İSLÂM VE DEĞİŞİM
HALİL AKGÜN
Değişim ile tekâmül arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Modern
değişim kavramının aksine, değişim, bizatihi bizi manevi tekâmül ve
olgunluğa götüren şey demek değildir. Dikey değişim, belli sabitelerin,
yani değişmeyen değerlerin rehberliğinde, istikrarlı bir erdemlilik
mücadelesi vermeyi zorunlu kılar. Burada insanın yolculuğu geçmişten
geleceğe değil, aşağıdan yukarıya doğrudur.
Değişim, modern toplumların ayırdedici özelliği. Yaygın kanaate göre,
Her şeyin değişmesi başarının bir ölçüsü. Batı değiştiği için ilerledi;
doğu değişmeye direndiği için geri kaldı. Değişim, dinamizm, hayatiyet
demek. Değişmemek ise köhnelik, atalet ve gericilik demek. Değişim her
alana nüfuz eden gizli bir hükümdar. Değişim, hem de hızlı değişim
ekonomik kalkınmanın, siyasi başarının, bireysel mutluluğun birinci
şartı. Değişime ayak uydurmayana bu dünyada yer yok. Reklam-ambalaj
diliyle söyleyecek olursak: Değişmeyen tek şey değişim.
Bu
bakış açısı zihinlerimize öylesine işlemiş ki Neden değişmek zorundayız?
sorusunu sormaya cesaret edemiyoruz. Değişimin hep iyi ve güzel bir şey
demek olduğuna inandırıldığımız için, ne değişimin mantığını doğru
anlayabiliyoruz, ne de değişime kendi hür irademizle bir istikamet
kazandırabiliyoruz. Değişimi ya bilmeden kabulleniyor ya da reddediyoruz.
Her iki durumda da tavrımızı kendi değer yargılarımızdan çok, değişimin
kendisi belirliyor.
Değişimin iki aşaması
Değişimi iki aşamalı bir süreç olarak tanımlayabiliriz. Birincisi,
gündelik hayatta her gün karşılaştığımız değişim. Kendini sosyal hayatta
hızlı bir şekilde hisettiren değişimin birinci aşaması, bir reklam
cümlesinden yeni alışkanlıklara, meşhur bir şarkıdan kılık-kıyafet
modasına kadar pek çok şeyi kapsar. Bu aşamadaki değişim, daha ziyade
moda diyebileceğimiz eğilimlere atıfta bulunur. Değişimin bu türü hızlı
olduğu kadar yüzeyseldir. Bu yüzden etkisi sınırlıdır.
Değişimin ikinci manası, orta ve uzun vadede bir toplumun ana
karakterinin ve duyuş biçiminin dönüşmesini, başkalaşmasını ifade eder.
Bu derin değişim', yüzeysel değişimden şüphesiz etkilenir. Fakat derin
değişim, köklü bir dönüşüm ve başkalaşım sürecinin sonucunda meydana
gelir ve etkisi kalıcıdır. Derin değişim, devrim niteliğindeki bir
hadise ile de başlayabilir, uzun bir sürece yayılmış olabilir. Örneğin
İslâm'ın ortaya çıkışı ve Türklerin müslümanlaşması, bu derin değişim
sürecine örnek olarak verilebilir. Yine aynı şekilde modernizmin İslâm
dünyasına girişi, derin değişimin örneklerinden biridir.
Değişimden Tekâmüle
Peki, değişim bir zorunluluk mudur? Bir başka ifadeyle, hiç değişmeden
yaşamak mümkün değil mi? Bu soruya çeşitli şekillerde cevap vermek
mümkün. İslâm geleneği, değişime ilâhi yaratılış plânının bir parçası
olarak bakar. Cenab -ı Hakk'ın yaratıcı isminin bir tecellisi olan
varlıklar alemi, tıpkı yaratılış emrinin kendisi gibi, dinamik bir
mahiyete sahiptir. Tabiat düzeni, içinde sürekliliği barındırmakla
beraber, periyodik değişim ve dönüşüm kuralına bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim buna yeniden yaratılış (halk-ı cedid) kavramıyla atıfta
bulunur. Buna göre, varlıkların Cenab-ı Hakk'a olan mutlak bağlılığı
dinamik bir süreçtir ve onların her an yeniden yaratıldığını gösterir.
Bu yüzden, yine Kur'an'ın ifadesiyle O her an bir iştedir.
Kur'an-ı Kerim, tabiat alemi hakkındaki bu bakış açısıyla,
dikkatlerimizi zahirde görünenin ötesine çeker. Sabit gibi görünen her
şey, aslında sürekli bir yeniden varoluş eylemi içindedir. Çıplak gözle
algılayamadığımız değişim, eşyanın bizatihi tabiatında vuku bulur ve
onların sürekli bir varoluşsal dönüşüm içinde olmalarını sağlar. Bunu
örneklendirmek için Kur'an-ı Kerim, en sabit ve sağlam varlık olarak
bildiğimiz dağlara işaret eder ve onların dahi hareket halinde olduğunu
söyler.
İnsan alemine döndüğümüzde, değişimi dikey ve yatay olmak üzere iki
yönlü bir süreç olarak tanımlayabiliriz. Yatay dönüşüm, toplumsal
hayatın tedrici olarak genişlemesini, yayılmasını, evrilmesini ifade
eder. Bu, yaşanılan iklim şartlarından yeme-içme alışkanlıklarına kadar
bir toplumun maddi hayatının bütün yönlerini kapsar. Dikey dönüşüm,
maddi verilerle ölçülemeyen ahlâkî ve fikri tekamülü ifade eder. Onur,
inanç, ahlâkîlik, sadakat, dostluk, güven, sevgi, merhamet gibi insanı
insan yapan temel özellikler, dikey değişimin alanına girer. İnsanın bu
ahlâkî ve manevi değerlere karşı nerede durduğu, onun dikey değişiminin,
yani tekâmülünün ana göstergesidir.
Burada değişim ile tekâmül arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Modern
değişim kavramının aksine, değişim, bizatihi bizi manevi tekâmül ve
olgunluğa götüren şey demek değildir. Dikey değişim, belli sabitelerin,
yani değişmeyen değerlerin rehberliğinde, istikrarlı bir erdemlilik
mücadelesi vermeyi zorunlu kılar. Burada insanın yolculuğu geçmişten
geleceğe değil, aşağıdan yukarıya doğrudur. Geriye baktığımızda tarih,
arkamızda değil, ayaklarımızın altındadır.
Hz.
Peygamber s.a.v. Efendimiz'in iki günü bir olan ziyandadır hadisi, bu
tekâmül sürecine atıfta bulunur. İslâm'ın tanımladığı manevi hayat,
zannedildiğinin aksine atalet ve miskinlik değil, dinamik bir arayış ve
mücahede üzerine kuruludur. İnsanın niyet ve amellerini sürekli
sorgulaması, ahlâkî ve fikri kemale ulaşmak için gayret göstermesi en
büyük cihaddır ve cihad , dinamik bir süreçtir. Bu anlamda geleneksel
İslâm toplumları, sadece bilim ve sanatta değil, manevi tekamül
alanlarında da son derece hareketli toplumlardı. Modern toplumların
zahirdeki yatay hareketliliği tek boyutlu bir yayılmayı esas aldığından,
insanlar maddi alandaki değişimi gerçek dinamizm olarak tanımlama
hatasına düşüyorlar.
Değişim, aşağıdan yukarıya doğru dikey bir dönüşüm olmasının yanısıra ,
aynı zamanda içeriden dışarıya doğru ilerleyen bir süreçtir. Bu bakış
açısı, değişimin kendisinden çok, değişimin öznesine öncelik verir. Yani
birey ve toplumları değişimin önünde savrulan âtıl bir nesne olmaktan
çıkartır. Onlara özgür bireyler olarak sorumluluk yükler. Bu yüzden
Kur'an-ı Kerim Bir kavim kendi içinde olanı değiştirmedikçe Allah onun
durumunu değiştirmez. diyor. Kur'an'ın değişim anlayışı, hem içeriden
dışarıya, hem de aşağıdan yukarıya doğru bir tekâmül sürecini ifade
ediyor. Bu yüzden hem dikey hem de yatay manada değişimin öznesi ve
öncüsü, birey olmak zorundadır. Zaman değişiyor, biz ne yapalım?
türünden bir teslimiyetçilik, kendimizi bir nesne yerine koymakla eş
anlama sahip.
İki
Değişim Modeli
Kur'an'ın dinamik evren tasavvuru ve insan anlayışı, değişimi bir veri
olarak kabul ediyor. Bu yüzden değişime karşı, değişmemeyi savunmak
mümkün değil. Fakat İslâm, aynı zamanda değişimin belli bir hedefe doğru
olması gerektiğini savunuyor. Bu noktada İslâm geleneğinin, neyin
değişip neyin sabit kalacağı konusunda açık prensipler koyduğunu
görüyoruz. Değişken ile sabit olan arasındaki denge, hem değişime
istikamet kazandırır, hem de onu sağlıklı bir süreç haline getirir. Bu
yüzden Mehmet Akif'in deyişiyle: Eski, eski olduğu için atılmaz, yeni,
yeni olduğu için alınmaz.
Bu
noktada geleneksel dinî toplumların modern seküler toplumlardan farklı
bir değişim modeli geliştirdiğini görüyoruz. Geleneksel değişim modeli,
belli sabiteler, yani değişmeyen ilkeler çerçevesinde genişleme,
farklılaşma, zenginleşme ve daha sofistike hale gelme fikri üzerine
kuruluydu. Bu modelde eski ile yeni, değişim ile süreklilik arasında bir
denge ilişkisi vardı.
İslâm'ın bir din olarak Arap Yarımadası'ndan çıkıp cihanşümul bir
medeniyet haline gelişi, bu sağlıklı denge ilişkisinin bir neticesidir.
Hukuk okullarının farklılaşması, tasavvufun toplumun her kesimini
kucaklayan bir ocak' haline gelmesi ve devlet yönetimi, bilim, sanat ve
kültür alanlarında büyük hamlelerin yapılması, değişimin hem yatay hem
de dikey boyuttaki tezahürleridir. Yatay genişleme, şüphesiz bir
gerginliği de beraberinde getirir. Fakat bu gerginlik, bir gerilim değil,
dinamizmdir. Bu yüzden İslâm tarihinde Selef'in öncülüğünü yaptığı ihya
hareketleri, İslâm'ın sabiteleri ile değişken şartlar arasında verimli
bir denge ilişkisi kurma gayretinin bir ürünüdür. Bugün, kolonyalizmin
ve kültür emperyalizminin tüm darbelerine rağmen müslüman toplumların
kimlik ve medeniyet bilincini muhafaza etmesi, istikamet sahibi
değişimin mümkün olduğunu gösteriyor.
Buna mukabil, modern değişim modeli tarihsel kopuş fikrine dayandığı
için, bütün bir geleneğin ve sabiteler bütününün kökten reddini içeriyor.
En geniş manada gelenek ve süreklilik, modernleşmenin gerekli gördüğü
tarihi sıçramanın önünde bir engel olarak kabul ediliyor. Bu yüzden
modern değişim modelinde eskiyi eski olduğu için atmak ve yeniyi yeni
olduğu için almak ve içselleştirmek, bir sorun olarak algılanmıyor. Neyi
değiştirmesi, neyi yerinde bırakması gerektiğini bilmeyen toplumlar,
zaman ve mekân bilincini yitiriyor ve bir yersizlik-yurtsuzluk' krizine
itiliyor. Neticede modernleşmenin önerdiği değişim, bizim toplumumuzda
köksüzlüğe ve yozlaşmaya yol açıyor.
Değişim ve İktidarın Yozlaşması
19'uncu yüzyıldan bu yana İslâm ülkelerinde uygulamaya konan değişim
modelleri, tepeden inmeci ve kökleri dışarıda bir modernizm anlayışına
dayalı olduğundan, müslüman toplumlar ne batılı anlamda
modernleşebildiler, ne de modern dünya karşısında asil bir duruşa sahip
olabildiler. Bu, müslüman toplumlarda devlet ile millet arasında büyük
uçurumların meydana gelmesine yol açtı. Bu köksüz değişim krizinin
sancıları halen çekiliyor. Kendilerini değişimin yegane sözcüsü olarak
gören batılılaşmış ve yabancılaşmış siyasi elitler, geleneğe her zaman
tahkir ile baktılar. Böylece modernleşme adına değişim, iktidar sahibi
siyasi elitlerin bir meşruiyet aracı haline geldi. Bu köksüz ve
istikametsiz değişime direnen geniş toplum kesimleri ve dinî liderler,
gerici' olarak yaftalandı. Bin yıllık İslâm medeniyetini köylülük'
olarak görmek, bu bakış açısının bir neticesi.
Öte
yandan batılı sosyal bilimciler, modern dönemin ortaya çıkışından bu
yana değişim fikri üzerine odaklandılar. İslâm ülkelerinin geri' olarak
tasnif edilmesi, kırılma ve kopuş fikri üzerine kurulu batılı değişim
modelini reddetmesinden kaynaklanıyor. Aynı sebepten dolayı, batılı
araştırmacılar İslâm dünyasındaki gelişmeleri incelediklerinde hep
değişimin sözcülüğünü yapan modernist liderleri ele aldılar ve almaya
devam ediyorlar. Bu yüzden Efganî ve Abduh üzerine onlarca kitap,
yüzlerce makale bulunmasına rağmen; yozlaşmacı yenileşme hareketlerine
karşı çıktığı için muhafazakâr ve geleneksel olarak yaftalanan onlarca
din alimi, şeyh, yazar, şair, sanatçı hakkında kayda değer çalışmalar
yok. Tarihi bu şekilde okumak Türkiye'de de yaygın olduğu için, yakın
tarihimizin pek çok isimsiz kahramanı, radar alanımıza hâlâ girebilmiş
değil.
Değişim, yıkım demek değil. Böyle olmamak zorunda. İslâm toplumları,
sabit olan ile değişen arasındaki dengeyi kurabildiği ölçüde kendi
dinamik kimliğini muhafaza etme şansına sahip olacak. Türkiye'nin
televole kültüründen kurtulup yeniden küresel bir medeniyet kimliğine
kavuşması, değişimin nesnesi değil, öznesi olmamıza bağlı.
---------------------------
Kısa kısa
AYAK İZLERİMİZ YAZILIYOR
Selemeoğulları Ensar'dan bir gruptur. Yurtları Medine'nin bir kenarında
idi. Mescid-i Nebevî'ye de uzak olduğu için gelip gitmede zorluk
çekiyorlardı. Bunun için eski yurtlarını bırakarak yakın bir yere
yerleşmeyi düşündüler. Bunun üzerine şu mealdeki ayet nazil oldu:
Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan biziz.
Herşeyi apaçık bir kitapta saymışızdır. (Yasin, 12)
Durumlarını Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'e arzettiklerinde buyurdu ki:
Ayak izleriniz sevap olarak yazılıyor.
Selemeoğulları yerlerinde kalmaya karar verdiler. (Tirmizî)
Kaynak: Semerkand dergisi, 02-2004
|