İFRAT
VE TEFRİT ARASINDA DİNİ TARTIŞMAK
HALİL AKGÜN
Türkiye son yıllarda
ilginç bir din tartışmasına sahne oluyor. Dinle ilgili-ilgisiz ve İslâm
konusunda bilgili-bilgisiz pek çok kişi bu tartışmanın içinde yer alıyor.
Tesettürden kurban kesmeye, din-siyaset ilişkisinden cihada, çok kadınla
evlilikten köleliğe kadar çeşitli konular, TV programlarında, açık
oturumlarda ve gazete sayfalarında ele alınıyor. Akademisyeninden
isçisine, gazetecisinden askerine, bürokratından öğrencisine sanki
Türkiye insanı, dinini yeniden keşfediyor!
Her fırsat ve ortamda
dinin tartışılması, Türkiye'deki dinamik sürecin önemli tezahürlerinden
biri. Türkiye'de olumlu ya da olumsuz köklü hiçbir değişimin dini
parantez içine alarak gerçekleşmesi mümkün değil. Bu yüzden dün olduğu
gibi bugün de İslâm bir inanç ve yaşam biçimi olarak Türkiye'deki
dönüşümün bir parçası olmaya devam ediyor. İster sekülerleşme, ister
kapitalistleşme, isterse de ahlâklı bir toplum inşa etme adına olsun,
yapılan tartışmanın kelimenin en geniş manasıyla İslâm'ı ıskalaması
mümkün değil.
Din geri geliyor
Bu tartışmanın Türkiye
gibi kendine has bir modernleşme ve sekülerleşme süreci yaşamış bir
ülkede yapılıyor olmasının ayrı bir anlamı var. Moderleşme teorileri,
modern kitle toplumlarının ekonomik gelişme, bireycilik, demokratikleşme
ve sekülerleşme süreçleri sonunda dinin sultasından kurtulacağını ve
rasyonel bir küresel toplumun kurulacağını öngörüyordu. Bu kehanetin
yanlışlığı artık açık-seçik ortada. Bu teorik çerçeveyi esas alıp toplum
mühendisliğine soyunan devletlerin yaptıkları hatalar ve sebep oldukları
sosyal ve ahlâkî hasar da ortada. Din, tarih sahnesinden hiçbir zaman
çekilmedi. Bu durum, bugün de aynen devam ediyor.
Bu açıdan baktığımızda,
Türkiye'de son yıllarda ivme kazanan İslâm tartışması, bütün savrulma ve
sapmalarına rağmen, dinin bundan sonra da Türk toplumunun önemli gündem
maddelerinden biri olmaya devam edeceğini gösteriyor. Kimileri buna bir
gerileme, bir sapma olarak bakabilir. Fakat böyle düşünenler dinin değil,
dini hurafeye indirgeyen sekülerciliğin ve maddeci modernleşmeciliğin
insanlık tarihinde bir istisna olduğu gerçeğini göz ardı ediyorlar. Bu
tavırlarında ısrar ettikleri için de İslâm'ın Türkiye toplumunun ve
dünya gündeminin merkezine oturmuş olmasından büyük rahatsızlık
duyuyorlar. Oysa bütün yerel ve küresel göstergeler, dinin tarih
sahnesinden çekilmek gibi bir niyetinin olmadığını ayan beyan ortaya
koyuyor.
Türkiye'de İslâm
konusunda devam eden tartışma, yaşadığımız dinamik sürecin bir
parçasıdır. Bu yüzden genel olarak din hakkındaki tartışma, bu sürecin
hem olumlu hem de olumsuz ögelerini üzerinde taşıyor. Burada bu sürecin
bir yönü, yani dinî bilginin dönüşümü ve paylaşımı' meselesi üzerinde
kısaca duracağız.
Özellikle medyada
yapılan tartışmalarda iki tarafın öne çıktığını görüyoruz. Birincisi,
profesör, uzman, araştırmacı-yazar, vs. ünvanlı, İslâm konusunda söz
söyleme yetkisini kendinde bulan kişiler. İkincisi ise, bu tartışmanın
öbür tarafında yer alan ve din konusunda zihninde pek çok soru bulunan
geniş halk kesimi. Bu kesimin içinde beş vakit namaz kılan kişilerden,
ibadetlerle pek ilgisi olmayanlara kadar, eğitimli-eğitimsiz ve çeşitli
sosyal çevrelerden çok sayıda insan var.
Yer yer bir anarşi
ortamını andıran bu tartışmanın ortak paydası, birbiriyle yakından
irtibatlı iki konu üzerinde yoğunlaşıyor: İslâm'ın bugünkü anlamı ve
bugünün İslâm açısından anlamı.
Soruna seküler
modernleşme açısından bakanlar, bugünü esas alıyor ve tartışılmaz bir
veri olarak görülen çağdaş değerler ışığında bir din-İslâm yorumu
yapılması gerektiğini söylüyor. İslâm'ı esas alanlar, dinin mutlak,
bugünün ise arızî ve geçici olduğunda ısrar ediyor ve kendimize mutlak
olana göre çeki-düzen vermemiz gerektiğini söylüyor.
Tartışma hayatî bir
öneme sahip olduğu için, tartışan tarafların zaman zaman savrulduklarına
ve ifrat ile tefrit arasında gidip geldiklerine şahit oluyoruz. Popülist
kaygılarla din sen ne yaparsan odur diyenler ve dini ilkesiz ve köksüz
bir bireysel yoruma indirgeyenler, bugüne kadar bu tartışmanın sesi en
fazla çıkan grubu oldu.
İslâm fıkıh tarihindeki
azınlık kabul edilen görüşleri, dinin kendisiymiş gibi sunanlar da bugün
Kur'an'da başörtüsü yoktur, 90 milyon lira fidye verenler -herhangi
bir özür olmadan- oruç farizasından kurtulurlar, Ezan ve ibadet Türkçe
olmalıdır, Kadın-erkek aynı safta omuz omuza namaz kılmalıdır
şeklindeki pek çok orijinal fikri kamuoyunda tartışıyorlar. İlginç
olanı, bunu, dini topluma sevdirmek ve İslâm'ın zorluk değil, kolaylık
dini olduğunu göstermek için yaptıklarını söylüyorlar.
Bir an için bunu
yapanların niyetlerinin halis olduğunu düşünelim ve burada önemli bir
dinî hamiyyetin olduğunu var sayalım. Hüsn-ü zan edip hadiseye bu kadar
iyimser baktığımızda bile ortaya pek çok sorun çıkıyor.
Burada iki temel soruna
işaret etmeye çalışacağız.
Birincisi,
dinî bilginin mahiyeti meselesi. Yani dinî konularda bilgi sahibi
olmakla iman sahibi olmak arasındaki hayatî ilişkinin bu tartışmada
nasıl tezahür ettiği konusu. İkincisi, İslâm'ı sevdirmek ve hafifletmek
adına geleneğin Tarihî İslâm denilerek neredeyse bütünüyle
reddedilmesi. Bugünkü kültür ve yaşam biçimine ters ya da zor gelen her
şeyi tarihin yükü' diye bir kalemde silen tarihselci ve modernist
tavır, yeni bir din söylemi geliştirmeye çalışırken, din kelimesini
anlamsız hale getiriyor. Yine dini hurafelerden temizlemek adına yola
çıktığını söyleyenler, modernizmle modernizme karşı olduğunu iddia eden
selefiliği aynı zeminde buluşturuyorlar.
Bilmek,
inanmak ve inanarak bilmek
Birinci
konudan başlayacak olursak, şunu ifade etmemiz gerekiyor: Din söz konusu
olduğunda, kelimenin en geniş manasıyla, imanın yönlendirmediği bir
bilgi kılavuzluk vasfına erişemez. Bilmek, bilinç ve sorumluluk sahibi
olmak demektir. Müminin ferasetinden korkun buyruğu, dinî konularda
malumat sahibi olmanın tek başına yeterli olmadığını teyid ediyor.
Bilginin makbul ve işlevsel hale gelmesi için, ihlâs ve samimiyet ile
meczedilmesi gerekiyor. Aksi halde müslüman ismini ve sıfatını taşıyan
kişilerin din konusundaki görüş ve kanaatleri, oryantalistlerin ve hatta
İslâm düşmanlarının görüşlerinden farksız hale gelir. Salt malumat
sahibi olmak açısından baktığınızda bu iki grup, yani inanan ile
inanmayan arasında bir fark yoktur. Mümin kişiler, dinle ilgili konular
söz konusu olduğunda, inanmayanların ulaşmasının mümkün olmadığı bir
takım gizli-saklı bilgilere sahip değiller.
Herkes
aynı bilgi kaynağını alıp, onun hakkında farklı görüşler beyan ediyor.
Örneğin bugün Kur'an-ı Kerim'deki cihad ayetlerini araştırmak isteyen
bir kişi, dinî ve etnik kimliği ne olursa olsun, böyle bir çalışmayı
dünyanın herhangi bir yerinde kolaylıkla yapabilir. O kişiyi bu
çalışmadan alıkoyacak dinî, hukuki ya da sosyal bir engel yok. Aynı
şekilde benzer çalışmalar hadis, tefsir yahut Arap dili konularında
yapılabilir. Nitekim bu tür çalışmalar Kahire'den Londra'ya dünyanın pek
çok ülkesinde yapılıyor ve bu çalışmalara dayalı yüzlerce kitap ve
makale yayınlanıyor.
Peki bu
çalışmalarda, mümin kişiyle mümin olmayanı birbirinden ayıran şey nedir?
Sahip olduğumuz imanın, bizim için kutsal bir metin olan Kur'an'ı anlama
yöntemimiz üzerindeki etkisi nedir? İnanç ve değerler sistemimizin,
ürettiğimiz bilgi üzerinde hiçbir etkiye sahip olmaması düşünülebilir
mi? Elbette düşünülemez. Aksi halde bu, iman ile tefekkür arasında doğru
bir ilişki kuramadığımız anlamına gelir. Kur'an-ı Kerim'de geçen Ey
iman edenler
ifadesi, dikkatimizi sürekli bir hadiseye yahut tabiat
olayına çeker. Örneğin Ey iman edenler, yerin ve göklerin yaradılışına
bakın
dediğinde, Kur'an'ın yaptığı şey, bizi sadece astronomi ve
kozmoloji alanlarında bilgi sahibi olmaya teşvik etmek değildir. Amaç
tek başına tarihi ve bilimsel bilgiye sahip olmak değildir.
Bilakis bu
bilgi, iman ve tefekkür bağlamında bir araçtır. Asıl gaye, bu olgu ve
hadiselere iman perspektifinden bakmayı öğrenmektir. Dolayısıyla yere
ve göklere bakın
emrinden önce gelen ey iman edenler! ifadesi, aynı
zamanda şu anlama geliyor: Etrafınıza, sanki iman etmemiş insanlar gibi
bakmayın. Yani varlıkları yaradılış gayesinden bağımsız, boş ve amaçsız
bir madde yığını olarak görmeyin. Zaten iman gözüyle yani inanmış
kişiler olarak baktığınızda, varlık alemini ölü madde olarak
göremezsiniz.
Dahası,
imanın nuruyla baktığınızda, gördüğünüz şey de değişir. Çünkü artık o
şeyle olan irtibat biçiminiz, onu anlam dünyanızda nereye koyduğunuz ve
ona nasıl bir yer biçtiğiniz artık değişmiştir. İman etmek ve etrafımıza
iman ile bakmak, bize bu anlam çerçevesini sağlar. Bir örnek verelim:
Ortasına kadar suyla dolu bir bardağa bakıp bu bardağın yarısı dolu ya
da yine aynı bardağa bakıp bu bardağın yarısı boş diyebiliriz.
Bilimsel açıdan bu iki yargıdan birini haklı diğerini haksız çıkartacak
hiçbir delil yoktur. Burada fizik ve madde anlamında herhangi bir
değişiklik olmamıştır. Baktığımız aynı bardaktır. Bardağın içindeki su
seviyesi aynıdır. Değişen, bizim bardağa ve bardağın içindeki suya
bakışımız ve en nihayetinde kendimizi bu iki şeyle nasıl
irtibatlandırdığımızdır.
Bu
hususlar ışığında sunu söyleyebiliriz: Din hakkında tartışırken, bunu
sadece bir bilgi ve malumat meselesi olarak yapamayız. Dinin bizden
istediği sadece bilmek değil, aynı zamanda ve belki de daha önemlisi
yaşamak ve ahlâklı insanlar olmaktır. Türkiye'deki İslâm tartışması, bu
boyutu büyük ölçüde kaybetmiş görünüyor. Bir takım fıkhî hükümleri
sunmak, dinin bizden istediği şeyi yerine getirmek olarak anlaşılıyor.
Birilerini rahatlatmak yahut alkış toplamak adına yapılan ölçüsüz
açıklamalar, dinin özüne ilişkin sorunların ortaya çıkmasına yol açıyor.
Tarihî
İslâm?
İkinci
sorun, Tarihî İslâm ya da İslâm'ın Tarihsel Yorumu diye İslâm
düşünce ve hayat geleneğinin neredeyse tamamının mahkum edilmesidir.
İlkesiz ve sorumsuz bir çağdaş(çı)lık adına yapılan teklifler, dinin
zati anlamını ortadan kaldıracak nitelikte. İslâm'ı modernize etme
misyonuna soyunan prof. unvanlı bu kişiler, amaçlarının İslâm'ı
sevdirmek ve kolaylaştırmak olduğunu söylüyorlar. Ve bunu İslâm'ı,
çağdaş değerlerin ışığında yeniden okumak ve anlamak adına yapıyorlar.
Geleneği bir çırpıda tarihselleştirdiğimizde, İslâm'ın aslına dönmüş
olacağımız varsayılıyor.
Buradaki
temel hata, tarih, gelenek ve çağdaşlık kavramlarının büyük bir kargaşa
içinde tanımlanmasından kaynaklanıyor. Çağdaş değerleri hiçbir tenkide
tabi tutmadan kabul edenler, kendilerini tarihen yanlış bir yerde
buluyorlar. Öte yandan geleneği tarihle karıştıranlar, tarihte olan
herşeyin gelenek olduğunu zannediyor ve tarihi mahkum ettiklerinde
geleneği de hiçe saydıklarını fark etmiyorlar. Böylece tasavvuftan
mezheplere, sanattan halk hikayelerine kadar her şeyi bir çırpıda
siliyor ve tarihin yükü diyerek reddediyorlar.
Oysa
hiçbir köklü düşünce, bir geleneğe dayanmadan var olamaz.
Tevhidî dinlerin tarihi,
kendi başına bir gelenektir. Eskimeyen ve sürekli yeni kalan bu gelenek,
aynı ilâhi mesajın tarihe değişik biçimlerde yön vermesiyle oluşmuştur.
Kur'an İslâm'ı yahut saf din adına on dört asırlık İslâm geleneğinin
bir hata ve sapmadan ibaret olduğunu söylediğimizde, aynı zamanda köksüz
ve tarihsiz bir din çağrısı yapıyoruz demektir. Şüphesiz tarihte olan ve
din adına yapılan her şey, bizim kastettiğimiz manadaki geleneğin
tanımına girmez. Fakat tarihi olduğu gibi kutsamanın alternatifi,
geleneği tarih diyerek bütünüyle reddetmek değildir.
Türkiye'deki din ve
İslâm tartışmasının sağlıklı bir zemine oturması, ölçülü ve derinlikli
bir bakış acısının geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Aslına sadık ve
aynı zamanda güçlü bir geleneğe dayalı bir din söylemi, ancak böyle bir
zeminde hayat bulabilir.
Semerkand'ın bir dergi
olarak sessiz ve mütevazi bir şekilde yürüttüğü bu misyona hepimizin
sahip çıkması ve katkıda bulunması gerekiyor.
Kaynak: Semerkand
dergisi, 11/2004
|