişe (r:anha)'nm,
orucunu kaza etmek için Rasûlullah'tan izin istediği takdirde onun izin verip
kendisine ihtiyaç duyduğunda buna imkân bulamamasından korktuğu için izin
istememesi de mümkündür.
Orucunu Şaban ayında
kaza etmesi ise iki türlü izah edilebilir:
1. Şabanda
Hz. Peygamber de her aydakinden daha çok oruç tutardı. Dolayısıyla o oruçlu
iken Hz. Aişe de borcunu kaza ediyordu.
2. Yeni
Ramazana az bir zaman kaldığı için artık mecburen kaza ediyordu.
Gerçi
yukarıya'yazılanlardan ramazanda geçirdiği orucu ancak Şabanda kaza edebilenin
sadece Hz.Aişe olduğu şeklinde bir izlenim ortaya çıkabilir. Fakat vakıa böyle
değildir. Durum diğer hanımları için de aynıdır. Nitekim Sahih-i Müslim'deki
bir rivayette Hz. Aişe, ramazanda oruçlarını tutamayan Peygamber hanımlarının
ancak Şabanda oruçlarını kaza edebildiklerini söylemektedir.
Hadis-i şerîf,
ramazanda tutulamayan orucun kazasının bir özür anında Şa'bana kadar
geciktirmenin caiz olduğuna açıkça delâlet etmektedir. Alimler bukonuda görüş
birliği içindedirler. Yine Hz. Aişe'den Tirmizînin rivayet ettiği şu hadis de
aynı hükme delâlet etmektedir: "Ramazandan borcum olan orucu ancak
Şabanda kaza edebilirdim. Hz. Peygamberin vefatına kadar durumum
böyleydi."
Herhangi bir meşru
özür olmadığı halde orucun kazasını geciktirmenin hükmü ise, âlimler arasında
ihtilaflıdır:
Cumhur-u ulemâya göre;
Ramazanda hastalık, hayız, sefer (vs.) gibi meşru bir mazeret dolayısıyla oruç
tutulmamışsa kazanın geciktirilmesi caizdir. Fakat ertesi ramazandan önce borç
olan oruçların tutulabileceği kadar bir zaman kaldığında o andan itibaren
hemen kaza etmek gerekir.
Şafiîlere göre,
ramazanda oruç özürsüz olarak terkedilmişse ramazandan sonra derhal kaza
edilmelidir.
Hanefilere göre ise,
ister özürlü veya özürsüz, ramazanda tutulamayan oruç ölünceye kadar kaza
edilebilir. Bu her hangi bir zamanla kayıtlı değildir. Ancak kişinin orucu kaza
etme azminde olması gerekir.
Davud-ı Zahiri'ye göre
ise, ramazanda özürlü veya özürsüz terkedilen orucun derhal kaza edilmesi
gerekir.
Ramazanın kazasında
"süreklilik şartı var mıdır, yoksa peyderpey kaza edilebilir mi?'* konusu
da ihtilaflıdır. Cumhura göre Peyder pey kaza edilebilir. Yani bir ay borcu
olan kişi üç gün tutup beş gün tutmadan veya başka şekillerde borcunu kaza
edebilir. Çünkü âyet-i kerimede ramazanda tutulmayan oruçların diğer günlerde
kaza edilebileceği belirtilmiş, sıradan ve süreklilikten söz edilmemiştir.
Dârekutni'nin Ibn
Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber Ramazanın kazası sonunda
"istersen ayn ayrı günlerde, istersen peşi peşine tut" buyurmuştur.
Hz. Ali, Aişe, îbn
Ömer, Urve b. Zübeyr, Hasen el-Basrî ve Dâvud-i Zâhirî'den, kazada sürekliliğin
şart olduğu rivayet edilir. Dârekutnî ve Bey-hakî de Ebû Hureyre'den bu görüşü
destekleyen bir hadis rivayet etmekte iseler de hadisin isnadındaki Abdurrahman
b. İbrahim zayıftır. Dolayısıyla bu hadis delil olmaya elverişli
bulunmamıştır.
Üzerinde durduğumuz
hadisde ramazanın kazasının Şabana kadar geciktirilmesi konu edilmektedir.
Peki ertesi ramazan girdiği halde kaza edil-memişse durum ne olacaktır?
Hanefilere göre borç
orucun kazası zamanla kayıtlı olmadığı için ramazandan sonra kaza edilir. Bu
gecikmenin başkaca bir cezası yoktur.
İmam Şafiî, Mâlik,
Ahmed, Tavus, Hasen el-Basrî, Nehâî, ve Evzâî gibi ulemaya göre yolculuk,
hastalık vs. gibi bir özür sebebiyle kaza edilememişse ramazan orucu tutulur,
ramazan bittikten sonra eskiden kalma borç kaza edilir. Bu geciktirmeden dolayı
da fidye gerekmez.
İbn Abbas, İbn Ömer,
Said b. Cübeyr ve Katâde'ye göre ise, giren ramazan tutulur, eski borcu için
fidye verilir. Artık kaza edilmez.
Eğer geçmiş orucun
kazası özürsüz olarak geciktirilmiş ve daha kaza edilmeden ertesi ramazan
girmişse, İbn Abbas, Ebû Hureyre, Atâ b. Ebî Rabah, Zührî, Evzâî, Malik, Sevrî,
Ahmed b. Hanbel ve îmam Şafiî'ye göre, kişi ramazan orucunu tutar, sonra borcu
olan orucu kaza eder ve borcu olan her bir gün için bir müd(sa'ın dörtte biri)
yiyecek maddesi fidye verir.
Fidye konusunda Hz.
Peygamber'den duyulmuş bir hadisi mevcut değildir. Ancak sahabilerden
nakledilen eserler va'rdır. Bunlardan Dârekut-nî'nin rivayetine göre tbn Abbas
şöyle der: "Bir ramazanın orucunu diğer ramazan gelinceye kadar ihmal eden
kimse yetiştiği ikinci ramazanın orucunu tutsun, sonra geçirdiğini kaza etsin
ve her gen üçin bir fakire yemek yedirsin."[312]
1. Aişe (r.anha)'nın
sene içerisinde nafile oruç tutmadığı anlaşılmaktadır.Çünkü o, Hz.Peygamber'in
hizmetinde kusur etmemek için farz olan kaza borcunu bile Şaban ayına kadar
geciktirdiğine göre nafile oruç tutmadığı açıkça bellidir.
2.
Tutulamayan bir ramazan orucunun kazası fevrî değildir.Zaman içerisinde kaza
edilebilir.[313]
2400.
...Aişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur.
"Bir kimse
üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine orucunu
tutar."[314]
Ebû Dâvud, "Bu
nezir hakkındadır ve bu Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür" dedi.[315]
Peygamber (s.a.)
üzerinde oruç borcu olarak Ölen kişinin orucunu velisinin tutacağını bildirmiştir.
Veli: Fıkıh terimi
olarak, velayet hakkına sahip olan yani, başkası hakkında söz sahibi olan
kişiye denir. Velilik, yakınlık sırasına göre önce baba tarafından olan
akrabaya sonra da ana tarafından olan akrabaya geçer. Sarihlerden kimi burada
kastedilen velinin, asabe (baba tarafından olan akraba) olmasa bile, her türlü
akraba olduğunu söylerler. Bazıları ise, veli ile sadece asabenin, bazıları da
vârisin kast edildiği görüşündedirler.
Bazı nüshalarda
kişinin ölümünden sonra velisi tarafından tutulacak olan orucun nezir orucu
olduğu Ebû Dâvud tarafından ifâde edilmiştir. Ancak ulemanın büyük çoğunluğu bu
orucu sadece nezre tahsis etmemekte, ramazan, keffâret ve nezir gibi farz veya
vâcib oruçların tümüne şâmil olduğunu söylemektedirler. Fakat bazıları,
"velinin oruç tutması”nı hakiki manasına aldıkları halde, bazıları bunun
fidye vermek veya fakir doyurmakla olacağını söylerler. Şimdi bu görüşlerin
sahiplerini ve delillerini ele alalım:
Ebu Sevr, Tavus, Hasen
el-Basrî, Zührî, Katâde, Hammad b. Süleyman ve Leys b. Sa'd ile imam Şafiî'nin
evvelki görüşüne göre, bir kimse üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse,
velisi onun yerine oruç tutabilir. İmam Şafiî, bu görüşünü hadisin sıhhatine
bağlayarak şöyle demiştir: "Benim söylediğimin hilâfına Hz. Peygamber'den
bir hadîs sabit olmuşsa, beni taklid etmeyiniz, hadisi alınız" Bu görüşün
delili, üzerinde durduğumuz hadisin zahiridir.
'
Zahirî mezhebi
âlimlerine göre, ölenin orucunu velisinin tutması vâ-cibtir. Bunlar hadisteki
"onun yerine velisi tutar" ifâdesinin emir manasında olduğunu
söylerler.
Hanefî ve Maliki
mezheplerine, imam Şafiî'nin sonraki görüşüne, Ev-zâî ve Sevriye göre ise,
ölenin yerine hangisi olursa olsun, oruç tutulamaz. Çünkü oruç bedenî bir
ibâdettir..Namazda caiz olmadığı gibi oruçta da niyabet caiz değildir. Hz.
Peygamberin bu hadisindeki "Velisi onun yerine oruç tutsun" sözünü,
"velisi onun yerine oruç yerine geçecek bir şey yapsın" diye
anlamışlardır. Üstelik bir çok hadiste Peygamber (s.a.) hiç kimsenin başkasının
yerine oruç tutmayacağım bildirmiştir. Şimdi bu manadaki hadislerden bir
kaçını görelim:
İbn Abbas (r.a.)'dan
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kimse kimsenin
yerine namaz kılamaz ve kimse kimsenin yerine oruç tutamaz." (Nesâî
Sünen-i kebirinde rivayet etmiştir.)
İbn Ömer,
Rasûlallah'ın şu sözünü nakleder:
"Bir kimse
üzerinde ramazan orucu borcu olduğu halde ölürse, onun için her günün yerine
bir fakir doyurulsun."[316]
Aişe (r.anha) şöyle
demiştir: "Ölülerinizin yerine oruç tutmayınız, onların adına yemek
yediriniz, (sadaka veriniz)".
Görüldüğü gibi bu
hadisler ve buraya almadığımız aynı manadaki bir çok haber, ölenin yerine oruç
tutulamayacağını fakat sadaka verilebileceğini bildirmektedirler.
Hanefilere göre oruç
borçlusu olarak ölen kişi ölmeden önce borcunu kaza etmeye ister muktedir olsun
ister olmasın vasiyet etmişse, velisi her gün için bir fitre mikdarı sadaka
verecektir. Vasiyet etmemişse, dilerse verir, dilemezse vermez. Ama vasiyette bulunması
onun için vâcibtir.
İmam Malik'e göre
verilecek sadakanın miktarı hergün için bir müd'dür.
Şafiîlere göre bir
kimsenin kaza borcu bulunur veya oruç nezreder fakat hastalık vs. gibi meşru bir
özür sebebiyle orucunu kaza edemeden ölürse, kendisine fidye lâzım gelmez,
Allah katında mes'ul da olmaz, ama borcunu ödeyebilecek durumda olduğu halde,
orucunu tutmadan ölecek olursa, ister vasiyet etsin ister etmesin, mirasından
hergün için bir müd miktarı sadaka verilir. Verilecek sadaka o memleket
ahalisinin beslendiği ana gıda maddesinden olur. Şafiî'nin sonraki görüşüne
uymamasına rağmen Şafiîlere göre, ölenin akrabalarından biri veya onun izni
ile bir başkası, ölenin borcu olan her gün için oruç tutabilir. Nevevî
Minhac'da Şafiî'nin ilk görüşünün daha sahih olduğunu söyler.
Ahmed b. Hanbel, İshak
ve Ebü Ubeyd'e göre, ölenin oruç borcu nezirden dolayı ise, velisi o orucu
tutar. Ramazan orucu ise, hergün için bir müd miktarı fakirlere sadaka verir.
Bunlara göre ibâdetin hafifliğine göre niyabet câzidir. Nezir ramazan orucundan
daha hafif olduğu için nezirde niyabet caiz olur, ramazan orucunda olmaz.
Ayrıca bunlar Sahihi Müslim'deki İbn Abbas'dan gelen şu hadisi de görüşlerine
delil gösterirler:
Bir kadın Peygamber
(s.a.)'e; "Benim annem, üzerinde nezir orucu borcu olduğu halde öldü. Onun
yerine oruç tutayım mı?" diye sordu .Efendimiz:
"Annenin birine
borcu olsa ödemez misin?" buyurdu. Kadın:
Evet, (öderim) dedi.
Bunun üzerine Rasülallah (s.a.):
"Annenin yerine
oruç tut" cevâbını verdi.
Ancak ulemâ bu hadisin
muzdarip oludğunu söyleyerek[317]
hüccet olmaya elverişli saymamışlardır. Buharî'deki aynı manayı ifâde eden
haberler de aynı kaynaktan geldikleri için onlar da muzdarib kabul edilmiştir.
Buharı şârihi Aynî bazı kişilerin hadisteki ızdırabın, hadisin delil olmasına
mâni teşkil etmediğini söylediklerini hatırlatarak "nasıl manî olmaz,
ızdı-rab bir vehmin eseridir, vehm ise, hadisi zayıflatan âmillerdendir"
der.[318]
Bir kimse oruç borcu olduğu
halde ölürse, yakın akrabası onun yerine oruç tutar. Konu ihtilaflıdır.
Tafsilat açıklamada geçmiştir.[319]
2401. ...tbn
Abbâs (r.anhuma)'dan; demiştir ki: Bir
adam ramazanda hastalanır, sonra
orucunu tutmadan ölürse[320]
onun yerine yemek yedirilir, (sadaka verilir). Artık onun kazası yoktur. Eğer
kişinin nezir borcu varsa velisi onu kaza eder.[321]
Bu eserde İbn Abbas,
nezirle ramazan orucu arasını ayırmakta kişinin edâ edemediği nezir borcunun
velisi tarafından oruç tutarak ramazandan dolayı olan borcunun ise, fidye ile
ödeneceğini söylemektedir. Bilindiği gibi bu görüşü Hanbeliler de benimsemişlerdir.
Ancak bu eser, mevkuf olduğu için delil olamaz.[322]
2402.
...Aişe (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre Hamza el-Eslemî Rasûlallah
(s.a.)'a:
Ya Rasûlallah! Ben
sürekli oruç tutan bir adamım. Yolculukta da oruç tutabilir miyim? diye sordu.
Peygamber (s.a.):
"İstersen tut,
istersen tutma.” karşılığını verdi.[323]
Bu hadiste Hamza
el-Eslemî'nin Hz. Peygamber'e yolculuk esnasındaki ramazan
orucunu mu, yoksa
nafile orucumu sorduğu konusunda bir açıklık yoktur. Ancak bundan sonra
gelecek olan hadisten, Hamza'nın sorusunun ramazan orucu ile ilgili olduğu
anlaşılmaktadır. Tabiî sorunun birisi ramazanla diğeri de nafile oruçla ilgili
olmak Üzere iki defa sorulmuş olması da muhtemeldir. Ancak yolculuk ânında
ramazan orucu tutmanın mükellefin isteğine bırakıldığı anlaşılmaktadır. Zâten
pek azı müstesna, ulemanın çoğunluğu hadislerin gösterdiği istikâmette görüş
beyan etmişlerdir. Sadece İbn Abbas ve İbn Ömer'den seferde oruç tutmanın
yeterli olmadığı, sonradan kaza edilmesi gerektiği rivayet edilmiştir.
Ancak âlimler, seferde
oruç tutmanın mı, yoksa tutmamanın mı daha efdal olduğu konusunda ihtilâf
etmişlerdir.
Hattâbî bu görüşleri
ve sahiplerini üç maddede özetlemiştir. Şöyleki:
1. Oruç
tutmamak efdaldir. Îbnu'l-Müseyyeb, Şa'bi, Evzâî, Ahmed b. Hanbel, ve İshak b.
Râhûye bu görüştedirler. Sahih-i Müslim'deki Ham-za'dan rivayet edilen bir
hadis bu görüşü te'yid eder. Çünkü işaret edilen rivayette Hz. Peygamberdin
Hamza el-Eslemî'ye; "O Allah'tan bir ruhsattır, kim onu alırsa iyidir.
Kim de oruç tutmak isterse ona da günah yoktur" buyurduğu kaydedilir.
2.
Yolculukta oruç tutmak daha efdaldir. Bu da Enes b. Mâlik, Osman b. Ebi'l-As,
en-Neahî, Said b. Cübeyr, imam Malik, Sevrî, Şafiî ve Hanefilerin görüşüdür. Bu
görüşe göre üzerinde durduğumuz hadisin nafile ile ilgili olduğu söylenebilir.
Çünkü sürekli oruç tutmak ramazanda değil, nafile oruçla olur. İbn
Dakiki'1-tyd, bu hadisin ramazanla ilgili olduğuna dâir bir açıklık olmadığını
söyler. Ancak önce de işaret ettiğimiz gibi bundan sonra gelecek olan hadis ve
yukarıya Müslim'den aktardığımız cümle, mânâ olarak ramazan orucuyla ilgili ve
bu hadisdeki mânâya uygundur.
Bu iki görüş ve
delilleri daha geniş olarak bundan sonraki bâbda gelecektir.
3. Mükellef
hangisi kolayına gelirse öyle hareket eder. Bu görüş de Mücâhid, Ömer b.
Abdilaziz ve Katâde'den nakledilmiştir. Bakara sûresinin, "Allah sizin
için kolaylık diler güçlük dilemez" mânâsına gelen 185. âyeti bu görüşün
delilidir.
Yukarıdakilerden
farklı olarak yolculuktaki oruç konusunda bir görüş daha varsa da, pek rağbet
görmemiştir. Ubeyde es-Selmanî, Ebu Mic-lez ve Süveyd b. Ğafele'den nakledilen
bu görüşe göre ramazan girdikten sonra yolculuğa çıkan kişinin oruç tutmaması
caiz değildir. Bunlar "sizden aya erişen oruç tutsun" manasındaki
âyete dayanırlar.
Memleketinde iken
ramazan girdiği halde bilâhere yolculuğa çıktığında orucunu bozduğuna dâir Hz.
Peygamber'den o kadar çok hadis vardır ki bu anlayışa hak vermek mümkün
değildir. İşaret edilen âyet-i kerime ise, kendisinde oruca mâni bir özür
olmadığı halde ramazana erişen kişilerle ilgilidir.
Bu hadisde Hamza
el-Eslemî'nin sürekli oruç tuttuğu ifâde edilmiştir. Ama bu süreklilik,
Rasûlallah'ın men'ettiği ömür orucu manasına gelmez. Çünkü öyle olsaydı,
Efendimiz bunu hatırlatırdı. Zâten orucun sürekli olması, ömür boyu olmasını
gerektirmez. Faraza üç ay, beş ay peşi peşine oruç tutar ama bu ömür boyu
sürmez.[324]
Ramazanda şer'î manada
müsafir sayılacak ölçüde bir yolculuğa
çıkan kışı, isterse orucunu tutar, isterse tutmaz. Sonradan kaza eder.[325]
2403.
...Hamza b. Muhammed b. Hamza el-Eslemî babasından, dedesi (Hamza
el-Eslemî)'nin şunları haber verdiğini rivayet etmiştir:
Hamza dedi ki
Rasûlallah (s.a.)'a:
Ya Rasûlallah! Benim
bir devem var, onu çalıştırıyorum, kiracılık yapıyorum, üzerinde yolculuğa
çıkıyorum. Ancak bazan bu aya, yani Ramazana rastlıyor. Ben gencim, kendimi
güçlü hissediyorum. Ya Rasûlallah, bana oruç tutmam, orucu geciktirip de
üzerime borç olmasından daha ehven geliyor. Oruç tutmam mı, yoksa tutmamam mı
daha çok sevap getirir? diye sordum,
"Hangisini
istersen onu yap, ey Hamza!" buyurdu.[326]
Bu hadis önceki
hadisin daha mufassal bir rivayeti görünümündedir. Ancak isnadı farklı olduğu
için aynı hadistirler denemez. Fakat her iki hadisteki olay aynı sahâbî ile
yani Hamze el-Eslemî ile ilgilidir.
Görüldüğü gibi bu
hadiste öncekinden farklı olarak, Hamza el-Eslemî'nin devesi ile yük taşıyarak
geçimini te'min ettiği ve bu yüzden yolculuğa çıktığı ifade edilmektedir.
Ayrıca bu hadiste Hamza'mn sorusunun ramazan orucu ile ilgili olduğu açıkça
görülmektedir.
Hamza (r.a.)'mn
sorusunda kendisinin yolculuk esnasında oruç tutmak istediği ve bunu Hz.
Peygamberce söylediğini anlıyoruz. Rasûlallah bu isteği bildiği halde her hangi
bir tarafa meyletmeden, karşısındakini muhayyer bırakmıştır. Bu soru ve cevap
ramazanda yolculuğa çıkan kişi için hem oruç tutmanın, hem de tutmayıp kazaya
bırakmanın caiz olduğuna delildir.[327]
2404. ...İbn
Abbas (r.anhuma)'dan; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
Ramazan ayında Medine'den Mekke'ye doğru (yola) çıktı. Usfan'a gelince (Orada) bir
(su) kab(ı) istedi ve insanlara göstermek için (su dolu kabı) ağzına götürdü,
(ve içti).
İbn Abbas şöyle dedi:
"Rasûlullah
(s.a.) (yolculukta) bazan oruç tutar, bazan tutmazdı. O halde isteyen oruç
tutsun, isteyen tutmasın."[328]
Hadiste konu edilen
sefer, Hz. Peygamber'in Mekke Fethi için çıktığı seferdir. Nitekim bu Buharı ve
Müslim'in rivayetlerinde açıkça ifade edilmektedir.
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber oruçlu olduğu halde Medine'den çıkıp Mekke'ye doğru yol almış Usfan
denilen yere varınca istediği bir su kabını ağzına götürerek içmiş ve bunu
ashabına da göstermiştir. Bundan maksadı yolculuk esnasında orucun
terkedilebileceğini fiilen onlara göstermektir.
Usfan Mekke'ye üç
konak mesafede bir yerin adıdır. Usfan'ın yerinde Buhari'deki ve Müslim'deki
bir rivayette Kedîd, Müslim'deki diğer bir rivayette ise Kurâü'l-ğamîm isimleri
yer almıştır. Bunlar da birer mevki adlarıdır. Kedid, Usfan ile Medine arasında
Kuraü'l-ğamîm ise, Usfan'ın önündedir. Bu her iki yer de Usfan'ın mülhakatından
olduğu için rivayetler arasında ihtilâf olduğu söylenemez.
Ebû Davud'un
rivayetinde Hz. Peygamber'in eline aldığı kabı ağzına kaldırdığı belirtildiği
halde, Buhari'deki rivayette bu, "eline aldı, kaldırdı" şeklinde
ifâde edilmiştir. Askalanî, kaldırmanın zâten el ile olduğuna işaret ederek,
Buhâri'deki bu rivayetin müşkil olduğunu söyler. Daha sonra da insanlara
göstermek için elini sonuna kadar kaldırdığını ifâde edip Ebû Davud'un
rivayetinin daha açık olduğunu bildirir.
Ahmed b. HanbeFin
rivayetinde Hz. Peygamber'in bu hareketinin öğle sıcağında olduğu belirtilmiş
ve susuzluktan ashabın düştüğü güç durum tasvir edilmiştir.[329]
Ramazanda yolculuğa
çıkan kişi geceden niyet etmiş bile olsa, yolda orucunu
açabilir.Bu, cumhurun görüşüdür. Hanefîlere göre, oruca niyet edilmiş ve o gün
yola çıkılmışsa o günün orucu bozulmaz. Bozulursa, sadece kaza gerekir.[330]
2405.
...Enes b. Mâlik (r.a)'den; demiştir ki: Rasülullah (s.a.) ile birlikte
ramazanda yolculuk yaptık. Bir kısmımız oruç tuttu, bir kısmımız tutmadı. Oruç
tutan tutmayanı, oruç tutmayan da tutam ayıplamadı.[331]
Hadisin Müslim'deki
Ebu Said'den gelen rivayetinde "yolculuk yaptık" sözünün yerine
"biz Rasûlullah'la birlikte gazaya giderdik" ifâdesi yer alır. Ayrıca
o rivayette, kendisini güçlü hissedenlerin oruç tuttukları ve bu tavrın güzel
olduğu, zayıf hissedenlerin ise, oruç tutmadıkları ve bu tavrın da güzel olduğu
belirtilir.
Bu hadis de Öncekiler
gibi Ramazandaki yolculuk esnasında oruç tutmanın da tutmamanın da caiz
olduğuna delâlet etmektedir.[332]
2406.
...Kaze'a (b. Yahya)'dan; demiştir ki:
Ebû Said el-Hudrî
(r.a.)'nin yanına gittim. İnsanlar onun etrafında toplanmışlardı[333] ve
onlara fetva veriyordu. Yalnız kalmasını bekledim. Yalnız kalınca ona
yolculukta ramazan orucunu sordum, şöyle dedi:
"Fetih yılı
Rasûlullah (s.a.)'la birlikte yola çıktık. Rasûhülah (s.a.) da biz de oruç
tutuyorduk. Nihayet bir yere varınca Efendimiz:
"Şüphesiz
düşmanınıza yaklaştınız, Oruçlu olmamanız, sizin daha kuvvetli olmanızı
sağlar," buyurdu. İçimizde hem oruçlu olanlar hem de oruçlu olmayanlar
olduğu halde sabahladık. Sonra tekrar yürüdük ve başka bir yerde durduk. Bu
sefer Peygamber (s.a.):
"Siz düşmanınıza
baskın yapacaksınız. Oruçlu olmamanız sizin daha kuvvetli olmanızı
sağlar. Onuiı için oruçlarınızı açınız!" buyurdu.
Bu, Rasûlullah
(s.a.)'dan bir azîmet oldu.[334]
Ebu Said şöyle dedi:
"Ben bundan (azimetten) önce de sonra da Rasûlullah'la birlikte
(yolculukta) oruç tuttuğumu biliyorum.”[335]
Hadis-i şerifteki Hz.
Peygamber'in ashabından oruçlannı açmalarını istediği adı verilmeyen yer,
Usfan, Kedîd veya KurâVl-ğamîm'den birisidir. 2404 numaradaki İbn Abbas
hadisinin çeşitli rivayetlerinden böyle anlaşılmaktadır.
Bu hadiste, babın
diğer hadislerinden farklı olarak, Hz. Peygamber'in ashabına orucu açmalarını
emrettiği görülüyor. Buna sebep, hadis metninden anlaşılacağı gibi düşmanla
karşılaşma esnasında kuvvetli olma zaruretidir. Şüphesiz tokun gücü ile açın
gücü denk olamaz.
Hadis-i şeriften,
belirtilen yere varıncaya kadar hem Hz. Peygamber'in hem de ashabın oruçlu
olduklarını anlıyoruz. Bu, yolculuk esnasında oruç tutmanın daha efdal
olduğunu, gösterir.[336]
1.
Hz.Peygamber ashabına karşı pek şefkatli idi.
2.
Yolculuk esnasında, zaruret
olmadan kimse orucunu açması için
zorlanamaz.
3.
Kötülükleri defetmek maslahatları celbetmekden daha üstündür.[337]
2407.
...Câbir b. Abdullah (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.),
etrafı kalabalık (bir insan topluluğu) olan ve kendisine (Ramazan da aşırı
sıcak dolayısıyla) gölge yapılan bir adam görüp; "yolculukta oruç tutmak
sevap değildir" buyurdu.[339]
Hadis-i şerifte
anlatılan olayın bir yolculuk esnasında
olduğu bizatihi Hz. Peygamber'in sözünden anlaşılmaktadır. Taberî'nin
Ka'b b. Âsim el-Eş'arî'den rivayet ettiği şu haber ise, daha geniş ve daha
açıktır. "Çok sıcak bir havada Rasûlullah (s.a.) ile birlikte yolculuk
yaptık. Aniden topluluktan bir adamın bir ağacın gölgesine girip hastanın
yatışı gibi yan üstü yattığını gördük, Rasûlullah (s.a.):
"Arkadaşına ne
oldu, derdi ne?" diye sordu.
O hasta değil, oruçlu.
Kendisini güneş çarptı, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Yolculuk esnasında
oruç tutmanız iyilik (sevap) değildir. Allah'ın size tanıdığı ruhsala
sarılınız" buyurdu.
Görüldüğü gibi
Taberi'nin bu rivayeti, hadiseyi daha etraflıca anlatmaktadır.
Bu hadis-i şerifte
bahsi geçen zâtın kim olduğu kesin olarak belli değildir. Ebu İsrail olduğunu söyleyenler
olmuşsa da bu doğru bulunmamıştır. Çünkü Ebu İsrail'in başından geçen benzeri
olay, yolculukta değil, Medine'de olmuştur. Bu hâdise Hatib'in, İbn Abbas'dan
rivayet ettiğine göre şöyledir:
Rasûlullah (s.a.) cuma
günü (insanlara) hutbe okuyordu. Kureyşli Ebu İsrail adındaki adama gözü
ilişti. (Rasûlullah onun hakkında) "Bu oruç tutmayı, güneşin altında
ayakta durmayı konuşmamayı ve oturmamayı adadı" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber; "Otursun, konuşsun, gölgelensin ve iftar etsin'* buyurdu.
Görüldüğü gibi hadis-i
şerifteki olay ile Ebû İsrail'in başından geçen olay arasında hiçbir benzerlik
mevcut, değildir.
Hadis-i şerifin
z,âhiri yolculuk esnasında oruç tutmanın iyi olmadığına delâlet etmektedir.
Bazı zahirilerle bazı Şiîler bunu esas alarak, "yolculukta oruç iyilik
olmadığına göre, günahtır. Dolayısıyla ramazanda yolcu iken tutulan oruç,
ramazan orucu yerine geçmez" demişlerdir.
Bu görüş Ebu Hureyre,
Hz. Ömer, İbn Ömer, Zührî ve Abdurrahman b. Avf dan nakledilmiştir. Hatta
Abdurrahman'ın "Seferde oruç tutmak hazarda tutmamak gibidir" dediği
rivayet edilir.
Bu görüş sahipleri
üzerinde durduğumuz hadisin yanı sıra, daha önce geçen ve Rasûlullah'ın Mekke
fethi seferinde ashabına oruçlarını bozdurt-tuğunu bildiren hadîse de
dayanırlar. Çünkü hadîsin Müslim ve Tahavî'-deki rivayetlerinde Efendimizin,
oruçlarını bozmayanlar için; "onlar âsilerdir, onlar âsilerdir"
buyurduğu nakledilir. Yine Buharı ve Müslimdeki Enes'ten nakledilen bir hadisin
sonundaki Rasûlullah'ın; "orucu açanlar bugün ecri alıp götürdüler"
sözü de bu görüşün delillerindendir.
Ahmed b. Hanbel,
Evzaî, İshak b. Rahûye'ye göre seferde oruç tutmamak efdal olmakla beraber
tutmak da caizdir. Çünkü tutmak, ruhsata uymaktır.
Bundan önceki babın
ilk hadisinin açıklamasında da belirtildiği üzere Ebû Hanife, İmam Malik ve
İmam Şafiî'nin de dahil bulunduğu cumhura göre, gücü yeten kişinin yolculuk
esnasında oruç tutması tutmamasından daha efdaldir.
Bu görüşte olanlar,
üzerinde durduğumuz hadis ve benzerleri hakkında farklı izahlarda bulunmaktadırlar.
Hattabî bu hadis için
şöyle der. "Bu hadis bir sebep üzerine söylenmiştir. Dolayısıyla hükmü o
gibi hallere münhasırdır. Sanki efendimiz "oruç yolcuyu böyle güç
durumlara düşürüyorsa, yolcunun oruç tutması sevap değildir,"
demiştir.
Hz. Peygamber'in Mekke
fethi seferinde oruçlu oluşu ve Hamza el-Eslemî'yi oruç tutup tutmama konusunda
muhayyer bırakması izahımızın delilidir. Eğer oruç tutmak sevab olmasaydı,
Rasûlullah onu muhayyer bırakmazdı"
İmam Şafiî bu
hadisteki "sevap olmama" tabirinin ruhsatı kabulden kaçınanlarla
ilgili olduğunu söyler.
Tahavî bu hadisteki
"birr-sevap"dan maksatın en kâmil manâsıyla "birr"
olduğunu, gayenin yolculuk ânında oruç tutmanın sevap olmayışını ifâde
olmadığını söyler.
Cumhur, Rasûlullah'ın
oruçlarım bozmayanlar için "onlar âsilerdir, onlar âsilerdir"
buyurmasını, onların Hz. Peygamberin emrine muhalefet etmelerine
bağlamışlardır.
Efendimizin
"bugün orucu açanlar, ecri alıp götürdüler" beyânı ise, şöyle izah
edilir. Bunlar oruçlulara hizmet ettikleri için böyle denilmiştir. Bu söz,
oruç tutanların sevaptan mahrum olduklarını ifâde için değildir. Eğer öyle
olsaydı, Hz. Peygamber oruç tutanları tasvip etmezdi. Çünkü Efendimizin,
kötülüğe kayıtsız kalması düşünülemez.
Yolculuk esnasında orucu
caiz görmeyenlerin dayandıkları delillerden biri de "Sizden, hasta veya
yolcu olan başka günlerde tutsun"[340]
mealindeki âyet-i kerimedir. Onlar âyeti, "yolcunun oruç
tutamayacağı" şeklinde anlamışlardır. Cumhura göre ise, âyetin mânâsı,
"sizden hasta ve yolcu olup da oruç tutmayanlar, başka günlerde
oruçlarını tutsunlar" şeklindedir.
Cumhurun, yolculukta
orucu caiz görmekle beraber oruç tutmamayı daha efdal görenlere cevabı bundan
sonraki bâbda gelecektir.[341]
Sıkıntıya sebep
olacaksa, yolculuk esnasında oruç tutmamak, tutmaktan daha iyidir.[342]
2408.
...Benû Kuşeyr'in kardeşleri Abdullah b. Ka'b oğullarından birisi olan Enes b.
Malik'in[343] şöyle dediği rivayet
edilmiştir;
Rasûlullah (s.a.)'uı
atlıları bize (kabilemize) baskın yaptı. Ben de Rasûlullah (s.a.)'uı yanına
gittim. O yemek yiyordu. Bana:
"Otur, şu
yemeğimizden biraz ye!" buyurdu.
Ben oruçluyum, dedim.
"Otur sana namaz
ve oruçtan bahsedeyim, şüphesiz Allah müsâfirdetı namazın bir kısmım veya
yarısını, müsafir ve emzikliden veya hamileden orucu kaldırdı," buyurdu.
Vallahi Efendimiz ya
onun (emzikli ve hâmile) ikisini birden ya da bîrini söyledi.
Enes devamla şöyle
der:
(O zaman) Rasûlullah
(s.a.)'ın yemeğinden yemediğim için kendi kendime teessüf ettim.[344]
Râvi Enes b. Malik'in
mensup olduğu kabilenin adının geniş olarak belirtilmesi onun diğer Enes b. Mâliklerle karıştırılmaması içindir. Diğer
Enes b. Mâlik'ler dipnotta gösterilmiştir.
Enes (r.a.)
kendilerine Hz. Peygamberin süvarilerinin baskın yaptıklarını söylemektedir.
Hadisin devamında ise, Enes'in o zaman müslüman olduğunu anlıyoruz. O halde Hz.
Peygamber'in askerleri müslümanlara nasıl saldırabilir? diye bir sorunun akla
gelmemesi mümkün değil. Bu muhtemel soruya iki türlü cevap verilebilir.
1. Rasûlullah
(s.a.)'ın atlıları Enes (r.a.)'in kabilesinin müslüman olduklarını
bilmiyorlardı onları kâfir sanarak baskın yapmışlardır.
2. Enes
kendisi müslüman olmakla beraber, kabilesi henüz müslüman olmamıştı,
dolayısıyla müslümanlar müslüman bir topluma değil, kâfir bir topluma baskın
yapmışlardır.
Hadisin Ahmed b.
HanbePin Müsned'indeki rivayetinde Hz. Enes'in Rasûlullah'ın yanına komşusundan
aldığı bir deve ile Nesâîdeki rivayetinde ise, kendi devesiyle geldiği de
kaydedilir. Görüldüğü gibi Ebû Dâvud'-da bu konuda hiç bir kayıt yoktur.
Râvî Enes (r.a.) Hz.
Peygamberin yanına geldiğinde Efendimiz yemek yemekte olduğuna göre zaman
ramazan değildi. Enes'in tuttuğu oruç, nafile veya ramazanın haricindeki bir
borç oruçtu. Çünkü ramazanda Hz. Peygamber'in yemek yemesi hiç bir şekilde
düşünülemez. O halde Hz. Rasülullah'ın Enes'e "otur da sana namazdan
oruçtan bahsedeyim" buyurup musâfirin namaz ve orucundan bahsetmesi,
Enes'in o anki orucuna has değildir. Ama Enes'in o zamanki orucu Rasûlullah'a
bu mevzuyu hatırlatmış olabilir.
Metinde görüldüğü gibi
Efendimiz önce Cenab-ı Allah'ın, misafirin namazının yarısını kaldırdığını
söylemiştir. Kitâbü's-Salat'ın misafir namazı ile ilgili bölümünde izah
edildiği üzere bu dört rekatli farz namazlarla ilgilidir. îki veya üç rekath
farz ve vâcib namazlarda ya da kaç rekat olursa olsun sünnetlerde bir kısaltma
bahis konusu değildir. Müsâfir, sünneti kılarsa, tüm kılacaktır. Dört rekatli
farz,namazı iki rekat kılar.
Hz. Peygamber daha
sonra müsâfirden ve emzikli veya hâmile kadından orucun da kaldırıldığını
söylemiştir. Râvi Hz. Peygamberin müsâfirle birlikte emzikliyi mi, hamileyi mi
yoksa her ikisini birden mi andığını tam olarak hatırlayamamış ve bunu bizzat
kendisi ifâde etmiştir. Bu bölüm Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel'in rivayetlerinde
hem emzikli hem de hâmile, aynı hükmün içinde yer almıştır. Emzikli ve hâmile
kadınlarla müsâfirden orucun kaldırılması müsâfirden namazın yarısının
kaldırılmasından farklıdır. Çünkü müsâfir namazın rekatlerinin yarısını terk
edince bir daha onu kaza etmez. Özürleri sebebiyle oruçlarım tutamayanlar ise,
bilâhare kaza ederler.
Hattâbî bu meseleye şu
sözleriyle işaret eder:
"Bu sözün
dizilişi ifâdede uyumlu, hükmünde ise farklı şeyleri bir araya getirmiştir.
Çünkü ramazandan kaldırılan kısım için kaza yoktur. Oruç ise, seferde müsâfire
ruhsat olarak düşer, sefer hali sona erince, kaza etmesi gerekir. Hâmile ve
emzikli de aynı şekilde oruç tutmaz sonra kaza eder."
Emzikli ve hamilelerin
ramazan orucunu tutmadıkları takdirde yapacakları şey, oruç konularının 3.
babında geçmiştir.
Hadisin sonunda râvi
Hz. Peygamber'in dâvetine uyup da sofraya oturmadığı için olan pişmanlığını
belirtmektedir. Bu, Efendimizin davetini reddettiği için veya onunla birlikte
yemek yemek şerefini kaçırdığı için
olmalıdır.[345]
1. Bir
meseleyi bilen kişi bilmeyene öğretmelidir.
2. Musafırın
dört rekatlı farz namazları iki rekat kılması meşrudur.
3. Yolculuk
esnasında oruç tutmak şart değildir.
4. Emzikli ve
hamileler oruç tutmayıp sonra kaza edebilirler.[346]
2409.
...Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan; demiştir ki:
Çok sıcak bir günde,
Rasûlullah'ın savaşlarından birinde onunla birlikte yola çıktık. O kadar ki, her
birimiz sıcağın şiddetinden dolayı elini -veya avucunu-[348]
başına koydu. İçimizde Hz. Peygamber (s.a.) ve Abdullah b. Ravaha'dan başka
oruçlu kimse yoktu.[349]
Hadis-i" şerîfte
bahis konusu edilen savaşın hangi savaş olduğu tam olarak belli değildir. Mekke
fethi seferi veya Bedir savaşı olduğu hakkında görüşler varsa da isabetli
değildir. Çünkü Abdullah b. Revâha Mekke fethi seferinden önce, Muta
Muharebesinde şehid olmuştu. Ebu'd-Derdâ da Bedir savaşında henüz müslüman olmamıştı.
Bu seferin ramazan
haricinde olup Rasûlullah (s.a.)'in nafile oruç tuttuğu da söylenemez. Çünkü
Müslim'in rivayetinde seferin Ramazan'da olduğu açıkça ifâde edilmektedir.
Hadis-i şerif gücü
yetenlerin ramazanda yolcu da olsalar oruçlarını tutmalarının efdal olduğuna delildir.
Gücü yetmeyenler için ise, hüküm tam tersinedir. Hanefî, Malikî, Şafiî
mezheblerinin bu görüşte olduğu daha önce belirtilmişti.[350]
2410.
...Seleme b. el-Muhabbak (r.a.)'dan; "Rasûhüiah (s.a.) şöyle buyurdu"
demiştir:
"Kendisini,
doyacağı yere kadar götürecek bir bineği olan kişi ramazana nerede erişirse,
orucunu tutsun."[351]
Hadiste söylenilmek
istenen şudur: Bir kimsenin yolculuğu uzun bile olsa, kendisine sıkıntı
vermiyorsa, orucunu tutsun. Bu izaha göre "oruç tutsun" emrinden nedb
kastedildiği anlaşılır. Çünkü yolcu için oruç tutmama ruhsatının illeti
meşakkat değil, yolculuktur.
Hadisin kısa
mesafelerle ilgili olduğunu anlamak da mümkündür. O zaman hadisin mânâsı
"kendisini aynı günde yerine ulaştıracak bineği olan kişi oruç
tutsun" şeklinde olur. Bu durumda "oruç tutsun" emri vücûb ifâde
eder.
Hadis meşakkat
olmadığı takdirde seferde oruç tutmanın daha efdal olduğuna delildir. Ancak
zayıftır. Çünkü râvilerden Abdüssamed b. Ha-bib tenkide uğramıştır. Buharî onun
hadisinin münker olduğunu söyler. Ahmed b. Hanbel de kendisini zayıf kabul
eder.[352]
2411.
...Nasr b. Muhacir, Abdüssamed b. Abdilvâris, Abdüs Samed b. Habîb, babası
(Habib) ve Sinan b. Seleme senediyle, Seleme b. Muhabbâk'dan rivayet
edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yolculukta iken
ramazana erişen kişi" (Bundan sonrasında) Râvi önceki hadisin mânâsını
zikretti. [353]
Görüldüğü gibi bu
rivayet önceki rivayetin başka bir isnadla gelen biraz farklı bir
şeklidir.Ötekinde Rasûlullah'ın "ramazana nerede erişirse..."
buyurduğu nakledildiği halde, burada, "seferde iken ramazana
erişen..." buyurduğu ifâde edilmektedir.
Diğer rivayetin zayıf
sayılmasına sebeb olan Abdüssamed b. Habib bu rivayetin isnadında da olduğuna
göre, onun için söz konusu olan zayıflık bunun için de geçerlidir.[354]
2412.
...Ca'fer b. Cebr'den; demiştir ki;
Rasûlullah (s.a,)'m
sahâbisi Ebû Basra el-Ğıfâri ile bir gemide beraberdik. Ramazanda Füstad'dan (hareket
ettik). Gemi demir aldı (az) sonra Ebu Basra'nın sabah yemeği getirildi.
(Râvi) Cafer,[355]
hadisinde, devamla şöyle dedi. Ebu Basra daha evleri geçmeden sofrayı istedi
ve;
Yaklaş dedi.
Sen evleri görmüyor
musun? dedim. Ebu Basra ise;
Rasûlullafr'ın
sünnetinden yüz mü çeviriyorsun? karşılığım verdi ve yedi[356]
der.[357]
Hadisin Ahmed b.
Hanbel'in Müsned*indeki rivâyetinde, buradaki "Ebu Basra el-Gıfârî ile
beraberdik" sözünün yerindeki ifâde şöyledir: "Ebu Basra ile birlikte
ramazanda Füstad'-dan îskenderiyye'ye (giden) bir gemiye bindik" bu
rivayetten, gidilen yerin tskenderiyye olduğu anlaşılıyor. Geminin kalktığı
yerin ise Füstad olduğu bütün rivayetlerde açıktır.
Füstat: Aslında şehir
manasındadır. Özel manası ise, Kahire ile eski Mısır arasındaki bir şehrin
adıdır. Hz. Ömer devrinde müslümanların Mısır'da ilk fethettiği şehir
burasıdır. Burayı 639 senesinde Amr b. el-Âs fethetmiştir.
Hadis-i şeriften, gemi
demir alır almaz daha evleri geçmeden, Ebû Basra el-Ğıfarî'nin yemeğin isteyip
yediği anlaşılıyor. Onun Füstad'da, mukim mi yoksa müsâfir mi olduğuna dair
bir açıklık yoksa da Ca'fer b. Cebr'in "evleri görmüyor musun?"
sorusundan .geceden niyetli olduğu ortaya çıkıyor.
Hadisin zahiri,
yolculuğa çıkan kişinin çıktığı şehrin evlerini geçmese bile orucunu
açabileceğini göstermektedir. Hasan el-Basrî ve Atâ bu görüştedir. Hatta Hasen
el-Basri'ye göre yolculuğa çıkacak kişi daha evinde iken yiyebilir. Tirmizî'nin
Muhammed b. Ka'b'dan rivayet ettiği bir haberden Enes b. Mâlik'in de bu
görüşte olduğunu anlıyoruz.
Ulemanın cumhuruna
göre ise, şehrin evleri geçilmeden oruç bozulmaz. Bu hadis, Ebû Basra
el-Ğıfarî orucunu açtığı zaman geminin, evleri geçmemiş olduğunda kesin nass
değildir. Çünkü onun iftarının gözden kaybolmamış biie olsa, evler geçildikten
sonra olması muhtemeldir. Hattâ bu anlayış Ahmed b. Hanbel'in bir rivayetinde
açıkça görülmektedir. Bu rivayette "Evlerimiz henüz bizden gaib
olmadı" denilmektedir. Buna göre Ebû Dâvud'daki "Daha evleri geçmeden
sofrayı istedi" ifâdesi evlere olan yakınlıklarından kinayedir.
Yine bu hadis, geceden
oruca niyetlenip sonra yola çıkan bir müsfair için gündüzün orucu bozmasının
caiz olduğunu gösterir. Cumhurun görüşü de bu merkezdedir. Hanefilere göre
ise, geceden niyetlendikten sonra yolculuk sebebiyle oruç bozuimaz. Ancak
bozulursa keffâret değil, sâdece kaza gerekir.
Bezlü'l-Mechûd sahibi
bu hadisle ilgili olarak şu mütalaada bulunur:
"Bu hadis
Hanefüerin görüşüne zıt düşmektedir. Ebu Basra, Fustad'da mukim de olsa,
müsafir de olsa durum budur. Bu ihtilafa şu şekillerde cevap verilebilir:
a. Ebu
Basra'nın görüşüne göre, bir kişi ister yolculukta olsun ister mukim, geceden
oruca niyet ettiğinde gündüz yola çıkarsa, orucunu açması caizdir. Onun, bu
uygulamanın Rasûlullah'ın sünneti olduğu yolundaki istidlali, kendi içtihadı
olmalıdır. Zira bu konuda Hz. Peygamber'den gelen bir nass mevcut değildir.
b. Ebû
Basra'nın Füstad'ta mukim olup geceleyin yola çıkmış olması mümkündür. Bu
durumda geceden niyet etmemiş gemiye binip yola çıkınca da müsâfir olmuş olur.
c. Ebû
Basra, Füstat'da müsafir olup, geceden oruca niyet etmemiş olabilir. Bu
caizdir.
Mukîm olduğu halde
geceden oruca niyet edip gündüz yolculuğa çıkan kişi, Ahmed b. Hanbel, Şa'bî
ve îshâk'm dışındaki ulemaya göre orucunu bozamaz, o günkü orucunu tamamlaması
gerekir.
Hattâbî, Ahmed b.
Hanbel ve onun görüşünde olanlar için şöyle der: "Bunlar yolculuğu, oruçlu
olarak sabahlayıp sonra o gün hastalanana benzettiler. Çünkü hastanın orucunu
açmaya hakkı vardır. Hem müsafir, hem de hastaya orucunu açma ruhsatı olduğu
için hastalıkta olduğu gibi yolculukta da orucun açılabileceğini söylerler.
Ben derim ki yolculuk hastalığa benzemez. Çünkü yolculuk kişinin kendi
fiilidir. Hastalık ise, kendi ihtiyarı olmadan meydana gelen bir haldir. Onun
için hastalık konusunda mazurdur. Ama yolculukta mazur değildir."[358]
1. Müsâfir
olan bir kimse bulunduğu yerde geceden oruca niyetlenip gunduz yolculuğa çıkarsa,
cumhura göre orucunu açabilir. Hanefilere göre açamaz.
2. Mukim, aynı
durumda olursa, Cumhura göre orucunu açamaz. Ahmed b. Hanbel, Şa'bî ve Nehaîye
göre açabilir.
3. Yolculuğa
çıkan kişi cumhura göre şehrin evlerini geçmedikçe orucunu açamaz. Hasen
el-Basrî ve Atâ'ya göre ise, daha evleri geçmeden açabilir.[359]
2413.
...Mansur el-Kelbî'den rivayet edildiğine göre; Dıhye b. Halife[360]
(r.a.) bir kerre ramazanda Dimeşk'in bir köyünden, Füs-tâd'tan Ukbe (veya
akabe)ye kadarki bir mesafeye -bu üç mildir-(yolculuğa) çıktı. Sonra o ve
onunla beraber bazı insanlar oruçlarını açtılar. Bazıları ise, iftar etmemeyi
uygun buldular.
Dıhye köyüne dönünce
"Vallahi bugün görebileceğime hiç ihtimal vermediğim bir şey gördüm.
Şüphesiz bir grub Rasûlullah (s.a.)'in ve ashabının yolundan yüz çevirdiler,
-bunu oruç tutanlar için söylüyor- Sonra, Allahım! beni yanına al (ruhumu
kabzet)" dedi.[361]
Dıhye (r.a.)'nın yola
çıktığı söylenip adı verilmeyen köy kendi ikametgâhı olan Mizze köyüdür. Bu köy
şimdi "Şam"denilen Dimeşk şehrinin bahçeleri arasında büyük ve zengin
bir köydür. Dimeşk şehrine uzaklığı yarım fersah kadardır.
Hz. Dihye bir ramazan
günü bu köyden çıkmış ve takriben Füstad'-dan Ukbe (veya akabe) köyüne kadarki
mesafe kadar yol aldıktan sonra orucunu açmıştır. Râvi bu mesafenin üç mil
kadar olduğunu söylemektedir.
Füstad, bundan önceki
hadisin açıklamasında belirtildiği gibi Mısır'daki bir şehrin adıdır. Mısırda
müslümanların eline ilk geçen şehir burasıdır.
Hadisin Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'indeki rivayetinde "Dıhye (r.a.) ramazanda bir köyden
Ukbe köyüne yakın bir yere doğru (yola) çıktı" denilmektedir. Ancak bu
rivayette bir kusur olsa gerektir. Çünkü buna göre Ukbe köyünün Şam
yakınlarında olması gerekir. Oysa Mü'cemu'l-Büldân'da böyle bir köy ismi mevcut
değildir.
Metinde görüldüğü
ezere Dıhye (r.a.) üç mil kadar bir mesafe aldıktan sonra oturup iftar
etmiştir. Yanındakilerden bir kısmı Dıhye'ye uyarak orada oruçlarını açtıkları
halde bir kısmı iftar etmeyerek oruca devam etmişlerdir.
Dıhye bunların
oruçlarını bozmamalarını yolculuk esnasındaki ruhsattan yüz çevirmeleri olarak
telakki etmiş ve ayıplamıştır. Hatta bu hali Hz. Peygamber'in ve ashabının
sünnetine muhalefet saymış, böyleleri arasında yaşamaktansa ölmenin daha
hayırlı olduğunu ifâde etmiştir.
Dıhye'nin
"Allahım beni yanma al" demesi, dünyadan bıktığı için veya bir dünya
sıkıntısının verdiği acıdan dolayı değildir. Başından geçen olaya
şaşkınlığından dolayı söylenmiş bir sözdür. Dolayısıyla bu, tslâmın men'ettiği
"ölümü temennî etme" konusuna girmez.
Bu haberin zahiri
ramazanda orucu açma ruhsatım doğuran yolculuğun bir mesafe ile kayıtlı
olmadığına veya bu mesafenin çok kısa olduğuna delâlet etmektedir. Zahirîlerin
görüşü bu hadisin hükmüne uygundur. Bunlara göre yolcunun, orucunu açabileceği
yolculuğun en kısa mesafesi, üç mildir. Hattâ zahirîlerden îbn Hazm bir mili
kâfi görür.
Cumhur-ı ulemâya göre
ise, orucun açılabileceği mesafe namazın kı-saltılabileceği mesafedir.
Ulemanın, namazın kısaltılabileceği mesafe konusundaki ihtilâfı orucun
açılabilmesi konusunda da geçerlidir. Bilindiği gibi sefer mesafesi Hanefilere
göre üç günlük bir yoldur. Bu yaya yürüyüşle 18 saatlik bir mesafedir. Bir
yayanın saatte
İmam Mâlik, Ahnıcd b.
Han bel, Lcys, Evzaî ve tmam Şafiî'ye göre,
sefer mesafesi 16
fersahtır ki,
Cumhur, üzerinde
durduğumuz hadîs-i şerifi şu şekilde anlamıştır:
Hadisteki Dıhye
(r.a.)'nın yemeğini yediği yer, yolculuğunun son bulduğu yer değildir. O
aslında daha uzağa gidecektir. Hadiste belirtilen yerde durup yemeğini yemiş,
sonra yoluna devam etmiştir. Ancak gideceği yer, haberde yer almamıştır.
Burada akla,
"Dıhye kendi köyünden yola çıktığına göre oruca niyetli olması gerekir.
Niyyetli olan kişi yola da çıksa orucunu bozamaz. O halde Dıhye nasıl yemek
yiyebilir?" şeklinde bir soru gelebilir. Buna şu şekilde cevap
verilmektedir:
Dıhye (r.a.)'nın henüz
fecirden önce yola çıkıp belirtilen yere varınca yemeğini yemiş olması
muhtemeldir. Buna göre Dıhye daha oruca niyet etmeden yola çıkmış olur.
Dıhye (r.a.)'nın oruca
devam edenleri kınaması, onların azîmeti tercih etmiş olmalarından dolayı
değil, ruhsattan yüz çevirdiklerindendir.
Hattabî Hadisin
isnadında meşhur olmayan bir şahsın bulunduğunu, dolayısıyla hadisin zayıf
olduğunu söyler. Bezlü'l-Mecbud sahibi, Hattabî'nin bu sözünün tüm âlimlerce
benimsenmediğini belirterek "Her ne kadar Îbnü'l-Medinî önün hakkında
"zayıftır" demişse de el-Aclî "sika" demiştir" der.[362]
1. Ramazanda
yolcu olan kişinin oruç tutmaması caizdir.
2. Bir kimsenin
dinin esaslarına aykırı davranışta bulunanları kınaması caizdir.[363]
2414.
...Nâfi'den rivayet edildiğine göre, İbn Ömer (r.anhuma) Ğâbe'ye kadar gider,
fakat orucunu bozmaz, namazı da kısaltmazdı.[364]
Ğabe; Medine
yakınlarında Şam istikâmetinde bir yerin adıdır Medine'ye takriben on iki mil
mesafededir. Eseren İbn Ömer'in bu mesafeyi sefer mesafesi saymadığı
anlaşılmaktadır.
Ebû Davud'un bu eseri
buraya almasından maksadı, bundan önceki hadiste geçen hükmü tanımadığına
işaret olsa gerekir. Takrir adındaki kitabta önceki hadisteki üç milin takdiri
de adı geçen şahabının içtihadı olduğu ya da orasının yolun sonu olmadığı
şeklinde anlaşılabileceği ifâde edilir.[365]
2415. ...Ebu
Bekre (r.a.)'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) "Sizden biri;
"Ramazanın tamamında oruç tuttum ve tamamında namaz kıldım",
demesin." (Râvî derki:) "Rasûlullah (s.a.) kişinin nefsini tezkiye
etmesini hoş görmedi de ondan mı, yoksa uykudan ve istirâhatten kaçış olmayacağı
için mi (böyle) söyledi bilmiyorum."[366]
Görüldüğü gibi
Hz. Peygamber, bir kimsenin ramazanın
tümünü oruçla ve namazla geçirdiğini söylemesini menetmiştir. Râvi bu men'in
sebebini beyan ederken iki ihtimalden bahsetmiştir.
Ahmed b. Hanbel'in bir
rivayetinden bu açıklamayı yapan râvinin Hasan el-Basrî olduğu anlaşılmaktadır.
Râvinin beyân ettiğine
göre, Hz. Peygamberin bu yasağına sebeb olan ihtimaller şunlardır:
1. Kişinin
nefsini tezkiye etmesini, Efendimizin hoş görmemesi.Çünkü bu riya ve kendini
beğenmeye sebeb olur.
2. Araya
mutlaka uyku gireceği için söz yalanla sonuçlanmış olacaktır.
Bu ikinci şık daha çok
namazla ilgilidir. Çünkü uyku oruca mâni değildir. Öyleyse uyku sadece
"devamlı namaz kıldım" sözünü asılsız kılar. Ancak Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinde "uyku ve gafletten kaçınmak mümkün değildir"
denilmektedir. Bu ifâde hem namaz hem de oruçla İlgili olabilir. İnsan uyku
sebebiyle devamlı namaz kılamayacağı gibi gaflet sebebiyle de oruca yakışmayan
davranışlarda bulunabilir. O halde "ramazanın tamamında oruç tuttum"
şeklideki bir iddia doğru olamaz.
Hasen el-Basrî'nin
temas etmediği üçüncü bir ihtimâle göre Hz. Peygamberin mezkur nehyine sebep,
oruç ve namazın kabul edildiğinin kesin olmayışı gösterilebilir.[367]
Bir kimsenin belirli
bir zamanı anarak "devamlı oruç tuttum veya devamlı namaz kıldım demesi
caiz değildir.[368]
2416. ...Ebu
Ubeyd'den; demiştir ki:
Ömer (r.a.) ile
birlikte bayramda bulundum. Hutbeden önce namaz kıldırdı. Sonra (kalkıp) şöyle
dedi:
"Şüphesiz
Rasülullah (s.a.) bu iki günün orucunu nehyetti. Çünkü kurban bayramı günü
kurbanlarınızın etlerinden yiyeceğiniz gündür. Ramazan bayramı ise,
oruçlarınıza son verişinizdir."[369]
Tüm kütüb-i sitte'de
yer alan bu hadise göre Hz. Ömer Önce Hz. Peygamber'in bayram günlerinde oruç
tutmayı men'ettiğini bildirmiş, sonra bunun sebeplerini beyân etmiştir. Şunu da
ifade edelim ki, buradaki bayram günlerinden maksad, ramazan ve kurban
bayramlarının birinci günleridir. Kurban bayramının diğer günlerinin hükmü
bundan sonraki babda gelecektir.
Hz. Ömer'in ifadesine
göre Orucun, kurban bayramında men'edilmesine sebeb kurban etinden
yenilemeyeceği endişesidir. Çünkü kurban cenab-ı Allah'ın bir ziyafetidir. O günde
oruç tutmak cenab-ı Hakk'ın ziyafetinden yüz çevirme sayılır. Onun için kurban
bayramında oruç tutmak caiz değildir.
Orucun Ramazan
Bayramında men'edilmesi ise, o günün oruca son verme günü oluşu sebebine
dayanır. Tirmîzî'nin rivayetinde bu günün mü'minlerin bayramı olduğuda ilâve
edilmiştir. Ayrıca ramazan bayramı günü oruç tutulursa, farz oruç nafile oruçla
karışacak ve bunları biri birinden ayırmak zor olacaktır.
Hadîs-i şerîf
müslümanların iki dînî bayramında oruç tutmalarının haram olduğuna delildir.
Orucun kaza, keffâret, nezir (adak) ve nafile olması hükmü değiştirmez. Bu
hadisin ifâde ettiği hükme delâlet eden daha birçok sahih hadis vardır. Onun
için âlimler bu günlerde oruç tutmanın haram olduğunda icma etmişlerdir. Ancak
bugünlerde oruç tutmayı adayan kişiye orucun vâcib olup olmayacağı konusunda
âlimler farktı görüştedirler:
Ulemanın çoğunluğuna
göre böyle bir adak adayana oruç vâcib değildir. Çünkü masiyette adak sahih
olmaz dolayısıyla böyle birinin bayram günlerinde oruç tutamayacağı gibi
bilâhere kaza etmesi de gerekmez.
Bunlar Ahmed b. Hanbel
ve Sünen sahihlerinin rivayet ettikleri şu hadise dayanırlar: "Masiyette
nezir olmaz onun keffâreti yemin keffâretidir."
Buharî ve Beyhakî'den
nakledilen şu haber de bu görüşün delillerindendir:
Bir adam İbn Ömer'e;
Falan gün sana oruçlu
olarak geleceğim diye adakta bulunan bir kişinin o gün bayrama rastlarsa ne
yapacağını sormuş. İbn Ömer de:
"Şüphesiz
Allah'ın Rasûlunde sizin için iyi bir örnek vardır"[370] mânâsına
gelen âyeti okuyup "Rasûlullah (s.a.) kurban ve ramazan bayramı günlerinde
oruç tutmaz ve o günlerde oruç tutmayı emretmezdi" cevabını vermiştir.
Hanefîlere göre ise,
bayram günü oruç tutmayı adayan kişiye oruç vâcib olur. Ancak ö gün oruç tutmak
haram olduğu için bayram günü tutmaz, bilahere kaza eder. Çünkü kişi meşru bir
oruç adamıştır. Bayramda orucun yasak oluşu nezrin dışındaki bir sebebe
bağlıdır. O da Allahın ziyafetinden yüz çevirmektir. Onun için nezri sahihtir,
fakat günaha düşmemek için bayram günü tutmaz, bilâhare kaza eder. Buna rağmen
bayram günü oruç tutarsa adağını yerine getirmiş ama günaha girmiş olur.
Hanefilerle karşı
görüştekilerin arasındaki ihtilâf şuradan kaynaklanmaktadır:
Nehy, nehyedilenin
fesadını gerektirir mi, gerektirmez mi?
Çoğunluğa göre
gerektirir, Hanefilere göre gerektirmez.
Buharî'nin Ziyad b.
Cübeyr'den naklettiği şu haber bu görüşü desteklemektedir:
Bir adam İbn Ömer'e
gelip; "Bir kimse pazartesi günü oruç tutmayı adadı. O gün de bayrama rastladı
ne yapsın? diye sordu. İbn Ömer şu karşılığı verdi:
Allah nezirlerin
yerine getirilmesini emretti. Allah Rasûlü ise, bugünlerde oruç tutmayı
men'etti."
Bu rivayete göre İbn
Ömer, soru sahibine açıkça fetva vermemekle beraber orucu bayramdan başka bir
günde kaza etmesini îma etmiştir.
Demek oluyor ki, bir
kimse muayyen bir gün oruç tutmayı adar fakat o gün bayrama rastlarsa,
ittifakla bayram günü tutması haramdır. Ancak Hanefîlere göre başka bir günde
kaza eder. İmam Şafiî'nin iki görüşünden birisi de böyledir. Hatta Bezlıf
1-MechûcTun ta'likinde Mâlikilerin bir kavli ile Hanbelî'lerin görüşünün de
böyle olduğu kaydedilir. Ta'liki yapan zat, karşı görüşün cumhura nisbet
edilmesine şaştığını ifâde eder.
Diğer âlimlere göre
ise, kaza gerekmez.[371]
1. Bayram
günleri Allah'ın kullanna ziyâfet günleridir.
2. Allah'ın
ziyafetinden yüz çevirmek caiz değildir.
3. Ramazan
ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak haramdır.[372]
2417. ...Ebû
Said el-Hudrî (r.a.)'den; demiştir ki;
Rasûlullah (s.a.) iki
günün orucundan men'etmiştir: (Bunlar) ramazan ve kurban bayramı günleridir.
İki türlü giyinişten men'et-miştir: (Bunlar) tek bir kumaşa bürünerek (ellerini
çıkaracağı bir açıklık bırakmamak) ve tek elbise içerisinde dizleri dikerek
oturmaktır. İki vakitteki namazdan da men'etmiştir: (Bunlar da) sabahtan ve
ikindiden sonradır.[373]
Hadisin Müslim ve
Tirmizî'deki rivayetlerinde sadece ramazan ve kurban bayramı günlerindeki oruca
ait nehy yer almaktadır. Giyinme konusu ve nehyedilen namaz vakitleri ile
ilgili bölüme temas edilmemektedir.
Tirmizî hadis için
"hasen-sahihtir. Ehl-i ilim katında amel buna göredir" der.
Ebû Said el-Hudrî
(r.a.) orucun yanı sıra Rasûlullah'ın iki türlü giyiniş ve iki vakitteki
namazdan da men'ettiğini bildirmiştir. Bu giyiniş şekilleri şunlardır:
1. es-Sammâ:
Bu terimin izahı iki türlü yapılmaktadır:
a. Tercemeye
geçtiğimiz şekilde çarşaf gibi büyükçe bir kumaş parçasına bürünmek ve kolların
dışarıya çıkarılması için bir delik bırakmamak. Bu şekildeki bir örtünmede
ellerin çıkartılması icabettiği zaman eteklerin toplanması gerekir. Bu da avret
mahallerinin açılmasına sebeb olur. Onun için Hz. Peygamber bu giyiniş
tarzından men'etmiştir.
b. Tek bir
kumaşa bürünüp bir ucunu omuzlardan birisi üzerine atmak, bu şekildeki bir
örtünme de avret mahallinin açılmasına sebeb ölür.
2. el-İhtibâ:
Aslında bu terim, bir örtünme şekli karşılığı değil, oturuş biçimi karşılığı
kullanılır. Şekli şöyledir: Kişi kalçaları üzerine oturur, dizlerini diker ve
bir bez veya iple dizlerini beline bağlar. Hz. Peygamber bir kimsenin üzerinde
tek bir entari veya peştemal gibi bir elbise varken ihtibayı men'etmiştir.
Çünkü bu da avret mahallerinin görülmesine sebeb olur.
Bu izahlardan
anladığımıza göre, Rasûlullah (s.a.) bir müslümam avret yerinin görünmesine
sebeb olacak şekilde giyinmekten men'etmiştir. Dolayısıyla avret yerlerinin
görünmesine sebeb olacak her türlü giyiniş bu yasağın hükmüne girer.
Hadiste geçtiği üzere Hz.
Peygamberin men'ettiği şeylerden birisi de sabah ve ikindi namazlarından sonra
nafile namazı kılmaktır. Bu konu kitabü's-Salat'da geçmiştir.[374]
1. Ramazan
ve kurban bayramı günleri oruç tutmak haramdır.
2. Kişinin
avret mahallini gösterecek bir elbise giymesi haramdır.
3. Sabah
namazının farzından sonra ve ikindi namazı kılındıktan sonra nafile namaz
kılmak mekruhtur.[375]
2418.
...Ümmü Hâni'nin azatlısı Ebu Mürre[376]'den
rivayet edildiğine göre Abdullah b. Amr b. el-As'la birlikte Abdullah'ın
babası Amr b. el-As'ın huzuruna girmiş. Amr b. el-As (r.a.) onlara yemek
getirip:
Ye! demiş.Abdullah:
Ben oruçluyum.
Amr: Ye, bugünler
Rasûlullah (s.a.)'in bize oruç tutmamayı emredip, tutmayı men'ettiği
günlerdir.[377]
Râvi Mâlik dedi ki; O
günler teşrik günleridir.[378]
Teşrik günleri:
Zilhicce ayının on bir, on iki ve on üçüncü günleri yani kurban bayramının iki,
üç ve dördüncü günleridir. Bu günlerde kurban etleri kurutulmak üzere güneşin
altına serildiği için bu isim verilmiştir.
Ebü Dâvud'daki metne
göre Ebu Mürre hadisi Amr b. el-As (r.a.)'dan doğrudan doğruya kendisi, İmam
Malik'in rivayetinde ise Amr b. el As'ın oğlu Abdullah vasıtasıyla
nakletmektedir.
Bu haberden anladığımıza
göre Ebû Mürre ile Abdullah b. Amr b. el-As teşrik günleri içerisinde Amr b.
el-As'ın yanma varmışlar. Abdullah oruçlu imiş. Bu yüzden babasının ikram
ettiği yemeği oruçlu olduğunu söyleyerek yemek istememiş. Bunun üzerine Amr b.
el-As (r.a.) Hz. Peygamber'in teşrik günlerinde oruç tutmayı men'ettiğini haber
vermiş. Bu rivayette Ebu Murre ile Abdullah'ın, Amr b. el-As'ın yanına girdiği
günlerin teşrik günleri olduğu râvîlerden Malik tarafından açıklanmıştır. Ancak
Hz.Peygamber'in bizzat teşrik günlerini anarak o günlerin oruç günleri değil,
yeme-içme günleri olduğunu bildirdiği hadisler de vardır. Meselâ bundan sonra
gelecek olan hadis bunlardandır. Ahmed b. Hanbel'in Sa'd b. Ebî Vakkas
(r.a.)'dan rivayet ettiği bir haberde de Hz. Peygamberdin Sa'd b. Ebî Vakkas'a
teşrik günlerinin oruç günleri değil, yeme içme günleri olduğunu halka ilan
etmesini emrettiği rivayet edilmektedir. Yine Ahmed b. Hanbel ve İmam
Müslim'in Ka'b b. MahVten rivayet ettikleri bir haber de Sa'd b. EbiVakkas'ın
rivayetine benzemektedir, Enes b. Mâlik de; "Rasûlullah (s.a.), senede
beş gün oruç tutmayı yasak etti. Bunlar ramazan bayramı, kurban bayramı ve üç
günlük teşrik günleridir" demiştir.
Bu haberler Teşrik
günlerinde oruç tutmanın caiz olmadığını göstermektedir. Ali b. Ebî Tâlib,
Davud-ı Zâhiriî, Hasen el-Basrî, Atâ, Leys b. Sa'd, îbn Aliyye, tmam Azam Ebu
Hanife ve talebeleri, Îbnu'l-Münzir ve Şâfiîlerin meşhur görüşü bu şekildedir.
îmam Malik, Evzâî ve
îshak' ve imam Şafiî'nin evvelki görüşüne göre, temettü' haccı yapıp da hedy
bulamayan ve Zilhicce'nin onundan önce üç gün oruç tutamayan kişi teşrik
günlerinde oruç tutabilir. Bu görüş aynı zamanda Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer ve
Urve b. Zübeyr'den de nakledilmiştir. Bu görüş sahibleri Buhârî'de bulunan ve
İbn Ömer'den nakledilen şu esere dayanırlar.
"Umre ile haccı
birleştirenler Arafe gününe kadar oruç tutsun. Hedy bulamamış ve (arafe gününe
kadar) oruç tutmamışsa Mina (teşrik) günlerinde oruç tutar."
Yine Buhâri'nin İbn
Ömer ve Hz. Aişe'den naklettiği şu haber de bu görüş için delildir. "Hedy
bulamayanlar hâriç, teşrik günlerinde oruç tutmaya izin verilmedi."
Zübeyr b. el-Avvâm,
Ebu Talha ve Esved b. Yezid'e göre ise teşrik günlerinde oruç tutmak mutlak
olarak caizdir. Her halde bu günlerin orucunun men'edildiğni gösteren hadisler
bu zatlara ulaşmamıştır.
Aynî, teşrik
günlerinin orucu konusunda dokuz ayrı görüş nakletmiş-tir. Bunların en
meşhurları yukarıda nakledilenlerdir. Aynî, bu günlerde orucun menedildiğine
dair otuz kadar sahâbiden nakil olduğunu söyleyerek buna rağmen orucu caiz
görenlere şaşkınlığını ifâde eder.[379]
Teşrik günlerinde oruç
tutmak caiz değildir. Bundan evvelki babın hadisleri de göz önüne alınınca
ramazan bayramında bir gün, kurban bayramında da dört gün oruç tutmanın caiz olmadığı
ortaya çıkmaktadır.[380]
2419.
...Ukbe b. Amir (r.a.)'den; demiştir ki; Rasûlullah (s.a.); “Arafe, kurban
bayramı ve teşrik günleri biz mü si uman) arın bayramıdır. Bu günler yeme ve
içme günleridir.”[381]
Hadisin zahiri,
hadiste belirtilen günlerde oruç tutmanın caiz olmadığına delalet etmektedir.
Ramazan ve kurban bayramlarının birinci günlerinde oruç tutulamayacağında tüm
âlimler görüş birliğine varmışlardır. Teşrik günlerinin orucu ile ilgili
açıklama, önceki hadisin şerhinde verilmiştir. Arafe gününün orucu ile ilgili
bilgi 2440. hadiste gelecektir. Burada şu kadarını söyleyelim: Şevkanî bu konudaki
farklı rivayetleri birleştirerek arafatta vakfe hâlinde olanın arafe günü oruç
tutmasının mekruh, başkaları için ise, müstehab olduğunu söyler.
Hattâbî, bu hadisin
teşrik ve bayram günlerinde oruç tutmamanın gerekli oluşunun illeti gibi
olduğuna işaret eder ve şöyle der: "Bu günlerde oruç tutmak nafile olarak
da nezr olarak da caiz değildir. Temettü' haccı yapan kişi Zülhiccenin on
gününde oruç tutmadığından bugünlerde onun da oruç tutması caiz değildir."
Hadiste belirtilen
günlerin bayram oluşu, arafe günü oruç tutmaya mâni değildir. Anılan günlerin
yeme-içme günleri oluşu ile ilgili ifade de, bayram ve teşrik günleri ile
ilgilidir.[382]
1. Arefe,
bayram ve teşrik günleri müslümanlar için bayram günleridir.
2. Anılan
günler yeme-içme günleridir. Dolayısıyla bu günlerde, oruç tutmak caiz
değildir. Arafe gününde oruç tutmanın hükmü ile ilgili geniş bilgi 2440.
hadisin açıklamasında gelecektir.[383]
2420. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; "Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir:
"Sizden biriniz
bir gün önce veya bir gün sonrasında tutmadan (sadece) Cuma günü oruç
tutmasın."[384]
Tirmizî bu hadis için
hasen-sahih demiştir. Hadisin Buharı'deki rivayetinde orucu nehyeden
kelime te'kidli olarak şeklinde nefy olarak "oruç tutmaz"
şeklin de vârid olmuştur.
Hadisin zahirine göre sadece
cuma günü oruç tutmak yasaktır ama perşembe veya cumertesi günlerinden
birisinin de ilâve edilmesi halinde bu yasak ortadan kalkar.
Âlimler hadisteki
yasağın delâlet ettiği hüküm konusunda değişik görüşlere sahip olmuşlardır.
Hatta bazı âlimler kendilerine bu hadis ulaşmamış olacak ki, bu günde oruç
tutmanın iyi olmadığı görüşüne hiç iştirak etmemişlerdir. Bu konuda ortaya
atılan görüşlerin en önemlileri şunlardır:
1. Hadisteki
yasak doğrudan doğruya sadece cuma günü oruç tutmanın haram olduğunu gösterir.
O halde bir gün öncesinden veya sonrasından ilave yapılmadan sadece cuma günü
oruç tutmak haramdır. Bu görüş Ashabtan Hz. Ali, Ebû Zerr, Ebu Hureyre ve
Selman-ı Farisî ile Zahirî mezhebi âlimlerinden tbn Hazm'a aittir.
Bu görüş sahipleri,
üzerinde durduğumuz hadisin yanısıra şu hadislere de dayanırlar:
Muhammed b. Abbâd'dan
rivayet edilmiştir der ki; "Cabir (r.a.)'e, Rasûlullah (s.a.) cuma günü
oruç tutmaktan nehyetti mi? diye sordum. "Evet" dedi" (Bu hadisi
Buharı, Beyhaki ve Darimî rivayet etmişlerdir.)
Cüveyriye bint
Haristen rivayet edildiğine göre, bir cuma günü oruçlu iken Peygamber (s.a.)
yanma girmiş ve Cüveyriye'ye;
"Sen dün oruç
tuttun mu?" diye sormuş. Cüveyriye de:
Hayır, cevabını
vermiş.Hz. Peygamber tekrar:
"Yarın tutmak
istiyor musun?" demiş.Cüveyriye yine:
Hayır, karşılığını
vermiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Öyleyse orucunu
boz" buyurmuştur.[385]
2. Sadece
cuma günü oruç tutmak mekruhtur. Bu görüş Şafiî ve Hanbelilerle Zührî, Muhammed
b. Şîrîn ve Tavus'a aittir. Bunlar sadece cuma günü oruç tutmayı meneden
hadisleri kerahete hamletmişlerdir.
3. Cuma günü
oruç tutmak her halükârda mekruhtur. Yani ister tek başına olsun isterse bir
gün evvel ve sonrasıyla birlikte tutulsun hüküm aynıdır. Nehaî, Şa'bî, ve
Mücâhid bu görüştedirler.
4. Cuma günü
oruç tutmak kerâhetsiz olarak caizdir. Bu konuda cuma gününe önünden veya
sonradan bir gün eklenmesi ile eklenmemesinde fark yoktur. İmam Âzam Ebû
Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Muhammed bu görüştedirler. Aynı görüş, İbn Abbâs ve
Muhammed b. Münkedir'den de rivayet edilmiştir.
İmam Malik
Muvatta'ında; "ben ilim erbabından ve kendisine uyulanlardan hiç birinin
cuma günü oruç tutmaktan menettiklerini bilmiyorum. O gün oruç tutmak
iyidir," demektedir.
Bu görüş sahipleri
Tirmizî, Nesâî ve İbn Hibban'ın rivayet ettikleri şu hadise dayanmışlardır:
İbn Mes'ûd (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre, "Peygamber (s.a.) her ayda üç gün oruç tutardı.
Cuma günleri hemen hemen hiç iftar etmezdi".[386]
el-Aynî, bu hadisin
Hz. Peygamber'in sadece cuma günleri oruç tuttuğuna delâlet etmediğini, aksine
Efendimizin tek başına cuma günü oruç tutmayı men etmesinin ,onun cumadan bir
gün evvel veya sonrasıyla birlikte oruç tutmuş olduğunu gösterdiğini söyler.
Âlimler cuma günü oruç
tutmakta hiç bir sakınca görmeyen bu guruptaki imamlara o günün orucunu
nehyeden bu hadislerin ulaşmamış olmasının muhtemel olduğunu söylerler ve;
"Eğer ulaşsaydı, muhalefet etmeyeceklerdi" derler.
Nevevî, İmâm Mâlik'in
yukarıdaki sözleri için şunları söyler; "Sünnet, Mâlik'in görüşünden daha
önce gelir. Cuma günü orucunun yasaklandığı sabittir. Mâlik bu yasağın
kendisine ulaşmamış olmasında ma'zurdur."
Hanefî fıkıh
kitaplarından Tecnîs'de, Ebû Yûsuf'un, "cuma orucuna birgün daha ilave
etmenin daha ihtiyatlı olduğunu" söylediği kaydedilir. Yine Hanefî fıkıh
kitaplarından Nehr, Bahr ve Dürrü'I-Muhtar'da ise, Ebû Hanîfe'nin görüşüne
uygun olarak sâdece bir gün de olsa cuma günü oruç tutmanın mendup olduğu
söylenir. Nuru'1-izah da ise, sadece cuma günü oruç tutmanın mekruh olduğu
belirtilir.
Yukarıya aktardığımız
görüşlerden anlaşıldığı gibi âlimlerin ekserisine göre sadece cuma günleri oruç
tutmak mekruhtur. Beziu'l-mechûd sahibi, bu mekruhun cumhura göre tenzîhen
mekruh olduğunu söyler. Cuma günü tutulan oruçla birlikte, bir gün evvel veya
bir gün sonra oruç tutmakta hiç bir sakınca yoktur.
Cuma günü orucunun
men'edilişindeki hikmet konusunda da farklı görüşler ortaya atılmıştır.
Bunların en önemlileri de şunlardır:
a. Cuma günü
bayram günüdür ve bayram günleri oruç tutulmaz. Nitekim Ahmed b. Hanbel ve
Hâkim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur; "Cuma günü bayram günüdür. Bayram gününüzü oruç günü
yapmayınız. Bir gün önce ve bir gün sonrasında da tutarsanız başka."
îbn Ebî Şeybe'nin Hz.
Ali'den naklettiği şu ifâdeler de bu görüşü takviye etmektedir; "Sizden
bir kimse, ay içerisinde nafile oruç tutmak isterse perşembe günü tutsun, cuma
günü tutmasın çünkü cuma günü yeme-içme ve zikir günüdür."
Cuma gününün bayram
oluşu ramazan ve kurban bayramları ile aynı manada değildir. Çünkü o
bayramlarda, öncesi ve sonrası ile de olsa, hiçbir şekilde oruç tutulması caiz
değildir.
b. Cuma
gününde başka günlerde olmayan bir ibadet vardır. Ayrıca bu gün zikir ve
ibâdetlerin çokça bulunduğu bir gündür. Oruç insanı zayıf düşürür.[387]
Sadece cuma günü oruç
tutmak mekruhtur. Bir gün evveli veya bir gün sonrasında oruç tutulursa,
cumanın orucu kerahetsiz caizdir.[388]
2421.
...Abdullah b. Büsr es-Sülemî[389] kızkardeşi
(Yezid'in rivayetine göre) Samma'dan Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Cumartesi günü
size farz kılınanın dışında oruç tutmayınız. Sizden biriniz (orucu bozmak için)
üzüm çubuğu kabuğu veya bir ağaç dalından başka birşey bulamazsa, onu çiğnesin
(orucu bozsun)."
Ebû Dâvud, "Bu hadis neshedilmiştir.” dedi.[390]
Tirmizî, bu hadis için
"hasendir" dedikten sonra şu mutalaayı yürütür: "Bu hadisteki kerahetin
manası, insanın sadece cumartesi günü
oruç tutmasıdır. Çünkü yahudiler cumartesi gününe ta'zim ederlerdi."
Münzirî de şöyle der:
"bu hadis Abdullah b. Büsr vasıtasıyla Hz. Peygamberden ve Sammâ
vasıtasıyla Rasûlullah'ın hanımı Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir. Nesâî bu
hadisler muzdaribtir demiştir."
Hadis-i şerifin zahiri
cumartesi günleri nafile oruç tutmanın caiz olmadığına, ramazan, keffâret ve
nezir oruçlarının ise, tutulabileceğine işaret etmektedir. Fakat bazı
rivayetlerde Peygamber (s.a.)'ın bu günde oruç tuttuğu bildirilmektedir. Meselâ
Nesâî, Beyhakî, Hâkim ve İbn Hibbân'ın Küreyb'den rivayet ettikleri bir habere
göre; Ashabdan bazıları Hz. Pey-gamber'in en çok oruç tuttuğu günleri sorması
için Kureyb'i, Ümmü Seleme (r.anha)ya gönderirler. Ümmü Seleme, Küreyb'in
sorusuna; "Cumartesi ve pazar günleri" karşılığını verir. Küreyb
hadiseyi naklen şöyle devam ediyor: "Ben; beni gönderenlerin yanına
döndüm. Sanki söylediğimi beğenmediler ve hepsi birden kalkıp Ümmü Seleme'ye
varıp sordular. O da Küreyb doğru söylemiş, Hz. Peygamber o günler müşriklerin
bayram günleridir ben onlara muhalefet etmek istiyorum, buyurdu"
dedi."
Tirmizî de Aişe
(r.anha)'dan Rasûlullah (s.a.)'ın bir ay cumartesi pazar ve pazartesi, diğer
ay da sah, çarşamba ve perşembe günleri oruç tuttuğunu rivayet etmiştir.
Ancak Hz. Peygamberdin
cumartesi günü oruç tutmayı nehyettiğini gösteren hadis ile kendisinin o gün
oruç tuttuğunu ifade eden hadisler arasında bir tezat yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber cumartesi günleri bir gün sonrası olan pazar günüyle birlikte oruç
tutmuş, sadece cumartesi gününün orucunu ise, men'etmiştir. Bu da, hadisler
arasında çelişki olmasını gerektirmez.
Hanefî, Şafiî Hanbeli
mezhepleri, üzerinde durduğumuz hadisi esas alarak sadece cumartesi günleri
oruç tutmanın mekruh olduğu sonucuna varmışlardır.
İmam Malik ve bir grub
âlim, cumartesi günü başka gün eklenmeden de olsa, oruç tutmanın mekruh
olmadığı görüşündedirler. Bunlar izahım yapmakta olduğumuz hadisin mensuh
olduğunu, değilse zayıf olduğunu ileri sürerler İmam Malik, bu hadisin yalan
olduğunu, çünkü Ebû Dâvud'da Abdullah b. Büsr'ün kız kardeşi Samma vasıtasıyla
Hz. Peygamber'den, İbn Hıbban da Abdullah'ın babası Büsr'den, bir başka yerde
ve Abdullah b. Büsr'ün kız kardeşi Samma'dan onun da Hz. Aişe'den rivayet
ettiğini bu sebeple hadisin "muzdarib" olduğunu söyler.
Ancak İmam Mâlik'in
her iki iddiası da kabule şâyân değildir. Çünkü hadisin neshedildiğine dair
hiçbir işaret yoktur. Eğer bu hadisin yukarıda Ümmü Seleme'den nakledilen
hadisle neshedildiğini kasdetmişse, bu kabul edilmez. Çünkü önceden de
belirtildiği üzere Ümmü Seleme hadisinde Hz. Peygamber'in cumartesi ve pazar
günleri oruç tuttuğu bildirilmektedir. Üzerinde durduğumuz hadisteki cumartesi
günü orucunun neh-yedilmesinin de sadece cumartesiyle ilgili olan oruç olarak
te'vili mümkündür.Birbirleri arasında tezat görünümü olan hadisleri te'vil
mümkünse, nesh yönünü araştırmadan te'vil etmek d'aha evlâdır.
Hadiste ızdırap olduğu
için bunun zayıf sayılması da isabetli değildir. Çünkü ızdırap sahâbîler
arasındadır ve sahâbîlerin hepsi âdildirler. Onun için bu, hadisin sıhhatine
zarar vermez.
Metinde görüldüğü gibi
Ebû Dâvud da bu hadisin mensûh olduğunu söylemiştir.
Telbîs adındaki
kitapta, "Ebû Dâvud bu hadisin mensuh olduğunu iddia etmiştir. Ancak
bundaki nesh yönü açık değildir" denildikten sonra şu mütalaa
yürütülmüştür: "Ebû Davud'un nesh görüşüne varışı, Hz. Peygamber'in önce
ehl-i kitaba muvafakat etmeyi sevdiği sonra ise, "onlara muhalefet
edin" buyurmuş olmasından dolayı olabilir. Hz. Peygamber'in cumartesi günü
orucunu nehyetmesi ilk hale, o günde oruç tutması da sonraki hale muvafık olur.
İşte nesh yönü bu olabilir."
Bu izah, Ebû Davud'u
hadiste nesh olduğu görüşüne götüren düşüncenin ne olduğunu açıklamaktadır.[391]
Cumartesi günleri
nafile oruç tutmak mekruhtur.Fakat ramazan orucu, keffaret orucu ve nezir oruçlarını tutmakta
hiç bir sakınca yoktur.[392]
2422.
...Cüveyriyeıbint Haris[393]
(r.anha)'dan rivayet edildiğine göre, Cuma günü Cüveyriye oruçlu iken Peygamber
(s.a.) onun yanına girip; "Dün oruç tuttun mu?" diye sormuştur.
Cüveyriye:
Hayır, demiş.
Peygamber (s.a.);
"(Peki) yann
tutmayı arzu ediyor musun?", buyurmuştur. Cüveyriye: "Hayır"
demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
"(O zaman)
orucunu boz," buyurmuştur.[394]
Bu hadisi Buharî
"cuma gününün orucu cuma günü oruçlu
olarak sabahladığında birgün
evvel oruç tutmamışsa sonraki günde tutmak istemiyorsa
orucunu açması gerekir" adındaki başlık altında zikretmiştir.
Ebû Davud'un bâb
başlığı olarak koyduğu "bunda ruhsat" cümlesindeki "bunda"
sözünden maksadın ne olduğunda değişik görüşler vardır.
Bezlu'l-mechûd sahibi
bu sözün sadece cumartesi günü oruç tutmaya işaret olduğunu söylerken, Menhel
sahibi bu işaretin hem cuma hem de cumartesi günleri oruçlarını işaret kabul
edilmesinin daha münasib olduğunu söyler. Avnü'l-Mabudda ise bu konuda hiçbir
açıklama mevcut değildir. Biz tercememizi el-Menhel sahibinin tercihine uygun
olarak yaptık.
Hadîs-i şerif hadd-i
zatında sadece cuma günü oruç tutmanın caiz olmadığına delâlet etmektedir. Bu
bakımdan bu hadisin "sadece cuma günü oruç tutmanın yasak oluşu"
adındaki babda yer alması daha uygundu. Herhalde hadisin buraya alınması hadisi
yazan katibin bir hatası olmalıdır. Nitekim Beyhaki bu hadisi sadece cuma günü
oruç tutmayı meneden başlık altında vermiştir. Sünen-i Ebû Davud'u istinsah
eden katibin, hadisi bu başlık altına koyması, başlıktaki işaret ismi
("bunda" sözü)nin sadece cumartesi günü orucu ile ilgili olduğu
kanaatini benimsemesinden olabilir.
Hadis-i şerif bir
kimsenin ibâdet zannederek başladığı bir ameli aksi ortaya çıktığı takdirde
kesmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü Rasûlullah ibâdet maksadıyla cuma
günü oruca başlayan Cüveyriyye (r.anha)'ya bir gün evvel tutmadığını ve birgün
sonra da tutmak niyetinde olmadığını öğrenince, orucunu bozmasını emretmiştir.
Yine hadis-i şerif bir
gün evveli veya birgün sonrası ile beraber olması şartıyla cuma günü ve cuma
ile beraber olmak şartıyla da cumartesi günü oruç tutmanın caiz olduğuna
delâlet etmektedir. Ama hadiste sadece cumartesi günü oruç tutmanın caiz
olmadığına dair hiç bir işaret mevcut değildir. O bakımdan başlıktaki işaret
ismini sadece cumartesi günüyle ilgili görmek pek isabetli değildir.[395]
1. Bir gün
evvel veya bir gün sonrasıyla birlikte olmak şartıyla cuma günü oruç tutmak
caizdir. Ama böyle olmazsa sadece cuma günü oruç tutulmaz. Bu konu geniş
olarak bir evvelki bâb'da izah edilmiştir.
2. İbâdet
maksadıyla bir amele başlandığında o amelin işlenmemesi-nin daha doğru olduğu
ortaya çıkarsa, amel bozulur.[396]
2423. ...İbn
Şihâbdan rivayet edildiğine göre; kendisine cumartesi günü orucunun
nehyedildiği söylenince: -Bu zayıf (Hımsî) bir hadistir, derdi.[397]
Eserde söz konusu
edilen hadis 2421 numarada geçen
Abdullah b. Büsr hadisidir. îbn Şihab o hadisi senedindeki Sevr b. Yezid ve
Halid b. Ma'dan'dan dolayı zayıf saymıştır. Çünkü Zührî, bu zatların zayıf
olduğu kanaatindedir. İşaret edilen hadisin izahında da temas edildiği üzere İmam
Malik de bu hadis için "bu yalandır" demişti. Tirmizî ise, hadisin
hasen olduğunu söylüyor bu farklı görüşlere sebep, mânânın açık olmaması olsa
gerektir.
Avnu'l-Ma'bûd, sahibi,
yukarıda adı geçen râviler için, bazı âlimlerin sağlam dediklerini, bazılarının
ise, tenkid ettiklerini söyler.
Bezlu'l-Mechûd sahibi
ise bu şahıslarla ilgili olarak şöyle der: "Her ikisi de güvenilir
kişilerdir. Ben onların hıfz ve adaletleri konusunda lâf eden hiç kimseyi
bulamadım. Ancak âlimler Sevr'in Kaderiyye görüşünde olduğunu söylüyorlar.
Evzâî onun aleyhinde konuşmuş ve onu hicvetmiştir. Bu, Kaderiyecilik sebebiyle
olan konuşma ve hicivdir. Halid b. Ma'dan hakkında bir şey söyleyeni ise
görmedim. Kütüb-i Sitte sahipleri onun hadisini rivayet etmişlerdir. Buharî ve
Sünen sahipleri de Sevr'in hadisini rivayet etmişlerdir. Bu hadisi zayıf kabul
etmek ravi hakkındaki sözden dolayı değil, Fethü'l-Vedûd sahibinin dediği gibi,
mânâsının açık olmamasından dolayıdır."[398]
2424.
...Evzâî'den; demiştir ki:
"Bunu, yani îbn
Büsr'ün, cumartesi günü orucu hakkındaki hadisini onun yayıldığını görünceye
kadar gizlemeye devam ettim."[399]
Ebû Dâvud, "Malik bu yalan (uydurma)'dır dedi"
der.[400]
Bu eserde de Evzâî
2421 numaradaki Abdullah b. Büsr hadisinin zayıf olduğuna işaret etmektedir.
Çünkü onun hadisi söylemeyip gizlemesine sebep bu kanaatidir.
Hadisin zayıf olduğunu
söyleyenlerin kanaatine esas olan sebepleri ve bunlar hakkındaki mütalaaları,
hem işaret edilen hadisin şerhinde, hem de bundan evvelki eserin izahında
ortaya koyduk.
Ebû Davud'un bu
eserleri kitabına almaktaki maksadı, onun da hadisin zayıf olduğu kanaatinde
olduğuna işaret içindir.[401]
2425. ...Ebu
Katâde (r.a.)'den rivayet edildiğine göre,
Bir adam Rasûlullah
(s.a.)'a gelip:
Ya Rasûlallah, sen
nasıl oruç tutarsın? diye sordu.
Peygamber (s.a.)
adamın bu sözüne öfkelendi. Ömer (r.a.) bu durumu görünce:
Biz Allah'ı Rab,
İslamı dîn ve Muhammed (s.a.)'i Peygamber olarak seçtik. Allah'ın gazabından ve
Rasülünün öfkesinden Allah'a sığınırız, dedi.
Ömer bu sözü
Rasûlullah (s.a.)'ın öfkesi yatışıncaya kadar söylemeye devam etti. Sonra
Ömer:
Ya Rasûlallah
(s.a.)!.. Bütün seneyi oruçla geçiren kimsenin durumu ne olacak? dedi.
Peygamber (s.a.):
"Oruç da
tutmamıştır, iftar da etmemiştir," Müsedded, Rasûlullah'ın
"Oruç'tutmadı, iftar da etmedi" veya "ne oruç tutmuş, ne de
iftar etmiştir" buyurduğunu söyledi.[402]
-Tereddüd eden Gaylandır-.Ömer (r.a.):
Ya Rasûlallah! iki gün
oruç tutup bir gün tutmayanın durumu nedir?
Rasûlullah (s.a.):
"Buna kimsenin
gücü yeter mi?"
Ya Rasûlallah! Birgün
oruç tutup bir gün tutmayanın hâli nedir?
"Bu, Dâvud
(a.s.)'un orucudur."
Ya Rasûlallah! Bir gün
oruç tutup iki gün tutmayana ne dersin?
"Benim buna
gücümün yetirilmesini isterdim."
Rasûlullah (s.a.) sonra
şöyle buyurdu:
"Her ay üç gün ve
ramazandan ramazana oruç tutmak var ya, işte bu tüm senenin orucu demektir. Ben
Allah'ın arefe günü orucunu ondan önceki ve sonraki seneler(in günahlarına)
keffâret kılacağını ümid ederim. Allah'ın aşure günü orucunu da ondan Önceki
sene(nin günahlarına) keffâret kılacağını umarım."[403]
Hadisin Sahih-i
Müslim'de iki ayrı rivayeti vardır. Bunlardan birisi Ebû Davud'un rivayetinin
aynısı diğeri ise biraz farklıdır.
Peygamber (s.a.)'e
gelip onun nasıl oruç tuttuğunu soran zâtın kim olduğu tesbit edilememiştir.
Metinde görüldüğü
üzere Rasûlullah Efendimiz adamın, "sen nasıl oruç tutarsın?"
sorusuna öfkelenmiş. Hz. Ömer de onun öfkesini yatıştırmaya çalışmıştır. Hz.
Peygamber'in Öfkesine sebeb olan şey, imam Nevevî'nin ifadesine göre şudur:
Efendimiz adamın
sorusunu hoş görmedi. Çünkü o vereceği cevaptan bir zararın doğmasından korktu.
Zira soranın, Hz. Peygamber'in verdiği cevaba göre hareket etmesinin vacip
olduğunu zannetmesi veya onu azımşaması ya da her şeyi bırakıp Rasûlullah'ın
verdiği cevaba göre hareket etmesi mümkündü. Halbuki soru soran kişiye uygun
olan, soruyu kendisine tahsis etmesi, "nasıl oruç tutayım" veya
"kaç gün oruç tutayım" şeklinde sormasidir. Böylece kendi durumuna
göre cevap almış olur. Gerçek şu ki Peygamber (s.a.) fazlaca oruç tutmazdı.
Çünkü o müslümanların ve misafirlerin işleriyle meşgul olurdu. Ayrıca o her
hangi bir müslümanın bu konuda kendisine uyup da zarar görmesini istemezdi.
Üstelik onun orucu her zaman aynı hal üzere olmazdı. Duruma göre değişirdi.
Bazan çoğalır, bazan azalırdı.
Nevevî Rasûlullah'ın
öfkesini bu şekilde izah etmiştir. Bunlara ilaveten Hz. Peygamber'in ümmetine
farz olur korkusuyla bazı nafileleri terkettiğini de söyleyebiliriz. Nitekim
ramazanda teravihi devamlı olarak kılmamış ve 'size farz kılınıp da sizin eda
edemeyeceğinizden korktum" buyurmuştur.
Hz. Ömer, Rasûlullah
(s.a.)'in öfkesi geçince senenin tamamını oruçla geçiren kişinin durumunun
nasıl, iyimi, kötü mü? olduğunu sormuş, Hz. Peygamber de, "O, oruç da
tutmamıştır, iftar da etmemiştir" buyurmuştur. Bu sözün manası, "Tam
manasıyla sevap olacak şekilde oruç tutmuş sayılmaz. Yemeği-içmeyi terk
ettiğinden dolayı iftar da etmemiştir" demektir.
Şerhü's-Sünne'de Hz.
Peygamber'in bu sözü şöyle izah edilmiştir:
"Devamlı oruç
tutan kişi oruca alıştığı için fazlaca sevap almasını gerektirecek derecede
meşakkate katlanmamış demektir. Dolayısıyla, o sanki oruç tutmamış gibidir.
İftar ettiği zaman da iftar edenlerin ulaştığı rahat ve lezzete erişemez. Onun
için de iftar etmiş sayılmaz."
Yine Şerhü's-Sünne'de
Hz. Peygamber'in sözünün "O oruç tutmasın, iftar de etmesin" manasına
beddua olmasının da mümkün olduğu söylenir.
Hadisteki bu ifâdenin
zahiri, senenin tümünü oruçla geçirmenin caiz olmadığına delâlet etmektedir.
İshak, Mâlikîlerden
İbnu'I-Arabî ve zahirîler bu hadisi esas alarak senin tümünde oruç tutmanın
mekruh olduğu görüşüne varmışlardır. Aynı görüş Ahmed b. Hanbel'den de rivayet
edilmiştir.
Zahirîlerden îbn Hazm
ise, bu orucun haram olduğu görüşündedir. İbn Hazm'ın delili Ahmed b. Hanbel,
İbn Hıbbân, îbn Hüzeyme ve Bey-hakî'nin Ebu Musa'dan rivayet ettikleri şu
hadistir: Rasûlullah (s.a.); "Senenin tamamını oruçla geçirenin üzerine
cehennem şöylece daraltılır" buyurdu ve elini yumdu.
Bu rivayete göre,
cehennemin onun üzerine daraltılmasına sebep, insanın devamlı oruç tutmak
suretiyle nefsine eza vermesi, Hz. Peygamber'in sünnetinden yüz çevirmesi ve
sünnetten başka şeyin daha efdal olduğuna inanmasıdır.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre oruç tutulması yasak olan günlerin dışında bütün seneyi
oruçlu geçirmek caizdir. Bu görüş Hz. Ömer, oğlu Abdullah, Ebu Talha el-Ensâri,
Hz. Aişe ve birçok sahâbîden nakledilmiştir. Bunların delilleri de Ahmed b.
Hanbel, Ibn Hıbbân ve Beyhakî'nin Ebü Mâlik el-Eş'ari'den rivayet ettikleri şu
hadistir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz cennette içleri
dışarıdan dışları da içeriden görünen odalar vardır. Allah onları yumuşak sözlü
olan, yemek yediren, peşi peşine oruç tutan ve geceleyin herkes uyurken namaz
kılanlara hazırlamıştır."[404]
Peşi peşine oruç
tutmak senenin tamamında oruç tutmayı da içine alır.
Yine Beyhakî'nin Urve
(r.â-)'den rivayet ettiğine göre, Hz. Aişe (r.anhâ) seferde ve hazarda sene
boyu oruç tutardı.[405]
Ebu Talha el-Ensarî ve
Hamza b. Amr'm da oruç tutulması yasak olan günlerin dışında, yıl boyu oruç
tuttukları ve Hz. Peygamber'in kendilerini bundan men'etmediği rivayet
edilmiştir.
Bu görüşte olanlar
sene boyu oruç tutmayı men'eden hadisleri şöyle anlamışlardır:
Bu hadislerde kasdedilen
mana, oruç tutulması yasak olan günler de dahil senenin tümünü oruçlu
geçirmektir. Bu anlayış Hz. Aişe'ye aittir. Îbnu'l-Münzir ve bir grub ulema bu
anlayışı benimsemişlerdir.
Yıl boyu orucunu men'
eden hadislerin bundan zarar gören veya devamlı oruç sebebiyle kendilerine
borç olan bazı görevleri yapamayanlara hamledileceğim söyelyenler de vardır.
Abdullah b. Ömer'in çok oruç tutması sebebiyle ömrünün sonunda zayıf düşüp
ruhsatı kabul etmediğine pişmanlık duyması bu anlayışa güç katmaktadır.
Bu görüşte olanlar,
Ahmed b. Hanbel, tbn Hıbbân, Ibn Huzeyme ve Beyhakî'nin rivayet ettikelri
"Tüm sene oruç tutanlar üzerine cehennem daraltılacaktır..."[406]
manasına gelen hadisi de şöyle izah ederler:
"Hadisteki
manasınadır. Bu durumda hadisin mânâsı "tüm sene oruç tutanlara cehennem
daraltılır da oraya girmezler," şeklinde olur."
tbn Huzeyme, bu
hadisin manasını, Müzenî'ye sormuş o da şu karşılığı vermiştir:
"Mânâ zahirine
göre olsa gerektir. Çünkü Allah'a karşı ibadeti artıran kişinin, Allah
mertebesini yükseltir" İmam Gazali ve daha başka âlimler, bu anlayışı
beğenmişlerdir. Çünkü oruç tutan kişi oruçla nefsine şehvet yollarını
daraltınca, Allah da ona cehennemin yollarını daraltır. Cehennemde ona yer
bırakmaz.
Hz. Ömer, Rasûlü
Ekrem'e "sene boyu orucu" sorup cevabını aldıktan sonra iki gün oruç
tutup bir gün tutmayanın durumunu sormuş, Rasûlullah'da, "buna bir
kimsenin gücü yeter mi?" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber'in sorusu,
inkâr içindir. Yani buna hiç kimsenin gücü yetmez, demektir. Hz. Peygamberin bu
ifadesinden de yıl boyu orucu tutmanın men'edilmesinin sebebi ona güç
yetmeyeceği olduğu anlaşılır. Bu durumda gücü yeten kişi için yıl orucunun
yasak olmaması gerektir.
Hz .Ömer daha sonra
bir gün oruç tutup bir gün tutmayanın durumunu sormuş, Hz. Peygamber de
"Bu, Davud'un orucudur" buyurmuştur. 2427 numarada gelecek olan
Abdullah b. Amr hadisinden anlaşıldığı üzere, en efdal oruç budur. Çünkü bunda
hem ibâdet hem de âdet yönleri gözetilmektedir. İşlerin en hayırlısı orta
hallisidir, en kötüsü de ifrat veya tefrite kaçanıdır.
Ömer (r.a.)'in son
sorusu da bir gün oruç tutup iki gün tutmayanın durumu olmuştur. Hz. Peygamber
de bu soruya "Ben ona gücümün yetirümesini isterdim" şeklinde cevap
vermiştir. Bazı nüshalarda Rasûlullah'-ın cevabı ; "buna güç yetirmeyi
isterdim" şeklinde vârid olmuştur.
Hz. Peygamber'in buna
gücünün yetmediğini ihsas ettirecek tarzda bir cevap vermesi, ümmeti adınadır.
Yoksa Rasûlallah'ın buna da daha fazlasına da gücü yeterdi. Buna rağmen
Efendimizin sene boyu oruç tuttuğu ve bütün gece namaz kıldığı sabit
olmamıştır. Bunu terketmesi kendisine uyulup da ümmetine meşakkat vermemek
içindi. Efendimiz ibâdette orta bir yol tutmuştur. Hem oruç tutmuş, hem iftar
etmiş, geceleri de hem namaz kılmış hem de uyumuştur.
Hz. Ömer'in soruları
bitince Rasûlullah (s.a.) her ayda üç gün ve ramazanda tutulan oruçların
senenin tümünü oruçlu geçirmeye bedel olduğunu söylemiştir.
Her aydaki Üç gün
orucun kamerî ayların 13, 14, ve 15 (eyyâm-i biyz)in-deki oruçları mı, yoksa
rastgele üç gün mü olduğu konusunda bir işaret yoktur: O halde bu oruç, ayın
herhangi bir zamanında tutulan üç günün orucudur. Tabii bu üç gün ramazanın
dışındaki aylarla ilgilidir. Çünkü ramazanın tümünde oruç tutmak zâten farzdır.
O halde ameller on misli ile mükafatlandırıldığına göre her ay üç gün oruç
tutan tüm seneyi oruçlu geçirmiş gibi olur. Yani o kadar sevap alır.
Ramazan orucu farz
olduğu için onun sevabı nafile oruçtan daha fazladır. Öyleyse ramazanda
tutulan oruçtan elde edilecek sevabı da en âz sene boyu oruç tutmanın sevabına
denktir, hatta daha fazladır.
Hz. Peygamber Arafe
günü orucunun da kendinden önceki ve sonraki senenin günahlarına keffâret
olacağını ümid ettiğini bildirmiştir. Bu günahlardan maksat, küçük
günahlardır. Çünkü büyük günahları ancak tevbe veya Allah'ın bağışlaması siler.
Küçük günahı olmayanların varsa büyük günahları hafifletilir. O da yoksa
derecesi yükseltilir.
Hz. Peygamber'in bu
sözü arafe günü oruç tutmaya teşvik etmektedir. Ama bu, hac'da olmayanlar
içindir.
Aşure günü orucu da
geçmiş senenin günahlarına keffârettir.[407]
1. Gereksiz
sözlere öfkelenmek caiz ve tabiîdir.
2.
Öfkelenenin yanında olan kışının edebe riayet ederek, onun öfkesini
yatıştırmaya çalışması gerekir.
3. Câhillere
efdal olan şeylerin öğretilmesi gerekir.
4. Ara
vermeden senenin tümünü oruçlu geçirmek mekruhtur.
5. Zorluk
vermiyorsa senenin üçte ikisini oruçlu geçirmek meşrudur.
6. Bir gün
oruç tutup, birgün iftar etmek nafile orucun en efdalidir.
7. Her ay üç
gün oruç tutmak teşvik edilmiştir.
8. Arefe ve
aşure günlerinin orucu teşvik edilmiştir.
9. Allah
(c.c.) dilerse az amele de çok amel sevabı verir.[408]
2426.
...Musa b. İsmail, Mehdî'den, Mehdi, Ğaylân'dan öaylân Abdullah b. Ma'bed
ez-Zimmânî'den, o da Ebu Katâde (r.a.)'den bu (yukarıdaki) hadisi rivayet
etmişlerdir. Musa b. İsmail, rivayetinde şunları da ilave etmiştir:
Ömer (r.a.):
Yâ Rasûlallah!
Pazartesi ve Perşembe günlerinin oruçlarını iyi görür müsün? (bu günlerin
oruçlarına ne dersin?), diye sordu.
Peygamber (s.a.);
"Ben o
(pazartesi) gün de doğdum, ve Kur'an-ı Kerim bana o günde indirildi,"
buyurdu.[409]
Bu hadis bir önceki
hadisin farklı bir rivayetidir.Ebû Dâvud
hadisi üç ayrı üstaddan dinlemiştir.Bunlar Süleyman b. Harb, Müsedded ve Musa
b. İsmail'dir. Bundan evvelki hadis Süleyman b. Harb ve Müsedded'in rivayetleri
idi. Bu üzerinde durduğumuz ise, Musa b. İsmail'in rivayetidir. Musa'nın
rivayetinde diğerlerinin rivayetlerinde olmayan bir bölüm bulunduğu için
musannif bu rivayeti ayrı bir hadis olarak kitabına almıştır. Bu fazlalık Hz.
Ömer'in pazartesi ve Perşembe günleri hakkındaki sorusu ve Rasûlullah'ın
cevabından oluşmaktadır.
Hz. Peygamber Ömer'in
pazartesi ve perşembe günlerinin oruçları konusundaki sorusuna, "Ben o
günde doğdum ve Kur'an bana o günde indirildi" cevabını vermiştir. Bu, söz
konusu günün kutsiyeti ve ibâdet edilmeye ne kadar lâyık olduğuna işaret
içindir. Çünkü Allah (c.c.) bu günde kullarına iki büyük nimet ihsan etmiştir.
Birisi âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber, diğeri de insanlığın hayat düsturu
olan Kur'ân-ı Kerimedir. Hz. Peygamber doğrudan doğruya, "evet o günlerde
oruç iyidir,' buyurmayıp, pazartesi gününün önemine işaretle o gündeki ibâdetin
ehemmiyetini daha beliğ bir şekilde ifâde etmiştir.
Hadiste Efendimiz
"ben o günde doğdum..." buyurmuştur. O gün pazartesi günüdür. Çünkü
buna işaret eden bir çok sahih hadis vardır. Halbuki soruda pazartesi ve
perşembenin müştereken zikredildiği görülmektedir. Bu durumda Hz. Ömer iki
günün orucunu sormuş Rasûlullah ise, sadece günün birinden bahsetmiş olmaktadır.
Bu da pek uygun bir şey değildir. Onun için âlimler, bu hadisteki
"perşembe günü"nün zikrini vehm olarak telakki etmişlerdir. Yani
hadisin aslında Hz. Ömer'in sorusu sadece pazartesi günü ile ilgili idi,
râvilerden birisinin vehmi olarak perşembe de zikredildi" demişlerdir.
Nitekim Sahih-i Müslim'deki Züheyr b. Harb, Abdurrahman b. Mehdi, Mehdi b.
Meymûn, Ceylân, Abdullah b. Ma'bed ez-Zimmânî, Ebu Katâde senediyle gelen
rivayet: "Rasûlullah (s.a.)'e pazartesi gününün orucu soruldu o da;
"Ben o günde doğdum, ve bana o günde inzal edildi buyurdu"
şeklindedir. Yine Müslim'de aynı konudaki uzunca bir hadisin sonuna "bu
hadisin Şu'be'den gelen rivayetinde, Şu'-be, "pazartesi ve perşembe
günleri oruç tutmanın hükmü de soruldu" dedi. Ama biz perşembenin zikrini
bir vehm olarak gördüğümüz için, bu bölümü hadisin içine almadık"
denilmektedir.
Bu ifadelerden
anlaşılıyor ki, rivayetin aslı sadece pazartesi gününün orucuna ait olan soru
ve cevabı ihtiva etmektedir. Perşembe bir vehm olarak sonradan metne girmiştir.
Fakat pazartesi ve perşembe günlerinde tutulan orucun faziletine dair Üsame b.
Zeyd'in rivayet ettiği ayrı bir hadis vardır. 2436 numarada gelecek olan o
hadiste, bu günlerdeki orucun önemine sebeb olarak kulların amellerinin Allah'a
pazartesi ve perşembe günleri arz edildiği gösterilmektedir.[410]
2427.
...Abdullah b. Amr b. el-As (r.anhuma)dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bana
rastladı ve:
"Senin "Ben
geceleri (hep) namaz kılacağım gündüzleri de oruç tutacağım" dediğini
haber almadım mı, zannediyorsun" buyurdu.
(Râvi) dedi ki,
zannediyorum Abdullah b. Amr:
Evet ya Rasûlallah
öyle dedim, dedi.
Rasûlullah (s.a.);
"Namaz kıl ama
uyu da. (Bazan) oruç tut, (bazan) tutma. Her ay üç gün oruç tut. Bu bütün
senenin orucu gibidir," buyurdu.
Abdullah dedi ki:
Yâ Rasûlallah, benim
bundan daha fazlasına gücüm yeter dedim.
Peygamber (s.a.):
"Bir gün oruç
tut, iki gün tutma," buyurdu,
Benim bundan daha
fazlasına (da) gücüm yeter, dedim.
"Bir gün oruç tut,
birgün tutma. Bu orucun en doğrusu (mu'-tedili)dur. Dâvud (a.s.)'ın orucu
budur," buyurdu.
Ben, bundan daha
efdaline muktedirim, dedim.
Rasûlullah (s.a.);
"Bundan daha
efdali yoktur." buyurdu.[411]
Hadis-i şerifte
anlatılanların izaha muhtaç bir yönü yok Abdullah b. Amr'm sözünü Hz. Peygamber
(s.a.)'e haber veren Bu-harî'nin bir rivayetinden anladığımıza göre, babası Amr
b. el-As'dır. Abdullah b. Amr kendisini tamamen ibâdete verip, hanımını ihmal
ettiği için, babası Amr b. el-As, Abdullah'ın durumunu Hz. Peygamber'e
anlatmış. O da Abdullah'a yaptığının doğru olmadığını söylemiş en çok bir gün
oruç tutup, bir gün tutmamasını emretmiştir.
Hz. Peygamber'le
Abdullah b. Amr arasında geçen konuşma, Buhari’de bir kaç ayrı rivayet şeklinde
varid olmuştur. Bunlar arasında bâzı lâfzı farklılıklar varsa da sonuçları
itibarıyla aynıdır. Bazılarında Hz. Pey-gamber'in; "Sende vücudunun,
gözünün, hanımının, misafirinin de haklan vardır'* şeklindeki sözleri yer
almıştır, bazılarında ise, yer almamıştır. Buhari'deki aynı hadise ile ilgili
rivayetlerin bir kısmı da, diğerlerine nisbetle daha kısadır.
Abdullah îbn Amr'ın bu
hadisesi ile ilgili bilgi 1388. hadisin açıklamasında geçmiştir.
Hadîsin Buharî'deki
bir rivayetinin sonunda Abdullah b. Amr'm yaşlandıktan sonra; "Keşke ben,
Hz. Peygamber'in ruhsatım kabul etseydim" dediği, Müslim'deki bir
rivayetin sonunda da "Rasûlullah'ın bana söylediği üç günü kabul
etseydim, bu bana ailem ve malımdan daha sevimli olurdu'* dediği
kaydedilmektedir. Bu ilâvelerden, Abdullah b. Amr'ın bir-gün oruç tutup bir gün
iftar ederek, ömrünün sonuna geldiği fakat yaşlanınca farz ibâdetleri bile
edadan âciz kalarak, "keşke ben gün aşırı değil de, ayda üç gün oruç
tutmakla iktifa etseydim" diyerek pişmanlık gösterdiği anlaşılmaktadır.
Hadis-i şeriften
nafile oruçların en faziletlisinin birgün oruç tutup bir gün tutmama şeklinde
olan Dâvud (a.s.)'un orucu olduğunu anlıyoruz. Buhârî'deki rivayetlerin
bazılarında bu açıkça ifade edilmektedir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber'in;
"Bir gün oruç tut, bir gün tutma. Bu Dâvud (a.s.)'un orucudur o en efdal
oruçtur" buyurduğu ifade edilmektedir.
Bu hadis, senenin
tümünü oruçlu geçirmenin mekruh olduğunu söyleyenlerin delillerindendir ve
bunların en sahihidir. Cumhurun bu manadaki hadisleri anlayış tarzlarım bu
babın ilk hadisinin şerhinde açıklamıştık.[412]
1. İbadette
ifrat ve tefrike kaçmamalı, mutedil olan tercih edilmelidir, insanda vücudunun,
ailesinin ve diğer insanların hakları vardır. Onlara karşı olan görevleri
aksatacak tarzda ibâdet efdal ibâdet değildir.
2. Nafile
oruçların en üstünü bir gün oruç tutup bir gün tutmamaktır.
3. Birisinin
yanlış davranışından haberdar olan kişi o davranışı düzeltmeye çalışmalıdır.[413]
Haram aylar: Kamerî
aylardan Zülka'de, Zülhicce, Muharrem ve Re-ceb aylandır. Bunlardan ilk üçü
peşi peşine, Receb ise, ayrıdır. Allah (c.c.) Tevbe suresinin 36. âyetinde bu
aylarla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Hakikatte ayların sayısı Allah
yanında, Allah'ın kitabında -ta gökleri ve yeri yarattığı günden beri- on iki
aydır. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, en doğru hesabtır. O halde
(bilhassa) bunlarda (o haram aylarda) nefislerinize zulmetmeyin. (Bununla
beraber) müşrikler sizinle nasıl topyekun harb ederlerse, siz de onlarla
topyekûn harb ediniz. Bilin ki Allah, (fenalıklardan) sakınanlarla
beraberdir."
Araplar daha İslâmiyet
gelmeden önce Haram ay denilen bu aylan kutsal tanır ve bu aylarda savaştan,
yağmacılıktan kaçınırlardı. Bu aylarda Mekke'de panayırlar kurulur ve Arabistanın
çeşitli yerlerinden gelenler hem bu panayırlarda alış-veriş ederler, hem de
Kabe'yi ziyaret ederlerdi. Ayrıca bu aylarda şiir okuma yarışmaları da
yapılırdı. Bu bakımdan adı geçen ayların kültürel yönden de ayrı bir değeri
vardı.
Ancak Araplar zamanla
bazı mülahazalarla bu ayların yerini değiştirmeye ve aylardaki hürmeti
başkalarına aktarmaya başladılar. Meselâ Muharrem ayındaki hürmeti Safer ayma
çevirdiler. Bu hal Mekke'nin fetih yılı olan H. 8. yıla kadar devam etti.
Nihayet Tevbe Suresinin 37. ayeti indi ve aylar hakiki yerlerine konuldular.
îşâret edilen âyeti kerimenin meali şöyledir:
"(Haram ayları)
geciktirmek ancak küfürde bir artış (sebebiyle)dir. Onunla kâfirler şaşırtılır,
onlar bunu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki Allah'ın haram kıldığına
sayıca uysunlar da, (varsın) Allah'ın haram ettiğini helal kılmış olsunlar! Bu
suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi.
Allah o kâfirler güruhunu hidâyete erdirmez."
İlk devirlerde
İslâmiyet de bu aylarda savaşın haramlığını aynen kabul etmiş sonraları ise bu
hüküm neshedilmiştir. Atâ ise, neshedilmediği görüşündedir.[414]
2428.
...Mucîbe el-Bâhiliyye'nin babası-veya amcası-[415]
ndan rivayet ettiğine göre:
O (Bahiliyye'nin
babası veya amcası) Rasûlullah (s.a.)'e geldi sonra (memleketine) döndü, Adam
bir sene sonra hal ve şekli değişmiş bir vaziyette Peygamber (s.a.)'e yine
gelip:
Beni tamyormusun? Ya
Rasûlallah? dedi.
Peygamber (s.a.):
"Sen kimsin?"
Ben sana geçen sene
gelen Bâhiliy'yim.
"Seni ne
değiştirdi? (Seni bu hale getiren ne?) Halbuki sen güzel görünüşlü idin!"
buyurdu.
Senden ayrılalı sadece
geceleri yedim (senden ayrıldıktan sonra devamlı oruç tuttum). Rasûlullah
(s.a.);
"Kendine niçin
azabettin?" buyurdu ve şöyle devam etti:
"Sabır (ramazan)
ayı ve her aydan bir gün oruç tut!"Adam:
Bana artır çünkü bende
(buna) kuvvet var.
" (Ramazandan
sonra her ay) iki gün tut."Bana artır.
"(Ramazandan
sonra her ay) üç gün tut!"Bana artır.
Peygamber (s.a.) üç
parmağını yumup açarak işaret edip:
"Haram aylardan
(bu kadar) tut ve terket, haram aylardan (bu kadar) tut ve terket, haram
aylardan (bu kadar) tut ve terk et," buyurdu.[416]
Görüldüğü gibi hadisin
râvisi Mücîbe el-Bâhilîyye*nin hadisi babasından mı yoksa amcasından mı rivayet
ettiği konusunda şüpheye düşülmüştür.
Nesâî'nin rivayetinde
Mücîbe'nin amcasından rivayet ettiği belirtilmektedir, tbn Mâce'nin rivayeti
ise, aynen Ebû Dâvud'daki gibidir. Ahmed b. Hanberin rivâyetide, “BâhiIeli
ihtiyar bir kadın olan Mücîbe, babasından veya amcasından" şeklindedir.
Mücîbe
el-Bâhiliyye'nin babası Abdullah b. Haris el-Ensâri'dir. Künyesi Ebû Cehm,
veya Ebu Mucîbe'dir. îbn Hıbbân bu zatı, sahâbîler arasında saymış, Ebu Ömer,
tanımadığını söylemiştir. îsâbe'de "O Mucibe el-Bahiliyye'nin
babasıdır" denilmektedir.
Mucibe'nin amcasının
kim olduğu ise, tespit edilememiştir.
Hadisten anlaşıldığına
göre, Mücîbe el-Bâhiliyye'nin babası veya amcası bir sene Hz. Peygamber'e
gelmiş, onunla görüştükten sonra memleketine geri dönmüş. Ertesi yıl aynı zat
yine Peygamberimiz'e gelmiş fakat, Rasûlullah kendisini tanıyamamıştır. Buna
sebeb adamın bir önceki seneye nisbetle oldukça zayıflamış ve benzinin solmuş
olmasıdır. Hz. Peygamber bu kadar zayıflamasına sebebin ne olduğunu sorunca
adam: Rasûlul-lah'ın yanından ayrılalı devamlı oruç tuttuğunu söylemiş,
Efendimiz de bunu tasvib etmeyerek; "Nefsine niçin azâb ettin?"
buyurmuştur. Daha sonra da adama yol göstermek üzere ramazan aylarında ve buna
ilâveten her ayda bir gün oruç tutmasının yeterli olduğunu söylemiştir. Fakat
adam kendisinin daha çok oruç tutmaya muktedir olduğunu, onun için orucu
artırmasını isteyince ramazandan başka aylarda ikişer gün tutmasını söylemiştir.
Ama adam bununla da yetinmemiş daha fazla oruç tutmak istediğini söylemiştir.
Bu sefer Hz. Peygamber, üç parmağını açıp yummak suretiyle işaret ederek,
haram aylarda, "bu kadar tut, bu kadar tutma" buyurmuştur. Bu,
"Eğer daha fazla oruç tutmak istiyorsan, haram aylarda üç gün oruç tut,
üç gün tutma sonra tekrar üç gün tut ve üç gün terket. Bu hal üzere haram
ayların yarısını oruçla geçir" demektir.
Peygamber (s.â.)'m bu
son sözüne göre bir yıl içerisinde tutulacak olan nafile oruçların son haddi 81
gün olmuş olmaktadır. Haram, ayların her birinde 15 gün olma küzere tamamında
60 gün, geri kalan yedi aydan her birinde de üçer günden 21 gün daha eklenince
tamamı 81 gün etmiş olur.
Hz. Peygamber'in üç
parmağını yumup açarak; "Haram aylardan bu kadar tut, sonra terket"
şeklindeki sözünü, "Haram ayların ilk üçü olan Zülka'de, Zülhicce ve
Muharrem'in tamamında tut, sonra terk et" manasında anlayanlar da
olmuştur. Aynı sözü izah için başka ihtimaller üzerinde durulmuşsa da kayda
değer görülmemiştir.
Hadis-i şerifte, Hz.
Peygamber ramazan ayı için "sabır ayı" tabirini kullanmıştır. Çünkü
insan, ramazanda yemeyi içmeyi terketmek üzere nefsin isteklerini hapsetmekte,
bu istekler karşısında sabır göstermektedir.[417]
1. Hz.
Peygamber'in ümmetine olan şefkati bü-yuktur.
2. Bir
toplumun lideri o toplumun fertlerinin halleri ile ilgilenmelidir.
3. Bir
kimsenin nefsine zarar verecek ölçüde peşi peşine oruç tutması doğru değildir.
4. Hadiste
haram aylarda oruç tutmaya teşvik edilmiştir. Ancak bu aylarda tutulacak olan
oruçlar peşi peşine üç günü geçmemeli; arzu edilirse, bir müddet ara
verildikten sonra tekrar tutulmalı. Ancak bu hüküm, Zülhiccenin ilk on gününün
dışındaki günlerle ilgilidir. Çünkü Zülhiccenin on gününde peşi peşine oruç
tutulur.[418]
2429. ...Ebû
Hureyre (r.a.) "Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir:
"Ramazan ayından
sonra en faziletli oruç, Allah'ın ayı Muharrem'in orucudur. Farz namazlardan
sonra en faziletli namaz da geceleyin kılınan namazdır."
(Ravi) Kuteybe,
"(Ramazan) ayı(mn orucu" yerine sadece “(ramazan(ın orucu)'' dedi.[419]
Sahih-i Müslim'de
hadisin iki ayrı rivayeti daha vardır.Bunlardan birisi aşağı yukarı buradakinin
aynısıdır. Diğeri ise, şöyledir: "Hz. Peygamber'e farz namazlardan sonra
hangi namazın ve ramazan ayından sonra hangi orucun daha üstün olduğu soruldu.
O' (s.a.)'da; "farz namazlardan sonra en üstün namaz gece yansında kılınan,
ramazandan sonra en üstün oruç da Allah'ın ayı Muharremin orucudur,”
karşılığını verdi."
Hadiste Muharrem ayı
için *'Allah'ın ayı" denilmesi, bu ayın şerefine işaret içindir.
Hadisin zahirinden
anlaşıldığına göre ramazan ayından sonra en efdal pruç, Muharrem ayının
orucudur. Yani bu ayın tamamını oruçlu geçirmektir. Tirmizî'nin Ali (r.a.)'den
rivayet ettiği şu hadi sde bu anlayışı takviye etmektedir:
Ben Rasûlullah'ın
yanında otururken bir adam O'na;
Ya Rasûlallah! Ramazan
ayından sonra hangi ayı oruçlu geçirmemi emredersin? diye sordu.
Peygamber (s.a.) de:
"Eğer ramazan
ayından sonra oruç lutac aksan Muharrem'i tut. Çünkü o, Allah'ın ayıdır. O ayda
birgün varki, Allah o günde bir kavmi affetmiştir, diğer bir kavmi de
affeder" buyurdu.
Bu hadisden Ramazandan
sonraki en efdal oruçtan maksadın, Muharrem'in tümünde tutulan oruç olduğu
anlaşılmaktadır.
Yine Tirmizî'deki bir
başka hadiste ise Peygamber (s.a.) kendisine sorulan bir soru üzerine,
"Ramazandan sonra en efdal orucun Şaban orucu olduğunu"
bildirmiştir. Buna göre Ramazan'dan sonraki en efdal orucun Muharrem orucu
olduğunu bildiren hadislerle, Şaban orucu olduğunu ifâde eden hadis arasında
bir tezat ortaya çıkmaktadır. Ancak Tirmizî'nin Şa'ban orucu ile ilgili hadisi
zayıftır. Bu bakımdan Muharrem orucunun faziletine delâlet eden hadise muarız
olamaz.
Yine bu hadisin en efdal
orucun bir gün oruç tutup birgün tutmama şeklindeki Davud orucu olduğu ifâde
eden hadislere de ters düştüğü şeklinde düşünceler olabilir. Tahâvî bu
ihtimale cevaben, Müşkilu'1-Asar adındaki eserinde, üstünlüğün vakitlere ve
keyfiyete itibarla olduğunu söyler.
Açıklamakta olduğumuz
hadisteki Muharrem orucundan maksadın, muharremin tamamında oruç tutmak değil
de, muharremdeki oruç veya özellikle aşure günü orucu olması da muhtemeldir. Bu
anlayışa göre de, bu hadiste daha evvel geçen ve arefe günü orucunun
kendisinden evvelki ve sonraki senelerin günahlarına keffâret olduğunu belirten
hadis arasında bir tezatın olduğu söylenemez. Çünkü hadiste arefe günü orucunun
efdal olduğunu belirten açık bir ifâde mevcut değildir. O günün orucunun günâhlara
keffâret olması en üstün olmasını gerektirmez. Üstelik aşure orucu, her
müslümanın tutması istenilen bir oruçtur. Arafe günü orucu ise, hacılar için
mekruhtur. O halde aşure günü orucu, arafe orucundan daha efdaldır.
Hadîs-i şerifte
Peygamberimiz, farz namazlardan sonra en efdal namazın da gece namazı olduğunu
ifade etmiştir. Bu ifade gece namazının farz namazların önünde ve sonunda
kılınan revatip sünnetlerinden de üstün olmasını gerektirir. Çünkü gecenin
ortasında herkes uyurken uyku bölünerek kılınan namazda diğerlerinden'daha
fazla sıkıntı vardır. Ayrıca bu namazda riya vs. düşünülemez. Bunun için
Şâfiîlerden Mervezî, geceleyin kılınan teheccüd namazının revatip sünnetlerden
daha faziletli olduğunu söylemiş, Nevevî de bu görüşün daha uygun ve daha
kuvvetli olduğunu belirtmiştir.
Âlimlerin çoğu ise,
revâtib sünnetlerin daha efdal olduğu kanaatinde-dirler. Bu görüşte olanlar
hadisin manasını, "gece namazı, farz ve farzlara bitişik sünnetlerden
sonraki namazların en efdalidir" şeklinde anlamışlardır. .
Ebû Dâvud, hadisin
sonunda bir rivayet farklılığına işaret etmiştir. Şöyleki;
Hadis-i Ebû Davud'a
nakleden râvilerden Müsedded, Hz. Peygamber'in "Ramazan ayı orucundan
sonra en faziletli oruç Allah'ın ayı Muharremdin orucudur" buyurduğunu,
Kuteybe ise, "şehr" (ay) kelimesini anmadan "Ramazandan sonra en
faziletli oruç Allah'ın ayı Muharrem orucudur" buyurduğunu rivayet
etmişlerdir. Fark, bir kelimesinin söylenip söylenmemesinden ibarettir.[420]
1. Ramazan
ayından sonraki oruçların en efdali Muharrem ayı orucudur.
2. Gecleyin
kılınan teheccüd namazı nafile namazların en efdalidir.[421]
2430.
...Osman Ebu Hakîm'den, demiştir ki:
Said b. Cübeyr'e Receb
ayının orucunu sordum. (Cevaben) dedi ki:
Ibn Abbas (r.anhuma)
bana şöyle haber verdi;
"RasÛlullah (s.a.)
(bazan) oruç tutardı, o kadar ki biz "(artık) iftar etmeyecek"[422]
derdik.[423] Bâzanda.oruç tutmazdı da
biz (artık) oruç tutmayacak derdik.[424]
Hadîs-i şeriften
anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) nâfile oruç tutmaya başladığı zaman epey devam
eder ve ashabdan bazıları "galiba RasÛlullah hiç ara vermeden devamlı oruç
tutacak' 'derlermiş. Efendimiz bir de orucu kesti mi, uzun müddet tutmaz ve
ashab onun, bir daha oruç tutmayacağını zannederlermiş. Yani Hz. Pey-gamber'in
oruçlu günleri de, oruç tutmadığı günleri de uzun zaman devam edermiş.
Metinde anlaşıldığına
göre Ibn Cübeyr Hz. Peygamberdin bu orucunu, receb ayının orucu konusundaki
bir soruya cevap olarak nakletmiştir. Bundan Hz. Peygamber'in Receb ayındaki
orucu böyleymiş gibi bir sonuca varılmaktadır. Hadisin Müslim'deki bir
rivayetinde îbn Hakîm'in İbn Cübeyr'e sorusunu Receb ayında sorduğu da ifade
edilmektedir.
Buhârî'nin Hz.
Aişe'den yaptığı rivâyetelrde ise, nafile oruca başladığı zaman buna uzun
müddet devam edişi sonra da uzun müddet oruç tutmayışı onun devamlı halidir.
Yani receb ayma mahsus değildir. Müslim'in bir rivayetinde de hiç receb
anılmadan, "Hz. Peygamber (s.a.) ramazandan başka hiçbir zaman bir ayı
baştan sona oruçlu geçirmedi. Oruç tuttuğu zaman öyle tutardı ki bir kimse,
hayır vallahi bir daha orucu bırakmayacak derdi, orucu bıraktığında da öyle
bir bırakırdı ki, bir insan hayır vallahi bir daha oruç tutmayacak derdi."
Buhârî'deki bir rivâyetde aynen böyledir.
Bu rivayetlerden
anlaşıldığına göre Ibn Cübeyr'in kendisine receb ayının orucunu soran şahsa
tbn Abbas'dan duyduğu bu haberi nakletmesi receb ayı üe başka aylarda tutulan
nafile oruçlar arasında fark olmadığına işaret içindir.
Sünen-i İbn Mâce'de,
Ibn Abbas (r.anhuma)'dan Peygamber (s.a.)’in receb orucunu nehyettiğini ifâde
eden bir rivayet vardır. Ancak o hadisin râvileri arasındaki Davud b. Atâ
tenkid edilmektedir. Bu yüzden, işaret edilen hadis, zayıf kabul edilmektedir,
tbn Mâce'deki bu hadisin sahih olması halinde, nehy başka zamanda değil de
sadece receb ayında oruç tutmaya hamledir.
Ahmed'b. Hanbel
"Sadece receb ayım baştan sona oruçla getirmek mekruhtur. Ama bayram ve
teşrik günleri dışında senenin tamamını oruçla geçiren kimsenin recepte oruç
tutmasında beis yoktur. Sadece recep ayını oruçla geçirmek isteyenler ramazana
benzememesi için bir kaç gün tutmazlar” der.
Receb ayında tutulan
oruçlar ve edilen ibadetlerin fazileti konusunda hadis kitaplarında bazı
rivayetlere rastlanmaktadır. el-Menhel sahibi bunların bir kısmının bâtıl, bir
kısmının da zayıf olduklarını söyler ve misal olmak Üzere bir çok hadis
nakleder. Bunlardan ikisi şöyledir:
1. Taberânî
Said b. Ebî Raşid'den Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakleder:
"Receb ayında bir
gün oruç tutan, sanki tüm sene oruç tutmuş gibidir.
Bu ayda bir hafta oruç
tutana cehennemin kapıları kapanır, sekiz gün oruç tutan için de cennetin sekiz
kapısı açılır. Ongun oruç tutan, Allah*tan neyi isterse, Allah ona verir. Onbeş
gün oruç tutana da semadan birisi, geçmiş günahların bağışlandı, amele yeniden
başla diye seslenir. Buna ilâve edene de Allah ilave eder."
Bu hadis bâtıldır.
Hafız Ibn Hacer, "Bu sözlerin uydurma olduğunda hiç şüphe yok" der.
2.
BeyhakFnin Enes (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Şüphesiz cennette
receb adında bir nehir vardır, onun suyu sütten çok daba beyaz ve baldan daha
tatlıdır. Recebte bir gün oruç tutana Allah bu sudan içirir."
Bu hadis de zayıftır.
Ibnü's-Sübkî, Muhammed
b. Mansûr es-Sam'ânî'nin "Receb ayının orucunun müstehap olduğu konusunda
sabit bir sünnet yoktur bu konuda rivayet edilen tüm hadiSler zayıftır"
dediğini nakleder.
Ibn Hacer eserinde
şöyle der:
"Recebin
fazileti, tamamının orucu, onda bazı günlerin orucu ve muayyen bir gecenin
namazı, konusunda delil olmaya elverişli hiçbir hadis vârid değildir."
Nevevî de üzerinde
durduğumuz hadisi şerhederken şunları söylemektedir:
"Zahir olan şu
iki Said b. Cübeyr'in bu istidlalden maksadı recebin Orucu konusunda ne bir
teşvikin, ne de bir nehyin olmadığına işarettir. Akdine recep orucunun hükmü,
diğer aylardaki orucun hükmü gibidir. Özel olarak receb ayının orucu konusunda
ne teşvik ne de sakındırma mahiyetinde bir hadis mevcut değildir. Ama orucun
aslı menduptur. Sünen-i Ebû Dâvud'da Hz. Peygamber'in haram aylarda oruç
tutmayı teşvik eden bir hadîsi vardır. Receb ayı da haram
aylardandır."
Receb ayında oruç
tutmayı teşvik mâhiyetinde sahih bir hadis bulunmayıp bu konudaki rivayetlerin
bâtıl olduğu konusunda bir çok eserler, risaleler yazılmıştır. Fakat bunlar
içerisinde en güzeli yukarıya naklettiğimiz Nevevî'nin sözleridir. Yeni bir
ibâdet ihdas etmemek ve Hz. Peygamber'in yasağı bulunmaması kaydıyla, Allah
rızası, için tutulan orucun zararı olmaz, sevabı olur.[425]
2431.
...Aişe (r.anha)'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.)'a
en sevimli ay Şaban (yani) onda oruç tutmaktı. Sonra onu ramazana
ulardı."[426]
Hadisten Peygamber
(s.a.)'in nafile oruç tutmayı en çok sevdiği ayın Şaban ayı olduğu
anlaşılmaktadır. Bundan evvelki bâbda ramazan ayı orucundan sonra en faziletli
orucun Muharrem ayının orucu olduğunu bildiren bir hadis geçmişti. Burada
"Peki madem ramazandan sonra en efdâl oruç muharrem orucu idi de, Hz.
Peygamber niçin Şabanda daha çok oruç tutardı?" şeklinde bir soru akla
gelebilir. Bu muhtemel soruyu âlimler iki şekilde cevaplandırmışlardır:
1. Muharrem
ayındaki orucun fazileti Hz. Muhammed'e ancak ömrünün sonunda bildirilmiş
olabilir.
2. Hz.Peygamberin
Muharrem ayında bir takım özürleri çıkıyordu.Bu yüzden muharremde fazlaca oruç
tutamıyordu.
Peygamber (s.a.)'in
Şaban ayında her zamankinden daha fazla oruç tutmasmdaki hikmet, konusunda da
birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bunlar içerisinde en sahihi Ebû
Dâvud ve Nesâî'nin Usâme b. Zeyd'-den rivayet ettikleri şu haberde bildirilen
hikmettir:
Üsame (r.a.) dedi ki:
Peygamber (s.a.)'e
"Yâ Rasûlallah! Ben senin hiç bir ayda Şabandaki tuttuğun kadar oruç
tuttuğunu görmedim? dedim.
"Bu ay Receble
Ramazan arasında insanların kendisinden gafil oldukları bir aydır. Bu ayda
ameller âlemlerin Rabbine yükseltilir. Ben amelimin oruçlu iken Rabbime arz
edilmesini isterim." buyurdu.[427]
Bu hadis açıkça
gösteriyor ki, Hz. Peygamberdin Şaban ayında her zamankinden fazla oruç
tutmasmdaki hikmet, amellerin bu ayda Alan (c.c.)’a arz edilmesi ve Efendimizin
amellerinin oruçlu iken arz edilmesini istemesidir.
Hadisin sonunda Hz.
Aişe, Rasûlullah'ın Şaban orucunu, ramazan orucuna uladığım haber vermektedir.
Bu daha önce geçen ve, "bir iki günle ramazan orucunun önüne
geçmeyiniz" (Hadis no. 2335) mânâsına gelen hadise ters düşmez. Çünkü bu
hadisteki nehy, Şabanın tümünü veya ekserisini oruç tutmayıp da ihtiyaten
ramazandan bir iki gün önce oruç tutanlarla ilgilidir. Nitekim orada gerekli
bilgi verilmiştir.[428]
1. Şaban
avında çokça oruç tutmak teşvik edilmiştir.
2. Bir kimse
Şabanın tamamını veya ekserisini oruçla geçirdiğini takdirde, bu ayın orucunu
ramazan ayı ile birleştirmesi caizdir.[429]
2432.
...Ubeydullah b. Müslim el-Kuraşî, babasının[431]
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.)'a
tüm seneyi oruçlu geçirme(nin hükmünü)yi sordum -veya soruldu- da;
"Şüphesiz senin
üzerinde ailenin hakkı vardır. Ramazanı ve peşinden geleni bir de her çarşamba
ve perşembeyi tut, işte o zaman sen bütün sene oruç tutmuş (gibi) olursun"
buyurdu.[432]
Ebû Dâvud dedi ki:
''Ona (Muhammed b. Osman'a) Zeyd el-Akelî muvafakat, Ebu Nuaym ise muhalefet
etmiştir. Ebu Nuaym "(Ravi) Müslim b. Ubeydullahtır. demiştir."[433]
Bu hadis-i şerifi tüm
seneyi oruçlu geçirmenin mekruh olduğunu söyleyenlerin delilleri arasındadır.
Peygamber (s.a.) kendisine yıl orucunu soran kişiye cevaben, "şüphesiz
senin üzerinde ailenin hakkı vardır" cevabını vermiştir. Bu söz, ibarede
yer almayan bir cümlenin illetidir. Mana "Senin tüm seneyi oruçlu geçirmen
caiz değildir. Çünkü üzerinde ailenin hakkı vardır" şeklinde olmuş olur.
Bu ifâdeden
anlaşıldığı üzere senenin tamamını oruçla geçirmenin caiz olmamasındaki
hikmet, orucun kişiyi zayıflatması ve bu yüzden ailesine karşı olan vazifelerini
yapmasına engel olmasıdır.
Hz. Peygamber,
kendisine soru soran zata "tüm sene orucunu" men'-ettikten sonra tüm
seneyi oruçla geçirmiş gibi sevab almanın yolunu göstermiştir. O da ramazanı
müteakib günlerin orucu ile her çarşamba ve perşembe günlerinin oruçlarıdır.
Ramazanı müteakib
günlerin orucundan maksat, Şevvalde tutulan altı gün oruç olsa gerektir. Eğer
öyle ise, ameller on katı ile mükafatlandırılacağına göre ramazan orucu ile bu
altı günün orucu tüm seneyi oruçla geçirmiş gibi sevap almaya sebeptir.
Çarşamba ve perşembe günü tutulan oruçlar da daha çok sevaba vesile olur. Her
hafta çarşamba ve perşembe günleri oruç tutulduğunda ayda sekiz gün oruç
tutulmuş olur.
"Cümlesindeki
fiilin, fail olan gizli zamirinin ramazana, mefûl olan bariz zamirinde Şabana
gitmesi mümkündür. Bu durumda mana, Ramazanın takib ettiği ay" olmuş olur
ki, o da Şaban'dır. Bu görüşü benimseyenlere göre, Şaban ayının orucu teşvik
edilmektedir.
Bu durumda hadisin
"şaban ayının orucu" başlığı altına konulması isabetli olmuş olur.[434]
1. Senenin
tamamında oruç tutmak mekruhtur.
2. Ramazan
ayından sonraki ay, (bazılarına göre Önceki) Çarşamba ve Perşembe günleri oruç
tutmak, bütün sene oruç tutmanın sevabını almaya sebeptir.
3. İnsanın ailesine
karşı bir takım vazifeleri vardır. Bu vazifeleri yapmasına engel olacaksa,
nafile ibâdetle meşgul olması doğru değildir.[435]
2433.
...Rasûlullah (s.a.)'m dostu Ebu Eyyûb (r.a.) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Bir kimse
ramazanı oruçlu geçirir, sonra peşinden Şevvalden de altı gün tutarsa, tüm sene
oruç tutmuş gibi olur."[436]
Hadis-i şerif
ramazandan sonraki Şevval ayında altı gün daha oruç tutan kimsenin sanki bütün
sene oruç tutmuş gibi ecir alacağını ifade etmektedir. Bunu her sene yapan da
ömür boyu oruç tutmuş gibi olur. Buna sebeb amellerin on katı ile
sevaplandırılacağı esasıdır. Ramazanın orucu on ayın orucuna, sonraki altı gün
de iki ayın orucuna bedel olur. Bunun tamamı da on iki ay, yani bir senedir,
îbn Mâce'nin bir rivayetinde bu manaya da işaret edilmektedir.
Bazı âlimler her ay Üç
gün oruç tutanın da tüm seneyi oruçla geçirmiş gibi olacağını bildiren
hadâsleri de göz önüne alarak bu hadiste belirtildiği şekilde oruç tutan
kişinin .tüm sene farz oruç tutmuş gibi sevab elde edeceklerini söylerler.
Farz ibâdetin sevabı nafile ibadetinkinden daha fazla olur.
Bu hadis-i şerif,
Şevval ayında altı gün oruç tutmanın müstehab olduğuna delâlet etmektedir.
Tabiatiyle Şevval ayının ilk günü ramazan bayramı olduğu için o gün oruç
tutulmaz.
İmam Şâfîî, Ahmed b.
Hanbel, Davud-ı Zahirî ve daha bir grup âlim, Şevval ayındaki altı gün orucun
müstehab olduğu görüşündedirler.
Bu orucun meşru
oluşundaki sır şudur: Ramazanın peşindeki bu oruç, farz namazların peşinden
kılınan sünnet namazları gibidir.Nasıl ki bu sünnetler, farzlarda olması
muhtemel kusurları telafi ediyorsa, Şevvalde tutulan oruç da ramazan orucunda
bulunması muhtemel kusurları telafi eder.
İmam Şâfîî, efdal
olanın bu orucu ramazan bayramının hemen peşinde başlayıp hiç ara vermeden
tamamlamak olduğunu söyler. Ravzatü'n-nediyye adındaki kitapta "Hadisin
zahirinden anlaşıldığına göre Şevval ayının ister başında, ister ortasında,
ister sonunda olsun ve ister peşi peşine, ister aralıklı olarak olsun bu ayda
tutulan altı gün oruç yeter" denilmektedir.
Ahmed b. Hanbel de
peşi peşine tutma ile aralıklarla tutma arasında farkın olmadığını söyler.
İmam Ebû Hanîfe, İmam
Mâlik ve Ebû Yusuf, Şevval ayında altı gün oruç tutmanın mekruh olduğu
görüşündedirler. İmam Mâlikin Mu-vatta'dakî beyânına göre, bu orucu mekruh
saymasına sebeb, kendisinden evvel bu orucu tutan hiç kimse olmadığı için bu
orucun bid'at oluşudur. İmam Malik ayrıca cahil insanların bu orucu da
ramazandan kabul etmelerinden korktuğunu söyler.
Bazı Hanefî ve Malikî
kitaplarında ise, Şevval ayında altı gün oruç tutmanın mendup olduğu söylenir.
Meselâ Nuru'I-Izâh ve Şerhi Merakı' 1-felah'da mendup oruçlar sayılırken,
Şevval ayında altı gün oruç da zikredilir.
Meraku'l-felah'ın
haşiyesinde Tahtavî, Bahr'de "Şevval ayında altı gür oruç tutmak, imam Ebu
Hanifeye göre ister peşi peşine, ister ayrı ayrı olsun mekruhtur. Ancak sonraki
âlimler bunda bir mahzur görmemişlerdir" denildiğini nakleder. Tenvir ve
Şerhinde de; "Şevvaldeki altı gün orucunu fasılalarla tutmak menduptur,
ancak muhtar olan görüşe göre, Ebu Yusuf'un hilâfına peşi peşine tutulmasında
da beis yoktur" denilir.
İbn Abidin de sonra
gelen Hanefi âlimlerinin bu altı günün orucunda bir sakınca görmediklerini söyler.
el-Menhel sahibi
"Hanefî ve Maliki mezhebindeki sonradan gelen âlimler, imamlarının
sözlerini ramazandan sonra hiç ara vermeden altı gün daha oruç tutmaya
hamletmişlerdir. Yahud da bu hadis kendilerine ulaşmamıştır, ulaştığı halde
hadisi sahih kabul etmemiş de olabilirler. Çünkü râviler arasında tenkide tabi
tutulan Sa'd b. Said vardır” der.
Yukarıdaki izahtan
anlaşıldığı üzere, islam ulemasının çoğuna göre Şevval ayında altı gün oruç
tutmak menduptur. Bu orucun peşi peşine veya fasılalarla olması arasında fark
yoktur.[437]
2434.
...Peygamber (s.a.) hanımı Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)
(öyle) oruç tutardı
ki biz, "artık
orucu bırakmayacak" derdik. (Bir de bıraktı mı) o kadar (uzun zaman)
tutmazdı ki (bu sefer de) "Artık (hiç) oruç tutmayacak" derdik. Ben
Peygamber (s.a.)'in ramazan dışında hiç bir ayı baştan sona oruçlu geçirdiğini
bilmiyorum. Ben onun hiç bir ayda Şabandakinden daha fazla oruç tuttuğunu da
görmedim."[438]
Hadis-i şerifte Hz.
Peygamber'in nafile oruç konusundaki bir kaç tavrını anlamaktayız. Bunlar:
a. Peygamber
(s.a.) arzu ettikçe nafile oruç tutardı. Nafilede bir zorunluk olmadığı için
tamamen kişinin istek ve arzusuna bağlıdır. Efendimiz de bazan oruç tutmaya
bir başlar ve sahâbiler "her halde Rasûlullah hiç ara vermeden devamlı
oruç tutacak' 'diyecek hâle gelinceye kadar devam ederdi. Orucu bıraktığı
zaman da uzun süre ara verir ve sahâbiler Peygamberimizin bir daha oruç
tutmayacağını zannederlerdi.
Aynı manayı ifade eden
bir haber İbn Abbas'dan nakledilmiştir.[439]
b. Peygamber
(s.a.) ramazanın dışında hiç bir ayda baştan sona oruç tutmazdı.
Hadisin bu bölümü 2336
numarada geçen Ümme Seleme'nin rivayetine ters düşer gibi görünmektedir. Çünkü
o rivayette Ümmü Seleme'nin (r.anha) Rasûlullah (s.a.)'in Şaban ayının dışına
hiçbir ayı baştan sona oruçla geçirmediğini, Şabanı ramazana eklediğini
söylemektedir. Bu hadiste ise ramazandan başka hiçbir ayda baştan sona oruç
tutmadığı belirtiliyor.
Âlimler Ümmü Seleme'nin
rivâyetindeki, Şabanı tüm oruçlu geçirmekten maksadın, Şabanın çoğunu oruçla
geçirmek olduğunu, benzeri ifâdelerin Arabçada kullanılmakta olduğunu
söylerler.
Tirmizî'nin rivayetine
göre îbn Mübarek bu konuda şöyle demektedir:
"Arapçada bir
kimse bir ayın çoğunu oruçla geçirirse, o ayı oruçla geçirdi demek caizdir.
Aynı şekilde gecenin çoğunu namazla geçiren kimse için de falan bütün gece
namaz kıldı" denilebilir. Halbuki adam gecenin bir bölümünü yemek yeme ve
başka işleriyle geçirmiş olabilir."
Tirmizî
İbnu'l-Mübârek'in bu iki hadisin aynı mânâya geldiğini söylediğini de
nakleder.
Bazı âlimler ise, Hz.
Peygamber'in bir sene Şaban'ın bütününü oruçla geçirdiğini, bir sene de bazı
günlerinde oruç tuttuğunu söylerler.
Hz. Peygamber bazan
Şaban'ın başında, bazan ortasında bazan da sonunda oruç tutardı, diyenler de
vardır.
Rasûlullah'ın Şaban
orucunu Ramazana eklemesinden maksad da Şabanda oruç tuttuğu günlerle ramazan
arasındaki yakınlıktır.
Bu izahlardan
anlaşıldığı üzere, işaret edilen iki hadis arasında herhangi bir tezat söz
konusu değildir.
c. Peygamber
(s.a.)'in en çok nafile oruç tuttuğu ay Şaban ayıdır.
Hz. Peygamber'in bu
ayda her zamankinden daha çok oruç tutmasının sebebinin ne olduğu 2431
numaralı hadisin açıklamasında geçmişti. Eh kuvvetli sebep orada belirtilen
olmakla birlikte şu ihtimalleri de göz önünde bulunduranlar vardır.
1. Şabanda
çok oruç tutması ramazanı tazim içindir.
2. Rasûlullah,
her ay üç gün oruç tutardı. Bir özrü sebebiyle daha önceki aylarda tutamadığı
günleri Şaban ayında kaza ederdi.
3. Şabanda
insanlar gafil olduğu için Hz. Peygamber onlara örnek olmak isterdi.
4. Sene
içerisinde öleceklerin isimleri Şaban ayında yazılır. Nitekim Peygamber (s.a.)
Hz. Aişe'ye, "Yâ Aişe! Bu ayda ölüm meleğinin ruhlarını alacağı kimselerin
isimleri yazılır. Beri ismimin oruçlu iken kaydedilmesini isterim"
buyurmuştur.
5. Hz.
Peygamber'in hanımları, geçen ramazanda tutamadıklar,oruçları Şaban ayında kaza
ederlerdi. Hz. Peygamber de onun için bu ayda çok oruç tutardı.[440]
1. Nafile
ibâdetleri ifâ konusunda belirli zamanlana
kayıtlı kalınmayabilir.Bu, kışının
arzusuna bağlıdır,
2. Şaban
ayında nafile oruç tutmak başka zamanlara nisbetle daha efdaldir.[441]
2435. ...Musa
b. Îsmail-Hammad-Muhammed b. Amr-Ebû Seleme-Ebu Hüreyre (r.a.) senediyle Hz.
Peygamber (s.a.)'den önceki hadisin manasında (bir hadis daha rivayet
edilmiştir).
Bu rivayette Muhammed
b. Amr: "O, pek azı müstesna (Şabanı) oruçla geçirirdi. Hattâ onun
tümünde oruç tutardı" cümlelerini de ilâve etmiştir.[442]
Ebû Hureyre (r.a.)'den
gelen bu rivayetten anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) bazan Şabanın çoğunda
bazan da tamamında oruç tutardı.
Ebû Hureyre'nin önce
Hz. Peygamber'in Şaban'ın çoğunda oruç tuttuğunu daha sonra ise tümünü oruçla
geçirdiğini haber almış olması da muhtemeldir.
Peygamber (s.a.)'in
Şaban ayındaki orucu konusunda geniş bilgi 2336 2431 ve 2434 numaralı
hadislerin açıklamalarında geçmiştir.[443]
2436.
...Üsâme b. Zeyd (r.a.)'in azatlısından[444]
rivayet edildiğine göre, kendisi, Usâme (r.a.) ile birlikte Kura vadisine
Usâme'nin bir malını istemeye gitti. Üsame Pazartesi ve Perşembe günleri oruç
tutuyordu. Azatlısı kendisine:
Sen çok yaşlı birisi
olduğun halde niçin Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutuyorsun? dedi.
Üsâme, şu cevabı
verdi:
Rasûlullah (s.a.)
Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Kendisine bunun sebebi soruldu. O
da; "Şüphesiz kulların amelleri pazartesi ve perşembe günleri arz
olunur" buyurdu.[445]
Ebû Dâvud dedi ki:
Hişam ed-Destüvâî "Yahya'dan o da Ömer b. Ebi'i-Hakem'den” demiş (Eban'ın
rivayetini takviye etmiştir.[446]
Kura vadisi Medine-Şam
arasındaki bir vadinin adıdır.Bu vadide bir çok köy vardır. Burasını, Peygamber
(s.a.) H. 8. senede Hayber'in fethinden sonra zabtetmiş, sonra da ahalisi ile
cizye vermeleri şartıyla anlaşma yapmıştır.
Hadisten anlaşıldığı
gibi, Üsâme b. Zeyd yaşı oldukça ilerlemiş olduğu halde azatlı kölesi ile
birlikte Kur'â vadisi denilen yere bir malını istemeye gitmiş ve yolda
pazartesi, perşembe günleri oruç tutmuş. Azatlısı Usâme'nin bu durumunu
yadırgayıp ilerlemiş yaşına rağmen anılan günlerde oruç tutmasının sebebini
sormuş. Üsâme, Hz. Peygamber'in de aynı günlerde oruç tuttuğunu, bunun sebebini
soranlara da "o günlerde amellerin arz olunduğunu*' söyleyerek cevap
verdiğini bildirmiştir.
Tirmizinin, Ebû
Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber: "Ameller, Pazartesi
ve perşembe günleri Allah'a arz olunur. Ben amelimin oruçlu olduğum halde
arz-edilmesini isterim" buyurmaktadır.[447]
Müslim'deki bir
rivayet de şöyledir: "İnsanların amelleri her hafta iki defa pazartesi ve
perşembe günleri arz olunur. Kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kuldan
başka her mü'min bağışlanır. Biri birine düşman olanlar için bunlar anlaşıncaya
kadar bekleyiniz, denilir."[448]
Bunlardan başka iki
hadisten birisinde amellerin akşam ve sabah Allah (c.c.)'a yükseltildiği,
birisinde de senenin amellerinin Şaban ayında arz edildiği bildirilmektedir.
Bu hadislerden akşam
ve sabahla ilgili olanında amellerin yükseltildiği, diğerlerinde ise arz
edildiği ifade ediliyor. Yükseltilme ile arz edilme olayı ayn şeyler olduğu
için amellerin akşam sabah yükseltildiğini bildiren hadisle, diğerleri arasında
bir ihtilaf söz konusu değildir. Aliyyü'1-Kari "Yükseltilen ameller
toplanır ve bugünlerde arz edilir" der.
Amellerin pazartesi ve
perşembe günleri arzedildiğini bildiren hadisle Şaban da arz edildiğini
bildiren hadis arasında da bir ihtilaf yoktur. İbn Hacer'in ifâdesine göre,
hadislerin te'lifi şöyledir:
Ameller iki şekilde
arz edilir. Bunlardan birincisi haftalıktır. Her hafta pazartesi ve perşembe
günleri ameller ayrı ayrı arz edilir. İkincisi de seneliktir. Şaban ayında ve
topluca arz edilir.
Fethü'l-Vedûd adındaki
kitapta "amellerin günlük olarak akşam ve sabah, haftahk olarak pazartesi
ve perşembe, senelik olarak da Şaban ayında arz edilmesi muhtemeldir"
denilmektedir^
Hadis-i şerifte
pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya teşvik edilmektedir. Aynı manaya
gelen daha başka hadisler de vardır. Buraya misâl olarak iki tanesinin
manalarını yazalım:
Hafsa (r.anha) şöyle
demiştir:
"Peygamber (s.a.)
yatağına uzandığı zaman sağ elini sağ yanağının altına koyardı ve o, pazartesi
ve perşembe günleri oruç tutardı"[449]
Ebu Hureyre (r.a.)'den
rivayet edilmiştir. Dedi ki:
RasûhıHah (s.a.)
pazartesi ve perşembe günleri oruç tutardı. Sebebini sordum. "Ameller
pazartesi ve perşembe günleri arz edilir", buyurdu."[450]
Ebû Dâvud, hadisin
sonunda Destuvâi'nin de Yahya kanalıyla, Ömer b. Ebi'l-Hakem'den rivayet
ettiğini söylemektedir. Ebû Davud'un bu ta'li-ki kitabına almaktan maksadı, bir
ihtilafa işarettir. Çünkü bazı rivayetlerde Yahya'dan sonra Ömer b.
Ebi'l-Hakem anılmadan, Kudame'nin azatlısına geçilmektedir.
Ebû Dâvud kitabına
aldığı metinde Ebân'ın Yahya'dan, Yahya'nın da Ömer b. Ebi'l-Hakem'den rivayet
ettiğini söylemiş, sonunda da Destuvaî'nin de aynısını söylediğini kaydederek
sözlerini takviye etmiştir.[451]
Kulların hafta içinde
işledikleri Pazartesi ve Perşembe. günleri Allan a arz edilir. Onun için anılan
günlerde oruç tutmak menduptur.[452]
"Aşr"dan
maksat, Zilhicce ayının dokuz günü ile Muharrem ayının onuncu günü olan Aşure
günüdür. Yani burada Zilhicce ayının ilk dokuz günü ile aşure günü orucundan
bahsedilecektir.
Bazı şerhlerde bu
başlığın izahı olarak "Zilhicce'nin on gününün orucu" denilir. Ancak
maksat o olması gerektir. Çünkü Zilhiccenin onuncu günü kurban bayramının
birinci günüdür. Bayram'da oruç tutmak ise, haramdır.[453]
2437.
...Rasûlullah (s.a.)'ın hanımlarından birisinin[454]
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Peygamber (s.a.)
Zilhiccenin dokuz günü, aşure günü ve her ay ayın ilk pazartesi ve perşembe
günleri (olmak üzere) üç gün oruç tutardı."[455]
Hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) bazı günlerde oruç tutarmış bu günler:
a. Zilhicce
ayının ilk dokuz günü. Bu oruç Zilhiccenin birinden dokuzuna kadar devam eder.
b. Aşure
günü. Bilindiği gibi bu gün Muharrem ayının onuncu günüdür.
c. Ayın ilk
pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere üç gün. Ebû Davud'un eldeki mevcut
tüm nüshalarında "İlk pazartesi ve
perşembe"
denilmektedir. Nesâî'nin bir rivayeti de bu şekildedir. Ancak buna göre her
ayda tuttuğu oruç üç gün değil, iki gün olmaktadır. Çünkü bir pazartesi ile bir
perşembe iki gün eder. Halbuki hadîsin üst tarafında "her ay üç gün"
denilmekte idi. Buna göre ortaya bir müşkil çıkmaktadır. Bu müşkilin hallinde
iki görüş ileri sürülmektedir.,Bunlar:
1. İlk
pazartesi demek, ilk iki pazartesi demektir. Bu durumda mana "her ay ilk
iki pazartesi ve bir perşembe olmak üzere üç gün" olur.
2. Perşembe
mânâsına gelen el-hamis kelimesinin başındaki el, cins içindir.Dolayısıyla birden
fazla Perşembe için kullanılması caizdir. Bu durumda hadisin mânâsı, "her
ay, ayın ilk pazartesi ve iki perşembesi olmak üzere üç gün" olmuş olur.
Nitekim, Nesâî'nin bir rivayetinde bu hadis; "Rasûlullah (s.a.), aşure
günü, Zilhiccemden dokuz gün ve her ay, ayın ilk pazartesi ve iki perşembe
olmak üzere üç gün oruç tutardı" şeklinde vârid olmuştur.
Yine Nesâî'nin, İbn
Ömer (r.anhuma)'dan rivayet ettiği bir haberde şöyle denilmektedir:
"Peygamber (s.a.) her ay, ayın başındaki ilk pazartesi onu takib eden
perşembe olmak üzere üç gün oruç tutardı."
Ahmed b. Hanbel'in
rivayetinde de perşembe günü iki defa tekrarlanmıştır.
Nesâî'nin Ümmü Seleme
(r.anha)'dan rivayet ettiği bir haberde ise, perşembe değil de pazartesi iki
defa tekrarlanmaktadır. Nesaî'deki bu hadis şöyledir: "Rasûlullah (s.a.)
ilk perşembe, pazartesi ve yine pazartesi olmak üzere her ay üç gün oruç
tutmayı emrederdi."
Bu rivayetlerin hepsi
birden göz önüne alınırsa denilebilir ki, Hz. Peygamber (s.a.) her ay üç gün
oruç tutmayı tavsiye etmiştir. Bu üç gün pazartesi ve perşembe günlerinde
tutulur. Ama ya bir pazartesi iki perşembe, ya da iki pazartesi bir perşembe
olmak üzere üç güne tamamlanır.
Hadisten elde edilecek
hüküm, anılan günlerde tutulan orucun efdal olduğudur.[456]
2438.
...İbni Abbas (r.a.)'dan, demiştir ki: Rasûlullah (s.a.);
"Kendisinde
amel-i sâlih işlenen günlerin Allah katında en sevimlisi şu günlerdir -yani
Zilhiccenin (ilk) on günü-"
Ya Rasûlullah! Allah
yolunda cihad da mı (O günler kadar sevimli değildir.)?! dediler.
Efendimiz (s.a.);
"Allah yolunda
cihad da! Ancak canı ve malı. ile cihada gidip de bunlardan bir şey döndürmeyen
müstesna" diye cevap verdi.[457]
Hadis-i şerif Zilhicce
ayının on gününde yapılan ibâdetlerin sevabının başka günlerde yapılan
ibâdetlerin sevabından daha fazla olduğuna delâlet etmektedir.
Aynî bu konuda şunları
söyler:
"Bu hadisten
anlaşıldığına göre bazı yerler başkalarına nisbetle daha üstün olduğu gibi,
bazı zamanların da başka zamanlara üstünlüğü vardır. Zilhiccenin on günü de
senenin diğer günlerinden daha faziletlidir. Bu üstünlüğün faydası şurada
görülür:
Bir kimse en faziletli
günlerde oruç tutmayı veya başka bir ibâdeti adaşa, adağını bu günlerde yerine
getirir. Eğer en faziletli bir günde oruç veya ibadeti adamışsa, o adağını da
Arafe (kurban bayramından önceki) günü yerine getirir. Çünkü Zilhicce ayının on
gününden en efdali arafe günüdür. Eğer haftanın en efdal gününü kast ederse, o
zaman Cuma günü olur.
Bu hadîsten
anlaşıldığına göre belirtilen günlerin ibâdeti, Allah yolunda cihaddan daha
üstündür. Nitekim sahâbîlerin cihadla ilgili sorusu ve Hz. Peygamberdin
cevâbı.bu hükmü daha açık olarak ortaya koymuştur. Hem cam, hem de malı ile
Allah için savaşan ve kendisi şehid olan ve malı düşman tarafından zaptedilen
kişi ise, bundan müstesnadır.
Peygamber (s.a.)'in
işaret edilen günlerdeki ibâdetin cihaddan bile faziletli olduğunu
bildirmesinden maksadının, hac ibâdetini engelleyeceği için sadece o günlerdeki
cihadla ilgili olması muhtemeldir. Çünkü Hz. Pey-gamber'in en üstün ibâdetin
Allah yolunda cihad olduğunu belirten hadisleri vardır. Nitekim Buhârî'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği bir hadise göre; "Bir adam Peygamber (s.a.)'e
gelip:
Ya Rasûlallah! Bana
cihada denk bir ibâdet göster, demiş. Hz. Peygamber de:
"Öyle bir ibadet
bulamıyorum. Sen, mücahid savaşa gittiğinde mescidine girip bıkmadan namaz
kılmaya, ara vermeden oruç tutmaya muktedir misin? Bunu kim yapabilir
ki?" cevabını vermiştir.
Görüldüğü üzere Ebû
Hureyre'den rivayet edilen bu hadis açık bir şekilde en efdal ibâdetin Allah
yolunda cihad olduğunu gösterir. Bu durumda açıklamakta olduğumuz İbn Abbas
hadisiyle Buhâri'deki Ebu.Hureyre hadisi arasında bir zıddiyet görünmektedir.
Hadisler arasında var
gibi görünen bu ihtilâfı bir kaç yolla gidermek mümkündür:
1. Yukarıda
da belirtildiği gibi, Zilhiccenin on günündeki amellerin cihaddan da üstün
olması, başka zamanlardaki değil, sadece bu günlerdeki cihadla ilgilidir.
Çünkü bu günler hacc ibâdetinin yapılacağı günlerdir. O günlerdeki savaş
kişinin haccetmesine imkân vermez.
2. Ebû
Hureyre'nin rivayet ettiği ve cihadın üstünlüğünü bildiren hadis, âmindir. îbn
Abbâs'ın hadisi onu tahsis etmektedir. Sanki Peygamberimiz, "Ben Zilhiccenin
on günündeki ibadet hariç, cihada denk veya ondan daha üstün bir ibâdet
bulamıyorum" buyurmuştur.
3. Ebû
Hureyre (r.a.)'nin rivâyetindeki cihad'dan maksat, bu hadiste de belirtildiği
gibi canı ve malı ile cihada gidip kendisinin şehid olduğu ve malının düşmanlar
tarafından alındığı cihaddır. Bu şekildeki cihadın en üstün ibâdet olduğu zâten
üzerinde durduğumuz İbn Abbas hadisinde de görülmektedir.[458]
1. Bazı
zamanlar diğer zamanlara nisbetle daha faziletlidir.
2.
Zilhiccenin on gününde yapılan ibâdetin sevabı fazladır.
3. Hadis
cihadın faziletine ve fazilet yönünden farklı cihadlar olduğuna delâlet
etmektedir.
4. Cihadın
en faziletli olanı, mal ve can feda edilerek yapılanıdır.[459]
2439. ...Aişe
(r.anha)'dan; demiştir, ki: "Rasülullah (s.a.)'ı Zilhiccenin on gününde
oruç tutarken hiç görmedim."[460]
Hz. Aişe'nin bu sözleri ile önceki babın ilk
hadisinde belirtilen haber birbirine Uymamaktadır. Çünkü o hadiste Hz.
Peygamber'in Zilhicce'nin dokuz gününde oruç tuttuğu bildirildiği halde, bu
haberde Hz. Aişe, Rasûlullah'ın Zilhicce'nin on gününde oruç tuttuğunu hiç
görmediğini söylemektedir.
Haberler arasındaki bu
muhalefetin arasını bulmanın yolu şudur: Hz. Aişe'nin, RasÛlullah (s.a.)'ın o
günlerde oruç tuttuğunu görmemesi, Efendimizin oruç tutmamış olmasını
gerektirmez. Hz. Aişe bildiğini haber vermiştir. Peygamber (s.a.) belirtilen
günlerde devamlı olarak oruç tutmazdı. Bazan tutar, bazan terk ederdi. Bu
farklı rivayetlerden anlıyoruz ki, Aişe (r.anha) oruç tutmayışına, evvelki
haberi nakleden hanımı da tutuşuna muttali olmuşlar ve her biri bildiğini haber
vermiştir.[461]
2440.
...İkrime'den; demiştir ki:
"Biz Ebû
Hureyre'nin evinde onun yanında idik. Ebû Hureyre (r.a.) bize, Rasûlullah
(s.a.)'ın, Arafe günü Arafatta oruç tutmayı nehyettiğini haber verdi."[462]
M Haberden anlıyoruz
ki Hz.Peygamber (s.a.) Arafe günü Arafatta vakfede olanların oruç tutmalarını
men etmiştir. Çünkü Arafat, bol bol dua edilecek, zikir yapılacak bir yerdir.
Oruç kişiyi halsiz düşüreceği için onun dua ve zikrine mâni olur.
Âlimler Arafe günü
Arafat'ta oruç tutmanın hükmünde ihtilaf etmişlerdir.
Yahya b. Said
el-Ensari, hadisin zahirini alarak arafe günü Arafat'ta oruç tutmanın haram
olduğunu söylemiştir.
Ebu Hanife, Malik,
Şâfiîler, Servi ve ulemanın cumhuru, hacılar için arafe günü Arafat'ta oruç
tutmamanın müstehab olduğu görüşündedirler. Bu görüş Ebu Bekir, Ömer, Osman,
İbn Ömer (r.anhum) gibi büyük sa-hâbîlerden de rivayet edilmiştir. Darimî'nin
rivayet ettiği bir habere göre İbn Ömer'e, Arafe günü oruç tutmanın hükmü
sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: "Peygamber (s.a.) ile birlikte
haccettim. Oruç tutmadı. Ebu Bekir-le beraber hac ettim oruç tutmadı, Ömer'le
beraber hac ettim, oruç tutmadı, Osman'la beraber haccettim o da oruç tutmadı.
Ben de tutmam, tutulmasını emretmem ama men de etmem."
Peygamber (s.a.)'in
Arafe günü Arafat'ta orucu nehyetmesi kerahete hamledilmiştir. Bu konuda Hattâbî
şöyle der:
"Bu, istihbaba
delalet eden nehydir. (O günde oruç tutmamak müstehabtır) İhram'da olan kişiye
o günün orucun nehyedilmesi, onun güçten düşerek dua edememesi korkusundan
dolayıdır. Ama güçlü olup oruç tuttuğu takdirde oradaki dua ve ibâdetlerini
ihmal etmesinden korkulmayan kişinin oruç tutması daha iyidir.
Ahrned b. Hanbel;
"Gücü yeten kimse oruç tutar. Tutmayan için de bir şey yoktur. Çünkü bu
gün kuvvete ihtiyaç duyulan gündür", der. İshak, "Hacıların o günde
oruç tutmalarını müstehab görürdü. Atâ, "kışları oruç tutarım, yazlan
tutmam," derdi. Malik ve Süfyan, hacıların oruç tutmamalarını tercih
ederdi. Şafiî'de böyledir."
Îbnû'l-Münzir,
İbnu'z-Zübeyr, Osman b. Ebil-As, Hz. Aişe ve Ishak'ın Arafe orucunu müstehab
saydıklarını nakleder. Muhtemelki bu zatlar Hz. Peygamber'in orucu nehyetmesini
oruç sebebiyle halsiz kalıp, Arafat-taki ibadeti ihmal edeceklerle ilgili
görmüşlerdir.
Arafe günü orucunu
teşvik eden ve mutlak men'eden hadisler de vardır.
Müslim'in Ebu
Katâde'den rivayet ettiği bir hadiste Hz. peygamber şöyle buyurmuştur:
"Arafe günü
orucunun kendisinden önceki ve sonraki senenin günahlarına keffâret olacağını
umarım."
Ebû Davud'un Ukbe b.
Âmir'den rivayet ettiği bir hadiste ise,[463]
Rasûluüah'ın şöyle buyurduğu ifâde ediliyor:
"Arafe günü,
Kurban bayramı günü ve teşrik günleri, biz müslümanlarııı bayramıdır. O günler,
yeme-içme günleridir/'
Bu durumda Arafe
gününün orucu ile ilgili olarak Peygamber (s.a.)'den üç ayrı rivayet
bulunmaktadır. Bunlardan birinde oruç mutlak olarak teşvik edilmekte,
birisinde mutlak men'edilmekte, birisinde de sadece Arafat'taki hacılar için
men edilmekte, başkaları söz konusu edilmemektedir.
Hafız İbn Hacer, bu
konuda şöyle der: "Cumhura göre, "Arafe günü oruç tutmak, Arafat'ta
vakfeye mâni olacak derecede bedeni yormuyorsa, kişi hacda da olsa bu oruç
müstehabtır. Bunlar, Ebu Katâde'nin rivayet ettiği Arafe orucunun, önceki ve
sonraki seneye keffâret olacağını Allah'tan umarım, manasmdaki hadise
dayanırlar. Ukbe b. Amr'ın merfu olarak rivayet ettiği, "Arafe bayram ve
teşrik günleri biz müslümanların bayramımızdır. Onlar yeme-içme
günleridir." manasına gelen hadis şöyle izah edilir:
Bu hadiste Arafe günü
orucunu nehyeden açık bir ifâde yoktur. Çünkü o günün bayram oluşu, oruca mani
olmaz. Ayrıca onun Arafat'takilere has olması da mümkündür. Hadisteki "o
günler yeme-içme günleridir" ifâdesi de kurban ve teşrik günleri ile
alâkalıdır".
Bu hadislerin arası şu
şekilde te'lif edilir: Arafe günü, hacda olma: yanların oruç tutmaları
müstehabdır. Arafatta vakfede olup, halsiz düşeceğinden korkulanlar için ise
mekruhtur. Arafat'ta vakfede olup da halsiz düşmeyenler için oruç mubahtır.[464]
Arafe günü Arafat'ta
vakfede olanların oruç tutmalan mekruhtur.[465]
2441.
...Ümmü'1-Fadl bint Hâris'den rivayet edildiğine göre, (Bazı) insanlar, onun
yanında Arafe günü Rasûlullah (s.a.)'ın oruçlu olup olmadığı konusunda münakaşa
ettiler. Bir kısmı: "O oruçlu" derken, bazıları da “Oruçlu değil" dediler. Bunun üzerine
Ümmü'1-Fadl, Hz. Peygamber (s.a.)'e Arafat'da devesinin üzerinde durmakta iken,
bir bardak süt gönderdi. Rasûlullah (s.a.)'da (sütü) içti.[466]
Haberden anlaşıldığı
üzere sahâbiler, Peygamber (s.a.)' in arafe günü Arafat'ta iken, oruçlu olup
olmadığı konusunda münakaşa etmişlerdir. Bu, Hz. Peygamber'in daha önceleri seferde
olmadığı zamanlarda Arafe.günleri oruç tuttuğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in
oruçlu olmadığını iddia edenler, Rasûlullah'ın seferde olması dolayısıyla
oruçlu olmadığı kanaatine varmışlardı. Çünkü seferde olan kişinin nafile bir
yana farz orucu bile tutmamasına ruhsat vardır.
Oruçlu olduğu
kanaatinde olanlar da onun seferde değilken arefe günleri oruçlu olduğunu
bildikleri için iddialarında ısrar ediyorlardı.
Ümmü'1-Fadl bu münakaşa
üzerine gerçeği anlamak için Peygamber (s.a.)'e bir bardak süt göndermiş.
Rasûlullah da bu sütü içmiştir. Bu durumda Peygamber (s.a.)'in arafe günü
Arafat'ta oruçlu olmadığını gösterir.
Arafe günü orucunun
hükmüne dair görüşler bundan evvelki hadisin açıklamasında geçmiştir.[467]
1.
Hükümlerin fiilen gösterilmesi, sözle ifâdesinden daha iyidir.
2. Toplantı
yerlerinde yeme içmede mahzur yoktur.
3.
Dindarlığı bilinen bir kadından hediye kabul etmek caizdir.
4.
Müslümanlar Hz. Peygamber'i kendilerine örnek almalıdırlar.
5. Hz.
Peygamber'in yaşayışını incelemek ve o konuda araştırma yapmak caizdir.
6. Bir
meselenin hükmünü soru sormadan başka yollarla öğrenmek de caizdir.[468]
Aşure gününün tayini konusunda
iki ayrı görüş vardır. Kimi âlimlere göre Aşure günü, Muharrem ayının 9. günü,
kimilerine göre 10. günüdür. Bu ihtilâfa sebep bu konudaki haberlerin farklı
anlaşılması ve kelimenin aslının arapçadaki
kullanılışıdır.[470]
SahâbiNve Tâbiu'nun
büyük çoğunluğu ile imam Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre, aşure günü
Muharrem ayının 10. günüdür: arapçada on manasına gelen kelimesinden
alınmıştır. Bu durumda gün, geçmiş geceye izafe edilmiş olur.
Tirmizî'nin İbn Abbas
(r.anhuma)'dan rivayet ettiği şu haber bu görüşü kuvvetlendirmektedir:
"Rasûlullah (s.a.) Aşure gününün (yani) onuncu günün orucunu
emretti."
İbn Abbas (r.anhuma)
Aşure gününün, Muharremin dokuzuncu günü olduğu görüşündedir. Bu durumda gün,
sonraki geceye izafe edilmiş olur.
Müslim, Ebü Dâvud ve
Tirmizî'nin rivayetlerine göre Hakem b. el-A'rac şöyle demiştir:
"İbn Abbas'ın
yanına vardım. O zemzemin yanında rîdasım yastık edinmiş uzanıyordu. Kendisine:
Bana aşure gününü
haber ver hangi gün oruç tutayım? dedim.
Muharrem'in hilalini
gördüğün zaman say, dokuzuncu günü oruçlu olarak sabahla, dedi.
Rasûlullah (s.a.)
böyle mi yapardı? dedim.
Evet, dedi.
Bu haber, aşure
gününün Muharrem ayının dokuzuncu günü olduğunu gösterir. Ancak bu, muteber değildir.
Çünkü Peygamber (s.a.) sadece Muharremin 10. günü oruç tutrnuş ömrünün sonunda
da dokuzuncu günü de tutmaya azmetmiş, fakat nasib olmamıştır. Nitekim bir
sonraki babda bu konuyla ilgili hadis gelecektir.
İbn Abbas'ın,
"Dokuzuncu gün oruçlu olarak sabahla" sözü, aşure gününün Muharremin
dokuzuncu günü olmasına delil teşkil edemez. Çünkü onun dokuzuncu günü oruçlu
olmayı onuncu güne eklemek için emretmiş olması mümkündür. Ahmed b. Hanbel'in
İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu haber de bu ihtimali güçlendirir: "Aşure
günü oruç tutunuz ve yahudîlere muhalefet ediniz. Ondan bir gün önce veya bir
gün sonra da oruç tutunuz."
Demek oluyor ki, Aşure
günü âlimlerin büyük çoğunluğuna göre Muharrem ayının onuncu günüdür.[471]
2442.
...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki:
"Aşure günü
Kureyşlilerin câhiliye devrinde oruç tuttukları bir gündü. O günde Peygamber
(s.a.) de oruç tutuyordu. Rasûlullah (s.a.), Medine'ye gelince aşure günü
(yine) oruç tuttu ve o günün orucunu emretti. Ramazan orucu farz kılınınca
artık farz oruç ramazan oldu ve aşure terk edildi. (Bundan sonra) isteyen o
gün oruç tuttu1, isteyen tutmadı."[472]
Hadis-i şerifte önce
câhiliyye devrinde Kureyşlilerin ve Hz.Peygamber'in aşure gününde oruç
tuttukları bildirilmektedir.Kureyşlilerin o günde oruç tutmaları Hz. İbrahim ve
Hz. İsmail gibi eski Peygamberlerin şeriatlerinden kendilerine gelen
haberlerden dolayı olsa gerektir. Kureyşliler aşure gününü, o günde Kâbenin
örtüsünü örtmek suretiyle de tazim ediyorlardı.
Hz. Peygamber'in
câhiliye devrinde oruç tutması da Peygamberlikle görevlendirilmeden önceki
devre ile ilgilidir. Peygamberlikten sonra ve hicretten önceki devre ile
ilgili olması da mümkündür. Oruç hadd-i zatında hayırlı bir amel olduğu için
cenab-ı Allah kendisine izin vermiştir.
Rasûlullah (s.a.)
Medine'ye hicret buyurduktan sonra da Aşure günleri oruç tutmaya devam etti ve
sahabîlere o gün oruç tutmalarını emretti. Yahudiler de aşure günü oruç
tutuyorlardı. Peygamber (s.a.) ashabına, Aşure orucunu emrederken, Yahudilerle
uygunluk sağlamayı da istemiştir. Çünkü Efendimiz, hicreti tâkib eden zamanda
Allah'ın kendisini men'et-mediği konularda ehl-i kitaptan olanların amellerine
uygun ameller işlemeyi uygun buluyordu. Nitekim kıblenin değiştiğini
bildiren.âyet gelmeden önce, ehl-i kitabın kıblesi olan Mescid-i Aksâ'ya doğru
namaz kılıyordu. Ama sonraları onlara muhalefet etmeyi daha üstün tuttu.
Buhârî'nin İbn
Abbas'dan rivayet ettiği ve Ebû Dâvud'da da gelecek olan bir haberde
belirtildiğine göre Peygamber (s.a.) Medine'ye geldiklerinde Yahudilerin Aşure
günü oruç tuttuklarını gördü ve:
“Bu ne?" diye
sordu,
Bu mübarek bir gündür.
Bu günde Allah, tsrail oğullarını düşmanlarından kurtardı da Hz. Musa oruç
tuttu, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Ben Musa'ya
sizden daha çok müstahakkım," buyurdu ve o günün orucunu tutup ashabına da
emretti.
Müslim'in Ebu Musa
(r.a.)'dan rivayet ettiği bir haberde de Aşure gününün, Yahudilerin değer
verdiği bir bayramları olduğu bildirilmektedir. Bu, Yahudilerin o günü oruç
tutmadıkları mânâsına gelmez, nitekim yine Sahih-i Müslim'deki bir rivayette
Hayberlilerin Aşure günü bayram edip oruç tuttukları bildirilmektedir.
Hadis-i şerifin
devamında, Ramazan orucu farz kılınınca artık farz orucun ramazan orucu olduğu
ve Aşure orucunu isteyenin tutup, isteyenin tutmadığı beyan edilmektedir.
Bilindiği gibi Ramazan orucunun farz edilişi Hicretin ikinci yılında olmuştur.
Bu hadis Aşure gününün
mübarek bir gün olduğunu göstermektedir. Aşure orucunun, Ramazan orucu farz
kılınmadan ye farz kılındıktan sonraki hükmüne geçmeden önce bu günü değerli
kılan hadiselerin ne olduğuna kısaca bir göz atalım:
Hadisin tercümesine
başlamadan önce Aşure gününün, Muharremin 9. günü mü, yoksa 10. günü mü olduğu
konusunda farklı görüşler olduğunu ve ulemanın çoğunluğuna göre bu günün
Muharrem'in onuncu günü olduğu belirtilmişti. On manasına gelen "aşr"
kelimesinden dolayı bu ismi aldığına da işaret edilmişti. Bazı âlimlere göre
ise, Muharrem ayının onuncu gününe Aşure günü denilmesi, o günde on Peygambere
on tane büyük ihsanda bulunulmasından dolayıdır. Aşure gününün değerim yücelten
bu ihsanlar şunlardır:
1. Âdem
(a.s.)'ın tevbesi bu günde kabul edilmiştir.
2. Nuh
(a.s.)'ın gemisi bugünde karaya çıkmıştır.
3. İbrahim
(a.s.) bu günde dünyaya gelmiştir.
4. Yâkub
(a.s.)'ın gözleri Aşure günü görmeye başlamıştır.
5. Yunus
(a.s.) balığın karnından bugün kurtulmuştur.
6. Yusuf
(a.s.) kuyudan Aşure günü çıkmıştır.
7. Hz. Musa,
Firavn ve ordusundan Aşure günü kurtulmuştur.
8. Dâvud (a.s.)*ın
tevbesi bugünde kabul edilmiştir.
9. Hz. İsa o
günde doğmuş o günde göklere çıkartılmıştır.
10. Muhammed
(s.a.)'ın gelmiş geçmiş bütün günâhları aşure gününde affedilmiştir.
Buharı şârihi Aynî'nin
bildirdiğine göre bazı âlimler, tdris Peygamberin semaya kaldırılışının, Eyyub
Peygamber'in hastalıktan kurtuluşunun ve Süleyman (a.s.)'a saltanatın ihsan
edilişinin de bugünde olduğunu söylerler.
Peygamber (s.a.)
torunu, Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilişi de Aşure gününe, yani
Muharrem'in onuncu gününe rastlar. Ancak adı geçen güne gösterilen saygı, bu
yüzden değildir. Çünkü Kerbelâ hâdisesi Hicretin 61. yılında olmuştur. Halbuki
bu günü Peygamber (s.a.) hicretten itibaren hatta daha önceleri kutsal saymış
ve oruç tutmuştur. Üstelik bir günün kutsallığı, o günde olan kötü hadiselerden
çok sevindirici, hayırlı hâdiselerden dolayrolur. Nitekim Hz. Peygamberdin
doğum gecesi olan Mevlid tüm İslam âleminde ihtifallerle anıldığı halde, vefat
günü hiç anıl-mamakta hattâ halk tarafından bilinmemektedir bile. Yukarıda
görüldüğü gibi aşure gününde Peygamberlerin karşılaştıkları hadiseler hep
ihsandır, sevindirici şeylerdir. Kerbelâ hâdisesi ise, bütün müslümanlann büyük
bir üzüntüyle andıkları hiç hatırlamak istemedikleri acı bir hâdisedir. O halde
Aşure günü tutulan orucun Kerbelâ hâdisesi ve Hz. hüseyin'in şehîd edilişi ile
hiçbir ilgisi yoktur. Aşure gününü Kerbelâ hadisesi yüzünden kutsallaştırmanın
ve bu yüzden oruç tutmanın îslâmî ve dinî hiç bir yönü olmadığı gibi, bir
bid'at olması hasebiyle İslama aykırıdır da.
Üzerinde durduğumuz
hadisin zahirinden anlaşıldığına göre, Aşure orucu önceleri farzdı. Ramazan
orucu farz kılınınca neshedildi. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe ve Şâfiîlerden bazıları
bu görüşü benimsemişlerdir. Bazı Şâfiîler ise, Aşure orucunun başlangıcından
beri sünnet olduğunu, ancak Ramazan farz kılınmadan önce müekked olduğu halde
Ramazanın farz kılınışından sonra müstehap hâle geldiğini söylerler.
Aşure orucunun önceleri
farz iken Ramazan orucunun farz kılınması İle neshedildiği şeklindeki görüş
daha kuvvetlidir. Çünkü bu hükmü kuvvetlendiren bir çok hadis vardır. Bir kaç
tanesinin anlamı şöyledir:
Seleme b. Ekvâ'dan
rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.)'ı, Aşure günü insanlara; "Yiyen
(oruca niyetlenmeyen) tamamlasın veya oruç tutsun, hiç yemeyen de artık
yemesin (oruç tutsun)" diye ilan etmesi için bir adam gönderdi.
Esma el-Eslemî şöyle
demiştir: "Rasûlullah (s.a.) beni kavmimden müslümân olanlara gönderdi ve
şöyle dedi; "Kavmine Aşure günü oruç tutmalarını emret. Onlardan o günün
başında yemiş (oruca niyetlenmemiş) olanları bulursan, kalanında
tutsunlar".
Câbir (r.a.)'in şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a.) bize
Aşure orucunu emrediyor, ona teşvik ediyor ve ona ahid alıyordu. Ramazan orucu
farz kılınınca bize emretmedi* Neh-yetmedı ve bizden onun içinahid de
almadı."
Yukarıda naklettiğimiz
hadisler ve daha başkaları Aşure orucunun önceleri vacib olduğunu
göstermektedir.
Aşure orucunun vacib olmadığına
işaret eden hadisler de vardır. Meselâ Buharî'nin, Muaviye b. Ebû Süfyan'dan
rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bu Aşure
günüdür. Gerçi ben oruçluyum ama Allah o günün orucunu bize farz ki I m anı
ıştır. Sizden dileyen oruç tutsun, dileyen tutmasın."
Bu hadiste kastedilen,
Aşure günü orucunun devamlı olarak farz kılınmayışıdır. Ramazan Orucunun farz
kılınmasından önceki devrin hükmü değil, Hz. Muaviye'nin Mekke fethi yılında
Resûlullah'a sahâbî oluşu da bu anlayışa güç katar. Halbuki yukarıda geçen ve
Aşure orucu ile ilgili ilanları bildiren haberler, hicretin ikinci yılında
olmuştur.
Sahih-i Müslim'de de
îbn Ömer (r.a)'den Hz. Peygamber (s.a.)'in, "Aşure günü câhiliye
insanlarının oruç tuttukları bir gündür. Sizden o gün oruç tutmak isteyenler
tutsun, istemeyenler de tutmasın" buyurduğu bildirilmektedir. Bu hadiste
Aşure orucunun hiç farz olmadığını göstermez çünkü bu sözün ramazan orucu farz
kılındıktan sonra söylenmiş olması muhtemeldir. Hattâ farklı rivayetlerin arasını
te'lif bakımından bu şekilde anlamak gereklidir.
Aşure günü orucu
konusundaki hadislerin tümü göz önüne alınınca anlaşılmış oluyor ki;
"Aşure orucu önceleri müekked sünnetti. Bu neshe-dildi ve müstehab olarak
kaldı" şeklindeki anlayış zayıftır. Aksi farz oluşu neshedilmiş ve
kuvvetli bir sünnet olarak hükmü devam etmektedir. Hz. Peygamberin vefatından
bir yıl önce bu orucu tutup seneye dokuzuncu günü de tutmayı, istemesi bunu
gösterir.
Aşure günü oruç
tutmanın faziletine delâlet eden daha bir çok hadis vardır. Bu hadislerden bir
kaç tanesi Sünen-i Ebû Dâvud'da bu ve bundan sonraki bablarda gelecektir. Diğer
hadis kitaplarında bu konuda vârid olan hadislerin birkaçı da şunlardır:
Ebu Katâde'den
Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; "Aşure orucunun,
ondan önceki bir senenin günahlarına keftâret olacağını zannederim."
Hz. Ali den rivayet
edildiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'e: Ramazandan sonra bana ne zaman oruç
tutmamı emredersin? diye sormuş. Hz. Peygamber de şu cevabı vermiştir:
"Muharrem ayında
oruç tut. Çünkü o, Allah'ın ayıdır. O ayda öyle bir gün var ki, Allah o günde
bir kavmin tevbelerini kabul etmiş, bir kavminkini de kabul edecektir"
Aşure günü oruç tutmak
sünnettir. Bu konuda bütün âlimler müttefiktirler. Ancak ileride geleceği üzere
yahudilere benzememek için sadece aşure günü değil, bir gün önce veya
sonrasıyla birlikte tutulur.[473]
1. Aşure
orucu, eski şeriatlerden beri tutulan bir oruçtur.
2. Aşure
orucu daha önce farzdı. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra farz oluşu
meshedildi. Hükmü sünnet olarak devam etmektedir.
3. Hadis, aşure orucunun faziletine delâlet
etmektedir.[474]
2443. ...îbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki:
Aşure (günü), câhiliye
devrinde oruç tuttuğumuz bir gündü. Ramazan (orucu) farz kılınınca, Rasûlullah
(s.a.); "Bu (gün)Allah'ın günlerinden bir gündür. Dileyen o gün oruç
tutar, dileyen tutmaz." buyurdu.[475]
îbn Ömer'in,
"Câhiliyye devrinde oruç tutardık" sözü Sahih-i Müslim'de,
"Araplar câhiliye devrinde oruç tutardı" şeklindedir.
Hz. Peygamber'in,
"Bu gün, Allah'ın günlerinden bir gündür" buyurması o güne değer
verdiğini gösterir. Aksi halde bu sözü söylemesine gerek olmazdı. Çünkü bütün
günler Allah'a aittir ve Müslümanlar bunu bilmektedirler.
Rasûlullah (s.a.)'in
"İsteyen oruç tutar, isteyen tutmaz" buyurması da o günün orucunun
farz olmadığına işaret içindir. O günün orucunun ehemmiyetinin olmadığına
delâlet etmez.[476]
2444. ...İbn
Abbas (r.anhumâ)'dan; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
Medine'ye gelince Yahudileri, Aşure günü oruç tutarlarken buldu. Bunun sebebi
sorulduğunda Yahudîler:
Bu (gün) Allah
(c.c.)'ın Fir'avn'e karşı Musa'ya yardım ettiği gündür.
Biz onu tazim için
bugün oruç tutuyoruz" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Biz
Musa'ya sizden daha yakın (ve daha müstehak)ız" buyurdu ve Aşure orucunu
emretti.[477]
Hadis-i şerifin, Ahmed
b. Hanbel'in Müsned'indeki bir rivayetinde Yahudiler'in Aşure günü oruç
tutmalarının sebebini açıklarken söyledikleri, "Bu gün Allah'ın Firavn'e
karşı Musa'ya yardım ettiği gündür", sözlerine ilâveten "Ve o gün
geminin Cûd? üzerinde durduğu gündür. Nuh o gün şükür olarak oruç tuttu"
dedikleri de yer almaktadır.
"Hz. Peygamber
Aşure orucunu emretti" şeklindeki ifade de Buharı'de "Rasûlullah
Aşure orucunu tuttu ve tutulmasını emretti" şeklindedir.
Hadisin ilk bakışta
anlaşılan ifadesinden sanki Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde Yahudiler Aşure
orucu tutuyorlarmış da onları oruç tutarlarken bulmuş gibi bir mânâ anlaşılmaktadır.
Fakat vakıa böyle değildir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Medine'ye Rebiülevvel
ayında gelmişti ve o zaman Muharrem ayı çoktan geçmişti. O halde hadisin
metninde bir hazf söz konusudur. Mânâ, "Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gelip
Aşure gününe kadar kaldı ve Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrendi"
şeklinde anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber Yahudilerin Aşure günü oruç tuttuklarını
Medine'ye geldikten sonra öğrendiği için hadisin metni bu mânâyı ifadeye
müsaittir.
Yahudiler Aşure günü
oruç tutmalarına sebeb olarak, Hz. Musa'nın Firavn'dan kurtuluşu olduğunu
söyleyince "biz ona sizden daha yakınız" buyurarak o da oruç tutmuş
ve sahâbîlerine de oruç tutmalarını emretmiştir. Çünkü Yahudiler Musa
(a.s.)'nın dinini tahrif etmişlerdi. Dinin asılları itibariyle, Hz. Musa'nın
şeriatı ile bizim dinimiz arasında fark yoktur. Üstelik biz Hz. Musa'ya inen
kitabın aslına inanmaktayız.
Burada "Peygamber
(s.a.)'ın Firavn'dan kurtuluşu konusunda nasıl olur da Yahudilerin sözlerine
inanır?" şeklinde bir soru hatıra gelebilir. Ancak Peygamber (a.s.)'in
ashabına aşure orucunu emretmesi, Yahudilerin sözlerine inandığı mânâsına
gelmez. Çünkü onun gerçeği vahyle öğrenmiş olması mümkün olduğu gibi, Hz.
Musa'nın o gün Firavn'dan kurtuluşunu eskiden Yahudi olup da İslama
girenlerden öğrenmiş olması da mümkündür.
Bilindiği gibi bundan
önce geçen iki hadiste câhiliye devri araplarının Aşure gününde oruç tuttukları
bildirilmektedir. Bu durum bu ve önceki hadisler arasında bir zıddiyetin
olmasını gerektirmez. Çünkü aynı şeyi birden fazla kişinin değişik maksatlarla
yapması mümkündür. Müşrik Araplar, kendilerine Hz. İbrahim'in dininden kalma
bir âdet olarak, Yahudiler, Hz. Musa ve israil oğulları Firavn'ın zulmünden
kurtuldukları için oruç tutmuş olabilirler.
Hz. Peygamber'in,
Yahûdiler'in Aşure günü oruç tutmalarının sebebini sorması onun o ana kadar
aşure orucuna tamamen yabancı olmasını gerektirmez. Nitekim daha önce geçen
hadislerde Peygamber (s.a.)'in Mekke'de iken Aşure günü oruç tuttuğu
belirtilmişti. O halde Peygamber (s.a.)'in Yahudilerin orucu ile ilgili sorusu
o orucu tutuş sebeplerini öğrenmektir. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi ayrı
ayrı toplumların aynı günü değişik sebeplerden dolayı kutsal saymaları
mümkündür.[478]
1. Müslüman olmayan
bir toplumun iyi bir davranışı adet
edinmeleri müslümanların o hareketi yapmalarına mâni değildir.
2. Aşure
güne oruç tutmak sünnettir.
3.
Müslümanların, geçmiş Peygamberlerin başlarından geçen hatıraları yâd etmeleri
caizdir.[479]
2445.
...Abdullah b. Abbas (r.anhuma)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a.)
Aşure günü oruç tutup bize de tutmamızı emrettiği zaman kendisine:
Ya Rasûlallah! Bu gün
Yahudilerle Hıristiyanların tazim ettikleri bir gündür, dediler.
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.):
"Öyleyse gelecek
sene biz de (Muharrem'in) dokuzunda tutarız", buyurdu.
Fakat ertesi yıl
gelmeden Peygamber (s.a.) vefat etti.[480]
Hadisin Müslim'deki
rivayetinde Peygamber (s.a.)'in "gelecek seneye biz de dokuzunda
tutarız" sözünden sonra bir de "inşallah" sözü yer almaktadır.
Yani bu cümlenin Sahih-i Müsİim'deki ifâdesi; "İnşallah gelecek sene biz
de 9. gün tutarız" şeklindedir.
Hadisten Aşure gününü
hem Yahudilerin hem de Hıristiyanların kutsal bir gün kabul ettikleri
anlaşılıyor. Yahudilerin kutsal saymalarının sebebi, daha önce de geçtiği gibi
Hz. Musa'nın ve İsrail oğullarının adı geçen günde Firavn'ın ordusundan
kurtulmuş olmalarıdır.
Aşure gününe
Hıristiyanların saygı göstermelerinin sebebinin ne olduğuna dair açık ve kesin
bir bilgi mevcut değildir. Ancak bazı âlimler, Hz. Musa'nın şeriatının bazı
hükümlerinin, Hz. İsa'nın şeriatında da devam ettiğini göz önüne alarak Hz.
İsa'nın da adı geçen günde oruç tutmuş olabileceği ihtimalinden bahsederler.
Hattâbî, Peygamber
(s.a.)'in "gelecek seneye biz de dokuzuncu günü tutarız" sözünü izah
ederken şunları söyler:
Peygamber, (s.a.)'in
bu sözünün iki mânâya ihtimali vardır:
1. Bu
sözüyle Yahudilere muhalefeti kastetmiş olabilir. Bu konuda başka hadisler de
vârid olmuştur. (Aşure gününü 9. gün olarak almıştır.)
2. Aşure
gününü Yahudilerin kabul ettikleri gibi onuncu gün olarak kabul eder. Ancak o
güne bir evvelki günü (Muharrem'in dokuzuncu gü-nü)de ekler. Sanki Efendimiz
bir gün evveli veya sonrasını eklemeden sadece aşure günü oruç tutmayı hoş
görmez. Bu, cuma gününün orucuna Perşembe veya Cumartesi günlerinni orucunu
eklemeye benzer. Buna göre sanki "Öyleyse seneye 9. günü de oruç
tutarız" buyurmuştur.
Bu konuda üçüncü bir
şık daha vardır. O da şudur: Bazı lügat âlimleri Aşure sözünü, develerin suya
gitmeleri ile ilgili olarak söylenen "Işâr" sözünden geldiğini
zannetmişlerdir. Bunlara göre "Aşr" dokuz gündür. Çünkü onlar suya
varış gününü de susuzluk içinde hesab ediyorlardı. Meselâ, birgün develeri suya
götürseler, sonra iki gün otlakta kalıp tekrar suya götürseler, "dördüncü
günü suladık" diyorlardı. Halbuki bu gün dördüncü değil, üçüncü gündür.
Otlakta üç gün kalıp da dördüncü günü suya götürdüklerinde, "beşinci gün
suya gittik" diyorlardı. Bu hesaba göre Aşure Muharremin dokuzuncu günü
olmaktadır. Zira îbn Abbas, "Aşure günü dokuzuncu gündür der."
Aşure gününün tâyini
konusunıfe âlimlerin görüşleri daha önce geçmişti. Hatırlanacağı üzere
âlimlerin büyük çoğunluğu Aşure gününün, Muharrem'in 10. günü olduğunu
söylerler. Buna göre Peygamber (s.a.)'in ertesi yıl dokuzunda oruç tutmayı
istemesinden maksadı, Hattâbî'nin iza-hındaki ikinci şıktır. Yani Yahudilere
benzememek için bir gün öncesiyle birlikte oruç tutmak istemesidir. Çünkü Hz.
Peygamber hicretin ilk zamanlarındaki davranışlarında ehl-i kitaba muvafakati
istemekte idiyse de, sonraları onlara muhalefeti tercih etmiştir.
İmam Nevevî de bu
hadisle ilgili olarak şunları söylemektedir: Bu hadis, Peygamber (s.a.)'in,
dâima Muharem'in 9. günü tutmadığını göstermektedir. Böylece onun 10. gün oruç
tuttuğu ortaya çıkar. îmam Şafiî, diğer Şafiî âlimleri, Ahmed b. Hanbel, İshak
ve diğer âlimler muharrem'in 9. ve 10. günlerinde oruç tutmayı müstehab kabul
etmişlerdir. Çünkü Peygamber (s.a.) Muharrem'in 10. günü oruç tutmuş, sağ
kalırsa, 9. günü de tutmaya niyyet etmiştir."[481]
1. Aşure
günü hem müslümanların hem de Yanudılerle Hıristiyanların saygı besledikleri
bir gündür.
2. Aşure
günü oruç tutmak müstehabtır. Bununla birlikte buna bir gün evvelini de eklemek
gerektir. Yani Muharrem'in dokuz ve onuncu günleri oruç tutulur.
3. Peygamber
(s.a.) dini konularda Yahudi ve Hıristiyanlara benzememeyi arzulardı.[482]
2446.
...Hakem b. el-A'rac[483]
şöyle demiştir: İbn Abbas (r.anhuma) Mescid-i Haram'da ridasını yastık edinmiş
(uzanmış) bir halde iken yanma vardım ve kendisine Aşure günü orucunu sordum:
"Muharrem'in
hilâlini gördüğün zaman say. Dokuzuncu gün olduğu zaman, oruçlu olarak
sabahla," dedi.
Muhammed (s.a.) böyle
mi oruç tutardı? dedim,
"Muhammed (s.a.)
böyle oruç tutardı," dedi.[484]
Haberin zahirî mânâsı,
Aşure gününün muharremin dokuzuncu günü
olduğuna delâlet
etmektedir.Ancak bu Aşure gününün
Muharremin110. günü olduğunu belirten hadis ve haberlere ters düşmektedir.
Fakat âlimler Haberin manasının, zannedildiği gibi aşurenin, Muharrem ayının
dokuzuncu günü olduğuna delâlet etmediğini söyleyerek, sözlerini destekler
mahiyette izahlarda bulunurlar.
İbnü'l-Münzir bu
haberin izahında şöyle der: "Bunun mânası şudur: Kişi 9. günü takib eden
gecede oruca niyet eder".
İbnü'l-Hacer de Hz.
Peygamber (s.a.)'in bir önceki hadiste geçen "gelecek seneye biz de
dokuzuncu gün tutarız" sözünü hatırlatarak îbnü'l-Münzir'in görüşünü
te'yid eder.
Bâzı âlimler ise, İbn
Abbas'ın sözünü şu şekilde izah etmişlerdir:
İbn Abbas (r.anhuma)
kendisine soru soran kişiye Aşure gününü değil, Aşure orucunun tutulacağı günü
anlatmak istemiştir. O günde dokuzuncu gündür. Çünkü adamın sorusu Aşure günü
ile ilgili değil, Aşure orucuyla ilgilidir. Nitekim haberin, Müslim ve
Beyhakî'deki rivayetlerine göre, gelen şahıs Aşure orucunu sorunca, İbn Abbas:
"Hangi halini
soruyorsun" diye sormuş adam da;
Orucunu, hangi gün
oruç tutacağımızı cevabını vermiştir. Soru soran şahsın;
Muhammed (s.a.) böyle
mi oruç tutardı? şeklindeki sorusuna İbn Abbas'ın
Evet demesinin manası
da "Evet, yaşasaydı, böyle tutardı" şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.) bundan önce geçen hadiste ertesi yıl dokuzuncu güne oruç
tutmayı arzulamıştı.
Beyhakî, bu hadisin
sonunda şunları söyler:
"Sanki İbn Abbas
(r.anhuma) o zatın onuncu günle birlikte oruç tutmasını istemiştir.
Cevabındaki, "evet" sözüyle de Hz. Peygamberin dokuzuncu-günün
orucuna azmi konusunda rivayet edilen hadisi kast etmiştir."
Beyhakî bu sözlerine
Abdurrezzak tarikiyle İbn Cerir'den, onun da Atâ'dan rivayet ettiği şu haberle
delil getirmiştir! Ata, İbn Abbas'ın, "Dokuzuncu ve onuncu günleri oruç
tutun, Yahudilere muhalefet edin" dediğini işitmiştir.
Bu izahlar, haberin,
aşure gününün muharrem ayının 9. günü olduğuna delâlet etmediğini
göstermektedir.[485]
2447. ...Abdurrahman
b. Mesleme'nin, amcasından[486]
rivayet ettiğine göre, Eşlem kabîlesi(nden bir grub) Rasûlullah (s.a.)'a
geldi. Rasûlullah (s.a.) kendilerine:
"Bu gününüzde
oruç tuttunuz mu?" diye sordu. Gelenler: Hayır, dediler. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.): "Öyleyse, günün kalanını (oruçlu olarak) tamamlayın ve
onu (bilahere) kaza ediniz" buyurdu.[487]
Ebû Dâvud dedi
ki: "O günden maksat Aşure
günüdür."[488]
Ebû Davud'un
metninden farklı olmakla
birlikte aynı manayı ifâde
eden sözlerle bu hadisi
Buharî, Beyhakî ve Dârimî de
rivayet etmişlerdir. Buhârî'nin rivayeti şu anlamdadır;
"Peygamber (s.a.)
Eşlem kabilesinden bir adamı, "Bugün Aşure günüdür, o ana kadar yiyip
içen, günün kalanında yemeyi içmeyi bıraksın, o ana kadar yiyip içmeyen de oruç
tutsun" diye (haber etmek üzere) gönderdi."
Ebû Davud'un, hadîsin
sonuna koyduğu talikten de anlaşıldığı üzere, hadiste söz konusu edilen gün,
Aşure günüdür.
Hadis, Aşure günü
orucunun faziletine delâlet etmektedir. Bu hadis, "Aşure orucu, önceleri
farzdı. Ramazan farz kılınınca, farz oluşu neshedildi" diyenlerin görüşünü
destekler, mahiyettedir. Çünkü hiç başlanılmamış bir ibâdetin kazası ancak
farz ve vâcib ibâdetler için söz konusudur.
Aşure orucunun hiç bir
devirde farz olmayıp öteden beri müstehap olduğunu söyleyenler, bu hadisteki
emri istihbaba hamletmişlerdir.
Hattâbî bu hadisin
şerhinde şöyle der:
"Hz.
Peygamber'in, "günün kalanım (oruçla) tamamlayın" şeklindeki emri,
vacib kılma değil, müstehab olduğuna işarettir. Çünkü ibâdet vakitleri için
gözetilip ihmal edilmeyen zamanlar vardır. Hz. Peygamber (s.a.) bu emirleri iie
onlara vaktine ulaştıklarında gafil olmamaları için Aşure gününün faziletini
anlatmak istemiştir..."
Hattabî'nin ifâdesine
göre Hz. Peygamber'in "günün kalanını oruçla tamamlayın" sözü,
Ramazanda gündüzün seferden gelip de oruçlu olmayan kişinin günün geri
kalanında bir şey yeyip içmemesi gerektiği görüşünde olan Hanefiler için
delildir. Yine Hattâbî, Hanefiierİn bu hadisi delil olarak farz oruca ilk
vaktinde değil de daha sonra niyet etmeyi caiz gördüklerini ancak Hz.
Peygamberin "onu kaza ediniz" sözünün bu istidlalin doğru olmadığına
delâlet ettiğini söyler.
Hadis-i şerifteki Hz.
Peygamber'in, "günün geri kalanını (oruçla) tamamlayınız" sözünden
maksat, günün geri kalan kısmında yemeyi içmeyi terketmeleri içindir. Bu, oruç
yerine geçmez. Çünkü orucun belli bir başlama ve bitim vakti vardır. Orucun
başlama vakti fecrin doğuşu bitim vakti de güneşin batışıdır. Zaten o günkü
yemeyi içmeyi terk etmek oruç sayılsaydı, Hz. Peygamber sonradan kaza
edilmesini emretmezdi. Hz. Peygamber'in yemeyi ve içmeyi terk etmeleri
konusundaki emirleri güne saygı için olmalıdır.
Bu hadis Aşure günü
orucunun faziletine açık bir şekilde delâlet etmektedir. Bütün islam âlimleri
de bu konuda hem-fikirdirler.
Aşure günü ile ilgili
olarak dinimizin diğer bir tavsiyesi de o günde aile efradına ikram, onlara
birşeyler alma yedirme ve giydirmedir. Bu konuda da bir çok hadisler vardır.
Meselâ Beyhakî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmaktadır: "Aşure günü, aile efradına fazlaca ikramda bulunan
kişiye Allah senenin kalan kısmımda bol bol verir."
Medhal adındaki
kitapta Aşure günü aile efradına, fakirlere, akrabaya ve yetimlere sadaka ve
ikramda bolluk göstermenin mendup olduğu kaydedildikten sonra, bunun tekellüfe
kaçılmamak şartıyla kayıtlı olduğu belirtilip, Hatta bazı âlimler sırf halk
tarafından öyle davranılmasının gerekli olduğu zannedilmesin diye o günde her
zamankinden farklı bir şey yapmamışlardır.
Aşure günü için özel
bir yemek mevcut değildir. Günümüzde pişirilen ve Aşure adı verilen tatlının
herhangi bir dinî dayanağı yoktur. Eskilerin bu güne saygı olarak yaptıkları
bol bol ibâdet etmektir.
Aşure günü aile
efradına ikramı çoğaltmayı teşvik eden hadislerle, o günün orucunu tavsiye eden
hadis arasında her hangi bir tezat söz konusu değildir. Çünkü ailenin
nafakasını artırma ve onlara ikram, sadece yemek yedirmekle olmaz. Giyim
eşyaları almak, para vermek de bir ikramdır. Ayrıca o gün alınıp hazırlanan
yiyecekleri iftarda yemek veya oruç tutmayan küçüklere yedirmek de mümkündür.[489]
1. Aşûre
Sünü mübârek bir gündür. O gün oruç tutmak müstehabtır.
2. Oruç
tutulması gereken bir günde sabahleyin oruca başlanmamışsa günün kalanında
yeme-içme terkedilir. Bu o güne saygı ifadesidir. Fakat sonra kaza edilir.[490]
2448. ...Abdullah b. Amr'dan, demiştir ki:
Rasülullah (s.a.)
bana, "Allah'a en sevimli oruç, Davud'un orucudur. Allah'a en sevimli
namaz, Davud'un namazıdır. Gecenin (ilk) yarısında uyur, üçte birinde namaz
kılar, altıda birinde yine uyurdu. Bir gün oruç tutmaz, bir gün tutardı."
buyurdu.[491]
Hadisin Buharî'de
değişik bablarda bir
kaç tane rivâr yeti vardır. Bu rivayetler arasında bazı ifade farklılıkları oimakla birlikte
hepsinde Peygamber (s.a.) Abdullah b. Amr'dan Hz. Davud'un yaptığı gibi bir gün
oruç tutup bir gün tutmamasını istemiştir.
Buharî'nin rivayetlerinde
Hz. Davud'un namazından bahsedilmemekte, sadece "hem namaz kıl, hem de
uyu" ifâdeleri yer almaktadır. Yalnız Buharî ve Müslim'deki rivayetlerden
birinde Hz. Peygamberdin Abdullah b. Amr'a ayda bir defa Kur'an-ı Kerimi
hatmetmesini istediği, Abdullah'ın süreyi kısaltmasını istemesi üzerine,
"bir haftaya" veya "üç gün"e kadar indiği ifâde edilir. Bu
mânâya delâlet eden rivayetler Ebû Dâvud'da geçmişti.[492]
Müslim'deki
rivayetlerde de bazı ufak-tefek farklılıklar mevcuttur. Ancak bu farklılıklar,
hadisin ifade ettiği mânâda değişiklik yapacak oranda değildir. Buharî'nin ve
Müslim'in bir rivayetinde hadisin sonunda "Düşmanla karşılaştığı zaman
kaçmazdı" sözü de yer almaktadır.
Üzerinde durduğumuz
hadis uzunca bir hadisin son bölümüdür. Daha önceleri de geçen[493] bu
hadis mânâ o larak şöyledir:
Peygamber (s.a.)
Abdullah b. Amr b. el-Asâ'ın gündüzleri devamlı oruç tutup geceleri Kur'an
okuduğunu ya da yaşadığı müddetçe gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılmak
üzere kendi kendine söz verdiğini duyar. Abdullah'ı çağırıp bu tutumunun doğru
olmadığını, çünkü buna gücünün yetmeyeceğini söyleyerek bazan oruç tutup bazan
tutmamasını, dolayısıyla her ay üç gün oruç tutmasının yeterli olduğunu söyler.
Fakat, Abdullah, gücünün daha fazlasına yeteceğini öne sürerek bunu kısaltması
için Hz. Peygamber'e ricada bulunur. Hz. Peygamber tfe Hz. Davud'un tuttuğu
şekilde bir gün oruç tutup bir gün tutmamasını söyler. Abdullah daha fazla oruç
tutmak istediğini söylerse de Hz. Peygamber buna izin vermez ve Davud'un orucundan
daha üstün bir oruç olmadığını bildirir. Hadisin bazı rivayetlerinde
Abdullah'ın Kur'an-ı Kerim'i hatmedişinden de bahsedilir. Abdullah Kur'an-ı
Kerimi her gece hatmedermiş. Hz. Peygamber, kendisinden önce, ayda bir defa
hatmetmesini istemiş, fakat Abdullah b. Amr'ın süreyi kısaltması için yaptığı
müracaatlar sonunda bazı rivayetlerde en son "bir hafta"ya bazılarına
göre de "üç gün"e kadar inmiştir. Bu Jconu yukarıda işaret edilen
numaralarda geçen hadislerin izahında geniş olarak ele alınmıştır.
Hadisin, üzerinde
durduğumuz rivayetinde Abdullah'ın Kur'ân-ı Kerîmi hatmedişinden
bahsedilmemekte, sadece gecenin belirtilen bölümünde namaz kılmasının istendiği
bildirilmektedir. Demin de işaret edildiği gibi, Buharîde namazla ilgili bölüm
"Namaz da kıl, uyu da" şeklinde ifadelendirilmiştir.
Bir gün oruç tutup bir
gün tutmamanın faziletindeki hikmet, bu orucun nefse ağır gelmesi ya da bu
şekilde hem ibâdete hem de dünyadaki diğer sorumluluklara zaman ayrılması
yönünden olsa gerektir. Çünkü insan bir gün oruç tutup bir gün tutmasa nefsin
oruca alışmış olması söz konusu olamaz. Her oruç tutulan günde sanki ilk defa
oruç tutuluyormuş gibi olur. Bu da nefse ağır gelir. Bir ibadeti ifa için
katlanılan zorluk ne kadar fazla olursa, sevabı da o kadar çok olur. Ancak
bunun mânâsı, kolayca yapılması mümkün ibâdetleri zorlaştırmak değil, haddi
zatında zor olan ibâdeti yapmaktır. Çünkü Allah kulları için güçlük değil
kolaylık diler.
Gecenin bir kısmında
uyuyup bir kısmında ibâdet etmekte de aynı hikmetler geçerlidir. Çünkü bu
şekilde hem ibâdet edilip hem de vücûdun ihtiyacı olan istirahat temin edilmiş
olur. Üstelik önce uykuya dalıp sonra nefsin istememesine rağmen ibâdete
kalkmak sonra da yine yatıp peşinden sabah namazına kalkmak da nefse ağır
gelir. Bu da çokça sevabı gerektiren bir şeydir.[494]
2449.
...Milhan el-Kaysî[495]'den;
demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bize bîyd günleri: ayın onüç, ondört ve
onbe-şinci günleri oruç tutmamızı emrederdi. Rasûlullah;
"Onlar tüm sene
gibidir" buyurdu.[496]
Bîyd günleri: Hadisin
metninden de anlaşıldığı gibi kamerî aylarln
13, 14, ve 15. günleridir. Anılan günlere bu ismin
verilmesine sebeb, bu günlerin gecelerinin ayın tam olarak görünmesinden
dolayı aydınlık olmasıdır. Çünkü bîyd, beyazlık aydınlık demektir.
Şafiî âlimlerinden
bazıları bîyd günlerinin, ayın 12, 13, ve 14 günleri olduğunu söylerler.
Hadis-i şeriften her
ayın 13, 14 ve 15'inde oruç tutmanın, bir senenin orucuna bedel olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü ameller on katı ile mükafatlandırıldığına göre her ay üç
gün oruç tutan, tüm sene oruç tutmuş gibi sevap alır. Buna ömür boyu da devam
eden kişi de tüm ömrünü oruçla geçirmiş gibi olur.
Hanefi, Şafiî ve
Hanbelîlerle Mâlikîlerden İbn Hubeyd, bîyd günlerinde oruç tutmanın müstehab
olduğunu söylemişlerdir. Diğer mâlikîlere göre ise, her ayda üç gün oruç tutmak
müstehab, bunun bîyd günlerine tahsisi ise, mekruhtur. Üzerinde durduğumuz
hadis ve benzerleri Mâlikilerin aleyhine delildir.
İbn Rüşd, Malikîlerin bîyd
günlerindeki orucu mekruh görmesinin insanların bunu vâcib zannetmeleri
korkusundan dolayı olduğunu söyler.[497]
1. Ameller
en az on katı ile mükafatlandırılırlar.
2. Kameri
ayların 13, 14, ve 15. günleri oruç tutmak müstehabtır.[498]
2450. ...Abdullah
(b. Mesud) (r.a.)'den; demiştir ki; Rasûlullah (s.a.) üç gün -yani her ayın
aydınlık günlerinde[499]-
oruç tutardı.[500]
Hadis-i şerifte geçen
ve "aydınlık günleri" diye terceme ettiğimiz kelimesi aslında atın
alnındaki beyazlık manasındadır. Aydınlık beyazlığa benzediği için bu kelime
ile ifâde edilmiştir.
Bu hadiste geçen
"aydınlık (ğurre) günleri"nden maksadın ne olduğunda iki ayrı görüş
vardır:
Bunlardan Süyûtî'nin
tercih ettiği birinci görüşe göre, bu günler bîyd günleri, yani her ayın 13,
14, ve 15. günleridir. İbnu'1-Esir de, Nihâye'de aynı manayla izah etmiştir. Bu
mana önceki hadise de uygun düşmektedir. Nesâî'nin Milhan (r.a.)'dân rivayet
ettiği bir hadiste de bu kelime ayın on üç, ondört ve on beşi ile izah
edilmektedir.
Aliyyü'l-Kâri'nin
tercih ettiği diğer görüşe göre ğurre günlerinden maksat, ayın ilk günleridir.
Çünkü bir şeyin ğurresi onun önüdür.
Bu hadis, her ay üç
gün oruç tutmanın fazîletine delâlet etmektedir. Aynı şekilde ayda üç gün oruç
tutmanın faziletini bildiren başka hadisler de vardır. Fakat bunların birinde,
bu günlerin bir hafta Pazartesi ve Perşembe, sonraki haftada da Pazartesi
günleri, birisinde bir ayda, Cumartesi, Pazar ve Pazartesi günleri, diğer ayda da
Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri olduğu bildirilmektedir. Üzerinde durduğumuz
babın hadisleri de bu üç günü aydınlık günler olarak izah etmektedir. Müslim'in
ve Ebû Davud'un Hz. Aişe'den ve Buhârî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet
ettikleri hadislerde ise, Hz. Peygâmber'in her ay üç gün oruç tuttuğu fakat
bunun zamanını tâyine aldırış etmediği bildirilmektedir. Bu durumda hadisler
arasında bir tezat söz konusu olmaktadır.
Şevkanî bu konuda
şöyle der:
"Âlimler her ay
tutulması müstehab olan üç günün tayini konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ömer b.
el-Hattab, İbn Mesud, Ebu Zer gibi sahâbîler, bazı meşhur tabiiler ve Şâfiîler
bu günleri bîyd günleri olarak tefsir etmişlerdir. Hz. Aişe'den rivayet edilen
ve Peygamber (s.a.)'in ayın hangi kısmında oruç tuttuğuna aldırmadığım bildiren
hadise nazaran bu görüş müşkil gelmektedir. Bu müşkil şu şekilde
halledilebilir: Hz. Peygamberin karşısına bir çok işler çıkıyor ve bu günlere
riâyete imkân vermiyordu. Yahut da Hz. Peygamber' her an oruç tutmanın caiz
olduğuna işaret için ayın herhangi bir gününde oruç tutuyordu. Bunların tümü
onun için efdaldir Hz. Peygamberdin emrettiği şey, ümmetine haber verdiği ve
onlara tayin ve tavsiye ettiğidir. O bakımdan üç gün sözü muayyen günlerle
kayıtlanır.
İbrahim en-Nehaî ve
başkaları, bu üç günün ayın sonunda olduğunu söylerler. Hasen el-Basrî ve bir
grub âlim ayın başında olduğu kanaatinde-dirler. Hz. Aişe ve bazı kişiler bir
ay Cumartesi, Pazar ve Pazartesi günleri sonraki ayda da Sah, Çarşamba ve
Perşembe günleri olduğu görüşünü tercih etmişlerdir."
Hanefilere göre her
ayda üç gün oruç tutmak menduptur. Bu günlerin de ayın 13, 14, ve 15'ine
rastlaması ayrıca menduptur. Buna göre ayın herhangi üç gününde oruç tutana bir
mendub sevabı verilir. Bu üç günü bîyd günlerine denk getirene de ayrıca bir
mendûb sevabı daha verilir.
Şevkânî daha sonra
şöyle denildiğini söyler. "Alimlerin çoğuna göre her ayda üç gün oruç
tutmanın mendûb oluşu ile bîyd günlerinde oruç tutmanın mendub oluşu ayrı ayrı
şeylerdir."
Bezlu'l-Mechud sahibi
bu görüşün sahih olduğunu çünkü burada mutlakı, mukayyede hamletmenin mümkün
olmadığını söyler.
Peygamber (s.a.)'in
ayın belirli günlerinde oruç tutmayı tavsiyesi, ümmetine ait, kendisinin bu
günlere itina etmemesi ise hepsinin caiz olduğuna işaret için şahsına ait bir
iş olması da mümkündür.[501]
Her ay üç gün oruç
tutmak ve bu günleri bîyd günleri denilen, ayın on uç, ondört ve on beşinci
günlerine denk getirmek menduptur.[502]
2451.
...Hafsa (r.anha)'dan; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) ayda birinci hafta
Pazartesi ve Perşembe, sonraki hafta da Pazartesi olmak üzere ayda üç gün oruç
tutardı.[503]
Hadis-i şerîf,
Peygamber (s.a.)'in her ay tutmayı âdet edindiği üç gün orucun, Pazartesi ve
Perşembe günlerinde olduğuna delâlet etmektedir. Bu üç günün tâyini konusunda
bundan evvelki hadiste tafsilat verilmiştir.
Hadis ayrıca Pazartesi
ve Perşembe günlerinde tutulan oruçların faziletine de delâlet etmektedir.[504]
2452.
...Huneyde el-Huzâî, annesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir;
Ümmü Seleme
(r.anha)*nın yanına gidip (nafile) orucu sordum: "Rasûlullah (s.a.) bana
her ay üç gün oruç tutmamı emretmişti. O günlerin ilki Pazartesi ve
Perşembedir" dedi.[505]
Sünen-i Ebû Davud'un
bazı nüshalarında hadisin sonunda bir "Perşembe" kelimesi daha
vardır. Buna göre Hz. Peygamber'in orucu birinci hafta Pazartesi ve Perşembe,
ikinci hafta da Perşembe günü olmak üzere üç gün olmuş olur.
İmam Nesâî'nin rivayet
ettiği şu hadis Perşembe'nin iki defa tekrarlandığı nüshaları te'yid
etmektedir: "Rasülullah (s.a.) Zilhicceden dokuz gün, Aşure günü ve her ay
bir Pazartesi, iki Perşembe olmak üzere üç gün oruç tutardı."
Nesaî'deki bu rivayet
Hz. Peygamber'in her ay tuttuğu üç gün orucun, ilk hafta Pazartesi ve
Perşembe, sonraki hafta da Perşembe günlerinde olduğunu gösterir. Bundan
evvelki hadiste ise Peygamber (s.a.)'in orucunun ilk hafta Pazartesi ve Perşembe
günleri, sonraki haftada ise, Pazartesi günü olduğu belirtilmekte idi. Bu
farklı rivayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Peygamber her iki şekilde de oruç
tutmuştur. Zaten bu bir nafile oruç olduğu için belirli bir zamanda tutulması
şart değildir.
Bu konu ile ilgili
bilgi, bundan önceki babın hadisleri açıklanırken verilmiştir.[506]
Pazartesi ve Perşembe
günlerine denk getirerek her ay uç gün oruç tutmak menduptur.[507]
2453.
...Muâze (r.anha)'dan; demiştir ki:
Aişe (r.anha)'ye:
Rasûlullah (s.a.) her
aydan üç gün oruç tutar mıydı? dedim.
Evet dedi.
Ayın hangi günlerinde
tutardı? dedim.
"Ayın hangi
günlerinde tuttuğuna aldırış etmezdi", dedi.[508]
Hadis-i şerîfin
zahirinden Peygamber (s.a.)'in her ayın üç gününde oruç tuttuğu fakat bu
günleri ayın her hangi bir bölümüne denk getirmeye özenmediği anlaşılmaktadır.
Hadisteki bu ifade ve
mânâ, Maliki âlimleri için delildir. Çünkü onlar ay içerisinde tutulan orucu
belirli günlere tahsis etmenin mekruh olduğu görüşündedirler. Ancak bundan
evvelki geçen hadislerde Peygamber (s.a.)'in bîyd (ayın 13, 14, 15.) günlerinde
veya bir hafta Pazartesi ve Perşembe, diğer haftada da sadece Pazartesi günleri
oruç tuttuğu belirtilmektedir. Bu durumda hadisler arasında bir ihtilâf söz
konusudur. Bu ihtilâfın halli konusunda söylenenler ve her ay tutulan bu üç
günlük oruç konusunda âlimlerin görüşleri 2450 no'lu hadisin açıklamasında
geçmiştir.[509]
2454.
...Peygamber (s.a.)'in hanımı Hafsa (r.anha)'dan Rasû-lullah (s.a.)'m şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Fecirden önce
oruca niyet etmiyen kimsenin orucu yoktur.”[510]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bu hadisin benzerini Leys ve îshak b. Hâzim de Abdullah b. Ebî Bekir'den
rivayet etmişlerdir. Ma'mer, Zübeydî, İbn Uyeyne ve Yunus el-Eyli ise, ZührVden
Hafsa'ya mevkuf olarak rivayet etmişlerdir."[511]
Hadisi rivayet eden
râvilerden bir kısmının nakline göre hadis merfu'dur. Yani metin bizatihi
Peygamber (s.a.)'e aittir. Hz. Hafsa, Hz. Peygamber'in sözünü nakletmektedir.
Bazı râvile-rin rivayetine göre ise, hadis mevkuftur. Yani metindeki söz
Peygamber (s.a.)'e değil, Hz. Hafsa'ya aittir. Musannif Ebû Dâvud hadisin
sonuna koyduğu talikle rivayetler arasındaki bu farklılığa işaret etmiştir.
Ancak kendisi merfu' olanı tercih etmiş ve onun metnini vermiştir.
Hadis-i şerifin
zahiri, ayırım yapılmadan fecirden önce niyet edilmeden hiç bir orucun sahih
olmadığına, dolayısıyle orucun sahih olması için geceden niyetlenmenin şart
olduğuna işaret etmektedir. Metindeki, "onun için oruç yoktur"
ifadesi bunu göstermektedir. Çünkü meşhur kâidöye göre siyakı nefiyde, nekre
umûm ifade eder. Bu ifadedeki "oruç" sözü de nekredir, nefyden sonra
gelmiştir. Dolayısıyla umum ifâde eder ve bütün oruçları içine alır. İbn Ömer,
Câbir b. Zeyd, Mâlik ve Leys b. Ebî Zi'b bu görüşü benimseyenlerdendir.
İmam Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel'e göre, nafile oruçlara geceden niyet etmek şart değildir. Farz oruca
ise, geceden niyetlenmek gerekir. Bu görüş sahipleri farz oruç konusunda bu
hadise, nafile konusunda da bundan sonra gelecek olan hadise dayanmaktadırlar.
Çünkü o hadiste, Peygamber (s.a.)'in nafile oruca gündüzün niyetlendiği
bildirilmektedir.
Hanefilere göre,
Ramazan orucu ve muayyen nezir gibi belirli bir zamanda tutulması gereken farz
ve vâcib oruçlarla, her türlü nafile oruca güneşin zevalinden biraz önceye
(kaba kuşluğa) kadar niyet etmek caizdir. Fakat kaza ve keffâret oruçları ile
muayyen bir güne bağlı olmayan adak oruçlarına geceden niyet etmek şarttır. Bu
görüş sahiplerinin delilleri şunlardır:
1.
"Fecirde, siyah iplik-beyaz iplikten ayrılıncaya kadar yeyiniz, içiniz.
Sonra da geceye kadar, orucu tamamlayınız."[512]
mealindeki âyet.
Bu âyette Allah fecrin
doğmasına kadar yemeyi içmeyi mubah kılmış, sonra da orucu tamamlamayı
emretmiştir. Buna göre fecirden sonra niy-yet azimet olmuştur.
2. Buharı ve
Müslim'in Seleme b. el-Ekva'dan rivayet ettikleri şu hadisi: "Rasûlullah
(s.a.), Eşlem kabilesinden bir adama: (O ana kadar) yemiş olanların günün
kalanında bir şey yememelerini, yememiş olanların da oruç tutmalarım ilan
etmesini emretti. O gün aşure günü idi."
3. Hz.
Aişe'den rivayet edilen şu hadis, "Rasûlullah (s.a.) bir gün bana geldi ve
yanınızda yiyecek bir şey var mı? buyurdu. Ben de hayır dedim.
"O halde ben
oruçluyum." dedi.
Hadisin bu mânâya
gelen sözleri Müslim ve Tirmizî'deki rivayettir. Ebû Davud'un bundan sonra
gelecek olan rivayeti ise, biraz farklıdır.
Görüldüğü gibi bu
hadislerin hepsi ya açıkça ya da zımnen fecir doğduktan sonra nafile oruca
niyetlenilebileceğini göstermektedir, ramazan ve muayyen nezir oruçları zâten
belirli günlerle kayıtlandığı için kuşluk vaktine kadar bir şey yeyip içmeyen o
günün orucuna niyetlenmiş olur.
Hadis-i şerifin ihtiva
ettiği diğer bir hüküm de şudur: Ramazan ayı için ayın başında genel bir niyet
sahih değildir. Her gün için ayrı bir niyet gerekir. Ulemânın cumhuru bu görüşe
sahiptir. Maliki mezhebine göre ise, Ramazanın ilk gecesinde bütün Ramazan ayı
için niyetlenmek yeterlidir. Ancak hergün için yeniden niyet edilmesi
müstehabtır. Mâlikiler orucu hacc ve namaz ibâdetine benzetirler ve bu görüşe
varmışlardır. Ancak bu istidlal, ulema arasında rağbet görmemiştir.[513]
1. Oruca
geceden niyet edilmelidir.
2. Ramazanın
her günü için ayrı bir niyet gerekir.Ramazan ayının tamamı için tek niyet kâfi
değildir.[514]
2455.
...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
yanıma geldiği zaman!
"Yanınızda
yiyecek bîr şey var mı?" der. Biz de "Hayır" dediğimizde,
"(O halde) ben
oruçluyum" buyurdu.
Veki (Süfyan'dan fazla
olarak) şunları da ilâve etti:
(Hz. Aişe devamla
şöyle dedi:)
Başka bir gün
Rasûlullah (s.a.) bizim yanımıza geldi:
Ya Rasûlallah bize
Hays yemeği hediye edildi,, onu senin için sakladık, dedik.
"Getirin"
buyurdu.[515]
Talha dedi ki:
Rasûlullah (s.a.)
oruçlu idi, orucunu bozdu.[516]
Hays yemeği: Hurma,
çökelek ve yağdan yapılan bir yemektir. Hadisin Sahih-i Müslim'de iki ayrı rivayeti
vardır. Bu rivayetlerin ikisi de Ebû Dâvud'daki rivayetten biraz farklıdır.
Ancak bu farklılık, hadisin delâlet ettiği hükme tesir edecek şekilde değildir.
Ebü Dâvud'daki Hz.
Peygamber (s.a.)'in oruçlu iken orucunu açtığına dair olan ifade râvilerden
Talha'ya aittir. Müslim'in rivayetlerinden birinde ise, bizzat Peygamber
(s.a.)'in, "ben oruçlu idim" buyurduğu belirtilmektedir.
Hadis-i şerif, fıkıh
açısından iki önemli konuyu ihtiva etmektedir.
Bunlar:
1. Nafile
oruca gündüzün niyet etmek de caizdir. Bu konuda âlimlerin görüşleri bundan
önceki hadisin açıklamasında belirtilmiştir. Burada şunu da ilâve edelim ki
oruca gündüzün niyeti caiz görenlere göre kişinin o ana kadar bir şey yeyip
içmemiş olması şarttır. Aksi halde oruç tutmuş sayılmaz.
İmam Nevevî bu hadisin
şerhinde şöyle der:
"Bu hadis nafile
oruca gündüzün zevalden önce niyetin caiz olduğu konusunda cumhur için
delildir. Diğerlerinin, Peygamber (s.a.)'in "yanınızda yiyecek bir şey
var mı?" sorusunu, Efendimiz geceden oruca niyetlenmişti. Ancak
kendisinde zayıflık hissedince orucu bozmak istedi şeklindeki te'villeri fâsid
bir te'vil ve zorlamadır."
2. Nafile
oruca niyet etmiş olan kimse akşam olmadan orucunu bozabilir. Çünkü Peygamber
(s.a.) daha önceden oruca niyetlenmiş olduğu halde Hays adı verilen yemeği
isteyerek orucunu bozmuştur.
Aliyyü'1-Kari bu
konuda Mirek'in şu sözlerini nakleder:
"Hadis, nafile
orucu bozmanın caiz olduğunu gösterir. Âlimlerin çoğunun görüşü de böyledir.
Ebû Hanife, bunun bir özür varsa caiz olduğunu, özürsüz yere bozmanın caiz
olmadığını söyler"
Kadı Iyâz de şöyle
der:
"Hadis-i şerif,
nafile oruca başlamanın ondan çıkmaya mani olmadığına delâlet eder. Nafile
oruç tutan kişi,kendisinin emiridir. Ebû Hanîfe'-nin arkadaşları nafile oruca
başlayan kişinin onu tamamlamasının vâcib olduğunu, eğer bozarsa kaza etmesi
gerektiğini söylerler..." Hattâbî de Sahâbîlerden bir çoğunun nafile orucu
bozup kaza ettiklerini söyler.
İmam Şârânî,
başlanılan nafile namaz ve orucu tamamlamanın Ebu Hanife ve Malik'e göre vâcib
olduğunu, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise, vâcib olmadığını söyler. Bu
konuda geniş bilgi müteakib babda gelecektir.[517]
1. Zeval
vaktinden önceye kadar bir şey yeyip içmeyen kışı, dilerse, o ana kadar nafile
oruca niyet edebilir.
2. Nafile oruca
başlayan kişi» isterse orucunu bozar.[518]
2456.
...Ümmü Hânî (r.anha)'dan; nakledildiğine göre;
Mekke fethi
günündeydi. Fâtıma gelip Rasûlullah (s.a,)'ın sol tarafına oturdu. Ümmü Hânî
de sağında oturmakta idi.[519] Bir
câriye, içerisinde içecek olan bir kap getirip Peygamber (s.a.)'e takdîm etti.
Rasûlulullah (s.a.) ondan içti. Sonra kabı Ümmü Hânî1 ye verdi. Ümmü Hânî de
içip şöyle dedi: Ya Rasûilallah, ben oruçlu idim, orucumu bozdum. Rasûlullah
(s.a.).
"Sen, bir borcunu
mu kaza ediyordun?" buyurdu. Ümmü Hânî,
Hayır, dedi.
Rasûlullah (s.a.):
"Eğer nafile ise
zararı yok"[520]
buyurdu.[521]
Tirmizî, hadisin
senedinde kusur olduğunu söyler.Ümmü Hâm'in, Hz. Peygamber'in kendisine
uzattığı şeyi oruçlu olduğu halde içip bunu sonradan haber vermesi, Efendimizin
artığını reddetmemek içindir. Fakat içtikten sonra yaptığının günah bir şey
olduğunu zannetmiş ve durumu Peygamber (s.a.)'e arz etmiştir. Nitekim
Tirmizî'nin rivayetinde Ümmü Hânî meseleyi şu şekilde aktarmaktadır.
"Sonra Peygamber (s.a.) kabı bana uzattı, ondan içtim ve; "ben günah
işledim, benim için istiğfar et", dedim..."
Hadis-i şerîf nafile
oruca başlayan kişinin isterse orucunu bozabileceğine ve kendisine kaza
gerekmediğine delâlet etmektedir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Ümmü Hânî'ye orucunu
kaza etmesini emretmemiştir.
Hz. Ömer, Ali, tbn
Mesud, tbn Ömer, îbn Abbas Câbir, Huzeyfe, Ebu'd-Derdâ gibi meşhur sahâbîler ve
İmam Şafiî ile Ahmed b. Hanbel'in görüşleri de bu istikâmettedir.
Bu görüşe ışık tutan
başka hadisler de vardır. O hadislerde Peygamber (s.a.)'in nafile oruçlu iken
orucunu bozduğu ifâde edilmektedir. Ancak bu görüş sahiplerine göre, özürsüz
yere orucun bozulması mekruhtur.
İma m-ı Azam ve İmam
Mâlik'e göre, nafile oruca başlayan bir kimsenin orucu tamamlaması gerekir.
Özürsüz yere orucunu açması caiz değildir. Bunlar "Amellerinizi
bozmayınız"[522]
mânâsındaki âyete dayanırlar. Bu görüş sahiplerine göre, bir kimse özrü
olmadığı halde başladığı nafile orucu bozarsa, günahkâr olur ve kendisine kaza
icab eder. Bir özürden dolayı bozarsa, günahkâr olmasa da Ebu Hanifeye göre
kaza icâb eder. Mâlikilere göre kaza da gerekmez. Hanefilerin bu konudaki
delilleri Ebû Dâvud, Tirmizî ve Malik'in Hz. Aişe (r.anha)'den rivayet
ettikleri şu haberdir: "Hâfsa ile ben oruçlu idik. Bize bir yemek
getirildi ve ondan yedik. Sonra Peygamber (s.a.) geldi ve, "orucumuzu
bozduk," dedik. Bunun üzerine Peygamber (s.a.); "onun yerine başka
bir gün kaza ediniz" buyurdu."
Hanefî âlimlerinden
Münlekâ sahibi, Kemal b. Hümâm ve Tacü'ş-Şeri'a başlanılan nafile orucu özürsüz
yere de olsa bozmanın caiz olduğu görüşünü benimsemişlerdir.[523]
2457. ...Aişe(r.anha)'den; demiştir ki:
"Biz oruçlu iken
Hafsa ile bana bir hediye getirildi. Biz de orucumuzu bozduk, sonra Peygamber
(s.a.) odaya girdi. Kendisine:
Ya Rasûlallah! Bize
bir hediye getirildi, onu canımız çekti ve orucumuzu bozduk, dedik. Rasûluliah
(s.a.):
"Size günah yok
(ancak) onun yerine başka bir gün oruç tutunuz," buyurdu.[524]
Ahmed b. Hanbel'in bir
rivayetinden anlaşıldığına göre Hz.Aişe ve Hz. Hafsa'ya hediye edilen şey bir
koyundu. Oruçlarını bozduktan sonra durumu Peygamber (s.a.)'e arz eden imam
Mâlik'in Muvatta'daki rivayetine göre Hz. Hafsa'dır. İmam-ı Azam ve İmam Mâlik
bu hadise dayanarak başladığı nafile orucu bozan kişiye kazanın vâcib olduğunu
söylemişlerdir. Gerçi bu hadis zayıftır. Çünkü râvi-ler arasında tenkide
uğrayan Zümeyl vardır. Fakat bu hadis İbn Hıbbân, İbn Ebî Şeybe ve Taberânî
tarafından başka senedlerle de rivayet edilmiştir.
bu görüşte olanlar
ayrıca önceki hadisin açıklamasında da işaret edilidği gibi "Amellerinizi
bozmayınız", ve "orucu geceye kadar tamamlayınız'* manalarındaki
âyetleri de görüşlerine delil almışlardır. Çünkü bu son âyette, orucun geceye
kadar tamamlanması emredilirken farz veya nafile olduğuna dair bir ayırım
yapılmamıştır.
Şu mânâya gelen hadis
de bu gurubun delilleri arasındadır: "Biriniz, bir yemeğe çağrıldığı zaman
gitsin. Eğer oruçlu değilse yesin, oruçlu ise, yemesin, bereketlenmesi için dua
etsin".[525]
Eğer orucu bozmak caiz
olsaydı, davete gidenin orucunu bozması daha evlâ olurdu.
Nafile orucu bozmanın
kazayı gerektirmediği görüşünde olan Şafiî ve Hanbeliler bu delillere kendi
görüşleri istikâmetinde cevaplar vermektedirler. Ancak bunlar sözü lüzumundan
fazla uzatacağı için buraya almaya gerek görmedik.[526]
2458. ...Ebû
Hureyre (r.a)'den Peygamber (s.a.)'in, şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kadın, kocası
yanında iken onun izni olmadan Ramazanın dışında oruç tutmasın ve kocası
yanında iken onun izni olmadan, hiç kimsenin evine girmesine müsaade
etmesin."[527]
Hadisteki şeklindeki
nefy, nehy manasmdadır.Bu ifade Müslim'in rivayetinde "oruç tutmasın",
Buharî'in rivayetinde ise "oruç tutması helal olmaz" şeklinde
geçmektedir. Tercüme buna göre yapılmıştır.
Erkeğin, karısının
nafile oruç tutmasına izni sarahaten olabileceği gibi zımmen de olabilir.
Hadis-i şerîf evli bir
kadının, kocası yanında iken onun izni olmadan oruç tutmasının caiz olmadığına
delâlet etmektedir. Buna sebep kocasının kendisinden her an faydalanma hakkına
sahip olmasıdır. Bu hak nafile ile zayi* edilemez. Cumhura göre erkeğin bu
hakkının Ramazanın kazası, keffâret ve mutlak nezir oruçları gibi zamanla
kayıtlı olmayan oruçlarla zayi' edilmesi de caiz değildir.
İmam Nevevî Mühezzeb
Şerhi'nde şöyle der: "Ulemamız (Şâfiîler)dan bir grub kocasının izni
olmadan kadının oruç tutmasının mekruh olduğunu söyler ama doğrusu bu
haramdır. Fakat eğer tutarsa, oruç haram da olsa sahihtir. Çünkü onun haram
oluşu bizatihi oruca dönen bîr mânâdan dolayı değil, başka bir yöndendir.
Gasbedüen arazide namaz kılmaya benzer."
Hadisin ifadesinden,
kocası, kadının bulunduğu yerde değilse, nafile oruç konusunda onun iznine
ihtiyaç olmadığı anlaşılmaktadır.
Ramazan orucunu tutma
konusunda kadının kocasından izin alması gerekmez. Erkeğin de karısının Ramazan
orucuna mani olması caiz değildir. Muayyen nezirde Ramazan orucu gibidir.
Hadisin ikinci
bölümünde bir kadının kocasının izni olmadan hiç kimseyi evine alamayacağı
ifade edilmektedir. Eve alma konusunda erkeklerle kadınlar arasında fark
yoktur, yani hiç kimseyi alamaz.
Hadisteki,
"kocası yanında iken onun izni olmadan" kaydı, kocası yabanda iken
izni olmasa da başkasını alabilir manasına değildir. Galib-i hâle göre böyle
ifâde edilmiştir. Kocası memleketinde iken alamayacağına göre, kocası orda
yokken hiç alamaz. Nitekim Tirmizî'nin rivayetinde yer alan bir hadiste
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kocası yabanda olan kadınların
yanına girmeyiniz. Çünkü şeytan insan oğlunun damarlarında kanın dolaştığı gibi
dolaşır." Aynı konuda Sahih-i Müslim'de de şu mânâya gelen bir hadis
vardır: "Bir kimse yanında bir veya iki kişi olmadan kocası yabanda olan
bîr kadının yanına girmesin."[528]
1. Kadının
nafile ibâdet konusunda bile olsa, kocasına itaatsizlik etmesi caiz değildir.
2. Kadının,
kocasının izni olmadan onun malından tasarruf etmesi caiz değildir.[529]
2459. ...Ebû
Said (r.a)'dan; demiştir ki:
Biz Rasûlullah
(s.a.)'ın yanında iken bir kadın gelip,
Ya Rasûlallah!
"Kocam Safvan b. el-Muattal namaz kıldığım zaman beni dövüyor, oruç
tuttuğumda orucumu bozduruyor ve sabah namazını güneş doğuncaya kadar
kılmıyor, dedi.
O esnada (kocası)
Safvân da Rasûlullah (s.a.)'ın yanında idi. Efendimiz kadının dediklerini
Safvari'a sordu. O da şöyle dedi: Ya Rasûlallah! "Namaz kıldığımda beni
dövüyor" demesi şundan; Çünkü o, ben nehyettiğim halde iki tane (zamm-ı)
sûre okuyor.
Peygamber (s.a.):
"Eğer (Kur'an'da)
tek sûre olsaydı, insanlara yeterdi," buyurdu.
(Safvan sözlerine şöyle devam etti):
"Orucumu
bozduruyor" sözüne gelince, Çünkü o durmadan (nafile) oruç tutuyor.
Halbuki ben gencim sabredemiyorum.
O zaman Rasûlullah
(s.a.):
"Kadın kocasının
izni olmadan oruç tutamaz," buyurdu.
(Safvân devamla şöyle
dedi:)
"Benim güneş
doğuncaya kadar namaz kılmadığım" konusundaki sözüne gelince; biz çok
uyumakla tanınan bir aileyiz. Güneş doğuncaya kadar uyanamıyoruz.Rasûlullah
(s.a.):
"Uyandığın zaman
namazım kıl," buyurdu.[530]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bu hadisi
Hammâd, -yani îbn Seleme- Humeyd'den yahut da Sabit Ebu'l-Mütevekkil'den
rivayet etmiştir."[531]
Hadisten anlaşıldığı
üzere Safvan adındaki Sahâbî, hanımını
namazı çok uzattığı için dövüyor ve çok sık nafile oruç tuttuğu için de orucunu
bozduruyordu. Kadın bu durumu Peygamber (s.a.)'e şikâyet edince Safvan
kendisini savundu ve Peygamber (s.a.)'de onu haklı buldu.
Safvan'ın
"namazda iki sûre okuyor" demesi üzerine Hz. Peygamber "(Kur'an'dan)
tek bir sûre olsaydı insanlara yeterdi" buyurdu. Hz. Peygamber bu sözü
ile "namazda bir sure okumak insanlar için yeterlidir, o kadın namazda
okumayı kısa kessin" demek istemiştir.
Ebû Davud'un bazı
nüshalarında Safvan'ın sözü "o benim iki suremi okuyor" şekilnde
varid olmuştur. O zaman mânâ, o namaz kılarken, benim okuduğum surelerden
ikisini birden okuyor" şeklinde olur.
Hadisin oruçla ilgili
bölümünden anlıyoruz ki, erkeğin karısı üzerinde istifade hakkı vardır ve bu
hakkın zamanı yoktur. Kadın nafile oruç tutmak bahanesiyle kocasının bu
hakkını engelleyemez. Ğğer tutarsa, kocası orucunu bozdurabilir. Çünkü evli
kadının kocası varken onun izni olmadan nafile oruç tutması caiz değildir.
Peygamber (s.a.)'e
gelen kadının kocasını şikayet ettiği konulardan birisi de onun sabah namazına
kalkmayıp namazım güneş doğduktan sonra kılmasıdır. Safvan bu şikâyete karşı,
kendilerinin çok uyumakla tanınan bir sülâle olduklarım güneş doğmadan
uyanamadıklarını söyleyerek karşılık vermiştir. Hz. Peygamber de bu cevabı
yadırgamamış ve gayet olgun karşılayarak “uyandığın zaman kıl"
buyurmuştur. Demek ki Efendimiz onların uykuculuğunu kaçınılması mümkün
olmayan tabii bir huy olarak kabul etmiş ve hallerini baygının hali ile bir
tutmuştur.
Sabah namazına kalkmamasına
rağmen, Hz. Peygamber'in Safvan'ı azarlamaması, Allah ve Rasûlunün müslümanlara
olan lütfuna işaret etmesi açısından ilgi çekicidir. Peygamber (s.a.) yukarıda
işaret edildiği üzere uyanamama konusunda Safvan'ı özürlü kabul ederek, onu
namaz vaktinde bayılanla bir tutmuştur. Ya da namaza kalkmama Safvan'ın
devamlı âdeti değil, kendini uyandıracak kimse olmadığında arasıra başına gelen
bir haldir. Şüphesiz onun namaza kalkmaması namaz konusundaki gevşekliğinden
değildir.
Hz. Peygamber'in
Safvan'a "Namazını uyandığın zaman kıl" buyurması, sabah namazına
kalkmaktan üşenen, uykusuna kıyamayanlar için bir açık kapı olarak
düşünülmemelidir. Evet sabah namazına uyanama-yanlar namazlarım güneş doğduktan
sonra kılarlar, ama bu ruhsat gerçekten mazur olanlar içindir. Namaza kalkmak
için tüm tedbirleri aldıkları halde uyanamayanlar içindir. Sabah namazına
kalkma alışkanlığı olmadığı için kalkmayanlar veya uyandıkları halde tembellik
yaparak kalkmayanlar hiç bir zaman mazur sayılmazlar.[532]
1. Kadının
kocasının meşru olmayan davranışlarını toplumun büyüğüne şikayet etmesi
cazıdır.
2. Kocası,
karısının nafile oruç tutmasına mâni olabilir.
3. Kadın
kocasının tabii ihtiyaçlarını karşılamaktan kaçınırsa, kocanın fazla acıtmamak
şartıyla karısını dövmesi caizdir.
4. Hadis Hz.
Peygamber'in ümmetine olan muamelesinin güzelliğine de delâlet etmektedir.
5. İnsan
vaktinde kılamadığı namazı sonradan kılmak zorundadır.
6.Kadın,
kocasının kendisine yaklaşma arzusu içinde olduğunu anlarsa namazda okuyacağı
sureyi kısa tutmalıdır.[533]
2460. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki; Rasûlullah (s.a.)î "Sizden biriniz (bir
ziyafete) davet edildiği zaman, davete gitsin; eğer oruçlu değilse yesin, oruçlu
ise, dûa etsin."[534]
buyurdu.
Hişam "kelimesi
dua manasınadır" dedi. Ebu Dâvûd dedi ki; "Bu hadisi Hafs b. Ğıyas da
Hişam'dan rivayet etmiştir."[535]
Hadis-i şerîf ister
düğün için olsun, ister başka.birşey
için olsun, davete icabetin gerekli
olduğuna delâlet etmektedir. Bu gerekliliğin hükmünde âlimler farklı görüşlere
sahiptirler. Şâfiîlerin bazıları mutlak olarak davete icabetin vâcib olduğu
görüşündedirler. İbn Abdilberr bunu Abdullah b. Hasen el-Anberî'den
nakletmiştir. İbn Hazm, Sahabe ve tabiîlerin cumhurunun bu görüşte olduklarını
söyler. Buharı ve Müslim'de bulunan ve "...Davete icabet etmiyen Allah ve
Rasûlüne isyan etmiştir" mânâsına gelen hadisler bu görüşü takviye
etmektedir.
Malikî, Hanbeli ve
Şâfiîlerin ekserisine göre düğün dâvetine iştirak etmek vâcib, diğer davetlere
gitmek müstehabdır.
Hanefilere göre ise,
düğün dâvetine icabet etmek sünnet-i müekkede-dir. Gitmeyen günahkâr olur.
Delilleri Buharî ve Müslim'in müştereken rivayet ettikleri şu manâdaki
hadistir: "Sizden biriniz velimeye davet edilirse, gitsin."
İbn Abidin bu konuda
şöyle der:
"İhtiyar adındaki
kitapta düğün yemeği eski bir sünnettir. Eğer gitmezse günahkâr olur. Çünkü
Peygamber (sa.) "davete gitmeyen Aliah ve Rasûlüne isyan etmiştir,
buyurmuştur. Eğer oruçlu ise, gider ve dua eder, oruçlu değilse yer ve dua
eder. Yemez ve gitmezse günahkâr olur. Çünkü bu ziyafet sahibini küçümsemedir.
Rasûlullah (s.a.); "paça yemeye davet edilsem, giderim" buyurmuştur.
Bunun gereği başkalarının hilafına düğün dâvetine gitmek sünnet-i müekkededir.
Hidâye sarihleri bunun vacibe yakın olduğunu beyan etmişlerdir..." der.
Yine İbn Abidin Yenâbî
adındaki kitaptan şunları nakleder:
"Bir kimse bir
ziyafete davet edilirse, eğer orada bid'at ve ma'siyet yoksa gitmesi vâcibtir.
Zamanımızda davetlere gitmemek daha iyidir. Ancak orada günah ve masiyet
olmadığını bilirse müstesna..."
Et'ıme bölümünde
geleceği üzere içkili ve çalgılı davetlere gidilmez. Davete gitmemeyi
gerektiren başka mâniler de vardır. Bu mânilere yiyecekler bölümünde temas
edilecektir.
Hadisten anlıyoruz ki,
davete icabet konusunda oruçlu olanla olmayan arasında fark yoktur, herkes
gidecektir. Ancak oruçlu olmayan oturur yemek yer oruçlu olan ise dua eder.
Peygamber (s.a.) oruçlu olanın yapması gereken şeyi sözleriyle ifâde etmiştir.
Bu cümledeki sözünün en meşhur mânâsı, "namaz kılsın" demektir. Fakat
"dua etsin" manasına da gelir. Râvilerden Hişam bu sözün burada,
"dua etsin" manasında kullanıldığına işaret etmiştir. Zaten terceme
de bu anlayışa göre yapılmıştır. İşaret edilen sözün "iki rekat namaz
kılsın" manasına kullanılmış olması da mümkündür. Hem namaz kılma, hem de
dua etme mânâlarına kullanılmış olmasına da bir engel yoktur. Nitekim
Buhâri'nin Enes (r.a.)'den rivayet ettiği bir habere göre Rasûlullah (s.a.)
Ümmü Süleym'in yanma gitmiş o da Peygamber'e hurma ve yağ ikram etmiş. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) "Yağınızı kabına, hurmanızı çuvalına geri
koyunuz. Çünkü ben oruçluyum" buyurmuş. Sonra da kalkıp evin bir kenarında
nafile namaz kılıp Ümmü Süleym ve ailesi için dua etmiştir.[536]
1. Davete
icabet etmek gerekir. Meselenin detayı açıklama bölümünde verildi.
2. Davete
giden kişi oruçlu değilse, oturur yer; oruçlu ise, hâne sahibi için dua eder.
İki rekât namaz kılıp peşinden dua etmesi daha iyidir. Orucunu bozması
gerekmez.[537]
2461. ...Ebû
Hüreyre (r.a.), "Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu" demiştir:
"Biriniz oruçlu
iken yemeğe davet edildiği zaman "ben oruçluyum" desin."[538]
Hadis-i şerîf, nafile
oruçlu olan kişinin bir yemeğe çağrıldığında, dâvetçiden Özür dilemek için
oruçlu olduğunu söylemesinde mahzur olmadığım beyân etmektedir. Gerçi nafile
ibadeti gizlemek efdaldir. Fakat davete gitmemesi veya gittiği halde yemek yememesi
davet sahibini üzeceği için oruçlu olduğunu açıklar. Eğer dâvetçi ona müsamaha
etmezse gitmesi gerekir. Çünkü oruç davete gitmemek için mazeret değildir.
Üstelik davete gittiği halde illâ yemek yemesi şart değildir. Ama yemek
yememesi ziyafet sahibini üzerse, orucunu bozar ve yemekten yer. Fakat bu şart
değildir.[539]
1. Zaruret
halinde nafile ibâdetin açıklanmasında bir sakınca yoktur.
2. İnsanlar
arasında muaşeret kurallarına uymaya ve kalpler arasındaki sevginin kuvvetlenmesine
gayret edilmelidir.[540]
İ'tikâf; sözlükte
mutlak olarak; "durmak, kalmak, devam etmek" manalarına gelir.
Istılahta "itikaf niyetiyle cemaatin toplanıp namaz kıldığı, imamı
müezzini bulunan bir camide durmak" demektir.
Kadınların i'tikafı
evlerinde edindikleri mescidlerinde yapmaları, Hanefilere göre daha iyidir.
îtikafla ilgili
hadislerin oruç bölümüne alınmasının sebebi, vâcib olan itikâfta orucun şart
olmasıdır. Bu konuda gerekli bilgi hadislerin izahı esnasında gelecektir. Ayrıca
Ramazan'ın son on gününde itikâfm sünnet oluşu da oruçla itikâf arasındaki
irtibata güç katmaktadır.[541]
2462.
...Aişe (r.anha)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.), Allah (c.c.)
ruhunu kabzedinceye kadar, Ramazanın son on gününde itikâfta bulunmuştur.
Ondan sonra da hanımları itikâfta bulundular.[542]
Hadis, Hz.
Peygamber'in devamlı olarak Ramazanın son on gününde itikafa girdiğine, onun
vefatından sonra da hanımlarının buna devam ettiğine delâlet etmektedir.
Peygamber (s.a.)'in itikafı Medine'ye hicretinden sonra olmuştur.
Hadis, itikafın meşru
olduğuna delildir. Bütün islâm âlimleri de bunda görüş birliğindedirler. Ancak
itikafın hükmü konusunda mezhepler arasında görüş farkları vardır:
Hükmü ne olursa olsun
itikaf islamın en şerefli ibâdetlerinden birisidir. Bu sayede gönüller dünya
zevk ve heveslerinden ayrılır. Sadece Allah'a yönelir. Allah'ın bir camiine
girip itikafa başlayan bir mü'min, sağlam bir kaleye sığınan kişiye benzer.
İslâm büyüklerinden Atâ bu konuda şöyle der: "İtikafa giren kişi
ihtiyacından dolayı büyük birinin kapısına gidip ihtiyacını almadan gitmem diye
yalvaran kimseye benzer. Çünkü o Allah'ın bir mabedine girmiş beni
bağışlamadıkça buradan ayrılıp gitmem demektedir." İtikafta olan kişi her
an namaz kılıyor demektir.
Malikîlere göre itikaf
müstehaptır. İçlerinde sünnet olduğunu söyleyenler de vardır. İbnü'l-Arabî
itikafın sünnet-i müekkede olduğu görüşündedir.
Şafiî ve Hanbelilere
göre itikaf sünnettir. Çünkü Peygamber (s.a.) buna devam etmiştir.
Hanefîler itikafı üç
bölümde ele alıp her birisi için ayrı bir hüküm olduğunu söylerler. Buna göre:
1. Ramazanın
son on gününde itikaf sünnet-i müekkededir, üzerinde durduğumuz hadis buna
delildir.
2. Mutlak
veya muallâk (bir şartın tahakkukuna bağlanan) nezirlerle itikaf vaciptir. Yani
ya her hangi bir şarta bağlamadan "Allah için itikafa gireceğim, Allah
için itikafa girmem nezrim olsun" diyerek ya da "falan hasta iyi
olursa, itikafa girmek nezrim olsun" demek gibi bir şarta bağlayarak
itikafı adayan kimsenin bu adağını yerine getirmesi vâcibtir.
Nezir yoluyla olan
itikafın vacib olduğu konusunda bütün mezhepler aynı görüştedirler.
3. Ramazanın
son on günü ve nezrin dışındaki itikatlar müstehaptır. İtikafın asgari müddeti
konusu da âlimler arasında ihtilaflıdır. Şâfiîlere göre,
itikafın en az
müddeti bir anlık
zamandır. Bu
"Sübhanelîah"
diyebilecek bir müddetle takdir edilir. Ahmed b. Hanbel'-in meşhur görüşü de
böyledir. Ancak ihtilâftan kurtulmak için en az bir gün olması müstehaptır. Müstehap
olan itikatlarda Hanefi imamlarından Muhammed'in görüşü de bu merkezdedir.
Mâlikilerin tercih
edilen görüşü ile Hanefilerden Ebu Yusuf'a göre, itikâf'ın en az müddeti, bir
gündüz ve geceden ibaret olmak üzere bir gündür. Hanefilerde fetva, İmam Muhammed'in
görüşüne göredir.
Atâ b. Ebî Rebah şöyle
der: "Bir kimse hayır murad ederek bir camide oturursa, orada kaldığı
müddetçe itikaf halindedir."
Hanefîlere göre vâcib
olan itakaflarda, itikafta olanın oruçlu olması şarttır. Müstehab itikatlarda
bir müddet şartı olmadığı için oruçlu olma şartı da yoktur.
Şâfiîlere göre, oruçlu
bir günde itikafa girmeyi nezreden kişinin buna riâyet etmesi lâzımdır. Ama
rastgele bir zamanda itikafa girmeyi nezreden kişinin itikaf anında oruçlu
olması şart değildir.
Malikilerle Evzâîye
göre, her itikafta oruç şarttır.
Aişe (r.anha)'nın
Rasûlullah (s.a.)'ın vefatından sonra, hanımlarının itikafa devam ettiğini
söylemesi, hem itikafın hükmünün devam ettiğine hem de kadınların da itikafta
bulunabileceklerine delildir. Ancak kadınların camide itikafa girmeleri
mekruhtur, çünkü bu fitneye sebep olabilir. Onlar için uygun olanı evlerinde
mescid edinecekleri bir odada itikafa girmeleridir.
Evli olan kadınlar,
kocalarının izni olmadan itikafa giremezler. Çünkü bu onların hakkını gasb
olur. Ama koca karısına itikafa girmesi için izin vermişse, bir daha dönemez.
Kadın itikafa girmeyi
adar da kocası buna izin vermezse, ya kocasının izin verdiği başka bir zamanda
ya da kocasından ayrıldığında bu adağım yerine getirir.
Bir kimse adadığı bir
itikafı yerine getirmeden ölecek olursa, her gün için bir fidye verilmesini
vasiyet etmiş olmalıdır.[543]
2463.
...Übey b. Ka'b (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Nebî (s.a.) Ramazanın son
on gününde itikafa girerdi. Bir sene itikafa girmedi. Ertesi sene yirmi gece
itikafta bulundu.[544]
Hadisin İbn Mâce'nin
Sünen'indeki rivayetinde, Peygamber (s.a.)'in itikafa giremeyişinin sebebinin o
sene seferde bulunması olduğu belirtilir.
Sindî, Hz.
Peygamber'in bu yolculuğunun Mekke fethi seferi olduğunu söyler.
Bundan sonra gelecek
olan hadiste de Peygamber (s.a.)'in hanımlarının da itikafa girmek istemeleri
üzerine i'tikafını terkettiği bildirilmektedir. Ancak üzerinde durduğumuz
hadiste belirtilen ikitafta bulunmama ile, bu itikafı te'hir olayı ayrı ayrı
olmalıdır. Çünkü bunda Efendimizin itikâfını ertesi yılda kaza ettiği
belirtildiği halde, gelecek olan hadiste Şevval ayında kaza ettiği
bildirilmektedir. Zaten yukarıda işaret edilen, İbn Mâce'nin rivayeti de buna
delâlet etmektedir.
Hz. Peygamber'in bir
sene sonra yirmi gün itikafta bulunmasına se-beb, bir yıl evvel terkettiği
itikafı kaza etmek istemesidir. Efendimiz, ya itikaf kendisine vâcibti de onun
için geçeni kaza etti, ya da itikaf sünnet-i müekkede olduğu için kaza etti.
Hattâbî Hz. Peygamber'in
bu hareketinin mutad nafilelerin bozulmasının kazayı gerektirdiğine delil
olduğunu söyler. Yani bu ifadeye göre, belirli zamanlarda itikafta bulunmak
âdeti olan kişi, eğer o günlerde itikafta bulunamazsa, sonradan kaza
eder.^Tirmizî itikafta olan kimsenin niyet ettiği itikâfını yarıda kesmesi
halinde kendisine kazanın gerekli olup olmadığı konusunda âlimlerin farklı
görüşlerde olduklarını söyler. Tirmi-zî'nin bildirdiğine göre, mezheblerin bu
konudaki görüşleri şöyledir:
İmam Mâlik'e göre bir
kimse başladığı itikafi tamamlamadan bozarsa, kendisine o itikafın kazası
vâcibtir.
Şâfiîlere göre adak
yoluyla olmayan itikafların bozulması kazayı gerektirmez. İmam Şafiî'ye göre
kendisine borç olmayan herhangi bir ibâdete başlayan kişi o ameli bozarsa, kaza
gerekmez; sadece hac ve umre bu kaidenin dışındadır.
Hanefilerin bu
konudaki görüşleri de imam Şafiî'nin görüşü gibidir.[545]
2464.
...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
itikafda bulunmak istediğinde sabah namazını kılar, sonra itikaf mahalline
girerdi. Bir seferinde de Ramazanın son on gününde itikafa girmek isteyip
çadırının kurulmasını emretti ve çadırı kuruldu. Bunu görünce ben de çadırımın
kurulmasını emrettim ve kuruldu. Rasûlullah (s.a.)'ın benden başka hanımları
da çadırlarının kurulmasını emrettiler. Onların da çadırları kuruldu.
Rasûlullah (s.a.)
sabah namazını kılınca çadırlara baktı ve;
"Bunlar da ne?
Siz bununla iyilik mi diliyorsunuz?" buyurdu. Çadırının yıkılmasını emretti
-çadırı yıkıldı- Hanımları da çadırlarının bozulmasını emrettiler, onların da
çadırları bozuldu. Sonra Peygamber (s.a.) itikafı Şevval ayının ilk on gününe
te'hir etti.[546]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bu hadisin
benzerini İbn tshak ve Evzâî, Yahya b. Said'den rivayet ettiler. Malik de Yahya
ö. Said'den rivayet etti. Ancak o
(Şevvâl'in ilk on günü yerine) ŞevvâVden yirmi gün itikafta bulundu
dedi.”[547]
Hadisten anlatıldığına
göre Peygamber (s.a.) bir Ramazanın son on gününde itikâfa girmek üzere mescidin
bir tarafına çadır kurdurmuş, fakat hanımlarının da aynı şeyi yapmaları üzerine
itikâftan vazgeçmiş ve Şevval ayının ilk on gününde kaza etmiştir.
Peygamber (s.a.)'in
hanımlarının mescidde çadır kurdurmaları konusunda diğer hadis kitaplarında
bazı tafsilatlar vardır. Şöyle ki:
Buharî'nin bir
rivayetinden anlaşıldığına göre Aişe (r.anha) i'tikâfa girmek için Peygamber
(s.a.)'den izin almış ve bir çadır kurdurmuştur. Bunu Hz. Hafsa (r.anha) duymuş
ve o da kendisi için bir çadır kurdurmuştur.
Nesâî'nin rivayetinde
ise, Hz. Hafsa'n in da i'ti kafa girmek için Peygamber (s.a.)'den izin aldığı
bildirilmektedir. Buharı'nin bir başka rivayetinde belirtildiğine göre Hz.
Hafsa, Hz. Aişe'den kendisi için izin alıver-mesini istemiş o da Hafsa'nın
isteğini yerine getirmiştir.
Hz. Aişe, kendisi
çadır kurdurttuktan sonra Rasülullah (s.a.)'ın diğer hanımlarının da çadır
kurdurttuklannı söylemektedir. Buharî'nin rivayetinden diğer hanımlardan
maksadın Hafsa ve Zeyneb oldukları anlaşılmaktadır.
Metinden anlaşıldığı
üzere Hz. Peygamber Efendimiz mescidde kurulan çadırları görünce bunu
yadırgamış ve hanımlarına yaptıklarının iyi bir iş olmadığını söylemiştir.
Hatta bununla da kalmayıp, kendisi için kurulan çadırı bozdurarak i'tikâfını
ileri bir tarihe bırakmıştır. Efendimizin bu davranışı şu iki sebebe
dayanabilir:
a.
Hanımlarının hareketini kendisine yakınlık konusunda bir yarış ve övünme
vesilesi olarak değerlendirmiş olabilir. Çünkü böyle bir maksatla i'tikâfa
girmek caiz değildir.
b. İ'tikâf
için mescidin içinde kurulan çadırlar mescidin daralmasına, dolayısıyla
cemaatin sıkıntıya düşmesine sebeb olmuştur. Bu yüzden Ra-sûlullah çadırım
yıktırmıştır.
Hadis-i şerif, ahkâm
yönünden de oldukça zengindir. Bunları şöylece özetlemek mümkündür.:
Hadisten Peygamber
(s.a.)'in i'tikâf mahalline sabah namazını kıldıktan sonra girdiği
anlaşılmaktadır.
En az, geceli-gündüzlü
bir gün i'tikâfa girmeye niyet eden kişinin, i'tikâfa ne zaman başlayacağı
konusunda alimlerin görüşleri farklıdır.
Evzaî, Sevrî ve Leys
b. Sa'd'a göre bu durumda olan kişi sabah namazını kıldıktan sonra i'tikâfa
başlar.
İçlerinde dört mezhep
imamının da bulunduğu ulemânın çoğunluğuna göre güneşin batmasından biraz önce
i'tikâf mahalline girer. Delilleri Buharî'nin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettikleri
şu haberdir;
"Rasûlullah
(s.a.) Ramazanın aradaki (ikinci) on gününde i'tikâfta bulunurdu. Bir sene
yirmi birinci geceye kadar i'tikâfta kaldı -ki o gece, sabahında itikâfından
çıktığı gecedir- ye şöyle buyurdu: "Benimle i'tikâfta bulunanlar son on
günde İ'tikâfa girsinler. Bu gece bana gösterildi. Sonra unutturuldu. Ben
kendimi o gecenin sabahında su ve çamur üzerine secde ederken gördüm. O geceyi
son on günde arayınız o geceyi her tek günde arayınız.." Bu geceden maksat
Kadir gecesidir.
Sindî, (bu hadisin
haşiyesinde) Hz. Peygamber'in, Ramazanın son on gününde i'tikâfa girip ashabını
da buna teşvik ettiğini on günün ancak ilk gecenin de i'tikâfta olunmasıyla
tahakkuk edeceğini söyler. Sindî'nin beyânına göre, i'tikâfin, Ramazanın son on
gününde yapılmasındaki en önemli hikmet, Kadir gecesini ibâdetle geçirmektir.
Kadir gecesinin Ramazanın yirmi birinci gecesinde olması da mümkündür. Sindî,
bu anlayışın âlimlerin cumhurunun görüşü olduğunu belirtir. Bu görüşte olanlar
üzerinde durduğumuz hadisi şöyle anlamışlardır:
Peygamber (s.a.),
i'tikâf için mescide akşamdan girmiştir. Sabah namazından sonra mescidin
içinde kurulan çadıra geçmiştir. Bu çadıra girmesinden maksadı yalnız
kalmaktır. Geceleyin mescidde kimse olmadığı için zâten yalnızdı. Onun için
çadıra girme ihtiyacı hissetmemişti. Yani Efendimizin çadıra sabah namazından
sonra girmesi, onun i'tikâfa o zaman girdiğini göstermez.
i'tikâfa girilecek
vakit konusunda yukarıya aldığımız görüşler nezre-dilen i'tikâfların
haricindeki i'tikâflar içindir. Nezredilen i'tikâflara girilecek zaman
konusundaki görüşler biraz daha farklıdır.
İmam Mâlik, tmam-ı
Azam ve İmam Şafiî'ye göre, bir ay i'tikâf nez-reden kişi, güneş batmadan önce
i'tikâfa girer. Bir gün i'tikâfî nezreden ise, imam Şafiî'ye göre fecirden önce
girip güneş battıktan sonra çıkar. İmam Malik'in bu konudaki görüşü de evvelki
gibidir.
İbn Rüşd,
Bidayetü'I-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adındaki eserinde bu ihtilaflara
sebebin kıyasların birine, "eser"in de bunların hepsine muhalif
olmasından kaynaklandığını söyler, tbn Rüşd'ün ifâdesine göre, ayın geceden
başladığı görüşünde olanlar, adak olan i'tikâfa güneş batma-dan-önce sabah
başladığı görüşünde olanlar da fecirden önce başlanacağını söylerler.
îbn Rüşd'ün beyânına
göre bu kıyaslara aykırı olan "eser" Buhff'nin Hz. Aişe'den rivayet
ettiği şu "eseredir. "Rasûlullah (s.a.) Ramazanda i'tikâfta
bulunurdu. Sabah namazını kılınca i'tikâfta kalacağı yere girerdi."
i'tikâftan çıkılma zamanı konusundaki görüşler de şöyledir: İmam Mâlik'e göre,
Ramazanın son on gününde i'tikâfa girenin i'tikâfından bayram namazına giderken
çıkması müstehaptır.
İmam Azam ve İmam
Şafiî güneş battıktan sonra i'tikâftan çıkılacağını söylerler. İhtilâfa sebep,
gecenin o günün içine girip girmediği konusundaki görüş farkıdır.[548]
1. İ'tikâfa
giriş vakti sabah namazı kılındıktan sonradır.Bu konudaki farklı görüşler ve
tafsilat yukarıda geçmiştir.
2. İhtiyaç
hâlinde cami içinde çadır kurmak caizdir.
3.
Kadınların mescidde i'tikâfta bulunmaları caizdir. Ancak evlerinde i'tikâfa
girmeleri daha iyidir.
4. Kocasının
izni olmadan kadının i'tikâfa girmesi caiz değildir.
5. Karısına,
i'tikâfa girmesi için izin veren koca, sonradan iznini geri alabilir. Yani
karısını i'tikâftan men edebilir. Bu cumhurun görüşüdür. İmam Azam ve İmam
Mâlik'e göre, koca karısına verdiği izinden dönemez.
6. i'tikâfa
girildikten sonra ihtiyaç halinde itikaftan çıkılabilir. Ancak, İmam Mâlik'e
göre bu i'tikâfın kazası vâcibtir. diğer üç imama göre, i'tikâf vâcib bir
i'tikâf değilse, kazası gerekmez. Vâcib i'tikâfın kazası lâzımdır. Çünkü
Peygamber (s.a.) hanımlarına i'tikâflarım kaza etmelerini emretmemiştir. Hz.
Peygamberdin kendisinin kaza etmesi, onun vâcib oluşundan değildir. Hz.
Peygamber bir amel işlediğinde tam yapardı, onun içindir.[549]
2465.
...Nâfi'in İbn Ömer (r.anhuma)'dan rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (s.a.)
Ramazanın son on gününde i'tikâfta bulunurdu. Nâfi' dedi ki: "Abdullah,
Rasûlullah (s.a.)'ın mescidde i'tikâfta bulunduğu yeri bana gösterdi"[550]
Hadisin Buhârî'deki
rivayetinde Nâfi'in sözü mevcut değildir. îbn Mâce'nin, îbn Ömer'den rivayet
ettiği bir haberde Hz. Peygamber'in i'tikâf yerinin mescidin içindeki tevbe
direğinin arkası olduğu belirtilir. Mezkur rivayet şu şekildedir:
"Rasûlullah
(s.a.) i'tikâfa girdiği zaman tevbe direğinin arkasına sediri kurulur, döşeği
serilirdi."[551]
Beyhakî'nin bir
rivayetinde de Hz. Peygamber'in döşeğinin tevbe direğinin kıbleye bakan
tarafına konulduğu ve efendimizin direğe yaslandığı belirtilmektedir.
Hadis Peygamber
(s.a.)'in mescidde i'tikâfa girdiğine delildir. Onun başka bir yerde i'tikâfta
bulunduğuna dâir herhangi bir haber sabit olmamıştır. Onun için i'tikâfm
mescidde olmasının şart olduğu konusunda âlimler müttefiktirler. Sadece
Mâlikilerden Muhammed b. Ömer b. Lübâbe'nin farklı görüşte olduğu nakledilir.
Âlimler i'tikâf için mescidi şart koşarlarken "Siz mescidlerde i'tikâfta
iken hanımlarınıza yanaşmayınız,"[552]
âyetini de delil olarak almışlardır. Çünkü camilerin dışında i'tikâf caiz
olsaydı, kadınlarla temasın haram oluşu, mescitlerde kalmaya mahsus kılınmazdı.
Çünkü i'tikâf halinde olan kişiye nerede olursa olsun, karısı ile temas
haramdır, i'tikâfm camide yapılması şart olmasaydı, âyette mescidin anılmasında
bir mânâ olmazdı.
İmam Nevevî i'tikâf
konusundaki hadisleri sıraladıktan sonra şöyle der:
"Bu hadisler
mescidin dışında i'tikâfm caiz olmadığına delildir. Çünkü Hz. Peygamber,
hanımları ve sahâbîleri meşakkatli olmasına rağmen mescidde itikafta
bulunurlardı. Özellikle kadınlar evde i'tikâfa girerlerdi.Çünkü onların
evlerine ihtiyâçları daha fazladır..."
Yukarıda da işaret
edildiği gibi i'tikâfın camide olması konusunda tüm âlimler görüş birliği
içerisindedirler. Ancak caminin Özelliği ve kadınların itikafının nerede
olması gerektiği konusunda ihtilâf vardır:
îmam Ebu Hanife, Ahmed
b. Hanbel ve Ebu Sevr, i'tikâf için cemâatle namazın kılındığı camileri şart
koşarlar. Çünkü Ahmed b. Hanbel'e göre namazı cemaatle kılmak vâcib, Ebu
Hanife'ye göre sünnet-i müekke-dedir. Eğer bir kimse cemaatle namaz kılınmayan
bir mescidde i'ti kafa girerse ya cemaate gitmek için sık sık i'tikâftan
çıkacaktır ya da cemaati terk etmiş olacaktır. Bunlardan birincisi i'tikâfa
aykırıdır. İkincisi de vacibi ya da sünnet-i müekkedeyi terk etmektir.
Taberânî'nin İbrahim
en-Nehâ'i'den rivayet ettiği şu haber de bu görüşe delildir:
Huzeyfe (r.a.) îbn
Mesüd'a:
Senin evinle Ebû
Musa'nın evi arasında olup da kendilerinin i'tikâfta olduklarını zannedenlere
şaşmıyor musun?
Belki onlar doğru
yapıyorlar, sen hata ediyorsun yahat da onlar hatırda tuttular sen unuttun.
Hayır, ben biliyorum
ki i'tikâf ancak cemaatle namaz kılınan camide olur.
îmam Ebû Hanife'nin
i'tikâfın caiz olması için bir camide beş vakit namazı şart koştuğu rivayet
edilir.
İmam Mâlik'e göre
cemaatle namaz kılınsın kılınmasın, herkesin girip çıkmasına müsaade edilen
her mescidde i'tikâfda bulunmak caizdir. Ancak bir kimse içerisine cuma gününün
de gireceği kadar bir müddet i'tikâfta bulunmaya niyet ederse, cuma namazı
kılman bir camide i'tikâfa girmesi gerekir.
Şâfülere göre i'tikâf
herhangi bir mescidde olabilir. Cemaatle namaz kılman bir camide olması ise,
efdaldir.
Diğer bazı âlimlerden
bir kısmı, i'tikâfın sadece Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ye Mescid-i Nebevî'de
bir başka grupsa sadece Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî'de hatta yalnızca
Mescid-i Nebevî'de sahih olduğuna dair görüşler taşımaktalar. Ancak bunlar
fazla yayılmamıştır.
Kadınların nerelerde
i'tikâfa girebileceği konusuna gelince:
Şafiî, Mâliki ve Han
belilere göre, kadınlar ancak herkese açık olan camilerde itikafa girebilirler,
evlerinde itikafta bulunmaları caiz değildir.
Hanefilere göre ise,
kadınların camide i'tikâfta bulunmaları caizdir. Fakat kendi evlerindeki mescid
edinecekleri bir odada i'tikâfa girmeleri daha iyidir. Çünkü bu fitneye meydan
vermeme konusunda daha ihtiyatlıdır.
Cami içerisinde
itikafta bulunan bir kimsenin, hangi hallerde camiden çıkabileceği ya da hangi
hareketlerinin itikafına zarar vereceği konusu, bundan sonraki babda gelecek
hadislerde açıklanacaktır. Burada itikafta bulunan kişinin yapması müstehap
olan davranışları ele alalım.
Hanbeli âlimlerinden
meşhur Muğnî sahibi îbn Kudâme'nin, adı geçen kitaptaki beyânına göre
i'tikâfta olan kişinin yapması uygun olan ve olmayan hareketler şunlardır:
i'tikâfa giren kişinin
namazla, Kur'an okumakla, Allah'ı zikirle ve bunlara benzer ibâdetlerle meşgul
olması müstehabtır. İşe yaramayan konuşma ve davranışlardan kaçınmalıdır.
Çünkü çok konuşari, çok yanılır. Bir hadisde,
"Kendisini
ilgilendirmeyen şeyi terketmesi, kişinin müslümanliğının olgunluğundandır"
buyurur i'tikâftaki kişi münakaşadan, kötü konuşmadan kaçınır. Bunlar zaten
i'tikâf haricinde de caiz değildir. Gerçi bunlar i'tikâfı bozmaz ama
kaçınılması gerekir, i'tikâf esnasında, ihtiyaç duyulan şeyleri konuşmakta
mahzur yoktur. Çünkü Hz. Peygamber, i'tikâfta iken kendisim ziyarete gelenlerle
konuşmuştur.
i'tikâfta iken
başkasına Kur'an okutma, ilim öğretme ve Öğrenme, fakihlerle münazara etme yani
ilmî münâkaşalarda bulunma, hadis yasma ve bu gibi işlerle meşgul olma Hanbeli
âlimlerine göre müstehab değildir. Bunlarla taat kasdedilmişse bu davranışlar
Şâfiîlere göre müstehaptır. Hanefi fıkıh kitaplarında da bu meşguliyetler
itikafta bulunan kişinin yapması gereken şeyler arasında sayılır.
i'tikâfta olan kişi
güzel elbiselerini giymeli; güzel kokular sürünmelidir.
i'tikâfa giren kişinin
ibâdet maksadıyla susması, konuşmayı terketmesi mekruhtur. Hatta bunun haram
olduğunu bile söyleyenler vardır. İslâmda sükût orucu yoktur. Bunu yasaklayan
birçok haber vardır.[553]
i'tikâfa ancak
camilerde girilebilir, i'tikâfa girilecek camının özelliklen âlimler arasında
ihtilaflıdır. Bu konudai i görüşler açıklama kısmında ortaya konulmuştur.[554]
2466. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Nebî (s.a.), her ramazan on gün i'tikâfa
girerdi. Vefat ettiği yıl yirmi gün i'tikâf yaptı."[555]
Bu hadis Hz.Peygamber
(s.a.)'in vefat ettiği yıl, yirmi gün i'tikâfta bulunduğunu göstermektedir. Bunun
sebebinin ne olacağı konusunda şu görüşler ortaya konulmuştur:
1. Cebrail
(s.a.) her sene Hz. Peygamberle Kur'ân-ı Kerimi bir defa okurdu. Rasûlullah
vefat ettiği sene iki defa okudu. Onun için i'tikâfı uzun sürdü.
2. Hz. Peygamber
(s.a.) ömrünün nihayete erdiğini bildi de ümmetine yaşlandıkça ibadetlerini
artırmaları gerektiğini vurgulamak için ibadetlerini çoğaltmak istedi.
3. Hz.
Peygamber, hanımlarının da i'tikâfa girmek üzere mescidde çadır kurduklarını
görünce Ramazan'da i'tikâftan vazgeçmiş ve Şevval ayının ilk on gününde
i'tikâfa girmişti. Vefat ettiği sene, geçmiş yılda terkettiği i'tikâfı kaza
etmek için yirmi gün i'tikâfta kalmıştır.
4.
Rasûlullah (s.a.) Önceki sene Mekke fethi seferi münasebetiyle i'tikâfta bulunmamıştı.
Ertesi yıl yirmi gün i'tikâfta kalmak suretiyle daha önce terk ettiği
i'tikâfını kaza etmiştir. Bu görüş Nesaî ve îbn Hıbbân'ın Übey b. Ka’b’dan
rivayet ettikleri şu habere de uygun düşmektedir: "Peygamber (s.a.)
Ramazanın son on gününde i'tikâf ta bulunurdu. Bir sene sefere çıkıp i'tikâfa
girmedi. Ertesi sene de yirmi gün i'tikâfta kaldı.”[556]
2467.
...Aişe (r.a.)’dan ; demiştir ki:
Rasulullah (s.a.)
i’tikafta olduğu zaman başını bana doğru uzatır, ben de taradım.O, eve ancak
tabii bir ihtiyacı için girerdi.[557]
Görüldüğü gibi hadis
iki bölümden meydana gelmektedir.Bunlardan ilkinde Aişe (r.anha), Peygamber
(s.a.)’in i’tikafta iken başını kendisine uzattığını, onun da efendimizin
saçlarını taradığını haber vermektedir.
İbn Mace’nin bir rivayetinde Hz.Aişe Rasulullah (s.a.)
başının uzattığı zaman onu yıkayıp
taradığının ve kendisinin o esnada odasında olduğunu söyler.yine bu
rivayette o esnada Hz. Aişe’nin hayızlı olduğu da beyan edilmektedir.
Bilindiği gibi
Rasulullah (s.a.)’ın hanımlarının odaları Mescid-i Nebevi’nin etrafında idi.O
odalardan mescide açıklan pencereler vardı.İşte Hz. Peygamber i’tikafta iken,
başının Hz. Aişe’nin odasına açılan pencereden uzatmış oda efendimizin başını
yıkayarak taramıştır.Yani Hz. Peygamber (s.a.) bu iş için mescidden dışarı
çıkmamıştır.
Hadisin ikinci
bölümünde Hz. Peygamber (s.a.)’in i’tikafta iken mescidden, sadece beşeri ihtiyaçları için çıktığı
bildirilmekltedir.Zühri beşeri ihtiyaçlardan maksadın, büyük ve küçük abdest
bozma olduğunu söyler.
Hattabi de bu konuda
şöyle der:
“Bu hadis İ’tikafta
olanın büyük ve küçük abdest bozmanın dışında hiçbir şey için evine
giremeyeceğine delildir.Eğer bunlardan başka bir şey için girerse, i’tikafı
bozulur.
Alimler bu konuda
ihtilaf etmişlerdir:
Ebu Sevr, i’tikaftaki
kişinin ancak zorunlu olan abdesti için çıkabileceğini, İshak b. Rahuye de
büyük ve küçük abdest bozmak için çıkabileceğini söylerler.ancak İshak, Vacib
olan i’tikafla nafile olanı ayırır ve der ki: “Vacib olan i’tikafa girildiğinde
hasta ziyaret edilemez, cenazeye iştirak edilemez.Nafile olanda ise, bu ilk
başladığında şarttır” Evzai, i’tikafta herhangi bir şartın olmadığını
söyler.Ashabı Rey’e göre i’tikâfta olan kişi camiden ancak cuma namazı, büyük
ve küçük abdest bozmak için çıkabilir. Hasta ziyareti ve cenazede hazır
bulunmak için çıkamaz.
İmam Mâlik ve Şafiî'ye
göre de i'tikâfta olan kişi hasta ziyareti ve cenazeye iştirak için çıkamaz. Bu
aynı zamanda Atâ ve Mücâhid'in de görüşüdür. Bir grub ise, i'tikâfta olan
kişinin cumaya gidebileceği, hasta ziyaretinde bulunabileceği ve cenazeye
iştirak edebileceği görüşündedir. Bu, Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Said b.
Cübeyr, Hasen el-Basrî ve en-Nehâî'nin mezhebleri de böyledir."
Hattâbî bu sözleri ile
i'tikâfta bulunan bir kişinin yapacağı ve yapamayacağı işler konusunda
âlimlerin görüşlerini hülâsa etmiştir. Ancak biz konuyu biraz daha genişçe ele
alıp mezheplerin görüşlerini ayrı ayrı özetlemek istiyoruz.
Yukarıda da temas
edildiği gibi i'tikâfta bulunan kişinin abdest bozmak için mescidden
çıkabileceği konusunda mezhebler hemfikirdirler. Diğer ihtiyaçlar için çıkıp
çıkamayacağı konusunda ise, farklı görüşler vardır:
Malikîlere göre:
i'tikâfta bulunan kişi, bir şey yemek ve içmek için camiden dışarıya çıkamaz.
Ama ihtiyaç halinde yiyecek satın almak için çıkabilir. Def-i hacet için
çıktığında ihtiyacını giderdikten sonra hiç kimseyle birlikte duramaz. Durursa
itikafı bozulur. İnsanın yeme ve içme açısından ihtiyâcı olan şeyleri
hazırlamadan i'tikâfa girmesi mekruhtur.
Hanbelîler de bu
konularda Mâlikilerle aynı görüştedirler.
Ayrıca bunlara göre
i'tikâfa giren kişi önüne bir kap koyar. Tükrük balgam vs. gibi kendisiden
çıkacak şeyleri onun üzerine atar. Ellerini bir tasta yıkayıp suyunu dışarıya
döker elini yıkamak için dışarıya çıkamaz, i'tikâfda olan kişinin, cami içinde
abdest alması caizdir. Tabi kullandığı ,uyu bir kapta biriktirip dışarıya
döker.
"Hanefîlere göre:
İ'tikaftaki biri camiden dışarıya ancak şer'î, tabiî ve zarurî bir ihtiyaçtan
dolayı çıkabilir.
Şâtiîlere göre:
i'tikâfta olan kişi yemek için evine girebilir. Camide yemesi de caizdir.
Kendisine su verecek birisi bulunduğu takdirde su içmek için camiden dışarıya
çıkamaz. Su verecek kimse yoksa, çıkmasında mahzur yoktur.
Şer'i ihtiyaç: Cuma ve
bayram namazlarıdır, i'tikâfda olan kişi namaza, yetişebileceği kadar bir süre
ayarlaması yapıp i'tikâf yerinden çıkar. Cumadan sonra İmam-ı Azama göre dört, sâhibeyn
(Ebû Yusuf ve İmam Muhammed)e göre, altı rekat sünnet kılar. Eğer itikafının
kalan kısmını cumayı kıldığı camide tamamlarsa bu da caizdir. Ancak tenzihen
mekruhtur.
Tabiî İhtiyaç: Abdest
alma, abdest hazırlığı ve benzerleridir.
Zaruri İhtiyaç: i'tikâf
yaptığı caminin yıkılması, alacaklısının kendisini zorla çıkarması v.s.
l'tikâflının yemesi
içmesi ve uyuması caminin içerisinde olur. Eğer bunlardan birisi için çıkarsa
i'tikâfı bâtıl olur. Eğer kendisine yeme-içme için lâzım olan şeyleri getirecek
kimse bulunmazsa o zaman zaruretten dolayı çıkabilir.
Cami içinde, evlenme
ve alışveriş gibi ihtiyacı olan bir akit yapmasında mahzur yoktur. Ancak
alış-verişte malı camiye sokamaz.
l'tikâfta olan kişi
hasta ziyareti ve cenaze için de camiden çıkamaz. Ancak i'tikâfı adarken hasta
ziyareti ve cenaze için çıkabileceğini şart koş-muşsa bunlar için çıktığı
takdirde i'tikâfı bozulmaz.
Denizde boğulanı veya
yangında kalanı kurtarmak gibi vukuu nâdir olan bir şey için camiden çıkılması
i'tikâfı bozar.
İ'tikâfta olan kişi
özürsüz olarak camiden çıkar da bir müddet dışar-da kalırsa, i'tikâfı bozulur.
Bilerek çıkma ile hataen çıkma arasında fark yoktur. İ'tikâfm bozulmasına sebeb
olan çıkma müddeti Ebu Yusuf'a göre yarım günden biraz fazladır. Bir gürüşe
göre ise, rastgele bir andır.
Kadın da özürsüz
olarak evindeki i'tikâf yerinden çıkarsa itikafı bozulur.
Hanefilerin i'tikâfı
bozan şeyler konusunda da koydukları bu esaslar vâcib i'tikâflar içindir.
Nafile i'tifcâflarda özürlü ya da özürsüz i'tikâf yerinden çıkmakla i'tikâf
bozulmaz.[558]
2468.
...Kuteybe b. SaidveAbdullah b. MeslemeLeys'den; Leys îbn Şihab'den, o Urve ve
Amra'dan; onlar da Hz. Aişe vasıtasıyla Hz. .Peygamber (s.a.)'den önceki
hadisin benzerini rivayet etmişlerdir.
Ebû Dâvud dedi ki:
"Aynı şekilde o hadisi Yunus da Zühri'den rivayet etmiştir. Amra'dan
Urve'nin rivayet ettiği konusunda hiç kimse Mâlik'e muvafakat etmemiştir.
Hadisi Ma'mery Ziyad b. Sa'd ve başkaları "Zührf, Urve ve Aişe"
isnadıyla rivayet etmişlerdir.”[559]
Musannif Ebû Dâvud
bundan önceki numarada metni geçen hadisin değişik bir kaç senetten geldiğini
ifâde etmek için bu rivayetleri kitabına almıştır.
Önceki rivayetin
isnadına göre Malik, hadisi îbn Şihab'dan, îbn Şihab Urve'den Urve de Amra'dan
almıştır. Yani îbn Şihab'm şeyhi sadece Urve'dir. Amra da Urve'nin şeyhidir.
Buradaki rivayete göre Îbn Şihab hadisi hem Urve'den hem de Amra'dan almıştır.
Yani bu zatların ikisi de İbn Şihab'ın hocalarıdırlar.
İsnaddaki bu farklılık
hadisin sıhhatine zarar vermez. Çünkü İbn Şihab'm hadisi bir defa Urve'den bir
defada hem Urve hem de Amra'dan olmak üzere iki defa işitmiş olması mümkündür.
Ebû Dâvud farklı
isnada işaret ettiği rivayetten sonra yazdığı ta'Iikte aynı hadisi Yunus b.
Zeyd'in Zührî'den rivayet ettiğini söylemiş, arkasından da hadisi, "İbn
Şihab Urve'den, Urve de Amra'dan rivayet etmiştir" tarzındaki bir isnadı
sadece Mâlik'in söylediğini başkalarının böyle demediğini ilave etmiştir.
Bununla maksadı Mâlik'in isnadının zayıf olduğuna işaret etmektir.
Son talikte de hadisi
îbn Şihab ez-Zuhrî’ye rivayet eden zatın Urve olduğu, onun da doğrudan Hz.
Aişe'den naklettiği beyân edilmektedir. Yani bunda da araya Amra girmemiştir.[560]
2469.
...Aişe (r.anha)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) mescidde i'tikâfta
olduğunda odanın deliğinden
(kapısından) başını bana doğru
uzatır, ben de yıkardım."[561]
(Râvi) Müsedded, Hz.
Aişe'nin "hayızlı olduğum
halde başını tarardım" dediğini söyledi.[562]
Hadiste, odanın deliğinden
maksat, odanın kapısıdır.Nesâî ve Ahmed b. Hanbel'in rivayetlerine göre Hz.Aişe
şöyle demiştir:
"Rasûluliah
(s.a.) mescidde itikafta iken bana gelir odamın kapısına yaslanırdı, ben de
vücûdunun kaba kısmı mescidin içinde olduğu halde başını yıkardım".[563]
1. Hadis-i
şerîf i'tikâfta olan kişinin camiden çıkmaması gerektiğine delildir.
2. İnsan,
vücudunun bir kısmını mescidden çıkarırsa, bu i'tikâfa zarar vermez.
3. İtikafta
bulunan kişinin başım yıkaması ve saçlarını taraması caizdir. Alimler başı
tıraş etmeyi koltuk altlarını yolmayı ve tırnakları kesmeyi de buna
benzetmişlerdir.
4. Hayızlı
kadının bedeni temizdir.
5. Bir eve
girmemeye yemin eden kişi vücûdunun geri kalanı dışarda olur da başını eve
sokarsa, yeminini bozmuş olmaz.[564]
2470.
...Safiyye (r.anhâ)'dan; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
i'tikâfta idi. Bir gece kendisini ziyarete gidip konuştum. Sonra kalkıp (eve)
dönmek istedim. Rasûlullah (s.a.)da beni evime getirmek için benimle birlikte
kalktı.
(-Safiyye'nin evi
Usame b. Zeyd'in arsasında idi.-) Ensardan iki adam karşımıza çıktı. Peygamber
(s.a.)'ı görünce, sür'atlendiler. Rasûlullah (s.a.):
"Ağır olunuz,
telaşlanmayınız, o (yanımdaki), Huyeyy'in kızı Safiyye'dir," buyurdu.
Adamlar:
Allah'ı teşbih ederiz,
(Hakkın ızda kötü bir şey asla düşünmeyiz) ya Rasûlallah! dediler. Rasûlullah
(s.a.)
"Şüphesiz şeytan
insan(ın damarlann)da kanın aktığı gibi akar. Sizin kalbinize birşey -veya bir
şer- atmasından endişe ettim." buyurdu.[565]
M Hadis-i şerifin
zahirinden Safiyye (r.anha)'nın mescidde i'tikâfta olan Hz. Peygamber (s.a.)'i
ziyarete yalnız geldiği anlaşılmaktadır. Buhârî'nin bir rivayetinde ise, Hz.
Peygamber'in yanında diğer hanımlarının da olduğu, onların evlerine gittikleri
Efendimizin Safiyye'ye, "Acele etme, seninle beraber gidelim," dediği
bildirilmektedir.
Bu hadisteki
Safiyye'nin; "Rasûlullah'la konuştum" sözü de Buhârî'nin rivayetinde
"Safiyye Rasûlullah'ı Ramazanın son on gününde mescidde i'tikâfında
ziyarete gitti ve onunla bir müddet konuştu",şeklinde ifâde edilmektedir.
Hadiste Safiyye
(r.anha)'ın evinin Usâme b. Zeyd'in arsasında olduğu belirtilmektedir. Bu arsa
o zaman Üsâme'ye ait değildi. Sonradan ona intikal etti. Yani Safiyye'nin evi
sonradan Üsâme'ye geçen arsada idi. Çünkü o zaman Üsâme'nin şahsına ait bir evi
ve arsası yoktu.
Peygamber (s.a.)'ın
başka hanımlarını değil de sadece Safiyye'yi evine kadar götürmesine sebeb,
onun evinin mescide uzak, diğerlerinin evlerinin yakın olmasıdır. Yahut da
diğer hanımları Hz. Peygamber'in yanına daha erken gelmişlerdi. Efendimiz
eşitliği sağlamak için Safiyye'yi yanında biraz daha alıkoydu.
Metinde görüldüğü
üzere, Hz. Peygamber Safiyye ile birlikte giderlerken, önlerine iki kişi
çıkmıştır. Şerhlerde bu şahısların Useyd b. Hudayr ve Abbâd b. Bişr oldukları
beyan edilir. Buharî'nin Süfyan b, Uyeyne'den yaptığı rivayette Hz.
Peygamber'in karşısına bir kişinin çıktığı ifâde edilmektedir. tbni't-Tıyn
bunun Süfyân b. Üyeyne'den bir vehm olduğunu çünkü rivayetlerin çoğunda iki
kişi ile karşılaştığının zikredildiğini söyler. Birisinin diğerine tabi olup bu
yüzden de Buharî'nin rivayetinde onun anılmamış olması da muhtemeldir.
Adamlar, Hz.
Peygamberi yanında bir kadınla görünce belki sıkıldıklarından, belki de başka
bir sebebten dolayı süratlenmişler, bu zat'ların koşusu Buharî'nin bir
rivayetinde "yollarına devam ettiler" şeklinde Ibn Hıbban'ın
rivayetinde ise "Utandılar ve döndüler" şeklinde vârid olmuştur.
Hz. Peygamber o
şahısların koşuşturduklarını görünce "Ağır olunuz, bu Hnyey'in kızı
Safiyye'dir" buyurmuş ve onlara şaşılacak, utanılıp kaçılacak bir şey
olmadığını ihsas ettirmek istemiştir. Adamlar Hz. Peygamber'in sözlerini
işitince yaptıklarının bir yanlış anlamanın eseri olmadığını, Rasûlullah'ın,
layık olmayan bir şeyle töhmet altında tutulamayacağını işaret için
"Sübhanallah! Allah'ı tenzih ederiz (hakkınızda kötü bir şey aklımızdan
geçmez)" demişlerdir. Fakat Hz. Peygamber insanın yanılabileceğini,
dolayısıyla kendisini gören şahısların da yanlış bir kanaate düşmüş
olmalarının mümkün olduğuna işaret için, "şeytan insan oğlunda kanın
aktığı gibi akar" buyurmuştur. Bu sözün iki manaya ihtimali vardır:
1. Allah
şeytana bu imkânı verir ve o insanın cinde damarlarında dolaşır. Onu kandırır,
yoldan çıkarır.
2. Şeytan devamlı
olarak insanla dolaşır, insanın damarlarındaki kan nasıl ki insandan aynlmazsa,
şeytan da ondan ayrılmaz ve onu aldatmaya çalışır, kendisine vesvese verir.
Rasûlullah (s.a.)'ın o
zatlara
"Onun, sizin
kalplerinize birşey atmasından endişe ettim” buyurması aslında onlardan,
kendisi hakkında yanlış bir kanaate sahip olacaklarını beklemediğini fakat
İhtiyaten yanındaki kadının hanımı Sarîyye olduğunu söylediğini ifade eder.[566]
1. İ'tikâfta
olan bir kimsenin misafirlerini uğurlamak, ziyaretçileri ile konuşmak vs. gibi
mubah işlerle meşgul olması caizdir.
2. Bir
kadının i'tikâfta olan kocasını geceleyin ziyaret edip onunla yalnız kalması
caizdir.
3. Hz.
Peygamber ümmetine karşı son derece şefkatli idi. Onların günaha düşmemeleri
için gayret sarfederdi.
4. Şeytanın
vereceği vesveselerden emin olmak için düşülmesi muhtemel kötü zanları önceden
önlemeye yönelik davranışta bulunmak ve söz söylemek caizdir. İbn Dakiki'1-İyd
bunun özellikle âlimler için önemli olduğunu, onların halkın kötü zanmna sebeb
olabilecek davranışlardan kaçınmaları gerektiğini söyler. Yani töhmet altında
kalma ihtimali olan hallerde açıklama yapmak uygun olur.
5. Allah
(c.c.)'i "Sübhanellah" diyerek zikretmek meşrudur.
6. İtikafta
olan kişinin bir vacibi ifade etmek için i'tikâf mahallinden çıkması caizdir.
Hattabî, bunun bir vacibi ifa için i'tikâf yerinden çıkmanın i'tikâfı
bozmadığı görüşünde olanlara delil olduğunu söyler.[567]
2471.
...Muhammedb. Yahya b.Fârıs, Ebu'l-Yeman'dan, Ebu'l-Yeman Şuayb'dan o da
Zührî'den, önceki hadisi, isimler aynı kalmak kaydıyla, rivayet etmişlerdir.
(Farklı olarak bu rivayette) Safiyye (r.anha): "Rasûlullah (s.a.) mescidin
Ümmü Seleme'nin kapısının yanındaki kapısına vardığı zaman iki kişi ile
karşılaştı" dedi.
Ve Râvi, önceki hadisi
mânâ olarak (aynen) nakletti.[568]
Musannif Ebû Davud'un
bu rivayeti kitabına almaktaki maksadı, Hz. Peygamber'le Safiyye'nin adamlarla
karşılaştıkları yeri beyân etmektir.
Rivayetin diğer
bölümleri bundan evvelki numarada geçen metinle aynı manâyı ifade eder. Ancak
lâfız itibariyle farklıdır. Buhârî, Müslim ve Bey-hakî de bu rivayetin sözleri
şöyledir:
"Safiyye (r.anha)
Rasûlullah'ı Ramazanın son on gününde mescidde i'tikâfta iken ziyarete geldi.
Bir müddet yanında konuştu, sonra evine dönmek üzere kalktı. Rasûlullah
(s.a.)'da uğurlamak için onunla birlikte kalktı. Safiyye mescidin Ümmü
Seleme'nin kapısının yanındaki kapısına vardığı zaman Ensar'dan iki adam
yanlarına geldiler ve Rasûlullah (s.a.)'a selam verdiler -Bir rivayette sonra
koştular- Rasûlullah kendilerine haliniz üzre devam ediniz, o Huyey'in kızı
Safiyye'dir dedi..."
Bezlü'l-Mechûd'da bu
rivayet göz önüne alınarak şöyle denilir;
"Bu hadiste
Peygamber (s.a.) Safiyye'yi göndermek için kalktığı zaman onun camiden
çıktığına dair bir işaret yoktur. Onun için Buharı bu hadisi i'tikâfta olan
kimse ihtiyaçları için caminin, kapısına çıkabilir mi? başlığı altında
zikretmiştir. Buna sebeb Hz. Peygamber'in mescidden dışarıya değil, kapıya
kadar çıktığına işarettir."
Ancak Buhârî'nin
Ma'mer'den yaptığı bir rivayette Efendimizin, Safiyye'ye "Acele etme
Seninle beraber gideyim" buyurduğu beyan edilir. Abdurrezzak'ın rivayetine
göre ise, Efendimiz: "Seni evine götüreyim" demiş ve evine kadar
Safiyye ile birlikte yürümüştür.
Bu. rivayetler Hz.
Peygamber'in mescidden çıktığım göstermektedir.[569]
2472.
...Abdullah b. Muhammed en-Nüfeyli ve Muhammed b. İsa Abdusselam b. Harb'den, o
Leys b. Ebi Süleym'den, Leys, Ab-durrahman b. el-Kasım'dan o da babası vasıtasıyla
Hz. Aişe (r.anha)'dan rivayet etmiştir.
Nüfeyli'nin rivayetine
göre[570]
Aişe (r.a) şöyle demiştir:
"Peygamber (s.a.)
i'tikâfta iken hiç bir tarafa sapmadan hastaya uğrar, yanında kalmadan halini
sorardı."
îbn İsa'nın rivayetine
göre de Hz. Âişe şöyle demiştir.
"Rasûlullah
(s.a.) i'tikâfta iken hasta ziyaretinde bulunurdu."[571]
Hadisin râvileri
arasında olan Leys b. Ebî Süleym tenkide tâbi râvilerdendir, bu yüzden hadis
zayıf sayılmıştır. Hadisin nüfeylî tarafından rivayet edilen ilk bölümünde Hz
.Peygamber'in i'tikâfta iken hastaya uğradığı zaman hiç eğlenmeden halini sorup
döndüğü bildirilmektedir.
îbn İsa'nın rivayet
ettiği bölümde ise Rasûlullah (s.a.)'m i'tikâfta olduğu zamanlarda hasta
ziyaretinde bulunduğu belirtilmekte fakat, tafsilata gidilmemektedir.
Efendimizin hasta ziyaretinde bulunduğunu belirten mânâ metindeki cümlesindeki
den muhaffef kabul edilmesi halinde anlaşılır. Amabu mânâsına olumsuzluk edatı kabul edilirse, o
zaman bu bölümün manası "Peygamber (s.a.) i'tikâfta iken hasta ziyaretinde
bulunmazdı" şeklinde olur.
Bu anlayış
İbnü'n-Nüfeylî'nin rivayeti ile îbn İsa'nın rivayetleri arasında bir tezat
olduğunu göstermez. Çünkü o zaman mana "Peygamber (s.a.) hasta ziyaretinde
bulunmazdı, fakat bir ihtiyacı için çıkardı, hastaya uğrarsa, yanında oturmaz
hal ve hatırını sorardı" demek olur.
İ'tikâfta olanın hasta
ziyareti için çıkıp çıkamayacağı konusu, sonraki hadiste geniş olarak beyan
edilecektir.[572]
2473. ...Aişe
(r.anha)'dan; demiştir ki:
Haste ziyaretine
gitmemek, cenazeye iştirak etmemek, kadına şehvetle dokunmamak, onunla cinsî
temasta bulunmamak ve zarurî olanların dışında bir ihtiyâç için çıkmamak
i'tikâfta olan kişi için sünnettir. Oruç olmadan i'tikâf olmaz, cemaatle namaz
kılınan caminin dışında bir yerde i'tikâf olmaz.[573]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Abdurrahman b. îshak'tan başka hiç kimse Hz. Aişe'nin
"...sünnettir" dediğini nakletmedi. (Başkaları) bu hadisi Hz.
Aişe'nin sözü kabul etmişlerdir."[574]
Hadisin Nesâîdeki
rivayetinde Hz. Aişe'nin bu sayılanlan yapmamanın sünnet olduğunu belirten,
"sünnet" sözü mevcut değildir.
Hadis i'tikâfta olan
kişinin yapamayacağı bazı şeyleri ele almaktadır. İ'tikâflının yapamayacağı
davranışlardan bir kısmı 2467 numaralı hadisin izahında geçmişti. Oradakilerden
farklı olarak bu hadiste de i'tikâflı için yasak olan bazı hareketlerden
bahsedilmektedir. Şimdi bunları sırayla ele alıp her biri ile ilgili görüşleri
ortaya koymaya çalışalım:
1. İ'tikâfta
olan kişi hasta ziyareti ve cenaze için i'tikâf mahallinden dışarıya çıkamaz.
Malikîler hadisin
zahirini ele alarak i'tikâftaki kişinin hasta ziyareti, cenaze namazı ve cenaze
defni gibi bir şey için çıkamayacağını, çıkarsa i'tikâfının bâtıl olacağını
söylerler. İ'tikâfta olanın anası babası veya bunlardan birisi hastalanırsa,
onları ziyarete gider. Bunun günâhı yoksa da i'tikâfı bozulur. Her ikisinin
ölmeleri halinde onların cenazeleri için yine çıkamaz. Ama birisi ölürse
diğerine isyan sayılmaması için ölen anne veya babasının cenazesine çıkabilir.
Hanbelilere göre
i'tikâf eğer vacib Ptikâfsa ne hasta ziyaretine ne cenaze ne de başka birşey
için i'tikâf yerinden çıkılamaz. Ancak i'tikâf adanırken bu şeyler için
çıkılacağı şartı koşulmuşsa çıkılabilir.
Vâcib olmayan
i'tikâflarda ise, çıkmak caiz, ama çıkmamak efdâldir.
Ha ne filer vâcib ve
sünnet i'tikâfla, müstehap i'tikâfı ayrı ayrı ele alırlar. Bunlara göre, vacib
ve sünnet olan i'tikâfta, i'tikâf yerinden gece ve gündüz ancak cuma ve abdest
tazeleme gibi tabii bir özür ve caminin yıkılması gibi zaruri bir özür dolayısıyle
çıkılabilir. Hasta ziyareti, cenaze defni hatta denizde boğulan birini
kurtarmak için, çıkılırsa, i'tikâf bozulur.
Müstehap olan
i'tikâflar bir zamanla kayıtlı değildir, kişi istediği zaman çıkabilir.
Şâfiîler de
nezredilmiş olan i'tikâfla nezir olmayan i'tikâfların arasını ayırırlar.
Nezirden dolayı olan- i'tikâfta i'tikâf yerinden ancak yeme ve abdest bozma
gibi zarurî bir ihtiyaç için çıkılabilir. Hasta ziyareti ve cenaze için
çıkılamaz. Cenazeyi teçhiz ve defn için başkası yoksa çıkılır. Zarurî bir
ihtiyaç için çıkılır da yolda bir hastaya uğranır ve onun hatırı sorulursa
i'tikâf kesilmiş olmaz.
Nezirden dolayı
olmayan i'tikâflarda ise, hasta ziyareti için çıkmakta sakınca yoktur.
Hanbelî âlimlerinden
İbn Kudâme, Muğnî adındaki meşhur eserinde şunları söyler: "ortalıkta
fitne olur da i'tikâftaki kişi mescidde kaldığı takdirde canına bir zarar
gelmesinden veya malı açısından bir korkusu olursa, i'tikâf yerinden çıkabilir.
Çünkü cenab-i Allah bunlar için Cuma namazını ve cemaati bile terke izin vermiştir.
Üstelik bunları şeriat farz kılmıştır. Dolayısıyla insanın kendi kendisine
vâcib kıldığı şeyi terketmesi öncelikle caizdir. Aynı şekilde mescidde
kalamayacak kadar hasta olan veya başkasının hizmetine muhtaç olan kişi de
i'tikâf yerinden çıkabilir. Ama baş ve diş ağrısı gibi hafif bir hastalıkdan
dolayı çıkamaz çıkarsa i'tikâfı bâtıl olur. Yine i'tikâfta olan kişi umumî
seferberlikte düşman baskınından da çıkabilir. Bu özürlerden birisi
dolayısıyla i'tikâf yerinden çıkan kişi eğer i'tikâfı nafile ise, özrü
geçtikten sonra isterse, geri i'tikâf yerine döner, isterse dönmez. Ama
i'tikâfı vâcibse, geri döner ve i'tikâfına kaldığı yerden devam eder..."[575]
2. İ'tikâftaki
kişi şehvetle kadına dokunamaz. Şehvet olmadan hanımına dokunmasında mahzur
yoktur. Çünkü Hz. Aişe, Peygamber (s.a.) i'tikâfta iken onun başını yıkamış,
saçlarını taramıştır.
İ'tikâflmm kadına
şehvetle dokunması dört imama göre de haramdır. Ayrıca îmam Mâlik'e ve İmam
Şafiî'nin bir görüşüne göre i'tikâfı bâtıl olur. İmam Ebû Hanife ve Şafiî'nin
meşhur görüşüne göre eğer dokunmaktan dolayı meni gelirse, i'tikâf bozulur;
değilse, bozulmaz.
3. İ'tikâfta
olan karısıyla cinsî temasda bulunamaz. Bile bile temasta bulunursa, bütün
âlimlerin ittifakı ile i'tikâfı bâtıl olur. Unutarak temasda bulunursa, İmam
Şafiî'ye göre i'tikâf bozulmaz, diğer mezhep imamlarına göre yine bozulur.
Cinsî temasla i'tikâfı
bozulan kişiye i'tikâfınm kazası icab eder. Ayrıca bir de keffâret gerekmez.
4. İ'tikâfda
bulunan kişi kaçınılması mümkün olmayan zarurî ihtiyaçları için camiden dışarı
çıkabilir.
Hadiste i'tikâf için
bulunması gerekli görülen şeylerden birisi de oruçtur. Yani i'tikâfta olan
kişinin i'tikâf esnasında oruçlu olması gerekir, bu konu izaha muhtaçtır.
MaIikilere göre her
türlü i'tikâfın oruçlu olması gerekir. İ'tikâfın vâcib oluşu ile nafile oluşu
arasında fark yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'in oruçlu olmadan i'tikâfta kaldığı
vâki değildir. Sonra Hz. Ömer câhiliyye devrinde adadığı bir i'tikâfı Hz.
Peygamber'e sorduğunda efendimiz "i'ti-kâfa gir ve oruç tut"
buyurmuştur.
İbn Ömer, İbn Abbas,
Hz. Aişe, Zührî, Leys, Sevrî ve Hasen b. Hayy de aynı görüştedirler.
Şafiî ve HanbeMlere
göre: İ'tikâfta oruç şart değildir. Ancak kişi i'tikâf esnasında oruçlu olmayı
adamışsa oruç tutması gerekir.
Hanefilere göre nezir
olan i'tikâflarda oruç lâzımdır. Bu i'tikâfın rüknüdür, î'tikâf
nezredilmemişse oruç şart değildir.
Hasen b. Ziyad, İmam-ı
A'zam'dan mutlak olarak i'tikâflarda orucun şart olduğunu rivayet etmiş,
İbnu'l-Humâm da bunu tercih etmiştir.
Hadisden anlaşıldığına
göre i'tikâfin sahih olması için cuma namazı ve cemaatle namaz kılınan bir
camide olması şarttır. Bu konu daha evvel izah edilmiştir.
Ebû Dâvud rivayetin
sonuna aldığı talikta Abdurrahman b. İshak'tan başka hiç kimsenin Hz. Aişe'nin
"...sünnetten'dir" dediğini nakletmediklerini söyler. İzahın başında
belirtildiği gibi hadisin bir rivayetinde de Hz. Aişe'nin
"...sünnettendir" sözü mevcut değildir. Buna göre Abdurrahman b.
İshak'ın rivayetine göre hadis merfudur. Hz. Peygamber'den menkuldür. Diğerlerinin
rivayetlerine göre mevkuftur. Hz. Aişe'de son bulur.
Ancak Ebû Davud'un
"Abdurrahman'dan başka hiç kimse Aişe'nin "sünnettir" dediğini
nakletmediğine dair olan görüşü isabetli değildir. Çünkü Beyhakî'nin Leys,
Ukayl ve İbn Şihab senediyle; Dârekutnî'nin de Abdulmelik b. Cüreyc, Muhammed
b. Şihab, Said b. el-Museyyeb, Urve b. Zubeyr, Aişe senediyle yaptıkları
rivayetlerde "...sünnettendir" sözü mevcuttur.
Beyhakî'nin rivayeti
şu şekildedir: "İ'tikâfta olanın zorunlu ihtiyacının dışında çıkmaması hasta
ziyaret etmemesi bir kadına dokunmaması ve cinsî temasta bulunmaması sünnettir,
cemaatle namaz kılınan caminin dışında i'tikâf olmaz. İ'tikâfta olanın oruç
tutması da sünnettir."
Dârekutnî'nin rivayeti
de şöyledir:
Aişe (r.anha) haber
verdi ki, Rasûlullah (s.a.) vefatına kadar, Ramazan ayının son on gününde
i'tikâfta bulunurdu. Ondan sonra hanımları i'tikâfa girdiler. İ'tikâftaki
kişiye sünnet olan beşerî ihtiyaçlarından başka birşey için çıkmamak, cenazeyi
takib etmemek, hasta ziyaretinde bulunmamak, bir kadına dokunmamak ve cinsî
temasta bulunmamaktır. Cemaatle namaz kılınan caminin dışında i'tikâf olmaz.
Rasûlullah i'tikâfta olanın oruç tutmasını emrederdi.[576]
1. İ'tikâfta
olan kişi hasta ziyaretine gidemez.
2. Cenaze
namazına ve cenaze defnine iştirak edemez.Cenaze namazını caminin içinde
kılmasında mahzur yoktur.
3. Şehvetle
hanımına dokunamaz.
4. Hanımıyla
cinsî temasta bulunamaz.
5. Zarurî
ihtiyaçları için İ'tikâf mahallinden
çıkmak câzidir.
6. İ'tikâfta
olan kişi oruçlu olmalıdır.
7. İ'tikâfa
ancak cuma ve cemaatle namaz kılınan camilerde girilebilir. Yukarıda sayılan
maddelerin herbiri için şerh bölümünde lüzumlu açıklamalar yapılmıştır. Oraya
müracaat edilmelidir.[577]
2474. ...İbn
Ömer (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre, Ömer (r.a.) Cahiliyye devrinde
Kâbenin yanında bir gece veya bir gün[578]
i'tikâfta kalmayı adadı. (Sonra) Peygamber (s.a.)'e sordu, o da:
"İ'tikâfa gir ve
oruç tut" buyurdu.[579]
Bu rivayet zayıf kabul
edilir. Çünkü râvilerden Abdullah
b. Büdeyl zayıftır. Ama bu hadisin asılsız olduğu mânâsına
gelmez. Aynı hâdiseyi haber veren başka rivayetler de vardır.
Buhârî ve Müslim'in,
Yahya b. Said kanalıyla İbn Ömer'den yaptıkları rivayet şöyledir. Hz. Ömer,
Ya Rasûlallah! ben
câhiliye devrinde iken Mescid-i Haram'da bir gece i'tikâfta kalmayı adadım,
dedi. Hz. Peygamber de:
"Adağını yerine
getir," buyurdu.
Müslim'in başka bir
rivayetinde ve Hâkim'in rivayetinde de Hz. Ömer'in bir gün oruç tutmayı
adadığı bildirilmektedir.[580]
1. Hadis
i'tikâfta olan kişinin oruçlu olması gerektiğine delalet etmektedir.Bu konuda
önceki hadiste âlimler arasındaki farklı görüşler beyan edilmiştir.
2. Bir kimse kâfir iken meşru bir şey adarsa, müslüman olduktan sonra bu
adağını yerine getirmelidir.
3. Hattabî
bu hadisin kâfir iken yemin edip sonra müslüman olan bir kişiye eğer yeminini
bozarsa keffâretin gerekli olduğuna delil olduğunu söyler. İmam Şafiî de bu
görüştedir. Hanefi ve Malikîlere göre bu durumda olana keffâret gerekmez.
Çünkü İslâmiyet önceki amelleri siler.[581]
2475.
...Abdullah b. Ömer b. Muhammed b. Ebân b .Salih el-Kuraşî Amr b. Muhammed,
(yani eI-Ankariy)den; o da Abdullah b. Büdeyl'den aynı isnad ile önceki hadisin
benzerini rivayet etmişlerdir. İbn Ömer (bu rivayette ayrıca) şöyle der:
O (Ömer) i'tikâfta
iken insanlar tekbir getirmeye başladılar, bunun üzerine Ömer (r.a.):
Bu nedir, ya Abdellâh?
dedi. Abdullah;
Hevazin kabilesinin
esirleri. Onları Rasûlullah (s.a.) âzad etti de. dedi.
Ömer (r.a.);
Şu câriye varya
onlarla birlikte onu da gönder, dedi.
Bu haber önceki hadisin farklı bir
rivayetidir. Ondan fazla olarak
Peygamber (s.a.)'in Hevâzin esirlerini salıverdiği ve Hz. Ömer'in bunu
i'tikâfta iken öğrenince oğluna yanındaki cariyesini de serbest bırakmasını
söylediği yer almaktadır. Çünkü Hz. Ömer'in yanındaki cariye de Hevâzin
kabilesinin esirlerinden idi.
Bu rivayette ahkâma
esas teşkil edecek farklı bir şey mevcut değildir.[582]
2476.
...Aişe (r.anha)'dân; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)'ın
hanımlarından bir kadın onunla beraber i’tikâfta bulundu. O hanım sarılığı ve
kırmızılığı görürdü. Bazan[583] o
namaz kılarken (özür kanı için) altına tas koyardık.[584]
îbn Hacer'in
ifadesinden anlaşıldığına göre hadiste bahis konusu olan kadın Peygamber
(s.a.)'in hanımlarından Ümmü Seleme (r.anha)'dir.
İşaret edilen hanımın
sanlık ve kırmızılığı görmesinden maksat, kendisinden az kan geldiği zaman
sarı kan, çok kan geldiği zaman da kırmızı kan gelmesidir. Metinde görüldüğü
üzere bazan da kan haddinden fazla gelir ve bu yüzden Efendimizin diğer
hanımları mescidin kirlenmemesi için Ümmü Seleme'nin altına namaz kılarken tas
tutarlardı.
İstihaza hakkında
geniş bilgi için temizlik bölümüne (kitâbu't-tahare) bakılabilir.[585]
1. Müstehaza
olan bir kadın i'tikâfa girebilir.
2. Namaz
kılabilir.
3. Camide
kalabilir. Ancak camiyi kirletmemek için gerekli tedbirin alınması gerekir.[586]
[1] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/113.
[2] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/113-114.
[3] Sıfrî, huruç, B.
[4] İncil Meta, B.
[5] İncil, Markos, B.
[6] Ahmed b. Hanbel, VI, 244.
[7] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/114-115.
[8] el-Bakara (2), 185.
[9] el-Bakara (2), 286.
[10] Tevrat, Sifrallaviyyin bab
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/115-116.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/116.
[13] Buharî, savm 69.
[14] el-Bakara (2), 183.
[15] Buharî, savm 69.
[16] Buharî, savm 69.
[17] Buharî, savm 69.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/117-118.
[18] el-Bakara (2) 183.
[19] el-Bakara (2) 187.
[20] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/118-119.
[21] el-Bakara (2), 187.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/119-121.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/121.
[24] el-Bakara (2), 187.
[25] Buharı, savm 15; Nesâî, siyam 29; Tirmizî, Tersîru Sûre
(2), 15; Ahmed b. Hanbel, IV, 295; Dârimî, savm 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/121-122.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/122-124.
[27] el-Bakara (2),
184.
[28] Buharî, tefsir Sure (2), 26; Müslim, savm 149; Nesâı,
Savm 63; Tirmizî, savnı 75; Dârimî, savm 29;
Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/124-125.
[29] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/125-126.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/126.
[31] "Bir yoksuldan fazlasını doyurursa, yahut fidyeyi
artırırsa, veya hem oruç tutar, hem fidye verirse,"
[32] el-Bakara (2), 184.
[33] el-Bakara (2), 185.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/126-127.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/127-128.
[35] Tirmizî, savm 31; Ebû Dâvud, savm 43; Nesâî, sıyâm 51;
İbn Mâce, sıyâm 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/129.
[36] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/129-130.
[37] bk. Buharı, tefsiru sûre (2), 25; (Bu hadisi, İbn
Cerir ve Bezzâr da rivayet etmiştir.)
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/131.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/131-133.
[39] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/133.
[40] Buhari, savm, 11, 13; Müslim, savm 4, 10, 12, 13, 15;
İbn Mâce, savm, 8; Nesâî, savm 17; Ahmed b. Hanbel, I, 184; II, 43, 52, 122,
129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/133-134.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/134-135.
[42] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/135.
[43] Buharı, savm, 11; Müslim Savm 5, 7, 9, 11; Nesâî, savm
14-15, 17; ibn Mace, sıyâm, 8; Tİrmizî, savm 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/135-136.
[44] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/136-139.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/139.
[46] bk. Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/140.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/140.
[48] Ibn Mâce, siyam 8; Ahmed b. Hanbel, I, 441; Darekutnî,
Sünen, II, 198.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/140-141.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/141.
[50] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/141.
[51] Buharı, savm 12; Müslim, siyam 31, 32; İbn Mâce, siyam
9; Tirmizî, savm 9; Ahmed b. Hanbel, V, 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/141.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/141-142.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/142.
[54] Tirmizî, sıyâm 11; Ibn Mâce, sıyâm 9; Dârekutnî,
Sünen, II, 163.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/143.
[55] Tirmizî, Siyam II.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/143-145.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/145.
[58] Hâkim, el-Müstedrek, I, 423; Dârekutnî, Sünen,
II, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/145.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/146.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/146.
[61] Nesaî, sıyâm 13; Dârekutnî, Sünen, II, 161.
[62] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/146-147.
[63] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/147.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/147.
[65] Bazı nüshalarda "otuz gün oruç tutunuz"
yerine "otuz günü sayınız" sözü yer almıştır. Burada görülmeyen
hilal, "Şevval hilalindir, önceki babda söz konusu olan ise, Ramazan
hilalidir.
[66] Müslim, .siyam 21; Buharı, savm 14; Nesaî, siyam
31-32; İbn Mâce, siyam 5.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/148-149.
[68] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/149.
[69] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/150.
[70] Ebû Davud'un bazı nüshalarında buradaki kelimesinin
yerinde kelimesi yer almıştır. Buna göre cümlenin manası, "Şaban ayında
bir oruç tuttun mu?" olur.
Hadisin; Buharı, Müslim, Nesaî ve Tahâvî'deki rivayetlerinde biraz ifade
farklılıkları olmakla birlikte hepsinde
"son" kelimesi vardır.
[71] Ebû Davud'a hadis İki ayrı isnadla gelmiştir.
Bunlar;
a. Musa b. İsmail,
Hammad, Sabit, Mutarnf, îmran b. Husayn isnadı.
b. Said el-Cerirî,
Ebu'1-Al'â, Mutarrıf, İmran b. Husayn isnadıdır.
Bu isnadlardan Said el-Cerir kanalıyla gelen rivayete göre Hz. Peygamber
adama "Ramazan bitince bir gün oruç tut" buyurmuştur. Sâbit'ten gelen
rivayete göre ise, Rasûlullah'ın sözü "Ramazan bitince iki gün oruç
tut" şeklindedir.
[72] Buhârî, savm 62; Müslim, siyam 199-200; Ahmed b. Hanbel, IV, 428, 443, 444.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/150-151.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/151-152.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/152.
[75] Malik b. Hu bey re: Sahâbidir. Künyesi Ebu Said'dir.
Hz. Peygamberden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebu'1-Hayr Mersed b.
Abdillah rivayette bulunmuştur. Mısır'ın fethine iştirak ettiği söylenir.
Muaviye tarafından Hınıs'a vali olarak tayin edildiğinden Hınıslı sayılmıştır.
Hâtİb el-Bağdâdî, onun, Mervân b. el-Hakem'in yönetimde bulunduğu zaman
öldüğünü söylemektedir, (bk. İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzİb, X, 24)
[76] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/152-153.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/153.
[78] Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/154.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/154.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/154-155.
[81] Küreyb, tbn Abbas (r.a.)'m kölesidir.
[82] Ümmü'1-fadl, İbn Abbas (r.a.)'ın annesidir.
[83] Müslim, siyam 28; Tirmizî, savm 9; Nesâî, savm 7;
Ahmed b. Hanbel, I, 306.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/155-156.
[84] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/156-158.
[85] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/158.
[86] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/158.
[87] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/158.
[88] Sıla b. Züfer; Tabiundandır. Künyesi Ebu'I-A'lâ'dır.
Hz. Ali, tbn Mes'üd, İbn Abbas ve Ammar b. Yâsir'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden
de Ebû Vâil, Rıb'î b. Hıraş ve Eyyub es-Sahtiyânî rivayette bulunmuştur.
Sıka'dır. (bk. Ibn Hacer, Tehzibu't-Tehzib, IV, 437).
[89] Tirmizî, savm 3; Nesâî, siyam 37; İbn Mâce, siyam 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/159.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/159-161.
[91] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/161.
[92] Buharı, savm 14; Müslim, siyam 125; Tirmizî, savm 2;
İbn Mâce, siyam 5; Dârimî, savm 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/161-162.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/162.
[94] Tirmizî, savm 36; İbn Mâce, sıyâm 4; Dârimî, savm 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/162.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/162-163.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/163.
[97] Tirmizî, savm 38.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/164-165.
[99] Bu hadîsin râvilerinden Sadaka hakkında Nesaî ve Ebû
Dâvud "zayıf" İbn Main da "hadisi bir şey sayılmaz" derler.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/165-167.
[101] el-Hâris b. Hatıb: Ashabtandır. Bizzat Rasûlullah'tan
yaptığı rivayetler vardır. H. 66 yılında İbnu'z-Zübeyr kendisini Mekke'ye emir
tâyin etmiştir. İbn Abdulmelik devrinde Mekke emîri olduğu da söylenir.
Babasıyla birlikte küçük yaşta Habeşistan'a göç ettiği yada orada doğduğu
söylenmektedir, tbn Hibban onu tabiîn'in sikalarından saymıştır. Oysa o
sahâbidir, Ebû Dâvud ve Nesaî onun hadislerini rivayet
etmişlerdir. (bk. İbn
Hacer, Tehzibu't-Tehzib, 11, 138).
[102] Dârekutnî, Sünen II, 167.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/167-169.
[103] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/169-170.
[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/170.
[105] Ahmed b. Hanbel, IV, 314; V. 363.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/171.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/171-172.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/172.
[108] Nesâî, siyam 8; Tirmizî, savm, 7; İbn Mâce, siyam 6;
Darekutnî, Sünen, II, 158; Hakim, miistedrek, I, 424; Bey ha kî,
es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/172-173.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/173.
[110] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/173.
[111] İbn Mâce, siyam 6; Beyhâkî es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 212;
Hâkim, el-Müstedrek, I, 424; Darekutnî, Sünen, II, 169.
[112] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/174.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/174-175.
[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/175.
[115] Beyhakî, es-Sünenü']-kübrâ, IV, 212; Hakim,
el-Müstedrek, I, 423.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/175.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/176.
[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/176.
[118] Müslim, sıyâm 46; Nesaî, sıyâm 27; Tirmizî, savm 17;
Ahmed b. Hanbel, IV, 197; Darimî, savm 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/177.
[119] bk. Hadis no, 2313.
[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/177-178.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/178.
[122] Irbâd b. Sâriye: Suffa ashabından, meşhur bir sahâbîdir.
Müslüman oluşu, İslâmın ilk günlerine rastlar. Rasûlullah (s.a.)'den başka, Ebû
Ubeyde b. Cerrâh'dan da hadîs - rivayet etmiştir. H. 75 yılında vefat ettiği
söylenmektedir.
[123] Nesâî, sıyâm 25, 26, 51, 62; Dârimî; savm, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/178.
[124] İbn Mâce, sıyâm 22; Hakim, el-Müstedrek, I, 425.
[125] Ahmed b. Hanbel, III, 44; IV, 370.
[126] Nesâî, sıyâm 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/179.
[127] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/179.
[128] Beyhaki, es-Sünenü'1-kübra, IV, 237.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/179.
[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/179.
[130] Buhârî, ezan 13, savm İ7; Müslim, sıyâm 39, 41, 43; tbn
Mâce, sıyâm 23; Tirmizî, savm 15; Ahmed b. Hanbel, I, 386, 392, 435; Darekûtnî,
Sünen, II, 166.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/180.
[131] Dârekutnî, Sünen, II, 165.
[132] Dârekutnî, Sünen, II, 165.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/180-181.
[134] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/181.
[135] Ebû Dâvud nüshalarının çoğunda, "iki el"
değil sâdece "el" kelimesi kullanılmış ve bu cümlenin Müsedded'den
olduğuna dâir bîr kayıt yer almamıştır.
[136] Buhârî, ezan 13; âhad 1, Müslim, savm 39, 40; Nesâî,
ezan 11, sıyâm 30; Ahmed b. Hanbel, I, 392, 435.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/181-182.
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/182-183.
[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/183.
[139] Tirmizî, savm 15.
[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/183-184.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/184-185.
[142] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/185.
[143] el-Bakara (2), 187.
[144] Ebû Dâvud, hadîsi, hem Müsedded, hem de Osman b. Ebî
Şeybe'den duymuştur. "Ondan kastedilen gece ve gündüzdür." sözü
Müsedded'in, sonraki de Osman'ın rivayetleridir. Ayrıntılı bilgi için bk.
Buhârî, savm 16; Müslim, sıyâm 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/185-186.
[145] el-Bakara (2),
187.
[146] Tahâvî, Şerhu meâni'1-âsâr, II, 52.
[147] el-Bakara (2), 187.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/186-190.
[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/191.
[150] Ahmed b. Hanbel, II, 423, 510; Darekutnî, Sünen, II,
165; Hâkim, el-Müstedrek, I, 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/191.
[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/191-192.
[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/192.
[153] Buharî, savm 33, 43, 44; Müslîm, sıyâm 51, 52;
Tirmizî, savm 12; Ahmed b. Hanbel, I, 28, 54.
[154] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/192-193.
[155] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/193-194.
[156] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/194.
[157] Sevik, kavrulmuş un demektir.
[158] Buharî, savm 33, 43, 45; Müslim, siyam 52; Ahmed b.
Hanbel IV, 380-381.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/194-195.
[159] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/195.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/195-196.
[161] bk. Buharı, savm, 45; Müslîm, sıyâm 48; Tirmizî, savm
13; İbn Mâce, sıyâm 24, Darimî, savm 11; Muvatta, siyam, 6, 7; Ahmed b. Hanbel,
V, 147, 172, 331, 334, 337, 339; Hakîm, Müstedrek, I, 431; Beyhakî,
es-Sünena'l-kübra, IV, 237.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/196.
[162] Tirmizî, savm 21.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/196-197.
[164] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/197.
[165] Müslim, siyam 49-50; Nesâî, eyman 25; lırmizî, savm
13; Ahmed b. Hanbel, II, 118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/198.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/198-199.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/199.
[168] Selman b. Amir: Ashabtandir. Bizzat Hz. Peygamber'den
hadis rivayet etmiştir. Kü-tüb'i sittede rivayetleri mevcuttur. Cemel vak'asında
100 yaşında iken vefat etmiştir. [lbnu'1-Esir, Üsdü'1-ğabe, II, 416; Ibn Hacer,
Tehzibu’t-Tehzib, IV, 137; el-tsâbe, II, 62]
[169] Nesâî, siyam 28; Tirmizî, zekât 26; îbn Mâce, sıyâm
25; Ahmed b. Hanbel, IV, 17-18, 213, 215.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/199-200.
[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/200.
[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/200.
[173] Tirmizî, savm 10; Ahmed b. Hanbel, III, 164;
Dârekutnî, Sünen, II, 185.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/200-201.
[174] Tirmizî, savm 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/201.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/201.
[176] Tâbiûndandır. tbn Hıbban; kendisini güvenilir râvîler arasında
zikretmiştir.
[177] Dârekutnî, Sünen, II, 185; Hakim, el-Müstedrek I, 422;
Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, IV, 239.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/201-202.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/202.
[179] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra,, IV, 239.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/202.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/203.
[181] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/203.
[182] Râvîlerden biri ve Ebû Usâme'nin hocasıdır.
[183] Buhârî, savm 46; îbn Mace, sıyâm 15; Ahmed b. Hanbel,
VI, 346; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, IV, 217; Dârekutnî, Sünen, II, 204.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/204.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/204-206.
[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/206.
[186] Buhârî, savm 45; Müslim, sıyâm 59; Ahmed b. Hanbel,
II, 23, 112; Darimî, savm 14; Mâlik, sıyâm, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/206.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/206-208.
[188] Buharı, savm 48, 50; Dârimî, savm 14; Ahmed b. Hanbel,
III, 8, 87, 96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/208-209.
[189] Buharı, temennî 9, savm 49, hudud 42; i'tisam 5.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/209-210.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/210.
[192] Buhârî, savm 8; Tirmizî, savm 16; İbn Mâce, sıyâm 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/211.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/211-212.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/212.
[195] Buhârî, savm 2; Müslim, sıyâm 160, 163; Nesâî, sıyâm
42; Ibn Mâce, sıyâm 21; Mu-vatta; sıyâm 57; Ahmed b. Hanbel, II, 245, 257, 273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/212.
[196] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/212-214.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/214.
[198] Rabiâ b. Ka'b b. Malık; Meşhur bir sahâbîdir. Müslüman
oluşu islâm.n ilk devirlerine rastlar. Hanımı ile birlikte Habeşistan'a,
sonradan Medine'ye hicret etmiştir. Bedir ve sonraki bütün savaşlara
katılmıştır. Ayrıca bk. [Ibnu'1-Esir, Üsdii'1-gâbe, II, 216; İbn Hacer.
Tehzibu't-Tehzib, III, 262.]
[199] Buhari, savm 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/215.
[200] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/215-217.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/217.
[202] Muvatta', sıyâm 22; Ahmed b. Hanbel, III, 475; Hâkim,
el-Müstedrek, I, 431; Beyha-kî, es-Sünenü'l-kübra, IV, 263.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/217-218.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/218-219.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/219.
[205] Nesâî, tahâre 70; Tirmizî, savm 68; tbn Mâce, taharet
44; Ahmed b. Hanbel, IV, 33.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/219.
[207] Tahâre 56, (Hadîs no: 140).
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/220.
[209] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/220.
[210] Buhârî, savm 32; Tirmizî, savm 59; tbn Mâce, Siyam 18;
Ahmed b. Hanbel, II, 364; III, 465, 474, 480; Darimî, savm 26.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/221.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/221-222.
[213] Kutüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvud rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/223.
[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/223.
[215] Hâkim, el-Müstedrek, I, 428.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/223-224.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/224-225.
[217] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/225.
[218] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/225.
[219] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/225.
[220] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/225-226.
[221] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/226.
[222] Buhâri, tıp 11; Tirmizî, savm 59, 61; fbn Mâce, sıyâm
18; muvatta sıyâm 30, 32; Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 268.
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/227.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/227-228.
[225] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/228.
[226] Buhârî, savm 32; Tirmizî, savm 60; îbn Mâce, sıyâm 18;
Nesâî, hac 92, 93, 95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/228-229.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/229-230.
[228] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/230.
[229] Ahmet b. Hanbel, İV,.314, 315; Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 263.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/230.
[230] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/230.
[231] Buhârî, savm 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/231.
[232] Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 264.
[233] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübra, IV, 264.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/231.
[235] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/232.
[236] Tirmîzî, savm 24; Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 264;
Dârekutnî, Sünen, II, 183.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/232.
[237] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/232-233.
[238] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/233.
[239] Ahmet b. Hanbel, III, 476; Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ,
IV, 262.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/233-234.
[241] Hadislerin metinleri İçin bk. el-Menhel, X, 104.
[242] Hadislerin metinleri için bk. el-Menhel, X, 105.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/234-236.
[244] Bu eseri kütüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvud
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/236.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/236.
[246] Sadece Ebü Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/236-237.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/237.
[248] İbn Mâce, sıyâm 16; Tirmizî, savm 25; Ahmet b. Hanbel,
II, 498, Hakim, el-Müstedrek, I, 427; Muvatta savm, 47; Bey ha kî,
es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 219.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/237.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/238-239.
[251] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/239.
[252] Dârimî, savm 24; Hâkim el-Miistedrek, I, 426;
Dârekutnî, Sünen, II, 182; Beyhâkî, es-Sünenü't-kübrfi, IV, 220; Ahmet b.
Hanbel, V, 195, 276, 277, 283; VI, 443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/239-240.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/240-241.
[254] Buhârî, savm 23; Müslîm, siyam 65, 66, 68; Ebû Dâvud,
tahare 106; tbn-i Mâce, sıyâm 19, 20; Tinnizî, savm 31, 32; Ahmet b. Hanbel,
VI, 40, 42, 44, 98, 113, 126, 128, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/241.
[255] el-Bakara (2), 187.
[256] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/241-244.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/244.
[258] Müslim, siyam 70; Tirmizî, savm 31; İbn Mâce, sıyâm
19; Darimi, savm 21; Muvat-ta, siyam 13, 18; Ahmet b. Hanbel, VI, 193, 201,
215, 256, 265, 286, 317, 325.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/244-245.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/245.
[260] Müslim, sıyâm 64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/245.
[261] Ebû Dâvud, hadîsi İsa b. Hammâd ve Ahmed b. Yûnus
İsimlerinde iki ayrı üstaddan işitmİştir. Bu cümle Ahmed b. Yûnus'un rivayetinde
mevcut değildir. Bundan sonraki, Hz. Peygamber'in sözü ise her iki üstadın
rivayetinde de mevcuttur.
[262] Ahmet b. Hanbel, I, 21; Hâkim, el-Müstedrek, I, 431;
Dârimî, savın 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/245-246.
[263] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/246.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/246.
[265] Ahmet b. Hanbel, VI, 123, 234; Beyhâkî,
es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 233.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/247.
[266] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/247-248.
[267] Îbn Mâce, siyam 20; Ahmet b. Hanbel, II, 185, 221;
Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 231.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/248-249.
[268] Ahmet b. Hanbel, II, 185, 221.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/249.
[270] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/249.
[271] Musannif hadîsi, hem Ka'nebî'den hem de Abdullah
el-Ezremî'den işitmiştİr. Metindeki "Ramazanda" kaydı, Ka'nebî'nin
rivayetinde yoktur.
[272] Buhârî, savm 25; Müslim, sıyâm 78, 80; Nesâî, tahâre
122; İbn Mâce, sıyâm 27; Muvatta, sıyâm 10, 12.
[273] Bu ilâve bazı nüshalarda mevcut değildir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/250-251.
[274] el-Bakara (2), 187.
[275] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/251-252.
[276] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/252.
[277] Müslim, sıyâm 74, 79; Muvatta, sıyâm 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/253.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/253-254.
[279] Buhârî, savm 30, keffâret 3, 4, nefâkat 13; Müslîm,
savm 81; Tirmizî, savm 28; Ahmet b. Hanbel, II, 208, 241, 281, 516; Muvatta,
sıyâm 28, 29; Dârimî, savm 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/254-255.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/255-261.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/261.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/262.
[283] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/262-263.
[284] Muvatta, sıyâm 28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/263-264.
[285] Zıhar ve keffâreti için bk. 2213 numaralı hadis.
[286] Dârekutnî bu hadîsin râvîlerinden EbûMa'şer'in kuvvetli
olmadığını söyler, [bk. Dârekutnî, Sünen, II, 209].
[287] bk. 2390 numaralı hadîsin şerhî.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/265-266.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/266-267.
[289] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/267.
[290] Muvatta; sıyâm 29.
[291] Ibn Mace, sıyâm 14.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/267-269.
[293] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/269.
[294] Buhârî, hudüd 26; savm 29; Müslim, sıyâm 85, 86;
Dârimî, savm 19; Ahmet b. Hanbel, IV, 140, 272.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/269-270.
[295] Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 223.
[296] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/270-271.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/271.
[298] Kütüb-i sitte içinde sadece Ebû Dâvud rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/271-272.
[299] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/272.
[300] Buhârî, savm 29; Tirmİzî, savm 27; Ibn Mâce, sıyâm 14;
Dârimî, savm 18; Ahmet b. Hanbel, II, 458, 470.
[301] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/272-273.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/273.
[303] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/273.
[304] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/273-274.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/274.
[306] Bu ifadenin aslı olan
cümlesi, bazı nüshalarda şeklinde gelmiştir. Mana bakımından ikisi de
aynıdır.
[307] Buharı, eymân
15; Tirmizî, savm 26; İbn Mâce, sıyâm 15; Darimî, savm 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/275.
[308] Dârekutni, Sünen, II, 178; Hâkim, el-Müstedrek, I,
430; Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ,IV, 229.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/275-276.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/276.
[311] Müslim, savm 152, tbn Mace, savm 13; nesaî, savm 64;
Muvatta, sıyam 54; Abdur-rezzak, el-Musannef, IV, 245, 246.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/277.
[312] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/277-279.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/279.
[314] Buharî, savm 42; Müslim, siyam 153; İbn Mâce, keffâret
19; Ahmet b. Hanbel, VI, 69; Darekutnî, Süaen, II, 195; Beyhâkî,
es-Sünenü'i-kübrâ, IV, 255, VI, 279.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/280.
[316] Tirmizî, savm 23; ibn Mâce, sıyâm 50.
[317] Muzdarib hadis için Mukaddime'ye bakınız.
[318] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/280-282.
[319] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/283.
[320] Bu cümle bazı nüshalarda şeklindedir."Bir adam
ramazanda hastalanır, sonra iyileşmeden ölürse" manasına gelir.
[321] Beyhâkî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 257.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/283.
[322] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/283.
[323] Buhârî, savm 57, 33; Müslim, siyam 104, 185; Nesâî,
siyam 56, 71, 74, 78; ibn Mâce, siyam 74, Muvatîa, sıyâm 24; Ahmet b. Hanbel,
II, 199; VI, 46,193, 202.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/283-284.
[324] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/284-285.
[325] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/285.
[326] Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 241.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/285-286.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/286.
[328] Buharî, savm 38; meğazi, 47; Müslim, siyam 88; Nesâî,
siyam 28, 55, 61; îbn Mace, siyam 16; Darimi, savm 30; Ahmet b. Hanbel, VI, 18;
Beyhâkî, es-Sünenü'1-kübrâ, V, 357.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/287.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/287-288.
[330] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/288.
[331] Buharı, savm 37; Müslim, sıyâm 95, 99; Nesâî, sıyâm
59; Muvatta' sıyâm 23; Beytaâ-kî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/288.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/288.
[333] Bu manaya gelen cümleciği bazı nüshalarda
"etrafında insanlar çoğalmıştı” şeklindedir. Müslim'in rivayeti de bu
şekildedir.
[334] Müslim, sıyâm 102; Ahmet b. Hanbel, III, 35; Beyhâkî,
es-Sünenü'1-kübrâ, II, 390.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/289-290.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/290.
[337] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/290.
[338] Başlık bazı nüshalarda Oruç tutmamayı tercih edenler,
şeklindedir.
[339] Buhârî, savm 36; Müslim, siyam 92; Nesâî, siyam 49;
Dârimî, savm 15; Ahmed b. Hanbel, III, 299, 317,319, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/290-291.
[340] el-Bakara (2), 185.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/291-293.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/293.
[343] Enes b. Mâlik: Bu Enes, Hz. Peygamber'in on yıl
hizmetini görmüş olan meşhur Enes değildir. Münzirî, râviler arasında beş tane
Enes b. Mâlik olduğunu söyler. Bunlardan ikisi sahâbîdir ki, bunlar bu hadisin
râvisi Enes b. Malik ve Rasülullah'ın hizmetkârı olan Ebu Hamza Enes b.
Malik'tir. Diğer üçü imam Malik'in babası Enes, Hımsh olan Enes ve Kûfelİ olan
Enes'tir. Tirmizî bu hadisin râvisi olan Enes'in Hz. Peygamber'den bundan başka
hadis rivayet etmediğini söylemektedir. Kendisinin rivayetleri Ebû Dâvud,
Nesâî, Tirmizî ve Ibn Mâce'de yer almaktadır, [bk. el-Menhei, X, 154.]
[344] Tirmizî, savm 21; Nesâî, sıyâm 51, 62; Ibn Mâce, siyam
12; Ahmed b. Hanbel, IV, 347; V, 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/293-294.
[345] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/294-296.
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/296.
[347] Bu bâb bazı nüshalarda Orucu tercih edenler
şeklindedir.
[348] Şüphe râvilerden birine aittir.
[349] Buharı savm, 35; Müslim, siyam, 108; İbn Mâce, siyam
10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/296.
[350] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/296-297.
[351] Ahmed b. Hanbel, III, 476. V, 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/297.
[352] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/297-298.
[353] Beyhakî, es-Sünenâ'1-kübra, IV, 245.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/298.
[354] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/298.
[355] Bu Cafer, hadisi sahabiden nakleden Cafer b. Cebr
değil, Ebû Davud'un şeyhlerinden olan Cafer b. Müsâfırdir. Ebû Dâvud hadisi
Ubeydullah b. Ömer' ve Cafer : b.
Müsâfir adlarındaki iki ayrı üstaddan almıştır. Bu bölümler Ubeydullah'ın
rivayetinde olmadığı halde, Cafer'in rivayetinde bulunan kısımlardır.
[356] Ahmed b. Hanbel, VI, 398.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/299-300.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/300-301.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/301.
[360] Dıhye b. Halife b. Ferve b. Fudâle b. İmri'il-Kays
el-Kelbî: Rasûlullah'ın ashabın-dandır. Müslümanlığı hayli eski olmakla beraber
Bedir savaşına iştirak etmemiştir. Hz. Muaviye'nin hilâfetine kadar yaşamıştır.
Güzel yüzlü birisi idi. Cebrail (a.s.) onun kılığına girerek vahy getirmiştir.
Rasûlullah (s.a.) kendisini kayser'e elçi olarak göndermiştir. Dimeşk (Şam)
yakınındaki Mizze köyüne yerleşmiştir. Bu köy Şam bahçeleri arasında büyükçe
bir köydür. Orada Dıhye'ye nisbet edilen bir kabir vardır. Onun rivayetlerini
Ebû Dâvud Süneni'ine almıştır, [bk. İbn Sa'd, IV, 249; İbnu'l-Esir,
Üsdü'1-ğabe, II, 158; Zehebî, Sİyeru a'lâmi'n-niibelâ, II, 550-556. İbn Hacer,
Tehrfbu't-Tehzîb, III, 206-207; eî-tsâbe, I, 473.]
[361] Ahmed b. Hanbel, VI, 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/302-303.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/303-304.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/305.
[364] Kütüb-i sitte içinde sadece Ebu Dâvud rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/305.
[365] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/305.
[366] Nesâî, siyam 6; Ahmed b. Hanbel, V, 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/306.
[367] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/306-307.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/307.
[369] Buhârî, savm 66, edahi 16; Müslim, siyam 138; Tirmizî,
savm 37; Nesâî, iydeyn 1, 10; İbn Mâce, siyam 36; Muvatta’ iydeyn 5; Ahmed b.
Hanbel, I, 34, 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/307-308.
[370] el-Ahzâb (33), 21.
[371] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/308-309.
[372] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/310.
[373] Buhari, savm 66; Müslim, sıyâm 141; Tirmizî, savm 58;
İbn Mâce, siyam 36; Darimî, savm 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/310.
[374] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/310-311.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/311.
[376] Ebû Mürre Yezid el-Höşimî el-Hİcâzî Ukayi b. Ebi
Tâlib'in azatlısı olduğunu söyleyenler de vardır. Ümmü Hânî, Ebu'd-Derdâ, Amr
b. el-As ve Ebû Vâkid el-Leysî gibi sahabilerden hadis, rivayet etmiştir.
[377] Muvatta, hac 137; Hakim, Müstedrek, I, 435.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/311-312.
[379] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/312-313.
[380] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/313.
[381] Tirmizî, savm 58; Nesâî, menâsik 195; Darimî, savm 47;
Ahmed b. Hanbel, IV 152; Hakim, Müstedrek, I, 434; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ,
IV, 298.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/314.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/314.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/314.
[384] Buhârî, savm 63; Müslim, siyam 147; Tirmizî, savm 42;
İbn Mâce, sıyâm 37; Ahmed b. Hanbel, I, 288; II, 422, 526; V, 225; Hakim, el-Müstedrek,
I, 437; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, IV, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/315.
[385] Bu hadis Ebû Dâvud'ta 2422 numarada gelecektir.
[386] Tirmizî, savm 41; Nesâî, siyam 70; Ahmed b. Hanbel, I,
406.
[387] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/315-317.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/318.
[389] Abdullah b. Büsr es-Sülemî: Ensardan Beni Seleme'ye
mensuptur. Babası Büsr, erkek kardeşi Atiyye ve kız kardeşi Samma,
sahâbîdirler. Hz. Peygamber, elini Abdullah'ın başına koymuş ve "bu çocuk
bir asır yaşayacak" buyurmuştur. Efendimizin buyurduğu gibi Abdullah 100
sene yaşamıştır.
Sammâ'mn asıl adı,
Behiyye veya Buheyme ya da Nüheyme'dir. Farklı şekillerde rivayetler vardır.
Sahâbiyedir. Samma onun lâkabıdır. Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisleri
Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî ve İbn Mâce'de mevcuttur, [bk. İbnu'l-Esir,
Üsdü'l-gâbe, IH, 186.]
[390] Tirmizî, savm 43; İbn Mâce, siyam 38; Ahmed b. Hanbel,
IV, 189; VI, 368; Dârimî, savm 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/318-319.
[391] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/319-320.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/320.
[393] Cüveyriye bint Haris: Câriyecik demektir. Asıl adı
Berre'dir. Bu lâkabı kendisine i Hz. Peygamber vermiştir. Benû Mustalık
kabilesinin esirlerinden idi. Hz. Peygamber (s.a.) kendisi İle evlenince,
ashabın tümü Bemı Mustalık'tan edindikleri esirleri serbest bıraktılar, [bk.
tbn Sa'd, Tabak âl, VIII, 116-120; Îbnu'1-Esîr, Üsdu'1-gâbe, VII, 56; Zahebî,
Sİyeru a'lâmı'n-nubdâ, II, 261-265; tbn Hacer, Tehribu't-Tehzib, XII, 407]
[394] Buharî, siyam 63.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/321.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/322.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/322.
[397] Kütüb-i sitte sahipleri içinde sadece Ebû Dâvud
rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/323.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/323.
[399] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 303.
[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/323-324.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/324.
[402] Bu sözler türkçede aynı manadadırlar. Fakat Hz.
Peygamber'den gelen rivayetteki lâfız farklılıklarına işaret için ayrı ayrı
kelimeler kullanılmıştır. Hadisin Süleyman b. Harb'-den rivayetinde Hz.
Peygamberin bu bölümü Müseddedden gelen rivayetinde ise veya şeklinde ifade
ettiği belirtilmektedir.
[403] Müslim, siyam 196; İbn Mâce, sıyâm 31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/324-326.
[404] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, IV, 301.
[405] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 301.
[406] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 300.
[407] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/326-330.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/330.
[409] Müslim, siyam 198; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 293.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/330-331.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/331-332.
[411] Buharî, savm 56, enbiya 37; Müslim, siyam 1159; Nesaî,
siyam 75-76; Ibn Mâce, siyam 31; Ahmed b. Hanbel, II, 158, 200, 201, 225; V,
297, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/332-333.
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/333-334.
[413] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/334.
[414] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/334-335.
[415] Râvi, Bahiliyye'nin babasından mı yoksa amcasından mı
rivayet ettiğinde şüphe etmiştir.
[416] Nesaî, siyam 77; İbn Mâce, siyam 43; Ahmed b. Hanbel,
V, 28; VI, 383, 384.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/335-336.
[417] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/337-338.
[418] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/338.
[419] Müslim, siyam 202-203; Tirmizî, mevakit 207; Nesaî,
kıyâmü'1-Leyl 6; Darimî, savrn 45; Ahmed b. Hanbel, II, 342, 344, 545.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/338-339.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/339-340.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/340.
[422] Bu hadis bazı nüshalarda "Receb orucu"
adında bir başlık altında verilmiştir. Nüshaların çoğunda ise, "Muharrem
orucu" başlığı altında yer almıştır. Görüldüğü üzere hadisin Muharrem
orucu ile hiçbir ilgisi yoktur. O bakımdan "Receb orucu" adındaki
başlık altına koyan nüshalardaki tertip şekli daha güzeldir.
[423] Buhârî, savm 52-53; Müslim, siyam 175, 179; İbn Mâce,
siyam 30; Nesaî, siyam 34, 70; Ahmed b. Hanbel, I, 227, 231, 241, 301, 321,
326; III, 104r 179, 230; Darimî, savm 33.
[424] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/341.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/341-343.
[426] Nesâî, siyam 70; Ahmed b. Hanbel, VI, 188; Müstedrek,
1,434; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 292.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/343-344.
[427] Nesâî, siyam 70; Ahmed b. Hanbel, V, 201.
[428] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/344-345.
[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/345.
[430] Bu başlık bazı nüshalarda mevcut değildir. Bu
bölümdeki hadis bundan önceki başlığın altında yer almıştır. Concordance bu
bab'a numara vermemiş.
[431] Müslim b. Ubeydullah'dır. Sahâbidir Kûfe'de ikâmet
etmiştir Hz. Peygamber'den bu hadisi rivayet etmiştir.
[432] Tirmizî, savm 43-44; Nesaî, siyam 83.
[433] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/345-346.
[434] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/346-347.
[435] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/347.
[436] Müslim, siyam 204; Tirmizî, savm 52; İbn Mâce, siyam
33; Ahmed b. Hanbel, III, 308, 324, 244, V, 417, 419; Dârimî, savm 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/347.
[437] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/347-349.
[438] Buharî, savm 52-53; Müslim, siyam 175; Nesâî, siyam
34; Ibn Mâce, siyam 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/349-350.
[439] bk. 2430 numaralı hadis.
[440] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/350-351.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/351.
[442] Müslim, siyam 176.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/351-352.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/352.
[444] Bu zatın adının ne olduğu tesbit edilmemiştir. Ancak
Avnii'l-Ma'bud'da Mizzî'nin Üsame b. Zeyd'in azatlısı Harmde'den başka bir
hadis rivayet ettiği söylenmektedir. Bu hadisin râvisi ile Harmele'nin aynı
şahıs mı, yoksa ayrı ayrı kişiler mi olduğu bilinmemektedir.
[445] İbn Mâce, sıyâm 42; Ahmed b. Hanbel, V, 200, 205-206,
208-209.
[446] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/352-353.
[447] Tirmizi, savm 43.
[448] Müslim, birr 34-36; Ebû Dâvud, edeb 47; Muvatta,
husnu'1-hulk 17, 18; Ahmed b. Hanbel, II, 389, 400, 465.
[449] Nesâî, siyam 70.
[450] Darimî, savm 41.
[451] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/353-355.
[452] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/355.
[453] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/355.
[454] Nesâî'nin rivayetinden anlaşıldığına göre bu hânım,
Ümmü Seleme (r.anha)'dır.
[455] Nesâî, sıyâm 83; Ahmed b. Hanbel, V, 271; VI, 288, 423.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/355.
[456] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/356.
[457] Buharı, iydeyn 11; Tirmizî, savm 51; İbn Mâce, siyam
39; Ahmed b. Hanbel, I, 224, 338; II, 75, 132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/357.
[458] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/357-358.
[459] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/358-359.
[460] Müslim, itikaf 9; Tirmizî, savm 50; Ahmed b. Hanbel,
VI, 42, 124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/359.
[461] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/359.
[462] İbn Mace, siyam 40; Ahmed b. Hanbel, II, 304, 446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/360.
[463] bk. 2419 no'lu hadis.
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/360-362.
[465] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/362.
[466] Buhari, hac 88, savm 65; eşribe 17, 29; Müslim, siyam
110; Muvatta, hac 132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/362.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/362-363.
[468] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/363.
[469] Başlık bazı nüshalarda "Aşure Orucu"
şeklindedir.
[470] Bu kelimenin bir kullanılışı için bk. 2445 no'lu
hadisin açıklaması.
[471] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/363-364.
[472] Buharı, tefsiru sûre (2), 24; savm 1, 29, manakibü'l-ensâr
26; Müslim, sıyâm 111-112, 114-116; Tirmizî, savm 48; Darimî, savm 46; Muvatta,
siyam 33; Ahmed b. Hanbel, U, 57, 143;
IV, 29, 50; VI, 162.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/364-365.
[473] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/365-369.
[474] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/369.
[475] Buharı, savm 69; Müslim, siyam 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/369.
[476] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/369.
[477] Buharı, embiyâ 24, menakibü'l-ensar 52; Müslim, sıyâm
127; İbn Mâce, siyam 41; Darimî, savm 46; Ahmed b. Hanbel, 1, 291, 310, 336,
340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/370.
[478] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/370-371.
[479] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/371.
[480] Müslim, siyam 133.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/372.
[481] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/372-374.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/374.
[483] Hakem b. el-A'râc; Tâbiundandır. Babası Abdullah b.
İshaktır. A'rac dedesinin sıfatıdır. Bu zât İbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Hüreyre
ve tmran b. Husayn gibi tamnmiş sahabilerden hadis rivayet etmiştir.
[484] Müslim, siyam
132; Tirmizî, savm 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/374-375.
[485] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/375-376.
[486] İbn Hacer bu zatın isminin Abdurrahman b. el-Minhâl
olduğunu söyler.
[487] Ahmed b. Han bel, IV, 388; V, 409.
[488] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/376.
[489] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/376-378.
[490] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/378.
[491] Buharî, teheccüd 7, enbiyâ 37-38; Müslim, sıyâm
189-190; Nesâî, siyam 14, 68-69, 76-78, 80; îbn Mâce, siyam 31; Dârimî, savm
42; Ahmed b. Hanbel, II, 314; III, 160, 164,
190, 200, 205, 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/379.
[492] bk. 1388 no'lu hadis.
[493] bk. 1388, 1389, 1399, 2427 no'lu hadisler ve izahları.
[494] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/379-381.
[495] Katâde b. Milhan el-Kaysî el-Cerîri el-Basrî,
ashabtandır. Hz. Peygamber (s.a.)'den bu hadisi rivayet- etmiştir.
[496] Nesâî, sayd 25; İbh Mâce, sıyâm 29; Ahmed b. Hanbel,
V, 28, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/381-382.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/382.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/382.
[499] "Yani her ayın aydınlık günleri" ifadesi
râvilerden birisine aittir. Sanki o hocasının kendisine söylediği sözü tam
hatırlayamamış ve hatırındaki manayı bu şekilde ifade etmiştir.
[500] Nesâî, sıyâm 70; Tirmİzî, savm 40, Ahmed b. Hanbel, I,
406.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/382-383.
[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/383-384.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/384.
[503] Nesaî, siyam 70; İbn Mâce, siyam 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/384-385.
[504] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/385.
[505] Nesaî, sıyâm 70, 83; Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, IV,
295.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/385.
[506] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/386.
[507] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/386.
[508] Müslim, sıyâm 194; Tirmizî, savm 53; Nesâî, sıyâm 70,
82-83; İbn Mâce, sıyâm 29; Ahmed b. Hanbel, I, 406, II, 90, 246; VI, 146,
175, 287.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/386-387.
[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/387.
[510] Tirmizî, savm 33; Nesaî, siyam 66, 68; İbn Mâce, savm
26 (benzeri); Muvatta; siyam 5; Darimî, savm 10.
[511] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/387-388.
[512] el-Bakara (2),
187.
[513] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/388-389.
[514] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/389.
[515] Hadis, Ebû Davud'a iki ayrı yoldan gelmiştir.
Bunlardan birisi: Muhammed b. Kesir, Süfyân, Talha b. Yahya diğeri de Osman b.
Ebi Şeybe, Vekî', talha b. Yahya'dır. Bu bölüm birinci kısımdaki zâtların
rivayetinde mevcut değildir.
[516] Buharı, savm 21, 51; Müslim, siyam 169-170; Nesâî,
sıyâm 67; Tirmizî, savm 34; İbn Mâce, siyam 26; Ahmed b. Hanbel, III, 188, 248;
IV 95; VI, 207.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/390.
[517] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/391.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/392.
[519] Hadisin râvisi bizzat Ümmü Hâni'dir. Normal olarak
onun "ben sağında idim" demesi gerekirdi. Ama o ya kendinden hikâye
ederek böyle söylemiştir, ya da râvi kendi sözünü Ümmü Hânî'nin sözünün yerine
koyarak hadisi mânâ olarak nakletmiştir.
[520] Dârimî, savm 30, Ahmed b. Hanbel, VI, 424.
[521] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/392.
[522] Muhammed, (47), 33.
[523] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/392-393.
[524] Tirmizî, savm 35; Ahmed b. Hanbel, VI, 263; Muvatta', siyam
50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/394.
[525] Heysemî, Mecmeu'z zevâid, IV, 52 (Taberânî'den
naklen).
[526] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/394-395.
[527] Buhârî, nikah 84, 86; Müslim, zekât 84; Tirmizî, savm
64; Darimî, savm 20;-Ahmed b. Hanbel, II, 316, 245, 444, 464, 500.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/395-396.
[528] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/396-397.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/397.
[530] Ahmed b.
Hanbel, 111, 80, 85.
[531] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/397-398.
[532] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/398-399.
[533] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/399-400.
[534] Müslim, nikâh 106; Tirmizî, savm 63; Ahmed b. Hanbel,
II, 279, 489, 507.
[535] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/400.
[536] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/400-401.
[537] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/402.
[538] Müslim, siyam 159; Tirmİzî, savm 63; Nesaî, sıyâm 51;
tbn Mâce, siyam 57; Darimî, savm 31; Muvatta' hacc 137; Ahmed b. Hanbel, II,
242, 279, 477, 489, 507.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/402.
[539] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/402.
[540] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/403.
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/403.
[542] Buhârî, i'tikâf 1, 6; Müslim, i'tikâf 2; Tirmizî, savm
71; îtin Mâce, siyam 58, 61; Ahmed b. Hanbel, II, 133, 281, 336, 344; VI, 50,
92, 168, 233, 279.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/403.
[543] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/404-405.
[544] İbn Mâce, siyam 58; Tirmizî, savm 78; Ahmed b. Hanbel,
V, 141.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/405-406.
[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/406.
[546] Buharı, i'tikâf 18; Müslim, i'tikâf 6; Nesaî, mesâcid
18; îbn Mâce, sıyâm 59; Muvat-ta', i'tikâf 7; Ahmed b. Hanbel, VI, 84, 226.
[547] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/406-408.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/408-410.
[549] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/410.
[550] Buharî, i'tikâf I, 6, 18; Müslim, i'tikâf 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/410-411.
[551] İbn Mâce, siyam 61.
[552] el-Bakara (2), 187.
[553] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/411-413.
[554] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/413.
[555] Buharî, i'tikâf 17; İbn Mâce, sıyâm 58; Darimî, savm
55; Ahmed b. Hanbel, II, 336, 355.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/413-414.
[556] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/414.
[557] Müslim, hayz 6; Tirmizi, savm 79; Muvatta, İ’tikaf 1; Ahmed
b. Hanbel, VI, 181.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/414-415.
[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/415-417.
[559] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/417-418.
[560] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/418.
[561] bk. bir önceki hadisin kaynakları.
[562] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/418-419.
[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/419.
[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 9/419.
[565] Buhârî, Bedü'1-halk 11, edebi 81, i'tikâf, 1142;
Müslim, selâm 24; İbn Mâce, siyam 65; Dârimî, rikâk 66; Ahmed b. Hanbel, VI,
337, 235; III, 156, 285, 309.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 9/419-420.
[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/420-421.
[567] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/421-422.
[568] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/422.
[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/422-423.
[570] Musannif bu hadisi iki ayrı üstadd'an işitmiştir.
Bunlar Abdullah b. Muhammed en-Nufeyli ve Muhammed b. İsa'dır. Bu üstadiarın
rivayetleri arasında fark olduğu için Ebû Dâvud her birinin rivayetini ayrı
ayrı vermiştir. Bu bölüm Nüfeylî'nin rivayetidir. Biz de bu farka işaret için
âdetimizin hilâfına hadisin senedini terceme ettik.
[571] Kütüb-i sitte sahiplerinden sadece Ebû Dâvud rivayet
etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/423-424.
[572] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/424.
[573] Beyhakî es-Sünenü'l-kübrâ, IV, 321; Dârekutni, Sünen,
H, 201.
[574] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/424-425.
[575] İbn Kudâme'nİn sözleri özetlenerek alınmıştır.
[576] Darekutnî, Sünen, II, 201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/425-428.
[577] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/428.
[578] Buradaki şüphe râvidendir.
[579] Nesaî, eyman 36; Tirmizî, nuzur 12; Ebû Dâvud, eymân
25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/428-429.
[580] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/429.
[581] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/429.
[582] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/429-430.
[583] Bazı nüshalarda “altına tas koydu" şeklinde vârid
olmuştur.
[584] Buhârî, i'tikâf 10, hayz 10; Müslim, reda' 98; Îbn
Mâce, siyam 66; Dârimî, savm 81; Ahmed b. Hanbel, VI, 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 9/430-431.
[585] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/431.
[586] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
9/431.