.

Ümmet Bilinci ve Hac İbadetleri

 

Bilindiği gibi İslâm dünyası ciddi sıkıntılar yaşıyor. Bu sıkıntılar Amerikan magandalığının dünyayı, özellikle İslâm alemini gönlünce dizayn etme çabalarıyla gittikçe yoğunluk kazanıyor. Afganistan, Irak gibi en merkezi yerler fiilen ABD ablukası altına alınmış bulunuyor. Her an yeni plan ve desiselerle karşımıza çıkıyor; yeni RAND raporları hazırlıyor, İslâm dünyasını tersine dönüştürebilmenin yollarını arıyor.

 

Fitne kavramıyla açıklayabileceğimiz bu sürecin, önümüzdeki dönemlerde en önemli yönünü de her halde Müslümanların birbirine düşürülmesi çabası teşkil edecek. Şiilik-Sünnilik gibi İslâm’ı yorumlayış farklarına dayalı en tabii oluşumları bir çarpışma sebebi olarak kullanmak, ayrıca ulusçu davranışlardan ve onun ayrımcılıkların yararlanmak istemektedirler.

 

Böylesi bir ortamda Müslümanlar daha dikkatli olmak, etnisite, mezhep ve fırka farklarını gündeme getirmekten kaçınmak zorundadırlar. Ayrımcılıkların önüne geçmenin genelde yolu da ümmet bilincinde olmaktır.

 

Ümmet sözlükte topluluk, halk, cemaat anlamlarına gelmektedir. Ümmet kavramı imam (lider) kökünden türemiş ve dolayısıyla da belli bir eksende, belli bir amaç çerçevesinde oluşmuş birliktelik manasını taşımaktadır.

 

Kur’an’ın 64 yerinde geçen ümmet kavramı, kendisi için kullanılan birlikteliğin amaç çeşitliliğine bağlı olarak farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bir cins kümesi, inanç birliği, etnisite, akraba, din ve şeriat birlikleri bu anlamlardan bazılarıdır. Üstelik ümmet, grup dinamiği taşıyan fiili bir birliktelik olabileceği gibi, kültürel- kategorik bir olgu da olabilir. Yani bir merkezi olmayan ama mensubiyet duygusuyla birbirine bağlı bir oluşum olarak karşımıza çıkabilir.

 

Ümmet kavramı şüphesiz etimolojik anmanda yalnızca İslâm’a inananlar birliği anlamına gelmemektedir. Yerine göre inkarcılar da kendi aralarında bir ümmet oluştururlar. Kur’an inkarcılar için ümme’d-da’va (kuru iddia sahipleri, inkarcılar güruhu) ifadesini kullanır. Güncel şartlara uyarlayarak söylemek gerekirse bugün ABD ve yandaşları bir ümmettir. Tabi Müslümanlar da ayrı bir ümmettir. Demek ki ümmet kavramında önemli olan, birini diğerinden ayıran şey, onun muhtevasıdır.

 

İslâm’da ümmet kavramı ilk defa Hz. Peygamber(s.) tarafından Medine’de oluşturulan ilk sosyal/ politik birliktelik için kullanılmıştı. Burada ümmet, o gün Medine’de yaşayan, bir ana çerçevede yer alan ve Medine’nin ortak savunmasına katılacak olan (Yahudi, Hıristiyan gibi) farklı beşeri unsurları da içine alan bir anlama sahipti. Daha açık bir nitelemede bulunmak gerekirse bu, Hz. Peygamber’in(s.) inisiyatifinde kurulmuş bir “Medine Ümmeti” idi. Daha sonraki şartlar, bu sosyal/ politik birlikteliği ayrıştırdı; Müslümanlar ayrı bir ümmet haline geldi. Zamanla ümmet kavramı Müslüman kitleyi anlatmada o kadar özdeşleştirilerek kullanıldı ki ümmet kelimesi tek başına da bir mensubiyet duygusuyla birbirine bağlı Müslümanlar birliği anlamına geldi.

 

Ümmetin bu anlamının pekişmesindeki önemli sebeplerden birisi, İslâm dışındaki din ve inanç birlikteliklerini ifade edecek daha özel kavramların varlığıdır. Meselâ Hıristiyanlıkta kullanılan ve sözlük anlamıyla cemaat, topluluk anlamına gelen “kilise” tam anlamıyla ümmetin karşılığıdır. Tabi bu bağlamda Protestan kilisesi, Protestan ümmeti demektir.

 

Bizde ümmet en azından kategorik olarak Müslümanlar birliği demektir. Etnik, bölgesel, dilsel birlikteliklere karşılık İslâm eksenli, iman temelinde mensubiyet duygusuna dayalı bir birlikteliktir. Yani ümmet fiziki- sosyal etkinliklerin üzerinde bir hedefe sahiptir. Bu bağlamda Mağribli bir Berberi ile Uzak Doğuda Endonezyalı bir Müslüman, Afrikalı bir Zenci ile Türkiyeli bir beyaz Müslüman kendini aynı camianın üyesi kabul ederler. Bu haliyle ümmet, sosyolojinin tanımladığı en kapsamlı sosyal birlik olan ulustan daha fazla bir şeydir.

 

Tarihsel belirlenimiyle ümmet, İslâm’ın evrensel yapısına uygun bir oluşumdur. Dil, ırk, etnisite gibi içkin sosyal oluşumlar içine sığdırılamaz. Bundan dolayıdır ki günümüzdeki özellikle ulusçu yapılar ümmet bilincine karşı çıkmaktadırlar. Çünkü ümmet bilinci ulusçu kurguya genelde engel bir olgudur. Onun için ulusçu yapılar ümmet bilinciyle partallaşa gelmişlerdir.

 

Modern Türkiye’de de bu İslâmi mensubiyet duygusu, “çağ dışı ümmetçilik” nitelemesiyle tahkir edile gelmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki bugün küresel boyutta ABD ve onun ekseninde saldırıya geçen dünya ile İslâm dünyası arasında yaşanan, bir farklı ümmetler çatışmasıdır. Yaşanan süreç başka türlü açıklanamaz. Sözgelimi Irak olayı, yalnızca bir Irak sorunu değildir. Müdahale edilen ve edilmesi düşünülen ülkeler ve toplumlar göz önünde bulundurulduğunda bu durum daha iyi anlaşılabilir.

 

Bu sebeple Müslümanlar, bu çirkin saldırılar karşısında aynı ümmetin üyeleri olduklarının bilincinde olmalı, ona uygun olarak fiziki farklılıklarının ötesinde, mensubiyet duygularını pekiştirip tek yürek olabilmelidirler. Özellikle son zamanlarda planlanan ve etnik, mezhep ve fırka farklılıklarına dayalı olarak oluşturulmak istenen çatışma senaryolarına karşı duyarlı olmalı, hilecilerin hileleri ayaklarına dolaşmalıdır.

 

Aslında İslâm’da ümmet bilinci oluşturan ve pekiştiren pek çok şey vardır. Meselâ bütün ibadetlerin, manevi yönlerinin yanında dünyevi bir tarafları da vardır. Bu dünyevi yönün en önemlisi de bir toplum bilinci oluşturmasıdır. İbadetler kişisel olarak yapıldığında bile toplumsal bir çerçeve ortaya çıkmaktadır. Marufun yaygınlaştırılıp pekiştirilmesi, münkere tavır alınması ilk dikkat çeken şeylerden birisidir. Mesela “namazın insanı kötülüklerden alıkoyması”, doğrudan namaz kılanla ilgili değil, çevresindeki sosyal dünya ile ilgili bir sonuçtur.

 

Tek tek fertleri muhatap alan namaz, oruç ve zekat emri, sonunda toplumsal bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Belki de bunun hedeflenmesi nedeniyledir ki emir ve yasak ayetlerinde çoğu kere ifade çoğul olarak kullanılmıştır: “Namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz..”, “yeyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz..” örneklerinde olduğu gibi. Bundan dolayı Müslümanlar birlik ve beraberlikleri için de ibadetler konusunda duyarlı olmalı, onları ruhuna uygun olarak yapmalı ve yaşamalıdır. Bu konuda mesela Hac ibadeti güzel bir örnektir.

 

 

Hac İbadeti

Ümmet bilincinin geliştirilmesinde fevkalade önemli yeri olan ibadetlerden birisi şüphesiz kısa bir süre önce yaşadığımız Hac’dır. Çok şükür bu yıl fiilen idrak ettiğim bu ibadetle ve yukarıda söz konusu ettiğimiz bağlamla ilgili birkaç not düşmek istiyorum.

 

Bilindiği gibi Hac, dünyanın değişik yerlerinden gelen ve farklı renk, dil ve ırktan Müslüman’ın bir haram ayında (Zilhicce 9-13), (Kabe’den Arafat’a) haram mevkilerde gerçekleşen muazzam bir ibadettir. En son emredilmiş ibadetlerden olan Hac (ki Hz. Peygamber hayatında bir kez yapmıştır) kurban, tavaf, namaz, vakfe, zikir, tevbe, cihat gibi pek çok ameli kapsamaktadır. Bu durum farkına varıldığı oranda ümmet bilincini güçlendirecek bir süreçtir.

 

Hac sembollerden kurulu bir ibadettir. Tavaf’tan sa’y’e, kurbandan şeytan taşlamaya kadar menasikin hemen hepsi semboliktir. Kur’an Safa ve Merve’nin Allah’ın birer sembolü olduğunu ifade eder. Sembolik dünya nesnel gerçeğin ötesinde insanın bilgi inanç ve duyguları yeniden inşasında etkili olan bir alandır. Çünkü her şeyin kendince algılanıp çevresini yeniden inşa edilebileceği bir olgudur. Vakıa Hac Hz. İbrahim ve İsmail’den, Hacer’e kadar dayanan geçmişin sembolleriyle geleceği kuran bir ibadettir. Bir ilk yaratılış ve şimdiki hayat senaryosudur.

 

Hac gerçekten de bir bakıma ilahi bir tiyatrodur. Rejisörü Allah olan, rolleri peygamberi tarafından tanımlanmış büyük bir tiyatro. Herkes aynı rolü yerine getiriyor; ama ortaya büyük bir tablo çıkıyor. Herkes aynı rolü benzer giysiler içinde gerçekleştiriyor. Değişen şey sadece içselleştirmelerdir.

 

Bir ortak ümmet bilinci kazanmada etkin olan hac menasikinden birisi şüphesiz ihramlılık halidir. “Mahremiyet içinde olmak” anlamına gelen ihram, kendine has bir kıyafet içinde gerçekleşen, bir dünya ayrımıdır. İhram bir giysi olarak müminler arasındaki farklılığı, tali kimlikleri ortadan kaldırdığı gibi duyguda birliğin bir doruk noktasıdır. Yasakları göz önünde bulundurulduğunda görülür ki ihramlılık seküler yapılanmaya karşı bir tavır alıştır ve bütün Müslümanlar her zaman ihramlı bir konumda bulunmalıdırlar. Esasen haram düşüncesi dinin en temel unsurlarından birisini oluşturur. Haram, bir yer ve zaman farkı belirleme konusudur; nerede ve nasıl davranılacağını bilmektir. Bunun için hac haram ilkesi üzerine inşa edilmiştir. Haram, Mikat mahallinden başlar; Kabe bir haram mescittir, Arafat bir manevi atmosfere sahiptir, Müzdelife bir Meş’ari Haram’dır.

 

Hac, Beytullah’ı (Allah’ın evini) ziyaret demek olduğuna göre, burada Ka‘be merkezi bir konumdadır. Alemlerin Rabbi olan ve hiçbir fiziki mekanla ilintili olmayan Allah, burasını kendisine ev edinmiştir. Aslında bu ev Allah’ın tecelligahı ise de, insanların evidir. Mümin ziyaretçilerin buluşma yeridir; bir başka deyişle evin müstecileri biz müminlerdir. Böylesi bir durumda inananların yapacağı iş, göstereceği saygı, onun çevresinde pervane olup dönmek (tavaf etmek), kalabalığa dalmak ve onda erimektir. Bir başka deyişle çoklukta birliği yakalamaktır. Bu dev kitle Allah’ın misafirleridir.

 

Tavaf sözlükte “bir şeyin etrafını dönmek, dolanmak” tır. Denebilir ki kainat dönme üstüne kuruludur. Uzaydaki küçüklü-büyüklü parçalar belli eksenlerde dönmekte, tavaf etmektedirler. Kabe’nin çevresindeki tavaf ise bunun bir beşeri iradi biçimidir. Esasen beşeri olanın tabi olandan farkı da iradi bir çaba, bir gayret olmasıdır ki buna hac dilinde sa’y adı verilmektedir.

 

Daha çok Allah’ın işaretleri olan Safa ile Merve arasında gidip gelmeler halinde gerçekleşen sa’y bir arayışın sembolik ifadesidir. Kanaatimce bu arayış o anda müminlerin ihtiyaç duyduğu şeyin arayışıdır. Sa’y’i ilk defa gerçekleştiren Hacer validemizin arayışı su idi; çünkü buna ihtiyacı vardı. Bugün Müslümanların maddi-manevi kurtuluşa, birliğe ihtiyaçları var. Sa’y bunların arayışı olmalıdır.

 

Bütün arayışlar bilme ve bilinçlenme ister. İşte Arafat’ta başlayan vakfeler bunu gerçekleştirmeye yöneliktir. Vakfe, durmak hayatın hareketini yavaşlatmak demektir. Hacda vakfenin önemli bir yeri vardır. Haccın Mina’dan Arafat’a, Müzdelife’den Mina’ya Akabe’ye ve nihayet Ka’be’yi tavaf ve sa’y ile devam eden sürekli ve hızlı bir hareket olduğu göz önünde bulundurulursa Hac, bütün bu koşuşturmalar içerisinde belli yer ve zamanlarda durmayı (daha doğrusu yavaşlamayı) da kapsar. İşte bu duraksamalara genel olarak vakfe denmektedir. Vakfenin en belirgin şekilleri Arafat, Müzdelife ve Mina vakfeleridir. Ancak bunların hükmi dereceleri birbirinden farklıdır. Arafat vakfesi farz, Müzdelife vakfesi vacip, Mina vakfesi sünnettir. Yapıldıkları vakitleri de farklıdır: Arafat vakfesi gündüz, müzdelife vakfesi gece, mina vakfesi birkaç günün bütününü içine almaktadır.

 

Hac denen bu kıyamet senaryosunda Allah’ın huzurunda bekleyiş demek olan vakfe gelişigüzel bir duruş değil, farkında olunan bir bekleyiştir. Esasen bu açıdan bakıldığında adı geçen vakfelerin içerikleri de az-çok farklılık taşımaktadır. Arafat bilme/tanıma yeri demektir. Çünkü âriflik, soyut düzeyde bir bilgi demektir. Arafat bilmeye, ma’rûfa yöneliş iken Müzdelife bir bilinç kazanım yeridir. Gerçekten de Allah, Müzdelife’yi meş’ari haram (şuur kazanılan haram mevki) olarak nitelemiştir. Şuurun soyut âriflikten farkı, bilginin eyleme dökülebilir hale gelmesidir. Çünkü bilinç pratiğe hazır bir bilgidir, fiziki bağlantılı sosyal / konjonktüreldir. Mesela bilinç düşmanı bilmek ve onunla mücadeleye hazır olmak demektir. Onun içindir ki cemrelerde kullanılacak taşlar genel olarak buradan toplanır. Bu açıdan bakıldığında Müslümanlar olarak genelde bir Müzdelife aşamasına büyük ihtiyacımız vardır. Eylem bundan sonra gelecektir.

 

Vakfeler için bir İslam konferansı olduğu yorumu sıkça yapıla gelmiştir. Ancak kanaatimce ne vakfeler ve ne de haccın diğer menasiki bir İslam kongresi değildir. Teknik anlamdaki kongreden daha öte bir şeydir. Çünkü kongre belli organizatörlerce düzenlenen, çoğu kere toplumların seçkinlerinin rol aldığı, resmi bir dilin kullanıldığı, görüşmelerin sonunda konuların raporlara döküldüğü toplantılardır. Halbuki bu muazzam hac senaryosunun nihai rejisörü Allah’tır. Milyonlarca insan aynı rolü oynamakta ve mesela bir kongre başkanlığı rolü bulunmamaktadır. Bununla birlikte hac, manevi din dilinin kullanıldığı bir ümmet toplantısıdır ve konusu münhasıran Allah’a yöneliştir. Her aşamasında O’nu anan bir müminler topluluğu oluşturmaktır. Vakıa Allah bu bağlamda “Arafat’tan akın edince meş’ari haramda da (müzdelifede) Allah’ı anın” (Bakara/ 98) buyurmaktadır. Yani burada içerik öncelikle manevidir, İslam dünyasının ortak sorunlarının görüşülmesi hac dışında, ümmetin oluşturacağı, temsilcilerinin düzenleyeceği toplantılarda gerçekleştirilmelidir.

 

Çok manidardır ki hac süreci içinde Mina eylem aşamasıdır. Aslında sözlük anlamı itibarıyla mina “aşırı istek”, terim manasıyla “Allah’a kavuşma tutkusu” anlamına geliyorsa da, bu tutku soyut bir davranış olamaz. İlk elde soyut bir işmiş gibi gözüken takvanın maldan vererek gerçekleşmesi gibi Mina’daki tutku da belli eylemlerle hayat bulur. Burası artık marifetin ve şuurun eyleme dökülme yeridir. Vakıa, Mina’da iki önemli eylem gerçekleşmektedir. Kurban kesme ve şeytan taşlama birbiriyle bağlantılı iki işlemdir. Bunlardan birincisi yanıltıcı etkenlerin reddi; ikincisi Allah için beşeri tutkularımızın gerektiğinde kesilebilmesidir.

 

Kurban da şeytan taşlama da sembolik işlemlerdir. Sözlükte “yakınlık, yakınlaşma” demek olan kurban, pratikte de “Allah’a yakın olma çabası” anlamına gelmektedir. Kurban insanı dünyaya bağlayan düğümün çözülmesi, tutkunun kesilmesidir.

 

İbrahim’in kurbanı İsmail’di; çünkü en çok sevdiği oydu, bu tutkunun Allah’a bağlılığın gerisine alınması gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığında amaç aynıysa da herkesin kurbanının farklı olduğu söylenebilir: Evladü ıyal, makam-mevki, meslek, mal, servet, vb. Kesilen hayvan, düğümün Allah lehine çözüldüğüne ilişkin bir karineden ibarettir. Vakıa Allah “Kurbanlarınızın kanları ve etleri Allah’a ulaşmaz, ona ulaşan takvanız (iyi niyetleriniz)dır.” (Hac/ 37) buyurur.

 

Mina’da yapılan ikinci bir eylem şeytan taşlamadır. Kurban tutkuya bıçak çalabilmekti, şeytan taşlama tutkuyu sürdüren, mümini yanıltan gerekçeleri reddedebilmektir. Menasikten anlıyoruz ki şeytan yada şeytani işler de kademeli, irili-ufaklıdır. En azından küçük, orta  ve büyük şeytan kategorileri vardır. Bunların güncel hayatta nelere denk düştükleri konusunda farklı yorumlar yapılmıştır. Üç şeytanın siyaset, ekonomi ve din gibi üç önemli kurumdaki İslam dışı yapılanmaya denk düştüğü söylenmiştir. Ali Şeriati’ye göre bunları da Firavun, Kârun ve Bel‘am temsil etmektedir. Sistem olarak adı demokrasi olsa bile despotizm, kapitalizm ve bunlarla uyumlu hale getirilmiş laik bir din. Kanaatimce günümüzde en belirgin şeytan din adına oluşturulmuş aklileştirilmelerdir. Esasen Hz. İbrahim’in taşladığı şeytan da böylesi bir aklileştirme taşıyordu: Allah’ın kana ihtiyacının olmadığını, hele insanın kendi çocuğunu kurban etmesinin manasız olduğunu, kurban emrinin açık bir vahiyle değil, rüya ile gerçekleştiğini, vb söylüyordu. Bir mümin için büyük şeytan bu idi ve İbrahim onu taşlamıştı…

 

Sözün kısası tavaf, vakfe, cemreler, kurban ve benzeri eylemler kalıcı ameliyelerdir. Dolayısıyla farkına varılarak yapılmış bir hac Müslüman şuurunu, ümmet bilincini geliştirip pekiştiren muazzam bir ibadettir. Çünkü Hac Allah ile din; din ile toplum arasında kurulan bir bağ; bir kesişme noktasıdır. İslami hayatı motive yönü güçlü bir ibadettir. Öyle ki sadece yerine getirilenlerle sınırlı olmadığı bile söylenebilir. Gidiş ve dönüşüyle geniş bir kesimi ilgilendiren sosyal bir boyuta sahiptir.

 

Gerçekten de Haccın bütün menasikiyle verdiği mesaj, kutsal topraklarda biten bir şey değildir. Haccı İbrahimi bir çizgide anlamak gerekirse bir başlangıcı ve sürüp giden devamı vardır. Pratikler bunun düğüm noktasını oluşturur. Putlarla savaş, Nemrut’la mücadele, Allah’a halisane bağlılıkla ateşten kurtuluş, eşini ve çocuğunu çölde Allah’a adama, iblis/ şeytan ile mücadele, oğlu İsmail’i kurban etme imtihanı, hicretler, Ka‘be’yi inşa çerçevesinde yaptığı ilk tavaf ve bu tavafın gereği olarak Hanîf bir din ve gelecek insanlığa örnek bir imam olarak hayatını adama... Böylesi örneklerle dolu tarihi bir süreç… Öbür taraftan ise Hac, geleceğe yönelik bir şeydir: İhramlılık hali, vakfenin bilinçlenme ve arınma eylemi, şeytani işleri reddetme, kurbanın yaklaşma duygusu, vb. bir Müslüman’ın hayatı boyunca sürmesi gerekli inanç, duygu ve düşüncelerdir. Tabi, sonucu tahrim edilmiş, yani sınırları Allah tarafından çizilmiş bir hayat yaşamaktır. Bu açıdan denebilir ki hac olgusu, ifade ettiği anlam itibariyle henüz haccetmemiş müminler tarafından da üzerinde düşünülmesi gerekli bir ibadettir. Belirtmeliyiz ki ayetteki “yoluna güç yetirebilmek” bile böylesi bir yoğunlaşma, müminin gündemine almasıyla yakından ilgilidir.

 

Sonuç itibariyle hac, her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz, ayrılıkları önleyecek, düşman hilesini boşa çıkaracak ümmet bilincini geliştirme gücünde büyük bir ibadettir. Müminler olarak bunun farkında olmalıyız.

 

Kaynak: Umran dergisi, 03/2005

 
 

 

.