Ümmet Dini Anlam
Taşıyan Bir Oluşumdur
Arapça "ümmet" kelimesi, herhangi bir özellik ya da sebep
ile bir araya gelen ve böylece oluşan beraberlikte karar kılan
insanların meydana getirdiği topluluk demektir. Cemaat ve toplum
kavramları da, çok defa bu kelime ile ifade edilir. Bu anlamda ümmet,
belirli bir zaman diliminde gözlemlenen vakıayı belirten tasvirî bir
sözcüktür. Toplumun temeli mesabesinde insanları bir araya getiren
özelliğin ve üzerinde birleşilen esasın niteliği ve muhtevası hakkında
bir fikir vermez ve bir değerlendirme içermez. İman edenlerin toplumuna
ümmet denildiği gibi, söz gelişi, ırk esasına dayanan bir topluluk da
bir ümmettir. Bu yüzden, günümüzdeki AB örneğinde olduğu gibi,
uluslararası bütünleşme (entegrasyon) hareketlerini de birer ümmet
teşebbüsü olarak anlamlandırmamız gerekir. Çünkü ümmet, insanlar
tarafından esas kabul edilen ve önemli tutulan (müktesebat ya da
değerler manzumesi de denilebilen) herhangi bir kavram etrafında vücut
bulmuş olabilir. Kapsam ve hacim itibariyle de farklı büyüklüklerde
şekillenebilir.
Topluluk, cemaat, toplum ya da ümmet gibi sözcüklerle ifade
edilen beşerî oluşumda insanları beraberliğe götüren kavram; kendileri
tarafından önemsenmiş, üst seviyede ortak bir ilke olarak benimsenmiştir
ve ona, toplumu yönlendirecek çok önemli nâzım bir rol yüklenmiştir.
Toplumsal kimlik onunla ifadesini bulmuştur. Bu itibarla da o, muhtevası
ne olursa olsun, -farklı isimlendirilse bile- insan hayatı için taşıdığı
fonksiyonun ciddiyeti ve kapsamı bakımından tamamen din kategorisinde
mütalaa edilmek gerekir.
Gerçek şu ki, insanlar toplumlarını kurup şekillendirmekle,
etrafında bir araya geldikleri kavramı beraberliklerine esas
edindiklerini ortaya koymuşlardır. Böylece toplumun (Kur'ân diliyle
ümmetin) oluşumu; insanın, hemcinsiyle beraberlik kurduğu ortak zemini
ve grup olarak birliğine esas tutmak üzere en çok neye önem verdiğini
gösterir. İşte, burada açığa çıkan beşerî tercih, doğrudan veya dolaylı
olarak dinî anlamı bulunan bir seçimi yansıtmakta ve sonuçta insanın din
konusundaki tavrının bir ifadesi olmaktadır. Çünkü üzerinde birleşilen
kavram, aslında, benimsenen hayat anlayışına göre şekillenmiş bir kabul
ve inanç ifadesiyle yüklüdür ve onun uzantısı olan değerlerle
bütünlenmiştir. Böylece de insanların saygın tuttuğu ve bağlandığı en
üst bir değer olarak, dinî düzeye ilişkin bir duruşun tezahürüdür.
Bununla, imana kavuşmanın ve dinin hakiki kavramına
bağlanmanın yanı sıra; din hususunda olumsuz tutumları, özellikle ona
kayıtsız duruşu, inkar mahiyetindeki davranış tarzlarını, din açısından
sapma anlamına gelen farklı ve geçersiz görüşleri de kapsayan tavır
alışların bütünü kastedilmektedir. Dinin yerine konan ve onun rolünü
yüklenen her şey, geniş anlamda buna dahildir. Zira temel beşerî bir
yönleniş olarak bütün bunlar, insan ve onun toplumu için aynı düzeyde
rol oynar. İnsanın seçimini şekillendirmede onun hesabına gerçek anlamda
belirleyici bir görev ifa eder.
Toplumun kuruluşunda temel belirleyici değerin dinî
mahiyette oluşu, meseleye iman mantığı ile bakıldığında daha kolay
anlaşılır. Zira iman mantığı açısından, insanları etrafında toplayan
kavram, onlar tarafından tamamen inanılmış bir değer olarak kendileri
için fiilen din mesabesindedir ve reel planda dinin görevini
yüklenmiştir. Böylece adı ne olursa olsun, topluluk hayatında
belirleyici olan temel beşerî tutum, özü itibariyle inanılmışlığın
eseridir ve taşıdığı yüksek rolün önemi sebebiyle de dinî düzeyde anlam
taşır.
Aynı sebeple, Allah'ın dininin ve ona olan imanın sözü
edilen yerde, salt iman mantığı açısından, onun toplumun yapılanmasında
temel görevi yüklenmesi kaçınılmazdır. Böyle bir yapılanmada; belki ilk
planda gözlemlenen bir vakıa olarak insanları bir araya getiren ve bu
yüzden de onlar için birleşme zemini olacağı tasavvur edilen; ırk ve
akrabalık bağı, lisan ve kültür beraberliği, müşterek tarihe atfen ve
coğrafyayla temellendirilen fiili bütünlük söylemi, ekonomik ve
stratejik çıkarlar ya da güvenlik ihtiyacı vb bütün tabii ve fiili
birliktelik sebepleri; bu yolda ancak tâli ve görece birer unsur olarak
belki destekleyici rol oynayabilirler. Zira imanın varlığı halinde o,
insanları fikrî-manevî tercih bilinci ile bir araya getiren ve onları
toplum halinde tutan asıl sebebi oluşturur. Kısacası iman devrede ise,
mahiyeti gereği, birleşme için en üst rolü ancak o yüklenir.
Bununla insan için bütün diğer birleşme sebepleri geride
kalmış; zihinsel yönleniş öne çıkmıştır. Çünkü ancak böylece, insanın,
kendi seçimiyle oluşmuş bulunmayan tabii-fiili unsurlarla belki ilk
aşamada bir vakıa olarak (de facto) şekillenmiş olan birleşme
şartlarını aşması mümkün olmuştur. Onun önünde, toplumsal yapılanması
için, tabii-fiilî durumların ötesinde entelektüel mahiyette bir açılım
sağlanmış ve insanın, toplumuna temel edinmek üzere doğal verilerle
sınırlı ve onlara bağımlı kalmaya mecbur olmadığı bir düzey elde
edilmiştir.
Böylece ilk elde tabii-fiili unsurlarla kurulan birliktelik,
imanın devreye girdiği noktada rolünü kaybeder ve taşıdığı nâzım görevi
ona bırakır. Zaten yaratılışından akıl ve zekâ ile donatılmış olan insan,
zihinsel yapısıyla, fiilî şartların temsil ettiği sınırlara tabi kalmak
zorunda olmayan bir varlıktır. O, kendi cinsiyle olan ilişkilerinde,
tercihlerini -fiili şartların ötesinde ve onlara mahkum olmadan-
entelektüel düzeyde oluşturabilme yeteneğine sahiptir. Zihnî-manevî
seçimini ve kararını yansıtan tavrını, hemcinsleriyle diğer
ilişkilerinde olduğu kadar, toplumunu kurarken de ilke edinebilir.
Kısacası, imanın ve dinin bulunduğu yerde, diğer faktörlerin
birleşme için öne çıkması (veya önde kalması) ve onu ikame etmesi söz
konusu olamaz. Eğer hem fert, hem de toplum için en üst ve en önemli
kurumun din olduğu kabul ediliyorsa -ki mahiyeti gereği zaten başka
türlü düşünülemez- dünyevi ve görece anlam taşıyan diğer hiçbir faktörün
öne geçmesi ve onu gölgelemesi tasavvur edilemez.
Ama iman yoksa ya da arka plana itilmişse, o zaman fiilen
var olan birliktelik unsurları onun yerine geçer ve bu defa toplum o
unsurlara dayanmak zorunda kalır. Gerçek dinin rolü onlara yüklenmeye
çalışılır ve onlar toplum için din gibi fonksiyon ifa eder. Zira
birbirine yakın olan ve benzer inanç yaklaşımı içinde bulunan insanlar,
inançları bâtıl da olsa, herhalde bir araya gelecek ve kendi
toplumlarını kurma fonksiyonunu mutlaka işletecektir. Yahut da zaten bir
vakıa olarak var olan birlikteliklerini izah için onun söylemini
kurgulayacak ve seslendirecektir.
Bu durumda çok iyi anlaşılır ki, toplumun kuruluşunda
tabii-fiili faktörlerin öne çıkan bir söylem haline gelmesi; ancak
imanın gölgelenmesi ve gerçek dinin arka plana itilmesiyle mümkündür.
Irkçı, kavmiyetçi, bölgeci vb ideolojilerin gelişmesini ve bu yolda
siyasi söylemlerin öne çıkmasını mümkün kılan ortam böyle oluşur.
Şu görülüyor ki, toplum, her halükârda, insanlar tarafından
-sahih veya bâtıl olması bir yana- din kategorisinde benimsenmiş olana
dayandırılarak şekillenmiş bir olgudur. Hak dinine ya da dinsel bir
sapma ile onun yerine konulmuş olana istinad ettirilmiş bir vakıadır.
Ayırımcılığa Düşmemek İçin Dini Temel Almak Kaçınılmazdır
İnsan toplumu, uluslararası siyasi yapılanmanın bir sonucu
olarak belli bir zaman kesitinde, imana sahip olmasının yanı sıra,
tabii-fiili birliktelik unsurları yönünden de, bir tecânüs arzedebilir.
Söz gelimi bir toplum, -mesela Osmanlıların kuruluş döneminde olduğu
gibi- imana kavuşmuş olmanın yanı sıra, aynı zamanda ırkî anlamda
tecanüsü (ırkî bütünlüğü) de haiz bulunabilir. O zaman da bu tabloya
bakarak ırk söylemini öne çıkarmanın -mevcut siyasi durumu yansıttığı ve
yaygın üslûba uyduğu için- normal karşılanması gerektiği sanılabilir.
Nasıl olsa uluslararası siyasi yapılanmanın da -o dönemde- böyle bir
söyleme yaygınlık ve geçerlilik kazandırmış durumda olduğu düşünülerek
bunda bir yanlışlık bulunmadığı zannedilebilir.
Oysa, zaten her devir için geçerliliği bulunmayan ve bu
yüzden de evrensel niteliği haiz olmayan böyle bir söylem; gerçekte,
statükoyu yansıtmaktan ve belki muhafazakâr bir eğilimle onu koruma
gayretinden öte anlam taşımaz. Daha da önemlisi böyle bir söylem,
insanların ufkunu daraltan kasır bir tutumdan ibaret kalır. İnsanlık
camiasının zihnen ve manen gelişmesinin ve hayır yönünde bütünleşmesinin
önünü tıkamakla aynı anlama gelir. Farklı unsurları temessül etmeye ve
onlarla bütünleşmeye müsait olmayan; içine kapalı ve dışlayıcı bir
yaklaşım oluşturur. Yabancı bilinenler için ayırımcı olan; onlara hitap
kabiliyetinden yoksun bulunan; farklılıkları derinleştirip
keskinleştiren; sömürgeci ve ürkütücü bir zihniyetin hüküm sürdüğünü
ifade eder.
Bu yüzden o anda, mesela, ırkî bütünlük, kültürel değerler,
ekonomik çıkarlar ve teknolojik ya da sosyo-ekonomik standartların
düzeyi etrafında gözlemlenen fiilî avantajlar vb tabii-fiili yahut devrî
unsurlar etrafında birleşebilen toplumlarda dahi, bu unsurların
toplumsal bütünlük için temel alınmaması; herhalde imana rağmen öne
çıkarılmaması ve dini tecanüsü gölgelemek anlamına geleceği için, ilke
düzeyine yükseltilerek seslendirilmemesi lazımdır. Bu bakımdan, bir
toplumda imanın varlığı ile birlikte, "de facto" bir nitelik olarak
diğerlerinin de bulunması halinde, o toplumun birlik esası olarak imanı
temel edinmek asıl olmalıdır. İlke düzeyinde, "de jure" anlamında,
benimsenmesi gereken tutum budur. Soylu ve genişlemeye açık birlik
zemini o olduğu için, dini tecanüs ötekiler üzerine -tartışmasız- her
zaman tercih edilmelidir.
Aksi takdirde, imana dayanan bütünlük arka plana itilmiş;
din kardeşliği yerine, geniş anlamda akrabalık demek olan ırkî bağ ikame
edilmiş ve neticede de bölücülük yolu tutulmuş olur. İnsanlık camiasının
aynı ana-babadan geldiği gerçeği gölgelenir; biyolojik yapıları ve
manevi yetileri bakımından insanlar arasında esasta bir fark olmadığı
hakikati unutulur. Bu da, insanların görünüşteki geçici farklara takılıp
kalmalarının bir sonucudur. Zamanın belli bir döneminde geçerli gözüken
fiili şart ve durumlara -sanki onlar hiç değişmezmişçesine- abartılı bir
rol yüklemeleri ve onlara bağımlı olduklarını sanmaları demektir.
Böylece de zihinsel bir açmaz ile kendileri için hayır yolunda
birleşmeyi mümkün olmaktan çıkarmalarıdır.
Kısacası, entelektüel yapılarının gereği olarak insanların,
zihnî ve manevî düzeyde aralarında bağ ve iletişim kurmaları her zaman
kabil olabilmeli ve neticede bütünleşmelerini bu düzeyde
temellendirmelerinin önüne set çekilmemelidir.
Böylece görülmüş oluyor ki, imanı merkez alan ümmet
yapılanması, insan toplumuna evrensel açılım sağlayan bir yaklaşımı
temsil etmektedir. Aynı imanı benimseyen herkesi kucaklayan bir
anlayışın eseridir. Bu yolda nihaî ve kalıcı bir engel tanımaz ve iman
eden herkese sonuna kadar açık kalır. Bir bütünleşme tasarımı olarak,
insanların hepsi için, onların hayır ve menfaatini hedefleyen sürekli
bir çağrı oluşturur. Bu bakımdan da, bir kısım insanların,
inisiyatifleri altında bulunan değerleri, kendilerine has bir ayrıcalık
hâlinde tutma hırslarını; başkalarını istismar eğilimlerini ve gene aynı
anlama gelen hasis hesaplarını yansıtan dar ve sınırlı entegrasyon
arayışlarını meşruiyeti bulunmayan bir tutum olarak değerlendirir. İçine
kapalı toplum tasavvuruna hiç sıcak bakmaz.
Unutulmasın ki, Rasûlüllah'ın(s.) muhatabı olan insanlar hep
Arapça konuşan, aynı coğrafî zemini (Arap yarımadasını) paylaşan,
tarihleri ortak olan ve aynı soydan gelen kimselerdi. Fakat O, hitab
ettiği insanların bu tabii-fiilî beraberliklerini; ne düşünce planında
ve ne de siyasî bir söylem olarak esas edinmedi. Böyle bir üslûba hiç
iltifat göstermedi. Bu vakıaları ne kaynak tuttu, ne de delil saydı.
Davası için onları öne çıkarıp asla referans almadı ve Arap
milliyetçiliğini çağrıştıran hiçbir şey yapmadı. Tam aksine, O'nun
çağrısı, bu anlamdaki birlik ve beraberlik kuruntusuna bir darbe oldu.
İslâm'ın gelişi ile, cahiliye dönemine ait statüko (düzen), insanların
yararına olarak bozuldu. Aynı ailenin veya kabilenin üyeleri arasında
iman edenler ayrıldı. Küfür içinde kalanlar ile bunlar arasında bölünme
ortaya çıktı. İmana kavuşanlar ile bundan mahrum kalan Araplar, aynı
soydan geldikleri (ırkî tecanüsü haiz bulundukları) ve aynı dili
konuştukları halde kesin olarak birbirinden koptu. Aralarında ırk bağı
var diye asla bir tutulmadı.
Yüksek Ahlâk Ancak Îman ile Mümkündür
İmanın toplumsal yapılanmada birlik ve bütünleşme için temel
rolü yüklenmesi, en başta ahlakın gerçek dayanağını bulması bakımından
da şarttır. Çünkü yüksek ahlak, ancak iman ile benimsenen sahih din ile
temellenir.
Birçok durumda, ahlakî değer ve kalite ifade eden bazı
nitelik ve karakterler, tabii-fiili birliktelik unsurları ile (kimi
toplumsal özelliklerle) yan yana gözükebilir. Bu anlamda bazı
toplumların belli pozitif eğilimlere yatkın olmaları ve gelenek
düzeyinde olumlu bir takım kültürel birikim ve kazanıma (müktesebâta)
sahip bulunmaları kabildir. Ancak olumlu bazı unsurların varlığı, ahlak
için yeterli değildir. Çünkü ahlak, mahiyeti gereği, kendini fiilen var
olanla sınırlamayan; himmetini daima yüce tutan; yükselen tasavvurlara
hep açık olan ve sürekli gelişmeye talip olan bir olgudur. İnsan için
her an yaşanan, sürekli gelişen (veya geriye giden) ve bulunulan noktaya
göre yeniden üretilerek gerçeklenen dinamik bir yapıdır. İnsanın düşünce,
hayal ve tasavvurlarıyla şekillenir. İdeallerine vücut veren hisleri ile
gelişir.
Onun olgun ve ileri kavramıyla ve "bütün güzellikleriyle"
ortaya çıkması için Allah'a olan inancın iyice gelişmiş ve sağlamlaşmış
bulunması lazımdır. Yüksek ahlakın gerçek kavramı, ancak imanın iç
tutarlılığına dayanmakla ve sahih din ile desteklenmekle gerçekleşir.
Onu bütünleyen temel, ancak sahih dindir ve onun iman ile
benimsenmesidir. Ahlakın ileri kavramı ile idrak edilmesi; en geniş
kapsamı ve bütün boyutlarıyla ortaya çıkması; açılımlarını bütün
zenginliği ve derinliğiyle sergilemesi ancak sahih ve sağlıklı dini
bilinç ve iman ile kabildir. Bu bakımdan dini düzeyde dayanağını
bulamayan ahlak eksiktir; asla tamamlanmış olamaz.
Ahlakı, toplumsal özellikler ile özdeş gösteren; o
özellikleri idealize eden ve onları süsleyerek terennüm etmekten ibaret
olan bir edebiyat; yüksek ahlak için, sanıldığı gibi yeterli bir söylem
ve bir esas oluşturamaz. Çünkü ahlaka zemin olan; doğru, yanlış, geçerli,
bâtıl, iyi, kötü, güzel, çirkin gibi evrensel kavramlar; yapısı gereği
bölgesel olan sınırlı toplumsal unsurlara bağlanarak açıklanamaz. Bu
değerler, toplumsal özelliklerin ürünü ya da yansıması kabul edilerek
onlara indirgenemez. Zira aslı ve kavramı itibariyle yüksek ahlak
bölgesel ve ırkî bir olgu mahiyetinde değildir. Bir ırk veya grubunun
tekelinde olmayan; bütün insanlara açık, herkes için mümkün olan
evrensel bir idealdir.
Gerçekten de âhiret inancı ile temellenmeyen ve ibadet
boyutundan yoksun bir hayat anlayışı içinde düşünülen bir ahlak; belki
bir dereceye kadar bir davranış disiplini sağlar. Bazı insanî ve
toplumsal amaçlara hizmet edebilir. Bu anlamda o, normatif yönü ile bir
yaşama sanatı ve toplum için faydalı bir sosyal yöntem olabilir. Fakat
bunun ötesinde, insan hayatı ve özellikle de onun nihaî mutluluğu (âkıbeti
ve âhireti) için çok önemli olan manevi derinliği; yüksek kaliteyi ve
seviyeyi hiçbir zaman kazanamaz. Bunu mümkün kılan ancak imana
kavuşulmasıdır. Gerçek kavramı ile ahlakın idrak edilebilmesi buna
bağlıdır. Zaten iman, geniş anlamda ahlakın bir ifadesidir ve ona
hüviyet veren bütüncül bir tavır alıştır. Bu anlamda da o, ahlakın
temeli ve asıl saikidir ve ona anlam veren sorumluluk bilincinin
dayanağıdır.
Bu bakımdan insan toplumunun yapılandırılmasında sahih dini
ve ona imanı esas almayan söylemlerle (tabii-fiili birliktelik
teorileriyle) ahlâkın ileri ve gerçek kavramını temellendirmek zaten
mümkün de değildir. Kısacası iman, topluma esas alınarak konuşulmuyorsa
ahlak boşlukta kalır.
Toplumsal Farklılaşmanın Asıl Nedeni
Hem toplumun inşasında ve hem de ahlakın ilke düzeyinde
temellenişinde ana fonksiyonun dinden kaynaklandığını ortaya koyan bu
tahlil, aynı zamanda, insanların farklı toplumlar halinde ayrılık içinde
bulunmaları vakıasının da temelde dini ihtilaflardan kaynaklanan bir
tablodan ibaret olduğunu gösterir. Buna göre toplumsal düzeyde tezahür
eden bölünmüşlüğün kaynağında dinî ayrılık vardır ve yeryüzünde
insanların başka başka toplumlar (ümmetler) halinde gruplanmış olmaları
vakıası da, gerçekte onların ancak dinî farklılık içinde bulunmalarını
yansıtan bir sonuçtur.
Kur'an-ı Kerim, insanların önce tek bir toplum olduklarını
ve sonradan ayrılığa düştüklerini bildirir (msl. Bakara, 2/213; Yunus,
10/19). İşte, insanlar arasındaki ayrılık ve uyuşmazlıklara
(ihtilaflara); böylece, temelde dinî anlamı bulunan tavır ve davranış
farkı olarak işaret eden Kur'an; onların değişik ümmetler halinde
bulunuşuna, bunu yansıtan bir tablo olarak dikkati çeker. Bu suretle de,
toplum vakıasının, insanların dini durumlarını gösterdiğini ve fiili
olarak onların dinî düzeyde kabullendikleri şeye göre çizilmiş bir
oluşumdan ibaret bulunduğunu ortaya koyar. Bu yaklaşıma göre toplum,
somut anlamda yaşanan bir gerçeklik olarak, insanların din bağlamında
-olumlu ya da olumsuz; iman ya da küfür yolunda- tavır alışlarının bir
ifadesidir ve din de, uygulanarak gerçeklenen görünümüyle toplum (ümmet)
vakıasında tezahür eder.
Nitekim Kıyamet Günü her ümmet (toplum) diz çökmüş durumda
görülecek ve her biri kendi sicili ile yüzleşmeye, hesaba çağrılacaktır
(Câsiye, 45/28). Bu da dini sorumluluğun ümmet (toplum) bazında
şekillenen bir boyutu bulunduğunu ve aynı zamanda da insanın bireysel
sorumluluğunu şekillendiren iman ve ahlakın toplumsal temeldeki ana
değerler ve yönlenişlerle olan kaçınılmaz alâkasını
göstermektedir.
Dine Bağlanmanın Anlamı
Açıklamaya çalıştığımız bu gerçeklik, insanın dine
bağlanmasının; bir inancın benimsenmesi ve iman meselesi olduğu kadar, o
inanca sahip olanların toplumuna mensubiyet anlamı da taşıdığını
göstermektedir.
İnanç, mahiyeti gereği hiçbir zaman sadece zihinsel ve içsel
bir seçim olarak kalmaz. O bütün kapsamıyla sosyal boyutu olan bir
vakıadır. Çünkü insan, sosyal bir varlıktır ve yaşayışıyla, kendini
toplumsal planda gerçekleyen bir yapının sahibidir. Bu sebeple
benimsediği düşünce, görüş ve inancını normalde her zaman açıklar ve
yaymaya çalışır. Fikrî-manevî birikiminin sonucu olan inancını,
kişiliğine mal olmuş en yüksek bir değer olarak hep izhar ve ifade
yoluna gider. Keşfedip idrakine vardığı güzellikleri haricileştirerek
beşerî ve sosyal bir gerçeklik haline vardırmaya çabalar. İster ki,
bütün hemcinsleri kendisinin idrakine vardığı ilâhi gerçekliği onunla
paylaşsın; o nimete ters düşmenin mahrumiyeti içinde kalmasın ve
mutluluğa götüren yegâne yolu benimsesin. Böylece de çıkmaza saplanıp
kalmaktan kurtulsun ve nihaî anlamda kayba uğramaktan korunsun.
Bu yüzden onun bir dine bağlanması; aynı zamanda, o dine
inanan insanların toplumuna (ümmete) katılması (ya da toplumu yeniden
inşa etmesi) anlamına gelir ve bu da benimsenen dini yayıp hakim duruma
getirme cehdini beraberinde getirir. Kısacası, bir insanın iman etmesi,
onu, bütünüyle sosyal sonuçları olan bir tavır almaya sevkeder.
Dinî hareketlerin tarih boyunca toplum için değişim ve
dönüşüm ifade etmesi de, zaten bundan kaynaklanmaktadır. İlkeleriyle
birlikte dinin öngörüleri, gerek zihniyet ve söylem düzeyinde, gerekse
kurumsallaşma ve yapılanmaya ilişkin sonuçlarıyla toplumsal planda köklü
değişimleri gerektirmiş ve bunlar çok defa devrim hüviyetinde ortaya
çıkmıştır. Büyük direniş ve tepkilerle karşılaşması da bu yüzdendir.
İslâm'ın tebliği karşısında gösterilen şiddetli muhalefet de
aynı sebeptendir. Onun cahiliye statükosunu bozacağı ortaya çıkınca
rahatlar kaçmış ve o bir tehdit olarak algılanmıştır. Gerçekten de
Rasûlüllah(s.) ile etrafında toplanan müminlerin oluşturduğu
farklılaşmış grup, toplum için köklü bir değişim projesini
seslendirmekteydi. Bu çağrı, cahiliye için, inanç ve zihniyet temelinde
olduğu kadar, sosyal yapılanma ve kurumsallaşmada da kökten ve büyük
değişim öngördüğü iyice anlaşıldığı için susturulmak istenmiştir. İşin
sözde kalmayacağı ve her şeyi değiştireceği belli olduğu için silinip
yok edilmek üzere koyu bir düşmanlıkla karşılanmıştır.
Bu noktada Rasûlüllah'ın(s.) İslâm'a giren müminlerden biat
(sadakat sözü) alması ve bu anlamda onlarla sözleşme yapması dikkati
çekmektedir. Esas konumuz olmadığı için, burada, biat ve içerdiği
taahhütler üzerinde ayrıca durmaksızın hemen şunu tesbit edebiliriz:
Dine girmek, görüldüğü üzere, biat bağlamında, somut bir yaşayış planı
için belirli ahlâkî yükümlülükleri taahhüt etmekle birlikte
anlaşılmıştır. Gerek fertlerden, gerek gruplardan alınan biatlar bunu
göstermektedir. İslâm'a giren, Rasûlüllah'a tabi oluyor ve Müslümanların
yolunu bütünüyle benimsiyordu. Bu da cahiliye ile sonuna kadar mücadele
demekti ve bu uğurda icabında insanın hayatını feda etmesini dahi göze
aldıracak kadar köklü, derin ve kapsamlı bir karardı.
Kaynak: Umran dergisi, 03/2005
|