2- Bâb: Erkek Kadını, Kadın Da Erkeği Tedâvî Eder Mi?
4- Bal İle Tedâvî Ve Yüce Allah'ın: "Onda insanlar
için şifâ vardır" (el-Nahl: 69) Kavli Babı
5- Develerin Sütleriyle Devâlanıp Tedâvî Olmak Babı
6- Develerin Sidikleriyle Tedâvî Olmak Babı
8- Hasta İçin Telbıne Bulamacı Yapılması Babı
11- Bâb: Kişi Hangi Saatte Kan Aldırır?
12- (İhtiyâç Belirdiğinde) Seferde Ve İhram İçinde Kan
Almak Babı
13- (Bedende Meydana Gelen) Hastalıktan Dolayı Kan
Aldırmak Babı
14- Baş Üzerinde Kan Alma Tedavisi Babı
15- Yarım Baş Ağrısından Ve Baş Ağrısından Dolayı Kan
Aldırma Tedavisi Babı
16- Ezâ Ve Hastalıktan Dolayı (Baştaki Ve Diğer
Yerlerdeki) Saçları Ye Kılları Tıraş Etmek Babı
18- Göz Hastalığından Dolayı Göze, Sürme Taşî Ve Diğer
Sürme Nevi'leri Sürmek Babı
20- Bâb: "El-Mennu (= Kudret Halvâsı)" Göz İçin
Bir ' Şifâdır
21- Hastanın Ağzının Bir Tarafından Deva Konulması Babı
24- Karnı (İshal Olup) Hastalanmış Kişinin Tedavisi Babı
25- Bâb: Safer Yoktur. Safer Karnı Yakalayan (Ve Yüzü Sarartan)
Bir Hastalıktır
26- Zâtu'l-Cenb Hastalığıfnın Devası) Babı
27- Külü İle Kan Yolunun Kapatılması İçin Hasır Yakılması
Babı
29- Kendi Tabîatine Uygun Gelmeyen Yerden Başka Yere
Çıkan Kimse Babı
30- Tâûn Hastalığı Hakkında Zikrolunan Şeyler Babı
31- Tâûn Hususunda Sabırlı Olan Kişinin Ecri Babı
33- Fâtihatu'l-Kitâb'ı Okumakla Rukyeler Yapma Babı
34- Rukye Yapmak Hususunda Bir Koyun Sürüsü Bölüğü
(Vermelerini) Şart Kılma Babı
35- Göz Dokunmasına Okunmak Babı
37- Yılan Ve Akreb Sokmasında Rukye Tedavisi Babı
38- Peygamber(S)'İn Rukyesinde Okuduğu Sözler Babı
39- Rukye Tedavisinde Nefes Etme(Nîn Cevazı) Babı
40- Duâ İle Tedâvî Eden Kişinin Kendi Sağ Elini Ağrıya
Dokundurup Sürmesi Babı
41 -Bâb: Kadın Erkeğe Rukye Tedavisi Yapar
42- Rukye (Yânı Efsun) Yapmayan Kimseler Babı
43- Bir Şeyde Uğursuzluk (Var Sanmak) Babı
45- Bâb: İslâm'da Hâme (Ve Safer İnancı) Yoktur
47- Sihr Ve Yüce Allah'ın Şu Kavilleri Babı:
48- Bâb: Allah'a Şirk Koşmak Ve Sihr, Helak Edici
Günâhlardandır
49- Bâb: İnsan Sihri (Konulduğu Yerden) Çıkarmak İster Mi?
52- Sihr(İn Def'i Ve İbtâli) İçin Acve Hurması İle Tedâvî
Babı
54- Bâb: Hastalığın Kendi Kendine Sebebsiz Sirayeti
Yoktur
55- Peygamber(S)'İn Zehirlenmesi Hakkında Zikrolunan
Hadîsler Babı
57- Dişi Eşeklerin Sütlerinin Hükmü) Babı.
58- Bâb: Kabın İçine Sinek Düştüğü Zaman (Hükmü Nasıl
Olur?)
Bu Konuya Bir Özetleme île Son Verelim
Tibb Kitâbı'nin Sonunda Bir Hatırlatma
1. Birinci Nevi' îlâhî Devalar İle Olan Tedâvî
Beyâmndadir
(Tıbb
Kitabı) [1]
"Allah, indirdiği
derde muhakkak şifâsını da indirmiştir"
1-.......Bana
Atâ ibn Ebî Rebâh, Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti
ki, Peygamber (S):
"Allah, indirdiği derde, muhakkak şifâsını da indirdi" buyurmuştur [2].
2-.......Muavviz
ibn Afrâ'nın kızı Rubeyyi' (R) şöyle demiştir:
Biz Rasûlullah(S)'ın
beraberinde gazveye giderdik. Gazilere su taşıyıp sulardık ve onların
hizmetlerini görürdük. Bir de harb sahasındaki şehîdleri ve yaralıları
toplayıp Medine'ye naklederdik [4]
3-.......Bize
Salim el-Eftus (ibn Aclân el-Harrânî), Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, İbn
Abbâs(R): "Şifâ üç şeydedir: Bal şerbeti içmekte, kan alma âleti vurmakta,
ateşle dağlamakta. Fakat ben ümmetimi (son bir ihtiyâç olmadıkça) ateşle
dağlamaktan nehyederim" demiştir.
İbn Abbâs bu hadîsi
Peygamber(S)'e yükseltmiştir.
Ve yine bu hadîsi
el-Kummî de Leys'ten; o da Mucâhid ibn Cebr'-den; o da İbn Abbâs'tan olmak
üzere (dağlamayı zikretmeden) Peygamber (S): "Şifâ, balda ve kan
aldırmadadır" İafzıyle rivayet etmiştir [5].
4-.......Bize
Mervân ibn Şucâ\ Salim el-Eftus'tan; o da Saîd ibn Cubeyr'den; o da İbn
Abbâs(R)'tan tahdîs etti ki, Peygamber (S): ('Şifâ üç şeydedir: Kan alma âleti
vurmakta, yâhud bal şerbeti içmekte yâhud ateşle dağlamaktadır. Fakat ben (son
bir ihtiyâç ve zaruret olmadıkça) ümmetimi ateşle dağlamaktan nehyederim"
buyurmuştur [6].
5-.......Bize
Ebû Usâme tahdîs edip şöyle dedi: Bana Hişâm, babası Urve'den haber verdi ki,
Âişe (R): Peygamber (S) tatlıyı ve balı çok severdi, demiştir [8].
6-.......
Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyİe
buyuruyordu: "Eğer sizin devalarınızdan herhangi birşeyde bir hayır
mevcûd ise -yâhud: devalarınızdan herhangi birinde bir hayır olacaksa- neşter
(ameliyat bıçağı) darbesinde yâhud bal şerbetinde yâhud da derde uyacak bir
ateşle dağlamakta vardır. Amma ben.dağlamak tedavisini sevmiyorum" [9].
7-.......
Bize Saîd ibn Ebî Arûbe, Katâde'den; o da Ebu'I- Mütevekkil'den; o da Ebû Saîd
(el-Hudrî -R)'den şöyle tahdîs etti: Peygamber(S)'e bir adam geldi de:
— Kardeşimin karnı ağrıyor, dedi. Peygamber:
— "Bal (şerbeti) içir!" buyurdu.
Sonra bu adam ikinci
bir defa daha geldi (ve hastalığın geçmediğini söyledi). Peygamber yine:
— "Ona bal şerbeti içir!" buyurdu.
Sonra üçüncü defa
geldi. Peygamber yine:
— "Bal şerbeti içir!" buyurdu. Sonra
bu adam bir daha geldi de:
— İçirdim (fakat ağrısı geçmedi), dedi. Bunun
üzerine Peygamber:
— "Allah doğru söyledi, fakat kardeşinin
karnı yalan söylemiştir. Haydi ona yine bal şerbeti içir!" buyurdu.
Adam kardeşine
(dördüncü kerre) bal şerbeti içirdi de adam hastalıktan iyileşip kurtuldu [10].
8-.......Bize
Sabit el-Bunânî, Enes(R)'ten şöyle tahdîs etti: Kendilerinde hastalık bulunan
birtakım insanlar (Medine'ye geldiler ve):
— Yâ Rasûlallah! Bizleri barındır ve doyur!
dediler. Sağlıklarına kavuştukları zaman da:
— Şübhesiz Medine havası ağır bir yerdir,
dediler.
Bunun üzerine
Rasûlullah onları zekât develerinin bulunduğu Harre denilen arazîye yerleştirdi
de:
— "Develerin sütlerini içiniz!"
buyurdu.
Onlar orada tam
sağlıklarına kavuşunca Peygamber'in çobanını öldürdüler ve develeri önlerine
katıp götürdüler. Peygamber (bunu haber alınca) arkalarından bir askerî birlik
gönderip yakalattı. Peygamber onların (kısas olarak çaprasvârî) ellerini,
ayaklarını kestirdi, gözlerine de mil çektirip oydurdu.
(Enes dedi ki:) Ben
onlardan bir adamı gördüm ki, ölünceye kadar diliyle yeri yalayıp ısırıyordu.
Râvî Sellâm ibnu
Miskîn şöyle dedi: Bana şu ulaştı ki, Haccâc ibn Yûsuf, Enes'e: Peygamber
(S)'in tatbîk ettiği en şiddetli ukubeti bana tahdîs et! demiş, Enes de ona bu
hadîsi tahdîs etmiştir. Bu el-Hasenu'l-Basrî'ye ulaşınca: Enes'in bu hadîsi
Haccâc'a tahdîs etmemiş olmasını arzu ederdim, demiştir [11].
9-.......Bize
Hemmâm ibn Yahya, Katâde'den; o da Enes(R)'ten şöyle tahdîs etti: Birtakım
insanlar (Medine'ye geldiler de) mi'de ağrısından dolayı Medine'de ikaamet
etmek istemediler. Peygamber (S) onlara zekât develerini güden çobanın yanına
gitmelerini, orada develerin sütlerinden ve sidiklerinden içmelerini emretti.
Onlar da Pey-gamber'in çobanına katıldılar da develerin sütlerinden ve
sidiklerinden içtiler. Nihayet bedenleri iyileşince çobanı öldürdüler, develeri
önlerine katıp götürdüler. Bu yaptıkları Peygamber'e ulaşınca, onları aramak
için bir birlik gönderdi. Sonunda bunlar Peygamber'e getirildiler, Peygamber de
(kısas olarak) onların ellerini ve ayaklarını (çaprasvâ-rî) kesti, gözlerini de
oydu.
Katâde: Muhammed ibn
Şîrîn bana, bunun haddlerin (yânî bu husustaki dînî cezaların) inmesinden önce
olduğunu tahdîs etti, demiştir [12].
10-.......(Ebû
Mes'ûd Bedrî'nin kölesi) Hâlid ibn Sa'd şöyle demiştir: Biz sefere çıkmıştık,
beraberimizde Gâlib ibnu Ebcer de vardı. Bu Gâlib, yolda hastalandı. Medîne'ye
geldik, o hâlâ hasta idi. Ebû Atîk'm oğlu (yânî Abdullah ibn Muhammed ibn
Abdirrahmân ibn Ebî Bekr es-Sıddîk -ki Ebû Atîk babası Muhammed'in künyesi
idi-) ona hasta ziyaretine geldi. Bu ziyarette Abdullah ibn Muhammed bize:
— Şu küçük kara tanecik üzerine devam edip ona
ehemmiyet verin. Ondan beş yâhud yedi tane alıp bunları ezin. Sonra bunu burnunun
içine şu tarafına ve şu tarafına olmak üzere zeytinyağı damla-larıyle damlatın.
Çünkü Âişe (R)
bana tahdîs etti ki,
kendisi Peygamber(S)'den: "Şübhesizşu kara tane, samdan başka
hastalığa şifâdır" buyururken işitmiştir.
Ben:
— Sâm nedir? dedim.
O:
— Ölümdür, dedi [13].
11-.......
İbn Şihâb şöyle demiştir; Bana Ebû Seleme ve Saîd ibnu'l-Müseyyeb haber
verdiler, onlara da Ebû Hureyre (R) haber vermiştir. Kendisi Rasûlullah(S)'tan:
"Şu kara tanede samdan (yânî ölümden) başka her hastalığa şifâ
vardır" buyururken işitmiştir.
İbn Şihâb: Sâm ölümdür,
kara tane de şûnîz'dir, dedi [14].
12-.......Bize
Yûnus ibn Yezîd, Ukayl'den; o da İbn Şihâb'dan; o da Urve'den haber verdi ki,
Âişe (R) hasta için ve ölmüş kimse üzerine hüzünlü olan insan için dâima
telbîne bulamacı yapılmasını emreder ve:
— Ben
Rasûlullah(S)'tan: "Şübhesiz telbîne bulamacı hastanın gönlüne rahat
verir, bir kısım hüzün ve kederi de giderir" buyururken işittim, der idi [15].
13-.......Bize
Alî ibnu Mushır, Hişâm'dan; o da babası Urve'den tahdîs etti ki, Âişe (R)
telbîne bulamacı yapılmasını emreder ve: — O, hasta tarafından sevilmez, (fakat
hastalığı için) faydalıdır, der idi.
14-.......Tâvûs
ibn Keysân'dan; o da İbn Abbâs(R)'tan tahdîs etti ki, Peygamber (S) kendisinden
kan aldırmış, kan alıcıya kan alma ücretini vermiş ve saût denilen burun
ilâcını kullanmıştır [16].
"Kust" lafzı
"Kâf' ve "Kaaf'la olan "Kâfur ve "Kaafûr" lafızları
gibidir. Yine "Nuziat", yâna "Çekilip söküldü" ma'nâsına
olan "Küşıtat" ve "Kuşttat" meçhul fiilleri de böyle hem
"Kâf ile hem de "Kaaf * harfiyledir. Abdullah ibnu Mes'ûd da
("Kaaf' harfli olarak): "İzâ's- semâi kuşıtat" okumuştur [17].
15-.......Mıhsan
kızı Ümmü Kays (R): Ben Peygamber(S)'den işittim:
— "Şu
el-Ûdu'l-Hindî'yi kullanmağa devam ediniz. Çünkü bunun içinde yedi türlü şifâ
vardır. Uzre, yânî boğaz hastalığı için bu ilâç buruna çekilir. Zâtu 'l-cenb
hastalığı için de (su ile) hastaya içirilir" buy uruy ordu.
Bu sırada ben henüz
yemek yiyemeyen küçük bir oğlumla Pey-gamber'in huzuruna girdim. (Peygamber
çocuğu kendi kucağına oturttu.) Çocuk O'nun üzerine işedi. Peygamber su istedi
de sidiğin değdiği yerin üstüne azar azar akıttı [18].
Ebû Mûsâ el-Eş*arî
geceleyin kan aldırmıştır [19].
Âsim Efendi'nin bu
kadar hususiyet ve meziyetlerini saydığı bu bitki bizim "Topalak"
dediğimiz nebattır...
16-.......İbn
Abbâs (R): Peygamber (S) oruçlu olduğu hâlde kendisinden kan aldırdı,
demiştir.
Bunu (yânî sefer ve
ihram haletinde kan almayı) Abdullah ibnu Buhayne, Peygamber(S)'den olmak üzere
söylemiştir.
17-.......İbn
Abbâs (R) Peygamber (S) oruçlu olduğu hâlde kendisinden kan aldırdı, demiştir [20].
18-.......
Bize Humeyd et-Tavîl, Enes(R)'ten haber verdi ki, Enes'e kan alıcının ücreti
sorulduğunda: Rasûlullah (S) kendisinden kan aldırdı. Onu Ebû Taybe kan alma
tedavisi yaptı. Rasûluliah da ona iki sâ' ölçeği buğday verdi ve onun sâhibleri
ile konuştu. Onlar da Ebû Taybe'nin vergisini hafiflettiler.
Peygamber bir
hutbesinde şöyle buyurdu:
— "(Ey Hicaz halkı!) Sizin kendisiyle
tedaviolageldiğiniz şeylerin en üstün ve lüzumlu olanı, kan aldırmak ve
el-kustu'l-HindVdir".
Ve yine Rasûlullah:
— "Sakın çocuklarınızı anjin hastalığından
kurtarmak için bademciği sıkmak suretiyle azab etmeyiniz. Kust (yânı
el-Ûdu'l-Hindî) ile tedaviye ehemmiyet veriniz!" buyurdu [21].
19-.......Âsim
ibn Umer ibn Katâde tahdîs etti ki, Câbiribn Abdillah (R), başı bir bez ile
örtülmüş olarak dönüp gelmiş de, sonra:
— Kan alma tedâvîsi
yaptırmadıkça buradan ayrılmam. Çünkü ben RasûlulIah(S)'tan işittim, O:
"Kan aldırmakta şifâ vardır" bu-yürüyordu, demiştir [22].
20-.......Alkame,
Abdurrahmân el-A'rec'den işitti ki, o da Abdullah ibn Buhayne'den işitmiştir.
Abdullah ibn Buhayne (R): Rasû-lullah (S) Mekke yolundan olan Lahyu Cemel
denilen mevki'de kendisi ihrâmlı olduğu hâlde başının ortasından kan aldırdı,
diye tahdîs ediyordu.
Ve el-Ensârî (Muhammed
ibn Abdillah) şöyle dedi: Bize Hişâm ibnu Hassan haber verdi. Bize İkrime, İbn
Abbâs(R)'tan: Rasûlul-lah (S) başından kan aldırma tedavisi yaptırdı, diye
tahdîs etti.
21-.......
Bize Muhammed ibn Adiyy, Hişâm ibn Hassân'dan; o da İkrime'den tahdîs etti ki,
İbnu Abbâs (R): Peygamber (S) ih-râmlı olduğu hâlde kendisinde bulunan bir baş
ağrısı hastalığından
dolayı "Lahyu
Cemel" denilen bir su yanındaki menzilde başından kan aldırma tedavisi
yaptırdı, demiştir.
Muhammed ibn Sevâ da
şöyle dedi: Bize Hişâm ibn Hassan, İkrime'den; o da İbn Abbâs'tan,
Rasûluüah(S)'ın ihrâmlı iken kendisinde bulunan yarım baş ağrısından dolayı,
başından kan aldırdığını haber verdi [23].
22-.......
Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim: "Eğer
sizin devalarınızdan herhangi birşeyde bir hayır mevcûd ise, bal şerbetinde
yâhud neşter -ameliyat bıçağı- darbesinde yâhud da bir ateşle dağlamakta
vardır. Fakat ben dağlanmak tedavisini sevmiyorum" buyuruyordu [24]
23-.......Eyyûb
es-Sahtıyânî şöyle dedi: Ben (müfessir) Mucâhid ibn Cebr'den işittim; o da
Abdurrahmân ibn Ebî Leylâ'dan ki, Ka'b ibn Ucre (R) şöyle demiştir: Peygamber
(S) Hudeybiye zamanında ben taştan düzülmüş bir çömleğin altına ateş yakmakla
uğraşırken yanıma geldi. Bitler benim başımdan aşağı saçılıp dökülüyordu.
Bunun üzerine Peygamber:
— "Haşerelerin sana ezâ veriyor mu?"
buyurdu. - Ben:
— Evet (ezâ veriyor)! dedim. Peygamber:
— "Öyleyse başım tıraş et de üç gün oruç
tut yâhud altı fakiri doyur yâhud da bir kurban kes!" buyurdu.
Râvî Eyyûb: Ben
bunların hangisiyle başladığını bilmiyorum, demiştir [25]
24-.......Bize
Asım ibn Umer ibn Katâde tahdîs edip şöyle dedi: Ben Câbir(R)'den işittim ki,
Peygamber (S): "Sizin devalarınızdan herhangi birşeyde şifâ varsa,
ameliyat bıçağı darbesinde yâhud bir ateşle dağlamakta vardır. Fakat ben dağlanmayı
sevmiyorum" buyurmuştur [27].
25-.......Bize
Husayn (ibn Abdirrahmân el-Vâsıtî), Âmir ibn Şerâhîl eş-Şa'bî'den tahdîs etti
ki, İmrân ibn Husayn (R): Rukye tedâ-vîsi ancak göz değmesinden ve
zehirli(hayvan sokmasin)dan olur, demiştir.
(Husayn ibn
Abdirrahmân şöyle dedi:) Ben bu sözü, Saîd ibn Cubeyr'e zikrettim. O şöyle
dedi: Bize İbn Abbâs (R) şöyle tahdîs etti: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu:
— "Bana bütün
ümmetler arzolunup gösterildi: Bir iki peygamber, yanlarında onar, yirmişer,
otuzar, kırkar ümmetleriyle beraber önümden geçmeğe başladılar. Bir peygamber
de yanında bir ümmeti bile olmaksızın geçti. En sonu uzaktan büyük bir karaltı
gösterildi. Bu kalabalık karaltı nedir? Bu, benim ümmetim midir? diye sordum.
Bu, Mûsâ Peygamber'le kavmidir! diye cevâb verildi. Sonra bana: Ufka bak!
denildi. Bakınca ufku dolduran büyük karaltı gördüm. Sonra bana semâ
ufuklarının şurasına ve bu tarafına bak! denildi. Bir de baktım ki, büyük bir
karaltı baştanbaşa ufku doldurup kaplamış. Bana: Bu senin ümmetindir.
Bunlardan yetmişbin kişi hesaba çekiimeksizin cennete girecektir,
denildi."
Bu hitabesinden sonra
Rasûlullah odasına girdi. Ve (hesaba çekilmeden cennete gireceklerin vasıflan
hakkında) mecliste bulunanlara birşey söylemedi. Artık meclistekiler dağıldı.
(Ve şöyle münazara
ediyorlardı:)
— Biz, Allah'a îmân ve
Rasûlü'ne ittibâ eden kimseleriz. Artık
biz, cennete hesâbsız
girecek kimseleriz..
Yâhud:
—O bahtiyarlar
evlâdlanmızdır, onlar İslâm camiası içinde doğmuşlardır. Biz ise Câhiliyet
devrinde doğduk, diyorlardı.
Bu münazara
Peygamber'e ulaşınca, odasından dışarı çıktı ve:
— "Cennete hesaba çekiimeksizin girecek
mü'minler, efsun etmeyenler, teşe'üm etmeyenler, şifânın (Allah'tan olduğuna
inanıp) dağlamaktan olduğuna inanmayanlar ve her hususta Allah'a dayanıp
güvenenlerdir" buyurdu.
Bunun üzerine Ukâşe
ibnu Mıhsan:
— Yâ Rasûlallah! Ben onlardan mıyım? diye
sordu. Rasûlullah:
— "Evet onlardansın!" buyurdu. Sonra
başka birisi ayağa kalktı da:
— Ben de onlardan mıyım? dedi.
Rasûlullah ona:
— "Bu hususta Ukâşe senden öne
geçti!" buyurdu [28]
Bu konuda Ümmü Atıyye'den
bir hadîs vardır [29].
26-.......Şu'be
şöyle dedi: Bana Humeyd ibnu Nâfi', Zeyneb'den; o da annesi Ümmü Seleme(R)'den
şöyle tahdîs etti: Kocası ölen bir kadının gözleri hastalandı. Yakınları bu
kadını Peygamber'e söylediler ve kadının göz hastalığı üzerine korkulmakta
olduğundan, Pey-gamber'e göze sürme çekmeyi de zikrettiler. Bunun üzerine
Peygamber (S):
— "Yemin olsun
ki, siz kadınlardan biriniz (Câhiliyet devrinde kocası öldüğünde) evinin içinde
en kötü elbiseleri içinde -yâhud: kötü elbiseleri içinde evinin en fena bir
tarafında- bir sene beklerdi. Bir sene tamâm olup da yanından bir köpek geçtiği
sırada kadın yerden bir deve tezeği (alıp kendi omuzundan arkaya) atardı.
Hulâsa bu gözleri hasta olan kadın, kocasının vefatından i'tibâren dört ay on
gün : 239) geçmedikçe, gözlerine sürme çekemez" buyurdu [30].
27-.......Bize
Saîd ibnu Mînâ tahdîs edip şöyle dedi: Ben Ebû Hureyre(R)'den işittim, şöyle
diyordu: Rasûlullah (S): "Hastalığın (sahibinden bir başkasına) kendi kendine
sirayeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş (ötmesinin te'sîri
ve kötülüğü) da yoktur, Safer ayında uğursuzluk yoktur. (Bunlar Câhüiyet
hurafeleridir.) Fakat (ey mü'min) sen cüzamlıdan, arsiandan kaçar gibi
kaç!" buyurdu [31].
28-.......Bize
Şu'be tahdîs ettiki, Abdulmelik ibn Umeyr şöyle demiştir: Ben Amr ibnu
Hureys'ten işittim, şöyle dedi: Ben Saîd ibn Zeyd(R)'den işittim, şöyle dedi:
Ben Peygamber(S)'den işittim: "Yer mantarı, kudret halvâsı (gibi Allah'ın
külfetsiz ni'metleri) nev'inden bir rızıkttr. Suyu da göz ağrısına
şifâdır" buyurdu [33].
Şu'be şöyle dedi: Yine
bana el-Hakem ibnu Uteybe, el-Hasen el-Uranî'den; o da Amr ibn Hureys'ten; o da
Saîd ibn Zeyd'den; o da Peygamber'den olmak üzere haber verdi.
Yine Şu'be: el-Hakem
bana bu hadîsi tahdîs edince, ben Abdul-melik ibn Umeyr'in hadîsinden ötürü onu
inkâr etmedim, demiştir [34].
29-.......Sufyân
es-Sevrî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Mûsâ ibn Ebî Âişe, Ubeydullah ibn
Abdillah'tan; o da İbn Abbâs ile Âişe(R)'den tahdîs etti ki, Ebû Bekr (R),
Peygamber (S) ölmüş hâldeyken (yüzünü açıp üzerine kapanarak) Peygamber'i
öpmüştür.
Ubeydullah dedi ki:
Âişe şöyle dedi: Biz hastalığı içinde yarı baygın iken Peygamber'e ağzının bir
tarafından içeriye bir ilâç vermiştik. O da bize: "Bana ilâç
vermeyiniz!" diye işaret etmeye başlamamıştı. Biz, Peygamber'in bunu
istememesi, hastanın ilâçtan hoşlanmamasından ibarettir dedik (ve ilâç vermeğe
devam ettik). Fakat Peygamber ayılınca:
— "Ben sizi bana
ilâç vermekten men' etmedim mi?"buyurdu.
Biz:
— Bu nehyi, hastanın
ilâcı sevmemesidir diye düşündük, dedik. Bunun üzerine Peygamber:
— "Şimdi Abbâs hâriç, bu evde bulunan
herkes gözümün önünde bu ilâçtan muhakkak içecektir, içmeden kalkmıyacaktır.
Çünkü Abbâs beni ilaçlamanızda sizinle hazır bulunmadı" buyurdu [35].
30- Bize Alî
ibn Abdillah el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, ez-Zuhrî'den tahdîs
etti. Bana Ubeydullah ibn Abdillah haber verdi ki, Ümmü Kays bintu Mıhsan (R)
şöyle demiştir: Ben küçük bir oğlumla Rasûlullah'ın huzuruna girdim. Ben bu
oğlumu bademcik hastalığından dolayı tedâvîye tâbi' tutmuştum. Rasûlullah (S)
şöyle buyurdu:
— "Niçin boğaz
hastalığına böyle bir tedavi uygulamak suretiyle çocuklarınızın boğazını elle
sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu el-Ûdu'l-HindVyi kullanmağa devam ediniz. Çünkü bu
Hind bitkisinde yedi türlü şifâ vardır, Zâtu'l-cenb hastalığının ilâcı da
ondandır, O (uzre denilen boğaz) hastalığı için buruna çekilir. Zâtu'l-cenb
hastalığı için de (su ile) hastaya ağızdan verilip içirilir."
es-Sufyân dedi ki: Ben
ez-Zuhrî'den işittim, şöyle diyordu: Rasûlullah (S) bize iki devayı (yânî
içirilecek ve buruna çekilecek olan ikisini) beyân etti de, o yediden kalan beş
tanesini beyân etmedi. Hadîsin râvîsi Alî ibn Abdillah el-Medînî dedi ki: Ben
Sufyân'a:
— Ma'mer ibn Râşid:
"Ben çocuğu boğazından elimle sıkıp ameliyat yaptım" şeklinde
söylüyor, dedim.
Suf yân:
— "A'laktu aleyhi" ta'bîrini
ezberlemedi, o ancak "A'laktu anhu" şeklinde söylemiştir. Ben bunu
ez-Zuhrî'nin ağzından alıp ezberledim, dedi ve Sufyân, kendi damağına elini
sokarak, çocuğun, parmakla ağzının içinin sıkılıp oğulmasını vasfetti. Bununla
da ancak çocuğun ağzının tavanının, yânî damağının parmağiyle yukarı kaldırılmasını
gösterip anlatmak istiyordu (oraya bir şey yapıştırıp sürülmesini değil).
Ve:
— ''A'lıkû anhu şey'en
= Ondan birşeyi (bir belâyı) izâle ediniz" demedi, dedi [36].
(Bu, geçen bâbdan bir
fasıl gibidir.)
31-.......ez-Zuhrî
şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah ibn'Utbe haber verdi ki, Peygamber'in
zevcesi Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah(S)>ın hastalığı ağırlaşıp da
ağrısı şiddetlendiği zaman, benim odamda bakılmak üzere diğer zevcelerinden
izin istedi. Onlar da izin verdiler. Ondan sonra Peygamber, bir tarafında
Abbâs, diğer tarafında bir zât olduğu hâlde ayakları yerde sürünerek çıktı.
Ubeydullah dedi ki:
Ben İbn Abbâs'a: Âişe'nin bu "Diğer bir zât" sözünü haber verdim. İbn
Abbâs:
— Sen Âişe'nin ismini
zikretmediği o diğer kişinin kim olduğunu bilir misin? dedi.
Ben:
— Hayır, bilmiyorum, dedim. İbn Abbâs:
— O zât, Alî (ibn Ebî Tâlib)'dir, dedi.
Âişe dedi ki:
Peygamber, Âişe'nin evine girip de ağrısı şiddetlendikten sonra:
— "Üzerime ağız bağları çözülmedik yedi
kırba su dökün, böylelikle bedenimde biraz hafiflik bulup belki insanlara
vasiyette bulunabilirim" buyurdu.
Âişe dedi ki: Bunun
üzerine kendisini Peygamber'in zevcesi Haf-sa'nın malı olan bir (bakır yâhud
ağaç) leğen içine oturttuk. Sonra o kırbaların sularını üzerine dökmeye
başladık. Sonunda bize:
— "Artık yaptınız!" diye işaret
etmeye başladı.
Âişe dedi ki: Ondan
sonra insanların yanına çıktı da onlara namaz kıldırdı ve hitâb etti [37].
32-.......ez-Zuhrî
şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibn Abdillah haber verdi; ona da Huzeyme
kabilesinin Esed oğullan kolundan Mıh-san kızı Ümmü Kays el-Esediyye (R) -ki
bu, Peygamber'e bey'at etmiş olan ilk muhacir kadınlardandı ve meşhur Ukâşe ibn
Mıhsan'ın kız-kardeşi idi- şöyle haber vermiştir: Kendisi "Uzre"
denilen boğaz hastalığına tutulan oğlan çocuğunu eliyle tedâvî etmeye girişmiş
olarak Rasûlullah'ın huzuruna getirmiş. Peygamber (S):
— "Niçin boğaz
hastalığına böyle bir tedâvî uygulamak suretiyle çocuklarınızın boğazını elle
sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu el-Ûdu'l-HindVyi kullanmaya devam ediniz. Çünkü bu
Hind çubuğunda yedi türlü şifâ vardır. Zâtu'l-cenb hastalığının ilâcı da
ondandır*' buyurmuştur.
Peygamber
"el-Kust" bitkisini kasdediyor ki, o da el-Odu'l-Hindî'dir. Yûnus ve
İshâk ibn Râşid, ez-Zuhrî'den: "Allakat aleyhi ( = Çocuğu kendisi elle
ameliyat yapmış olarak)" ta'bîriyle söylediler [38].
33-.......
Bize Şu'be, Katâde'den; o da Ebû'l-Mütevekkil (Alî ibn Dâvûd en-Nâcî)'den
tahdîs etti ki, Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Bir adam Peygamber (S)'e
geldi de:
— Kardeşimin karnı
ishale tutulup devamlı sürgün gitti, dedi. Peygamber:
— "Sen ona bal şerbeti içir!"
buyurdu.
Adam gidip ona bal
şerbeti içirdi. Sonra gelip tekrar:
— Ben kardeşime bal
şerbeti içirdim, fakat bu, kardeşimin ishalini artırmaktan başka birşey
yapmadı, dedi.
Bunun üzerine
Peygamber:
— "Allah doğru söyledi, kardeşinin karnı
ise yalan söyledi" buyurdu.
Bu hadîsi Şu'be'den
rivayet etmekte Muhammed ibn Ca'fer'e en-Nadr ibnu Şumeyl mutâbaat etmiştir [39].
34-.......İbn
Şihâb şöyle dedi: Bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân ve ondan başkaları haber
verdiler ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S):
— "Hastalığın kendi kendine sirayeti
yoktur; saf er (denilen hastalığın da kendiliğinden sirayeti) yoktur; hâme
denilen şey de yoktur" buyurdu.
Bunun üzerine bir
bedevî Arab:
— Yâ Rasûlallah!
(Hastalığın kendiliğinden sirayeti yoktur buyurdunuz;) benim develerime ne
oluyor ki, onlar kumda ceylânlar gibi sağlıklı oluyorlar. Derken uyuz deve
gelip aralarına girer de onları uyuz ediyor? dedi.
Bunun üzerine
Peygamber:
— "Öyle ise ilk uyuz deveye bu hastalığı
kim sirayet ettirdi?" diye cevâb verdi.
Bu hadîsi ez-Zuhrî,
Ebû Seleme'den ve Sinan ibn Ebî Sinan'dan onlar da Ebû Hureyre'den) olmak üzere
rivayet etmiştir [41].
35-.......ez-Zuhrî
şöyle demiştir: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah şöyle haber verdi: Ona da
Rasûlullah ile bey'atlaşan ilk muhacir kadınlardan ve Ukâşe ibn Mıhsan'ın
kızkardeşi olan Mıhsan kızı Üm-mü Kays (R) şöyle haber verdi: Ümmü Kays,
kendisinin küçük bir oğlan çocuğunu Rasûlullah'a getirdi. Çocuk uzre hastalığına
tutulmuş olduğundan dolayı Ümmü Kays, çocuğun ağzının içine parmaklarını
sokarak bademciği sıkıp kanını çıkarma ameliyesi uygulamıştı. Rasûlullah bunun
üzerine şöyle buyurdu:
— "Allah 'tan
korkup sakınınız! Niçin çocuklarınızın boğaz hastalığım böyle parmaklarınızla
bademciği sıkıştırıp kanım çıkararak hastalığı giderme ameliyesi uyguluyor ve
çocuklarınızın canlarını acıtıyorsunuz? Şu el-Ûdu'l-Hindî'yi kullanmaya devam
ediniz. Çünkü bu Hind çubuğunda yedi türlü şifâ vardır. Zâtu 'l-cenb hastalığının
devası da ondandır."
Rasûlullah "Hind
çubuğu" sözü ile-kâf ve tâ harfli- "el-Küst" bitkisini, yânî
kaaf ve ti harfiyle de "el-Kust" denilen bitkiyi kasde-diyor.
ez-Zuhrî: Bu kelime kâf, sîn, te ile de, kaaf, sîn, ti ile de lügattir,
demiştir [43].
36-.......Bize
Hammâd ibn Zeyd tahdîs edip şöyle dedi: Eyyûb es-Sahtıyânî'nin huzurunda Ebû
Kılâbe'nin kitâblanndan okundu. Eyyûb o okunan kısımdan bâzısını Ebû Kılâbe'den
olmak üzere tahdîs etti, bâzısını da "Onun huzurunda okundu"
ta'bîriyle rivayet etti. İşte şu hadîs, Ebû Kılâbe'nin o kitabında Enes ibn
Mâlik'ten şöyle rivayet edilmiştir: Enes'in üvey babası olan Ebû Talha (Zeyd
ibn Sehl) ile amcası Enes ibnu'n-Nadr, Enes ibn Mâlik'e zâtu'1-cenb hastalığından
dolayı dağlama tedavisi yapmışlardır. Ebû Talha bizzat eliyle Enes'e dağlama
tedâvîsi uygulamıştır.
Abbâd ibn Mansûr,
Eyyûb'dan; o da Ebû Kılâbe'den olmak üzere söyledi ki, Enes ibn Mâlik (R):
Rasûlullah (S) Ensâr'dan bir ev halkına ağulu hayvanların zehirinden ve kulak
ağrısından, okumak suretiyle sığınma ve korunma tedâvîsi yapmalarına izin
verdi, demiştir.
Yine Enes: Ben
Rasûlullah (S) hayâtta iken zâtü'1-cenb hastalığından dolayı dağlama tedâvîsi
yapıldım. Ebû Talha, Enes ibn Nadr, Zeyd ibn Sabit benim bu tedavimde hazır
bulundular. Beni Ebû Talha dağlamış idi, demiştir [44].
37-.......
Sehl ibn Sa'd es-Sâidî (R) şöyle demiştir: RasûlulIah(S)'ın başı üzerindeki
miğfer kırılıp da yüzü kanlandığı ve rabâiy-ye dişleri kırıldığı zaman Alî (R)
kalkanı içinde su getiriyordu. Fâtima da gelip Rasûlullah'ın yüzündeki kanı
yıkıyordu. Fâtıma aleyhi's-selâm, kanın suya gâlib gelmekte olduğunu görünce,
bir hasır parçasına gitti, ve onu yaktı da külünü Rasûlullah'ın yarası üzerine
yapıştırdı. Böylece kan kesildi [45].
"Humma cehennemin
kaynamasındandır
38-.......İbn
Vehb tahdîs edip şöyle dedi: Bana Mâlik, Nâfi'den; o da İbn Umer(R)'den tahdîs
etti ki, Peygamber (S): "Humma cehennemin kaynamasındandır (yânî o
nev'inden bir hararettir). Sizler o harareti su ile söndürünüz!"
buyurmuştur.
Râvî Nâfi': Abdullah
ibn Umer (humma hakkında): "Yâ Rabb! Benden bu azabı aç (kaldır)!"
der idi, demiştir [46].
39-.......Ebû
Bekr'in kızı Esma (R) kendisine humma hastalığına tutulmuş ve çağırıp feryâd
eder hâlde bir kadın getirildiğinde, su alıp onu yanmakta olan bedeni ile
elbisesinin yakası ve yenleri arasına dökerdi.
Esma: Rasûlullah (S)
bizlere humma hararetini su ile serinletmemizi emrederdi, dedi [47]
40-.......Hişâm
tahdîs edip dedi ki: Bana babam Urve ibnu'z- Zubeyr, Âişe(R)'den haber
verdi'ki, Peygamber (S): "Humma harareti cehennemin kaynamasındandır.
Sizler o harareti su ile serinletiniz!" buyurmuştur.
41-.......
Râfi' ibri Hadîc (R): Ben Peygamber(S)'den işittim:
"Humma cehennemin
kaynamasındandır. Siz onun hararetini su ile soğutunuz!" buyuruyordu,
demiştir.
42-.......Bize
Katâde tahdîs etti ki, onlara da Enes ibn Mâlik (R) şöyle tahdîs etmiştir: Ukl
ve Ureyne kabilelerinden birtakım insanlar yâhud birtakım adamlar Medine'ye,
Rasûlullah'm huzuruna geldiler ve İslâm Dîni'ni konuşup kabul ettiler.
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Bizler deve ve koyun sahibi kimseleriz, zirâat ehli değiliz,
dediler.
Ve Medine'nin havasını
kendilerine uygun bulmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah (S) onlara zekât
develerinin otladikîarı yere ve çobanın yanına gitmelerini emretti. Ve yine
onlara bu deve sürüsü içinde arazîye çıkmalarını, develerin sütlerinden ve
sidiklerinden (tedâvî için) içmelerini emretti. Akabinde bu adamlar gittiler,
nihayet Medine'nin dışındaki Harre bölgesine vardılar. Orada, İslâm Dîni'ne
girmelerinin ardından küfrettiler, Rasûlullah'm çobanını öldürdüler ve
develeri önlerine katıp götürdüler. Bu cinayetlerinin haberi Peygam-ber'e
ulaşınca arkalarından onları yakalamak için bir asker birliği yolladı. Birlik
onları yakalayıp getirdi. Peygamber onlarla ilgili emrini verdi ve vazifeliler
o canilerin gözlerini çıkardılar, ellerini kestiler ve Harre'nin (kızgın taşlı)
bir tarafına bırakıldılar. Nihayet orada bulundukları azâblı hâlleri üzere
öldüler [48]
43-.......Bize
Şu'be tahdîs edip şöyle dedi: Bana Habîb ibnu Ebî Sabit haber verip şöyle dedi:
Ben İbrâhîm ibn Sa'd'den işittim, şöyle dedi: Ben Usâme ibn Zeyd'den işittim,
o, adı geçen İbrâhîm''in babası olan Sa'd ibn Ebî Vakkaas'a şunu tahdîs
ediyordu: Peygamber (S): "Sizler bir yerde tâûn hastalığı çıktığını
işittiğiniz zaman, o tâûn-lu yere girmeyiniz. Tâûn sizin bulunduğunuz yerde
meydana gelirse, sakın sizler oradan dışarı çıkmaymız" buyurdu.
(Habîb ibn Ebî Sabit
dedi ki:) Ben îbrâhîm ibn Sa'd'a:
— Sen bu hadîsi
Usâme'den, baban Sa'd'a tahdîs ederken işittin mi? Baban onu reddetmiyor
muydu? diye sordum.
İbrâhîm:
— Evet (ben bunu Usâme
babama tahdîs ederken işittim, babam Sa'd da onu reddetmiyordu), dedi [50].
44-.......Abdullah
ibn Abbâs(R)'tan (o, şöyle demiştir): Umer ibn Hattâb, Şam'a doğru yola çıktı.
Nihayet (Yermûk yakınında bir köy olan) Serğ'a vardığı zaman ordu kumandanları
Ebû Ubeyde ibnu'l-Cerrâh ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şâm
arazîsinde veba hastalığı vuku' bulduğunu ona haber verdiler.
İbn Abbâs dedi ki:
Umer:
— İlk Muhacirler'i bana çağır, dedi.
Onları çağırdı da
onlarla istişare etti ve onlara Şam'da veba vâki' olduğunu haber verdi. Onlar
(gitmek veya geri dönmek hususunda) ihtilâf ettiler. Bâzısı:
— Bir iş için
çıkmışsın, o işten geri dönmeni doğru bulmayız. Bâzısı da:
— İnsanların bakıyyesi
ve Rasûlullah'm arkadaşları seninle beraberdirler. Onları şu veba üzerine
götürmeni doğru görmeyiz, dediler.
Umer onlara:
— Yanımdan çıkın! dedi. Sonra:
— Ensâr'ı bana çağır, dedi.
Ben onları da Umer'İn
yanına da'vet ettim. Umer onlarla da istişare etti. Onlar da Muhâcirler'in
yoluna girdiler ve onların ihtilâfları gibi ihtilâf ettiler. Bunun üzerine Umer
onlara da:
— Yanımdan çıkın!
dedi. Sonra:
— Kureyş
ihtiyarlarından, fetih Muhacirler'inden burada bulunanları bana çağır, dedi.
Ben onları çağırdım.
Onlardan ikisi bile Umer'e karşı ihtilâf etmedi. Onlar:
— İnsanları geriye
döndürmeni ve halkı şu veba üstüne götür-memeni doğru görürüz, dediler.
Bunun üzerine Umer,
insanlar arasında şöyle nida ettirdi:
— Ben sabahleyin
bineğime binip geri döneceğim. Binâenaleyh siz de buna göre (hazırlanıp)
sabahlayın, dedi.
Ebû Ubeyde
ibnu'l-Cerrâh:
— Allah'ın kaderinden
mi kaçıyorsun? dedi. Umer:
— Keski bunu senden
başkası söyleseydi yâ Ebâ Ubeydeî Evet Allah'ın kaderinden yine Allah'ın
kaderine kaçıyoruz. Şuna ne dersin: Şayet senin develerin olsa, iki yamacı
olan bir vâdîye inseler -yâhud indirsen- o yamaçlardan biri münbit, diğeri ise
otsuz olsa, sen develeri bitek yerde gütsen, Allah'ın kaderi ile gütmüş; otsuz
yerde gütsen, yine Allah'ın kaderi ile gütmüş değil misin? dedi.
İbn Abbâs dedi ki:
Abdurrahmân ibn Avf, bir haceti yüzünden ortalıkta yok iken bu sırada çıkageldi
ve şöyle dedi:
— Bu hususta bende bir
ilim vardır ki, ben onu RasûluIIah(S)'tan işittim şöyle buyuruyordu: "Bu
hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zaman oraya gitmeyiniz. Hastalık
sizin bulunduğunuzyerde vâki' olursa, ondan kaçmak için sakın o yerden dışarı
çıkmayınız!"
Abdullah:
— Bunun üzerine Umer,
Allah'a hamdetti, sonra ayrıldı, demiştirtir [51].
45-.......Bize
Mâlik, İbn Şihâb'dan; o da Abdullah ibn Âmir'den haber verdi ki, Umer (R) Şam'a
doğru yola çıkmış. Serğ denilen yerde bulunduğu zaman kendisine Şam'da veba
hastalığı çıkmış olduğu haberi ulaşmıştır. Bu sırada Abdurrahmân ibn Avf,
Umer'e şu hadîsi haber vermiştir: Rasûlullah (S): "Sizler bu hastalığın
bir yerde çıktığını işittiğiniz zaman, o hastalık üzerine gitmeyiniz. Eğer bu
hastalık sizin bulunduğunuz yerde meydana gelirse, hastalıktan kaçmak için
bulunduğunuz yerden çıkmayınız" buyurdu [52].
46-.......Bize
Mâlik, Nuaym el-Mucmir'den haber verdi ki, Ebû Hureyre (R): Rasûlullah
(S): "Medine'ye Deccâl Mesîh ve îâûn
girmez" buyurdu, demiştir [53].
47-.......Bize
Âsim el-Ahvel tahdîs edip şöyle dedi: Bana İbnu Sîrîn'in kızı Hafsa tahdîs edip
şöyle dedi: Enes ibn Mâlik (R) bana:
— Kardeşin Yahya ibn
Şîrîn ne hastalığından öldü? diye sordu.
Ben de ona:
—Tâûn'dan öldü, diye
cevâb verdim. Enes:
— Rasûlullah (S):
"Tâûn, (kendisi yüzünden ölen) her müslü-mân için
şehîdlik(sebcbi)dir" buyurdu, dedi.
48- Bize Ebû
Âsim (ed-Dahhâk ibn Mahled), Mâlik'ten: o da Sumeyy'den; o da Ebû Salih'ten; o
da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Karın hastalığından
ölen şehtddir, tâûn hastalığından ölen de şehîddir" buyurmuştur [54].
49-.......Bize
Abdullah ibn Bureyde, Yahya ibn Ya'mer'den; o da Peygamber'in zevcesi Âişe'den:
Âişe bize şöyle haber verdi, diye tahdîs etti ki, Âişe (R), Rasûlullah'a
taundan sormuş. Allah'ın Peygamberi (S) de Âişe'ye şöyle haber vermiştir:
"Şübhesiz tâûn öyle bir azâbdır ki, Allah onu dileyeceği kimseler üzerine
gönderir. Neticede Allah tâûnu mü'minler için bir rahmet (vesilesi, kâfirler
için de bir azâb) kılmıştır. Bir yerde tâûn meydana çıkar da orada bulunan herhangi
bir kul -sabrederek, sevâb umarak ve bu tâûn yalnız Allah 'in takdir edip
yazdığı kimselere isabet eder olduğunu bilir ve bu kanâati besleyerek-
bulunduğu beldede eğlenirse, muhakkak Allah onaşehîd ecrine benzer sevâb takdir
buyurur."
Bu hadîsi, Dâvûd ibn
Ebî Furât'tan... senediyle rivayet etmekte, en-Nadr ibnu Şumeyl, Habbân ibn
Hilâl el-Bâhilî el-Basrî'ye mu-tâbaat etmiştir [55].
50-.......
Bize Hişâm ibn Yûsuf, Ma'mer ibn Râşid'den; o da ez-Zuhrî'den; o da Urve'den; o
da Âişe(R)'den olmak üzere şöyle haber verdi: Peygamber (S) vefat ettiği
hastalığı sırasında Muavvize Sû-releri'ni okuyup kendi üzerine nefes ederdi.
Hastalığı ağırlaşınca ben bu sûreleri okuyup O'na üflüyor ve O'nun ellerinin
bereketi sebebiyle, yine O'nun eliyle kendisine meshediyordum.
Ma'mer dedi ki: Ben
ez-Zuhrî'ye:
— Nasıl nefes ederdi? dedim. ez-Zuhrî:
— (Okuyup) iki elleri üzerine üfler, sonra onlarla
yüzüne mes-hederdi, dedi [56].
Bu, İbn Abbâs'tan; Peygamber(S)*den
zikrolunuyor [57].
51-.......Bize
Şu'be, Ebû Bişr'den; o daEbû^-Mütevekkil'den; o da Ebû Saîd el-Hudrî(R)'den
şöyle tahdîs etti: Peygamber(S)'in sa-hâbîlerinden bir grup insan Arab
kabilelerinden bir oba halkının üzerine vardılar. O oba halkı gelen sahâbî
grubuna yemek vermediler. Onlar böyle konuk edilmemiş hâlde bulundukları sırada
birden o oba halkının seyyidi zehirli bir hayvan tarafından sokuldu. Bunun
üzerine oradaki sahâbîlere:
— Sizin beraberinizde
bir deva yâhud rukye tedavisi yapan kimse var mı? dediler.
Sahâbîler de onlara:
— Sizler bizi konuk
edip yemek yedirmediniz. Biz de, sizler bizim için bir ücret ta'yîrı etmedikçe
size rukye yapmayız! dediler.
Bunun akabinde kabile
halkı, sahâbîîer için ücret olarak bir bölük koyun sürüsü ayırdılar. Bundan
sonra bir sahâbî Ümmü'I-Kur'ân'ı okumaya başladı. Tükrüğünü topluyor ve o hasta
adamın üzerine tü-kürüyordu. Neticede o zât iyileşti. O kabîle halkı da koyun
sürüsünü getirip teslim ettiler.
Sahâbîler, okuyan
sahâbîye:
— Biz bu sürü
parçasını Peygamber'e sormadıkça almayız, dediler.
Nihayet bunu
Peygamber'e anlatıp sordular. Peygamber (S) güldü ve:
— "Sana bu
sûrenin bir rukye olduğunu bildiren nedir? Bu sürü parçasını alın, bana da bir
pay ayırın!" buyurdu [58].
52-.......Bana
Ubeydullah ibnu'l-Ahnes Ebû Mâlik, İbn Ebî leyke'den; o da İbn Abbâs(R)'tan
şöyle tahdîs etti: Peygamber'in sa-hâbîlerinden bir müfreze grubu, bir su
başında konaklamış olan bir oba haı ımn yanına vardılar. Oba halkı içinde
zehirli hayvan tarafından sokulmuş -yâhud tedâvî edilecek- bir kimse
bulunuyordu. O su başmdakilerden bir adam, sahâbî grubunun karşısına geldi de,
onlara:
— İçinizde rukye yapan
biri var mı? Bu su başında konaklamış olan toplulukta zehirli birşey tarafından
sokulmuş -yâhud tedâvî edilecek- bir hasta vardır, dedi.
Onun bu müracaatı
üzerine sahâbîlerden biri gitti de o hasta adama, bir bölük koyun sürüsü ücret
karşılığında Fâtihatu'l-Kitâb'ı okudu. Akabinde o kimse derdinden kurtulup
iyileşti. Sonunda koyun sürüsü karşılığında okuma tedavisi yapan kimse
arkadaşlarının yanına geldi. Arkadaşları onun bu ücreti almasını kerîh
gördüler ve:
— Sen Allah'ın Kitâbı'na karşılık ücret aldın!
dediler. Nihayet Medine'ye geldiler de:
— Yâ Rasûlallah! Fulân
kimse Allah'ın Kitâbı'na karşılık ücret aldı, dediler.
Rasülullah (S):
— "Karşılığında ücret aldığınız
vazifelerin en haklı olanı, Allah'ın Kitabı mukaabilindeki ücrettir"
buyurdu [59].
53-.......Ma'bed
ibn Hâlid tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Abdullah ibn Şeddâd'dan işittim,
Âişe (R): Rasülullah (S) bana, göz değmesine okunmasını emretti -yâhud (mutlak
olarak) emretti-, demiştir [60].
54-.......Bize
ez-Zuhrî, Urve ibnu'z-Zubeyr'den; o da Ebû Seleme'nin kızı Zeyneb'den; o da
annesi Ümmü SuIeym(R)'den şöyle haber verdi: Peygamber (S), zevcesi Ümmü
Seleme'nin evinde, yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu gördü de:
"Bu kız çocuğuna rukye tedavisi yapınız! Çünkü bunda nazar değmesi vardır"
buyurdu.
Ukayl de ez-Zuhrî'den
söyledi ki, o: Bana Urve, Peygamber'-den haber verdi, demiştir.
Bu hadîsi
ez-Zubeydî'den senediyle rivayet etmekte Muhammed ibn Harb'e Abdullah ibn Salim
el-Hımısî mutâbaat etti [61].
"Göz değmesi
sabittir".
55-.......
Bize Abdurrazzâk, Ma'mer'den; o da Hemmâm ibn Münebbih'ten; o da Ebû
Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Göz değmesi haktır,
sabittir" buyurmuş ve bedene döğün yaptırmaktan nehyetmiştir [62].
56-.......Bize
Abdurrahmân ibnu'l-Esved, babasından tahdîs etti ki, babası el-Esved ibn Yezîd
en-Nahaî: Ben Âişe'ye zehirli hayvan sokmasından rukye yapmayı sordum. Âişe
(R): Peygamber (S) her zehirli hayvanın zehirinden rukye tedâvîsi yapmak hususunda
ruhsat verdi, demiştir [63].
57-.......Abdulazîz
şöyle dedi: Ben Sabit el-Bunânî ile beraber Enes ibn MâIik(R)'in yanına girdim.
Sabit:
— Yâ Ebâ Hamza! Ben hastalandım, dedi. Bunun
üzerine Enes (R):
— Ben sana
Rasûlullah(S)'ın rukyesiyle, yânî okuduğu dualarla rukye yapayım mı? dedi.
Sabit:
— Evet yap! dedi. Enes de şu duayı okudu:
"Attâhumme,
Rabbe'n-nâsi, muzhibe'l-bâsi, ışfî, ente'ş-şâfîlâ şâfiye illâ ente, şifâen lâ
yuğadiru sakamen (= Allah'ım, ey insanların Rabb'i, ey hastalığı giderici,
şifâ ihsan et! Şifâ verici olarak ancak Sen'sin. Senden başka şifâ verici
yoktur. Öyle bir şifâ ki, hiçbir hastalık bırakmaz)/"
58-.......
Sufyân es-Sevrî tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Süleyman el-A'meş, Müslim ibn
Subayh'tan; o da Mesrûk'tan; o da Âişe'den şöyle tahdîs etti: Peygamber (S)
ailesinden birini Allah'a sığındırma duası yapardı, sağ eliyle ona mesheder ve
şu mealdeki duayı okurdu: "YâAllah, ey insanların Rabb'i! Şu hastalığı
gider, ona şifâ ihsan eyle. Çünkü şifâ verici ancak Sen 'sin! Sen *>n
şifândan başka hiçbir şifâ yoktur. (Yâ Rabb, bu hastaya) öylebirşifâ ver ki,
hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın!"
Sufyân: Ben bu hadîsi
Mansûr ibnu'I-Mu'temir'e tahdîs ettim. O da bana İbrâhîm en-Nahaî'den; o da
Mesrûk'tan; o da Âişe'den bunun benzerini tahdîs etti, demiştir.
59-.......Hişâm
şöyle demiştir: Bana babam Urve, Âişe'den şöyle haber verdi: Rasûlullah (S) şu
duayı söyleyerek rukye yapardı: "Hastalığı sil, ey insanların Rabb 'i! Şifâ
ancak Sen 'in elindedir. Onu Sert'-den başka kaldıracak yoktur!"
60-.......Sufyân
ibn Uyeyne tahdîs edip şöyle dedi: Bana Abdu Rabbih ibnu Sa'd, Amre'den; o da
Âişe(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) hastaya şifâ isterken şöyle der idi:
"Bismîttâhiy turbetu ardına ve rikatu ba 'dinâ, yuşfâ sakîmunâ bi-izni
Rabbinâ{ = Allah'ın ismiyle (şifâ isterim). Şu bizim yurdumuzun toprağı,
bâzımızın tük-rüğü ile beraberdir. Bunlardan Rabb'imizin izniyle hastamız
şifâla-nır)/"
61-.......Bize
Sufyân ibn Uyeyne, Abdu Rabbih ibnu Sa'd'den; o da Amre bintu Abdirrahmân'dan
haber verdi ki, Âişe (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) rukye tedavisinde şu
duayı söylerdi: "Allah'ın ismiyle (şifâ dilerim). Şu bizim yurdumuzun
toprağı ve bâzımızın tükrüğüdür. Bunlardan Rabb'imizin izniyle
hastamızşifâlanır!" [64].
62-.......Yahya
ibn Saîd şöyle dedi: Ben Abdurrahmân oğlu Ebû Seleme'den işittim, şöyle dedi:
Ben Ebû Katâde'den işittim, şöyle dedi: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyle
buyuruyordu: "(Salih) ru'yâ Allah'tandır. Hulm ise şeytândandır. Sizden
biriniz hoşlanmayacağı birşey gördüğü zaman, uyanırken (sol tarafına) üç defa
üfleyip tüflesin ve o çirkin ru'yânın şerrinden (Eûzû billahi
mine'ş-şeytâni'r-racîm diyerek^ Allah'a sığınsın. Çünkü bu suretle o ru'yâ,
gören kimseye zarar vermez-"
Râvî Ebû Seleme: Şu
muhakkak ki, ben üzerime dağdan daha ağır gelen ru'yâlar gördüğüm olurdu. Bu
hadîsi işittikten sonra, artık bu ru'yâlara ehemmiyet vermiyor ve
aldırmıyorum, demiştir [65].
63-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) yatağına girdiği zaman
'ıKulhuvellâhuahad"'ı\t İki sığındırıcı Sûreleri beraberce okur da, iki
avucunun içine üfler. Sonra iki eliyle yüzünü ve iki elinin bedeninden ulaştığı
yerleri sıvazlardı.
Âişe: Rasûlullah
hastalandığı zaman bana emrederdi de bu okuyup meshetme işini O'na ben
yapardım, dedi. Bu hadîsin râvîsi Yûnus ibn Yezîd de:
— Ben İbn Şihâb'ın da
yatağına geldiği zaman böyle yapar olduğunu gördüm, demiştir [66].
64-.......Bize
Ebû Avâne, Ebû Bişr'den; o da Ebû'l-Mütevekkil'den; o da Ebû Saîd
el-Hudrî(R)'den şöyle tahdîs etti: Rasûlullah'ın sahâbîlerinden (otuz kişilik)
bir seriyye, me'mûr oldukları bir sefere gittiler. Nihayet bunlar Arab
kabilelerinden bir kabile üzerine indiler ve onlardan kendilerini konuk
etmelerini istediler. Fakat o kabîle halkı bunları konuk etmekten çekindiler.
Bu sırada o kabîlenin sey-yidi zehirli bir hayvan tarafından sokuldu. Kabîle
halkı harekete geçip her çâreye başvurdular, fakat hastaya hiçbir fayda
vermiyordu. Bunun üzerine onlardan bâzıları:
— Şu sizin yakınınıza
inmiş olan kaafile halkına gitseniz, belki onların bâzısının yanında birşey,
bir çâre bulunabilir, dediler.
Akabinde kabîle halkı
sahâbîlere geldiler ve:
— Ey cemâat!
Seyyidimiz (bir akreb tarafından) sokuldu. Onu tedâvî etmek için herşeye
koştuk, fakat ona hiçbirşey fayda vermiyor. Sizden birinizin yanında buna bir
çâre var mıdır? diye sordular.
Sahâbîlerden birisi
(ki Ebû Saîd'in kendisidir):
— Evet, ben varım.
Vallahi ben elbette duâ ve tedâvî ediciyim-dir. Fakat vallahi bizler sizden
bizi konuklamanızı istedik de sizler bizi konuklamamıştımz. Artık şimdi ben de
bizim için bir ücret ta'-yîn etmedikçe size duâ ve tedâvî yapacak değilim,
dedi.
Sonunda (otuz adedli)
bir bölük koyun sürüsü üzerine anlaştılar. Ebû Saîd onlarla birlikte kabile
başkanının yanına gitti, "el-Hamdu lillâhi RabbVl-âlemîn" Sûresi'ni
sonuna kadar okumaya ve adamın üzerine üflemeye başladı. Nihâyetinde adam,
bukağısından çözülmüş hayvan gibi serbestlendi, ileri geri yürümeye başladı.
Artık kendisinde hiçbir hastalık kalmadı.
Ebû Saîd dedi ki:
Kabile halkı üzerinde anlaşmış oldukları ücreti sahâbîlere ödediler.
Sahâbîlerden bâzıları:
— Bu koyunları taksîm ediniz! dediler. Fakat
duâ yapan kimse:
— Hayır, taksîm
etmeyiniz! Bizler Rasûlullah'a gidelim, olan hâdiseyi O'na zikredelim de
bakalım bizlere ne emredecek! dedi.
İşin sonunda sefer
hey'eti Rasûlullah(S)'m huzuruna geldiler ve bu hususu kendisine zikrettiler.
Rasûlullah (Ebû Saîd'e hitaben):
— "Fâüha'nın bu kadar etkili bir duâ ve
tedâvî olduğunu sana kim bildirdi? İyi ve doğru hareket etmişsiniz. Şimdi
koyunları taksîm ediniz ve bana da sizlerle birlikte bir pay ayırınız!"
buyurdu [67].
65-.......
Bize Yahya ibn Saîd, Sufyân es-Sevrî'den; o da el-A'meş'ten; o da Müslim
Ebu'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle demiştir:
Peygamber (S) insanlardan herhangi birine, kendi bereketli eliyle meshedip
sıvazlayarak şu sözlerle Allah'a sığındırma duası yapardı: "Ey insanların
Rabb'i! Şu hastalığı giderip şifâ ihsan et._ Şifâ verici ancak Sen 'sin. Sen
'in şifândan başka hiçbir şifâ yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hasta üzerinde
hiçbir hastalık izi bırakmasın!"
Sufyân dedi ki: Ben
bunu Mansûr'a zikrettim. O da bana İbrâ-hîm en-Nahaî'den; o da Mesrûk'tan; o da
Âişe(R)'den senediyle, bu geçen hadîs tarzında tahdîs etti [68].
66-.......Bize
Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; odaUrve'den; o da Âişe(R)'den şöyle haber
verdi: Peygamber (S) ruhunun kabzo-lunduğu hastalığı sırasında Muavizzât
Sûreleri'ni okuyarak kendisi üzerine üfler, nefes ederdi. Hastalığı
ağırlaşınca, bu sûreleri kendisine ben okur, nefes eder ve elinin bereketinden
dolayı kendi eliyle O'na meshettirirdim.
Ma'mer dedi ki: Ben
İbn Şihâb'a:
— Rasûlullah nasıl nefes ederdi? diye sordum.
İbn Şihâb:
— Elleri üzerine nefes eder, sonra da bunlarla
yüzüne meshe-derdi, diye cevâb verdi [70].
67-.......İbn
Abbâs (R) şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (S) bizim yanımıza çıktı da şöyle
buyurdu: "Bana bütün ümmetler arzo-lunup gösterildi: Bir peygamber
beraberinde bir kişi ile, bir peygamber yanında iki kişi ile, bir peygamber
beraberinde bir topluluk ile geçmeğe başladılar. Bir peygamber de yanında
hiçbir kimse gelmeyerek geçti. Ben uzakta ufku kapatmış kalabalık bir karaltı
gördüm de bunun benim ümmetim olmasını ümîd ettim. Bana:
— Bu, Mûsâ Peygamber'le kavmidir, denildi.
Sonra bana:
— Şu tarafa bak! denildi.
Ben orada da ufku
kapatmış çok bir karaltı gördüm. Bana yine:
— Şu tarafa ve şu tarafa bak! denildi.
Ben o taraflarda da
ufku kaplamış çok büyük bir karaltı gördüm. Bana:
— İşte bunlar Sen'in
ümmetindir. Bunların beraberindeyetmiş-
bin kişi vardır ki,
bunlar hesaba çekitmeksizin cennete girerler, denildi".
Peygamber (sonra
odasına girdi ve) cennete hesâbsız gireceklerin vasıflarını insanlara beyân
etmeden insanlar da dağıldı. Peygamber'in sahâbîleri kendi aralarında şöyle
müzâkereye giriştiler:
— Bizlere gelince,
bizler şirk içinde doğduk, lâkin bizler Allah'a ve Rasûlü'ne îmân ettik (bu
sebeble cennete gireriz). Lâkin şu hesâb-sız cennete girecek olan bahtiyarlar
bizim (İslâm içinde doğan) oğul-larımızdır, dediler.
Bu münazara
Peygamber'e ulaştığında (dışarı çıkıp):
— "Cennete hesaba çekilmeksizin girecek
olanlar şu mü'min-lerdir ki, onlar eşyada uğursuzluk olduğunu kabul etmezler,
efsun yapmazlar, şifânın (Allah'tan olduğuna inanıp) dağlamaktan olduğuna
inanmazlar ve her hususta Rabb'lerine dayanıp güvenirler" buyurdu.
Bunun üzerine Ukâşe
ibnu Mıhsan ayağa kalktı da:
— Ben onlardan mıyım yâ Rasûlallah? dedi.
Rasûlullah:
— "Evet (onlardansın)/" buyurdu.
Akabinde bir başkası ayağa kalktı da:
— Ben de onlardan mıyım? dedi. Rasûlullah:
— "Bu hususta Ukâşe senin önüne
geçti" buyurdu [71].
68-.......Bize
Yûnus, ez-Zuhrî'den; o da Sâlim'den; o da babası Abdullah ibn Umer(R)'den
tahdîs etti ki, Rasûlullah (S): "Hastalığın sebebsiz kendi kendine
sirayeti yoktur, eşyada uğursuzluk da yoktur. Uğursuzluk telâkkisi şu üç şeyde:
kadında, evde ve binek hay-vanındadır (diye âdet edinildi...)."
buyurmuştur [72].
69-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah(S)'tan:
— "Eşyada uğursuzluk yoktur; tıyerenin hayırlısı
tefe'üldür"bu-yururken işittim.
Mecliste bulunanlar:
— Tefe'ül nedir yâ Rasûlallah? diye sordular.
Rasûlullah:
— "Sizin birinizin işiteceği güzel
sözdür'' buyurdu [73].
70-.......
Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S):
— "(İslâm'da) tıyere yoktur. Tıy erenin
hayırlısı faldır "buyurdu.
Bir sahâbî:
— Fal nedir yâ Rasûlallah? dedi. Rasûlullah:
— "Herhangi birinizin işiteceği sâlih
kelimedir (yânî iyi bir sözdür)" buyurdu [74].
71-.......Bize
Hişâm ed-Destevâî, Katâde'den; o da Enes(R)'ten tahdîs etti ki, Peygamber (S):
"(İslâm'da) advâ ve tıyere inancı yoktur. İyi ve güzel kelime olan fal,
benim hoşuma gider" buyurmuştur.
72-.......
Bize Ebû Husayn, Ebû Salih'ten; o da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki,
Peygamber (S): "(İslâm'da) advâ, tıyere, hâme, safer (hurafeleri)
yoktur" buyurmuştur [75].
73-.......el-Leys
tahdîs edip şöyle dedi: Bana Abdurrahmân ibnHâlid, İbn Şihâb'dan; o da Ebû
Seleme ibn Abdirrahmân ibn Avf-tan; o da Ebû Hureyre(R)'den şöyle tahdîs etti:
Rasûlullah (S), Hu-zeyl kabilesinden birbiriyle döğüşen iki kadın arasında
hüküm vermişti (Şöyle ki): Bu kadınlardan birisi diğerine bir taş atmış ve attığı
taş gebe kadının karnına isabet etmiş ve karnındaki çocuğu öldürmüştü.
Peygamber'e da'vâ ettiler. Peygamber de:
— "Kadının karnındaki ceninin diyeti köle
veya câriye gurresi-dir (yânî bir diyetin yirmide biridir)" diye hükmetti.
Bunun üzerine diyet ve
borçlulukla hükümlü olan kadının velîsi (seci'li ve kaafiyeli bir edâ ile):
— Yâ Rasûlallah! Henüz
yemiyen, içmeyen ve söz söylemeyen, sayha etmeyen çocuğun diyetiyle nasıl
mahkûm olurum? Bunun benzeri hüküm bâtıl olur! dedi.
Peygamber de:
— "Bu adam ancak kâhinlerin kardeşlerinden
birisidir" buyurdu [76].
74- Bize
Kuteybe, Mâlik'ten; o da İbn Şihâb'dan; o da Ebû Se-Ieme'den; o da Ebû
Hureyre(R)'den şöyle tahdîs etti: İki kadından biri diğerine bir taş attı, o da
karnındaki cenînini düşürdü. Peygamber (S) bu cenîn hakkında bir erkek köle
yâhud dişi kölenin değerini ödemekle hükmetti.
Yine İbn Şihâb'dan; o
da Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den rivayet etti ki, Rasûlullah, annesinin karnındayken
öldürülen cenîn hakkında bir erkek köle yâhud dişi köle gurresi ödenmesiyle
hükmetti. Bunun üzerine kendisine böyle hükmolunan kadının velîsi:
— Ben henüz yemeyen,
içmeyen, konuşmayan, sayha etmeyen cenîn hakkında nasıl borçlandırılıyorum?
Bunun benzeri hüküm bâtıl olur! dedi.
Bunun üzerine
Rasûlullah, o kişi hakkında:
— ıtBu adam, ancak kâhinlerin kardeşlehndendir"
buyurdu [77].
75-.......Ebû
Mes'üd el-Ensârî (R): Peygamber (S) köpek bedelinden, zina kazancından ve
kâhinliğe karşılık verilen ücretten neh-yetti, demiştir [78].
76-.......Âişe
(R) şöyle demiştir: Birtakım insanlar Rasûlullah'a kâhinlerin mâhiyetinden
sordular. Rasûlullah (S):
— "Onlar hiçbirşey değillerdir!"
buyurdu. Oradakilerden:
— Yâ Rasûlallah! Onlar
bâzı kerreler vakıaya uygun olarak bir-şey söylüyorlar! dediler.
Rasûlullah da:
— "Bu kelime cinnden işitilmiştir ki,
cinnîo kelimeyi kulak hırsızlığı yapıp sür'atle kapar ve akabinde onu
velîsinin (yânî dostu olan kâhinin) kulağına, tavuğun tekrar tekrar seslenmesi
gibi, eğilip boşaltır. Onlar da bu kelimenin (sözün) içine yüz tane yalan
karıştırırlar" buyurdu.
Alî ibnu'l-Medînî dedi
ki: Abdurrazzâk, hadîsten "el-Kelimetu mine'l-hakkı" kısmı mürseldir,
dedi. Sonra Alî ibnu'l-Medînî: Bana Abdurrazzâk'ın bu kısmı da Âişe'ye isnâd
ettiği haberi ulaştı demiştir [79]
'Şeytânların,
Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup ta'kîb ettikleri şeylere uydular. Hâlbuki
Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytânlar kâfirdiler ki, insanlara sihri ve
BâbiVde iki meleğe, Hârût ve Mârufa indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki o
iki melek: 'Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir), sakın (büyü
yapıp da) kâfir olma' demedikçe, hiçbir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte o
iki melekten karı ile kocasının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Hâlbuki
(sihirbazlar) Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici
değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara fâide vermeyecek
şeyleri Öğreniyorlardı.
And olsun, onlar
muhakkak biliyorlardı ki, onu (sihri) satın alan kimsenin, âhiretten hiçbir
nasibi yoktur. Onlar kendilerini cidden ne kötü şey mukaabilinde sattıklarını
bilmiş olsalardı" (el-Bakara: 102) [80].
"Mûsâ dedi:
'Hayır, siz atın.' Bir de ne görsün: Onların ipleri ve deynekleri, sihirleri
yüzünden kendisine hakikat koşuyormuş hayâlini verdi. Onun için Mûsâ içinde bir
nevV korku hissetti. Biz: 'Korkma!' dedik, 'Çünkü üstün gelecek muhakkak
sensin, sen! (Elindekini bırakıver. Bu, onların yaptıklarını yutar. Çünkü
onların san 'at diye ortaya attıkları ancak bir büyücü tuzağıdır.) Büyücü ise
nerede olsa felah bulmaz!'" (Tâhâ: 66-69);
"... Zâlimler
gizli fısıltı ile şöyle konuştular: 'Bu, sizin gibi bir insandan başka mıdır?
Kendiniz görüp dururken
şimdi sihre mi
geleceksiniz?” (el-Enbiyâ: 2-3);
"... Ve düğümlere
üfleyen(büyücü ve üfürükçülerin 1 şerrinden ve hased edenin hased ettiği zaman
şerrinden sabahın Rabb'ine sığınırım, de!" (d-Fdâk: 4-5).
"en-Neffâsât",
"Büyücü nefisler" demektir. "O hâlde nasıl olup da böyle
büyüleniyorsunuz?" (ei- Mu'minûn: 89) "Körleştiriliyorsunuz,
aldatılıyorsunuz, bâtıl hayâl ardına düşürülüyorsunuz" ma'nâsınadır [81].
77- Bize
İbrâhîm ibn Mûsâ tahdîs etti. Bize îsâ ibn Yûnus, Hi-şâm'dan; o da babası
Urve'den haber verdi ki, Âişe (R) şöyle demiştir: Benû Zyrayk Yahûdîleri'nden
Lebîd ibnu'l-A'sam denilen bir adam Rasûlullah'a sihir yaptı. Hattâ bâzı işi
işlemediği hâlde, kendisine onu yaptığı hayâli gelirdi. Nihayet günün birinde
yâhud gecenin birinde benim yanımda iken kendisi duâ etti, yine duâ etti. Sonra
bana şöyle dedi:
— ilYâ Âişe! Kendisinden fetva istediğim şey
hakkında Allah '-in bana fetva verdiğini bildin mi? Bana iki adam geldi (Cibrîl
ve Mîkâ-îl). Bunlardan biri baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu. t
Akabinde bunlardan biri arkadaşına:
— Bu zâtın hastalığı
nedir? diye sordu. O da:
— Sihirlenmiştir, diye cevâb verdi. Öteki:
— Buna kim sihir yapmıştır? dedi. Öbür melek:
— Lebîd ibnu 'l-A 'sam, diye cevâb verdi.
Sonra:
— Bu sihir hangi şeyde
yapılmıştır? diye sordu. Oda:
— Bir tarak, saç sakal
tarantısı ve erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı ile, diye cevâb verdi.
— Nerede yapılmış?
suâline de:
— Zervân
Kuyusu'nda-bir rivayette: ZûErvân Kuyusu'nda- diye cevâb verdi".
(Âişe dedi ki:) Sonra
Rasûlullah (S) sahâbîlerinden birtakım insanlarla beraber çıkıp bu kuyuya
gitti. Oradan dönüp gelince bana:
— "Yâ Âişe! O kuyunun suyu kına suyu gibi
kırmızımtırak yâhud etrafındaki hurma ağacının uçları şeytânların başlan
gibidir" buyurdu.
Ben kendisine:
— Yâ Rasûlallah! Sen o
sihri oradan çıkarmadın mı? diye sordum.
Rasûlullah:
— "(Hayır çıkarmadım.) Çünkü Allah bana
şifâ ve afiyet vermiştir. Ben o sihri çıkarmakla, halk arasında sihir şerrini
yaygınlaştırmamı istemedim" buyurdu.
Âişe: Rasûlullah o
kuyunun kapatılmasını emretti de kuyu gömüldü, demiştir.
Bu hadîsi Hişâm ibn
Urve'den rivayet etmekte Ebû Seleme Ham-mâd ibn Usâme, Ebû Damre, İbnu Ebî
Zinâd üçlüsü, îsâ ibn Yûnus'a mutâbaat etmişlerdir.
İmâm el-Leys ibn Sa'd
ile Sufyân ibn Uyeyne, Hişâm'dan olan rivayetlerinde de
"Fîmuştinvemuşâkatin = Tarak ve keten tarantısında" şeklinde
söylemişlerdir. "el-Muşâta", tarandığı zaman saçtan çıkan şey;
"el-Muşâka" ise ayrılma sırasında ketenden çıkan liflerdir, deniliyor
[82].
78-.......
Süleyman ifan Bilâl, Sevr ibn Zeyd'den; o da Ebû'l-Gays'tan; o da Ebû
Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S): "Helak edici o/ört(büyük
günah)lardan yanlayıp çekininiz: Allah'a ortak kılmak ve sihr..."
buyurmuştur [83].
Katâde şöyle demiştir:
Ben Saîd
ibnu'l-Müseyyeb'e: Bir adamda sihir vardır, yâhud adam karısından habsolunuyor
(da onunla cima
yapmaya ulaşamıyor);
bu adamdan sihr çözülebilir mi? Yâhud, ona ilaçlama ve rukye yapılabilir mi?
diye
sordum.
Ibnu'l-Müseyyeb: Bunda be's yoktur. Bunu yapacaklar,
bununla ancak
iyileştirmeyi isterler. Böyle olunca hastaya fayda verecek şeyden nehyolunmaz,
dedi [84].
79-.......Bunu
bize ilk önce tahdîs eden İbn Cureyc'dir; o şöyle diyordu: Bana Urve ailesi,
Urvetu'bnu'z-Zubeyr'den tahdîs etti. Ben Hişâm'a bu hadîsten sordum, o da bize
babası Urve'den tahdîs etti. Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a sihir
yapılmıştı. Hattâ kendisi kadınlarına (cinsî münâsebet için) yanaşmamış
hâldeyken, onlara yanaşır olduğunu düşünür, zannederdi.
Râvî Sufyân: İşte
böyle olduğu zaman bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir,
demiştir.
Peygamber (S) bana
şöyle dedi:
— "Yâ Âişe! Bildin mi? Allah, bana
hakkında fetva istediğim şey hususunda fetva verdi. Şöyle ki; Bana iki adam
geldi. Bunlardan biri başımın yanına, diğeri de ayaklarımın yanına oturdu.
Başımın yanındaki diğerine:
— Bu adamın hâli
nedir? dedi. Öteki:
— Sihir yapılmıştır, dedi.
— Kim sihir yapmıştır?
dedi.
— Benû Zurayk'tan,
Yahûdîler'in yeminli dostu olan Lebîd ibn A 'sam yapmıştır -Bu bir münafık
idi-, dedi.
— Ne içinde sihir
yapmış? dedi.
— Tarak ve keten tarantısıyle sihir yapmış,
dedi.
— Nerede yapmış,
dedi.
— Zervâ Kuyusu içinde
ağır bir taşın altında, erkek hurma çiçeğinin kurumuş kapçığında, dedi".
Âişe dedi ki: Sonra
Peygamber kuyuya gitti de onu çıkardı. Ve:
— "İşte bana gösterilmiş olan kuyu budur.
Onun suyu sanki kına suyu gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurma ağacının
başları da şeytânların başları gibidir" buyurdu ve "Kuyudan çıkarıldı"
diye ilâve etti.
Âişe dedi ki: Ben
Peygamber'e:
— Sana tutukluğunu
çözecek ilâç verilmedi mi ya! diye sordum. Peygamber:
— "Dikkat et, yeminle söylüyorum ki, Allah
bana şifâ vermiş-
tir. Ben insanlardan
hiçbir kimse üzerine bir şerr yapmak istemiyorum" buyurdu [85].
80-.......Aişe
(R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a sihir yapılmıştı. Hattâ bâzı işi işlemediği
hâlde kendisine o işi yapar olduğu hayâli verilirdi. Nihayet günün birinde
benim yanımda iken Allah'a tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana:
— "YâÂişe, bildin mi? Allah bana, fetva
istediğim şey hakkında fetva vermiştir" buyurdu.
Ben:
— Bu nedir yâ Rasûlallah? dedim. O şöyle
buyurdu:
— "Bana iki kişi geldi. Bunlardan biri baş
ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu. Sonra bunların biri arkadaşına:
— Bu adamın hastalığı nedir? diye sordu. Öteki;
— Sihir yapılmıştır, diye cevâb verdi. Beriki
yine:
— Ona kim sihir yapmıştır? dedi.
— Zurayk oğulları'ndan Yahûdî Lebîd
ibnu'l-A'sam, diye cevâb verdi.
Sonra:
— Bu sihir ne içinde
yapılmıştır? diye sordu. Öbürü:
— Bir tarak, saç-sakal
tarantısı ve erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı içinde, diye cevâb verdi.
Bu sefer o:
— Bu sihir nerededir?
dedi. Oda:
— Zû Ervân Kuyusu'nun içindedir, dedi".
Râvî dedi ki: Bunun
üzerine Peygamber (S) sahâbîlerinden bir grup insan içinde olarak bu kuyuya
gitti ve ona baktı, kuyunun üzerinde hurma ağacı vardı. Sonra Âişe'ye döndü
de:
— "Yâ Âişel Allah'ayemîn ederim ki,
kuyunun suyu muhakkak kına suyu gibi kırmızımtırak, hurma ağaa(mn uçları) da
muhakkak şeytanların başları gibidir!" buyurdu.
Ben:
— Yâ Rasûlallah! Onu çıkardın mı? dedim.
Rasûlullah:
— "Hayır, amma bana gelince, Allah bana
afiyet, ve şifâ vermiştir. Sihri çıkarmakla insanlar üzerine ondan bir şerr
yayacağımdan endîşe ettim" buyurdu.
Rasûlullah kuyunun
gömülmesini emretti, o da gömüldü [87].
'Şübhesiz beyândan bir
kısmı sihirdir"
81-.......
Bize Mâlik, Zeyd ibn Eslem'den; o da Abdullah ibn Umer(R)'den şunu haber verdi:
Medine'nin doğusundan (Necd ahâlîsinden) iki adam geldiler de karşılıklı hutbe
yaptılar, insanlar da bunların düzgün sözlerine hayran oldular. Bunun üzerine
Rasûlullah (S): "Şübhesiz ki açık, düzgün sözlerden sihir (gibi ruhlar
üzerinde te'-sîrli) olanları vardır -yâhud: Şübhesiz beyânın bâzısı elbette
sihirdir (ruhları sihirler)-1' buyurdu [88].
82-.......Bize
Âmir ibn Sa'd haber verdi ki, babası Sa'd ibn Ebî Vakkaas (R) şöyle demiştir:
Peygamber (S): "Hergün sabahları birkaç acve hurması yiyen kimseye, o gün
geceye kadar zehir de, sihir de zarar vermez" buyurdu.
Buhârî'nin şeyhi
Alî'den başkası "Yedi hurma..." diye adedli rivayet etmiştir.
83-.......Ben
Sa'd(ibn Ebî Vakkaas-R)'dan işittim, şöyle diyordu: Ben RasûluIlah(S)'tan
işittim: "Sabahleyin yedi tane acve hurması yiyen kimseye, bu gün içinde
zehir de, sihir de zarar vermez" buyuruyordu [89].
84-.......Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S):
— "Hastalığın (sebebsiz) kendi kendine
sirayeti yoktur. Safer (ayının hayır ve şerrle alâkası) de yoktur. Öğey ve
baykuş (ötmesinin te'-sîri) da yoktur" buyurdu.
Bunun üzerine mecliste
bulunan bir A'râbî:
— Yâ Rasûlallah!
(Hastalığın kendi kendine sirayeti yoktur buyurdun.) Fakat benim devlerimin
hâli nedir? Şu hâle ne dersin? Benim develerim çöl kumunda ceylânlar gibi
sağlıklı ve düzgün oluyorlar. Derken onların arasına hâriçten uyuz deve
karışıyor da onları uyuz ediyor! dedi.
Bunun üzerine
Rasûlullah (S):
— "Ya ilk uyuz deveye bu hastalığı kim
sirayet ettirdi?" buyurdu. Ve Ebû Seleme'den; o dedi ki: Ebû Hureyre
"Hastalığın kendi
kendine sirayeti
yoktur" hadîsini rivayet ettikten bir zaman sonra, ben kendisinden
işittim, şöyle diyordu: Peygamber (S):
— "Hasta develeri olan kimse, sakın sağlam
develeri olan kimse üzerine uğratmasın!" buyurdu, dedi.
Biz Ebû Hureyre'ye:
— Vaktiyle sen "Lâ advâ" hadîsini
tahdîs etmedin mi? dedik (evvelki rivayetini hatırlattık).
Ebû Hureyre evvelki
hadîsi inkâr etti de (öfkelenerek) Habeş diliyle anlaşılmaz birşeyler söyledi.
Ebû Seleme: Ben Ebû Hureyre'nin
bu hadîsten başka eski söylediğini unuttuğunu görmedim, dedi [90].
85-...:...
Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "Hastalığın kendi
kendine sirayeti yoktur. Eşyada uğursuzluk yoktur. Uğursuzluk (telâkki etmek
âdeti) ancak üç şeyde: atta, kadında ve evdedir" buyurdu [91].
86-.......ez-Zuhrî
şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân tahdîs etti ki, Ebû Hureyre
(R): Rasûlullah (S): "Hastalığın kendiliğinden sirayeti yoktur"-
buyurdu, demiştir.
Ebû Seleme ibn
Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Ebû Hureyre'den işittim ki, Peygamber (S):
"Hasta olan hayvanı sağlam olan hayvanın yanına götürmeyiniz!"
buyurmuştur.
Ve yine ez-Zuhrî'den;
o şöyle demiştir: Bana Sinan ibnu Ebî Sinan ed-Duelî haber verdi ki, Ebû
Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S):
— "Hastalığın kendiliğinden sebebsiz
sirayeti yoktur" buyurdu. Bunun üzerine bir çöl Arab'ı bedevî ayağa kalktı
da:
— Şu develer hakkında
ne dersin, bana re'yini haber ver: Develer kumlarda geyikler gibi düzgün ve
sağlam oluyorlar. Onların yanına uyuz deve geliverince hepsi uyuz hastası
oluyorlar? dedi.
Peygamber (S):
— "İlk uyuz deveye bu hastalığı kim
sirayet ettirdi?" diye ce-
vâb verdi.
87-.......Bize
Şu'be tahdîs edip şöyle dedi: Ben Katâde'den işittim, o da Enes ibn
Mâlik(R)'ten ki, Peygamber (S):
— "Hastalığın kendiliğinden sirayeti
yoktur, eşyada uğursuzluk da yoktur, fal ise benim hoşuma gider"
buyurmuştur.
Sahâbîler:
— Fal nedir? diye
sormuşlar.
O da:
— "(İşiteceğiniz)
hoş bir sözdür" diye cevâb vermiştir [92].
Peygamber'in
zehirlenmesini Urve, Aişe'den; o da Peygamber(S)'den olmak üzere rivayet etti [93].
88-.......
Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir; Hayber fetholunduğu zaman Rasûlullah'a içi
zehirli (kızartılmış) bir koyun hediye edildi. (Bunun zehirli olduğunu vahy
ile bilen) Rasûlullah (S):
— "Burada bulunan Yahûdîler'i benim için
toplayınız!" buyurdu.
Sahâbîler tarafından
Yahudiler toplanılıp getirildiler. Rasûlullah onlara hitâb ederek:
— "Size birşey soracağım, bana doğru cevâb
verir misiniz?"
buyurdu.
Yahudiler:
— Evet, doğrusunu
söyleriz yâ Eba'l-Kaasım! dediler. Bunun üzerine Rasûlullah onlara:
— "Sizin (ulu) babanız kimdir?" diye
sordu. Onlar da:
— Babamız Fulân'dır! diye cevâb verdiler.
Rasûlullah onları:
— "Yalan söylediniz. Sizin babanız
Fulân'dır!" diye yalanladı.
Yahudiler:
— Doğru söyledin ve
güzel söyledin, diye Rasûlullah'ı tasdik ettiler. .
Şimdi Rasûlullah,
Yahûdîler'e:
— "Size birşey daha sorsam bana doğru
söyler misiniz?" diye
sordu.
Yahudiler:
— Evet doğru söyleriz
yâ Eba'l-Kaasım! Eğer Sana yalan söylersek, Sen babamız hakkında bildiğin
gibi, bizim yalanımızı bilirsin, dediler.
Rasûlullah onlara:
— "Ateş ehli kimlerdir?" diye sordu.
Yahudiler:
— Bizler az bir zaman
onun içinde bulunacağız. Sonra orada siz bize halef olacaksınız! diye cevâb
verdiler.
Bunun üzerine
Rasûlullah onlara:
— "Yıkılın onun içine! Vallahi cehennemde
bizsize ebediyyen halef olmayız!" Ğ\yt onları reddetti.
Sonra onlara:
— "Şimdi size birşey sorsam, bunda olsun
bana doğru cevâb verir
misiniz?" diye
sordu.
5 798/Sahth-i Buhârî
ve Tercemesi
Yahûdîler:
— Evet, doğru cevâb
veririz, dediler. Rasûlullah:
— "Bu koyunun içine zehir koydunuz
mu?" diye sordu. Onlar:
— Evet, koyduk! dediler. Rasûlullah:
— "Bu cinayeti işlemeye sizi ne
şevketti?" dedi. Yahûdîler de:
— Biz şöyle düşündük: Eğer Sen bir yalancı
(peygamber) isen, (koyunu yer ölürsün;) biz de Sen'den kurtulur istirahata
kavuşuruz. Eğer gerçek bir peygamber isen, bu zehir Sana zarar vermez! diye
cevâb verdiler [94].
89-.......Süleyman
el-A'meş şöyle demiştir: Ben Zekvân'dan işittim, o Ebû Hureyre(R)'den tahdîs
ediyordu ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Her kim kendini bir dağdan
aşağı atıp da kendi kendisini öldürürse, bu intihar eden kimse cehennem ateşi
içinde ebedî ve daimî olarak kendisini yüksekten aşağıya bırakır olacaktır. Her
kim zehir yudumlar da kendisini öldürürse, o kimse de zehiri elinde, cehennem
ateşi içinde ebedî ve daimî olarak zehiri içer olacaktır. Her kim de kendisini
bir demir parçasıyle öldürürse, o da demiri elinde kendi karnına vurur ve yarar
hâlde ebedî ve daimî surette cehennem ateşinde olacaktır" [96].
90-.......Âmir
ibn Sa'd şöyle demiştir: Ben babam Sa'd ibn Ebî Vakkaas(R)'tan işittim şöyle
diyordu: Ben Rasûlullah(S)'tan işittim: "Sabahleyin yedi tane acve hurması
yiyen kimseye, bu gün içinde zehir ve sihir zarar vermez" buyuruyordu [97].
91-.......Bize Sufyân
ibn Uyeyne, ez-Zuhrî'den; odaEbûîdrîs el-Havlânî'den tahdîs etti ki, Ebû
Sa'Iebe el-Huşenî (R): Peygamber (S), dört ayaklı canavar hayvanlardan azı dişi
olanların hepsinin etini yemekten nehyetti, demiştir.
ez-Zuhrî: Ben bu
hadîsi tâ Şam'a gelinceye kadar işitmedim, demiştir.
el-Leys de hadîste
ziyâde edip şöyle dedi: Bana Yûnus tahdîs etti ki, İbnu Şihâb şöyle demiştir:
Ben Ebû İdrîs'e:
— Bizler dişi
eşeklerin sütleriyle abdest alabilir miyiz yâhud onları içebilir miyiz yâhud
canavar hayvanların öd suyunu içebilir miyiz yâhud deve sidiklerini içebilir
miyiz? diye sordum.
Ebû İdrîs:
— Müslümanlar deve
sidikleriyle tedâvî yapıyorlardı da bunda bir sakınca görmüyorlardı. Dişi
eşeklerin sütlerine gelince, bize Ra-sûlullah'ın onların etlerinden nehyettiği
haberi ulaşmıştır da sütlerinden herhangibir emir de, nehiy de ulaşmamıştır.
Hayvanların öd sularına
gelince, İbn Şihâb şöyle dedi: Bana Ebû İdrîs el-Havlânî haber verdi; ona da
Ebû Sa'Iebe el-Huşenî:
— Rasûlullah (S)
canavarlardan azı dişi olanların hepsinin etini yemekten nehyetti, diye haber
vermiştir [98].
92-.......Ubeydullah
ibnu Huneyn'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle
buyurmuştur: "Sizden birinizin (su veya yemek) kabına sinek düştüğü
zaman, o kişi onun her tarafını hatırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun
kanatlarının birinde şifâ vardır, öbürüsünde de hastalık vardır" [99].
Tıbb Kitabı, iıisan
sağlığının en iyi şekilde korunmasına, bâzı hastalık türlerine, bunların
rûhî-bedenî, maddî-ma'nevî tedâvî usûllerine, bâzı gıda ve beslenme esâslarına
dâir birtakım hadîsleri ihtiva etmektedir.
Tıbbın nazarî ve amelî
kısımları vardır. Tıbb daha önce de işaret ettiğimiz üzere tecrübeler,
müşahedeler ve araştırmalarla durmadan ilerleyen, yeni yeni birçok hastalık
nevi'leri, ilâç çeşitleri ve tedâvî metodları geliştiren ve devamlı
geliştirecek olan çok geniş ve teferruatlı bir ilim ve tatbîkaat alanıdır.
"Peygamberin tıbbı" tâ-bîri ile sonraki asırlar boyunca gelişen ve
devamlı gelişmekte bulunan bugünkü yüksek teknikli ve teferruatlı modern tıbb
kasdolun-duğu sanılmamalıdir. "Peygamber tıbbı" ile işaret edilen
tedâvî üç kısımda özetlenebilir:
a. Vahiy yoluyla bilinen,
b. Arab'ın
ve o zamanki medeniyetlerin görenek ve geleneklerinden alman,
c. Kur'ân
dualarıyla şifâ istemek gibi teberrük kasdolunan, kısım.
Bu tıbbda hasta
ziyaretlerinin fazileti, ziyaretlerin âdabı, bâzı sârî hastalıklardan korunma
yolları ve karantina usûlleri, hastalığın günâhlara keffâret olup insanı
maddî, ma'nevî kirlerden ve gafletlerden uyancılığı, hastalıklara karşı sabır
ve metanet telkini ve teselli reçeteleri, sağlık ni'metinin îmândan sonra
Allah'ın kullarına en büyük ihsanı olduğu, bunun korunmasınınfarz olduğu, bunun
için bâzı gıdalar ve beslenme tavsiyeleri gibi hiçbir zaman eskimeyecek ve
insanların dâima muhtâc olup yararlanabilecekleri ferdî, içtimaî, dînî, ahlâkî,
sıhhî tavsiyeler konu edilmiştir. Bu tavsiyeler ve esaslar dâima kıymetli
kalacak ve hiç eskimeyecektir. Bir cümle ile özetlenecek olursa, bu tıbb
konularının bir kısmı hastalar için teselli, ümîd ve sürura sebeb olacak sabır
ve metanet reçeteleri; bir kısmı da ziyaretçiler için sağlık konusunda
gafletlerden uyanma ve sevâb kazanma tavsiyeleridir. Bütün bunları teblîğ edip
acılı insanlığa en emîn teselli reçeteleri sunan Yüce Peygamber'e salât ve
selâm olsun!
Hamdolsun A Hah 'a ki,
bizi hidâyetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bunun yolunu bize hidâyet
etmeseydi, biz kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. And olsun ki, Rabb
'imizin elçileri ihakkı getirmişlerdir" (d-A'râf: 43).
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın ismiyle
Şübhesiz Nebevi Tıbb
ve Muhammedî ilâç, elbette tıbbın en iyisi, en fayda vericisi, ilâcın da en
faziletlisi, en yararlı olanı, devanın da en mükemmeli ve en câmialısıdır! Bu,
kâmil mü'minin, akıllı müslümânın i'tikaad etmek ve îmân eylemekle genişleyip
ferahlayacağı bir hükümdür. O, bunun sübütunda tereddüd eylemez, sıhhatinde
şübhe etmez. Ancak Allah'ın bir ilme rağmen sapıttığı, kulağını ve kalbini
mühürlediği, gözüne perde koyduğu kimseler müstesnadır ki, artık onlar habîs
nefisler, hastalıklı kalbler sahihlerinden olmuşlardır. Onlar ancak hakîr,
değersiz maddî şeylere inanırlar. Peygamber tıbbı nasıl böyle olmaz ki, bu
tıbbın Sahibi (S) onu, semânın vahyinden yardım olarak istemiş, derd ve devayı
îcâd eden, hastalık ve şifâyı takdîr eyleyen Yüce Allah'tan almıştır!
İşte müslümânlar,
nefisler kerîm, kalbler selîm, fikirler nazîf, akîdeler sahîh olduğu günlerde
bu tibbdan istifâde etmişler ve onunla yetinip başkalarına muhtâc
olmamışlardır.
İlim ve hadîs imamları
-ilk zamandan beri- Rasûlullah(S)'tan bu konuda gelen şeyleri bilmek ve rivayet
etmekle meşgul olmuşlar, bunları toplamaya ve tedvîn etmeye ehemmiyet
vermişlerdir.
İşte İmâm Mâlik (179)
et-Muvatta'du, el-Kütübü's-Sitte sâhib-leri ve onlarla beraber olanlar, yânî
diğer hadîsçiler bu konuda kendilerince sahîh olan şeyler için eserlerinde
"Kitâb"lar ve "Bâb"Iar tahsis etmişlerdir. Ebû Bekr
ibnu's-Sunnî (363) ve Ebû Nuaym el-Isfahânî(430)'den herbiri bu konuda
et-Tıbbu'n-Nebevîisminde özel kitâblar tasnif etmişlerdir.
Ebû Bekr ibn Ebî Âsim
(287) da el-Tıbbu ve'l-Emrâz kitabım tasnif etmiştir.
Sekizinci Hicrî
Asır'da buna ehemmiyet veren ve husûsî olarak buna büyük bir gayret
yöneltenlerden bâzıları şunlardır:
1. Ebû'l-Hasen
Alî ibn Abdilkerîm el-Hamavî (öl. 720),
el-Ahkâmu'n-Nebeviyyefı's-Smâatı't-Tıbbiyyeti isimli büyük kitabını ortaya
koydu. 1378'de güzel bir baskısı yapılmıştır.
2. el-Hâfiz
Şemseddîn Muhammed ibn Ahmed, Ebû Abdillah ez-Zehebî (748) et-Tıbbu'n-Nebevîadlı
azametli kitabını tasnîf etti, birçok kerreler basılmıştır.
3.
İbnu'l-Kayyım da Zâdu'l-Maâdfî Hedyi Hayri'l-Ibâd adlı büyük kitabının içine
"et-Tıbbu'n-Nebevî"den kıymetli fasıllar tevdi' etmiştir [100]. Bu
fasıllar ayrıca et-Tıbbu'n-Nebevî adiyle 1346 yılında Haleb'de basılmıştır.
Bunun tedvininde el-Hamâvî ile ez-Zehebî'nin kitâblarmdan çok faydalanılmıştır.
Nitekim Ebû Nuaym ile İbnu's-Sunnî'nin kitâblarmdan da ve Kütübü's-Sitte'den de
umûmî olarak faydalanmışlardır. Böylece onun kitabı, hassaten bu konuda yazılmış
olan kitâbların en câmialısı olmuştur.
Bu fasıllar kalb ve
beden hastalıklarını, Peygamber'in tedâvîdeki yolunu, tedaviyi ve perhizden
vâcib olanları emretmesini, sonra Peygamber'in ilâç nevi'leri beyânını, sonra
tabiiyye devalar ile ilaçlama, rûhânî-ilâhî devalarla ilaçlama nev'inden,
bunların müf-rede ve mürekkebe ve tabiiyye nevilerinden ilaçlama ve tedâvî
ne-vi'lerinin beyânım, sonra harf sırasına göre tertîblenmiş olarak mahlûkaatm
efendisinin dili üzere gelmiş olan bâzı devalar ve müf-rede gıdaları içine
almıştır. Sonra İbnu'l-Kayyım, bâzı fayda verici küllî sakındırmalar ve
tavsiyeleri zikretti. Daha sonra bu fasıllar, benzerini elde etmenin az olduğu
tıbb bölümlerinden fayda verici bir mikdâra şâmil olduğuna işaret etti [101].
"Bu
zikredilenlerden sonra bilinsin ki, hastalık iki nevi'dir; Bir nev'i kalb (yânî
ınâre) hastalığı'dır, bir nev'i de beden hastalığıdır. Birinci nev'in ilâcı
Rasûlullah'a mahsûstur. "Allah tarafından gelenler ile kalblerin tabibi
O'dur". Zîrâ kalblere ilâç, hâllerine ittı-lâ'dan sonra olur, ona muttali'
olan ise Hakk Taâlâ'dir. O'nun bildirmesi ile de Rasûlullah'tır (Allah'a ve
Rasûllerine îmân ve sağlam bir akîde, kalb ıslâhı hastalığı hâllerinin, yânî
nefis hastalığının en mühim ilâcıdır).
Ve ikinci nev'in ilâcı
o Hazret'ten bir mikdâr nakl olunmuştur. Tabîbler kendileri de nice cild
kitâblar te'lîf etmişlerdir. Peygamber (S) bedenlerin muâlecesine çok iştigâl
buyurmadıklarmın sebebi, O'nun asıl bi'setten muradı halkı da'vet idi ve Hakk
Taâ-lâ'nın emrini ve nehyini bildirip şerîatini beyân etmek idi. Muhakkak ki
ekser himmeti o cihetlere sarf edilmiş idi. Amma tâat ve ibâdetin kıvamı beden
sıhhati ile hâsıl olur. Bu cihetten hacet mik-dân beden tıbbına da giriştiler.
Asıl himmet, kalb canibine gerektir. Zîrâ o fâsid olunca, beden sıhhatinin
faydası yoktur. O sahîh olunca da beden illetinin çok zararı yoktur, zail olup
gider. Ve nice devamlı menfâatler ecri verilir. Zehirler bedene nasıl zarar
eyler ise ma'siyetler de kalblere öyle zarar eyler buyurmuşlardır. Kalb hususunda
günâhlar ve ma'siyetlerin bir nice mazarratlarını beyân eylemişlerdir. O
cümleden biri: İlimden mahrum eyler demişlerdir. İlim bir nurdur, Allah Taâiâ
kulunun kalbine kor, ma'siyet, nuru söndürür. Ma'siyet ehlinin ezberlemesi
olmaz, gördüğü, işittiği hatırında kalmaz. Şu beyitler İmâm Şafiî'nindir ki
şöyle demiştir:
{= Hıfzının
yaramazlığından Vekî'a şikâyet ettim. O da beni ma'siyetleri terketmeye irşâd
eyledi. Ve dedi ki: Bilmiş ol, ilim nurdur. Allah'ın nuru âsîye verilmez!
-Vekî' ibnu'l-Haccâc (196) bu ümmetin büyüklerinden bir kimsedir; Allah'ın
rahmeti üzerine olsun!-)
Ve ilimden mahrum
olduğu gibi, nzıktan da mahrum olur. Nitekim Müsned'de şöyle gelmiştir: Muhakkak
kul, işlemekte olduğu günâh sebebiyle nzıkîan mahrum olacaktır"
buyurulmuştur.
Biri de, âsî, Allah
Taâlâ ile kendi arasında üns bulmaz, dâima vahşet üzre olur. Cenabı Hakk ile
münâsebeti olmaz ve o cânibden asla lezzet almaz.
Biri de işleri güç
gelir. Yine girişse işi bağlanır.
Biri de, kalbi
karanlıklarla dolu, hayreti ziyâde olur. Gittikçe bid'at ve dalâlete düşer,
zulmeti şiddetli oldukça yüzünde de zahir olur, herkes müşâhade etmeğe başlar.
Onun için râfızîler ve bid'at ehlinin yüzlerinde asla nûr yoktur, gören
istikrah eyler. Bütün mül-hidler, zındıklar ve fucûr erbabının suretleri
çirkindir, sâlihlerin şekline benzemez. Hep kalblerinin fesadı suratlarında
zahir olur.
Biri de, isyan ehli
zayıf kalbli olurlar. Allah'a tâatten mahrumdurlar ve ömürleri kısa olur,
bereketleri zail olur. Sebebi Hakk Ta-âlâ'dan yüz döndürüp ma'siyetlerle meşgul
olunca, hayât günleri zayi' olur, bereketi bulunmaz.
Biri de, ma'siyet ehli
eller içinde hakîr ve zelîl olur, aklı fâsid olur, ma'siyet aklın nurunu
söndürür.
Biri de, kişinin
devletini ve ni'metini zail eder. Size isabet eden her musîbet, ellerinizin
işlediği günâhlar yüzündendir. Bununla beraber birçoğunu da affeder'*
(eş-şûrâ: 30) kavli gereğince, her belâ ve musibet kendi kesbiyle yetişir. Kişi
devlet ve saadet içindeyken kadrini bilip günâhlar ve ma'siyetlerden çekinmekle
şükrünü edâ edip bekaa fâ-idesini taleb etmek gerek.
Hâsılı kelâm, bir
kimse Hakk Celle ve A'lâ'nın emrine imtisal ile kuvvetini hıfzeder ve nehyettiğinden
ictinâb ve perhîzkârlık eyleyip, nasûh tevbesi ile fazlalıklarını boşaltır!
İşte o kimse, hayırların hepsini taleb etmiş, bütün şerr ve fesâddan kaçmış
olur. Enes ibn Mâlik rivayetinde Rasûlullah (S):Dikkat edin! Size derd ve
devanıza delâlet edeyim: Gözünüzü açın, sizin derdiniz günâhlardır, devanız da
istiğfar etmenizdir!" buyurmuştur. Bu hadîs delâlet eder ki, ehli
İslâm'ın marazı günâhlar ve ma'siyetlerdir; devası ise istiğfar etmektir.
Hâsılı zahir oldu ki,
kalblerin tıbbim ve derûnî hastalıkların muâlecesini (tedâvîsini) bilmeye yol
yoktur, illâ ilâhî vahy vâsıta-sıyle Rasûlullah canibinden bilinir."
(Kastallânî, el-Mevâhibu'l-Ledunniyye..., Sekizinci Maksad, Birinci Fasıl,
Tıbbini (S), s.171 - 172.).
İbnu'I-Kayyım
et-Tıbbu'n-Nebevî kitabının başında Allah'a hamd ve Rasûlü'ne salavâttan sonra
şöyle dedi:
"Amma ba'du: İşte
bunlar Rasûlullah(S)'ın tabîblik yapmağa
çalıştığı ve
başkalarına vasleylediği tıbdaki yolu hakkında faydalı birtakım fasıllardır.
Biz burada en büyük tabîblerin akıllarının ulaşmaktan âciz oldukları
hikmetlerden bir kısmım beyân ediyoruz. Allah'ın ismiyle istiâne ederek ve
yalnız O'ndan havi (hareket) ve kuvvet istimdâd eyleyerek şöyle diyoruz:
(Fasl): Maraz iki
nevi'dir: Kalblerin marazı, bedenlerin marazı. Bunların ikisi de Kur'ân'da
zikredilmişlerdir.
Kalb yânı Nefis Tıbbı:
Kalb marazı iki
nevi'dir: Şübhe ve şekk marazı, şehvet ve ğayy (yânî azgınlık) marazı. Bunların
ikisi de Kur'ân'da zikredildi. Yüce
Allah şübhe marazı
hakkında şöyle buyurdu: Kalblerinde bir maraz vardır onların. Allah da
marazlarını artırdı. Yalan söylemekte oldukları için de onlara acıklı bir azâb
vardır!" (eî-Bakara: ıoj;
Kalblerinde bir maraz
bulunanlarla kâfirler de: 'Allah bu adedle, misâl olarak neyi murâd etmiş?1
desinler..." (el-Muddessir: 31).
Yüce Allah Kur'ân'ı ve
Sünnet'i ile hükmetmeye da'vet edilen ve o da dayatıp yüz çeviren kimse
hakkında şöyle buyurdu:
Ow/or aralarında
hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlü'ne da'vet edildikleri vakit, bir fırkası
hemen yüz çevirip dönücüdürler. Eğer hakk kendilerinin lehinde ise itaatle koşa
koşa O 'na gelirler. Kalblerinde bir maraz mı var bunların? Yoksa şübhe mi
ettiler? Yâhud Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi
korkuyorlar? Hayır, asıl zâlim kendileridir!" (en-Nûn 48-50). İşte bu,
şübheler ve şekkler hastalığıdır.
Amma şehvetler
hastalığına gelince, Yüce Allah şöyle buyurdu:
Peygamber kadınları, siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz. Eğer
(Allah'tan) korkuyorsanız (yabancı erkeklere) yumuşak söylemeyin. Sonra kalbinde
bir maraz bulunanlar ta-mâ'a düşer. Sözü ma'ruf veçhile (ve ağırbaşlı)
söyleyin!" (d-Ahzab: 32). İşte bu, zina şehveti hastalığıdır.
(Fasl) Ve bedenler
hastalığına gelince, Yüce Allah şöyle buyurdu:
A 'mâya göre bir harec (bir darlık ve günâh) yok. Topala göre bir
harec yok. Hastaya göre bir harec yok...'' (en- Nûr: 61 elFetfı
17)
Allah beden marazını
haccda, savmda, vudü'da bedi' bir sırr için zikretti. Bu sana Kur'ân'ın
azametini beyân eder, bir de onu anlayıp akledene başkasından müstagnî olmayı
beyân eyler, (İbnu'l-Kayyım, et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 1-2)
Beden Tıbbı:
Amma bedenler tıbbının
ekserisi tecrübeye dönücüdür. Bu da iki nevi'dir. Bir nev'i, nazara ve fikre
muhtaç değildir. Hakk Taâlâ onun ma'rifetini hayvanâtta halketmiştir. Meselâ
onların herbiri açlık, susuzluk, soğukluk, yorgunluk gidermelerine yol bulucu
olur-lar. Bu ma'nâlarda başkasına muhtâc olmazlar.
Bir nev'i, nazara ve
fikre muhtâcdır. Meselâ bedende meydana gelen hastalıkların, elbette sebebini
ve alâmetini teşhis ve define tedbîr etmek, fikre bağlıdır. Velhâsıl bedenler
tıbbının medarı üç nesnedir:
Biri sıhhati
korumaktır.
Biri ezâ ve zarar
verici olan şeylerden perhîzdir.
Biri de faside (yânî
bozucu) maddeleri def edip boşaltmaktır.
Bu zikrolunan üç
nesneye Kur'ân-i Azîm'de işaret buyurulmuştur.
Evvelkisine:
Artık sizden kim hasta
yâhud sefer üzerinde olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde
(tutar)" (ei-Bakara: 183) kavliyle işaret olunmuştur. Zîrâ âyette
buyurulan şudur ki, bir kimse marîz olsa yâhud musâfir (yânî yolcu) olsa
orucunu yer ve başka günlerde kaza eyler. Hâsılı sefer ehli olan kimseye
ruhsat verilmesi, sefer mihnet ve meşakkat yeri olduğu içindir. Eğer oruçlu
olursa, o meşakkat arasında oruç dahî tamâm zaîflık verip mizâc mütegayyir
olur, sıhhat kalmaz, hastalık isti'lâ eder. Bu sebebden Hakk Taâlâ sağlığı korumak
için yolcuya ruhsat buyurdu.
İkincisine:
Kendilerinizi öldürmeyiniz.
Şübhe yok ki, Allah sizlere çok merhamet edicidir"j&ı-Nisâ: 29)
kavliyle işaret buyumlmuştur. Soğuk su kullanmaktan korkulduğu zamanda
teyemmüm caiz olmak, bu âyetten alınmıştır.
Ve bir âyette de: ...
Eğer hasta olur yâhud bir sefer üzerinde bulunursanız, yâhud sizden biriniz
ayakyolundan gelirse yâhud da kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o
vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün..."
(en-Nisâ: 43; ei-Mâide: 6) buyurulmuştur. Bunda açıkça zikredilmiştir ki, hasta
olan kimse su kullanmayıp pâk toprakla teyemmüm etmek mubahtır. Su kullanmakta
zarar ihtimâli olunca terkedip, teyemmüm eylemek gerek. Bundan anlaşılır ki,
illeti olan kimseler zararlı nesnelerden perhiz ederler.
Üçüncüsüne:
içinizden kim hasta
olur, yâhud başından bir eziyeti bulunursa, ona oruçtan, ya sadakadan yâhud da
kurbandan (biriyle) fidye (vâcib olur)..." (ei-Bakara: 196) kavliyle
işaret olunmuştur. İhram bağlanan kimseye şer'an başını tıraş etmek caiz
değildir. Amma bu âyet hükmünce tıraş etmemekten zarar edecekse, o zaman tıraş
etmek caiz olur. Zîrâ saç kazınmakla başın ince delikleri açılır, habsedilmiş
buhur çıkar gider, tabîatten zarar şavulur. Ve her zararı def etmek buna kıyâs
olunmuştur.
İmdi Hakk Taâlâ
Kur'ân-ı Azîm'de tıbbın üç aslına işaret buyurduğu zahir oldu. Ve bi'J-cümle
lâzım olunca tıbb kullanmanın cevazına Kur'ân-ı Azîm'de ve hadîslerde deliller
gelmiştir.
Sahîh-i Buhârî ve
Müslim'de Ebû Hureyre(R)'den şu rivayet edilmiştir:Rasûlullah (S): A Hah
indirdiği herbir der d için muhakkak bir şifâ indirmiştir, buyurdu".
Hâsılı her hastalığı yaratmış, onun için devasını da yaratmıştır demek olur.
Ve yine İmâm Ahmed
naklinde Enes'ten şu rivayet edilmiştir: Muhakkak Allah Taâlâ maraz
halkettiğiyerde deva dahî halketmiştir. îmdi deva kullanınız" buyurulmuştur.
Ve bir rivayette de
Usâme ibn Şurayh'tan şu rivayet edilmiştir: Ey Allah'ın kulları, deva kullanınız.
Muhakkak ki, Allah Taâlâ gayet ptrlikten gayrı -ve bir lafızda: yâhud ölümden
gayrı- vaz' ettiği herbir maraz için bir şifâ vaz' etmiştir".
Ebû Dâvûd naklinde
Ebu'd-Derdâ (R), Rasûlullah'tan merfû-an şunu rivayet etmiştir:
Muhakkak Allah Taâlâ her
bir maraz için bir deva yaratmıştır. İmdi deva kullanın ve haram nesne ile
tedâvîetmeyin" buyurmuştur.
Buhârî Sahîh'mâz de: Şübhesiz
Allah Taâlâ sizin şifânızı, size haram kıldığı şeyler içinde yapmamıştır"
hadîsi gelmiştir.
Hâsılı bu hadîsler
gereğince haram kılınmış şeylerle tedâvî caiz değildir.
İmâm Müslim naklinde
de Câbir'den merfuan şu rivayet gelmiştir: Her maraz için bir deva vardır.
Vaktâ ki, deva o maraza yetiştirilse, Allah Ta-âlâ'nm izni ile ondan iyi
eder" buyurulmuştur.
Her marazın gelmesi,
gitmesi hakikatte Allah Taâlâ'nın em-riyledir. Ve var olan o devaları da sebeb
halketmiştir. İmdi sebebe yapışmak tevekküle zıdd değildir. Nitekim açlık ve
susuzluk giderilme de zıdd değildir. Elbette sebebsiz nesne olmaz. Hâsılı'bir
kişi hastalığa yakalandığında deva kullanmayı tevekküle aykırı sanıp
ter-keylemesi, "Ben Allah'a tevekkül ettim, deva kullanmam" demesi
caiz değildir, bu, boş sözdür.
Haris ibn Esed
el-Muhâsibî'ye suâ! edip:
— Yâ Haris, tevekkül ehli deva kullanır mı?,
dediler. O:
— Evet (kullanır),
dedi.
— Neden dersin; buna delîl nedir? dediler. Oda:
— Mütevekkillerin
seyyidi olan Muhammed Mustafâ (S); tevekkülde O'na ne kimseler yetişti ve ne
yetişmek ihtimâli vardır. Böyle iken O deva kullanmıştır; delîl budur, dedi.
Hâsılı her türlü deva
meşru' vech üzere kullanılır ve asıl şifâ Allah Taâlâ'dan beklenilip, deva
mücerred sebeb i'tikaad olunur, asla tevekküle zarar gelmez, yine tevekkül
yerindedir. Bu bâbda delîl, Rasülullah'm fiili ve kavlidir.
İbnu'l-Kayyım hikâye
eder ki, İbrâhîm aleyhi's-selâm:
— Yâ Rabb, maraz kimdendir? dedi. Allah Taâlâ:
— Bendendir, buyurdu. Yine îbrâhîm (A):
— Ya deva kimdendir? dedi. Bârî Taâlâ:
— Bendendir, buyurdu. İbrâhîm (A):
— Maraz Sen'dendir ve
deva Sen'dendir; ya tabibin arada işi nedir? dedi.
Hakk Taâlâ:
— Tabîb bir kimsedir
ki, devayı ben onun eline gönderirim,
buyurdu.
Rasûlullah{S)'ın: Her
hastalığın bir devası vardır" buyruğunda, hastanın nefsini ve tabibin
nefsini kuvvetlendirme vardır ve deva talebini teşvik eylemektedir. Çünkü
Rasûlul-lah, her hastalığın devası vardır diye buyurdu. İmdi devaya rast
gelelim diye herbiri çalışırlar, kalbleri kuvvetli olur, umudu kesmezler.
Bundan sonra bilinsin
ki, Peygamber'imizin ilâcı üç nevi' üzere idi:
1. Birisi ilâhî devalar ile idi.
2. Biri tabî! devalar ile idi.
3. Biri de ikisinden mürekkeb olan ile idi, yânî
her ikisini de kullandı.
Şöyle bilinmiş olsun
ki, Hakk Taâlâ hastalıkların giderilmesinde Kur'ân-ı Azîm'den daha umûmî ve
daha faydalı bir deva indirme-miştir. Kur'ân-ı Azîm, marazlara şifâ ve
kalblerin âyinesine ciladır. Nitekim Allah Taâl
Biz Kur'ân'dan
peyderpey onu indiriyoruz ki, mü'minler için bir şifâ ve rahmettir..."
(ei-isrâ: 82) buyurmuştur. "Mm " lafzı İmâm Fahruddîn er-Râzî'nin
buyurduğu üzere teb'îz için değildir, cins içindir. Ma'nâsı: Biz şu Kur'ân
cinsinden hem rûhânî hastalıklara bir şifâ, hem de cismânî hastalıklara bir
şifâ indiririz" demek olur.
Hâsılı Kur'ân-ı Azîm,
mutlakaa hastalıklara şifâdır, rûhânî olsun, cismânî olsun; ikisini de def
eyler. Rûhânî hastalıkları izâle ettiği zahirdir. Zîrâ rûhânî hastalık iki
kısımdır; bir kısmı bâtıl i'ti-kaadlardir ki, ulûhiyet, nübüvvet, mebde', maâd,
kaza ve kader hâl-
lerine ilgilidir.
Kur'ân-ı Azîm hakk mezhebin delillerini müştemildir ve bu nevi' fâsid
i'tikaadları ve bâtıl mezhebleri ibtâl etmiştir. Onu bilen kimse bu nevî' bâtıl
akidelerden salim olur.
Bir kısmı da
kötülenmiş huylardır. Kur'ân onun tafsillerini ve ta'rîfirri, şerr ve fesadını
beyân edip ahlâk-ı hamîdîye (yânî övülmüş huylara) irşâd etmiştir. Hâsılı
rûhânî hastalığın iki kısmına bile şifâ eylediği zahirdir.
Amma cismânî
hastalıklara şifâ olduğu, kırâatiyle teberrük pek-çok hastalıklara fayda
vericidir. Rasûlullah (S): "Kur'ân-ı Azînt'le şifâ taleb etmeyen kimseye Allah
şifâ vermedi" diye buyurmuştur. Bunun da beddua olmak ihtimâli vardır,
yânî "Bununla şifâ taleb etmeyene Allah Taâlâ şifâ vermesin" demek
olabilir.
Şeyh Ebu'l-Kaasım
Kuşeyrî'den şu nakledilmiştir: Bir zamanda çocuğu şiddetli hasta oldu, ölüm
mertebesine vardı, kendi de bundan be-gâyet muztarib idi.
Şeyh der ki: O gece
Rasûlullah(S)'ı vakıada (yânî ru'yâda) gördüm:
— Yâ Rasûlallah, oğlum
şiddetli zebûn hastadır. Bu cihetten gayet muztarib hâldeyim, diye şikâyet
ettim.
Rasûlullah:
— Şifâ âyetlerinden niçin gafilsin? diye
buyurdu.
Uyandım, fikre vardım,
hatırıma geldi ki, şifâ âyetleri Allah'ın Kitâbı'nda altı yerde vâki'
olmuştur. Bunlar şöyle zikrolunurlar: Allah Taâlâ buyurdu:
Ve mü'minler
zümresinin göğüslerine şifâ versin, ferahlandırsın" (et-Tevbe: uy,
Ey insanlar, size Rabb
'inizden bir öğüt, gönüllerde olan derdlere bir şifâ ve mü 'minler için bir
hidâyet ve rahmet
gelmiştir"
(Yunus: 57).
Onların karınlarından
renkleri çeşitli şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ Vardır..."
(en-Nahl: 69).
Kur'ân'dan perderpey
onu indiriyoruz ki, mü'minler için bir şifâ ve rahmettir" (d-îsrâ: 83).
"Hastalandığım
zaman bana şifâ veren O'dur" (Eş-Şuarâ: 80).
"Soy/e; O Kur'ân,
îmân edenler için sırf hidâyet ve şifâdır" (Fussüet: 44).
Hemen bu âyetleri
yazdım da su ile ezip ezip içirdim. Allah Ta-âlâ şifâ verdi. Benden boşanır
gibi hastalıktan kurtuldu, demiştir.
İbn Mâce naklinde
Alî(R)'den merfûan:" jT^ut 6ıjjı)i jU= Devanın hayırlısı, Kur'ân'dir"
diye rivayet olunmuştur fel-Muvatta', Tıbb, 29; Kur'ân'Ia şifâ istemek babı,
3501. hadîs).
Amma bu makaamda bir
mütenebbih olacak nesne vardır, ondan gafil olmak caiz değildir. Şekk yoktur
ki, âyetler, zikirler ve duaların herbiri nefsinde nâfi' ve şâfi'dir. Lâkin
şartlarıyle kullanılmazsa faydası zahir olmaz. Nitekim hissî devalar da
öyledir. Bir kimse dâima muhalif gıdalarda perhîz etmese ve kendisini sıcaktan
ve soğuktan sakınmasa ve şâir lâzım olan işlere riâyet etmese ne kadar nâfi'
şerbet ve ma'cûn verseler, elbette faydasını bulmaz, zayi' olur. İlâhî
devaların da şartları vardır. O cümleden biri, kişinin i'-tikaadı dürüst ve pâk
olmak gerektir. Haramdan ve zulümden icti-nâb edip duâ zamanında kalbi gaflet
üzere olmamak gerektir. Tam teveccühle (Allah'a) yönelip niyaz ve tadarru' üzre
olmak gerektir. Yoksa ağzı okumakta ve duada olup, kalbi yabanlarda olunca asla
faydasını görmez, boş yere çalışır. Nitekim Hâkim rivayetinde gelen
hadîste:" İyi bilin ki, A Hah Taâlâ gafil ve lâhî olan bir kalbden duâ
kabul etmez'' bu-yurulmuştur. "Lâhî"dcn murâd, mâlâyânîye meşgul
olandır.
"Devaların en
nâfi'si duadır. Duâ, belâların düşmanıdır, sürer giderir ve inmesini men'
eyler, nazil olanı hafifletir. Duâ mü'-minin silâhıdır" demişlerdir. Şöyle
ki, kalb huzuru ve hatır
cem'iyyetiyle (yânî
şuurlu) olmalı ve mazınne-i icabet olan (kabul edilmesi zann ve ümîd edilen)
vakitlerde edilmelidir. Meselâ gece-
nin son üçte birinde
vâki' olmalı, kıbleye karşı hudû' ve inkisar ile, tazarru' ve niyaz ile ve pâk
gönül ile Hakk Tebâreke ve Taâlâ'ya hamd ve sena ve Rasûlü'ne salât ve selâm
etmelidir. Önceden tevbe ve istiğfar edip bir mikdâr sadaka vermiş olmalıdır.
Ve duada ibram ve ilhak (yânî te'kîd ve ısrar) etmeli: Yâ Rabb, dilerim ki,
beni mahrum etmeyip duamı kabul edesin" demeli. Ve duâ esnasında Allah
Taâlâ'mn güzel isimlerinden zikretmeli. Meselâ: "Yâ Kerîm, yâ Rahîm, yâ
Za'1-Celâl ve'I-İkrâm! Sen kabul eyle!" demeli. Bu asıl duâ, Allah'ın
inâyetiyle reddolunmaz. Bilhassa Peygamber'den rivayet olunan dualardan olursa,
kabul edileceği zannolunur. Ya İsm-i A'zam'ı mutazammindır diye haber vermiş
olduğu bu nevi' dualar, Allah'ın avnı ile icabeti sür'atli olur. İsm-i A'zam
hususunda sözler çoktur. "Allah" lafzı İsm-i A'zam'dir dediler. Ve
bâzıları: "Zu'1-Celâl ve'1-İkrâm" İsm-i A'zam'dır dediler. Hâlin
hakikatini Allah en bilendir.
Ve bilinmiş olsun ki,
Muavvizât'la ve bâzı Allah isimleriyle ruk-yeler (yânî duâ okumalar) rûhânî
tibbdır. Ne zaman sâlihler ve eb-râr lisânında olsa, Allah'ın izniyle şifâ
hâsıl olur demişlerdir. "Rukaa", "Rukye"mn cem'idir;
"Rukye", efsun demektir "Âfsûn" Fârisî'dir. Amma Türkî
dilinde şol sihirbazlar ve câdûla-rın söylediği mühmelâta (yânî boş sözlere)
derler. "İntifa" (yânîyararlanmak) için okunan âyetlere ve güzel
isimlere âfsûn isti'mali yoktur. Amma Arab lisânında cümlesine
"Rukye" derler. Buhârî Sahîh'inûe Âişe(R)'den şu rivayet edilmiştir:
"Rasûlullah (S), ölüm hastalığında Muavvizât Sûreleri'ni okuyup kendi
üzerine üfü-rür idi" demiştir. Muavvizât'tan murâd el-İhlâs, el-Felâk,
en-Nâs Sûreleri'dir, tağlib yolu üzere dediler yâhud el-Felâk Sûresi ile en-Nâs
Sûresi'dir dediler. Ve Kur'ân-ı Azîm'de gelmiş olan her ta'vîzdir. Meselâ:
" Ve de ki: Rabb'im, şeytânların dürtüşmelerinden Sana sığınırım. Rabb'im,
onların huzurumda bulunmalarından da Sana sığınırım" (d-Mu'minûn: 97-98)
gibi. Onlar da böyledir, fayda vericidir, şifâ vericidir. Âlimler ittifak
etmişlerdir ki, üç şartın birleşmesi vaktinde rukye caiz olur: Biri Kur'ân-ı
Azîm'le yâhud Bârî Taâlâ'mn isimleri ve sıfatlarından bâzılarıyle olmalıdır.
Biri de Arab lisânı ile olmalıdır yâhud ma'nâsı bilinmiş olan lisanlardan
biriyle olmalıdır, tâ ki içinde şerîate aykırı, muhalif nesne olmadığı zahir
olsun. Biri de rukye bizzat müessir değildir, belki Allah Taâlâ'mn takdiriyle
te'sîr eyler diye i'tikaad etmelidir... (el-Kastallânî,
Mevâhibu'l-Ledunniyye..., Sekizinci Maksad, Birinci Fasıl, Tıbbi-hi (S), s.
172-177). "
Tıbbu'n-Nebevî
konusunda Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü Hadîs Öğretim Üyesi Mahmûd
Denizkuşları'nm tesbît ettiği eserler ise 15 kadardır:
1. Muhammed en-Nisâbûrî, Ebû'l-Kaasım ibnu
Habîbfv. 245/860)'in et-Tıbbu'n-Nebevt'sl
2. İbnu's-Sünnî Ahmed ibn Muhammed
ibn İshâk ed-Dineverî(364/975)'nin et-Tıbbu'n-Nebevî'û.
3. ed-Dâî, Ahmed ibn İbrâhîm ibn Muhammed'in
Tıbb-ı Nebevi Tercemesi (istinsah H.993). Eser Ebû Nuaym
el-Isfa-hânî(430/1038)>nin et-Tıbbu'n-Nebevî'smin tercümesidir.
4. el-Makdisî,
Ziyâeddîn Ebû
Abdillah{643/1245)'ın
et-Tıbbu'n-Nebevî'si.
5. Alî el-Hamevî, Ebû'l-Hasen Alî ibn
Abdi'I-Kerîm ibn Tur-han(720/1320)'ın
el-Ahkâmu'n-Nebevîyye Jî's-Sınâatı't-Tıbbiyye'sl
6. ez-Zehebî,
Ebû Abdillâh Muhammed
ibn Ah-
med(748/1347)in et-
Tıbbu 'n-Nebevî'si.
7. İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, Şemsuddîn Muhammed
ibn Ebû Bekr el-Dımaşkî(751/1350)'nin et-Tıbbu'n-Nebevî'û.
8. Mehdî ibn Alî ibn İbrâhîm
el-Yemenî(815/l412)(nin er-Rahme jî't-Tıbb ve'l-Hikme'sl
9. İbrâhîm ibn Abdirrahîm ibn Ebî Bekr
eI-Ezrak(?)'ın Teshîlu'1'Menâfi'û.
10. Celâluddîn
Abdurrahmân ibn Ebî
Beler es-Suyû-t\(91U150iym
el-Menhecu's-Sevî ve'I-Menhelu'r-RevîJî't-Tıbbı 'n-Nebevî'û.
11. Şihâbuddîn
Ahmed ibn Muhammed
el-Kastaliâ-nî(923/1517)'nin el-Mevâhibu'l-Ledunniyye'si.
12. Hayruddîn Hızır ibn Muhammed
eI-Atûfî(948/1541)'nin er-Ravdu'l-însân Jî Tedbîri Sıhhati'l-Ebdân'ı.
13. Hüseyin Remzî(1839/1896)'nm Tıbb-ı Nebevî'si.
14. Muhammed Fahrî<?)'nin Tibb-ı Nebevî'sı.
15. Muhammed
Saîd el-Cezerî{?)'nin et-Tıbbu'n-Nebevî'si. (Mahmud Denizkuşlan,
Ma'rifet Yayınları, 1979/1400, s.114-141).
Dr. Hüseyin Remzi ise
şöyle dedi: Tıbb-ı Nebevi hakkında 27 aded kitâb yazılmış, hattâ onlardan
birkaç kitâb tab' olunmuş, birkaçı da Fransızcaya tercüme ve nakledilmiştir
{Tıbb-ı Nebevi Mukaddimesi, s.4).
[1] et-Tıbb: Tâ'nın üç harekesi ve bâ'nm
şeddelendirilmesiyle hakimlik eylemek ma'-nâsmadır ki, gereğine göre hayvânî
cisme ve nefse İlâç ve tîmâr eylemekten ibarettir, gerek cismânî ve gerek
ruhanî olsun... el-Mısbâh'ta tâ'nın kesriyle isim olmak üzere resmedilmiştir
ki, tabîblik ma'nâsınadır... Ve Tıbb, işlerde rıfk ve teenni edip maslahatları
güzel vech, lütuf ve suhuletle yürütmek ma'nâsınadır. "Men ahabbe tabbe
—Yânı işlerinin yürütülmesini sevip isteyen kimse rıfk, teenni ve suhuletle
mübaşeret eder" meseli bundandır.
et-Tabîb: Emîr vezninde
mutlakaa amel ve kârında ustâz, hazık ve mahir olan kimseye denir. Şârih der
ki, giderek hastalıkları tedâvî eylemekte hazık olan kimseye denilir olmuştur.
et-Tabâbe: Kerâme
vezninde, tabîb olmak ma'nâsınadır.
el-Mutatabbîb:
Muteallim vezninde..., zâtında üstâd olmayıp henüz tababet fennine tahsile
sa'y edip dürüşür olan kimseye denir...
el-lstitbâb: Bir kimse
derdi için hangi deva iyidir diye tabîbden yâhud tecrübe ehlinden soruşturup,
faydalı deva ihbarını istemek ma'nâsınadır... (Kaa-mûs Ter.}.
Tıbb, insan vücûdunun sıhhatini korumak için bedenin sıhhî ve marazı hâllerinden
bahseden bir ilimdir... Tıbbın nazarî ve amelî kısımları vardır. Tıbbın amelî
kısmı hakimlikten ve insanı gerek cismen, gerek ruhen tedâvî etmekten
ibarettir.
Maraz, yânî hastalık,
vücûdun tabiî mecrasından çıkmasıdır. Tedavi de vücûdu tabiî mecrasına
döndürmektir. Sıhhati koruma, vücûdun tabiî mecrasında kalmasından
ibarettir... Tıbbın nazarî ve amelî kısımları müşâhade ve
tecrübelerle dâima
ilerleyeceğinden Rasûlullah'm tıbbı ile zamâmmızdakİ ilerlemiş şeklinin
kasdedifmediği bilinmelidir. "Peygamber'in tıboı" ile işaret edilen
tedâvî üç kısımda özetlenebilir:
a. Vahy yoluyla bilinen,
b. Arab göreneğinden alman,
c. Kur'ân ile şifâ
edilmek gibi teberrük murâd olunan kısımlardır... (Aynî ve Kastallânî).
Kur'ân-ı Kerîm'de
çeşitli hastalık nevi'leri tedâvîleri, korunma yolları, sağlık düstûrları ve
umûmî olarak tibbla ilgili birçok âyetler vardır. Bilhassa çok vecîz bir
sağlığı koruma düstûru olan şu âyete dikkat çekilmiştir: "Ey Adem oğulları,
her mescid huzurunda zînetinizi alın, yiyin, için; israf etmeyin. Çünkü Allah
israf edenleri sevmez" (el-A'râf: 31).
Bu âyet, bir taraftan
tedâvî, öbür taraftan korunma kaaidelerini öğrettiğine göre, isrâfsız yemek
içmek, sıhhati korumanın tamâmı, tıbbın da yarı kaynağı bulunur. Bu âyette
tıbbın yarısı hülâsa olundu demişlerdir {ez-Zehebî, et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 13;
İbn Kesîr, III, 61).
"Biz bunu birkaç
bakış noktasiyle anlıyoruz: Birincisi: Tıbb gerçi başlıca hastalıkları ilmi ile
tedâvî san'atında hülasa olunur. Fakat her ikisinden gaye sıhhattir.
Binâenaleyh sıhhatin korunması evvel, âhir tıbbın en büyük şartını ve maksadını
teşkil ettiğinden, bir yarısı sıhhati koruma, diğer bir yarısı da hastalıklar
ve tedâvî demektir. Bu âyet ise sıhhati korumanın esaslı şartlarını hulâsa
etmiştir" {Hakk Dîni, III, 2153).
Müftî Abduh'un da
müsteşriklerin "Kur'ân'da tıbba dâir birşey var mıdır?" diye
sorularına: "Yarım âyet vardır" deyip "Yiyiniz, içiniz, israf
etmeyiniz" cümlesini söylediği nakledilir (Tecrtd Ter., XII, 107).
[2] Hadîs başlığın aynıdır. Bu hadîsi en-Nesâî de Tıbb
Kitâbı'nda rivayet etmiştir. Türkçe'de "Derd veren Allah, devasını da
verir" suretinde meşhur olan meselimiz, bu hadîsin en sâde bir
ifadesidir. Bu hadîs "Bütün hastalıkların ilâcı ve şifâsı vardır"
şeklinde umumiyeti üzere değildir. Bunun umumîliğinden ihtiyarlık ve tedavisi
kaabil olmayan hastalıklar müstesnadır. Bu hadîs, tedâvînin mübâh-hğına ve
tıbbın cevazına delâlet eder. Bâzı hastaların tedâvîye tâbi' tutuldukları hâlde
iyileşmemelerinin sebebleri arasında, hastalığın hakîkî tedavisinin bilinememesi
yâhud hastalığın iyi teşhis olunamaması da vardır. Rasûlullah (S): "Her
derdin bir devası vardır. Binâenaleyh derdin devasına denk gelindiği zaman Allah'ın
izniyle o derd iyi olur" buyurmuştur (Müslim, Tıbb, Câbir'den).
[3] Bu, haber isteme yolu üzere bir sorudur. Buhârî
başlıkların çoğundaki âdeti üzere, bâb hadîsindeki bilgi İle yetinerek, hükmü
kesin belirtmemiştir.
[4] Hadîs, umûmiyetiyle başlığa delâlet etmektedir. Fakat
Cihâd'da "Harbde kadınların yaralıları tedâvî etmeleri bâbı"nda
geçen hadîs bu başlığa daha açık delâlet etmektedir. Buhârî buradaki rivayeti
zikretmekle o rivayete de işaret etmiş oluyor. O hadîs şöyledir: Muavviz kızı
Rubeyy' (R): "Biz kadınlar, Peygamber'in maiyyetinde harbde bulunurduk;
gazilere su verir, yaralıları tedâvî eder, ölüleri de Medîne'ye taşırdık"
demiştir.
[5] İbn Abbâs'm bu hadîsi rivayet şeklinde garîblik
vardır, şöyle ki: Hadîsin ewe-lindeki rivayet şekline göre hadîs, İbn Abbâs'in
kendi sözü olduğu; âhirine, yâ-nî "Ümmetimi nehyederim" cümlesine göre
de merfû', yânî İbn Abbâs'ın Peygamber'den rivayet ettiği anlaşılır. Buhârî bu
garîbliği kaldırmak ve hadîsin merfû' olduğunu belirtmek için, evvelâ
el-Kummî'den gelen rivayeti getirmiştir. Buhârî bunu sırf bu maksadla şâhid
tutmak için zikretmiştir.
Bu hadîsin ma'nâsmda da
bir garîblik, nefyen ve isbâten bir çelişki var gibidir; şöyle ki: Key, yânî
dağlamak, kendisinde şifâ bulunan üç asıldan birisi olarak zikredildiği hâlde,
sonra bundan rıehy olunmuştur. Bunun çözümü için şöyle denilmiştir: Peygamber'in
dağlamaktan nehyi mutlak ve kesin değildir. Çünkü Peygamber, Sa'd ibn Muâz'ı ve
başkalarını dağlamakla tedâvî etmiştir. Sahâbîlerden birçokları da dağlama
yapmışlardır. Peygamber dağlamanın ilk değil, son başvurulacak tedâvî vâsıtası
olduğunu bildirmiştir. Hasta üzerinde ilk önce bu acıtıcı tedâvîyi uygulamayı
değil, ancak son bir ihtiyâç ve zaruret hâlinde buna gidilmesini uygun
görmüştür... Hadîsin tercümesinde "Son bir ihtiyâç olmadıkça"
kaydının konulmasiyle bu tenakuz kaldırılmış olmaktadır.
Ateşle dağlamak suretiyle tedâvî bütün devirlerde çeşitli milletlerin
tababetinde tatbîk edilegelen kadîm bir usûldür. Kan almak suretiyle yapılan
tedâvî şekli de böyledir.
[6] Bu rivayet, öncekinde görülen mevkûfluk şübhesini
tamamen kaldıran tabiî bir sevkediş uslûbuyle gelmiştir.
[7] Âyetin, bir önceki ile meali şöyledir: "Rabb'in
balansına: 'Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların senin için yapacakları)
çardaklardan evler edin, sonra meyvelerin herbirinden ye de Rabb 'inin {bal
yapmakta öğrettiği ve) kolaylıklar gösterdiği yaylım yollarına git!' diye ilham
etti. Onların karınlarından renkleri çeşitti şerbet çıkar ki, onda insanlar
için şifâ vardır. İşte bunda da tefekkür edecek bir zümre için elbette bir
âyet vardır" (en-Nahl: 68-69).
Son fennî ve tıbbî
tecrübeler de bunu isbât etmektedir. Umer (R) onulmaz yaralan bal ile tedâvî
ederdi, hem sürer, hem içirirdi. Bugün de tedâvî usûlü tatbîk edilmekte yüzde
doksan müsbet netîceler alınmaktadır (H.B. Çantay, Me-âl-i Kerîm),
Bu âyetteki vahyi açıklayan güzel bir tefsiri HakkDîni, IV, 3108'den okuyunuz!
[8] Başlığa uygunluğu "Tatlı ile bal Peygamber'in çok
hoşuna giderdi" sözünden alınır. Çünkü hoşlanmak ve sevmek deva yoluyla
yâhud gıda yoluyla olmayı şâmil olur.
Bunun bir rivayeti bu isnâd ve metinle Eşribe'de "Tatlı ve bal
şerbeti bâ-bı"nda da geçmişti.
[9] Başlığa uygunluğu "Yâhud bal şerbetinde..."
sözündedir.
Bunun bir rivayetini Müslim de Tıbb'a getirmiştir: Müslim Tercemesi,
VII, s. 58-59.
[10] Devanın kullanılması tekrar ettikçe hastalığa
mukaavemet edip yendi de onu ta-mâmiyle giderdi. Devaların ve keyfiyetlerinin
mikdârlanna hastalığın ve hastanın kuvvet derecesine i'tibâr etmek tıbb
kaaidelerinin en büyüklerindendir. Zâdu'l-Maâd'da şöyle dedi: Peygamber'in
tıbbı, tabîblerin tıbbı gibi değildir.
Çünkü Peygamber'in
tıbbı, yakînîdir, kat'îdir, İlâhîdir; vahiyden, peygamberlik kandilinden ve
akim kemâlinden çıkmaktadır. Başkalarının tıbbı ise sezgi, zannlar ve
tecrübelerden ibarettir (Kastallânî).
Peygamber "Allah
doğru söyledi" sözüyle "Balda insanlar için bir şifâ vardır"
(en-Nahl: 69) kavlini kasdetmiştir.
[11] Çünkü Haccâc zâlim idi. Zulmünde en küçük şeye
tutunurdu. Nitekim Behz'in rivayetinde: "Vallahi Haccâc vazgeçmeyip,
minber üzerine dikildi de: Enes bana tahdîs etti, deyip bu hadîsi
zikretti" fıkrası vardır (Kastallânî).
Başlığa uygunluğu "Develerin sütlerinden içtiler" sözündedir.
[12] Bunun da başlığa uygunluğu "Develerin
sidiklerinden içtiler" sözündedir.
Hadîsin ;onundaki Katâde'nin İbn Sîrîn'den rivayet ettiği fıkra, Enes'in
Müslim'de Süleyman ibn Teymî yolundan rivayet edilen hadîsine aykırıdır. Peygamber
onların gözlerini, ancak onlar çobanların gözlerini çıkarmış oldukları için
çıkarmıştır.
Bu hadîsin bir
rivayetinde Ebû Küâbe: İşte bunlar çaldılar, insan öldürdüler, îmândan sonra
Allah'a küfretmekle beraber Allah'a ve Rasûlü'ne muhârib olmuşlardı, demiştir
ki, Peygamber tarafından "Allah'a ve Rasûlü'ne harb açanların, yeryüzünde
fesadçılığa koşanların cezası ancak öldürülmeleri; ya asılmaları yâhud
elleriyle ayaklarının çaprasvârî kesilmesi yâhud da bulundukları yerden
sürülmeleridir... " (el-Mâİde: 33) âyetinin hükmü infaz buyurulduğunu
haber vermiş oluyor. Bunun araştırılması Diyetler Kitâbi'nda gelecektir.
Buhârî bunun bir rivayetini Hudûd'da da getirmiştir.
[13] et-Habbetu's-sevdâ: Şûnîz'dir ki, çörek otudur.
el-Habbetu'l-hadrâ: Sakızlık ağacın yemişidir ki "el-Butmu" dahî
derler, çitlenbik ta'bîr olunur.
eş-Şûnîz -şîn'in damraıyle- Şthnîz -şîn'in kesri ve hâ ile- çörek otuna
denir (Kaamûs Tercemesi, I, 190 ve 1175; II, 814)
[14] el-Habbetu's-sevdâ'yı, yânî kara habbe'yi Zuhrî
"Şûnîz" diye tefsir etmiştir ki, bu bizim çörek otu dediğimiz siyah
tohumdur. Bir rivayette de "Kemmûn" diye tefsir olunmuştur. Bu da
kimyon dediğimiz yeşil tohumdur. Arablar arasında yeşil renge siyah ve siyah
renge de yeşil demek âdet olduğundan Hab-betu's-sevdâ'yı yeşil kimyon ile
tefsir dahî uzak görülmez. Ve her ikisinin de tababette birçok faydalan tecrübe
ile sabit olmuştur. Çörek otunun tababette şifâ verici faydaları muhakkak
olmakla beraber ölümden başka her derde deva olduğu mutlak değildir. Çörek
otu, sıcak ve kuru nahıllardan olduğu için şifâsı, rutubetten meydana gelen
hastalıklara hasstır. Bu cihetle hadîste âmm zikrolunup hâss murâd edilerek bir
mecaz yapılmıştır. Şu hâlde bu "ölümden başka her hastalıktan" maksad
rutubetten oluşan her hastalıktır ve lafız bununla kayıdlanmıştır. Ölüm derdine
gelince, onun için hiçbir deva yoktur.
[15] Telbîn ve Telbîne, tâ'larm fethiyle bir bulamaç aşına
denir ki, un veya un kepeğini süt ile ve bal ile karıştırarak tertîb ederler (Kaamûs
Ter., IV, 745).
Herevî ve diğerleri:
Buna, beyazlığı ve inceliğinden dolayı süte benzetilmesi sebebiyle
"Telbîne" ismi verilmiştir, dediler (Nevevî).
Bu îzâhlara göre
telbîne, un, süt, baldan mürekkeb olarak pişirilen muhallebiye benzer bir
nevi' bulamaçtır. Süt gibi beyaz olduğu için bu isimle adlandırılmıştır.
[16] Peygamber, başının aşağıya sarkması için sırt üstüne
yatmak ve iki küreklerinin arasına da onları yükseltecek birşey koymak
suretiyle "Saût" denilen burun ilâcını kullanmıştır. İlâcın etkisinin
dimağa ulaşması ve aksırıp hapşırmak suretiyle kendisindeki hastalığın dışarıya
çıkmasını sağlamak için tedâvî vâsıtası olan ilâcı burnuna damlatmıştır
(Nevevî, Kastallânî).
Bunun bir rivayeti İcâre Kitabı, "Haccâmın vergisi bâbı"nda
geçmişti
[17] es-Sa't, sîn'in fethi ve ayn'ın sükûnu ile bir adamın
burnuna deva çektirmek ma'nâsınadır. Buruna ilâç kattığında üçüncü ve birinci
bâblardan olarak "Sa-atahu'd-devâe sa'tan" denilir...
es-Saût: Sabûr vezninde
buruna çekecek devaya denir. "Ayke bi's-saût" yânî "Sana saût
lâzımdır" denilir ki, o, buruna çekilen devadan ibarettir. Hadîste
"Peygamber (S) deva içti ve burnuna ilâç çekti" diye gelmiştir.
Hâsılı hâlâ buruna çektiğimiz enfiye -buruna konulması dolayisiyle- saût'tur.
Fakat (Pey-gamber'İn kullandığı) burun kabartacak maddeden değildir (Kaamûs
Ter., III, 65).
Kust (yâhud: Ûd-i Hindi): Bu isimle tanınan bir köktür. İki nevi' olur:
Birisine Kust-i Hindi ve birisine Kust-ı Arabi derler. Kust-ı Hİndî siyaha
meyilli, hafif, galîz, kokusu az, tadı acı olur. Kust-ı Arabi lezîz, ak, hafif
kokulu olur. Mutlak zikrolundukta murâd tatlısıdir ki, Arabî olan cinsidir.
Bevl ve hayzı çoğaltır. Ciğere pek faydalı, sancıyı def edici, solucanları
öldürücü ve şekercebîn ile içilmesi hummayı durdurma, buharlandırılması nezle
ve vebaya faydalı, ta-lâsî behak ve baras illetlerini izâlede acîb te'sîrlidir
(Kaamûs Ter.)
[18] Başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti
Vudû'da geçmişti, bir rivayeti de "Uzre hastalığı bâbı"nda
gelecektir.
[19] Yânî kan aldırma gündüze hâss olmaz, gece ve gündüzden
herhangi bir saatte caiz olur. Başlıktaki ta'lîk Oruç Kitâbi'nda senedli olarak
geçmiştir. Bu hadîsten ve başlıktaki ta'lîkten hâsıl olan ma'nâ, kan aldırmak
herhangibir vakte hâss olmaz, fakat ihtiyâç sırasında her zaman olur.
[20] Bu hadîs ile başlığı da ihtiyâç belirdiğinde sefer
hâlinde de, ihrâmlı iken de kan aldırma tedavisinin yapılacağına delâlet eder.
Bunun bir rivayeti Hacc Kitâbı'-nda da geçmişti.
[21] Hadîste bildirilen hacamat, yânî kan aldırmak
suretiyle yapılan tedâvî usûlü, eski-yeni bütün tababet hayâtında tanınıp
bilinmiştir.
Kust, yânî
el-Kustu'l-Hindîhakkında Kaamûs Mütercimi Âsim Efendi'nin açıklamalarını daha
önceki bîr hadîsin haşiyesinde nakletmiştik. Cevheri "Kusf-'u, kendisiyle
tedâvî olunan bir nevi' ot yemişi diye ta'rîf ediyor. İbnu'l-Arabî de bunun
"Hindi" nev'i siyah, "Bahrî" nev'i beyaz olduğunu ve
*'Hindî"si, "Bahrî"sinden daha ziyâde hararetli bulunduğunu
bildiriyor. Kust-ı HindîHm-distan'dan geldiği gibi, Kust-ı Bahrî de Yemen'den
ve Mağrib diyarından getirilir. Üçüncü bir nev'i vardır ki, "Kust-ı Murr{
= Acı Kust)" denilir. Bu da Şâm havâlîsinde bilhassa sahil kısmında çok
bulunur.. (Aynî, Kastallânî).
Uzre, lugatçilerin ta'rîflerine göre, çocuklara arız olan bir
hastalıktır ki, bademciklerin iltihâblanmasından hâsıl olsa gerektir. Asr-ı
Saadet 'te Arab kadınları eski bir göreneğe göre parmaklarına bir bez parçası
sararak bu hastalığa tutulan çocukların ağzına sokup bademciği sıkarlar ve
kanını çıkarırlardı. Fakat bu ameliye nâzik tıbbî bir müdâhale olduğu İçin,
Peygamber bundan men' etmiştir.
[22] Bunun da başlığa uygunluğu "Kan aldırmakta şifâ
vardır" sözünden alınır.
[23] Bu iki bâbdaki hadîslerin başlıklara uygunlukları
meydandadır.
eş-Şakîka: ... Sefine
vezninde "Yarımca" dedikleri ağrıya denir ki, başın, ve yüzün bir
tarafı derdli olur...
es-Sudâ: Gurâb vezninde baş ağrısına denir, güya başı şakkedip yarar...
(Kaamûs Ter.).
[24] Başlığa uygunluğu "Neşter darbesi" sözünden
alınır. Çünkü bu yarım baş ağrısından ve başkasından dolayı ameliyatı ve kan
almayı şâmildir.
[25] Bunun bir rivayeti Hacc'da, "Koyun kurbanı
bâbı"nda geçmişti. Buhârî'nin bunu Tıbb'da getirmesinin sebebi şudur:
Mü'minin ezâlanacağı her şey, ezası az da olsa ve ihrâmlı da bulunsa ona ezayı
gidermesinin mübâh olacağıdır. Bunda ise tatabbub, yânı tabîbliğe girişmek
ma'nâsı vardır. Çünkü bu hastalığa benzeyen ezayı gidermektir. Zîrâ her
hastalık bir ezadır. Bitlerin başa tasallutu da bir ezadır, her ezayı gidermek
ise mubahtır (Aynî).
[26] Buhârî bu başlığın ilk iki cüz'ü ile hacet sırasında
dağlamanın mübâhlığma, üçüncü cüz' ile de hacet olmadığında dağlama tedâvîsini
terketmenin daha faziletli olduğuna İşaret etmiştir (Aynî).
Burada modern tıbbda uygulanan elektrikle, röntgen ışıklarıyle, lazer
işın-lanyle yapılmakta olan yakma tedavileri de hatırlanırsa, yakma ve dağlama
te-dâvîsinin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.
[27] Hadîs, başlığın üçüncü fıkrasına uygundur. Bunun bir
rivayeti yakında "Bal ile tedâvî bâbı"nda geçmişti.
[28] Hadîsin başlıktaki üçüncü fıkraya uygunluğu
meydandadır. Bunun kısaltılmış bir rivayeti Peygamberler'de, "Musa'nın
vefatı bâbı"nda geçmişti. Rikaak'ta da gelecektir. Müslim de îmân'da
getirdi.
Hadîsin baş tarafında
geçen "İmrân" sözünden murâd, göz değmesi ve zehirden başkasında
rukye tedavisini nefyetmek değildir. Ağrıların hepsinde Yü-. ce Allah'ın ismini
zikirle rukye caiz olur.
Göz değmesi hakkında
ileride bir başlık gelecektir. Orada, göz değmesiyle ilgili olduğu bildirilen
el-Kalem: 51. âyeti ve bu âyetin güzel bir tefsîrini (Hakk Dîni, VII, 5304-5305
sahîfelerinden) nakletmek isteriz. Yılan, akreb ve diğer zehirli hayvanların
ısırma ve sokmasıyle meydana gelen zehirlenme rahatsızlığı ve musibetine âid
tedaviler de yine bu kitâbda, ilgili bâblarda gelecektir.
Bu hadîsin diğer bir
rivâyetiyle ilgili güzel bir açıklamayı, bu kitabın 42. bâb, 67. hadîsinin 71.
haşiyesinde vereceğiz. O güzel açıklamayı tbnu'l-Kayyım el-Cevziyye,
et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 50'den naklettik.
[29] Buhârî bununla Talâk'ta, "İddet bekleyen kadın
için kust bâbı"nda getirdiği hadîse işaret etmiştir.
[30] Başlığa uygunluğu "Peygamber'e göz sürmesini
zikrettiler" sözünden alınır.
el-İsmid, hemzenin ve
mîm'in kesriyle sürme taşma denir... Kalay ile karışık bir siyah taştır, iyisi
İsfahan'da dağ eteklerinde olur. Mağrib diyarında dahî olur, öğütmekle sürme
edip göze çekerler er-Remed, iki fetha ile göz ağrımak ma'nâsınadır (Kaamûs
Ter.).
Peygamber'in bu kadının
gözüne sürme çekmesine müsâade etmemesi, kadının beklemesi gereken müddetten
önce görücülere kendisini arzetmek gibi bir niyetini ve tavrını sezmiş
bulunmasından ileri gelmiş olabilir. Yoksa Peygamber, hakîkî bir göz
hastalığından tedaviyi men' etmez...
[31] Başlığa uygunluğu "Sen cüzamlıdan ... kaç!"
sözündedir.
el-Advâ, sân olan
uyuzluk makûlesi illete ve illetin diğerlerine sirayetine (geçmesine) denir ki,
isimdir. Hadîsteki "Lâ advâ ve safer" bu ma'nâdandır. O da uyuz ve
diğer bir hastalığın sahibinden başkasına geçmesidir...
Tıyere ve Tıvere, Inebe
vezninde, kendisi ile teşe'üm olunan yaramaz fala denir.
Hânıe, gece kuşlarından
Sadâ dedikleri kuş ismidir. Meşhuru baykuştur. Mütercim der ki: en-Nihâye'de
"Lâ advâ velâ hâmete" hadîsinde "Hâme"-den murâd, bu kuş
olmak üzere şerhedilmiştir. Arablar İslâm'dan önce i'tikaad ederlerdi ki,
intikaamı alınmayan maktulün ruhu "Hâme"olup dâima "Beni
sulayın'- diye çağmrmış, İntikaam alındıkta uçup gidermiş.... Sonra İslâm Dîni
tarafından bu bâtıl inançlar nefyolundu.
Safer, bir illet adıdır
ki, insanın karnına ânz olup kehribâ gibi sarartır. Ve ı Safer, muharrem ayını
safer ayına te'hîr eylemeye denir. Câhiliyet'te haram aylardan olan muharrem
ayında başlamış oldukları harb ve talanı yürütmek için, haram kılmayı safer
ayma te'hîr, yânî saferi muharreme bedel ederlerdi. "Lâ safere..."
hadîsi bu ma'nâdandır... (Kaamûs Ter. ilgili maddeler).
Hadîsteki
"Safer", hicrî târîhin İkinci ayının adıdır. Câhiliyet devrinde
Arablar bu ayı da bâzı maksadlar için haram sayarlardı. Peygamber bunu men'
etmiştir. Peygamber bu hadîsinde Câhiliyet devrinden beri devam edegelen hurafelerden
bâzılarını reddetmiştir.
Câhiliyet'te sârî
hastalıkların ilâhî bir te'sîre tâbi' olmaksızın bizâtihî, yânî kendi
kendilerine sirayet edip geçtiklerine inanılırdı. Hâlbuki herşeyde hakîkî
müessir, Allah'ın iradesidir. Bu irâde de hastalıkların geçmesinde birtakım
se-bebleri vâsıta kılar. Bunlardan biri, hasta olan kimselerle temastır.
Hadîsteki "Cüzamlıdan kaç!" emri, hastalığın başkasına geçme
sebeblerinden birini en açık şekilde belirtmiştir.
[32] Bu el-Menn kelimesi, el-Bakara: 57, el-A'râf: 159,
Tâhâ: 80 âyetlerinde zikredilmiştir. Ma'nâları Tefsîr'de bu âyetlerin tefsiri
sırasında verilmişti. Kısaca Menn, havadan taşlar ve ağaçlar üzere nazil olup
bal kıvamında bir zamktır. Menn dedikleri rutubet, Türkçe'de "Kudret
halvâsı" ta'bîr ettikleridir ki, birkaç nevi' olur... (Kaamûs Ter.).
[33] Başlığa uygunluğu şu yöndedir: Dolaman mantarı
Menn'den, yânî Allah'ın külfetsiz verdiği ni'metler nev'inden olup, suyu da
göze şifâ olunca, Menn de böylece göze şifâ olmaktadır. Çünkü fer' için sabit
olan şeyin asıl için de sabit olması evleviyetledir.
el~Kem'u: Mantar
dedikleri nebata denir ki, yer elması ondan bir nevi'dir... Şöyle de ta'rîf
edilmiştir: "el-Kem'et:... Dalı ve yaprağı olmayan toparlak bir nebattır,
rengi kırmızımsıdır, beyaza meyillidir, bahar mevsiminde toprak altında biter.
Çiğ ve pişmiş olarak yenir, suyu en güzel göz İlâcıdır..." (İbn Baytar,
Cevâmi'u'l-Edviye ve'l-Ağdiye).
Özetle ifâde edilirse
mantar, ekilmeden ve kul emeği karışmadan, Allah tarafından vücûda gelen bir
ni'met olması bakımından Isrâîl oğullan'na Tîh Çö-lü'nde verilmiş olan Menn'
rızkına benzemektedir.
Hadîsin bir rivayeti el-Bakara tefsirinde geçmişti
[34] İbn Hacer şöyle dedi: Buhârî şunu İrâde etmiş gibidir:
Abdulmelik ihtiyar olup hıfzı değişmişti. Şu'be bunu tahdîs edince tevakkuf
etmiştir. Sonra el-Hakem bunu rivayet etmesiyle ona mutâbaat edince, hadîs
Şu'be yanında sabit olmuş, artıkhadîsi münker saymamış ve kendinden bu hadîs
hakkındaki duraklama da yok olmuştur (Kastallânî).
[35] Ledûd ve Ledtd: Ağzının bir yanma hunî ile ilâç
konulup hastaya içirilen devaya denir, cem'i Elidde gelir, Etille gibi. Ledde
ve Ledûd, hastaya ağzının bir yanından hunî ile deva koymak ma'nâsınadir...
(Kaamûs Ter.).
Peygamber bu hadîste "Bana ilâç vermeyiniz... ''demekle tedaviyi
değil, kendisine ilâç diye verilen şeyi reddetmişti... Fakat aile halkı,
dalgınlığında O'na bu ilâcı irâdesi dışında vermeyi tekrarlamışlardı.
Peygamber, ceza olarak, kendisine bu ilâcı zorla içirenlere de içirmiş oluyor.
[36] Başlığa uygunluğu "Zâtu'l-cenb hastalığı için
hastaya ağızdan verilip içirilir" sözündedir. Bu Ümmü Kays hadîsinin bir
rivayeti yakında "el-Kustu'1-Hindî ile tedâvî bâbi"nda geçmişti.
el-I'lâk, çocuğun "Uzre" denilen boğaz hastalığında boğazını,
el İle yukarı kaldırmak ve parmakla sıkmak suretiyle ameliyat ve tedâvîye
girişmek ma'nâsı-nadır... (Aynî)
[37] Bunu burada getirmekten maksad "Üzerime bağlan
çözülmedik yedi kırba su dökünüz.'" kavlidir. Bunun birkaç rivayeti geçti
[38] Bunun da birkaç rivayeti yakında geçti.
el-Uzre:.... ve boğaz illetlerinden bir illet adıdır, bir kavle göre
kanın galeyanından nâşî boğaza arız olan ağrıya denir ve boğazda anılan bu
ağrının ma, halline denir ki, küçük dile yakındır... (Kaamûs Ter.)
[39] Karnın yalan söylemesi, onun için balla şifâ hâsıl
olmaması yönündendir. Hastalığın devam etmesi ise ancak bozuk maddenin
çokluğundandır. Onun içindir ki, Peygamber bozuk maddeyi boşaltması için bal
içmeye devamı emretmiştir. Nitekim devam edince iyi olmuştur. Buhârî hadîsi
burada kısaltılmışolarak getirdi. Hadîs yakında da geçmişti.
[40] "Safer yoktur" sözü, câhil Arablar'ın bunun
bir iç hastalığı olup kendiliğinden sirayetine i'tikaad etmelerini reddİr
"Safer"\n lügat ma'nâlarından biri de budur. Buhârî sirayet hadîsine
yakınlığından dolayı bu kavli tercîh etmiştir.
[41] Yânî ilk önce uyuz illetine tutulan devenin hastalığı
sirayetle olmayıp, Allah'ın takdiriyle meydana geldiği şübhesizdir. Bunun gibi,
senin develerine geçmesi de elbette temasla ve Allah'ın takdîriyledir.
Bunun da bir rivayeti yakında geçti.
[42] ed-Devâ: Dâl'ın üç harekesi ve elifin meddiyle ilâç ve
derman için olan nesneye denir...
el-Mudâvât: Mubâhât vezninde, hastaya ilâç ve tîmâr eylemek, hastaya hizmet
edip derdini çekmek ma'nâsınadır... (Kaamûs Ter.).
[43] Başlığa uygunluğu "Zâtu'1-cenb" sözündedir.
Bunun bir rivayeti yakında "Hastaya ağızdan ilâç içirmek bâbı"nda
geçmişti.
[44] er-Rukye: Hasta hakkında şifâ dilemek için Kur'ân ile
Allah'ın isimleri ve sıfatlar ile Yüce Allah'a duâ ve iltica eylemektir
(İbnu'1-Esîr, en-Nihâye).
Zâtu'l-cenb, akciğeri
örten zarın iltihâblanması olup, meydana gelişi ve tedâvîsi hakkında re'ylerin
ittifakı yoktur. Mezkûr zann iltihâblanma tabîati ekser ahvâlde verem ile
müşterek olduğundan, zâtu'l-cenb'in en ziyâde ehemmiyeti hâiz olan şekli budur
(Yûsuf Râgıb, htiâde-i Sıhhat)
Zâtu'l-cenb, bedenin
yan taraflarına ânz olan galîz rıhın adelelerde mah-bûs bulunmasından meydana
gelen sert kulunç ağrısına da denilir. Birincisi hakîkî zâtu'I-cenb'dir ve
tabîbler arasında hastalığın bu nev'ine "Zâtu'l-cenb" denilir. Bâb
başlığında ve Enes hadîslerinde zikrolunan "Zâtu'l-cenb" ise, ikincisidir.
Nitekim hadîste er-rıyâhu'I-galîza tedavisinde kullanılan Hind çubuğu tavsiye
buyurulması, bunu iş'âr eder... (Umdetu'l-Kaarî).
Bu hadîste Rasûlullah'ın Amr ibn Hazm ailesine müsâade ettiği rukye,
Kur'ân ile Allah'ın isimleri ve sifatlarıyle Allah'a duâ etmek ve sığınmaktır.
Rukye-nin mekruh olan ve dînen caiz görülmeyen kısmı da vardır ki, Allah'ın
kelâmından, Allah'ın isim ve sıfatlarından başka şey ile nefes edilmesi ve bunun
şifâ vereceğine inanılmasıdır... (Tecrîd Ter., XII, 95).
[45] Başlığa uygunluğu meydandadır. Külde kurutma ve büzme
özelliği bulunduğu için kan kesilmiştir. Bunun bir rivayeti Uhud gazvesi,
"Uhud günü Peygam-ber'e isabet eden yaralar bâbi"nda da geçmişti.
[46] Rasûlullah'ın "Humma cehennemin
kaynamasındandır" sözü, hummanın da insan bedenini eritici olması
hususunda, cehennem ateşine bir benzetmedir...
(Nevevî).
[47] Bu hadîste sıtmaya tutulmuş kişiye suyun nasıl
uygulandığı hususu bildirilmektedir. Rasûlullah, kendisinin vefatı hastalığı
olan hummaya karşı da soğuk su dökünmek suretiyle tedâvî etmeye çalışmıştı.
Rasûlullah'm soğuk su ile tedâvî-yi emir buyurması, "Peygamber'in
tıbbı" cümlesindendir ki, zamanımız tababetinde umumiyetle hummalarda
kabul edip uyguladıkları bir tedâvî tarzıdır.
[48] Başlığa uygunluğu "Medine'nin havasını
kendilerine uygun bulmadılar..." sö zünden alınır. Çünkü onlar Medine'nin
havasını tehlikeli bulup, oradan çıkmak istemişlerdi. Bunun sebebi Medine
havasının kendi tabîatlerine uygun olmaması idi. Hadîsin bir rivayeti
Mağâzî'de ve yakında da geçmişti.
Arab'ın deve sidiği ile
tedâvî ettiği muhakkaktır. Hattâ îslâm tabîblerinin sonuncularından sayılan
Dâvûd Antakî'nin Tezkire'sinde umumiyetle sidiklerin tıbda kullanıldığı
zikredilmiştir. Bu müellif sidiğin yedi türlü hastalığa deva olduğunu söylüyor.
Ve deve sidiğini, insan sidiğinden sonra bütün sidiklerden daha şifalı sayıyor.
Hayâtu'l-Hayvân sahibi Kemâleddîn Demîrî "îbl" kelimesinde
"Deve sidiği ciğer vereminde fayda verir ve cimâyı artırır" diyerek,
deve sidiğinin iki tıbbî özelliği olduğunu beyân ediyor. Aynî de hadîste anılan
deve sütleri ve sidiklerinin ishal hastalıklarında birinci ilâç olduğunu
zikretmiştir... (Tecrîd Ter., I, 153-160).
[49] et-Tâûn, veba illetine denir, cem'i Tavâîn gelir.
Mütercim der ki, Tâûn, mübalağa sîgasıdır... Kaanûn'da ve Tezkire''de
sebebleri ve devaları mufassalan şer-hedilmiştir. Hastanın nefesinden sakınmak
vâcibedendir ve Yüce Allah'ın izniyle sâridir (Kaamûs Ter.).
lbnu'1-Esîr, Tâûn'ut
havayı, mîzâcı, bedeni ifsâd eden umûmî bir hastalıktır.... diye ta'rîf eder.
Bu sebeble buna tutulmuş hastaların nefeslerinden sakınmak, uzak durmak,
onlarla temas etmemek lâzımdır...
Tâûn, yânî veba
hakkında bir tanıtma:
"Milâd'dan evvel
9. ve 10. asırlardan beri bilinen bu bulaşıcı hastalık zaman zaman geniş
salgınlar yapmış, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Mikrobu çomak
şeklinde, bir basildir. Hong Kong'da çıkan bir salgında Yersin ve Kitasato
(1884) tarafından keşfedilmiştir.
Hastalık genellikle
kemirici hayvanlar (bilhassa fare) arasında salgınlar şeklinde görülür.
Bulaşmış hayvanlardan insanlara, pireler vâsitasıyle geçer. Ayrıca insanlar
arasında damlacık enfeksiyonu (teneffüs yolu) İle de bulaşma olur.
Pire vebâlî hastanın
kanını emdiği zaman bakterileri alır ve bakteriler pirenin yutağında
çoğalırlar. Pire kan emmek için hortumu ile soktuğunda, bir tıkaç şeklinde
ürerniş olan bakterileri soktuğu yere kusar ve bundan sonra kan emebilir.
Pirelerin dışkılarında da bakteri bulunduğundan dışkıları veya ezilmeleri ile
de bulaşma olabilir.
Veba basili lenfa
dokusuna yerleşme eğilimi gösterir. Karaciğer, dalak, kemik iliği ve akciğerde
cerahatlenmeye yol açar. ölüm oram hıyarcık vebasında °/o 30-90, akciğer
vebasında % 70-100'dür.
Son yıllarda geniş salgınların görülmemesinde hastaların tedâvîsinde
etkili antibiyotiklerin kullanılması yanında karantinanın iyi uygulanmasının
önemi vardır. Veba şübhesi olan şahıslar en az bir hafta karantinaya
alınmalıdır." (Prof. Enver Tali Çetin, înfeksiyon Hastalıkları, İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi Klinik Ders Kitapları Serisi, 1979. s. 141-144).
[50] Bu hadîsin değişik yollardan ve küçük farklarla gelen
onaltı kadar rivayetlerini Müslim de Tıbb'da toplamıştır: Müslim Ter., VII,
70-75.
[51] Bu "Amvâs Tâûnu" diye meşhurdur. Amvâs,
Suriye'de hastalığın ilk çıktığı yerin ismidir. Umer'in devlet başkanlığı
zamanında, ve hicretin onyedinci yılında, sonlarında meydana gelmişti. Bu
salgın hastalık Suriye, Mısır ve Irak'ı kaplamış ve aylarca devam etmiştir.
Sarihler en tahrîbkâr günlerinden üç gün içinde yetmişbin kişinin öldüğünü
bildirmişlerdir. Suriye ve Irak'taki ordu zayiatının mikdârı yirmibeşbine
ulaşmış ve en çok tahribatı Suriye'de yapmıştı. Oradaki islâm ordusu Ebû
Ubeyde, Muâz ibn Cebel gibi başkumandanlarını ve birçok ünlü mücâhidlerini hep
bu veba salgını yüzünden kaybetmiştir.
Hz. Umer îcâb eden
sağlık tedbîrlerini görüşüp karâra bağladıktan sonra, Serğ denilen yerden geri
dönmüştür.
Bu hadîsi Müslim de Tıbb'da getirmiştir. Müslim Tercemesi, VII, 75-78
*'2219" sahîfelerinde bâzı açıklamalar da verilmiştir. Keza bu Sahîh-i
Müslim Tercemesi, I, 61-62. sahîfelerinde de Kader bahsi ile ilgili olarak
haşiye yapılmıştı. Orada kadere dâir bir iki rivayet daha vardır.
[52] Bu da geçen Abdurrahmân ibn Avf hadîsinin başka yoldan
bir rivayetidir.
[53] Bunun birkaç rivayeti Medine'nin Faziletleri Bâbı'nda
geçmişti.
[54] Bu Cihâd'da daha uzun bir metinle geçmişti ki,
"Şehîdler beştir..." diye başlıyordu.
[55] Başlığa uygunluğu açıktır. Bunun birer rivayeti îsrâîl
oğulları'ndan zikredilen-ler'de ve Tefsîr'de geçmişti.
Bu ve benzeri hadîsler
böyle umûmî salgın hastalık felâketlerine ma'rûz kalanlara teselli edici birer
ümîd kaynağı olduğu gibi, kanser ve emsali iyileşme ümîdi zayıf hastalıklara ve
musîbetlere uğrayan îmânlı kimselere de en güvenilir teselli
reçetelerindendir. Çünkü hiçbir gamlı, acılı musîbet-zedeye Allah ve Rasûlü'nün
sözlerinden daha şifalı, daha teselli edici bir deva reçetesi ve tesellî sebebi
yoktur: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla mutmain
olurlar" (er-Ra'd: 28).
"And olsun sizi
biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile
imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele ki, onlar kendilerine* bir musibet
geldiği zaman: Biz Allah 'a aidiz ve biz ancak O 'na dönücüleriz, diyenlerdir.
Onlar; Rabb 'terinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir. Onlar
doğru yola erenlerin tâ kendileridir" (el-Bakara: 155-156).
... Allah'ın olmak ve
Allah'a dönmek zevkine erişebilecek hiçbir zevk ve hiçbir tesellî yoktur. Ve
Allah'a kavuşmanın üstünde ni'met ve ulviyet tasavvur edilemeyeceği için
bununla telâfi olunamayacak, unutulmayacak hiçbir zâyiât, hiçbir ıztırab,
hiçbir musibet olamaz İHakk Dîni, IV, 2907).
"Biz muhakkak Rabb 'imize dönücüleriz " (ez-Zuhrûf: 14) âyeti
de İslâm'da en büyük teselliyi ifâde eder. Bu lafız te'kîdsiz olarak el-A'râf:
125 ve eş-Şuarâ: 501de de geçer.
[56] er-Rukye, hasta hakkında şifâ dilemek için Kur'ân ile
Allah'ın isimleri ve sıfatlan ile Yüce Allah'a duâ ve iltica eylemektir
(lbnu'1-Esîr, en-Nihâye)
Kur'ân-ı Kerîm'deki
"Kulhuve'llâhu ahadi; Kuleûzu bi-RabbVl-felâk; Kul eûzu
bi-Rabbi'n-nâs" Sûreleri'ne "Muavvize Sûreleri", yânı Allah'a
Sığındırı-cı Sûreler denir. Peygamber dâima bu üç sûre ile Allah'a sığınırdı.
Peygamber bu sığınma dualarını yalnız hastalanıp rahatsızlandığı zamanlarda
değil, fakat her akşam yatağına yatarken de okurdu (Buhârî, Fadâilu'l-Kur'ân).
Kur'ân-ı Kerîm, bu
sığındıncı üç sûre ile son bulmuştur. Bunlar bütün insanlığa ihsan edilmiş en
güzel, en vecîz ve en câmiali sığınma, korunma dualarıdır. Ihlâs Sûresi bütün
şirk ve îmânsızlık şerrlerinden insanı Allah'a sığındırır, el-Felâk ve en-Nâs
Sûreleri de bütün mahlûkaatın maddî ve ma'nevî, görünür ve görünmez
şerrlerinden Allah'a sığındırır. Allah'a sığınıp Allah'ın himayesine mazhar
olanlar da her türlü şerrlerden ve kötülüklerden tam ma'nâsıyle korunmaları
ümîd edilir. "Vallâhu hayrun hafızan ve huve erhamu 'r-râhimîn = Allah en
hayırlı koruyucudur, O, merhamet edenlerin en merhametlisidir" (Yûsuf:
64).
Bütün kötülüklerden ve
şerrlerden insanın en iyi korunmasına sebeb olan el-Bakara: 255. Kursî Âyeti'ni
de her zaman ve her fırsatta çok çok okumalıdır. Bunun çok etkili koruyucu
olduğunu da Peygamber, ümmetine haber vermiştir.
"Tedâvî'de Duanın Yeri", "İslâm Medeniyeti Dergisi, 1973
Haziran sayısında Abdullah Aydemir'in 10 sahîfelik uzunca ve güzel makaalesi
okunmağa değer! Bunu daha evvel de tenbîh etmiştik.
[57] Bu ma'nevî bir nisbettir, sarîh değildir. Bundan
dolayı müellif bunu marazlan-dirma sîgasıyle getirdi.
[58] Başlığa uygunluğu "Sahâbî Ümmü'l-Kur'ân'ı okumağa
başladı" sözünden alınır. Ümmü'l-Kitâb da el-Fâtiha Sûresi'dir.
Bunun.bir rivayeti İcâre'de, "Fâtihatu'l-Kitâb ile rukyede verilen
ücret bâ-bı"nda geçmişti.
[59] Başlığa uygunluğu "Bir bölük koyun sürüsü
karşılığında Fâtihatu'l-Kitâbı okudu..." sözündedir. Hadîs, Fatiha
Sûresi'yle duâ etmek mukaabilinde ücret şart kılmanın caiz olup olmayacağı
sorusuna cevâb teşkil etmektedir. Mezheb imamları bu konuda ihtilâf
etmişlerdir... Bâzıları bununla Kur'ân öğretme karşılığında ücret almanın
cevâbına delîl getirmek istemişlerdir.
Bu hadîs, Buhârî'rîm
Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği hadîslerdendir. Aslında İcâre Kitâbı'nda
geçen Ebû Saîd el-Hudrî hadîsinin başka yoldan bir rivayetidir. Tirmizî ile îbn
Mâce'nin rivayetlerinde bu seriyyenin otuz kişi olduğu, başkanlarının da Ebû
Saîd olduğu ve onun tarafından hastaya duâ edildiği açıkça söylenmiştir.
Bu hadîs, Kur'ân karşılığında ücret almayı değil, duâ ile ma'nevî tedâvî
kar-. şıhğında ücret şart kılmayı ifâde etmektedir. Hanefîler hadîsin son
fıkrasını "Allah'ın Kitabı ile duâ mukaabili alınan ücret" diye
te'vîl etmişlerdir.
[60] Başlıktaki "Rukyetu'l-Ayn"dan murâd, göz
hastalığında okunmak değil, göz değmesine karşı okunmak demektir.
Hadîsteki "Bana
emretti" yâhud "Emretti" suretindeki tereddüdlü rivayet râvîye
âiddir. Râvî Âişe'nin bu iki şekilden hangisini söylediğini kestireme-diğindenböyle
terdîdli olarak rivayet etmiştir.
Rasûlullah'ın göz
değmesine karşı yapılmasını emrettiği rukye "Âyetu'l-Kursî'' gibi ilâhî
isimleri ve sıfatları ve Yüce Allah'ı zikri havî diğer âyetleri oku-' mak
suretiyle Allah'tan şifâ ve korunma dilemektir. Bu okuma bir duâ ve niyazdan
ibarettir. Duâ ve niyaz kapısı ise kullara dâima açıktır. Bu okuma ve dualar
bir nevi' rûhânî tedavidir. Rûhânî ve ma'nevî tedavinin beden ve rûh üzerindeki
muazzam ve yapıcı te'sîrleri de her devirde sayısız tecrübelerle sabit olmuş
gerçekler cümlesindendir. Dînen yasaklanmış olan rukye, efsûncuların ve
cinnleri teshîr İddia eden cincilerin nefesli, merasimli rukyeleridir. Çünkü
bunların rukyelerinde insanlığa dînî, iktisadî, ahlâkî, sıhhî zararlar var
olagelmiştir.
Buhârî'nin ilk
sarihlerinden el-Hattâbî, şöyle demiştir: "Rasûluliah'm göz değmesine
karşı okumasını emrettiği, "Kur'ân kaariâları" adiyle anılan
Âyete'l-Kursîgİbi, ilâhî isim ve sıfatları ve Yüce Allah'ı zikri hâvî âyetleri
temiz nefisler sâhibleri diliyle göz değmesine uğramış olanlara okunmasıdır. Bu
okunma, rûhânî tedavidir. Evvelki zamanda sâlih kimselerin okumalarının büyük
mevkii vardı. Fakat bu sınıf fazîletli insanlar bulunamayacak derecede
azalmıştır. Bu sebeble halk, cismânî tedâvîye meyletmiştir. Çünkü rûhânî
tedavinin hastalık üzerinde te'sîri görülmez olmuştur. Şer'an nehyedilmiş olan
nefes, efsûncuların ve cinnleri itaat ettirme iddia eden cincilerin
nefesidir" (Aynî, X, 187).
[61] el-Nazra, temre vezninde ayıb ve nâkisaya, ayıb ve
heybete, çirkinliğe, çirkin hey'ete, cismin değişip çirkinleşmesine... denilir.
Bir kavle göre cinn taifesinin nazarına uğramağa denir. Şârih der ki,
"Peygamber yüzünde sarılık bulunan bir kız gördü..." hadîsi bu
ma'nâdandır... (Kaamûs Ter.)
[62] Başlığa uygunluğu apaçıktır. Nazar değmesi ile ilgili
görülen şu âyeti ve bir tefsir özetini burada zikretmek yerinde olacaktır:
Hakikat o küfredenler, zikri işittikleri zaman az kaldı seni gözleri ile
kaydıracaklardı (d-Kalem: 51).
Kâfirler o zikri; Allah tarafından öğüt olarak okuduğun Kur'ân'ı
işittikleri vakit, az daha Seni gözleri ile kaydıracaklardı. Onun yüksekliğini
öyle hissetmişlerdi ki, kıskançlıklarından az daha göz değmesine uğratacaklar,
aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse helak edeceklerdi. Demek ki,
öfkenin bedende bir hükmü olduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine
bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur
çarpar, mıknatıslar, manyetize eder, kimi meclûb olur, kimi de aldığı
teessürle hasedinden bir gayza düşer, türlü türlü sû'ikasde, mekrlere karışır
ki, maddî veya ma'nevî, bunun herhangisi olursa olsun, hedefine erdiği surette
isâbet-i ayn, göz değmesi veya nazaf ta'bîr olunur. Bunun hakkında uzun uzadiya
sözler söylenmiş, inkâr edenler, isbât edenler olmuş ise de biz tafsiline Iüzûm
görmeyerek bu kadarla yetiniyoruz. Keyfiyeti ne suretle olursa olsun isâbet-i
ayn vardır; Allah korusun, göze batmak tehlikeli birşeydir. Allah koruyacağı
kulları için ona karşı bir siper yapar. Kâfir bu sûre ile veya bundan evvel
Kur'ân'ı İlk işittikleri zaman onun nazm ve ma'nâsıyle yüksekliğini ve
Peygamber'in ona mazhariyyetini son derece kıskanmış ve hemen hemen yiyecek
gibi bütün nazarlarını O'na dikmiş, O'nu kaydırmak istemişler; O, onların o
derece nazarlarım çekmişti... (HakkDîni, VII, 5304-5305).
[63] Başlığa uygunluğu "Her zehirli hayvan sokmasından
rukye..." sözünden alınır. Çünkü "Hâme", sokan yâhud ısıran
herşeydir. Hattâbî; Bu, akreb iğnele-mesidir de denildi, demiştir.
[64] "Şu bizim yurdumuzun toprağıdır" sözü ile
maksad, Medine toprağıdır. "Bâzımızın tükürüğü"sözü ile de maksad,
Peygamber'in kendi tükrüğüdür. Gerek Medine toprağının ve gerek Peygamber'in
tükrüğünün şeref ve bereketi vardır. Peygamber, Allah'tan şifâ dilerken şehâdet
parmağına tükrüğünden bulaştırır, sonra parmağını toprağa kordu. Parmağa
bulaşan toprakla hastayı sıvazlardı. Sıvazlarken de hadîsteki şifâ istemeye
dâir kelâmı söylerdi (Nevevî).
[65] Eğer "Hadîsin bu başlığa ilgisi nedir? Çünkü
hadîste rukye yoktur..." dersen, ben bu taavvuz, yâni Allah'a sığınmak da
rukyedir derim (Kirmânî).
Bâzıları bu hadîste "Tüflesin" sözü murâd edilmiştir dediler.
Ben dedim kİ: Başlık, rukyede nefes hakkındadır. Hadîste ise nefes, ru'yâ
hakkındadır. O hâlde uygunluk sırf nefes etmenin zikrindedir. Lâkin nefes bu
konuda meşru' olunca, buna kıyâsen bundan başka yerde de meşru' olur. Böylece
başlıkla hadîs arasında uygunluk hâsıl olur... (Aynî).
[66] Bu hadîsle başlık arasındaki uygunluk da geçen hadîste
zikrettiğimiz şekildedir.
[67] Başlığa uygunluğu "Okumaya ve adama tüflemeye
başladı"sözlerinden alınır. Bu hadîs İcâre Kitâbi'nda ve bir rivayeti de
yakında geçmiş ve oralarda bâzı açıklamalar verilmişti.
[68] Başlığa uygunluğu "Eliyle meshederdi..."
sözündedir. Bununda bir rivayeti yakında geçmişti.
[69] Bâzı nüshalarda bu başlık "Erkeğe rukye yapan
kadın hakkında bâb" şeklinde gelmiştir.
[70] Başlığa uygunluğu Âişe'nin "Kendisine ben okur,
nefes ederdim..." sözündedir. Bunun bir rivayeti yakında "Rukyede
nefes etmek bâbi"nda geçmişti.
[71] Başlığa uygunluğu "Onlar efsun yapmazlar"
sözündedir.
Bunun bir rivayeti
"Dağlama yapan kimse bâbi"nda çok küçük bâzı lafız farklılıİdariyle
geçmiştir.
İkinci zâtın sorusuna
böyle olumsuz cevâb vermekle Peygamber, suâl sorma kapışım kapatmış oluyor.
Yoksa mecliste bulunanlar tarafından suâller uzayıp gidecekti.
Bu hadîs, sebeblere
gönül vermeyen, elemler ve musibetler karşısında sar-sümayarak tevekkül
makaamının en yüksek mertebesinde bulunan nüfûs-ı râ-dıye ashabı ehlu'llâhın en
büyükleri hakkında olduğu aşikârdır. Onun için bunlardan key ve istirkaanın
terki evlâ olacağına istidlal olunabilirse de, umûm İçin mutlakaa men' ve
nehyine istidlal muvafık olmaz... (HakkDîni, VIII, 6390).
Bu hadîs hakkında güzel
bir açıklama yapılmıştır:
Bu dağlama hadîsi 4
nevi'yi içine almıştır: Bİrİ Peygamber'in bunu işlemesi; ikincisi bunu
sevmemesi; üçüncüsü dağlamayı terkedeni övmesi; dördüncüsü de bundan
nehyetmesidir.
Bunlar arasında -Allah'a hamdolsun- tearuz yoktur. Çünkü Peygamber'in
bunu işlemesi, cevazına delâlet eder. Bunu sevmemesi de bundan men'e delâlet
etmez. Terkedicisine sena eylemesine gelince, bu da onu terketmenin evlâ ve
ef-dâl olduğuna delâlet eder. Âmmâ bundan nehyetmesine gelince, bu da ihtiyar
ve kerahet yolu üzere veyâhud dağlamaya muhtaç olmayan nevi'den iken belki derd
meydana gelmesi korkusundan dolayı yapar olmak üzeredir (İbnu'l-Kayyım,
et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 50; 1957/1377 el-Kaahire baskısı).
[72] et-Tıyere ve't-Ttvere, Inebe vezninde, kendisiyle
teşe'üm olunan yaramaz fala denir. Şârih der ki, fal daha umûmîdir. Tıyere daha
husûsîdir ki, âdî ve değersiz fala mahsûstur... (Kaamûs Ter.).
Hadîsteki Tıyere, bir
maksada gitmek üzere evinden çıkan yolcunun önünden kuş yâhud bir hayvan
geçmesiyle, bunu uğursuz sayıp maksadına gitmekten vazgeçmesi ve geri
dönmesidir. Bu, Câhiliyet âdetlerinden idi. Ne menfaat celbine, ne de mazarrat
def 'iyle ilişiği olmayan ve ferdin irâdesini kırıp şahsî teşebbüsüne engel
olan bu zararlı âdet, İslâm'da men' olunmuştur.
Hadîsin son kısmındaki
"Kadının uğursuzluğu"nu, dilinin saldırgan olması, doğurgan olmaması;
evin uğursuzluğunu darlığı ve komşularının kötülüğü; binitin uğursuzluğunu da
üzerinde gazve edilmemesi ile te'vîl ettiler. İmâm Mâlik ise bunları te'vîl
etmeyip olduğu gibi bakî kıldı. Âişe ise bunlarda uğursuzluğu reddetti de,
bunlarda uğursuzluğa, ancak Câhiliye halkı kaail olurlardı, dedi...
(Kastallânî).
Bu hadîsin ma'nâsmı en iyi ta'yîn eden bir hadîs de şudur: Rasûlullah:
"Eğer birşeyde uğursuzluk olsaydı, o, kadında, alta, meskende olurdu
" buyurmuştur (Buhârî, Cihâd; Seni ibn Sa'd'dan).. Bunun ilk kısmı olan "Eğer
uğursuzluk olsaydı" şart cümlesi, bu üç şeyde de uğursuzluk olmadığım
açıkça ifâde etmektedir. Bunlarda uğursuzluk olmayınca, başka şeylerde de
olmaz.
[73] Teşe'üm, birşeyİ uğursuz ve hayırsız saymaktır.
Tefe'ül de birşeyi uğurlu ve hayırlı saymaktır. Güzel sözle tefe'üle en güzel
misâl, Hudeybiye'deki müzâkereler sırasında Süheyl ibn Amr'm gelişi duyulunca
Rasûlullah'ın "Süheyl" ismiyle tefe'ül ederek "İşiniz
kolaylaştı" buyurmasıdrr.
[74] Buhârî bunu burada, üst taraftakinden ayrı bir senedle
getirmiştir. Nitekim bu husus, metnin senedinde de açıkça görülür.
[75] Bu hadîste sayılan terimler hakkında dah'a önce
geçtikleri yerlerde gerekli ta'rîf ve açıklamalar verilmişti.
[76] Kehânet: Gaybdan haber vermek, falcılık eylemek
ma'nâsınadır, bakıcılık eylemek ta'bîr olunur. Kihâne: Kitabe vezninde,
kâhinlik san'atına denir. Şârih der ki: Eskiden Arablar'da kâhinler olurdu.
Şıkk ve Salih adlarındaki şahıslar gibi ki bunlar, şeytânlar asumana çıkmaktan
men' edilmiş olmadıklarından, bâzı hâdiseleri ve haberleri meleklerden kulak
hırsızlığı yapıp onları nakleyle-meleri ile haber verirlerdi. Sonra
Peygamber'in zuhurunda âsumâne çıkmaktan men' edildiler ve bâzıları cinn
taifesinden huddâmi, = hizmetçiler) kullandıklarını iddia ederler. Cinnler ise
gaybı bilmezler: "De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse
bilmez" {en-Neml: 65) (Kaamûs Ter.)
İbnu'l-Esîr'in
en-Nihâye'de beyânına göre: Kâhin, gelecek zamanda olacak şeylerden haber alıp
vermeye uğraşan ve sırrlan bilmek iddiasında bulunandır...
Râgıb el-Isfahânî de
el-Müfredâfmda der ki: Kâhin, gizli geçmiş haberleri bir nevi' zann ile ihbar
edendir. Arrâf da gelecek haberleri yine bir nevi' zannla ihbar edendir. Ve bu
iki san'at kâh hatâ eder, kâh isabet eder. Zann üzere kurulmuş olduklarından
dolayı Peygamber (S): "Her kim arrâfa veya kâhine-gi-der de, onu dediğinde
tasdik eylerse o, Ebu 'l-Kaasım 'a indirilmiş olana küfretmiş demektir"
buyurdu.
Yıldız hükümleri, remi,
cifr, türlü falcılıkla bakıcılık, manyetizm, spritizm, pisişizm, metapsişizm,
rûh haletleri ile medyumluk yapan, onunla uğraşan böyle kimseler her zaman,
her yerde bulunagelmiştir... (Hakk Dîni, VII, 5343-5344).
Bunların hepsi birer
çeşit kehânettir. İslâm bunların hepsini yalan saydı, bunları tasdik etmeyi
nehyetti.
Bu adamın kâhinlere benzemesi, kâhinlerin hakkı ibtâl ve hakikati gizlemek
için seci'li, kaafiyeli söz söylemeleri yönündendir.
[77] Bu, Ebû Hureyre hadîsinin başka yoldan daha kısa bir
rivayetidir.
[78] Başlığa uygunluğu son fıkrasmdadır.
[79] "Onlar hiçbirşey değillerdir", yânî kâhinler
i'tibâra değer hiçbirşey üzerinde değillerdir! Onların sözleri, hiçbir
hakikati bulunmayan bâtıldan ve yalandan ibarettir (Nevevî).
Kâhinlik, Muhammed'in Peygamberliği ile kesilmiş ve son bulmuştur. Fakat
onlara benzemeğe çalışanlar bakî kalmıştır. İşte bu gibilere gitmek
nehye-dilmiştir. Artık onlara gitmek ve onlan tasdîk etmek halâl olmaz
(Kastallânî).
[80] Bu âyette eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil halkı
arasında yaygın iki garîb şeye işaret edilmiştir; Birisi şeytânların halka
öğrettikleri sihir, öbürüsü Hârût ve Mârût isminde iki meleğe ilham olunup,
bunlar ma'rifetiyle o zamanki İsrâîl oğulları'nın bildikleri bâzı hükat
sırları. Bu ikincisi haddizatında bir sihir değil; fakat fesâd ehlinin elinde
küfür vesîlesi olabilecek bir hakikat iken, bu şeytânlar onu sırf sihir için
öğretmişlerdir. Hârût ve Mârût bunu öğretecekleri zaman: "Biz ancak
fitneyiz, imtihan için gönderilmişizdir...." demedikçe ve bu yolda nasihat
etmedikçe, onları bir kimseye öğretmezlerdi. Gelişigüzel herkese bellet-mezlerdi.
Sû'i isti'mâlden, küfürden, sihirden men' ederlerdi. Bu şeytanlar ise böyle
yapmadılar da bil'akis bunlar herkese sihir öğrettiler.
Bu iki melek ve
bunların öğretmeleri hakkında Elmalıh Muhammed Ham-dî Yazır şöyle diyor: Bizim
âyetten anladığımız şudur: Meleklerin insanlara ta'-lîmi ya vahiy, yâhud ilham
demektir. Hârût ve Mârût'un Cibril gibi vahiy meleklerinden olduklarına delîl
yoktur. Bil'akis âyet bunları "Münzelun bih" değil, "Münzelun
ileyh" gösterdiğinden, nüzulde tâli' mertebe meleklerinden olduk lan zahirdir.
Binâenaleyh ta'Iîmleri de Peygamber'e olan vahiy derecesinde olmayıp, ilhâmât
kabîlinden olmak zihne gelendir. îlhâm ise herkese olabilir... {Hakk Dîni, I,
436-450).
Demek ki, eski bir
medeniyet merkezi olan Bâbil şehri ahâlîsinden birtakım kimseler iki suretle,
böyle İki ilâhî kuvvet ile ilhama mazhar olmuşlardır ve kötü yolda kullanmanın
küfr olacağını da öğretmişlerdir. O hâlde bu iki meleğe indirilen ve Bâbil
halkına ilham yoluyla öğretilen bu şeyler, aslında sihir değildir. Lâkin sihir
hâlinde kullanılabilir ve böyle kullanılması muhakkak küfr olurdu. Her ilim
böyledir. Aslında ilmin hepsi muhteremdir ve fakat büyüklüğü nisbetinde ilmî
haysiyetiyle hayra, şerre müsâiddir. İlim ne kadar hârikalı, ne kadar ince ve
yüksek olursa şerr ve fesadı, fitne ihtimâli de o nisbette büyük olur... İşte
Bâbil'de Hârût ve Mârût ilhâmiyle öğretilen şeyler de buna benzer olduğu
anlaşılıyor...
[81] Buhârî bu başlıkta sihre delâlet eden bâzı âyetleri
sihir işinin varlığma delîl yapmak üzere getirmiştir. Sihir hakkında doyurucu
özet bilgiler için: Âsim Efendi, Kaamûs Tercemesi, "Sihr" maddesi,
II, 382; Ebu'l-Bekaa, el-KüMyât; Hakk Dîni, I, 436-450; VII, 6359-6369; Tecrîd
Ter., VIII, 260-272; İslâm Ansiklopedisi, X, 599-611 ve Sihr hakkında yazılmış
diğer müstakil kitâblar okunmalıdır.
[82] Hadîsin bastığa uygunluğu "Bir adam Rasûlullah'a
sihir yaptı" sözündedir. Bunun bir rivayeti aynı isnâdla Bed'u'1-Halk,
"İblîs'in sıfatı bâbı"nda da geçmişti.
Sihr'in Lügat ve Örf
Ma'nâları Hakkında Bir Özetleme es-Sahr: Sîn'in fethi ve hâ'nm sükûnu ve fethi
ile ve sîn'in dammı ile lügattir; akciğere denir. Türkî'de "Uygân"
ta'bîr olunur... Müellifin el-Basâir'de beyânına göre, Sıhr, hulkûmun ucuna ve
akciğere denir ve mecazen bedenden ona muhâzî olan uzva da denilir. Ve sihir ki
câdûluğa denir. Fi'l-asl bir adamın sahrına, yânî akciğerine vurup onu
mütegayyir ve sersem eylemek ma'nâsı-na masdar olup, sonra câdûlukta
kullandılar. Ve sihir üç türlüdür: Birincisi sırf aldatma ve hayâle
düşürmelerdir ki, hakîkati yoktur. Şu'bede ve gözbağcılık ta'bîr olunur. El
hafifliği ve sür'atten neş'et eder. ikincisi şeytânlara yaklaşmak sebebiyle
bâzı mertebe yardımlarını çekmekle olur. Üçüncüsü, küfrü irtikâb ile efsun
ederek suretleri ve tabîatleri gûyâ tağyir ederler. Meselâ bâzı adamı eşek yaparlar.
Bu dahî gerçi müessirdir, lâkin hakîkati yoktur. Sihir yapılan kişi, ken dişini
eşek oldum kıyâsı ile eşekcesine şîve eder. Herhalde sihrin vukû'u vardır.
Nitekim Muavvizeteyn ol bâbda inmiştir...
Sîn'in kesriyle,
mutlakaa alındığı yer veya alınması latîf ve ince olan şeye denir, ma'rûf
câdûluğa ve gözbağcılığa denir. Nitekim zikr ve tafsîl olundu (Kaa-mûs Ter.)
Bütün bunlarda ince bir
hîle hud'a ma'nâsı bulunmakla beraber, hakîka-ti yoktur demek, büsbütün
yalandan ibarettir demek de değildir. Maddî ve rû-hânî olarak gizli birtakım
sebebler kullanmakla hakîkat tahrif edilerek yapılan ve mâhiyetinde mutlakaa
bir şeytanet ve hud'a ma'nâsı bulunan ve bu suretle birtakım kimseleri
manyetize ederek (yânî mıknatıslar gibi cezb ve teshir ederek) irâdesine râm
eyleyen habîs bir san'at diye de ta'rîf olunabilir. Nitekim Ebû'l-Bekaa,
el-Külliyât 'ında bunların hepsini şâmil olmak üzere sihrin örfî ma'nâsı-nı
şöyle ta'rîf eylemiştir: Kesr ve sükûn ile Sihr, habîs nefislerin birtakım
ef'âl ve ahvâle uğraşmasıdir ki, o fiillere bâzı harikulade işler terettüb
eyler. Maamâ-fîh muârazası imkânsız olmaz. Ezherî'nin Ferrâ ve sâireden nakline
göre, asıl lügatte Sihr, sarftır, yânî çekip çevirmek, birşeyi yönetimden
çıkararak tağyîr ve tahvîl eylemektir. Ve hîleler ve san'atler erbabının
âletler ve edatlar yardı-mıyle yaptıkları fiillere ve elçabukluğu ile
yapılanlara sihr denmesi de birşeyi cihetinden sarf ve tahvîl eylemek ma'nâsı
bulunmak i'tibâriyle, lugavî hakikattir. Kelâmî sihr de, kelâmın garabeti ve
kalblerde müessir olan letafetidir ki, onları sihr gibi bir hâlden bir hâle
tahvîl eyler. "înne mine't-beyânı le-sihren" hadîsinin ma'nâsı da
şudur: İnsanı medheder, onda sâdık olur, dinleyenlerin kalblerini ona çevirir;
aynı zamanda zemm de eder, onda da sâdık olur, ona da kalblerini çevirir.
Ashabımızın mezhebinden sahîh olan, onu öğrenmek mutlak olarak haramdır. Çünkü
o mahzurlu şeye vesile edinmektir. Ondan çekinip korunmak en iyisi ve en
ihtiyâtlısıdır (s. 375).
[83] Buhârî hadîsi burada böyle kısaltılmış olarak getirdi.
Vasiyetler Kİtâbı'nda, "Ye-tîm mallarını zalimlikle yiyenler... "
(en-Nisâ: 9) babında, bu isnâdla tamâmım getirmiştir. Hadîste mühlikât, yânî
insanî faziletleri öldüren ma'siyetler yedi olmak üzere sayılmıştır. Bunlardan
birinci sırada olanı, Allah'a ortak tanımak'-tır. Şirk, lügatte bir kimseyi
diğerine ortak kılmaktır. Burada kasdedilen ma'nâ:
Allah'tan başka bir
ilâh, bir ma'bûd edinmek ve kabul etmektir. Hadîsteki ikinci sırada da sihir
yapmak, yaptırmak ve sihir işleriyle uğraşmak sayılmıştır. Başlığa da bu ikisi
konulmuştur.
[84] Başlığı soru ile getirmesi, bu konudaki ihtilâfa
işaret etmek içindir. Buhârî başlığı soru ile zikredince, Katâde'den rivayet
olunanı getirmesi, sihrin çıkarılmasının cevazını tercîh ettiğine işaret
içindir... (Aynî).
[85] Başlığa uygunluğu "Nihayet onu çıkarmak istedi...
ve çıkarıldı" sözlerindedir.
Kaadi Iyâz, eş-Şifâj? Hukuki '/-Mustafâ 'da: "Âişe hadîsinin
rivayetlerinde sihir Peygamber'in aklına, kalbine, i'tikaadına değil, ancak
cesedine ve uzuvlarının zahirine dokunmuş olduğu ve yapacak gibi tahayyül edip
de yapamamış olduğu şey de yine rivayetin birisinde açıkça söylenmiş olduğu
üzere ehline yaklaşacağını zannedip de yaklaşamamasından ibaret bir
tutukluktan başka birşey olmadığı beyân olunarak gelmiştir" diye tavzîh
eylemiştir... (Hakk Dîni, VIII, 6357).
[86] Bu başlık tekrar edilmiştir, bunun aynı biraz önce
geçtiği için bâzı nüshalarda bu düşürülmüştür.
[87] İki hadîsteki sihrin çıkarılıp çıkarılmaması
hakkındaki isbâî ve nefi' arasını cem' etmek için, sihir, hurma kapçığından
çıkanlmayarak, kapalı şekilde olduğu gibi kuyudan çıkarılmıştır (Kastallânî).
[88] Hadîsin başlığa uygunluğu sâdece "Beyân
sihirdir" lafzmdadır. Çünkü hadîsin lafzı "Şübhesiz beyândan bir
ney'i sihirdir" şeklindedir. Bunun bir rivayeti Ni-kâh'ta hutbe bâbı'nda
geçmişti..
Îbnu'1-Esîr,
en-Nihâye'de der ki: "Arab'ın kelâmında sihir, birşeyi vechinden sarf ve
tahvil eylemektir". Kaamûs'tz: "Sîn'in fethiyle Sahr akciğer ve zammı
ile Suhr, yüreğe denilir; sîn'in kesriyle isim olarak Sihr, tutumu latîf ve
ince olan herhangi şeye ve fiile denir, masdar olarak da hud'a yapmaya ve
cadılık ve gözbağcılık etmeye denilir".
Râgıb el-Isfahânî der
ki: Sahr, hulkumun ucu ve ciğerdir, Sihr'in de bundan türemiş olduğu yânî
ciğere işletmek ma'nâsından alınmış olduğu söylenmiştir ve Sihr birkaç ma'nâya
ıtlak olunur... Kelâmî Sihr de, kelâmın garabeti ve kalb-lerde müessir olan
letafetidir ki, onları sihir gibi bir hâlden bir hâle tahvil eyler. Bu
"İnne mine'l-beyâm le-sıhran " hadîsinin ma'nâsı da (Kaamûs'un beyânı
üzre) Allahu a'lem şudur: İnsanı medh eder, onda sâdık olur, dinleyenlerin
kalblerini aynı zamanda zemm de eder, onda da sâdık olur, ona da kalblerini
çevirir, en-Nihâye'dt lbnu'1-Esîr bu hadîsi şöyle açıklamıştır: Yânî beyânın
bâzısı vardır ki, hakk olmasa bile dinleyicilerin kalblerini çevirir. Bir de
denilmiştir ki, bunun ma'nâsı: Bâzı beyân vardır ki, onunla sihir yapanın
sihirle kazandığı günâh gibi günâh kazanılır. Buna göre hadîs, kötüleme
siyâkındadır (Bu ma'nâ İmâm Mâlik'e nisbet olunmuştur). Medh siyakında olması
da caizdir. Çünkü onunla kalbler meylettirilir, dargınlıklar hoşnûd edilir,
sertler yumuşatılır, indirilir. Sihir de Arab kelâmında birşeyi vechinden
çevirmektir. Râgıb da bunun hakkında şöyle der: Sihirden bazen hüsnü tasavvur
olunur. Nitekim "İnne mine'l-beyâm le-sıhran" denilmiştir. Bazen de
fiilin inceliği tasavvur olunur. Nitekim tabîbler: "Tabiat sâhirdir"
derler.
Bunlardan anlaşılıyor
ki, sâde güzellik ve letafet ve incelik i'tibâriyle sihir denmesi mecazdır.
Aslında sarf ve tağyîr ile sırri bir hud'a ve şeytanet ma'nâsı vardır. Örfî
ma'nâsı olan büyücülüğe, câdûluğa ıtlâkı da bu i'tibâr ile ve habaseti
haysiyyetiyledir... Arabça'da sihre bir de Tıbb tâbir olunduğu ve sihir yapılana
Matbûb denildiği de anlaşılıyor ki, bu bizim lisânımızda da vardır. ' 'Fulâna
büyü yapılmış", yâhud "O büyülü imiş" ma'nâsına "Ona ilâç
yapılmış", "O ilâçlı imiş" denilmek de yaygındır... (Hakk Dîni,
VIII, 6359-6362).
[89] Acve, Medine hurmalarının en iyi nev'idir, siyaha
meyillidir. Âsim Molla'nm bildirdiğine göre bu hurma nev'ine, dilimizde balçık
hurma ta'bîr olunur. Bu hurmanın zehirden ve sihirden korunma te'mîn etmesi,
Rasûiullah'ın bu hurma hakkında duâ etmesinden dolayı teberrük cihetiyledir,
yoksa bunun hilkati ve tabîati cihetiyle değildir. Bu korunmuşluğun Medîne
hurmasına tahsisi ve sayı sının yedi olması sebebi ve hakikati, Rasülullah'ca
bilinen işlerdendir. Bizce hükmü ma'lûm olan işlerden değildir. Nitekim namaz
rek'atlerinin sayıları ve zekât nisâblan da böyledir. Bunun bir rivayeti Taam
Kitâbı'nda "Acve hurması bâbı"nda geçmişti.
[90] Yûnus'un rivayetinde Ebû Seleme ibn Abdirrahmân: Yemîn
olsun Ebû Hureyre bize o hadîsi tahdîs ederdi. Ebû Hureyre bunu unuttu mu,
yoksa ikisinden biri nesh mi olundu, bilemiyorum, demiştir. es-Sefaksî de:
Belki bu, Ebû Hureyre'nin ridâsını yayıp da sonra yummasından Önce
Peygamber'den işitmiş olduğu hadîslerdendir, dedi (Kastallânî).
Ebû Hureyre'nin "Lâadvâ... "hadîsini unutmuş olması, hadîsin
sahîhliği-nİ bozmaz. Çünkü bunca sahâbîlerin huzurunda söylenmiş ve naklolunmuştur.
Bu sebeble Buhârî gibi Sahîh ve Sünen sahihlerinin kitâblarına geçmiştir. Menfî
ile müsbet arası şöyle birleştirilmiştir: Üst taraftaki hadîste hastalığın
kendi kendine sebebsiz sirayeti nefyedilmiş ve hastalığın bir sebeble ve
Allah'ın takdiriyle sirayet ettiği bildirilmiştir.İkinci hadîste de hasta
hayvanların sağlam hayvanlarla karıştırılmaması, zîrâ karışma sebebiyle ve
Allah'ın takdiri ile sirayetin meydana geleceği bildirilmiş oluyor ki, buna
göre arada hiçbir zıdlık bulunmamakta ve neshe de ihtiyâç kalmamaktadır. Bu
hadîsle ilgili güzel bir açıklama Diyanet Dergisi Ağustos-1970, 98-99. sayı,
"Hadîsler Arasında Tenakuz Mes'elesi-Muhtelifu'l-Hadîs-", Doç. Dr.
Tal'at Koçyiğit, s. 205-209'dan okunabilir.
[91] tbnu'l-Arabî: Buradaki hasr, âdete nisbetledir,
hilkate nisbetle değildir, demiştir (Kastallânî).
[92] Buradaki hadîslerin birer rivayeti daha önce geçmiş ve
gerekli açıklamalar verilmişti.
[93] Bunu Bezzâr ve diğerleri senediyle rivayet
etmişlerdir. Buhârîbunu muallâk olarak Peygamber'in vefatı bâbı'nda şu lafızla
sevketmişti: Urve dedi ki: Âişe şöyle dedi: Peygamber (S) içinde vefat ettiği
hastalığı sırasında şöyle der idi: "Yâ Âişe! Hayber 'de yediğim zehirli
etin elemini dâima hissettim. İşte şimdi o zehirden dolayı büyük damarımın kesilmesi
ânıdır" buyurdu (Kastallânî).
[94] Başlığa uygunluğu "Bu koyunun içine zehir
koydunuz mu?" sözünden alınır. Bunun birer rivayeti Cizye İle Mağâzî'de
geçmişti.
Vâkıdî'nin Zuhrî'den
rivayetinde Peygamber, koyuna zehir koyan kadına: "Bu hıyaneti nasıl bir
zaruret üzerine yaptın?" diye sormuş. O da: Bu Hayber harbinde babam,
amcam, kocam, kardeşim arka arkaya öldürüldüler de onların acısıyle yaptım,
demiştir.
Hadîsteki "Babanız kimdir? " sorusundakİ baba, ya Hayberliler'in
büyükbabası, yâhud mutlak olarak Yahûdî milletinin büyük-babasi olabilir.
Bunun adı soruda ve cevâbda söylenmeyip, kinaye yoluyla ifâde edilmiştir.
[95] Buhârî başlıkta, bâb hadîsinden anlaşılanla yetinerek
hükmü mübhem bırakmıştır. O da bunları İçmenin caiz olmadığıdır. Çünkü bunları
içmek, kendisini öldürmeğe götürür
[96] Bu hadîs başlıkta mübhem bıraktığı hükmü
açıklamaktadır. Bu da hadîsle başlık arasındaki mutabakat cihetidir. Bunun bir
rivayetini Müslim, îmân'da getirmiştir (Aynî).
[97] Başlık mutlak olarak zehir içmekten nehy için
konulmuştur. Bu hadîste de bunu asıldan men* etmekte olan şey vardır.
Binâenaleyh bu iki hadîsin arka arkaya zikredilmelerinde bir vecih, bir sebeb
var olmuştur (Aynî).
[98] Kirmanı dedi ki: Eğer sen, bu cevâbdan deve sütleriyle
tedavinin cevazı bilindi, diğer ikisinin cevâbından anlaşılan nedir? dersen,
ben, etinin haram olması yönünden dişi eşek sütlerinin harâmlığmı ve öd
sularının da harâmlığını söylerim. Çünkü süt, etten meydana gelicidir derim.
Çünkü hadîsin lafzı, hayvanın bütün cüz'Ierini ânım ve şâmildir. Belki de onun
maksadı: Bunlar hakkında bize bir nass yoktur, hükümleri bilinmez, demektir.
İbnu't-Tîn de şöyle
dedi: Eşek sütleri hakkında iki vech üzere ihtilâf edildi. Birisi: Etleri
hususunda harâmhk ve mekrühluk. İkincisi, etlerinin harâmlığını kabulden sonra
insan sütüne kıyâsla eşek sütlerinin halâl olması. Hayvanların öd suları da
harâmhk ve mekrühluk şeklinde ihtilâf üzeredir... (Aynî).
[99] Hadîsin başlığa uygunluğu baş tarafmdadır. Bunun bir
rivayeti Bed'u'l-Halk'ta "Sizden birinizin su kabına sinek düştüğü
zaman..." bâbi'nda geçmişti.
Hattâbî şöyle dedi: Bu,
Allah'ın ma'rifet nûruyle kalbini açmadığı ve bal arısına hayret etmeyen
kimsenin inkâr edeceği şeylerdendir. O bal ansı ki, Allah onda şifâ ile zehiri
beraberce bir yere getirmiştir de, arı yukarısından bal yapar, aşağısından da
iğnesiyle zehir yapar. Yılanın da zehiri Öldürücü, eti ise kendisiyle şifâ
istenen en büyük tiryaktan, yânî devadandır. Onun zehirinden bir fırkası
derddİr, eti ise devadır.
Bize sâdık ve masdûk
olan Rasûlullah'm sözü yanında, nazariyelere ve tıbb ehlinin sözlerine hacet
yoktur. Tıbb ehli ulaştıkları ilimlerine ancak tecrübe ile ulaşmışlardır.
Tecrübe ise bir tehlikedir (veya ödülü olan araştırma, yarış ve koşudur).
Allah ise herşeye kaadirdir, tevekkül ve dönüş ancak O'nadir (Aynî).
Bu bâb ve altındaki sinek hadîsi ile ilgili olarak Mısırlı Mahmûd Kemâl
ve Muhammed Abdulmü'min Hüseyin'in ilmî araştırma makaalelerini içine alan bir
tedkîk yazısının sonuç kısmını Bed'u'1-Halk, 17. bâb, 124. hadîsin haşiyesinde
vermiştik: HaksesMecmuası, Mayıs 1966, Sayı: 17, "Allah'ın Rasûlünün
Sözlerinde Tıbbî 1'câz", yazan: Sa'deddîn Raslan, Çeviren: Süleyman Ateş,
s. 4-6.
[100] İbnu'l-Kayyım, Nevevî Tıbb'Ia diğer tıbbı
karşılaştırmasında şunları söyledi: "Peygamberdin tıbbı, diğer tabîblerin
tıbbı gibi değildir, Çünkü Peygamber'in tıbbı müt ey akkandır, kat'îdir, ilâhîdir;
vahiyden, nübüvvet kandilinden ve kâmil akıldan çıkmıştır. Diğerlerinin
tıbbının ekserisi tahmin, zannlar ve tecrübelerdir. Birçok hastaların Nebevî
tıbdan fayda görmemeleri inkâr olunmaz. Çünkü bundan ancak tam bir îmân ve
İz'an ile bunu kabul eden ve şifâya i'tikaad edip kemâl ile kabul eyleyen
kimseler fayda görür. Bu göğüslere şifâ olan Kur'ân gibidir. Kur'ân, bu kabul
edişle kabul edilmezse, onun devalarından göğüslerin şifâsı hâsıl olmaz.
BiPakis Kur'ân, münafıkların küfürlerini ve kalblerindeki hastalıklarını
artırır. Ondan bedenler tıbbı nasıl vâki' olur? Kur'ân canlı kalblere, temiz
ruhlara münâsib şifâ olduğu gibi, Nebevî Tıbb da temiz bedenlere şifâdır,
insanların Nebevî Tib'dan yüz çevirmeleri, fayda verici şifâ olan Kur'ân'dan
şifâ istemekten yüz çevirmeleri gibidir. Binâenaleyh kusur devada değil, lâkin
hastalık mahallinin ve hastanın tabîatinin pis olup, ilâcı kabul
etmemesinden-dir. Muvaffak kılıcı ancak AIlah'tır"'(Ibnu'I-Kayyım,
et-Tıbbu'n-Nebevî, s. 27-28)
[101] İbmı'l-Kayyun'met-Tıbbu'n-Nebevî isimli eserinin,
1377/1957 Ka-ahire baskısının önsözünden özetlendi (s. 2). Yazan: Şeriat Külliyesinde
Fıkıh Usûlü Üstadı Abdu'1-Ganî Abdu'l-Hâilik