65- KITABUT-TEFSIR.. 11

1- Fâtihatu'l-Kitâb Sûresi 11

1- Fâtihatu'l-Kitâb Hakkında Gelen Hadîsler Babı 12

2- "Gayr’l-Mağdûbi Aleyhim vela'd-dâllîn*' Babı 12

2- El-Bakara Suresi 12

3- Yüce Allah'ın "Ve Âdem'e Bütün İsimleri Öğretti.”(Âyet: 31) Kavli Babı 13

4- Bâb 14

5- Bâb: 15

6- Bâb: Yüce Allah'ın "De Ki: Kim Cebrail'e Düşman Olursa... ** (Âyet: 97) Kavli 15

7- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 16

8- Bâb: 16

9- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 17

10- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 17

11- Bâb: 18

12-''...Senin Üstünde Durageldiğin (Ka'be'yi Tekrar) Kıble Yapmamız O Rasûlfe (Sana) Uyanları, Ayağının İki Ökçesi Üzerinde Geri Döneceklerden Ayırdetmemiz İçindir. Gerçi Bu Elbette Büyük Bir Mes'eledir. Ancak Bu Allah'ın Doğru Yola İlettiği Kimseler Hakkında Değil" (Âyet: 143) Babı 18

13- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 19

14- And Olsun Ki, Sen Kendilerine Kitâb Verilenlere Her Âyeti Getirmiş Olsan, Onlar Yine Senin Kıblene Uymazlar. Sen De Onların Kıblesine Tâbi' Olucu Değilsin. Onların Kimi Kiminin Kıblesine Uyucu Değildir. And Olsun Sana Gelen Bunca İlimden Sonra, Onların Hevâlarına Uyacak Olursan, O Takdirde Şübhesiz Ve Muhakkak Yazık Etmişlerden(Sayılır)Sin" (Âyet: 145) Babı 19

15- 'Kendilerine Kitâb Verdiklerimiz Onu Öz Oğulları Gibi Tanırlar. Öyle İken İçlerinden Bir Güruh, Kendileri Bilip Durdukları Hâlde Yine Mutlakaa Hakkı Gizlerler. Hakk Rabb'indendir. O Hâlde Sakın Şübhecilerden Olma" (Âyet: 146-147) Bâb1 19

16- "Herkesin Yüzünü Kendine Döndürücü Olduğu Bir Yöneîi Vardır. Öyleyse Siz De (Ey Mü'minler) Hayır İşlerine Koşun, Birbirimizle Yarış Edin. Nerede Bulunursanız Allah Hepinizi (Bir Araya) Getirecektir. Şübhesiz Ki, Allah Herşeye Hakkıyle Kaadirdir" (Âyet: İ4s) Babı 19

17- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 20

18- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 21

19- Bâb: 21

20- "Ey İmân Edenler, Sizden Evvelkilere Yazıldığı Gibi, Sizin Üzerinize De Oruç Yazıldu Tâ Ki Konmasınız" (Âyet: 183) Bâbl 22

21-“Oruç Sayılı Günlerdir. Artık Sizden Kim (O Günlerde) Hasta Yâhud Sefer Üzerinde Olursa, Tutamadığı Günler Sayısınca Başka Günlerde Tutar. Gücü Yetmeyenler Üzerine De Bir Yoksul Doyumu Fidye (Lâzımdır). Bununla Beraber Kim Gönül İsteğiyle Bir Hayır Yaparsa İşte Bu, Onun İçin Daha Hayırlıdır. Oruç Tutmanız Sizin Hakkınızda Hayırlıdır, Bilirseniz" (Âyet: Is4) Kavli Babı 23

22- Bâb: 23

23-' 'Oruç Gecesinde Kadınlarınıza Yaklaşmak Size Halâl Edildi. Onlar Sizin İçin, Siz De Onlar İçin Birer Libâssınız. Allah Nefislerinize Karşı Za'f Göstermekte Olduğunuzu Bildi De Tevbenizi Kabul Etti, Sizi Bağışladı. Artık (Bundan Sonra Geceleri) Onlara Yaklaşın Ve Allah'ın Hakkınızda Yazdığını İsteyin" {Âyet: İ87)Bâbı 24

24- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 24

25- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 24

26- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 25

27- Allah'ın Şu Kavli Babı: 26

28- Allah'ın Şu Kavli Babı: 26

29- Bâb: 26

30- Bâb: 27

31- Bâb: 27

32- Bâb: 28

33- Bâb: 28

34- "Yoksa Siz, Sizden Evvel Geçenlerin Hâli Başınıza Gelmeden Cennete Girivereceğinizi Mi Sandınız? Onlara Öyle Yoksulluklar Ve Sıkıntılar Gelip Çattı Ve (Çeşitli Belâlarla) Sarsıldılar Kî, Hattâ Peygamberleri Beraberindeki Müzminlerle Birlikte: 'Allah'ın Yardımı Ne Zaman?' Diyordu. Gözünüzü Açın, Allah'ın Yardımı Muhakkak Yakındır" (Âyet: 214) Babı 28

35- Bâb: 29

36- Bâb: 29

37- Bâb: 30

38- "Namazları Ve Orta Namazı Muhafaza Ediniz. (Âyet: 238) Babı 31

39- "Ve Allah İçin Tam Huşu' Ve Taâtle Dîvân Durun Yânî "Tam İtaat Ediciler Olarak Namaza Durun" (Âyet: 238) Babı 31

40- Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli Babı: 31

41- Bâb: 32

42- Bâb: 33

43- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 33

44- Bâb: 33

45- Bâb: 34

46- Bâb: "Allah Ribâyı Mahveder" (Âyet: 276), Onu Tamâmiyle Giderir 34

47- Bâb: 34

48- Bâb: 34

49- Bâb: 35

50- "(Göklerde Ne Var, Yerde Ne Varsa Hepsi Allah'ındır.) 35

51- Bâb: 35

3- Alu Imrân Sûresi 36

52- Bâb 36

53- (Bâb:) 37

54- Bâb: 37

55- Bâb: 38

56- Bâb: 38

57- BÂB: 41

58- Bab: 41

59- Bab. 42

60- Bâb: 42

61- Bâb: 43

62- Bâb: 43

63- "Sonra O Kederin Ardından Allah Üzerinize Öyle Bir Emînlik, Öyle Bir Uyku İndirdi Ki... "  (Âyet): İmi Kavli Rart 44

64- "Kendilerine Yara İsabet Ettikten Sonra Yine Allah'ın Ve Rasûvün Da'vetine İcabet Edenler (Hele) İçlerinden İyilik Yapanlar Ve (Fenalıktan) Sakınanlar İçin Pek Büyük Mükâfat Vardır" (Âyet: 172) Babı 44

65- Bâb: 44

66- Bâb: 44

67- Bâb: 45

68- Bâb: 46

69- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 47

70- "Onlar Ayakta İken, Otururken, Yanları Üstünde Yatarken Hep Allah'ı Hatırlayıp Anarlar Ve Göklerin, Yerin Yaratılışı Hakkında İnceden İnceye Düşünürler (Ve Şöyle Derler): Ey Rabb 'İmiz, Sen Bunları Boşuna Yaratmadın. Sen Pak Ve Münezzehsin. Bizi Ateş Azabından Koru" (Âyet: 19i) Babı 47

71- Bâb: 47

72- Bâb: 48

4-En-Nisâ Sûresi 48

73- Bâb; 48

74- Bâb: 49

75- Bâb: 50

76- Bâb: 50

77- Bâb: 50

78- Bâb: 51

79- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 51

80- Yüce Allah'ın Şu Kavli: 52

81- Bâb: 53

82- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 53

83- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 54

84- Bâb: 54

85- Bâb: 55

86- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 55

87- Bâb: 55

88- Bâb: 56

89- Bâb: 56

90- Bâb: 56

91- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 57

92-Bâb: 58

93- Bâb: 58

94- Yüce Allah'ın Şu Kavli Bâbı: 58

95- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 58

96-Bab: 59

97- Bâb: 59

98- Bâb: 59

99- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 60

100- Bâb: 60

5-El-Mâide Sûresi 61

101- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 61

102- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 61

103- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 63

104- Bâb: 63

105- Yüce Allah'ın 'Bütün yaralar birbirine kısastır... (Âyet: 45) Kavli Babı 64

106- Bâb: 64

107- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 64

108- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 65

109- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 65

110- Bâb: 66

111- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 67

112- Şu Kelâmfln Tefsiri) Babı: 67

113- Bâb: 68

114- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 69

6- el-En'âm Sûresi 69

115- Bâb: 70

116- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 70

117- Bâb: 71

118- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 71

119- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 71

120- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 72

121- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: Kötülüklerin Açığına Da, Gizlisine De Yaklaşmayın... " (Âyet: 15i)  . 72

122- Yüce Allah'ın: 73

7- El-A'râf Sûresi 73

123- Aziz Ve Celîl Olan Allah'ın Şu Kavli Babı: 74

124- Bâb: 74

125- Bâb: 75

126- Bâb: 75

127- Yüce Allah'ın: 'Hıtta Deyiniz" (Âyet:161) Kavli Babı 76

128- Bâb: 76

8- El-Enfâl Sûresi 77

129- Bâb: 77

130- Bâb: 78

131- "Hani bir zaman da: 'Yâ Allah, eğer bu, Sen'in katından (gelme) hakkın kendisi ise, durma bizim.. 78

üstümüze gökten taş yağdır yâhud bize acıtıcı bir azâb getir' demişlerdi" (Âyet: 32). 78

132- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 78

133- Bâb: 79

134- Bâb: 80

135- Bâb: 80

9- Berâe Sûresi 81

136- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 81

137- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 82

138- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 82

139- Bâb: 83

140-Bâb: 83

141- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 84

142- Azız Ve Celîl Olan Allah'ın Şu Kavli Babı: 84

143- Yüce Allah'ın Şu Kavlî Babı: 84

144- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 85

145- Yüce Allah'ın: "Kalbleri müslümânlığa alıştırılmak istenenlere... " (Âyet: 60) Kavli Babı 86

146- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 87

147- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 87

148- Yüce ALLAH'IN: "Onlardan hiçbir kimseye ebedî dua etme, kabrinin başında da durma" (Âyet: 84) 88

Kavli Babı 88

149- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 88

150- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 88

151- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 89

152- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 89

153- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 89

154- Bâb: 90

155- Bâb: 91

156- Bâb: 91

10- Yûnus Sûresi 92

157- Bâb: 92

158- Bâb: 93

11- Hüd Süresi 93

159- Yüce Allah'ın "O'nun Arşh Su Üzerinde İdi Kavli Babı 95

160- Yüce -Allah'ın Şu Kavli Babı: 96

161- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 96

162- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 97

12- Yûsuf Sûresi 97

163- Bâb: 97

164- Bâb: 98

165- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 98

166- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 99

167- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 99

168- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 100

169- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 100

170- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 101

13- Er-Ra'd Sûresi 101

171- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 102

14- İbrâhîm Sûresi 103

172- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 103

173- Bâb: 103

174- Bâb: 104

15- El-Hıcr Sûresi 104

175- Bâb: 104

176- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 105

177- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 106

178- "Kur'ân’ı Parça Parça Ayıranlara... " (Âyet: 91) Babı 106

179- Yüce Allah'ın: 'Sana Yakın Gelinceye Kadar Rabbhne İbâdet Et (Âyet: 99) Kavli Babı 107

16- en-Nahl Sûresi 107

180- Rûhu'l-Kudüs, Cibril'dir Babı 107

181- "İçinizden Kimi En Aşağı Ömre Kadar Geri Götürülür" (Âyet: 70) Kavli Babı 108

17- Benû Isrâîl Sûresi 108

182- "Kulunu Bir Gece Mescidi Haram'dan Mescidi Aksâ'ya... Götüren (Allah, Her Türlü Eksikliklerden) Münezzehtir'* (Âyet: 1) Kavli Babı 109

183- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 109

184- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 110

185- Bâb: 110

186- Yüce Allah'ın: 112

187- Bâb: 112

188- Bâb: 112

189- Bâb: 113

190- Yüce Allah'ın:'Sabah Namazını Da (Eda Et). Çünkü Sabah Namazı Şâhidlîdir" (Âyet: 78) Kavli Babı 113

191- Yüce Allah'ın: Ümîd Edebilirsin, Rabb Hn Seni Hamdedilmiş Bir Makaama Gönderecektir" (Âyet: 78) Kavli Babı 113

192- Bâb: 114

193- Bâb: 114

194- Bâb-. 114

18- el-Kehf Sûresi 115

195- Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli Babı: 115

196- Bâb: 116

197- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 118

198- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 120

199- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 121

200- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 122

19-Meryem Sûresi ("Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd") 122

201- Yüce Allah'ın: 'Sen Onları Hasret Günü İle Korkut... " (Ayet: 39) Kavli Babı 123

202- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 123

203- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 123

204- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 124

205- Bâb: 124

206- Bâb: Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli: 124

20- Tâhâ Sûresi 124

207- Yüce Allah'ın:'Ben Seni Kendim İçin Seçtim" (Âyet: 41) Kavli Babı 126

208- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 126

209- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 126

21- el-Enbiyâ Sûresi 127

210- Bâb: 127

22- el-Hacc Sûresi 128

211- Bâb: 129

212- Bâb: 129

213- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 130

23- el-Mu'minûn Sûresi 130

24- En-Nûr Sûresi 131

214- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 131

215- Bâb: 132

216- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 132

217- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 133

218- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 133

219-  Bâb: 134

220- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 137

221- Bâb: 137

222- Bâb: 138

223- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 138

224- Bâb: 138

225-  Bâb: 139

226- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 141

25- el-Furkaan Sûresi 141

227- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 142

228-  Yüce Allah'ın7 Şu Kavli Babı: 142

229-   Bâb: 143

230-  Bâb; 143

231- Bâb: 144

26- eş-Şuarâ Sûresi 144

232- Bâb: "Kabirlerinden Kaldırılacakları Gün Beni Rüsvây Etme" (Âyet: 87) 144

233-   Bâb: 145

27- en-Neml Sûresi 146

28- el-Kasas Sûresi 146

234- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 147

235- "Herhalde O Kur'ân'i Senin Üzerine Farz Kılan Allah, Seni Dönülecek Yere Döndürecektir" (Âyet: 85) Babı 148

29- el-Ankebût Sûresi 148

30- "Elif. Lam. Mîm. Gulibeti'r-Rûm" Sûresi 149

236- Bâb: 151

31- Lukmân Sûresi 151

237- Bâb: 151

32- es-Secde Sûresi 152

238- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 153

33- el-Ahzâb Sûresi 153

239- Bâb: 154

240- Bâb: 154

241- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 154

242- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 155

243- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 155

244- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 155

245- Bab: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 156

246- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 158

247- Yüce Allah'ın Şu Kavli: 159

248- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 160

34- Sebe' Sûresi 160

249- Bâb: 161

250- .Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 161

35- el-Melâike (Fâtır) Sûresi 162

36- Yâsîn Sûresi 162

251- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 163

37- Ve's-Sâffât Sûresi 163

252- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 164

38- Sâd Sûresi 164

253- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 165

254- Bâb: 166

39- ez-Zumer Sûresi 166

255- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 167

256- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 167

257- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 168

258- Şu Kaalin Babı: 168

40- el-Mu'min Sûresi 168

41- Hâmîm es-Sccde (Fussilet) Sûresi 170

259- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 172

260- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 172

261- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 173

42- Hâ Mîm Ayn Sîn Kaaf (eş-Şûrâ Sûresi) 173

262- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 174

43- Ha Mîm Ez-Zuhruf Sûresi 174

263- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 175

44- Hâ Mîm Ed-Duhân Sûresi 176

264- Bâb: 176

265- Bâb: 176

266- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 177

267- Bâb: 177

268- Bâb: 178

269- Bâb: 178

45- Hâ Mîm el-Câsiyc Sûresi 178

270- Bâb: 179

46- Ha Mîm el-Ahkaaf Sûresi 179

271- Bâb: 179

272- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 180

47- Muhammed (S) Sûresi 180

273- Bâb: 181

48- el-Feth Sûresi 181

274- Bâb: 182

275- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 183

276- Bâb: 183

277- Bâb: 183

278- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 184

49- el-Hucurât Sûresi 185

279- Bâb: 185

280- Bâb: 186

281- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 186

50- Kaaf Sûresi 186

282- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 188

283- Bâb: Yüce Allah'ın: 188

51- Ve'z-Zâriyâti Sûresi 189

52- Ve't-Tûri Sûresi 190

53- Ve'n-Necmi Sûresi 191

284- Bâb: 193

285- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 193

286- Bâb: 193

287- Bâb: 193

288- Bâb: 194

289- Bâb: 194

54- "Ikterabeti's-sâatu" (yânî el-Kamer) Sûresi 195

290- Bâb: 195

291- Bâb: 196

292- Bâb: 196

293- Bâb: 196

294- Bâb: 196

295- Bâb: 197

296- Bâb: 197

297- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 197

298- Bâb: 197

55- er-Rahmân Sûresi 198

299- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 200

300- Bâb: 200

56- el-Vâkıa Sûresi 201

301- Yüce Allah'ın "Ve uzatılmış bir gölge içindedirler" (Âyet: 30) Kavlî Babı 202

57- el-Hadîd Sûresi 202

58- el-Mucâdele Sûresi 203

59- el-Haşr Sûresi 204

302- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 204

303- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 204

304- Bâb: 205

305- "Onlardan evvel yurdu hazırlayıp îmâna sâhib olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyâç bulmazlar,.. " (Âyet: 9)  Babı. 205

306- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 206

60- el-Mumtehıne Sûresi 206

307- Bâb: 206

308- Bâb: 208

309- Bâb: 208

61- es-Saff Sûresi 209

310- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 210

62- el-Cumua Sûresi 210

311- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 210

312- Bâb: 210

63- el-Munâfıkûn Sûresi 211

313- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 211

314- Bâb: 211

315- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 212

316- Bâb: 212

317- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 213

318- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 213

319- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 214

320- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 214

64- et-Tegâbun Sûresi 214

65- et-Talâk Sûresi 215

321- Bâb; 215

66- "Li-me tuharrimu" Sûresi 216

322- Bâb: 216

323- Bâb: 217

324- Bâb: 218

325- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 218

326- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 219

67- "Tebâreke'llezî bi-yedihi'l-mülk" Sûresi 219

68- Nûn ve'1-Kalem Sûresi 219

327- Bâb: 220

328- Bâb: 220

69- el-Hâkka Sûresi 220

70- Seele Sâilun Sûresi 221

71- Nûh Sûresi 221

329- Bâb: 222

72- "Kul ûhiye ileyye" Sûresi 223

73- el-Muzzemmil Sûresi 224

74- el-Muddessir Sûresi 224

330- Bâb: Yüce Allah'ın "Kalk da inzâr et" Kavli 225

331- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 225

332- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: 225

333- Bâb: Yüce Allah'ın: Ve 'r-ricze fehcur' * Kavli 225

75- el-Kıyâme Sûresi 226

Ve Yüce Allah'ın Şu: "Onu acele etmen için dilini onunla depretme" (Âyet: 16) Kavlinin Tefsiri 226

334- Bâb: 226

335- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 227

76- "Hel Etâ Ale'l-İnsâni" Sûresi 227

77- el-Murselât Sûresi 228

336- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 228

337- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 229

338- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 229

78- "Amme Yetesâelûne" Sûresi 229

339- Bâb: 230

79- "Ve'n-naziâti" Sûresi 230

80- Abese Sûresi 231

81- "İze's-semsu kuvvirat" Sûresi 231

82- "İze's-semâu infatarat" Sûresi 232

83- "Veylun li'1-mutaffifîne" Sûresi 232

84- "Ize's-semâu inşakkat" Sûresi 233

340- Bâb: 233

341- Bâb: 234

85- el-Burûc Sûresi 234

86- et-Târık Sûresi 235

87- "Sebbih isme Rabbike'1-a'lâ" Sûresi 235

88- "Hel etâke hadîsü'l-gâşiye" Sûresi 236

89- Ve'1-Fecri Sûresi 236

90- "Lâ uksimu (Bi-hâze'1-beledi)" Sûresi 237

91- "Ve'ş-şemsi ve-duhâhâ" Sûresi 238

92- "Ve'1-leyli'izâ yağşâ" Sûresi 238

342- Bâb: 239

343- Bâb: 239

344- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 239

345- Yüce Allah'ın Ve O En Güzeli Tasdik Ederse (Âyet: 6) Kavli Babı 240

346- Bâb: 240

347- Yüce Allah'ın "Amma Kim Cimrilik Eder, Kendisini Müstağni Görürse" (Âyet: 8) Kavli Babı 240

348- Bâb: Yüce Allah'ın "Ve O En Güzeli Yalanlarsa Kavli 240

349- Bâb: 241

93- Ve'd-Duhâ Sûresi 241

350- Bâb: 241

351- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 241

94- "Elem Neşrah" Sûresi 242

95- "Ve't-Tîni" Sûresi 242

96- "İkra' bi'smi Rabbike'llezî halaka" Sûresi 243

352- Bâb: 243

353- Bâb: Yüce Allah'ın "İnsanı Bir Kan Pıhtısından Yarattı" Kavli 244

354-Bâb: Yüce Allah'ın "Oku! Rabb'in Nihayetsiz Kerem Sahibidir" Kavli 244

355- Bâb: 244

356- Bâb: 245

97- "İnnâ enzelnâhu" Sûresi 245

98- "Lem yekûn" Sûresi 245

99- "İzâ zulziletfl-ardu zilzâlehâ" Sûresi 246

357- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 246

358- Bâb: 247

100- "Ve'1-âdiyâti" Sûresi 247

101- el-Kaaria Sûresi 247

102- "Eihâkumu't-tekâsurıT Sûresi 247

103- "Ve'1-asri" Sûresi 247

104- "Veylun Li-Kulli Humezetin" Sûresi 248

105- "Elem tere" Sûresi 248

106- "Li-iylâfi Kureyşin" Sûresi 249

107- "Eraeyte" Sûresî 249

108- "İnnâ a'taynâke'I-kevser" Sûresi 249

109-"Kul yâ eyyuha'l-kâfirûne" Sûresi 250

110- "İzâ câe nasrullâhi" Sûresi 251

359- Bâb: 251

360- Bâb: 252

111- "Tebbet yedâ Ebî Lchebin ve tebbe' Sûresi 252

361- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 253

362- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli: 253

363- Bâb: 253

112- "Kul huve'llâhu ahad" Sûresi 254

364- Bâb: Yüce Allah'ın: "O Allah Sameddir" Kavli 254

365- Bâb: 254

113- "Kul eûzu bi-Rabbi'I-felâk" Sûresi 254

114- "Kul Eûzu Bi-Rabbi'n-Nâsi" Sûresi 255

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

65- KITABUT-TEFSIR

(Kur'ân'in Tefsiri Kitabı) [1]

 

1- Fâtihatu'l-Kitâb Sûresi

 

"er-Rahmân", "er-Rahîm"; "Rahmet" kökünden türemiş iki isimdir. "er-Rahîm" ve "er-Râhim", "el-Alîm" ve "el-Alim" gibi bir ma'nâyadır [2].

 

1- Fâtihatu'l-Kitâb Hakkında Gelen Hadîsler Babı  

 

Bu sûreye, Mushaflarda bunun yazılmasıyle başlanmakta ve namaz da bunun okunmasıyle başlanmakta olduğu için "Ümmü'l-Kitâb" adı da verilmiştir.

'ed-Dîn",, hayırda, şerrde karşılık demektir. Meselde "Kemâ tedînu tudânu" denilir. Mucâhid: "Dîn", hesaba çekmektir, demiştir. "Medînîn", "Hesaba çekilenler" demektir [3].

 

1-.......Ebû Saîd ibnu'l-Muallâ (R) şöyle demiştir: Ben mescidde namaz kılıyordum. Rasûlullah beni çağırdı. Ben icabet edemedim. (Namazdan sonra:)

— Yâ Rasûlallah, ben namaz kılıyordum, diye Özür beyân et­tim.

Bunun üzerine Rasûlullah (S):

  ' 'A ilah Kur 'ân 'da: Ey îmân edenler, sizi hayât verecek şeylere da'vet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin (ei-Enfâi: 24) bu-yurmadı mı?" dedi.

Sonra bana:

  "Ey Sa'd, sen bu mescidden çıkmadan önce sana muhakkak bir sûre öğreteceğim ki, o Kur'ân 'daki sûrelerin (sevâbca) en büyü­ğüdür!" buyurdu.

Sonra elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği sırada ben:

— (Yâ Rasûlallah!) "Sana bir sûre öğreteceğim ki, o, Kur'ân'-daki sûrelerin en büyüğüdür!" demedin mi? dedim.

Rasûlullah:

  "Osûreel-HamdutillâhiRabbVUÂlemîn'dirkU namazlarda tekrar olunan yedi âyet ve bana ihsan olunan Büyük Kur'ân 'dır" bu­yurdu [4].

 

2- "Gayr’l-Mağdûbi Aleyhim vela'd-dâllîn*' Babı [5]

 

2- Bize Abdullah ibn Yûsuf tahdîs etti: Bize (İmâm) Mâlik, Su-meyy'den; o da Ebû Salih Zekvân'dan; o da Ebû Hureyre(R)'den ha­ber verdi. Rasûlullah (S): "İmâm -namazda Fatiha okurken-Gayri H-mağdûbi aleyhim vela 'd-dâllîn dediği^ zaman, siz de Âmîn de­yiniz. Her kimin Âmîn demesi meleklerin Âmîn demelerine uyarsa, onun geçmiş günâhları mağfiret olunur" buyurmuştur [6].

 

2- El-Bakara Suresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allahhn ismiyle [7]

 

3- Yüce Allah'ın "Ve Âdem'e Bütün İsimleri Öğretti.”(Âyet: 31) Kavli Babı

 

3-.......Enes(R)'ten, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: Müminler kıyamet gününde toplanırlar da:

— (Bir kimseden) Rabb'imizin huzurunda bize şefaat etmesini is­tesek, dediler.

Akabinde Âdem'e geldiler ve:

— Sen insanların babası Âdem'sin. Allah seni kendi eliyle ya­rattı, meleklerini sana secde ettirdi ve sana herşeyin isimlerini öğret­ti. Bulunduğumuz şu durumdan bizleri rahata erdirmesi için Rabb'in katında bizlere şefaat et! derler.

Âdem, işlemiş olduğu hatîesini ve bundan dolayı Rabb'inden utanmakta olduğunu zikreder ve:

— Ben buna ehil değilim. Siz Nûh 'a gidiniz. Çünkü o, Allah 'in yer ahâlîsine peygamber göndermiş olduğu ilk rasûldür, der.

Akabinde onlar Nûh Peygamber'e gelirler. Nûh da Rabb'inden, hakkında hiçbir bilgisinin bulunmadığı birşeyi istemesini ve bu sebeb-den utanmakta olduğunu zikrederek:

— Ben şefaat edecek makaamda değilim. Siz Halîlu V -Rahman 'a gidiniz, der.

Kitâbu't-Tefsfr/417I

Müteakiben onlar İbrahim 'e gelirler. O da (hatîesini ve bu se-bebden Rabb'inden utanmakta olduğunu zikrederek):

— Ben buna ehil değilim. Siz Allah'ın kelâm ettiği ve kendine Tevrat verdiği bir kul olan Musa'ya gidiniz, der.

Onlar da Musa'ya gelirler. Mûsâ da bir nefis karşılığında olmak­sızın insan öldürmüş olduğunu, bu sebeble Rabb'inden utanmakta olduğunu zikrederek:

— Ben buna ehil değilim. Siz Allah 'in kulu ve Rasûlü, Allah 'in Kelimesi ve Ruhu olan isa'ya gidin, der.

îsâ da onlara:

— Ben buna ehil değilim. Siz geçmiş ve geri kalmış günâhlarını Allah'ın mağfiret eylediği bir kul olan Muhammed'e gidiniz, der.

Onlar bundan sonra bana gelirler. Ben de Rabb'imin huzuruna izin istemek üzere giderim. Bana izin verilir. Rabb'imi-görünce secde­ye kapanırım. Allah beni dilediği kadar bu vaziyette bırakır. Sonra Allah tarafından:

— Başını kaldır, iste; sana verilir; söyle, sözün işitilir; şefaat et, şefaatin kabul edilir, denilir.

Ben başımı kaldırır ve bana öğreteceği bir tahmîd ile Rabb'ime hamd eylerim. Sonra şefaat ederim. Benim için bir hudûd ta'yîn bu­yurur. Ben de o mikdâr insanı cennete girdiririm. Sonra tekrar Rabb 7-me dönerim. Rabb'imi görünce, bundan evvel yaptığım gibi, secdeye kapanırım. Sonra şefaat ederim. Yine benim için bir sınır ta'yîn eder. Ben o mikdâr insanı cennete girdiririm. Sonra üçüncü defa Rabb'i-me dönerim, sonra dördüncü defa dönerim de:

— (Yâ Rabb!) Ateşte Kur'ân'in habsettiklerinden ve üzerine hu-lûd vâcib olanlardan başka kimse kalmadı, derim."

Ebû Abdillah el-Buhârî şöyle dedi: Ancak Kur'ân'ın habsettik-leri, yânı Yüce Allah'ın kâfirler hakkındaki "Hâlidîne fîhâ (- Ora­da devamlı kalıcılar olarak)'* sözünün habsettikleri kaldı, dedi [8].

 

4- Bâb [9]

 

Mucâhîd: "İlâ şeyâtînihim" demek "Münafıklardan ve müşriklerden olan arkadaşlarına" demektir. "Muhîtun

bVl-kâfirîn", "Allah onları toplayacaktır"; "Sıbğatun", "Dîn"dir. "Ale't-hâşıîn", "Gerçek mü'minler üzerine"

demektir, demiştir.

Yine Mucâhid: "Bi-kuvvetin" demek, "İçindekilerle amel ederek" demektir, demiştir.

Ebû'l-Âliye de:

"Maraz", "Şekk"tir demiştir. "Ve mâ halfehâ", "Hayâtta kalanlara bir ibrettir" demektir. "Lâ şiyete", "Lâ beyaza"; yânî "Hiç beyaz yok" demektir.

EhıH-Aliye'den başkaları: "Yesûmûnekum", "Yûlûnekum"; yânî "Sizi evirip çeviriyorlar" demektir, dediler.

"el-Velâye" (vâv'ın fethâsıyle); "Besleyicilik, terbiyecilik, mâlikiyet ve sâhibiyet" demek olan "Velâ"nın masdarıdır. Vâv kesre yapıldığı zaman, yânî "Vilâye" dendiği zaman, bunun ma'nâsı "İmaret", yânî "Emirlik, beylik ve buyuruculuk"tan ibaret olur.

Bâzıları: Yenmekte olan taneli bitkilerin hepsi "FûnTdur, dedi.

Katâde: "Fe-bâû", "Fe'n-kalebû" (yânî: Döndüler) demektir, dedi.

Ondan başkaları: "Yesteftihûne" (yânî: Fetih istiyorlardı), "Meded ve nusrat istiyorlardı" demektir;

"Şerav", "Sattılar" demektir, dediler.

"Râınâ", bönlük, ahmaklık ma'nâsma olan "Ruûnet" masdarındandır. Onlar bir insanı ahmaklığa nisbet

etmek istedikleri zaman "Râmâ" derlerdi.  liLâ yeczî", "Lâ yugnî" (yânı: Fayda vermez) demektir.  "Hutuvât" ise, adım atmak ma'nâsına olan "el-Hatv" masdarındandır.

Buna göre ma'nâ: "Şeytânın izlerine, yollarına uymayın" demek olur. ilO hâlde kendiniz bilip dururken, Allah'a eşler koşmayın" (ci-Bakara: 22),

 

4-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'e:

  Allah katında hangi günâh en büyüktür? diye sordum. Peygamber:

  "Allah seni yarattığı hâlde, Allah 'a benzer bir eş uydurman-dır" buyurdu.

Ben:

  Hakîkaten bu elbette pek büyüktür! dedim.

  Sonra hangi (günâh büyüktür)? diye sordum. Peygamber:

   ''Seninle beraber yemek yemesinden korkarak, çocuğunu öldürmendir" buyurdu.

  Bundan sonra hangisi (büyüktür)? dedim. Peygamber:

  "Komşunun zevcesiyle zina fiilini iş/emendir" buyurdu [10].

Ve Yüce Allah'ın şu kavli: ııVe üstünüze bulutu gölge yapmış, size kudret helvâsıyle yelve kuşunu indirmiş, size rızk olarak verdiği­miz şeylerin iyilerinden, güzellerinden yiyin (demiştik). Onlar (nan-körlükleriyle) bize zulmetmemişler, fakat kendi kendilerine zulmetmiş­lerdi" (el-Bakara: 57) [11].

Mucâhid: "el-Menn " samga (yânî zamk)'dır, "es-Selvâ" da kuştur, demiştir.

 

5-.......Saîd ibn Zeyd(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "Kızılımtırak beyaz mantar, kudret helvası nev 'inden birrızıktır. Suyu da göz ağrısına şifâdır" buyurdu [12].

 

5- Bâb:

 

"Hani (Tîh'ten çıktıktan sonra) şu kasabaya girip dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yiyin. Kapısından secde ederek girin ve (dileğimiz) Hıtta'dır deyin, kusurlarınızı örtelim; iyilik edenleri ise daha artıracağız,

demiştik" {Âyet: 58).

"Ragaden", "Geniş, çok" demektir [13].

 

6-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: (Allah tarafından) İsrâîl oğullarına:

— Kudüs'ün kapısından eğilirek (tevazu' ile) giriniz ve Hıtta ( = Yâ Rabb! Dileğimiz günâhımızı indirmendir) deyiniz, denildi.

Onlar (tersine) kıçları üzere emekleyerek girdiler ve (o kelimeyi) değiştirdiler de "Hıttatun habbetun fî şaaratın" şeklinde söylediler [14].

 

6- Bâb: Yüce Allah'ın "De Ki: Kim Cebrail'e Düşman Olursa... ** (Âyet: 97) Kavli [15]

 

Ve İkrime: "Cebre" ve "Mîke" ve "Serâfi", "Abdun; "ıl" ise "Allah"tir, demiştir [16].

 

7-.......Enes (R) şöyle demiştir: Abdullah'ton Mâm bir arazîde hurma toplarken Rasûlullah'm Medine'ye gelmesini işitmiş. Akabinde Peygamber'in yanına geldi ve:

— Ben sana üç şey soracağım ki, bunların cevâblarım ancak pey­gamber olan bilebilir: Kıyamet alâmetlerinin birincisi nedir? Cennet ehlinin ilk yemeği nedir? Çocuğu babasına yâhud anasına çekip ben­zeten şey nedir? dedi.

Peygamber (S):

— "Bunların cevâblarını biraz önce bana Cibril haber verdi" dedi.

Abdullah ibn Selâm:

  Cibril mi? dedi. Peygamber:

  "Evet" dedi. Abdullah;

  Cibril, melekler içinde Yahûdîler'in düşmanıdır, dedi. Bunun üzerine Paygamber (yâhud râvî): liDe ki: Kim Cibril'e

düşman olursa (kahrından gebersin)/ Çünkü kendinden evvelki ki-tâbları tasdik edici ve mü 'minler için aynen hidâyet ve müjde olan Kur'ân % Allah 'in izniyle senin kalbinin üstüne o indirmiştir. Kim Al­lah % meleklerine, rasûllerine, Cebrail'e, MîkâîVe düşman olursa, şüb-hesiz Allah da o (gibi) kâfirlerin düşmanıdır'" (ei-Bakara: 97-98) âyetini okudu. Ve şöyle devam etti:

  "Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları doğudan batıya süre­cek bir ateştir. Cennet ehlinin ilk yemeği balık ciğerinin (sarkmış olan) fazlasıdır. Çocuğun baba ve ana soylarına çekmesi şöyledir: Cinsî mü­nâsebet sırasında erkeğin suyu, kadının suyu önüne geçtiğinde, ço­cuğu kendine çeker. Kadının suyu erkeğinkinin önüne geçtiği zaman çocuğu o kendine çeker" buyurdu.

Bunun üzerine Abdullah ibn Selâm:

— Eşhedu en tâ ilahe ille'llah ve eşhedu enneke rasûlullah! dedi de şöyle devam etti:

  Yâ Rasûlallah! Yahûdîler insanı hayrette bırakacak surette yalan söyleyen, asılsız iftiralarda bulunan bir kavimdir. Eğer Sen be­ni onlardan sormadan önce benim müslümân olduğumu bilirlerse, muhakkak bana iftira ederler. (Siz evvelâ beni onlardan sorunuz) dedi.

Akabinde bir Yahûdî topluluğu geldi. Peygamber:

  "İçinizde Abdullah (ibn Selâm) nasıl adamdır?" diye sor­du.

Yahûdîler:

— O bizim hayırlımız ve hayırlımızın oğludur. Seyyidimiz ve sey-yidimizin oğludur, dediler.

Peygamber:

  "Abdullah ibn Selâm İslâm 'a girerse ne dersiniz? (Siz de müs­lümân olur musunuz?) diye sordu.

Bunun üzerine Yahûdîler:

  Böyle şeyden Allah onu korusun! dediler. Bunun üzerine Abdullah, Yahûdîler'e karşı çıktı da:

— Eşhedu enlâ ilahe ille'llah ve eşhedu enne Muhammeden ra­sûlullah, diye iki şehâdet kelimesini söyleyiverdi.

Bu şehâdetler üzerine Yahûdîler:

  O bizim şerrlimizdir ve şerrlimizin oğludur, dediler, ve Ab­dullah ibn Selâm'in değerini eksilttiler.

Abdullah:

  Yâ Rasûlallah! İşte korkmakta olduğum şey budur, dedi [17].

 

7- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Biz neshettiğimiz veya geri bıraktığımız bir âyetin yerine ya ondan daha hayırlısını, yâhud onun benzerini getiririz* Allah'ın her şeye kemâliyle kaadir olduğunu bilmedin mi?" (Âyet. 106) [18].

 

8-....... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Umer (R):

— Bizim en düzgün Kur'ân okuyanımız Ubeyy ibn Ka'b'dır. En isabetli hüküm verenimiz de Alî ibn Ebî Tâlib'dir. Şübhesiz biz, Ubeyy ibn Ka'b'm okuyuş usûlü ve edasından bir kısmını terketmekteyiz. Bununla beraber Ubeyy: Ben Rasûlullah'tan işittiğim hiçbirşeyi ter-ketmem (unutmam), diye iddia etmektedir. Hâlbuki Yüce Allah: "Biz bir âyetten nesheder veya geri bırakırsak, ondan daha hayırlısını yâ­hud onun benzerini getiririz... " (Âyet: 106) buyurmuştur, dedi [19].

 

8- Bâb:

 

"Onlar: 'Allah kendine çocuk edindi' dediler. Hâşfiy O (bu gibi şeylerden) pak ve münezzehtir... " (Âyet: ııe) [20].

 

9-.......Abdullah ibn Abbâs(R)'tan: Peygamber (S) şöyle demiş­tir: "Allah şöyle buyurdu: Bâzı Âdem oğlu beni yalanladı. Hâlbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bâzısı da bana sövdü. Hâlbuki ba­na sövmek ona yakışmazdı. Âdem oğlunun beni yalanlamasına gelince; o (öldükten sonra) benim onu eskisi gibi îâde edip yaratmağa gücüm yetmez sanır. Bana sövmesi hususu da: Benim çocuğum ol­duğunu söylemesidir. Hâlbuki ben zevce ve çocuk edinmekten uzak bulunuyorum" [21] .

 

9- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Siz de İbrahim'in makaamından bir namaz yeri edinin..." (Âyet: 125).

"Mesabe", insanların tekrar tekrar gidip dönmekte oldukları yerdir [22].

 

10- Bize Müsedded Yahya ibn Saîd^den; o da Humeyd'den; o da Enes'ten tahdîs etti: Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: Umer (R):

— Üç şey hakkındaki dileğim Allah'ın vahyine uygun geldi, yâ-hud Rabb'im bana muvafakat etti. Ben: Yâ Rasûlallah! Makaamu İbrahim'den bir namaz yeri edinseniz! dedim. (Bu lafızla âyet indi.) Yine ben: Yâ Rasûlallah! Yanınıza iyi ve kötü kimseler giriyor. Mü'-minlerin anaları olan kadınlarınızın örtünmelerini emretseniz! dedim. Bunun üzerine Allah Hicâb (ei-Ahzâb: 59) âyetini indirdi.

Umer dedi ki:

— Bana Peygamber'in bâzı kadınlarına darılması haberi ulaştı. Bunun üzerine kadınların yanma gittim ve: Kadınlar! Ya bu hırçınlı­ğa nihayet verirsiniz, yâhud iyi biliniz ki Allah, sizin yerinize Rasû-lü'ne sizden daha hayırlı kadınlar verir, dedim. Nihayet Peygamber'in kadınlarından birisinin yanma vardım. Kadın bana: Yâ Umer! Rasû-lullah* kadınlarına öğüt vermez mi ki, sen onlara va'z vermeye kalkı­şıyorsun? dedi. Bunun üzerine de Allah şu âyeti indirdi: "Eğer o sizi boşarsa, yerinize -Allah'a itaatle teslim olan, Allah'ın birliğini tas-dîk eden, namaz kılan, günâhlardan tevbe ile vazgeçen, ibâdet eyle­yen, oruç tutan kadınlar, dullar ve kızlar olmak üzere- Rabb 'inin ona sizden daha hayırlılarını vermesi umulur" (et-Tahrîm: 5) [23].

İbnu Ebî Meryem şöyle dedi: Bize Yahya ibnu Eyyûb haber ver­di: Bana Humeyd tahdîs edip: Ben Enes'ten işittim, o da Umer'den demiştir [24].

 

10- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Hani İbrahim o BeytHn temellerini hmâîl ile birlikte yükseltiyordu (da ikisi şöyle duâ etmişlerdi): Ey Rabb 'imiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur. Şübhesiz Sen hakkıyle işiten, kemâliyle bilensin'" (Âyet: 127).

"el-Kavâid", onun temelleridir. Bunun müfredi "KaaideturTdur. Kadınlardan olan "Kavâid"in müfredi ise"Kaaid"dir [25].

11 -.......Abdullah, ibn Muhammed ibn Ebî Bekr, Abdullah ibn Umer.'e, Peygamber'in zevcesi Âişe(R)'den haber verdi ki (o şöyle de­miştir): Rasûlullah (S) bana:

  "Kavmin Kureyş'in Ka'be'yi bina ettiklerini ve İbrahim'in te­mellerinden kısalttıklarını görmedin mi (yânı bilmedin mi)?" buyur­du.

Ben:

— Yâ Rasûlallah, onların kısalttıkları temeli Sen İbrahim'in te­melleri üzerine döndürmez misin? dedim.

Rasûlullah:.

— "Kavmin küfür zamanına yakın olmasaydı (muhakkak ben Ka'be'yi İbrahim'in temelleri üzerine döndürürdüm) " buyurdu.

Abdullah ibn Umer, Âişe'den bunu rivayet ettikten sonra: — Yemîn olsun Âişe bunu muhakkak Rasûlullah'tan işitmiştir. Ben Rasûlullah'ın Hıcr'a yakın olan iki köşeyi isti'lâm etmemesinin, ancak Beyt'in (bu iki köşesinin) İbrahim'in temelleri üzerinde tamam­lanmamış olmasından ileri geldiğini sanıyorum, demiştir [26].

 

11- Bâb:

 

"Deyin ki: Biz Allah'a ve bize indirilene îmân ettik... " (Âyet: 136).

 

12-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Kitâb sahibi olanlar Tevrat'ı İbrânîce (metni) ile okurlar, Arab dili ile de onu müslümân-lara tefsir ederlerdi. Rasûlullah (S) bu hususta sahâbîlefine: "Sizler Ehli Kitâb'ı tasdik de etmeyin, tekzîb de etmeyin. Sizler şunu söyle­yin: Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'ân'a), İbrahim'e, İsmâîVe, Is-hâk 'a, Ya 'kûb 'a ve torunlarına indirilenlere, Mûsâ yya, îsâ ya veri­lenlere ve bütün peygamberlere Rabb 'leri katından verilenlere îmân ettik. Onlardan hiçbirim diğerinden ayırdetmeyiz. Biz Allah 'a teslim olmuş müslümânlarız" (Âyet: 136) [27].

"İnsanlardan birtakım beyinsizler: Müslümanları, üzerinde dur­dukları eski kıbleden çeviren (sebeb) nedir? diyecekler. De ki: Doğu da Allah 'in, batı da. O, kimi dilerse onu doğru yola iletir" (Âyet: hi) [28].

 

13-.......el-Berâibn Âzib(R)'den (şöyle demiştir): Rasûlullah (S) Medine'de onaltı ay yâhud onyedi ay Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı. Fakat her zaman kıblesinin Ka'be ciheti olmasını arzu ederdi. Rasûlullah, Ka'be'ye doğru ilk namazını kıldı yâhud ikindi namazını kıldı. Bir cemâat de O'nunla birlikte kıldılar. Ondan son­ra, O'nunla birlikte namaz kılanlardan biri çıktı ve bir mescidde bu­lunan bir cemâate, onlar namaz kılarlarken uğradı. Onlara:

— Peygamber ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldığıma Al­lah için şehâdet ederim, dedi.

Bu şehâdet üzerine o cemâat namazlarını bozmadan oldukları gibi Ka'be'den tarafa döndüler. Kıble değiştirilmeden evvel ilk kıb­leye doğru namaz kılarak vefat etmiş, öldürülmüş birtakım insanlar vardı. Biz bunlar hakkında ne diyeceğimizi (nasıl bir hüküm verece­ğimizi) bilemedik. O zaman Allah şu âyeti indirdi: "...Allah sizin îmâ­nınızı zâyV edecek değildir. Çünkü Allah insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir" (Âyet: 143) [29].

' 'Böylece sizi vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı şâhidler olasınız, bu Rasûl de sizin üzerinize tam bir şâhid olsun diye'' (Âyet: 143).

 

14-.......Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Kıyamet gününde Nûh çağrılacak, Nûh:

— Lebbeyke ve sa 'deyke yâ Rabb (= Da'vetine icabet ettim, hu­zuruna geldim, emrine hazırım yâ Rabb)/ diyecek.

Allah:

  (Emirlerimi ümmetine) tebliğ ettin mi? diye soracak. Nûh da:

  Evet ettim! diyecek.

Bunun üzerine Nuh'un ümmetine:

— Nûh size tebliğ etti mi? diye sorulacak. Nuh'un ümmeti de:

— Bizi böyle âhiret azabından korkutan bir peygamber gelme­di! diyecekler.

Bu cevâb üzerine Allah:

— Ey Nûh, senin tebliğ ettiğine kim şehâdeî eder? diye soracak. O da:

  Muhammed ve O'nun ümmeti, diye cevâb verecek. Akabinde Muhammed ile ümmeti, Nuh'un, ümmetine Allah'ın

hükümlerini tebliğ etmiş olduğuna şehâdet edecekler. Rasülünüz de sizin üzerinize bir şâhid olacaktır. İşte şu beyânım, zikri ulu olan Al­lah 'in şu kavlidir: Böylece sizi orta bir ümmet yapmışızdır. İnsanla­ra karşı şâhidler olasınız, bu Râsûl de sizin üzerinize şâhid olsun diye (Âyet: 143)".

"el-Vasat", "el-Adi" demektir [30].

 

12-''...Senin Üstünde Durageldiğin (Ka'be'yi Tekrar) Kıble Yapmamız O Rasûlfe (Sana) Uyanları, Ayağının İki Ökçesi Üzerinde Geri Döneceklerden Ayırdetmemiz İçindir. Gerçi Bu Elbette Büyük Bir Mes'eledir. Ancak Bu Allah'ın Doğru Yola İlettiği Kimseler Hakkında Değil" (Âyet: 143) Babı

 

15-.......Abdullah ibnUmer(R)'den: İnsanlar Kubâ Mescidi'nde sabah namazı kılarlarken birisi geldi de:

— Allah, Peygamber üzerine Ka'be'ye yönelmesi için Kur'ân in­dirdi; siz de Ka'be'ye: yöneliniz! dedi.

Onlar da namaz içinde Ka'be'ye yöneldiler [31].

 

13- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Biz yüzünü çok kerre göğe doğru evirip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnûd olacağın bir kıbleye döndürüyoruz- Yüzünü artık Mescidi Haram tarafına çevir. (Ey Mü'minler!) Siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. Şübhe yok ki, kendilerine kitâb verilenler bunun Rabb Herinden gelen bir gerçek olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yapacaklarından gafil değildir" {Âyet: 144).

 

16-.......Enes ibn Mâlik (R) -ömrünün sonlarında-: İki kıbleye (yânı Kudüs'e ve Ka'be'ye) doğru namaz kılanlardan benden başka kimse kalmadı, demiştir.

 

14- And Olsun Ki, Sen Kendilerine Kitâb Verilenlere Her Âyeti Getirmiş Olsan, Onlar Yine Senin Kıblene Uymazlar. Sen De Onların Kıblesine Tâbi' Olucu Değilsin. Onların Kimi Kiminin Kıblesine Uyucu Değildir. And Olsun Sana Gelen Bunca İlimden Sonra, Onların Hevâlarına Uyacak Olursan, O Takdirde Şübhesiz Ve Muhakkak Yazık Etmişlerden(Sayılır)Sin" (Âyet: 145) Babı

 

17-....... îbn Umer(R)'den (şöyle demiştir): İnsanlar Küba'da sabah namazı içinde bulundukları sırada bir adam geldi de:

— Bu gece Peygamber'e Kur'ân indirilmiş ve Ka'be'ye dönmesi emredilmiştir. Dikkat edin! Siz de Ka'be'ye yönelin! dedi.

İnsanların yüzü Şâm tarafına yönelik bulunuyordu. Bu haber üze­rine yüzlerini Ka'be tarafına döndürdüler [32].

 

15- 'Kendilerine Kitâb Verdiklerimiz Onu Öz Oğulları Gibi Tanırlar. Öyle İken İçlerinden Bir Güruh, Kendileri Bilip Durdukları Hâlde Yine Mutlakaa Hakkı Gizlerler. Hakk Rabb'indendir. O Hâlde Sakın Şübhecilerden Olma" (Âyet: 146-147) Bâb1 [33]

 

18-....... Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: İnsanlar Kubâ'da sabah namazı içinde bulundukları sırada bir kimse gelip:

— Şübhesiz bu gece Peygamber'in üzerine Kur'ân indirilmiş ve kendisi namazda Ka'be'ye yönelmekle emrolunmuştur! Bunun için sizler de Ka'be'ye yöneliniz! dedi.

Cemâatin yüzleri Şâm cihetine yönelik iken, hemen Ka'be tara­fına döndüler.

 

16- "Herkesin Yüzünü Kendine Döndürücü Olduğu Bir Yöneîi Vardır. Öyleyse Siz De (Ey Mü'minler) Hayır İşlerine Koşun, Birbirimizle Yarış Edin. Nerede Bulunursanız Allah Hepinizi (Bir Araya) Getirecektir. Şübhesiz Ki, Allah Herşeye Hakkıyle Kaadirdir" (Âyet: İ4s) Babı [34]

 

19-.......Ebû İshâk şöyle demiştir: Ben el-Berâ ibn Âzib(R)'den işittim, o: Biz Peygamber'le birlikte onaltı yâhııd onyedi ay Beytu'l-Makdis tarafına doğru namaz kıldık. Sonra Allah O'nu Ka'be yönü­ne döndürdü, dedi.

 'Hangi yerden sefere çıkarsan namazda yüzünü Mescidi Haram 'a doğru çevir. Bu emir, Rabb 'inden gelen mutlak bir haktır. Allah, ya­pacaklarınızdan gâfİl değildir" (Âyet: 149).

"Onun şatrına", "Onun yönüne" demektir [35].

 

20-.......Abdullah ibn Dînârtahdîs edip şöyle demiştir: Ben İbn Umer(R)'den işittim, o şöyle diyordu: İnsanlar Küba'da sabah na-mâzı içinde bulundukları sırada onlara bir adam geldi de:

— Bu gece Kur'ân indirildi ve Ka'be tarafına yönelmek emro-lundu, siz de Ka'be tarafına yöneliniz! dedi.

Saff hâlindeki bu insanlar hiçbir değiştirme yapmaksızın, olduk­ları gibi yerlerinde döndüler de Ka'be tarafına yöneldiler; hâlbuki yüz­leri Şâm cihetinde idi.

"Hangi yerden çıkarsan (namazda) yüzünü Mescidi Haram'a doğru çevirir. (Siz de ey mü'minler) nerede olursanız olun, yüzlerini­zi o yana döndürün. Tâ ki, aleyhinizde insanların, içlerindeki zâlim olanlarından başkasının (tutunabileceği) hiçbir hüccet kalmasın. Ar­tık onlardan korkmayın, benden korkun. Tâ ki, size karşı olan nV-metimi tamamlayayım. (Bu sayede) siz de hidâyete kavuşmayı ümîd edebilirsiniz" (Âyet: 150) [36].

 

21- Bize Kuteybe ibn Saîd, Mâlik'ten; o da Abdullah ibn Dî-nâr'dan tahdîs etti ki, îbn Umer (R) şöyle demiştir: İnsanlar Kubâ'-da sabah namazı içinde bulundukları sırada kendilerine bir adam geldi ve:

— Bu gece Rasülullah'ın üzerine Kur'ân indirilmiş ve Ka'be ta­rafına yönelmesi emredilmiştir. Siz de Ka'be'ye yöneliniz, dedi.

İnsanların yüzleri Şâm tarafına yönelik iken hemen Ka'be cihe­tine döndüler.

 

17- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Şübhe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir. İşte kim o Beyt 7 hacc veya umre kasdı ile ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir be's yoktur. Kim gönlünden koparak bir hayır işlerse (mükâfatını görür). Çünkü Allah tâatlerin ecrini veren ve hakkıyle bilendir" (Âyet: ıss).

"Şeâir", "Alâmetler" demektir. Bunun müfredi "Şaîre'Mir. İbn Abbâs: "Safvân", "Taş"tır, "Hıcâre" de denilir. Bunlar öyle çıplak taşlardır ki, üzerlerinde hiçbirşey bitirmezler; bunun müfredi "Safvâne"dir, bu da "Safa" ma'nâsınadır. "es~Safâ" ise cemf içindir, demiştir [37].

 

22-.......Urve şöyle demiştir: Ben Peygamber'in zevcesi Âişe*-" ye şunu sordum:

— Yüce Allah'ın şu kavli hakkında ne dersin: "Şübhe yok ki Safa ile Merve A ilah Hn şeâirindendir. İşte kim o Beyt H hacc ve um e kasdıyle ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir günâh yoktur" buyurdu. Ben bu sözden o iki tepe arasında tavaf et­memekten hiçbir kimse üzerine bir günâh olmadığını düşünüyorum, dedim.

Âişe:           

— Hayır öyle değil. Eğer âyet senin söylemekte olduğun gibi (sa'y mubahtır demek) olsaydı, âyet: "Safa ile Merve arasında sa'y etme­mekte günâh yoktur" suretinde olurdu. Şübhesiz bu âyet Ensâr hak­kında indirilmiştir. Onlar İslâm'dan evvel Kudeyd mevkiinin hizasında bulunan Menât putu için ihrama girerlerdi. Ensâr'dan ihrama giren­ler (kendi putlarının karşısında üzerlerinde başkalarının Isâf ve Nai­le putları bulunan) Safa ve Merve arasında sa'y etmeyi günâh sayarlardı. İslâm Dîni gelince Ensâr: Safa ile Merve arasında sa'y et­mek bize ağır geliyor, diye bunun hükmünü Rasûlullah'tan sordu­lar. Bunun üzerine Allah: "Şübhe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir. İşte kim o Beyt 7 hacc ve umre kasdıyle ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir günâh yoktur" âyetini in­dirdi.

 

23-.......Âsim ibn Süleyman şöyle demiştir: Ben Enes ibn Mâlik(R)'e Safa ile Merve'den sordum. Enes: Biz bunlar Câhiliyet işin-dendir (bunları tavafla ibâdet ederlerdi) diye düşünürdük. İslâm'a giriş olunca bu iki tepe arasında sa'y etmekten kendimizi tuttuk. Bunun üzerine Yüce Allah: "Şübhe yok ki, Safa ile Merve Allah 'in şeâirin­dendir. İşte kim o Beyt 7 hacc veya umre kasdıyle ziyaret ederse, bun­ları güzelce tavaf etmesinde üzerine günâh yoktur" âyetini indirdi [38].

 

18- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"İnsanlar içinde Allah'tan gayrisini O'na emsal edinen adamlar vardır ki, onları Allah'a olan sevgi gibi severler. îmân edenlerin Allah'a sevgisi ise (herşeyden) sağlamdır. (Allah'a eşler uydurarak nefislerine) zulmedenler azabı görecekleri zaman, bütün kuvvetin hakîkaten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın hakîkaten pek çetin azâblı bulunduğunu bilselerdi" (Âyet: 165) [39].

"Endâden", "Azdâden", yânî "Muhalif benzerler" demektir; müfredi "Nidd"dir.

 

24-....... Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bir söz söyledi, ben de diğer bir söz söyledim. Peygamber:

  'Allah'in yarattıklarından herhangi birşeyi A Hah 'a denk ya­pıp, ona dua ederek ölen kimse ateşe girer" buyurdu.

Ben de:

— Allah'a bir benzer çağırmayarak ölen kimse cennete girer, de­dim [40].

 

19- Bâb:

 

' 'Ey îmân edenler, maktuller hakkında size kısas yazıldı. Hür, hür ile; köle, köle ile; dişi, dişi ile (kısas olunur). Fakat kimin lehinde maktulün kardeşi tarafından cüz'î birşey affolunursa (kısas düşer). Artık örfe uymak, onu

güzellikle ödemek (lâzımdır). Bu, Rabb'inizden bir hafifletme ve rahmettir. O hâlde kim bufafv ve edâ)dan sonra (kaatile) tecâvüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azâb vardır" (Âyet: ns).

Uf iye ( = Affolunursa)", "Terk olunursa" demektir [41].

 

25-.......Amr ibn Dînâr tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Mucâhid ibn Cebr'den işittim, şöyle dedi: Ben İbn Abbâs(R)'tan işittim, şöyle diyordu: İsrâîl oğullan'nda kısas vardı fakat onlarda diyet yoktu. Yüce Allah bu ümmete hitaben: "Üzerinize maktuller hakkında kı­sas yazıîdu Hür, hür ile; köle, köle ile; dişi, dişi ile (kısas olunur). Fakat kimin lehine maktulün kardeşi tarafından cüz T birşey affolu­nursa (kısas düşer)".

"Afv", kasden öldürmede (velînin affedilenden) diyeti kabul et­mesidir.

Ma'rüfatâbi' olmak ve güzellikle ödeme yapmak: Maktulün velîsi diyeti ma'rûfla yânî şiddet göstermeden ister, kısastan affedilen kimse de diyeti güzellikle, yânî bekletmeden ve eksiltmeden öder, demek­tir.

İşte bu (afv ve diyet hükmü, sizden önceki milletler üzerine ya­zılmış olan hükümlerden) Rabb'iniz tarafından yapılmış bir hafiflet­me ve bir rahmettir. Artık bundan sonra (yânî diyeti kabulden sonra) kim tecâvüz ederse ona acıklı bir azâb vardır.

 

26- Bize Muhammed ibnu Abdillah el-Ensârî tahdîs etti: Bize Humeyd tahdîs etti ki onlara da Enes, Peygamber(S)'in: "Allah'ın Ki-tâbı{nm) hükmü kısas yapmaktır" buyurduğunu tahdîs etmiştir.

 

27-.......Abdullah ibnu Ebî Bekr es-Sehmî şöyle demiştir: Bize Humeyd, Enes ibn Mâlik'ten tahdîs etti ki, Enes'in halası olan Rubeyy', bir cariyenin ön dişlerini kırmış, Rubeyy'in kavmi o cariyeden afv istediler. Cariyenin ailesi affetmediler. Rubeyy'in ailesi onlara diyet arzettiler. Cariyenin kavmi diyeti de kabul etmeyip kısasta direttiler. Akabinde Rasûlullah'a geldiler, O'nun huzurunda da (afv ve diyeti kabul etmeyip) kısasta direttiler. Bunun üzerine Rasûlullah (S) kısas ile emretti. (Rubeyy'in erkek kardeşi) Enes ibnu'n-Nadr:

— Yâ Rasûlallah! Rubeyy'in ön dişi kırılacak mı? Seni hakk ile gönderen Allah'a yemîn ederim (ve ümîd ederim) ki, Rubeyy'in dişi kırılmaz! dedi.

Rasûlullah:

  "Yâ Enes (ibne'n-Nadr)/ ^//a/z'm Kitâbı(n\n hükmü) kısastır" buyurdu.

Hakîkaten da'vâcılar bunun akabinde razı olup Rubeyy'den kı­sası affettiler. Bunun üzerine Rasûlullah:

  "Allah'ın kullarından öylesi vardır ki, o, Allah'a yemîn etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir" buyurdu [42].

 

20- "Ey İmân Edenler, Sizden Evvelkilere Yazıldığı Gibi, Sizin Üzerinize De Oruç Yazıldu Tâ Ki Konmasınız" (Âyet: 183) Bâbl [43]

 

28-.......Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: Âşûrâ günü Câhiliyet ahâlîsi oruç tutarlardı. Ramazân orucu emri inince Peygam­ber (S): "isteyen âşûrâ günü oruç tutar, isteyen de tutmaz" buyurdu.

 

29-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Âşûrâ günü, ramazân ayında oruç tutmak farz kılınmazdan önce oruç tutulur idi. Ramazân ayı oru­cunu tutma emri inince Peygamber (S): "Dileyen âşûrâ orucu tutar,

 

30-.......Bize Ubeydullah ibn Mûsâ,îsrâîl ibn Yûnus'tan; o da Mansûr'dan; o da İbrahim en-Nahaî'den; o da Alkame ibn Kays'tan haber verdi ki, Abdullah ibn Mes'ûd yemek yerken yanma Eş'as ibn Kays girdi de:

  Bu gün âşûrâdir! dedi. İbn Mes'ûd da:

— Âşûrâ, ramazân orucu inmezden önce oruç tutulur bir gün­dü. Ramazân orucu inince âşûrâ orucu terkedildi. Onun için yaklaş da bizimle yemek ye! dedi.

 

31-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Câhiliyet devrinde Kureyş âşûrâ günü oruç tutardı. (Hicretten önce) Peygamber (S) de âşûrâ orucu tutardı. Medine'ye hicret edip gelince de bu orucu (âdeti üzere) tut­tu. Sahâbîlerine de bu orucun tutulmasını emretti, (ikinci sene şa'-bân ayında) ramazân orucu inince, ramazân orucu farîza oldu, âşûrâ terkedildi. Artık dileyen âşûrâ orucunu tutar, dileyen de tutmaz ol­du [44].

 

21-“Oruç Sayılı Günlerdir. Artık Sizden Kim (O Günlerde) Hasta Yâhud Sefer Üzerinde Olursa, Tutamadığı Günler Sayısınca Başka Günlerde Tutar. Gücü Yetmeyenler Üzerine De Bir Yoksul Doyumu Fidye (Lâzımdır). Bununla Beraber Kim Gönül İsteğiyle Bir Hayır Yaparsa İşte Bu, Onun İçin Daha Hayırlıdır. Oruç Tutmanız Sizin Hakkınızda Hayırlıdır, Bilirseniz" (Âyet: Is4) Kavli Babı [45]

 

Atâ ibn Ebî Rebâh: Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, mükellef kişi hastalıktan dolayı ayın hepsinde oruç tutmaz, demiştir. el-Hasen el-Basrî ile İbrahim en-Nahaî, emzikli ve hâmile kadın hakkında:

Eğer bunlar kendi nefisleri yâhud çocukları üzerine bir zarar gelmesinden korkarlarsa oruç tutmazlar, sonra kaza ederler, demişlerdir.

Yaşlı ihtiyar oruç tutmaya güç yetiremezse (o da oruç tutmaz, üzerine kaza değil de fidye vâcib olur). Enes ihtiyar olduktan sonra bir yâhud iki yıl ramazânda her gün bir fakire ekmek ve et yedirip, oruç tutmamıştır. Âmmenin kıraati "Yutîkûnehû" şeklindedir, bu ekserdir [46]

 

32-.......Amr ibn Dînâr, Atâ ibn Ebî Rebâh'tan tahdîs etti. Atâ,İbn Abbâs'tan "Ve ale'llezîneyutavvakûnehû fıdyetun taâmu miskine" şeklinde okurken işitmiştir.îbn Abbâs:

— Bu âyet nesh edilmiş değildir. Âyetteki kişiler yaşlı erkek ile yaşlı kadındır ki, bunlar oruç tutmaya muktedir olamazlar; bu se-beble bunlar, her bir gün yerine bir fakiri doyururlar, demiştir [47].

 

22- Bâb:

 

'İçinizden kim o aya erişirse, onda oruç tutsun.,,(Âyet: 185)

 

33-.......Bize Ubeydullah, Nâfi'den; İbn Umer'in "Fidyetu ta­amı mesâkîne" şeklinde okuduğunu, "Ve aleHlezîneyutîkûnehu" âyeti neshedilmiştir, dediğini tahdîs etti [48].

 

34-....... Bize Bekr ibnu Mudar, Amr ibnu'l-Hâris'ten; o da Bukeyr ibnu Abdillah'tan; o da Selemetu'bnu'l-Ekvâ'ın âzâdlısı olan Yezîd'den tahdîs etti ki, Seleme (R) şöyle demiştir: "Oruca güç yeti-remeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye lâzımdır'' âyeti indi­ği zaman, oruç tutmamak ve fidye vermek isteyenler oldu. Nihayet ondan sonraki "İçinizden kim o aya erişirse, onda oruç tutsun"âye­ti indi de (sağlam ve mukîmler hakkında) bu oruç tutmayıp fidye ver­mek muhayyerliğini neshetti [49].

Ebû Abdillah el-Buhârî: Bukeyr ibn Abdillah, üstadı Yezîd ibn Ebî Ubeyd el-Eslemî'den önce vefat etti, dedi [50].

 

23-' 'Oruç Gecesinde Kadınlarınıza Yaklaşmak Size Halâl Edildi. Onlar Sizin İçin, Siz De Onlar İçin Birer Libâssınız. Allah Nefislerinize Karşı Za'f Göstermekte Olduğunuzu Bildi De Tevbenizi Kabul Etti, Sizi Bağışladı. Artık (Bundan Sonra Geceleri) Onlara Yaklaşın Ve Allah'ın Hakkınızda Yazdığını İsteyin" {Âyet: İ87)Bâbı

 

35-....... Ebû İshâk Amr ibn Abdillah şöyle demiştir: Ben el-Berâ ibn Âzib(R)'den işittim: Ramazân orucu indiği zaman sahâbî-ler ramazânın hepsinde kadınlara yaklaşmıyorlardı. Birtakım erkek­ler ise kendi nefislerine hıyanet ediyorlardı. Müteakiben Allah: "Allah sizin nefislerinize karşı za'fgöstermekte olduğunuzu bildi de tevbe­nizi kabul etti, sizi bağışladı... *' âyetini indirdi [51].

 

24- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Sâdık fecr olan ak iplik kara iplikten size seçilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.

Mescidlerde Vtikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza (geceleri de) yanaşmayın. Bu (hükümler) Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini böylece insanlara açıklar. Tâ ki korunsunlar" (Âyet: 187).

"el-Âkif", "el-Mukîm"dir.

 

36-.......Ebû Avâne, Husayn'dan; o daeş-Şa'bî'dentahdîs etti ki, Adiyy ibn Hatim bir beyaz, bir de siyah ip edindi. Nihayet gece, gecenin bir kısmı olunca onlara baktı, fakat bu iki ip kendisine açık­ça belirmediler. Sabaha yaklaşınca:

  Yâ Rasûlallah! Ben yastığımın altına iki ip koydum, dedi.

Rasûlullah (S):

  "Şübhesiz senin yastığın bu takdirde çok genişmiş. Çünkü (bu âyette zikredilen) beyaz iple siyah ip, senin yastığının altında olmuş­lardır (yânî çok uyumuşsun)" buyurmuştur.

 

37-....... Adiyy ibn Hatim (R) şöyle demiştir:

— Yâ Rasûlallah! Siyah iplikten seçilecek beyaz iplik nedir? Bun­lar hakîkaten iki ip midir? diye sordum.

O:

  "Eğer sen bu iki ipe baktıysan, şübhesiz sen elbette geniş kafalısın" buyurduktan sonra "Bunlar senin düşündüğün gibi iki ip değildir. Biri gecenin karanlığı, diğeri de gündüzün beyazlığıdır"^ bu­yurdu.

 

38-.......Sehl ibn Sa'd (R) şöyle demiştir:' "Size beyaz iplik si­yah iplikten seçilinceye kadar yiyin için" âyeti indi, fakat "Mine'I-fecri" beyânı inmemişti. Birtakım insanlar oruç tutmak istedikleri za­man, onlardan birisi ayaklarına beyaz ip ve siyah ip bağladı da o ip­ler kendisine iyice belirinceye kadar yemeğe devam etti. Akabinde Allah o kelâmın ardından "MineH-fecri{Fecrden)" beyânını indirdi. Sahâbîler böylece Allah'ın ancak gece ile gündüzü kasdetmekte ol­duğunu bildiler  [52].

 

25- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"... İyilik ve tâat, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik (Allah'tan) sakınandır. Evlere kapılarından gelin. Allah'tan sakının. Tâ ki muradınıza kavuşasınız" (Âyet: 189).

 

39-.......el-Berâ ibn Âzib (R): Ensâr ve Kureyş'ten başka diğer Arablar Câhiliyet devrinde (hacc ve umre niyetiyle) ihrama girdikleri zaman, evlerine (kapılarından değil de) arka taraflarından gelirlerdi. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: "İyilik ve tâat evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik Allah'tan sakınandır. Evlere ka­pılarından geliniz* [53]

 

26- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Fitne kalmayıncaya, dîn de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına hiçbir husûmet yoktur" (Âyet: 193) [54].

 

40-.......Bize Ubeydullah, Nâfı'den; o da İbn Umer(R)'den tahdîs etti. (Yetmiş üçüncü senenin sonunda Haccâc'ın Mekke'de) Abdullah ibnu'z-Zubeyr'i muhasara ettiği o fitne zamanında iki adam Abdullah ibn Umer'e geldiler de, ona:

— Şübhesiz insanlar helak edildiler (yâhud: Görmekte olduğun şu ihtilaflı işleri yaptılar). Sen ise Umer'in oğlu ve Peygamber'in sa-hâbîsi olduğun hâlde bu savaşa çıkmandan seni men' eden nedir? de­diler.

İbn Umer onlara:

— Beni bundan, Allah'ın kardeşimin kanını haram kılmış olması men' etmektedir, dedi.

O iki adam:

— Allah ' 'Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın'' bu-yurmadı mı? dediler.

İbn Umer de:

— Bizler onlarla harb ettik, nihayet hiçbir fitne kalmadı ve dîn de yalnız Allah'ın oldu. Sizler ise bir fitne olsun ve dîn de Allah'tan başkasına âid olsun diye harb etmek istiyorsunuz, dedi.

Usmân ibn Salih şunu ziyâde etti: Abdullah ibn Vehb şöyle de­di: Bana Fulân kişi (Mısır kaadısı ve âlimi Abdullah ibn Luhey'a'dır denildi) ile Hay ve ibnu Şurayh, Bekr ibn Amr el-Meâfirî'den haber verdi. Ona da Bukeyr ibn Abdillah, Nâfi'den şöyle tahdîs etmiştir: Bir adam İbn Umer'e geldi de:

— Yâ Ebâ Abdirrahmân! Azîz ve Celîl olan Allah yolunda ci­hâdı terkederek bir yıl hacc, bir yıl da umre yapmana seni ne şevket­ti? Hâlbuki sen Allah'ın cihâda çok teşvîk ettiğini bilmişsindir! dedi.

İbn Umer de ona:

— Ey kardeşim oğlu! İslâm beş şey üzerine kuruldu: Allah'a ve Rasûlü'ne îmân etmek, beş namazı kılmak, ramazân orucu tutmak, zekâtı ödemek, Ka'be'yi hacc yapmak dedi.

O zât:

— Yâ Ebâ Abdirrahmân! Allah'ın kendi Kitâbı'nda zikrettiği şeyi işitmiyor musun: "Eğer müzminlerden iki zümre birbiriyle dö-ğüşürlerse aralarım bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine kar­şı hâlâ tecâvüz ediyorsa, siz o tecâvüz edenle Allah Un emrine dö'nün-ceye kadar savaşın..." (ei-Hucurât: 9)?

"Onlarla hiçbir fitne kalmayıncaya kadar savaşın..." (d-Bakara: 193)! dedi,

İbn Umer:

— Biz Rasûlullah zamanında bunu yaptık. İslâm ehli az idi.. îrnân-lı kişi dîni hakkında fitneye uğratılırdı. Müşrikler onu ya öldürürler, yâhud da devamlı azâb ve işkence ederlerdi. Nihayet müslümânlar çoğaldı ve hiçbir fitne (yânî dînî baskı) kalmadı, dedi.

Bu sefer o zât İbn Umer'e:

— Alî ve Usmân hakkındaki görüşün, sözün nedir? dedi. İbn Umer:

— Usmân'a gelince, (Uhûd'daki kaçışını) Allah ondan affetmiş gibidir. Amma sizler ondan bu suçunu affetmeyi hiç istemediniz. Alî'ye gelince, o, Rasülullah'ın amcasının oğlu ve kızı Fâtıma'nın kocası-dır. -Ve eliyle işaret ederek:- (Rasülullah'ın odaları arasındaki) ye­rinde görüp durduğunuz şu ev, Alî'nin evidir, dedi [55].

 

27- Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Allah yolunda mallarınızı harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. (Dâima) iyilik edin. Çünkü Aüah iyilik edenleri sever" (Âyet: 195). "Tehlüke" ve "Helak" bir ma'nâyadır [56].

 

41-.......Bize Şu'be tahdîs etti ki, Süleyman ibn Mıhrân şöyle demiştir: Ben Ebû Vâil'den işittim; o da Huzeyfe'den. Huzeyfe (R): "Allah yolunda mallarınızı harcayın ve kendinizi tehlikeye atmayın" âyeti nafakayı, yânî Allah yolunda mal harcamayı terk hakkında in­di, demiştir [57].

 

28- Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Artık içinizden kim hasta olur yâhud da başından bir eziyeti bulunursa, ona oruçtan yâhud sadakadan yâhud da kurbândan biriyle fidye (vâcib olur)..." (Âyet: 196) [58].

 

42-.......Abdurrahmân ibnu'l-Esbahânî şöyle demiştir: Ben Ab­dullah ibn Ma'kıl'dan işittim, o şöyle dedi: Ben şu mescidin içinde, yânî Küfe Mescidi'nde Ka'b ibn Ucre(R)'nin yanma oturdum da ona "Oruçtan bir fidye" âyetim sordum. Ka'b ibn Ucre şöyle anlattı: (Hu-deybiye'de) bitler yüzüm üzerinde saçılıp dağılır hâlde ben Peygam-ber'in yanma taşındım. Peygamber (S):

  "Ben meşakkatin sende bu dereceye ulaştığını zannetmiyor­dum. Sen bir davar bulabilir misin?" diye sordu.

Ben:

  Hayır (bulamam), dedim. Peygamber:

  "Üç gün oruç tut, yâhud herbir fakire yarım sâ' ölçeği buğ­day düşmek üzere altı fakiri doyur ve başını tıraş et" buyurdu.

İşte bu âyet husûsî olarak benim hakkımda indi, fakat bu umû­mî olarak sizin hakkınızdadir, dedi [59].

 

29- Bâb:

 

'Kim hacca kadar umre ile fâidelenmek isterse... (Âyet: 196) [60]

 

43-....... îmrân ibn Husayn (R) şöyle demiştir: Allah'ın Kitâ­bı'nda mut'a âyeti, yânî haccda temettü' yapma âyeti inmiştir. Aka­binde biz de Rasûlullah'ın beraberinde temettü' haccı yaptık. Temettü' yapmayı haram kılan Kur'ân indirilmedi; ölünceye kadar Peygam­ber de bundan nehyetmedi. Bir adam kendi re'yi ile istediği şeyi söy­lemiştir.

Muhammed el-Buhârî: O adamın Umer olduğu söylenir, dedi [61].

 

30- Bâb:

 

 (Hacc mevsiminde ticâretle) RabbHnizden rızk istemenizde bir günâh yoktur1' (Âyet: i98).

 

44-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Ukâz, Mecenne ve Zu'l-Mecâz Câhiliyet devrinde birtakım büyük pazarlardı. Müslümanlar hacc mevsimlerinde buralarda ticâret yapmayı günâh saymışlardı. Bu­nun üzerine "Hacc mevsimlerinde (ticâretle) RabbHnizden rızk iste­menizde bir günâh yoktur..." âyeti indi [62].

 

31- Bâb:

 

"Sonra insanların döndüğü yerden siz de dönün. Allah'tan mağfiret isteyin. Şübhesiz ki, Allah çok mağfiret edicidir, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet: 199).

 

45-.......Âişe (R)'den (o, şöyle demiştir): Kureyş ile Kureyş'in dîninde olan müşrikler (Câhiliyet devrinde) Muzdelife'de vakfe ya­parlardı. Bunlara "Hums" ismi verilirdi. Bunlardan başka olan Arab hacıları ise Arafat'ta vakfe yaparlardı. İslâm gelince Allah, Peygam-ber'ine Arafat'a gitmesini, sonra orada vakfe yapmasım, bundan sonra dâ oradan dönmesini emretti. İşte bu, Yüce Allah'ın şu kavlidir: "Son­ra insanların döndüğü yerden siz de dönün.,." [63].

 

46-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Hacc niyetiyle ihrama girinceye kadar kişinin Beyt'i (hacc aylarında umre için) tavaf etmesi halâl değildi. Bineğine binip Arafat'a gittiğinde fidyesi deveden yâ­hud sığırdan yâhud koyundan kendisine kolay gelen bir hediye hay­vandır. Bunlardan kendisine kolay olandan hangisini isterse kurbân eder. Şu kadar ki, böyle bir kurbanlık bulması kolay olmayan kişiye arefe gününden önceki hacc günleri içinde üç gün oruç tutması vâcib olur. Eğer bu üç günün sonuncusu arefe günü olursa, üzerine günâh yoktur. Bundan sonra ikindi namazından tâ karanlık oluncaya ka­dar Arafat'ta vakfe yapmak için gitsin. Vakfeden sonra Arafat'tan hareket etmeye davransınlar. Arafat'tan hareket ettikleri zaman ge­ceyi geçirecekleri yer olan Muzdelife'ye kadar ilerlesinler. Sonra Al­lah'ı çok zikretsin(ler). Sabaha girmenizden önce tekbîr ve tehlîli çok söyleyiniz. Sonra (oradan Minâ'ya doğru) hareket ediniz. Çünkü insanlar da oradan hareket ediyorlardı. Ve Yüce Allah: "Sonra insan­ların (hep beraber) döndükleri yerden siz de dönün. Allah'tan mağfiret isteyin. Şübhesiz ki, Allah çok mağfiret edicidir, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet: 199) buyurdu. En sonunda cemreyi taşlarsınız [64].

 

32- Bâb:

 

'İnsanlardan kimi de: Ey Rabb 'imiz bize dünyâda da güzellik ver, âhirette de güzellik ver ve bizi o ateş azabından koru der" (Âyet: 201).

 

47-.......Enes ibn Mâlik (R): Peygamber (S) her zaman: "Yâ Allah! Ey Rabb'imiz, bize dünyâda da güzellik ver, âhirette de gü­zellik ver ve bizi o ateş azabından koru" diye duâ ederdi, demiştir [65].

 

33- Bâb:

 

"Hâlbuki o, düşmanların en yamanıdır... " (Âyet: 204). Atâ ibn Ebî Rebâh: "Nesi", "Hayavân"dır, demiştir [66].

 

48-.......Bize Sufyân es-Sevrî, îbn Cureyc'den; o da Abdullah ibn Ebî Muleyke'den; o da Âişe'den tahdîs etti. Âişe bu hadîsi Pey-gamber'e yükselterek "Allah'a erkeklerin en çok nefretlisi, düşman­lığı en şiddetli olanıdır" buyurdu, demiştir.

Ve Abdullah ibnu'l-Velîd el-Adenî şöyle dedi: Bize Sufyân es-Sevrî tahdîs etti. Bana İbnu Cureyc, tbnu Ebî Muleyke'den; o da Âi-şe'den; o da Peygamber'den senediyle tahdîs etti [67].

 

34- "Yoksa Siz, Sizden Evvel Geçenlerin Hâli Başınıza Gelmeden Cennete Girivereceğinizi Mi Sandınız? Onlara Öyle Yoksulluklar Ve Sıkıntılar Gelip Çattı Ve (Çeşitli Belâlarla) Sarsıldılar Kî, Hattâ Peygamberleri Beraberindeki Müzminlerle Birlikte: 'Allah'ın Yardımı Ne Zaman?' Diyordu. Gözünüzü Açın, Allah'ın Yardımı Muhakkak Yakındır" (Âyet: 214) Babı

 

49-.......İbn Cureyc şöyle demiştir: Ben İbn Ebî Muleyke'den işittim, şöyle diyordu: îbn Abbâs (R) şöyle dedi: "Hattâ o rasûller kavimlerinin îmânından ümîdlerini kesip de onların va 'd edildikleri ilâhî yardım hususunda muhakkak yalana çıkarıldıklarını zannettik­leri Sirada... " (Yûsuf: 110).

îbn Ebî Muleyke dedi ki: İbn Abbâs bu Yûsuf: 110. âyetinden anladığı "yardımın gecikmesi ve yavaş gelmesi" ma'nâsım el-Bakara: 214. âyetinden de anladı da: "Hattâ o rasül, maiyyetindekimüzmin­lerle birlikte; 'Allah hn yardımı ne zaman?' diyordu. Gözünüzü açın! Allah'ın yardımı muhakkak yakındır" (ei-Bakara: 214) âyetini okudu.

İbn Ebî Muleyke dedi ki: Ben Urvetu'bnu'z-Zubeyr'e kavuştum da ona bu âyette "Kuzibû" fiilindeki zâl harfinin şeddesiz okunma­sını sordum. O şöyle dedi: Âişe, İbn Abbâs* m bu fiildeki zâl'i şedde­siz okumasını inkâr ederek;

— Maâzallâhi ( = Allah'a sığınırım). Yemîn ederim ki, Allah Ra-sûlü'ne her ne va'd ettiyse, Rasûlü ölümünden önce o va'din muhak­kak gerçekleşeceğini kat'î olarak bilmiştir. Lâkin belâlar, rasûllerden hiç ayrılmayıp devam edip durdu da, maiyyetinde bulunan mü'min-İerin, kendilerini yalanlayacak olmalarından korkmuşlardır, dedi.

Âişe bu âyeti "Ve zannû ennehum kadkuzzibû" şeklinde zâl'in şeddesiyle okur idi [68].

 

35- Bâb:

 

"Kadınlarınız sizin (çocuk yetiştiren) tarlanızdır. O hâlde tarlanıza dilediğiniz gibi gelin. Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin. Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki, herhalde siz O 'na kavuşacaksınız. Îmân edenlere müjdele" (Âyet: 223).

 

50-.......Bize Abdullah ibnu Avn haber verdi ki, Nâfi' şöyle de­miştir: İbn Umer (R) Kur'ân okuduğu zaman, okumasını bitirinceye kadar Kur'ân'dan başka birşey konuşmazdı. Bir gün ben onun hu­zurunda Mushaf'ı tuttum, o da ezberden el-Bakara Sûresi'ni okudu. Nihayet ondan bir yere ulaştığında, bana:

  Sen bu âyetin ne hakkında indirildiğini bilir misin? dedi. Ben:

  Hayır bilmem, dedim. İbn Umer:

— Bu âyet şu şu hususta (yânî kadınlara arka taraflarından gel­mek sözleri hakkında) indirildi, dedi ve sonra okumasına devam et­ti.

Ve Abdussamed'den (o dedi ki): Bana babam Abdulvâris ibn Saîd tahdîs etti. Bana Eyyûb es-Sahtıyânî, Nâfi'den; o da İbn Umer'den tahdîs etti. İbn Umer "Kadınlarınıza istediğiniz gibi geliniz" kavli hakkında:

  Kocası kadına oradan gelir, demiştir.

Bu hadîsi Muhammed ibn Yahya ibn Saîd, babası Yahya ibn Sa-îd'den; o da Ubeydullah ibn Umer'den; o da Nâfi'den; o da İbn Umer'den olmak üzere rivayet etmiştir.

 

5l-.......Câbir (R) şöyle demiştir: Yahûdîler: Erkek, kadın ile arka tarafından gelip cima' ederse doğacak çocuk şaşı olur, derlerdi. (Bu bâtıl inancı yıkmak üzere) "Kadınlarınız sizin bir ekinliğinizdir. O hâlde tarlanıza dilediğiniz taraftan geliniz" âyeti indi [69].

 

36- Bâb:

 

"Kadınları boşadınız da iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru' bir surette anlaştıkları takdirde artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın..." (Âyet: 232).

 

52-.......el-Hasen el-Basrî şöyle demiştir: Bana Ma'kü ibnu Yesâr tahdîs edip: Benim bir kizkardeşim vardı, onu benden istiyorlardı, dedi.

.........Buradaki senedlerde Yûnus ibn Ubeyd, el-Hasen'den tah­dîs etti ki, Ma'kıl ibn Yesâr'ın kızkardeşini kocası boşamış ve kadım iddeti tamamlanıncaya kadar terketmiş. Akabinde boşayıp iddeti ta­mamlanan bu kadını velîsinden tekrar istemiş. Velîsi olan erkek kar­deşi Ma'kıl bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine "Artık kadınların kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın" âyeti inmiş­tir [70].

37- Bâb:

 

"Sizden ölenlerin geride bıraktıkları zevceler kendi nefislerini dört ay on gün bekletirler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru' vech ile yaptıkları şeyden dolayı size günâh yoktur. Allah, ne işlerseniz hakkıyle haberdârdır" (Âyet: 234)

"Affederlerse''\ "Hibe ederlerse" demektir [71].

 

53-.......Abdullah ibnu'z-Zubeyr şöyle dedi: "Sizden ölenlerin geride bıraktıkları zevceler kendi nefislerini dört ay on gün bekletir­ler... " (234.) âyeti var, bir de "Sizden zevceler bırakıp ölecek olan­lar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarılmayarak, yılına kadar fâidelen-melerini vasiyet etsinler. Bunun üzerine onlar kendiliklerinden çıkarlarsa, artık onların bizzat yaptıkları meşru' işlerden dolayı size meşrûtiyet yoktur..." (240.) âyeti var.

İbnu'z-Zubeyr dedi ki: Ben Usmân ibn Affân'a şöyle dedim:

— Bu 240. nafaka âyetini ondan önceki diğer âyet, yânî 234. (dört ay on gün bekleme) âyeti neshetmiştir. Böyle iken hükmü neshedilen bu âyeti Mushaf'ta niçin yazıyorsun? yâhud: Bu mensûh âyeti Mus­haf'ta niçin bırakıyorsun? dedim.

Usmân da:

— Ey kardeşimin oğlu! Ben Mushaf'tan hiçbirşeyi bulunduğu yerinden değiştirmem, dedi [72].

 

54- Bize İshâk ibn Râhûye tahdîs etti. Bize Ravh ibn Ubâde tahdîs etti. Bize Şibl ibnu Abbâd, Abdullah ibn Ebî Necîh'ten; o da Mucâ-hid ibn Cebr'den tahdîs etti. Mucâhid şöyle demiştir: "Sizden ölenle­rin geride bıraktıkları zevceler kendi nefislerini dört ay on gün bekletirler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman... " (234). Burada zik­redilen dört ay on günlük iddet, kadının, kocasının akrabaları ya­nında bekleyeceği iddettir ki, bu vâcib bir iddettir [73]. Yüce Allah: "Sizden zevceler bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarılmayarak yılına kadar fâidelenmelerini, bakılmalarını vasiyet etsinler. Bunun üzerine onlar kendiliklerinden çıkarlarsa, artık onla­rın bizzat yaptıkları meşru' işlerden dolayı size mes 'ûliyet yoktur..." 240. âyetini indirdi.

Mucâhid dedi ki: Allah evvelki âyette dört ay on gün iddet bek­leyen kadına, bir vasiyet olarak yedi ay yirmi gün daha ekleyip, sene­nin tamâmını tahsîs etti. O kadın isterse kendine yapılmış olan vasiyeti içinde ikaamet eder, isterse oradan çıkar. İşte bu Yüce Allah'ın: "Eş­lerinin evlerinden çıkarılmayarak fâidelenmelerini vasiyet etsinler, Bunun üzerine o kadınlar kendiliklerinden çıkarlarsa artık onların bizzat yaptıkları meşru' işlerden dolayı size meşguliyet yoktur" kavlidir. (Dört ay on günlük) iddet ise, olduğu gibi kadın üzerine vâcibdir. İb­nu Ebî Necîh, bunu Mucâhid'den olmak üzere söyledi.

Atâ ibn Ebî Rebâh da dedi ki: İbn Abbâs şöyle dedi: Bu âyet, kadının kendi ailesi yanında iddet beklemesini neshetti. Artık kadın istediği yerde (dört ay on günlük) iddetini bekler. Bu, Yüce Allah'ın: "Çıkarılmayarak..." kavlidir.

Atâ (İbn Abbâs'tan rivayet ettiğini tefsîr ederek) şöyle dedi: Ka­dın isterse kocasının ailesi yanında iddet bekler ve kendine yapılan vasiyette ikaamet eder, isterse Yüce Allah'ın: "Onların bizzat yap­tıkları meşru'işlerden size meşguliyet yoktur" kavlinden dolayı baş­ka yere çıkar gider.

Yine Atâ: Sonra (en-Nisâ: 11-12) mîrâs âyeti geldi de süknâ hakkım neshetti. Artık kadın (süknâ hakkı olmayarak, vasiyeti terkedip) di­lediği yerde iddetini bekler, dedi.

Ve Muhammed ibn Yûsuf el-Feryâbî'den: Bize Verkaa ibn Amr el-Havârizmî, İbn Ebî Necîh'ten; o da Mucâhid'den bu suretle tah­dîs etti. Ve yine Abdullah ibn Ebî Necîh'ten; o da Atâ'dan tahdîs etti ki, İbn Abbâs: Bu âyet, kadının, kendi ailesi içinde iddet beklemesi­ni neshetti, artık kadın istediği yerde iddetini bekler. Çünkü Yüce Al­lah: "Çıkarılmayarak,.." buyurmuştur. Bu da yukarıda, Mucâhid'den rivayet edilen tarzdadır [74].

 

55-.......Bize Abdullah ibnu Avn tahdîs etti ki, Muhammed ibn Şîrîn şöyle demiştir: Ben bir meclisde oturdum, orada Ensâr'dan bü­yük büyük adamlar vardı. İçlerinde Abdurrahmân ibnu Ebî Leylâ da vardı. Ben, Abdullah ibn Utbe'nin, Haris kızı Subey'a'nın durumu hakkındaki hadîsini zikrettim. Abdurrahmân ibn Ebî Leylâ:

— Lâkin onun amcası olan Abdullah ibn Mes'ûd buna kaail ol­mazdı (yânı bu hükmü söylemezdi), dedi.

Bunun üzerine ben (Abdullah ibn Utbe'yi kasdederek):

— Eğer Kûfe'nin yanı başında ikaamet eden bir adama isnâden yalan söylediysem şübhesiz ben cesaretli, yânı utanmaz bir kimseyim-dir, dedim.

Bu sırada İbn Şîrîn sesini yükseltti de şöyle dedi:

— Sonra ben çıktım, akabinde Mâlik ibn Âmir'e yâhud Mâlik ibn Avf'a kavuştum ve ona: Hâmile iken kocası ölmüş olan kadının iddeti hakkında İbn Mes'ûd'un görüşü nasıl idi? diye sordum. O da bana şöyle cevâb verdi: İbn Mes'ûd: Siz o kadına ruhsatı tatbik etme­yerek, onun üzerine uzun olan iddeti mi tatbik ediyorsunuz? Yemîn olsun kısa olan en-Nisâ Sûresi, yânî et-Talâk Sûresi, en uzun iddet olan bu el-Bakara âyetinden sonra inmiştir, dedi.

Eyyûb es-Sahtıyâriî de Muhammed ibn Sîrîn'den söyledi ki, İbn Şîrîn (şekksiz olarak):

— Ben Ebû Atıyye Mâlik ibn Âmir'e kavuştum..., demiştir [75].

 

38- "Namazları Ve Orta Namazı Muhafaza Ediniz. (Âyet: 238) Babı

 

56-.......Buradaki iki senedle Alî (R) şöyle demiştir: Peygam­ber (S) Hendek günü: "Müşrikler bizi güneş batıncaya kadar orta na­mazından habsettiler. Allah onların kabirlerini ve evlerini ateş dol­dursun" buyurdu.

Râvî Yahya ibn Saîd: Yâhud Peygamber: "Allah onların kabir­lerini ve içlerini ateş doldursun" buyurmuştur, diye şekk ile rivayet etmiştir [76].

 

39- "Ve Allah İçin Tam Huşu' Ve Taâtle Dîvân Durun Yânî "Tam İtaat Ediciler Olarak Namaza Durun" (Âyet: 238) Babı

 

57-.......Zeyd ibn Erkam (R) şöyle demiştir: Bizler namaz için­de kelâm söylerdik. Bizim birimiz yanındaki kardeşine ihtiyâcı husûsunda söz söylerdi. Nihayet şu: "Namazları ve orta namazı muhafaza ediniz. Allah 'in dâvânına tam huşu' ve itaatle durun" âyeti indi de, bunun üzerine bize namazda sükût etmemiz emredildi [77].

 

40- Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Fakat korkarsanız, o hâlde (namazı) yürüyerek yâhud süvârî olarak kılın (bırakmayın). Tehlikeden emîn olduğunuz vakit ise yine Allah'ı, size bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise öyle anın" (Âyet: 239).

Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi [78]:

"Kursiyyuhu", "Onun ilmi" demektir. "Bastaten", ziyâde ve fazlaya denilir. "Efriğ", "Boşalt" yânî "İndir"; "Velâ yeûduhû", "Ona ağır gelmez"; "Âdenf, "Bana ağır gelip belimi büktü", "el-Âdu ve'l-Aydu" "Kuvvet"; "es-Sinetu", "Uyku başlangıcı, mızganma, uyuklama"; "Lem-yetesenneh", "Değişmedi, bozulmadı"; "Fe-buhıte", "Hücceti gitti", "Hâviye", "İçinde hiçbir can yoldaşı, yânî hiçbir kimse yok"; "Urûşuhâ", "Binaları", "es-Sinetu", "Uyku başlangıcı, uyuklama"; "Nûnşiruhâ", "Onu çıkarırız". "Vsârun"; "içinde ateş bulunan kalın bir sütün gibi  yerden göğe doğru şiddetle esip herşeyi koparan rüzgâr, kasırga".

İbn Abbâs da: "Salden", "Üzerinde hiçbirşey bulunmayan"demektir, dedi.

İkrime de: "Vâbilun", "Şiddetli yağmur"; "et-Tallu", "Hafif yağmur, çiğ, nem"dir dedi. İkrime'nin zekrettiği bu şeyler mü'min amelinin meselidir [79].

 

58-.......Bize Mâlik, Nâfi'den tahdîs etti ki, Abdullah ibn Umer (R) kendisine korku namazı sorulduğu zaman şöyle der idi: İmâm Öne geçer, insanlardan bir taife de onun arkasında saff durur. İmâm onlara bir rek'at namaz kıldırır. Bu sırada onlardan bir taife namaz kılanlarla düşman arasında bulunur, namaz kılmayip, onları korur­lar, îmâm'ın beraberindekiler bir rek'at kıldıkları zaman selâm ver­meyerek, o namaz kılmayanların bulunduğu yere çekilirler. Bu sefer o namaz kılmamış olanlar, imâmın arkasına geçip imâmla birlikte bir rek'at namaz kılarlar. Sonra imâm İki rek'at kılmış olduğu hâlde se­lâm verip namazdan çıkar. İmâm namazdan çıktıktan sonra o iki ta­ifeden herbiri kendi başlarına birer rek'at daha namaz kılarlar. Böylece iki taifeden her biri iki rek'at namaz kılmış olur. Korku bundan da çok olursa, ister yaya olarak ve ayaküstü durarak (yânî rükû' ve sucûdu terkederek), ister hayvan üzerinde olarak, kıbleye ister yüzle-yerek, ister yüzlemeyerek (îmâ ile) kılarlar.

Nâfi': İbn Umer bu ta'rîfi muhakkak Rasûlullah'tan; O'nun ta'-rîfi olmak üzere söyledi zannederim, demiştir [80].

 

41- Bâb:

 

"Sizden zevcelerini geride bırakıp Ölecek olanlar eşlerinin kendi evlerinden çıkarılmayarak, yılına kadar fâidelenmelerini vasiyet etsinler. Onlar kendiliklerinden çıkarlarsa artık onların bizzat yaptıkları meşru' işlerden

dolayı size meşguliyet yoktur... " (Âyet: 240).

 

59-.......Bize Habîb ibnu'ş-Şehîd tahdîs etti ki, İbnu Ebî Muleyke şöyle demiştir: Abdullah ibnu'z-Zubeyr dedi ki: Ben Usmân ibn Affân'a:

— el-Bakara Sûresi'ndeki şu "Sizden zevcelerini geride bırakıp ölecek olanlar eşlerinin kendi evlerinden çıkarılmayarak, yılma ka­dar fâidelenmelerini vasiyet etsinler... " (Âyet: 240) âyetini diğer (234.) âyet neshetmiştir. Böyle iken sen o neshedilmiş âyeti niçin Mushaf'a yazıyorsun? dedim.

Usmân:

— Sen de onu yerinde bırakacaksın, ey kardeşimin oğlu! Ben Mushaf'tan hiçbirşeyi bulunduğu yerinden değiştirmiyorum, dedi. Humeyd ibnu'l-Esved: Bu metin tarzında demiştir [81].

 

42- Bâb:

 

*Hani İbrahim: 'Ey Rabb Jim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster demişti-.. " (Âyet: 200)

 

60-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Biz şekketmeye İbrahim'den daha haklıyız: Hani İbrahim: Ey Rabb Hm, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, demiş, Allah da: İnanmadın mı yoksa? demiş; o da: İnandım, fakat kalbimin (gözüm­le de görerek) yatışması için (istedim) demişti" [82].

 

43- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Sizden herhangi biriniz arzu eder mi ki, hurmalardan, üzümlerden onun bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun, (fakat) ona ihtiyarlık çöksün, âciz ve küçük çocukları da olsun, derken o bahçeye içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o yanıversin? İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildirir. Olur ki iyi düşünürsünüz" (Âyet: 266).

 

61-.......İbn Cureyc şöyle demiştir: Ben Abdullah ibn Ebî Muleyke'den işittim; o, İbn Abbâs'tan tahdîs ediyordu: Yine İbn Cu­reyc şöyle demiştir: Ben onun kardeşi Ebû Bekr ibn Ebî Muleyke'den de işittim; o da Ubeyd ibn Umeyr (el-Leysî el-Mekkî)'den tahdîs edi­yordu. O şöyle demiştir: Umer ibnu'l-Hattâb (R) bir gün Peygam-ber'in sahâbîlerine hitaben:

— Şu "Sizden herhangi biriniz arzu eder mi ki..." âyeti hangi şey hakkında indi düşünürsünüz? diye sordu.

Oradakiler:

  Allah en bilendir, dediler.

Bu cevâb üzerine Umer öfkelendi de:

  Biliyoruz, yâhud bilmiyoruz deyiniz, dedi. İbn Abbâs:

— Benim gönlümde o âyetten birşey (bir ilim) var ey Mü'minle-rin Emîri! dedi.

Umer de ona:

  Ey kardeşim oğlu! Kendini küçük görmeyerek söyle! dedi. İbn Abbâs:

— Bir amel için mesel yapılmıştır, dedi. Umer:

  Hangi amel için? dedi.

İbn Abbâs yine "Bir amel için" dedi. Umer:

— Azîz ve Celîl olan Allah'ın tâatiyle amel eden zengin bir adam için ki, sonra Allah o adama şeytânı yolladı, o da ma'siyetlerle amel etti. Nihayet Allah o adamın iyi amellerini zayi' etti.

"Fe-surhunne", ''Onları parça parça kes" demektir [83].

 

44- Bâb:

 

"Onlar insanlardan yüzsüzlük edip de birşey istemezler..," (Âyet: 273».

"Elhafe aleyye", "Elahha aleyye" ve "Ahfâni bi'l-mes'ele"; bunların hepsi bir ma'nâya olup "İstekte aşın gitti" demektir.

"Fe-yuhfıkum", "Israrla istemekte sizi yorar" elemektir.

 

62-.......Atâ ibn Yesâr ile Abdurrahmân ibn Ebî Amre el-Ensârî; ikisi şöyle demişlerdir: Biz Ebû Hureyre(R)'den işittik, o şöyle diyordu: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Miskin, insanların verdiği bir hur­ma, iki hurma, bir lokma, iki lokmanın geri çevirdiği şu dilenci kişi değildir. Hakîkî miskin (kendisini geçindirecek nafakası olmadığı hâl­de) insanlara el açıp istemekten çekinip iffetli kalmağa çalışan kim­sedir. İsterseniz okuyunuz."

Buhârî'nin üstadı Saîd ibn Ebî Meryem: Yüce Allah'ın şu kavli­ni kasdediyor, dedi: "Onlar insanlardan yüzsüzlük edip birşey iste­mezler..."[84].

 

45- Bâb:

 

'Hâlbuki Allah alışverişi halâl, ribâyı (faizi) haram kılmiştir" (Âyet: 275).

"el-Mess"* "Delilik"tir.

 

63-.......Bize Müslim (ibnu's-Subayh el-Kûfî), Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle demiştir: el-Bakara Sûresi'nin sonundan ribâ hakkındaki âyetler indiği zaman, Rasülullah (S) bu âyetleri insanla­ra karşı okudu. Sonra şarâb hususunda ticâret yapmayı haram kıldı [85].

 

46- Bâb: "Allah Ribâyı Mahveder" (Âyet: 276), Onu Tamâmiyle Giderir [86]

 

64-....... Süleyman ibn Mıhrân şöyle demiştir: Ben Ebû'd-Duhâ'dan işittim; O, Mesrûk'tan tahdîs ediyordu: Âişe (R) şöyle de­miştir: el-Bakara Sûresi'nin sonlarındaki âyetler indiği zaman Rasü­lullah çıktı da mescidde bunları okudu. Akabinde şarâb hususundaki ticâreti haram kıldı.

 

47- Bâb:

 

'(Eğer böyle yapmazsanız) Allah ve Rasûlü'nden mutlak bir harb olunacağını bilin'1'' (Âyet: 279) [87].

 

65-.......Şu'be, Mansûr'dan; odaEbû'd-Duhâ'dan; o da Mes­rûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle demiştir: el-Bakara Sûresi'nin sonundan o âyetler indirildiği zaman Peygamber (S) onları mescidde okudu ve şarâb ticâretim haram kıldı.

 

48- Bâb:

 

"Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar mühlet verin. Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz" (Âyet: 280).

Ve bize Muhammed ibn Yûsuf, Sufyân es-Sevrî'den; o da Man-sûr'dan ve el-A'meş'ten; onlar da Ebû'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'-tan söyledi ki, Âişe (R) şöyle demiştir: el-Bakara Sûresî'nin sonundan o âyetler indirildiği zaman, Rasûlullah (S) mescidde ayağa kalktı da, bu âyetleri bize karşı okudu. Sonra şarâb hakkında ticâret yapmayı haram kıldı [88].

 

49- Bâb:

 

"Öyle bir günden sakının ki, hepiniz o gün Allah*a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmeyecektir" (Âyet: 28i>.

 

66-.......İbn Abbâs (R): Peygamber (S)'in üzerine inen son hü­küm âyeti, ribâ âyetidir, demiştir [89].

 

50- "(Göklerde Ne Var, Yerde Ne Varsa Hepsi Allah'ındır.)

 

Eğer siz içinizdekini açıklar yâhud gizlerseniz, Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra kimi dilerse ona mağfiret eder, kimi dilerse onu da azâblandırır. Allah herşeye kaadirdir" (Âyet: 284).

 

67-.......Bize Miskin (ibn Bukeyr el-Harrânî), Şu'be'den; o da Hâlid el-Hazzâ'dan; o da Mervân el-Asfar'dan; o da Peygamber'in sahâbîlerinden olan bir adamdan -ki o, İbn Umer'dir- bu "Eğer ne~ fislerinizdekini açıklar yâhud gizlerseniz... " âyeti nesh edilmiştir, diye tahdîs etti [90].

 

51- Bâb:

 

"O Rasûl, RabbHnden kendisine indirilene îmân etti...' (Âyet: 285-286).

İbn Abbâs: "Isran", "Ahden" demektir; "Gufrâneke" denilir ki, "Mağfiretini isteriz, bize mağfiret eyle" demektir, demiştir.

 

68-.......Bize Şu'be, Hâlid el-Hazzâ'dan; odaMervânel-Asfar'dan; o da Rasûlullah'm sahâbîlerinden olan bir adamdan onun -el-Asfar: Ben o mübhem adamın İbn Umer olduğunu zannediyorum, demiştir 'Eğer siz nefislerinizdekini açıklar yâhud gizlerseniz. " âye­tini ondan sonraki âyet neshetti, dediğini haber verdi [91].

 

3- Alu Imrân Sûresi

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle [92]

 

52- Bâb [93]

 

"Tukaat" ve "Takıyye" bir ma'nâya olup "Birşeyden sakınmak" demektir.

"Sırmn", soğuğun şiddeti ve soğuk ma'nâsinadır.

"Şefâ hufratin", çukurun ucu ve kenarı demektir; kuyunun kenarı gibi ki, o da onun ucu, kenarı, sivri ve keskin kıyışıdır.

"Tubevviu", "Asker yeri ediniyordun" demektir.

(el-Musevvemu", bir alâmetle yâhud beyaz yün ile yâhud alâmet olabilen şeylerle bir nişanı olan demektir.

"Rıbbiyyûne" cemi'dir; tekili "Rıbbiyy'Mir; "Rabbe mensûb âlim (veya cemâat) ma'nâsınadır.

"Tehıssûnehum", (Allah'ın sizi onlar üzerine saldırtması ve izni ile) "Siz onları öldürüp köklerini kazıyordunuz" demektir.                        

"Guzzen"; tekili "Gazi" olup, gazve yapan, yânî düşmanla cenk ve kıtal etmeye giden mücâhid 9,                          ma'nâsınadır.

"Senektubu", "Yazacağız" yânî "Onların söylediklerini ilmimizde muhafaza edeceğiz" demektir.

"Nuzulen min indillâh = Allah indinde bir sevâb olarak".

Bu, "Nuzulen" masdarının "Ben onu konuk ettim" sözünde olduğu gibi mefûl isim sîgası ile "Ve vt:  munzelun min indillâh", yânî "Allah yanında konuk edilmiş olarak" ma'nâsına olması da caiz olur.

("Nüzul", konuk için hazırlanan ikram olup, sonra genişletilip rızk ma'nâsına da kullanılmıştır.)

Mucâhid: "el-Haylu'l-musevvemetu", "İnce ve son derece güzel atlar" ma'nâsınadır, demiştir. İbn Cubeyr: "Hasûran", Şehvetlere meyli ve kudreti olmakla beraber kemâlinden dolayı nefsini men' edip kadınlara gitmeyen ma'nâsınadır, demiştir. îkrime: "Min fevrihim", "Bedir günü öfkelerinden" demektir. Mucâhid: "Yuhricu'l-hayye = Diriyi çıkarır" sözünün tefsirinde:

"Nutfe (göz görüşünde hareketsiz) Ölü gibi çıkar, hâlbuki ondan, yânî meniden canlı yavru çıkar" demiştir.

"el-îbkâr", fecrin evvelidir. "Aşıyy" ise güneşin meylidir. Ben onu güneşin batma tarafına meylidir zannediyorum.

 

53- (Bâb:)

 

"Ondan bir kısmı muhkem âyetlerdir". Mucâhid şöyle demiştir: Bunlar haram ve halâldir.

"Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir". Bunlar da birbirlerini tasdîk ederler. Bunlar Yüce Allah'ın şu kavilleri gibidir:

"... Allah onunla birçoğunu şaşırtır, yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla /âşıklardan başkasını şaşırtmaz" (el-Bakara: 26).

"Allah'ın izni olmadan hiçkimsenin îmân etmesi mümkin değildir. O, akıllarını iyi kullanmayanlara murdarlık verir" (Yûnus: ıoo).

"Hidâyeti kabul edenlere gelince, Allah onların muvaffakiyetini artırmış, onlara (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir" (Muhammed: n>.

"Zeyğ", "Şekk" demektir. "Fitne istemek", müteşâbihleri aramak demektir. "Râsihûn, yânî itimde üstün olanlar bilirler de: Biz O'na îmân ettik, derler" [94]

 

69-.......Bize Yezîd ibnu İbrâhîm et-Tusterî, Abdullah ibn Ebî Muleyke'den; o da el-Kaasım ibn Muhammed'den tahdîs etti ki, Âi-şe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şu âyeti okudu: "Sana Kitâb*ı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki, bunlar Kitâbhn anasıdır (temelidir). Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalble-rinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve onun te'vîline yelten­mek için, onun müteşâbih olanına tâbi' olurlar. Hâlbuki onun te 'vttini Allah Han başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye erenler ise: Biz ona inandık. Hepsi Rabb 'imiz katındadır, derler. (Bunları) salim akıllı­lardan başkası iyice düşünemez" (Âyet: 7).

Âişe dedi ki: Rasûlullah: "Sen Kur'ân 'in yalnız müteşâbih âyet­lerine uyan dalâlet sahihlerini gördüğünde, işte onlar Allah 'in bu âyette isim ve sıfatlarını söylediği kimselerdir, artık hepiniz onlardan sakınınız" buyurdu [95].

 

54- Bâb:                         

 

“Ben onu da, zürriyetini de o taşlanmış şeytandan Sana ğdirinm" (Âyet: 36).

 

70-.......Bize Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; o daSaîdibnu'l-Müseyyeb'den; o da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Doğumları hiçbir çocuk yoktur ki, doğuru-lurken şeytân ona muhakkak dokunur olmasın. İşte şeytânın ona bu dokunmasından dolayı çocuk çığrınarak ağlar. Şeytânın bu dokun­masından Meryem ile oğlu İsâ müstesnadırlar."

Sonra Ebû Hureyre: İsterseniz "Ben onu ve zürriyetini o taşlan­mış şeytândan Sana ısmarlarım" âyetini okuyunuz, dedi [96].

 

55- Bâb:

 

"Hakikat, Allah'a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel az'bir bahâyı satın alanlar, işte onlar; onlar için ahirette

hiçbir nasîb yoktur -hiçbir hayır yoktur-... " (Âyet: ıi)

"Elîm", "el-Elem" kökünden "Mu'lim" yânı "Elem verici, acıtıcı" demektir. Bu "Elim" lafzı, mufîl yerindedir.

— O âyet benim hakkımda indirildi: Amcamın oğlunun topra­ğında benim bir kuyum vardı. (O bunu inkâr ediyordu.) Peygamber bana: "(O kuyunun senin olduğuna) Beyyinen yâhud onun yemini lâzımdır" buyurdu. Ben: Yâ Rasûlallah, bu takdirde o yemîn eder, dedim. Bunun üzerine Peygamber: "Her kim müslümân bir kişinin malını koparıp almak için yalancı olarak sabr yemini yaparsa, o kimse Allah'ın öfkesine uğrayarak Allah'a kavuşur" buyurdu [97].

 

72-....... Bize el-Avvâm ibnu Havşeb, İbrâhîm ibn Abdirrahmân'dan; o da Abdullah ibn Ebî Evfâ(R)'dan (şöyle dediğini) haber verdi: Bir kimse çarşıda bir malı satışa çıkardı. Satıcı, müslümânlar-dan alıcı olan bir kimseyi kandırmak için bu mala onun vermediği para verilmiştir diye yemîn etti. Akabinde şu âyet indi: "Hakikat Al­lah 'a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel az bir bahâyı satın alan­lar, işte onlar; onlar için âhirette hiçbir nasîb yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onlan temize çıkarmaz. Onlar için pek acıtıcı bir azâb vardır" [98].

 

73-.......Abdullah ibn Ebî Muleyke'den (o, şöyle demiştir): İki kadın bir ev içinde yâhud bir hücrede deri işleri dikerlerdi. Bunlar­dan birisi avucuna biz batırılmış olarak dışarı çıktı ve öbür kadın aley­hine da'vâ etti. Kadınların bu da'vâsı İbn Abbâs'a arz olundu. îbn Abbâs:

— Rasûlullah (S): "Eğer insanlara yalnız da'vâlanyle (delilsiz, şâhidsiz) istedikleri şeyler verilecek olsaydı, kavmin malları ve kan­ları zayi' olup giderdi" buyurdu. Aleyhine da'vâ edilen kadına, Al­lah adına yalan yere yemîn etmenin fenalığını hatırlatınız ve şu âyeti de kendisine okuyunuz, dedi: "Allah 'in ahdini ve yeminlerini az bir paraya değişenler, işte bunlar için âhirette hiçbir nasîb yoktur..."

İbn Abbâs'ın bu emri üzerine oradakiler da'vâlı kadına bunları hatırlattılar. Bunun üzerine da'vâlı kadın suçunu i'tirâf etti. İbn Ab­bâs da'vâcı kadına da:

— Peygamber (S): "Yemîn da'vâlıya düşer" buyurdu, dedi" [99].

 

56- Bâb:

 

"De ki: Ey kitâbhlar, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi (ve âdil) bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına tapmayalım..." (Âyet: 64).

"Sevâın", "Kasdin" yânî "Adaletli" demektir [100].

 

74- Bana İbrâhîm ibn Mûsâ, Hişâm ibn Yûsuf es-San'ânî'den; o da Ma'mer ibn Râşid'den tahdîs etti.

Ve yine bana Abdullah ibmı Muhammed el-Müsnidî tahdîs etti. Bize Abdurrazzâk tahdîs etti. Bize Ma'mer haber verdi ki, ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Utbe haber verip şöyle dedi: Bana îbnu Abbâs tahdîs edip şöyle dedi: Bana Ebû Suf-yân, kendi ağzından benim ağzıma olmak üzere, yânî ağız ağıza tah­dîs edip şöyle dedi: Ben, benimle Rasûlullah arasında yapılmış olan sulh müddeti içinde gittim.

Ebû Sufyân dedi ki: Ben Şam'da bulunduğum sırada iken Pey-gamber'den Hırakl'e bir mektûb getirildi.

Ebû Sufyân dedi ki: Bu mektubu Dıhye ibn Halîfe el-Kelbî ge­tirmiş ve mektubu Busrâ ahâlîsinin büyüğüne (Haris ibn Ebî Şemir el-Gassânî'ye) vermiş, Busrâ'nın büyüğü olan bu zât da mektubu Hı­rakl'e vermişti.

Ebû Sufyân dedi ki: Hırakl:

— Şu kendisinin peygamber olduğunu söylemekte olan adamın kavminden burada kimse var mı? diye sordu.

Yanındakiler:

— Evet vardır, dediler.

Ebû Sufyân dedi ki: Akabinde ben Kureyş'ten bir toplulukla be­raber çağrıldım. Hırakl'in huzuruna girdik ve Hırakl'in önünde otur­tulduk. Hırakl:

— Peygamber olduğunu söylemekte olan bu Zât'a neseb yönün­den en yakın bulunanız hanginizdir? diye sordu.

Ebû Sufyân dedi ki:

  Benim, dedim.

Kitâbu't-Tefsîr/4255

Beni HırakPin önünde oturttular, arkadaşlarımı da benim arkam­da oturttular. Sonra tercümanım çağırdı da ona:

— Bunlara söyle ki, ben, peygamber olduğunu söylemekte olan o Adam hakkında bu zâta bâzı şeyler soracağım. Eğer bu zât bana yalan söylerse, sizler onu tekzîb ediniz de! dedi.

Ebû Sufyân dedi ki: Allah'a yemîn ederim ki, arkadaşlarımın benim yalanımı ötede beride yaymaları olmayaydı, muhakkak (Pey­gamber hakkında) yalan uydururdum. Bundan sonra Hırakl, tercü­manına:

— Bu adama: Sizin içinizde O'nun hasebi (kıymeti, şerefi) nasıl­dır? diye sor! dedi.

Ebû Sufyân dedi ki:

  O içimizde haseb sahibidir, dedim [101].

  Babaları içinde bir melik var olmuş mudur? dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

  Hayır, dedim.

— Söylediğini söylemesinden önce (yânî dav'vetten önce) siz O'nu hiç yalan söylemekle ittihâm ettiniz mi? dedi.

Ben:

  Hayır, dedim. Hırakl:

— O'na insanların eşrafı mı, yoksa zaîfleri mi tâbi' oluyorlar? dedi.

Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

  O'na halkın eşrafı değil, zaîfleri tâbi' oluyorlar, dedim.

— O'na tâbi' olanlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı? dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

  Hayır onlar eksilmiyorlar, fakat artıyorlar, dedim. Hırakl:

— İçlerinde O'nun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten do­layı dînden dönen kimse var mı? dedi.

Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

  Hayır yoktur, dedim.

  O'nunla harb ettiniz mi? dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

  Evet harb ettik, dedim. Hırakl:

  O'nunla harbiniz(in sonucu) nasıl oldu? dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

— Bizimle O'nun arasında harb nevbet nevbet olur: Bazen O bize zarar verir, bazen de biz O'na zarar veririz, dedim.

Hırakl:

  O gadr ediyor mu (yânî ahdi bozuyor mu)? dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

— Hayır O gadr etmiyor, ancak biz şimdi O'nunla bir müddete kadar mütâreke halindeyiz; bu müddet içinde ne yapacağını bilmi­yoruz, dedim.

Ebû Sufyân dedi ki: Allah'a yeminle söylüyorum, bu sözden baş­ka konuşma içine bir kelime sokmam bana mümkin olmadı. Hırakl:

— Sizden bu sözü O'ndan evvel söylemiş (yânî O'ndan evvel pey­gamberlik da'vâsına kalkışmış) bir kimse var mı? dedi.

Ben:

  Hayır yoktur, dedim. Sonra tercümanına dedi ki:

— Ona söyle: Ben sana içinizde O'nun hasebini sordum. Sen içi­nizde O'nun haseb sahibi olduğunu söyledin. Rasûller de böyle ka­vimlerin haseb sâhibleri içinden gönderilirler.  Ben sana, O'nun babaları içinde bir melik var mıdır diye sordum. Sen hayır yoktur dedin. Ben de babalarından bir melik olaydı, bu da babalarının hü­kümdarlığını geri almak isteyen bir kimsedir diye düşünürdüm de­dim. Ve yine ben sana O'na tâbi' olanlar halkın zaitleri midir, yoksa eşrafı mıdır? diye sordum. Sen: Hayır O'nun tâbi'leri halkın zaîfle-ridir, dedin. Rasûllerin tâbi'leri de zâten onlardır. Ve yine ben sana, o söylediği peygamberlik sözünü söylemesinden önce, sizler O'nu yalan söylemekle ittihâm eder miydiniz diye sordum. Sen: Hayır, O'nun yalan söylediğini görmedik, dedin. Ben de şu hakikati bildim ki: Ön­ceden insanlara karşı yalan söylememiş iken, sonradan gidip de Al­lah'a karşı yalan söyleyemezdi. Ve yine ben sana, onlardan O'nun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı dînden dönen var mir dır diye sordum. Sen: Hayır dînden dönen yoktur, dedin. îmân da mûcib olduğu neş'e ve gönül ferahı kalblere karışıp kökleşince böyle olur. Ben sana, onlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı diye sor­dum. Sen: Onlar artıyorlar, dedin. İşte îmân da tamamlanıncaya ka­dar hep böyle bu minval üzere gider. Ben sana, O'nunla harb ettiniz mi diye sordum. Sen: O'nunla harb ettiğinizi, harbin sizinle O'nun

arasında nevbet nevbet olup bazen O'nun size zarar verdiğini, bazen de sizin O'na zarar verir olduğunuzu söyledin. Rasûller de böyle im­tihana tâbi' tutulurlar, sonra akıbet onların lehine olur. Ben sana O zât gadr ediyor mu diye sordum. Sen, O'nun gadr etmez olduğunu söyledin. Rasûller de böyledir, gadr etmezler. Ben sana, O'ndan ev­vel bu peygamberlik sözünü söylemiş bir kimse var mı diye sordum. Sen: Hayır yoktur, dedin. O'ndan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı, bu da kendisinden evvel söylenilmiş bir söze uymuş bir kim­sedir diyebilirdim diye düşünürdüm, dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Sonra Hırakl:

  O size ne emrediyor? dedi. Ebû Sufyân dedi ki: Ben:

— O bize namaz kılmayı, zekât vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi ve iffetli olmayı emrediyor, dedim.

Hırakl:

— Eğer O'nun hakkında söylemekte olduğun şeyler doğru ise, O muhakkak bir peygamberdir. Ben bir peygamberin çıkacağını bil­mekte idim, lâkin ben O'nun sizden olacağını zannetmezdim. Eğer ben O'nun yajıına varabileceğimi bilseydim, elbette O'nunla buluş­mayı çok arzu ederdim. Eğer ben O'nun yanında olaydım (O'na hiz­met ederek) ayaklarım yıkardım. Yemîn ederim ki, O'nun hüküm­darlığı şu ayaklarımın bastığı yerlere muhakkak ulaşacaktır, dedi.

Ebû Sufyân dedi ki: Bundan sonra Hırakl, Rasûlullah'ın mek­tubunu istedi ve onu okudu. Mektubun içinde şunlar yazılmıştı [102]:

' 'Bismi İlâhi 'r-rahmâni 'r-rahîm.

Allah'ın Kulu ve Rasûlü Muhammed'den Rûm'un büyüğü Hı-rakl'e: Hidâyet yoluna uyanlara selâm olsun! Bundan sonra: Ben se­ni îsiâm da'vetine, yânî müslümânlığa da'vet ediyorum. İslâm 'a gir ki selâmette bulunasın. Müslüman ol ki, Allah senin ecrini iki kat versin! Eğer bu da'vetimi kabul etmezsen Hrıstiyan çiftçilerin günâ­hı senin boynuna olsun! Ey kitâblılar (Yahudiler ve Hristiyanlar), he­piniz bizimle sizin aranızda müsâvî (ve âdil) bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına tapmayalım,, O'na hiçbirşeyi ortak tutmalıyım, Allah V bırakıp da kimimiz kimimizi rabbler diye tanımayalım. (Bu­na rağmen) eğer kitâblılar bu da 'vetten yüz çevirirlerse, siz de onla­ra: Şâhid olun, biz muhakkak müslümânlarız, deyiniz. "

Hırakl mektubun okumasını bitirdikten sonra yanında sesler yük­seldi ye gürültü Çoğaldı. Bizim dışarıya çıkarılmamız emredildi, biz de dışarıya çıkarıldık. Dışarıya çıktığımız zaman ben arkadaşlarıma:

— îbnu Ebî Kebşe'nin (yânı Peygamber'in) işi hakîkaten kuv­vetlenip büyüyor. Şu da muhakkak ki, Asfar oğullarının, yânı Rûm-lar'ın meliki O'ndan korkmaktadır, dedim.

Artık, Rasûlullah'm işinin gâlib geleceğine tâ Allah kalbime İs­lâm'ı ve inkıyadı girdirinceye kadar keşin bilici olmakta devam ettim[103].

ez-Zuhrî şöyle demiştir: Nihayet Hırakl, Rûm büyüklerini da'-vet etti de, onları Hımıs'ta bulunan bir sarayının içinde topladı ve onlara:

— Ey Rûm cemâati, (bu Zât'a bey'at edip de) felaha ve zama­nın sonuna kadar rüşde nail olmayı ve mülkünüzün sizin için sabit olmasını istemez misiniz? diye hitâb etti.

Râvî dedi ki: Bu hitâb üzerine o topluluk, yaban eşekleri kadar sür'atle kapılara doğru kaçıştılarsa da kapıları kapanmış buldular. Hırakl, (onların bu derece kaçışlarım görüp îmânlarından ümîd ke­since):

— Bunları benim huzuruma getirin! deyip, onları çağırdı. Akabinde:

— Ben ancak sizin dîniniz üzerindeki şiddetinizi denemişimdir. Şimdi ise sizlerden arzu ettiğim dîninize olan şiddetli bağlılığınızı göz­lerimle görmüş bulunuyorum, dedi.

Bu söz üzerine oradakiler Hırakl'den razı olup ona ta'zîm için secde ettiler [104].

 

57- BÂB:

 

'Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş olmazsınız. Her ne infâk ederseniz şübhesiz Allah onu bilir1" (Âyet: 92).

 

75-....... Enes ibn Mâlik (R) şöyle diyordu: Ebû Talha Medîne'de hurmalık mal yönünden Ensâr'ın en zengini idi. Kendisine mal­larının en sevimlisi de "Bîruhâ" (denilen bustânı) idi. Bîruhâ, Mes­cidin karşısında idi. Rasûlullah (S) da Bîruhâ'ya girer ve'onun içindeki güzel sudan içerdi. "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harca-madıkça hâlis iyiliğe ermiş olmazsınız" âyeti indirilince, Ebû Talha kalktı da:

— Yâ Rasûîallah! Şübhesiz Allah "Siz sevdiğiniz şeylerden har-camadıkça hâlis iyiliğe ermiş olmazsınız" buyuruyor. Mallarımın bana en sevimli olanı Bîruhâ'dır. Bîruhâ, Allah için sadakadır. Ben bu sa­dakanın hayrını ve Allah katında bunun âhiret zahîresi olmasını uma­rım. Yâ Rasûîallah, bu bustânımı Allah'ın Sana gösterdiği uygun bir yere sarfet, dedi.

Rasûlullah:

  "Bu ne kadar büyük ve hoştur! Bîruhâ sahibine kazanç geti­ren bir maldır, Bîruhâ kazanç getiren bir maldır. Ben senin dediğini işittim. Ben bu bustânı hısımların arasında bölüştürmeni ve onlara vermeni uygun görüyorum" buyurdu.

Ebû Talha:

  Ben de böyle yaparım yâ Rasûîallah, dedi.

Akabinde Ebû Talha, o bustânı kendi hısımları ve amca oğulla­rı arasında taksîm etti.

Abdullah ibn Yûsuf ile Ravh ibn Ubâde "Zâlike mâlun râyı-hun ( = Bu gidici bir maldır)" şeklinde ("ye" harfiyle) söylediler.

Bana Yahya ibn Yahya tahdîs edip: Ben İmâm Mâlik'in huzu­runda "Mâlun râbihun" şeklinde ("be" harfiyle) okudum, dedi[105].

 

76-.......Enes ibn Mâlik (R): Ebû Talha o bustânı Hassan ibn Sabit ile Ubeyy ibn Ka'b'a tahsis etti. Ben Ebû Talha'ya o ikisinden daha yakın olduğum hâlde o bustândan bana birşey vermedi, demiş­tir [106].

 

58- Bab:

 

“...De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz Tevrat'ı getirin de onu okuyun" (Âyet: 93) [107].

 

77-....... Bize Mûsâ ibn Ukbe, Nâfi'den; o da Abdullah ibn Umer(R)'den şöyle tahdîs etti: Yahudiler, kendilerinden zina edişmiş bir erkek ile bir kadını Peygamber'e getirdiler. Peygamber (S) onla­ra:

  "Siz kendinizden zina edenlere nasıl ceza yaparsınız?" diye sordu.

Yahudiler:

— Biz zina eden erkek ve kadının yüzlerine kömür sürüp karar­tır ve onları döveriz, dediler.

Peygamber:

  "Siz Tevrat'ta recmi (yânî taşlama cezasını) bulmuyor musu­nuz?" dedi.

Yahudiler:

  Biz Tevrat'ta böyle birşey bulmuyoruz, dediler. Bu sözleri üzerine Abdullah ibn Selâm onlara:

— Sizler yalan söylediniz: Eğer doğru söyleyenler iseniz Tevrat'ı getirin de onu okuyun! dedi.

Onlardan, Tevrat'ı okutan âlimleri elini recm âyeti üzerine koy­du da, recm âyetini okumayarak, ondan önceki ve sonraki âyetleri okumağa başladı. Abdullah ibn Selâm onun elini recm âyetinin üs­tünden çekti de:

  Bu nedir? dedi. Yahûdîler bu âyeti görünce:

  İşte bu, recm âyetidir, dediler.

- Peygamber zina edenlerin recm edilmelerini emretti, akabinde onlar mescidin yanında cenazelerin konduğu yerin yakınında recm edildiler. Ben o zina eden kadının erkek arkadaşını, kadını taşlardan korumak içiri, kadının üzerine doğru meyledip kapanır hâlde gördüm [108].

 

59- Bab

 

'Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz*.. " (Âyet: ııo) [109].

 

78-.......Ebû Hureyre (R) "Siz insanlar için çıkarılmış en ha­yırlı bir ümmetsiniz" kavlinin tefsîri hakkında: Siz insanların bâzıla­rı için insanların en hayırlılarısınız. Çünkü sizler İslâm camiasına boyunlarında zincirler bulunan esîr insanları getirirsiniz, nihayet bu esîr insanlar İslâm Dîni'ne girerler, demiştir [110].

 

60- Bâb:

 

"O zaman içinizden iki zümre za'f göstermişti. Hâlbuki onların yardımcısı Allah'tı. Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır" (Âyet: 122) [111].

 

79-.......Amr ibn Dînâr şöyle demiştir: Ben Câbir ibn AbdilIah(R)'tan işittim, şöyle diyordu: "O zaman içinizden iki zümre za'f göstermişti. Hâlbuki onların yardımcısı Allah 'ti... " âyeti, bizim hak­kımızda indi.

Câbir dedi ki: İki taife bizleriz: (Evs'ten) Harise oğulları ve (Haz-rec'den) Selime oğulları. Ve biz, Allah'ın "Hâlbuki onların velîleri Allah'tı" kavlinin inmemesini arzu etmeyiz.

- Râvî Sufyân ibn Uyeyne bir kerresinde:- "Hâlbuki onların velîleri Allah'tı" kavlinin inmemiş olması beni sevindir mezdi, şek­linde söylemiştir [112].

 

61- Bâb:

 

'işten hiçbirşey sana âid değildir... " (Âyet: 128).

 

80-.......ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Salim, babası Abdullah ibn Umer'den tahdîs etti. O Rasûlullah'tan işitmiştir. Rasûlullah (S) Uhud'da yaralanıp dişi kırıldıktan sonra) sabah namazının son rek'-atinde rükû'dan başını kaldırıp: Semiallâhu limen hamideh. Rabbe­na leke'l-hamd dedikten sonra: "Yâ Allah, Fulân'a, Fulân'a ve Fulân 'a la'net et!" der idi. Bunun üzerine Allah: "işten hiçbirşey sana âid değildir. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yâhud onları ken­dileri zâlim kimseler oldukları için azâblandırır" âyetini indirdi.

Bu hadîsi İshâk ibn Râşid el-Harrânî de ez-Zuhrî'den rivayet et­ti.

 

81-.......Bize İbnu Şihâb, Saîd ibnu'l-Müseyyeb ile Ebû Sele­me ibn Abdirrahmân'dan; onlar da Ebû Hureyre(R)'den olmak üze­re tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) bir kimsenin aleyhine beddua etmek yâhud bir kimsenin lehine hayır duâ etmek istediği vakit rukû'dan sonra kunût yapardı.

Râvî bazen şöyle demiştir: Rasûlullah:

— "Semiallâhu limen hamideh Rabbena lekeH-hamd" dediği

zaman "Yâ Allah, el-Velîdibnu'l-Velîd'i, Seleme ibnu Hişâm'ı, Ay­yaş ibn Rabîa'yı kurtar! Yâ Allah, Mudar'ı daha beterine, içinde bulundukları bu yılları Yûsuf Peygamber'in o şiddetli yıllarına benzet!" der ve bunu açıktan söylerdi.

Yine Rasûlüllah bâzı kerre sabah namazının bir kısmında:

— "Yâ Allah, Fulân veFulân'a la'net et!" diye bâzı Arab kabi­lelerine beddua ederdi.

Nihayet Allah: "İşten hiçbirşey sana âid değildir. Allah ya on­ların tevbesini kabul eder, yâhud onları kendileri zâlim kimseler ol­dukları için azâblandinr" âyetini indirdi (de Peygamber namazda beddua etmeyi bıraktı) [113].

 

62- Bâb:

 

"Peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu... " (Ayet: 153) "Uhrâkum" lafzı "Ahırıkum" lafzının müennes

kılınmışıdır. ibn Abbâs: İki güzelliğin biri fetih yâhud şehîdliktir, demiştir [114].

 

82-.......el-Berâibn Âzib (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Uhud gününde okçu piyadelerin başına Abdullah ibn Cubeyr'i kumandan yapmıştı. Müslümanlar bozulmuş hâlde yönelip kaçtıkları zaman Ra-sûlullah onların arkalarından ("Ey Allah'ın kulları, bana geliniz; ey Allah'ın kulları bana geliniz..." diye) çağırıyordu. O sıra Peygam-ber'in yanında oniki kişiden başka kimse kalmamıştı [115].

 

63- "Sonra O Kederin Ardından Allah Üzerinize Öyle Bir Emînlik, Öyle Bir Uyku İndirdi Ki... "  (Âyet): İmi Kavli Rart [116]

 

83-.......Katâde şöyle demiştir: Bize Enes ibn Mâlik tahdîs etti ki, Ebû Talha şöyle demiştir: Bizler Uhud günü harb şaftlarımızda bulunurken bizleri uyku kapladı.

Ebû Talha dedi ki: Kılıcım elimden düşerdi, ben onu alırdım. Kılıcım elimden tekrar düşerdi, ben onu yine alırdım [117].

 

64- "Kendilerine Yara İsabet Ettikten Sonra Yine Allah'ın Ve Rasûvün Da'vetine İcabet Edenler (Hele) İçlerinden İyilik Yapanlar Ve (Fenalıktan) Sakınanlar İçin Pek Büyük Mükâfat Vardır" (Âyet: 172) Babı

 

"el-Karh", "Yara" demektir. "îstecâbû", "Ecâbû( = İcabet etti)";

"Yestecîbu", "Yucîbu( = İcabet eder)" ma'nâsınadır [118].

 

65- Bâb:

 

"Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: (Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar, o hâlde onlardan korkun dedi de, bu söz onların imânını artırdı ve: Allah bize yeter, o ne güzel vekildir, dediler" (Âyet: 173) [119].

 

84-.......İbn Abbâs (R): "Hasbunallâhu ve nVmel-vekîl=Allah bize yetişir, O ne güzel vekildir'' cümlesini İbrahim Peygamber, Nem-rûd ateşi içine atıldığı zaman söyledi. Ve yine bu cümleyi Muham-med (S) ile sahâbîleri de: "Halk kendilerine; (Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar, o hâlde onlardan korkun, dedik­leri zaman bu söz onların îmânını artırdı ve: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, dediler".

 

85-.......İbn Abbâs (R): îbrâhîm Peygamberdin ateşe atıldığı za­man söylediği son sözü "Hasbiye'llâhu ve nVme*l-vekîl=Allah ba­na yeter, O ne güzel vekildir** cümlesidir, demiştir [120].

 

66- Bâb:

 

'Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini (harcamakta) cimrilik edenler sakın bunun kendileri için bir hayır  olduğunu sanmasınlar..." (Âyet: ıso)

"Seyutavvakûn", "Boyunlarına halka yapılacak" demektir; "Boynuna halka taktım" sözündeki gibi.

 

86-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Her kim ki Allah kendisine mal verir de o malın zekâtını ödemezse, kıyamet gününde o zekâtı verilmeyen mal, sahibi için çok zehirli erkek bir yılan suretine konulur. Bunun iki gözü üstünde iki nokta vardır. Bu azgın yılan kıyamet gününde mal sahibinin boynu­na gerdanlık yapılır. Sonra yılan (ağzı ile) sahibinin çenesini iki tarafından yakalar da: Ben senin (dünyâda çok sevdiğin) malınım, ben senin hazinenim! der.

Sonra Rasûlullah şu mealdeki âyeti okudu: "Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini (sarfetmekte) cimrilik edenler sakın bunun ken­dileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar. BiVakis bu, onlar için bir şerrdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına do­lanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah'ındır. Allah ne yaparsanız hakkıyle haberdârdır" (Âyet: ist» [121].

 

67- Bâb:

 

"(And olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çekileceksiniz.) Sizden evvel kendilerine kitâb verilenlerden ve Allah *a eş tanıyanlardan da herhalde incitici birçok (lâflar) işiteceksiniz..." (Âyet: i86>.

 

87-.......ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr ha­ber verdi; ona da Usâme ibn Zeyd (R) şöyle haber vermiştir: Rasû-lullah (S) Bedir vak'asından önce bir gün Fedek dokuması kaplı, saçaklı bir palan vurulmuş bir merkeb üzerine bindi ve (henüz çocuk bulunan) Usâme ibn Zeyd'i terkisine aldı da Haris ibn Hazrec ma-hallesınde(kı evinde hasta bulunan) Sa'd ibn Ubâde'ye hasta ziyare­tine gitti.

Usâme dedi ki: Giderken yolda Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl*-ün içinde bulunduğu bir meclise uğradı. Bu vak'a Abdullah ibn Ubeyy müslümân olmazdan evvel idi. Bu mecliste müslünıânlardan, puta ta­pan müşriklerden, Yahûdîler'den Karışık birtakım kimseler vardı. Ab­dullah ibn Revâha da bu mecliste bulunuyordu. Merkebin kaldırdığı toz meclisi kapladığı için Abdullah ibn Ubeyy, kaftamyle burnunu kapadı. Sonra:

  Bizim üzerimizi tozutmayınız! dedi.

Rasûlullah onlara selâm verdi. Sonra da durup merkebden indi ve onları İslâm'a da'vet etti ve onlara Kur'ân okudu. Bunun üzerine Abdullah ibn Ubeyy:

— Ey kişi! Bu söylediklerin hakk ve gerçekse, bunlardan güzel birşey olmaz. Fakat bizim meclisimize gelip de bizi bununla ezâlan-dırma! Kendi menziline git, sana gelen olursa ona anlat! dedi.

Bunun üzerine (büyük şâir) Abdullah ibn Revâha:

— Yâ Rasûlallah, (İbnu Ubeyy'e bakma) meclisimizde bizi Kur'ân ile ört, onun nûrlarıyle bürü! Biz duanızı, Kur'ân okumanızı çok se­veriz! dedi.

Bunun üzerine müslümânlarla müşrikler, Yahudiler sövüşmeye başladılar. Hattâ birbirlerine saldırıp öldürmeye yaklaştılar. Rasû­lullah ise onları devâmh sükûnete kavuşturmaya çalışıyordu. Niha­yet yatıştılar. Sonra Rasûlullah merkebine binip yürüdü. En sonu Sa'd ibn Ubâde'nin evine varıp içeri girdi. Peygamber (S) -Ensâr'ın Haz­rec kolunun büyüklerinden olan- Sa'd'a:

  "Ey Sa'd! -Abdullah ibn UbeyyH kasdederek- Ebû Hubâb'-ın ne söylediğini duymadın mı? (Duymuş ol ki) o şöyle şöyle söyledi" (diye biraz önce geçen vak'ayı) anlattı.

Sa'd ibn Ubâde de:

  Yâ Rasûlallah! Sen İbn Ubeyy'in kusurunu affet, biraz da onu ma'zûr gör! Sana Kur'ân indiren Allah'a yemîn ederim ki, Al­lah'ın irâdesi Sen'in üzerine indirdiği hakkın gelmesi suretiyle (yânî Sana peygamberlik gelmesi suretiyle) tecellî etmiştir. Hâlbuki şu bel-decik halkı İbn Ubeyy'in başına tâc giydirmeye, üzerine de melike mahsûs sarık sarmaya (bu suretle onu kendilerine melik edinmeye) hazırlanmışlardı. Allah Sana ihsan buyurduğu peygamberlik hakkıyle onların tasavvurlarını imkânsız bir hâle koyunca, bu mahrumiyetle İbn Ubeyy mahzun ve kederlenmiş oldu. Yâ Rasûlallah! Abdullah ibn Ubeyy işte bu kederle, gördüğün çirkin harekette bulunmuştur (Siz onu afv buyurun), dedi.

Rasûlullah (S) da onu affetti. Esasen Rasûlullah ile sahâbîleri, Allah'ın emri veçhile, gerek müşriklerin gerek ehli kitabın kusurları-

nı affedip, ezalarına sabrediyorlardı. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyurmuştur:

"And olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çe­kileceksiniz. Sizden evvel kendilerine kitâb verilenlerden ve Allah'a ortak tanıyanlardan da herhalde incitici birçok sözler işiteceksiniz. Eğer katlanır, sakınırsanız, işte bu, hâdiselere karşı gösterilmiş bir azim-(ve metânet)ctentf/r" (Âyet: 186).

Ve Allah şöyle buyurdu:

"Kitâb ehlinden birçoğu, Hakk kendilerince belli olduktan son­ra ruhlarındaki hasedden ötürü sizi îmânınızdan sonra küfre döndür­mek hevesine düştü. Allah'ın emri gelinceye kadar şimdilik onları bırakın. Serzeniş de etmeyin. Şübhesiz ki Allah herşeye hakkıyle kaadİrdîr" (el-Bakara: 109).

Peygamber (S) bu affı, Allah'ın kendisine emrettiğine te'vîl edi­yordu. En sonu Allah onlar hakkında (savunma harbine) izin verdi. Bu izin üzerine Rasûlullah, Bedir gazvesine çıkıp da, Allah İslâm or­dusu eliyle Kureyş müşriklerinin büyüklerini öldürünce, Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl ile onun müşriklerden ve puta tapanlardan olan ma-iyyeti:

— Artık Bedir vak'ası, müslümânlığa yönelip yüzünü göstermiş açık bir galebedir, dediler ve Rasûlullah'a İslâm üzere bey'at edip müs-lümân oldular [122].

 

68- Bâb:

 

"Getirdikleriyle sevinen, yapmadıklarıyle de övülmelerini arzu eden kimseler; onların azâbdan kurtulacak bir yerde bulunacaklarını sakın sanma. Onlara pek acıtıcı bir azâb vardır" (Âyet: iss)

 

88-.......Zeyd ibn Eşlem, Atâ ibn Yesâr'dan; o da Ebû Sai'd ei-Hudrî(R)'den şöyle tahdîs etti: Rasûlullah zamanında münafıklardan birtakım kimseler, Rasûlullah gazaya çıktığı zaman O'ndan arkada kalırlardı ve Rasûlullah'tan geri kalıp evlerinde oturmalarından fe-rahlanırlardı. Rasûlullah harbden dönüp geldiği zaman da çürük bir­takım özürler ileri sürüp yemîn ederler ve yapmadıkları işlerle övülmelerini isterlerdi. İşte "Getirdikleriyle sevinen, yapmadıklarıy­le Övülmelerini arzu eden kimseler..." âyeti bunlar sebebiyle inmiştir.

 

89-.......İbn Cureyc, Abdullah ibn Ebî Muleyke'den haber verdi ki, ona da Alkame ibn Vakkaas haber vermiştir: (Medîne vâlîsi) Mer-vân ibnu'l-Hakem kendi kapıcısı Râfi'e:

— Yâ Râfi'! İbn Abbâs'a git de şöyle sor: (Kur'ân'da bildirildi­ği üzere) kendisine verilen dünyalıkla ferahlanan ve yapmadığı bir işle medh olunmaya sevinen her kişi azâb olunacaksa, bütün müslümân-lar herhalde azâb olunacaklardır (demektir)?

İbn Abbâs bu soruya şöyle cevâb vermiştir:

— Bu âyetle sizin aranızda ne münâsebet var? (Bu âyet Yahûdî-Ier hakkında inmiştir.) Bir kerre Rasûlullah, Yahûdîler'i çağırıp on­lara (Tevrat'taki vasıflarına dâir) bir suâl sordu. Onlar da suâlin hakîkî cevâbını sakladılar da ondan başkasını haber verdiler. Bununla be­raber verdikleri bu cevâb ile Rasûlullah yanında takdîr olundukları­nı sandılar ve hakîkati gizleyerek verdikleri cevâb ile de sevindiler.

Bundan sonra İbn Abbâs:

— "Allah bir zaman kendilerine kitâb verilenlerden onu muhak­kak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz diye tey~ mînât almıştı. Onlar ise o sözü sırtlarının arkasına attılar. Onun mukaabilinde az bir menfâati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür. Getirdikleriyle sevinen, yapmadıklarıyle de övülmeleri­ni arzu eden o kimseler; işte onların azâbdan kurtulacak bir yerde bulunacaklarını asla sanma. Onlara pek acıtıcı bir azâb vardır" (Âyet: 187-188).

Bu hadîsin râvîsi olan Hişâm ibn Yûsuf'a İbn Cureyc'den riva­yet etmesinde Abdurrazzâk mutâbaat etmiştir.

 

90- İsmâîlî onu ulaştırıp şöyle demiştir: Bize Muhammed ibn Mu-kaatil el-Mervezî tahdîs etti. Bize el-Haccâc ibn Muhammed el-Mıssîsî el-A'ver, İbn Cureyc'den haber verdi. Bana Ubeydullah ibn Ebî Mu-leyke, Humeyd ibn Abdirrahmân ibn Avf'tan haber verdi ki, ona da .Mervân bu hadîsi haber vermiştir [123].

 

69- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Hakikat göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde temiz akıl sâhibleri için elbette ibret verici deliller vardır" (Âyet: 190).

 

91-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Ben bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Rasûlullah (S) ailesi ile bir müddet konuştu. Sonra uyudu. Gecenin son üçte biri olunca oturdu da gökyüzüne baktı

ve:

— "Hakikat göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde temiz akıl sâhibleri için elbette ibret verici de­liller vardır" ilâhî kelâmını söyledi.

Bundan sonra kalktı ve dişlerini misvâklayarak abdest aldı. Aka­binde onbir rek'at namaz kıldı. Sonra Bilâl ezan okudu. Rasûlulİah evde iki rek'at daha kıldı, sonra da çıkıp sabah namazını kıldırdı [124].

 

70- "Onlar Ayakta İken, Otururken, Yanları Üstünde Yatarken Hep Allah'ı Hatırlayıp Anarlar Ve Göklerin, Yerin Yaratılışı Hakkında İnceden İnceye Düşünürler (Ve Şöyle Derler): Ey Rabb 'İmiz, Sen Bunları Boşuna Yaratmadın. Sen Pak Ve Münezzehsin. Bizi Ateş Azabından Koru" (Âyet: 19i) Babı

 

92-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Ben bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Ve kendi kendime: Ben muhakkak Rasû-lullah'ın (gece) namazına iyice bakacağım, dedim. Rasûlullah için bir yastık atıldı. Akabinde Rasûlullah o yastığın uzunlamasında uyudu. Uyandığında yüzünden uykuyu (gidermek için eliyle) yüzünü meshet-meye başladı. Sonra Âhı İmrân Sûresinden son on âyeti okuyup bi­tirdi. Sonra duvarda asılmış küçük bir su kırbasına geldi, onu alıp onun suyu ile abdest aldı. Sonra namaza durdu. Ben de kalktım, O'-nun yaptığı gibi yaptım. Sonra gelip O'nun yanıbaşında namaza dur­dum. Rasûlullah elini benim başımın üzerine koydu. Kulağımı tuttu ve onu bükmeye başladı (yânî beni sağ tarafına geçirdi). Sonra iki rek'-at namaz kıldı. Sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yi­ne iki rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at namaz kıldı. Ondan sonra tek rek'atli bir namaz kıldı [125].

 

71- Bâb:

 

"Ey RabbHmiz, hakikat Sen kimi o ateşe sokarsan, şübhesiz onu hor ve hakîr edersin. (Orada) zâlimlerin hiçbir yardımcıları da yoktur" (Âyet: 192).

 

93-.......Abdullah ibn Abbâs, hizmetçisi Kureyb'e, teyzesi ve Peygamberdin zevcesi olan Meymûne'nin yanında bir gece geçirdiği­ni haber verip, şöyle demiştir: Ben başımı yastığın enine koyarak uzan­dım. Rasûlullah (S) ile ehli de yastığın boyuna başlarını koyarak uzandılar. Rasûlullah uyudu. Gece yarıyı bulduğunda yâhud biraz evvelce yâhud biraz sonraca uyandı. Uykuyu (gidermek için) elleriyle yüzünü silmeye başladı. Ondan sonra Âlu İmrân Sûresi'nin son on âyetlerini okudu. Sonra kalkıp asılı duran küçük bir kırbaya uzandı. Oradan güzelce bir abdest aldı. Sonra namaza durdu. Ben de kalkıp O'nun yaptığı gibi yaptım. Sonra gittim, yanına (yânî sol tarafına) namaza durdum. Sağ elini başımın üzerine koydu ve sağ kulağımı tu­tup büktü (yânî beni sağ tarafına geçirdi). Sonra iki rek'at, sonra yi­ne iki rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at, sonra yine iki rek'at namaz kıldı. Ondan sonra tek rek'atli bir namaz kıldı. Sonra müezzin da'vete gelinceye kadar yine uzandı.

Müezzin gelince yine kalktı, hafif iki rek'at namaz kıldıktan sonra odasından çıkıp sabah namazını kıldırdı [126].

 

72- Bâb:

 

"Ey RabbHmiz, doğrusu biz 'RabbHnize inanın* diye insanları îmâna çağıran bir da*vetçiyi işidip hemen îmâna geldik. Ey Rabb 'imiz, artık bizim günâhlarımızı mağfiret et, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al. Ey Rabb 'imiz, Sen Hn rasûllerine karşı bize va 'd ettiklerini ver bize. Kıyamet günü yüzümüzü kara çıkarma. Şübhe yok ki, Sen asla sözünden dönmezsin" {Âyet: 192-194).

 

94-.......îbn Abbâs (R) hizmetçisi Kureyb'e, teyzesi ve Peygamber'in zevcesi olan Meymûne'nin yanında gecelediğini haber verip şöyle demiştir: Ben başımı yastığın enine koyarak uzandım. Rasûlullah ile ehli de yastığın boyuna başlarını koyarak uzandılar. Rasûlullah uyudu. Nihayet gece yarıyı bulduğunda yâhud biraz evvelce yâhud biraz sonraca uyandı. Oturdu da uykuyu (gidermek için) eliyle yüzünü sil­meye başladı. Ondan sonra Âlu İmrân Sûresi'nin son on âyetlerini okudu. Sonra kalkıp asılı duran bir küçük kırbaya uzandı, ondan güzel­ce bir abdest aldı. Sonra namaza durdu.

İbn Abbâs dedi ki: Ben de kalktım, O'nun yaptığı gibi yaptım. Sonra gittim, yanına (yânî sol tarafına) durdum. Sağ elini başımın üzerine koydu ve sağ kulağımı tutup büktü. Sonra iki rek'at, yine iki rek'at, yine iki rek'at, yine iki rek'at, yine iki rek'at, yine iki rek'­at namaz kılıp, ondan sonra tek (rek'atli bir namaz) kıldı. Sonra mü­ezzin da'vete gelinceye kadar yine uzandı. Ondan sonra yine kalktı, hafif iki rek'at namaz kıldıktan sonra odasından çıkıp sabah nama­zını kıldırdı127.

127 Bu hadîs de bundan önce gelen iki bâbdakİ hadîslerin benzeridir.

"'           İşte o temiz akıllılar "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşunayaratmadın"dan

buraya kadar devam eden bu duaları söyleyerek tefekkür ederler. Kendilerinin Rabbâniyyûn olduklarını anlatan bu dualar onların tefekkür zamanındaki hâl­leri ve tefekkürlerinin hâkim başlangıçlarıdır. Son dört bâbdan beri başlıklarda yazılagelen bu âyetler Yüce Allah'a edilecek tazarru' ve niyazın ilâhî bir Örneği ve öğretilmesidir.

 

4-En-Nisâ Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismivle

 

İbn Abbâs şöyle demiştir: tYestenkifû{= Çekinir)", "Yestekbiru{ = Büyüklenmek ister)" demektir. "Kıvâmen", "Yaşayışlarınızı doğrulttuğunuz şey"; "Lehunne sebîlen", "O kadınlar için bir yol ta'yîn edinceye kadar". Bununla zinâkâr evli için recm'i, bekâr için de deynekleme cezasını kasdeder.

İbn Abbâs'tan başkası (yânî Ebû Ubeyde) de şöyledemiştir: "Mesnâ" ve "Sülâse" ve "Ruba"' ile "iki", "Üç" ve "Dörd"ü kasdeder. Arab dörtten öteye geçmez [127].

 

73- Bâb;

 

Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkar sanız..." (Âyet: 3)

 

95- Bize, İbrâhîm ibn Mûsâ tahdîs etti. Bize Hişâm ibn Yûsuf haber verdi ki, İbn Cureyc şöyle demiştir: Bana Hişâm ibn Urve, ba­bası Urve ibnu'z-Zubeyr'den; o da Âişe(R)'den haber verdi (o şöyle demiştir): Bir adamın yanında babası ölmüş yetîm bir kız vardı. Bu adam o yetîm kızla evlendi. Yetîm kızın bir hurmalığı vardı. O adam kız için gönlünde bir arzusu olmadığı hâlde, bu yetîm kızı sırf o hur­malık sebebiyle tutuyordu. "Eğer yetîm kızlar hakkında adaleti yeri­ne getiremeyeceğinizden korkarsanız, sizin için halâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet (bu su­retle de) adalet yapamayacağınızdan endîşe ederseniz, o zaman bir (tane ile) yâhud mâlik olduğunuz câriye (ile yetinin). Bu (tek zevce veya câriye) sizin (haktan) eğritip sapmamanıza daha yakındır" âye­ti, işte bu zât hakkında indi.

Râvî Hişâm ibn Yûsuf: Ben Urve'nin:

— O yetîm kız bu hurmalıkta ve adamın malında ortağı idi, de­diğini sanıyorum, demiştir [128].

 

96-.......Ibn Şihâb şöyle demiştir: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr ha­ber verdi ki, kendisi Âişe'den Yüce Allah'ın "Eğer yetîm kızlar hak­kında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız... " kavlinin tefsîrini sormuş. Âişe (R) de şöyle demiştir:

— Ey kizkardeşimin oğlu, bu âyetteki yetîm kız, velîsinin vela­yet ve vesayeti altında bulunup malında erkeğe ortak yapar. Kızın malı ve güzelliği, velîsi olan erkeğin hoşuna gider. Bu sebeble velîsi onunla evlenmek ister. Fakat kızın mehrinde adalet etmek ve başka­sının vereceği kadar mehr vermek istemez. İşte (bu âyette) o çeşit ve­lîlerin velayeti altındaki yetîm kızları -haklarında adalet ve onların mehirlerini en yüksek mikdârına yükseltmedikçe- nikâh etmeleri neh-yolunup, bunlardan başka kendilerine halâl olan kadınlardan nikâh etmeleri emrolunmuştur.

Âişe devamla dedi ki:

— Bu âyet indikten sonra insanlar Rasülullah'a sorup fetva iste­diler. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: "Senden kadınlar hak­kında fetva isterler. De ki: Onlara dâir fetvayı size Allah veriyor; Kendileri için yazılmış olanı (mîrâsı) onlara vermediğiniz ve nikâhla­rını da beğenip istemediğiniz yetîm kızlar ve (henüz ergin olmayan) küçük çocuklar hakkında, bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tut­manız (onlara iyi bakmanız) hususunda işte Kitâb'da okunup du­ran âyetler (2., 3., 6., 9., 10. ve 11. âyetleri kasdediyor). Hayırdan daha ne yaparsanız şübhesiz Allah onu da hakkıyle bilicidir" (Âyet:i27).

Âişe dedi ki:

— Yüce Allah'ın bu diğer âyetteki "Ve tergabûne en-tenkıhû-hunne" kavli de herhangi birinizin himayesinde bulunan yetîm kıza, mal ve güzelliği az olduğu zaman onunla evlenmeye rağbet göster-memesidir.

Âişe dedi ki:

— Bu mal ve güzelliği az olan yetîm kızlara rağbet etmediklerin­den dolayı malına ve güzelliğine rağbet ettikleri yetîm kızları -adalete riâyet etmedikçe- nikâh etmekten yetîm velîleri nehyolundular [129].

 

74- Bâb:

 

"(Velîlerden) kim zengin ise (yetimin malını yemekten) kaçınsın. Kim de fakır ise, o hâlde örfe göre yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhid bulundurun. Tam bir hesâb sorucu olmak bakımından ise Allah yeter" (Âyet: 6).

"Bidâran", "Mubâdereten" (yânı: Hacet yokken, bulûğlarından önce çabuk davranarak) demektir [130].

"A'tednâ", "A'dednâ" (yânı "Aded"in ifâl babından) "Hazırladık" demektir. "A'tâd'T'Hazırlık" masdann)dan olan "Efalnâ" (yânı A'tednâ) da aynı ma'nâyadır [131].

 

97-.......Âişe (R); *'(Velîlerden) kim zengin ise yetimin malın­dan yemekten kaçınsın. Kim de fakir ise, o hâlde örfe göre yesin.."

kavli hakkında: Bu âyet yetîm malı hususunda indi. Yetîmin velîsi fakîr olduğu zaman, o malın işlerini iyilikle bakıp yerine getirmesi karşılığında (hizmet ücreti ve zarurî olan ihtiyâcı kadar) o maldan yer, demiştir [132].

 

75- Bâb:

 

Miras taksim olunurken (mirasçı olmayan) hısımlar, yoksullar da hazır bulunursa kendilerini ondan (birşey vererek) rızıklandırın, (gönüllerini alacak) güzel sözler de söyleyin*' (Âyet: 8).

 

98-.......îkrime'den: İbn Abbâs (R): *'Miras taksim olunurken (mîrâsçı olmayan) hısımlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunursa..." âyeti muhkemdir, neshedilmiş değildir, demiştir.

Bu hadîsi İbn Abbâs'tan rivayet etmekte İkrime'ye Saîd ibn Cu-beyr mutâbaat etmiştir [133].

 

76- Bâb:

 

"Allah size mîrâs taksimini şöyle tavsiye eder; Çocuklarınızda erkeğe iki dişinin payı mikdârıdır... (Âyet: 11).

 

99-.......Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Peygamber ile Ebû Bekr beraberce yürüyerek Benû Selime yurdundaki evim,de beni hasta ziyaretine gelmişlerdi. Peygamber beni birşey düşünemez dere­cede baygın bulmuştu. Bunun üzerine Peygamber abdest suyu iste­yip abdest almış, sonra abdest suyundan bir mikdârını benim üzerime serpmişti. Ben ayıldım ve:

— Yâ Rasûlallah! Malımda (veraset hususunda) ne yapmamı (ne suretle tasarruf etmemi) emredersin? diye sordum.

Bunun üzerine şu mealdeki âyet indi: "Allah size miras taksimi­ni şöyle tavsiye eder: Çocuklarınız hakkmda(k\ hüküm) erkeğe iki dişinin payı mikdârıdır. Fakat çocuklar ikiden fazla kadınlar iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Dişi çocuk bir tek ise, o za­man terikenin yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babadan her-birine terîkenin altıda biri verilir. Çocuğu olmayıp da ona ana ve babası mîrâsçı olduysa üçte biri anasınındır. Erkek, dişi kardeşleri varsa o vakit altıda biri anasınındır. (Fakat bütün bu hükümler öle­nin) edeceği vasiyetten veya borc(unun ödenmesinin sonradır. Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin faide cihetinden size da­ha yakın olduğunu bilmezsiniz- (Bu hükümler ve hisseler) Allah Han birer farizadır. Şübhesiz ki, Allah hakkıyle bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" [134].

 

77- Bâb:

 

"Zevcelerinizin çocuğu yoksa terîkesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terîkesinden (düşecek hisse) dörtte birdir..." (Âyet: 12) [135].

 

100-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: İslâm'ın başlangıcında kişinin malı, öldüğü zaman mîrâs olarak oğluna kalırdı. Vasiyet de ana ile babanın hakkı idi (yalnız ebeveyne vasiyet edilirdi). Bilâhare Allah bundan irâde ettiği kısmını (mîrâs âyetiyle) neshetti de mîrâsı erkeğe, iki dişi payı kadar ta'yîn buyurdu. Ana ile babadan her biri­sine de (eğer çocuk varsa) altıda bir verdi, çocuk yoksa üçte bir ver­di. Yine kadına (çocuk bulunduğu surette) sekizde bir, çocuksuzsa dörtte bir verdi. Zevceye de (çocuk yoksa) yarı, (çocuk varsa) dörtte bir hisse verdi [136].

 

78- Bâb:

 

"... Kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları -kendilerine verdiğiniz mehirden birazını giderebilmeniz için- tazyik etmeniz size halâl olmaz*.." (Âyet: 19)

Ve İbn Abbâs'tan: "Lâ ta'dulûhunne", "Onları kahretmeyin"; "Hüben", "Günâh"; "en-Teâtû", "Meyletmeniz"; "Nıhleten", "en-Nıhletu", "el-Mehru" demektir, diye tefsir ettiği zikrolunuyor [137].

 

101-.......Bize (Ebû İshâk Süleyman ibnu Feyrûz) eş-Şeybânî, İkrime'den; o da İbn Abbâs'tan tahdîs etti. eş-Şeybânî şöyle dedi: Bu hadîsi Ebü'l-Hasen Atâ es-Suvâî de zikretti ki, ben onun bunu muhakkak İbn Abbâs'tan zikrettiğini düşünüyorum: "Ey îmân eden­ler, kadınlara zorla mîrâsçı olmanız ve onları -kendilerine verdiğiniz mehirden birazını gider(\p elinize geçirebilmeniz için- tazyik etme­niz size halâl olmaz. Meğer ki arayı açacak bir fuhuş işlemiş olsun­lar. Onlarla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki birşey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir et­miş bulunur" (Âyet: 19).

İbn Abbâs dedi ki: Câhiliyet halkının şu âdetleri vardı: Bir adam vefat ettiği zaman, onun velîleri kalan zevcesini de mîrâs almaya her­kesten haklı olurlardı. Velîlerden bâzısı isterse ilk mehri ile o kadınla evlenir, isterlerse onu başka birisiyle evlendirip mehrini alırlardı. Yi­ne isterlerse o kadını kimseyle evlendirmezler (fidye vermesi için hab-sederler, ölünce mîrâsını alırlar)dı. Ölenin velîleri o kadına, kadının ailesinden daha haklı olurlardı. İşte bu âyet, bunlar hakkında (bu kötü âdetleri kaldırmak hususunda) indi.

 

79- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'(Erkek ve dişiden) herbiri için baba ve ananın, yakın hısımların terîkelerinden de vârisler yaptık. Akd ile yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin. Allah herşeyin üstünde hakîkî bir şâhiddir" (Âyet: 33) [138].

"Mevâlî", "Velîler", "Mirasçılar" demektir. Ma'mer de şöyle demiştir: "Evliya", "Mevâlf'dir, yine "Evliya", "Mirasçılaradır.

"Yeminlerinizin karşılıklı muâhade akdettiği kimseler..."; bu, yemîn mevlâsıdır ki, yeminle bağlanan kişiden ibarettir. "el-Mevlâ", yine "Amcaoğlu"; "el-Mevlâ'1-mu'tıku", "Kölesine hürriyet veren kişi"; "el-Mevlâ'1-mu'taku", "Kendisine hürriyet verilen kimse"; "el-Mevlâ'1-meliku", "İnsanların işlerini (yürütmeyi, idare etmeyi) üzerine alan kimse", bir de dînde olan "Mevlâ" vardır [139].

 

102-.......İbn Abbâs(R)'tan (o, şöyle demiştir): "Erkek, dişi; herbiri için mevtalar kıldık ", "Mirasçılar kıldık" demektir. "Karşı­lıklı yeminlerinizin bağladığı kimseler", Muhâcirler'le Ensâr'dır ki, Muhacirler Medine'ye geldikleri ilk zamanlarda Peygamber'in bun­larla Medîneli Ensâr arasında kurduğu kardeşlik akdleri sebebiyle Zevu'l-Erham'dan evvel (hısımlık sahihlerinden evvel) mirasçı olur­lardı. Fakat sonra "Erkek, kadın; herbiri için mirasçılar kıldık"âyeti inince, akidleşme ve kardeşlik akdiyle kurulmuş olan mîrâsçılık nesholundu.

Sonra İbn Abbâs, "Karşılıklıyeminlerinizin bağladığı kimseler" kavli hakkında: Artık bu yalnız yardım etmek, ihsan etmek, nasîhat etmekten ibaret kaldı. Akidleşen iki kişi arasında mîrâsçılık gitmiş oldu. Ancak yeminli dostu için vasiyet edebilir.

(Buhârî dedi ki:) Bu hadîsi râvî Ebû Usâme, İdrîs ibn Yezîd'den işitti. İdrîs de Talha ibn Musarnf tan işitti.

 

80- Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Şübhesiz ki, Allah zerre kadar haksızlık etmez- Bir iyilik olursa onu kat kat artırır. Kendi canibinden pek büyük bir mükâfat verir'1'' (Âyet: 40).

 

103- Bana Muhammed ibnu'l-Abdilazîz tahdîs etti. Bize Ebû Umer Hafs ibnu Meysere, Zeyd ibn Eslem'den; o da Atâ ibn Yesâr'-dan; o da Ebû Saîd el-Hudrî(R)'den şöyle tahdîs etti: Peygamber (S) zamanında birtakım insanlar:

— Yâ Rasûlallah! Biz kıyamet gününde Rabb'imizi görecek mi­yiz? dediler.

Peygamber:

  "Evet (kıyamet gününde Rabb'inizi göreceksiniz); Güneşin ziyâını öğle vakti önünde hiçbir bulut yokken görmek için itişip ka­kışmaya', birbirinize zahmet vermeye hacet görür müsünüz?" diye sor­du.

Sahâbîler:

  Hayır görmeyiz, dediler.

Peygamber:

  "Ayın ondördüncü gecesi önünde hiç bulut yok iken görmek için birbirinize zahmet vermeye hacet görür müsünüz?' dedi.

Onlar:

  Hayır görmeyiz, dediler. Peygamber:

  "İşte bu iki kürreden herhangi birisinin ziyâını (sıkışmadan, meşakkatsiz, tam bir açıklıkla) gördüğünüz gibi, kıyamet gününde Azız ve Celîl olan Allah 'ı, birbirinize meşakkat ve zahmet vermeden açıkça göreceksiniz" buyurdu.

Ve şöyle devam etti:

  "Kıyamet günü olduğu zaman bir dellâl: Her ümmet neye ve kime tapıyor idiyse onun ardına düşer (yânî düşsün)/ diye i'lân ede­cek. Bunun üzerine Allah'tan başka şeylere: putlara, heykellere, di­kili taşlara tapagelen ne kadar müşrik varsa, onlardan hiçbiri geri kalmaksızın cehennemin içine dökülecekler. Artık ortalıkta yalnız Al­lah 'a ibâdet eden gerek sâlih, gerek fâcir kimselerle (müşrik olma­yan) kitâb ehli bakıyyelerinden başka kimse kalmayınca, Yahûdîler'-den geri kalanlar çağırılacak ve onlara:

  Siz kime ibâdet ederdiniz? diye sorulacak. Onlar:

— Biz Allah'ın oğlu Uzeyr'e ibâdet ederdik! diye cevâb verecek­ler.

Bunun üzerine onlara:

— Siz yalan söylüyorsunuz. Allah hiçbir eş ve oğul edinmedi! denilecek.

— Şimdi siz ne istersiniz? diye sorulacak. Onlar da:

— Ey Rabbimiz, çok susadık, bize su ihsan et! diyecekler. Bunun üzerine onlara:

— Haydi su başına gelmez misiniz? diye işaret olunacak.

Akabinde onlar bir araya getirilip cehenneme doğru sevk oluna­caklar. O cehennem ateşine ki, onların görüşünde yalımları birbirini kırıp geçiren serâb gibi görünecek ve onu su zannedip birbiri ardınca ateşin içine dökülecekler. Sonra Nasrânîler{in bir taifesi) çağrılacak. Onlara da:

  Siz kime tapardınız? diye sorulacak. Onlar da:

  Biz Allah'ın oğlu isa'ya ibâdet ederdik, diyecekler. Onlara da:

— Siz yalan söylüyorsunuz. Allah hiçbir eş ve hiçbir oğul edin­miş değildir, denilecek ve: Ne istiyorsunuz? diye sorulacak.

Onlar da kendilerinden evvelki Yahûdîler'in su isteyip cehenne­me sevkolunmaları gibi cehenneme sevkolunacaklar.

Artık meydanda sâlih veya fâşık olarak Allah 'a ibâdet eden mü min muvahhidlerden başka kimse kalmayınca, Âlemlerin Rabbı on­lara evvelden bildikleri en yakın bir sıfatta gelecek, yânî tecellî edecek ve Allah tarafından bu muvahhidlere [140]:

— Sizler ne bekliyorsunuz? (Görüyorsunuz) her ümmet ibâdet et­mekte bulunduğu şeyin ardına düşüp gidiyor! buyurulacak.

Onlar da:

— Ey Rabb'imiz, biz dünyâda iken (seni tanımayan, sana ibâ­det etmeyen) şu insanlardan kendilerine en ziyâde muhtâc olmamıza rağmen ayrılıp ayrı yaşadık, Sen 'in rızân için bunlarla arkadaşlık yap­madık. Biz şimdi kendisine kulluk edegeldiğimiz Rabb'imizi (O'nun kerem ve inayetini) bekliyoruz! diyecekler.

Bunun üzerine Yüce Allah onlara iki yâhud üç kerre:

  Ben sizin Rabb'inizim! buyuracak.    

Onlar da her seferinde:

— Biz Allah'a hiçbirşeyi ortak kılmayız! diyecekler" [141].

 

81- Bâb:

 

"Her ümmetten birer şâhid, onların üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman nice olur?" (Âyet: 41).

"el-Muhtâl" ve "el-Hattâl" birdir.

'Birtakım yüzleri silmemizden önce", "Onları enseleri gibi oluncaya kadar dümdüz yapmamızdan önce"demektir.

"TamaseH-kitâbe{ = Kitabı sildi)", "Onu mahvetti" demektir. "Saîran", çok yanıcı ateş demektir [142].

 

104-.......(Buradaki iki senedde) Abdullah ibnMes'ûd (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bana hitaben:

  "Bana karşı Kur'ân oku!" diye emretti. Ben de O'na:

— Kur'ân Senin üzerine indirildiği hâlde, ben onu Sana karşı mı okuyacağım? dedim.

Peygamber:

   "Şübhesiz ben Kur'ân'ı kendimden başkasından işitmeyi severim" buyurdu.

Ben de kendisine en-Nisâ Sûresi'ni okumağa başladım. "Her üm­metten birer şâhid, onlar üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiği­miz zaman nice olur!" âyetine ulaştığımda Peygamber bana:

  "Okumayı tut (yânı durdur)/" buyurdu.

O sırada gördüm ki, Peygamber'in iki gözü yaş döküyordu [143].

 

82- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"... Eğer hasta olur, ya bir sefer üzerinde bulunursanız yâhud sizden biriniz ayak yolundan gelirse,.." (Âyet: 43) [144].

"Saîden", "Yeryüzü" demektir.

Ve Câbir şöyle demiştir: Câhiliyet'te kendileri önünde muhakeme olmak istedikleri tâğûtlar, Cuheyne kabilesinde bir tâğût, Eşlem kabilesinde bir tâğût ve Arab kabilelerinden herbirinde birer tâğût idi. Bunlar birtakım kâhinlerdir ki, üzerine şeytânlar müstakbel hakkında kâinattan haberlerle inerler. Umer ibnul-Hattâb da:

'el-Cibtu", "es-Sıhr"; "et-Tâğûtu", "eş-Şeytân"dır, demiştir.

İkrime de: "et-Cibt", Habeşe dilinde "Şeytân", "et-Tâğût" ise "Kâhin" demektir, demiştir [145].

 

105-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Esmâ'yaâid olan bir gerdanlık kayboldu. Peygamber (S) onun aranması için birtakım adamlar yol­ladı. (Kendisi ve ordu bekledi.) Bu sırada namaz vakti geldi. Hâlbu­ki bir su başında değillerdi, bir su da bulamadılar. Akabinde abdestsiz oldukları hâlde namaz kıldılar. Bunun üzerine Yüce Allah şunu, yâ-nî Teyemmüm âyeti'ni indirdi [146].

 

83- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Ey îmân edenler, Allah'a itaat edin. RasûVe ve sizden olan emir sahihlerine de itaat edin... " (Âyet: 59).

 

106-.......Abdullah ibn Abbâs (R): "Ey îmân edenler, Allah 'a itaat edin, RasûVe ve sizden olan emir sahihlerine de itaat edin. Eğer birşey hakkında çekişirseniz, onu Allah 'a ve RasûVe döndürün, eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı, hem netice Vtibâriyle daha güzeldir" âyeti, o zaman Peygamber'in kendisini bir seriyyede (askerî birlikte) kumandan yaparak gönderdiği Abdullah ibn Huzâfe ibn Kays ibn Adiyy hakkında indi, demiştir [147].

 

84- Bâb:

 

'Öyle değil, Rabb 'ine and olsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam teslimiyetle teslim olmadıkça îmân etmiş olmazlar"

 

107-.......Urve ibnu'z-Zubeyr şöyle dedi: ez-Zubeyr, Harre mev­kiinde hurmalıkları suladıkları su yolundan (su nevbetinden) dolayı Ensâr'dan bir adamla nizâlaştı.

Peygamber (S):

  "Yâ Zubeyr! Tarlanı sula, sonra suyu habsetme de komşuna doğru salıver!" buyurdu.

Bunun üzerine Ensârî zât:

— Yâ Rasûlallah, Zubeyr halanın oğlu olduğu için mi? diye ta'-rîz etti.

Bu sözden dolayı Peygamber'in yüzü değişti. Sonra:

  "Yâ Zubeyr, tarlanı sula, sonra suyu tâ hurma ağaçlarının köklerine dönüp erişinceye kadar habseî. Sonra suyu komşuna doğ­ru salıver!" buyurdu.

Peygamber, Ensârî kendisini öfkelendirdiği zaman apaçık hü­kümde Zubeyr'in hakkını tastamam aldırttı. Hâlbuki birinci emirde onlara» içinde genişlik bulunan bir işle emretmişti.

ez-Zubeyr şöyle dedi: Ben şu âyetlerin muhakkak bu hâdise hak­kında indiğini zannediyorum: "Öyle değil, RabbHne and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan, tam teslimiyetle teslim olmadıkça îmân etmiş olmazlar" [148].

 

85- Bâb:

 

"(Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse, işte onlar) Allah'ın kendilerine nVmetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle, iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır!" (Âyet: 69).

 

108-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah'tan "Hasta olan herbir peygamber muhakkak dünyâ ile âhiret arasında muhay­yer kılınır" buyururken işittim. İçinde ruhunun alındığı hastalığında kendisini bir boğaz kısılması ve şiddetli bir ses kalınlaşması yakalamıştı. İşte o zaman ben kendisinden şu âyeti söylerken işittim: "... Allah'­ın kendilerine nVmetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle, iyi adamlarla beraberdirler, onlar ne iyi arkadaştır!" Artık ben de bundan, Rasûlullah'ın bu iki dilek arasında muhayyer kılındığını bil­dim [149].

 

86- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Size ne oluyor kiy Allah yolunda -ve acz ve ıztırâb içinde bırakılıp: 'Ey Rabb 'imiz, bizi ahâlîsi zâlim olan şu memleketten çıkar, bize tarafından bir sâhib gönder, bize katından bir yardımcı yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda- düşmanla çarpışmıyorsunuz?" (Âyet: 75) [150]

 

109-.......Ubeydullah (ibn Ebî Yezîd): Ben İbn Abbâs'tan: Ben, annem (Ümmü'1-Fadl Lubâbe bintu'l-Hâris el-Hilâliyye, Mekke'de) zaîf kılınmak istenenlerden idim, dediğini işittim, demiştir.

 

110-.......İbnu Ebî Muleyke'den (o şöyle demiştir): İbn Abbâs: "Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan za'fve acz içinde bırakılıp da hiçbir çâreye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesna" (Âyet:98) kavlini okudu da:

— Ben ve annem, Allah'ın ma'ziretli saydığı kimselerden idik, dedi.

İbn Abbâs'tan: "Hasırat", "Daraldı"; "Telvû elsinetekum bVş-şehâde", "Eğer şâhidlikte dillerinizi eğip bükerseniz" ma'nâsınadır, dediği zikrolunuyor.

İbn Abbâs'tan başkası da: "el-Murâğam", "Hicret edilecek yer"-dir; "Râgamtu", "Kavmimden hicret ettim" demektir. "Mevkuten", "Vakitleri belli edilmiş" demektir; "Allah mü'minler üzerine namaz vakitlerini ta'yîn etti" demiştir [151].

 

87- Bâb:

 

"Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında -Allah onları kazandıkları (günâhlar) yüzünden tepesi aşağı getirdiği hâlde- iki zümre oluyorsunuz?*.." (Âyet: 88).

İbn Abbâs: "Erkesehum", "Beddedehum( = Onları dağıtıp parçaladı)", "Fietun", "Cemâat" demektir, demiştir.

 

111-.......Zeyd ibn Sabit (R), ' 'Siz hâlâ niçin münafıklar husu­sunda iki zümre oluyorsunuz?" kavli hakkında şöyle demiştir: Pey-gamber'in sahâbîlerinden birtakım insanlar Uhud'dan geri döndüler. Peygamber'in sahâbîleri o dönenler hakkında iki fırkaya ayrıldılar da bir fırka: "O dönekleri öldür"; diğer fırka ise: "Hayır, onları öldürme" diyorlardı. İşte bunun üzerine "Siz hâlâ niçin münafıklar hususunda -Allah onlan kazandıkları (günâhlar) yüzünden tepesi aşağı getirdiği hâlde- iki zümre oluyorsunuz? Allah 'in saptırdığım siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın" âyeti indi.

Peygamber (S): "Medine Taybe'dir. Medine, ateşin gümüşün pis­liğini gidermesi gibi, pis insanları giderir (dışına atar)" buyurdu [152].

 

88- Bâb:

 

'Onlara emînlik veya korku haberi geldiği zaman, onu yayıverirler (yânı ortaya çıkarırlar) " (Âyet: 83) [153].

"Yestaribitûnehu", "Onu meydana çıkarırlar"; "Hastben", "Kâfî gelici"; "İllâ inâsen", "Onlar Allah'ı  bırakırlar da yalnız dişilere taparlar; yânî ölülere, ruhsuz varlıklara, taşlara yâhud özlü çamura ve buna benzer şeylere"; "Merîden", "Mütemerriden( =İsyanda ve kötülükte çok ısrarlı)"; "Fe-le- yubettikunne", "Muhakkak kesecekler". "Bettekehû", "Kattaahû(= Onu kesti, parça parça etti)"; "Kilen" ve "Kavlen" bir ma'nâyadır; "Söz söylemek" demektir; "Tubia", "Mühür basıldı" demektir [154].

 

89- Bâb:

 

"Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir... " (Âyet: 93).

 

112-.......Bize Mugîre ibnu'n-Nu'mân tahdîs edip şöyle dedi: Ben Saîd ibn Cubeyr'den işittim, şöyle dedi: Bir âyet var ki, onun hükmü hakkında Küfe âlimleri ihtilâf ettiler. Bunun üzerine ben onun hükmü (yânî tefsiri) hakkında bineğime binip İbn Abbâs'a gittim. Ona bu âyetin hükmünden sordum. İbn Abbâs (R), şu "Kim bir mü 'mini kasden öldürürse, cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennem­dir. Allah ona gadâb etmiştir, ona la'net etmiştir ve ona çok büyük bir azâb hazırlamıştır"(93.) âyeti indi. Bu âyet bu konuda inen son âyettir ve bunu hiçbirşey neshetmemiştir, dedi [155].

 

90- Bâb:

 

"Size (müslümânca) selâm verene, 'Sen mü'min değilsin' demeyin... " (Âyet: 94).

es-Silmu ve's-Selemu ve's-Selâmu" bir ma'nâyadır.

 

113-....... Bize Sufyân ibn Uyeyne, Amr ibn Dinar'dan; o da Atâ ibn Ebî Rebâh'tan; o da İbn Abbâs(R)'tan "Size selâm verene 'Sen mü'min değilsin' demeyin... " kavli hakkındaki hadîsini tahdîs etti.

Atâ dedi ki: İbn Abbâs şöyle dedi: Bir adam kendine âid küçük bir davar sürüsünün başında bulunuyordu. Bir seriyyede bulunan müs-lümanlar ona kavuştular. Adam onlara es-Selâmu aleykum diye se­lâm verdi. Bu selâma rağmen onlar da bu adamı Öldürüp sürüsünü aldılar. İşte Allah bu hâdise hakkında "Dünyâ hayâtının geçici men­fâatini arayarak., »"kavlini ihtiva eden bu âyeti indirdi. O dünyâ ha­yâtının geçici menfâati, bu küçük davar sürüşüdür.

Atâ ibn Ebî Rebâh: İbn Abbâs (fethalı lâm'dan sonra elifle) "es-Selâme" şeklinde okudu, demiştir [156].

 

91- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Müzminlerden özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyle, canlarıyle savaşanlar bir olmaz... " (Âyet: 95) [157].

 

114-.......İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Sehl ibn Sa'd es- Sâidî (R) mescidde Mervân ibnu'I-Hakem'i gördüğünü haber verip şöy­le tahdîs etti: Ona doğru geldim, nihayet yanma oturdum. O bize haber verdi ki, ona da Zeyd ibn Sabit (R) şöyle haber vermiştir: Rasûlullah (S) bana: "Müzminlerden (evlerinde) oturanlarla Allah yolunda sa­vaşanlar bir olmaz" âyetini yazdırmak istedi de, tam bana yazdırdı­ğı sırada yanına İbnu Ümmi Mektûm çıkageldi ve:

— Yâ Rasûlallah! Vallahi^cihâda gücüm yetseydi, ben de mu­hakkak gider, düşmanlarla harb ederdim, dedi.

İbnu Ümmi Mektûm gözleri kör bir kişi idi. Bunun üzerine Al­lah kendi Rasûlü'ne vahy indirdi. Bu sırada O'nun uyluğu benim uy­luğum üzerinde bulunuyordu. Vahyin (Rasûlullah üzerindeki) ağırlığı bana o kadar ağır bastı ki, sonunda ben dizimin ufalanıp dağılma­sından korktum. Sonra Rasûlullah'tan vahy hâli sıyrıldı da, Allah "Gayra ulVd-dararı{= Zarar sahibi olanlar başka)" diye bir istisna gönderdi [158].

 

115-.......el-Berâ ibn Âzib (R) şöyle demiştir: "Mü'minlerden oturanlarla» Allah yolunda savaşanlar bir olmaz..." âyeti indiği za­man, Rasûlullah (S) Zeyd ibn Sâbit'i çağırdı (da bunu yazmasını em­retti). Zeyd de bu âyeti yazdı. Bu sırada İbnu Ümmi Mektûm geldi ve Rasûlullah'a, kendine isabet eden noksanlığından şikâyet etti. Bu­nun üzerine Allah "Zarar sahihleri müstesna19 kaydını indirdi.

 

116-.......el-Berâ ibn Âzib (R) şöyle demiştir: "Mü'minlerden oturanlarla, Allah yolunda savaşanlar bir olmaz'' âyeti indiği zaman, Peygamber (S):

— "Fulân kimseyi (yânî Zeyd ibn Sâbit'i) çağırın" buyurdu.

(Onu çağırdılar.) Zeyd'in beraberinde devât (yânî yazı yazacak âlet) ve levh yâhud kürek kemiği vardı. Rasûlullah:

  "Yaz: Müzminlerden oturanlarla, Allah yolunda savaşanlar bir olmaz..!" buyurdu.

Peygamber'in arka tarafında İbnu Ümmi Mektûm vardı. O:

  Yâ Rasûlallah! Ben çok zarardayım, dedi.

Bunun üzerine derhâl o yazım işinin yerinde (daha yazı kuru­madan): "Müzminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda savaşanlar bir olmaz" şeklinde bir istisna kaydı nazil oldu [159].

 

117-.......(Buradaki iki senedde) İbn Curyec haber verip şöyle demiştir: Bana Abdulkerîm el-Cezerî haber verdi. Ona da Abdullah ibnu'l-Hâris'in âzâdlısı Mıksem haber vermiş; ona da İbn Abbâs (R) haber verip: "Müzminlerden oturanlar", Bedir harbine çıkmayanlar­dır; "Savaşanlar" ise Bedir harbine çıkanlardır, demiştir [160].

 

92-Bâb:

 

"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: 'Ne işte idiniz?' Onlar: 'Biz yeryüzünde (dînin emirlerini uygulamaktan) âciz kimselerdik!' derler. Melekler de: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicret edeydiniz yâ!' derler.

İşte onlar (böyle); onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir" (Âyet: 97).

 

118-.......Muhammed ibnu Abdirrahmân Ebû'l-Esved tahdîs edip şöyle demiştir: (İbnu'z-Zubeyr'in Mekke üzerindeki halifelik gün­lerinde) Medine halkına (Şâmlılar'la harbetmek için) bir ordu çıkar­maları kesinleşti. Ben de bu orduya yazıldım. Akabinde İbn Abbâs'm âzâdlısı İkrime'ye kavuştum. Ona bu orduya yazıldığımı haber ver­dim. İkrime beni bu işten şiddetle nehyetti. Sonra şöyle dedi: Bana İbnu Abbâs şöyle haber verdi:

— Müslümanlardan (Mekke'de kalıp hicret etmeyen) birtakım insanlar, Rasûlullah zamanında müşriklerle beraber olarak onların camiasını çoğaltıyorlardı. Bedir harbi sırasında düşman saffları ara­sında bulunan bu kişilere ok atılıyor ve atılan ok, varıp bunlardan birisine isabet ediyor ve onu öldürüyordu, yâhud kılıçla vurulup öl­dürülüyordu. Bunun üzerine Allah: "Öz nefislerinin zâlimleri ola­rak... " âyetini indirdi.

Bu hadîsi Leys ibn Sa'd da Ebû'l-Esved'den; o da İkrime'den olmak üzere rivayet etmiştir [161].

 

93- Bâb:

 

"Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan za'f ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çâreye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesna" (Âyet: 98).

 

119-.......Abdullah ibnEbîMuleyke'den, İbn Abbâs (R) Yüce Allah'ın "İlle 1-mustad'afin" kavli hakkında:

— Annem Ümmü'1-Fadl Lubâbe bintu'l-Hâris, Allah'ın ma'zi-retli saydığı kimselerdendi, demiştir [162].

 

94- Yüce Allah'ın Şu Kavli Bâbı:

 

'İşte onlar (böyle). Allah'ın onları affedeceğini umabilirler. Allah çok affedici, çok mağfiret eyleyicidir" (Âyet: 99).

 

120-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) yatsı namazını kıldırırken Semiallâhu limen hamideh dediği zaman, bun­dan sonra secdeye varmazdan evvel şöyle deyip duâ etti:

— "Yâ Allah, Ayyaş ibn Ebı Ralna'yı kurtar!

Yâ Allah, Selemetu'bnu'l-Hişâm'ı kurtar!

Yâ Allah, el-Velîd ibnu'l-Velîd'i kurtar!

Yâ Allah, kâfirler elinde bunalıp zaîf ve âciz görülen (diğer) mü '-mirileri de kurtar! „

Yâ Allah, Mudar'ı (Mudar'ın evlâdı olan Kureyş'e ukubetini artır) daha beterciğine; (içinde bulundukları); bu yılları Yûsuf Peygamber'in o şiddetli yıllarına benzet!" [163].

 

95- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"... Eğer size yağmurdan bir eziyet olursa, yâhud hasta bulunursanız silâhlarınızı koymanızda üzerinize vebal

yoktur -fakat yine bütün ihtiyat tedbîrlerini alın. Şübhe yoktur ki, Allah kâfirlere hor ve hakir edici bir azâb hazırlamıştır-" (Âyet: 102).

 

121-.......İbn Cureyc şöye demiştir: Bana Ya'lâ ibn Müslim ibn Hürmüz, Saîd ibn Cubeyr'den haber verdi ki, İbn Abbâs (R) Yüce Allah'ın "Eğer size yağmurdan bir eziyet olursa, yâhud hasta bulup nursanız... " kavli hakkında: Addurrahmân ibn Avf yaralı idi (işU bu âyet onun hakkında indi), demiştir [164].

 

96-Bab:

 

"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onlara dâir fetvayı size Allah veriyor... Yetim kızlar... hususunda Kitâb'da size karşı okunup duran âyetler..." (Âyet: 127).

 

122-.......Âişe (R), "Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onlara dâir fetvayı size Allah veriyor: Kendileri için yazılmış olan mîrâsı onlara vermediğiniz ve nikâhlarım da beğenip istemediği­niz yetim kızlar ve küçük çocuklar hakkında..." âyeti konusunda şöyle demiştir: Bu şu adamdır ki, yanında yetîm kız bulunur, kendisi o kı­zın işlerini gören velîsi ve kızın mîrâsçısıdır. Kız bu adamı, adamın malında hattâ hurmalığında ortak etmiştir. Adam o kızla nikâh ol­mayı istemez ve o kızı başka bir adamla da evlendirmek istemez. Çün­kü bu takdirde o kızla evlenecek olan başka adam, velîsi bulunan adamın malında velîsine ortak olacaktır. Zîrâ kız velîsinin malında ortaktır. Bundan dolayı kızı evlenmekten men' eder dururdu. İşte bu âyet bu sebeble indi [165].

 

97- Bâb:

 

"Eğer bir kadın kocasının uzaklaşmasından yâhud kendisinden yüz çevirmesinden endîşe ederse... " (Âyet: 128).

İbn Abbâs: "Şikaak", "Bozuşma"dır. "Zâten nefislerde kıskançlık hazırlanmıştır...": Bu, onun herhangi birşey

hususundaki hevâsi, yânî aşırı isteğidir. O şeye karşı şiddetle arzu duyar, üzerine düşer. "Kel-muallakati (= Askıya alınmış gibi)": O bekâr da değil, eş sahibi de değil vaziyette; "Nuşûzen", "Buğz" demektir, demiştir [166].

 

123-.......Hişâm ibn Urve, babası Urve'den haber verdi ki, Âişe (R), Yüce Allah'ın "Eğer bir kadın kocasının uzaklaşmasından yâ~ hudyüz çevirmesinden endîşe ederse..." kavli hakkında şöyle demiştir: Bir erkeğin yanında, yânî nikâhı altında bir kadın olur, erkek bu ka­dına sevgi ve beraberliği çoğaltmak istemez, kadından ayrılmak is­ter. Bunu hisseden kadın, kocasına hitaben: Ben senin beni boşamak-sızın nikâhın altında bırakman için (nafaka, giyim, yanımda gecele­me ve diğer) haklarımdan bir kısmını sana geri vereyim mi, der; (kan-koca bu şartla sulh olup evliliklerini devam ettirirler). İşte bu âyet, bu hususta indi [167].

 

98- Bâb:

 

"Şübhesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar..." (Âyet: 145).

İbn Abbâs: "Ateşin en aşağısında" demektir; "Nafakan", "Seraben" (yânî baca) demektir, demiştir [168].

 

124-.......el-Esved (ibn Yezîd en-Nahaî) şöyle demiştir: Bizler Abdullah ibn Mes'ûd'un ders halkasında bulunuyorduk. Huzeyfe ibnu'l-Yemân geldi, nihayet başımıza dikildi de selâm verdi. Bundan sonra:

  Yemîn olsun ki, münafıklık sizlerden daha hayırlı olan bir topluluk üzerine indirilmiştir, dedi.

el-Esved (Huzeyfe'nin bu sözünden hayret ederek):

— Siibhânallah! Muhakkak ki Allah "Şübhesiz münafıklar ce­hennemin en aşağı tabakasındadırlar" buyuruyor, dedi.

Abdullah ibn Mes'ûd (Huzeyfe'nin sözünden, hakk söz getirme­sinden ve sakındırmasından hoşlanarak) gülümsedi. Huzeyfe de mes­cidin bir kenarına oturdu. Bunun akabinde Abdullah ibn Mes'ûd kalktı ve beraberinde bulunan sahâbîleri de dağıldılar.

el-Esved dedi ki: Bu sırada Huzeyfe beni çağırmak için bana bir çakıl attı. Ben de yanına geldim. Huzeyfe:

— Ben söylediğimi iyice bilmiş olduğu hâlde Abdullah ibn Mes'-ûd'un gülmesinden (yânî sâdece gülmekle yetinmesinden) hayret et­tim. Yemîn olsun ki, siz(tâbiî)lerden daha hayırlı olan bir topluluk üzerine münafıklık indirilmiş, sonra onlar bu hâllerinden tevbe edip döndüler, Allah da onların tevbelerini kabul buyurdu, dedi [169].

 

99- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

Nûh 'a, ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a, evlâdlarına, îsâ 'ya, Eyyûb 'a, Yûnus 'a, Hârûn 'a ve Süleyman 'a Vahyeylediğimiz ve Davud'a Zebur verdiğimiz gibi şübhesiz sana da vahyettik biz" (Âyet: 163) [170].

 

125-.......Sufyân es-Sevrî şöyle demiştir: Bana el-A'meş, Ebû Vâil'den; o da Abdullah ibn Mes'ûd'dan tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Hiçbir kimse için: 'Ben Yûnus ibnu Metîâ'dan hayırlıyım' de­mesi lâyık olmaz" buyurmuştur.

 

126-.......Hilâl ibn Alî, Atâ ibn Yesâr'dan; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Çeygamber (S): "Her kim ben Yûnus ibn Met-tâ'dan hayırlıyım derse, yalan söylemiştir" buyurmuştur [171].

 

100- Bâb:

 

"Senden fetva isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki hükmü şöylece açıklar: Eğer evlâdı ve babası olmayan bir erkek ölür, onun bir tek kızkardeşi kalırsa, terîkesinin yarısı onundur. Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız) ölen kızkardeşinin bıraktığıfnm tamâmını alır)" (Âyet: 176).

"el-Kelâle", kendisine baba yâhud oğul vâris olmayan kimsedir. Bu "Tekellelehu*n-nesebu( = Neseb onu çepçevre kuşattı)"dan masdardır [172].

 

127-.......el-Berâ ibn Âzib (R): En son inen sûre Berâetun'dur. En son inen âyet de "Senden fetva isterler..." âyetidir, demiştir [173].

 

5-El-Mâide Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Hurum": Tekili "HarâmurT'dur. "Fe-bimâ nakzıhım mîsâkahum":

"Bi-nakzıhım mîsâkahum" (Âyet: i3)"Onlar verdikleri o kesin te'mînâtı çözüp bozmuş oldukları için" (demektir; "Mâ" kelimesi zâiddir).

"Allah'ın sizler için yazdığı: Yânî Allah'ın sizler içiriş takdir ettiği Mukaddes Arz'a girin" (Âyet: 2i>; "Tebûu",

"Yüklenip taşırsın"; "Dâire", devlet, yânî dolaşan felâket demektir (es-Suddî böyle tefsîr etmiştir). (Suddfden) başkası da: "el-Iğrâ", "Musallat kılma, saldırtma'Mır, dedi.Sufyan es-Sevrî: Kur'ân içinde bana "Ey Kitâb ehli,

Tevrat % İncîVi ve Rabb'inizden size indirilen Kur'ân'ı (onun hükümlerini) dosdoğru tatbik ve icra edinceye kadar siz hiçbirşey üzerinde değilsiniz" (Âyet: 68) kavlinden daha şiddetli bir âyet yoktur, demiştir.

"Mahmasa", "Son derece açlık"; "Kim bir nefsi kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur" (Âyet: 32), yânî: Haklı olarak öldürmek müstesna, kim bir nefsi öldürmeyi haram kılarsa, bu haram kılmadan dolayı insanlar diri kalır, demektir.

"Şir'aten ve minhâcen", "Bir yol ve bir sünnet"; "Kadınların ücretleri" kadınların mehirleridir. "el-Muheymin", "Emîn ve şâhid" demektir; Kur'ân, kendinden önceki her kitâb üzerine bir emîn ve şâhiddir [174].

 

101- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"... Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim..." (Âyet: 3)

İbn Abbâs: "Mahmasa", "Son derece açlık"tır, demiştir.

 

128-.......Sufyân es-Sevrî, Kays ibn Müslim'den; o da Târik ibn Şihâb'dan (bu zât Peygamber'i görmüştür) olmak üzere şöyle tahdîs etmiştir: Yahûdîler, Umer ibnu'l-Hattâb'a:

— Sizler bir âyet okumaktasınız ki, eğer o âyet biz Yahûdîler'e inmiş olaydı, biz o âyeti, yânî indiği günü muhakkak bir bayram edi­nirdik, dediler.

Bunun üzerine Umer:

  Şübhesiz'ben o âyetin nerede indirildiğini, ne zaman indiril­diğini ve Rasûlullah'm onun indirildiği zaman nerede bulunduğunu kesin olarak bilmekteyim: Bu âyet Arafe gününde ve bizler de Al­lah'a yemîn olsun Arafe'de (vakfede) bulunurken indirilmiştir, dedi.

Sufyân es-Sevrî: Ben Umer'in "Cumua günü idi" deyip deme­diğinde şübhe ediyorum, demiş (âyeti okumuştur): "Bu gün sizin dîni­nizi kemâle erdirdim..."[175].

 

102- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Su bulamamışsanız, o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin., " (Âyet: 6)[176].

"Teyemmemû", "Kasdediniz"; "Âmmîne", "Âmidîne", yânî "Kasdediciler olarak" demektir. "Emmemtu" ve "Teyemmemtu" bir ma'nâyadır.

İbn Abbâs:

"Lemestum (= Dokundunuz)", "Temessûhunne ( = Kadınlara dokunursunuz)"; "Vellâtî dahaltum bihinne

(= Kendilerine dâhil olduğunuz kadınlar)'* (en-Nisâ: 23) ,,tve "el-İfdâ"' (en-Nisâ: 21); bunların hepsi nikâh, yânî cinsî münâsebet ma'nâsınadır, demiştir [177].

 

129-.......Peygamber'in zevcesiÂişe (R) şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'in yaptığı seferlerin birinde O'nunla birlikte yola çıktık. Nihayet ya el-Beydâ'ya yâhud Zâtu'l-Ceyş'e vardığımızda (yanımda ariyet olan) bir gerdanlığım koptu (kayboldu). Aransın diye Rasû-lullah o yerde bekledi. İnsanlar da O'nunla beraber beklediler. Hâl­buki bir su başında değillerdi, yanlarında da su yoktu, insanlar Ebû Bekr es-Sıddîk'a gelip:

— Âişe'nin yaptığını görmüyor musun? Rasûlullah'ı da, insan­ları da yollarından alıkoydu. Su başında değiller, beraberlerinde de su yok, dediler.

Bunun üzerine Ebû Bekr (benim yanıma) geldi. Rasûlullah da başını benim dizimin üstüne koyup uyumuştu. Ebû Bekr bana:

— Seri'Rasûlullah'ı da, insanları da yollarından alıkoydun. Su başında değiller, beraberlerinde de su yok, dedi.

Âişe dedi ki: Ebû Bekr be.m azarladı ve Allah'ın söylemesini is­tediği sözleri söyledi. Eli ile de böğrüme vurmaya başladı. Beni kıpır-damaktan, Rasûlullah'ın dizim üstünde bulunmasından başka hiçbirşey men' etmiyordu (yânî başı dizimde olduğu için hiç kıpırda­madım). Sabah olunca Rasûlullah kalktı, hiç su yoktu. Allah Teyem­müm Ayeti'ni indirdi (herkes teyemmüm etti).

Useyd ibn Hudayr (R):

— Ey Ebâ Bekr hanedanı! Bu sizin ilk bereketiniz değildir, dedi.

Âişe dedi ki: (Sonra gideceğimiz sırada) üzerine bindiğim deveyi kaldırdık. Bir de gördük ki, gerdanlık onun altında imiş [178].

 

130-.......Abdurrahmân ibnu'I-Kaasırn, babası el-Kaasım ibnu Muhammed ibn Ebî Bekr es-Sıddîk'tan; o da Âişe(R)'den (şöyle de­diğini) tahdîs etmiştir: Benim bir gerdanlığım, bizler Medîne'ye gi-!rerken el-Beydâ'da düştü. Bunun üzerine Peygamber (S) devesini çöktürüp indi. Müteakiben başını kucağıma koyup uyudu. Ebû Bekr geldi de göğsümü eliyle şiddetli bir itişle itti ve:

— İnsanları bir gerdanlık yüzünden burada habsettin, dedi.

Beni acıtmış olduğu hâlde, Rasûlullah'ın kucağımda bulunma­sından dolayı bende ölüm (hareketsizliği) vardı. Sonra Peygamber uyandı, sabah namazı vakti de geldi. Etrafta su arandı, fakat su bu­lunamadı. Bunun üzerine "Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız za­man yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi ve başınıza meshedip her

iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüb olduysanız boy ab-desti alın. Eğer hasta olmuşsanız yahud bir sefer üzerindeyseniz veya içinizden biri ayakyolundan gelmişse yâhud da kadınlara dokunmuş-sanız ve bu hâlde su da bulamamışsanız, o vakit tertemiz bir toprak­la teyemmüm edin, bunun için (niyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün..." âyeti indi. Bunun üzerine Useyd ibn Hudayr (R):

— Ey Ebâ Bekr ailesi, yemîn olsun ki, Allah sizin sebebinizle insanlara bereket vermiştir, sizler insanlar lehine muhakkak bir be-.reket olmuşsunuzdur, dedi [179].

 

103- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

 Artık sm Rabb'inle beraber git! Bu suretle ikiniz harbedin! Biz muhakkak burada oturumlarız (Âyet: 24) [180].

 

131-.......(Buradaki iki senedde) Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöy­le demiştir: el-Mıkdâd ibnu'l-Esved, Bedir gününde:

— Yâ Rasûlallah! Biz Sana, İsrâîl oğulları'nın Mûsâ Peygam­ber'e ''Artık sen RabbHnle beraber git. Bu suretle ikiniz harbedin. Biz muhakkak burada oturucularız" dedikleri gibi demeyiz. Fakat biz Sana: "(Düşman üzerine) yürü, biz de Sen'inle beraberiz" deriz,, dedi.

Bu sözü ile Mıkdâd, Rasûlullah'tan bütün gamları giderdi.

Bu hadîsi Vekî' ibnu'l-Cerrâh da Sufyân es-Sevrî'den; o da Mu-hânk'tan; o da Târik ibn Şihâb'dan rivayet etti. Bunda: el-Mıkdâd, bu sözü Peygamber'e hitaben söyledi, ziyâdesi vardır [181].

 

104- Bâb:

 

"Allah'a ve Rasûlü'ne harb açanların, yeryüzünde fesâdçılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları yâhud elleriyle ayaklarının çapraz olarak kesilmesi yâhud da (bulundukları) yerden sürülmeleridir..." (Âyet: 33).

Allah'a muharebe, O'na küfretmektir [182]

 

132-.......Abdullah ibn Avn tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Ebû Kılâbe'nin himayesinde bulunan Süleyman Ebû Recâ', Ebû Kı-lâbe'den tahdîs etti ki, Ebû Kılâbe, Umer ibnu'l-Abdilazîz'in sırtının arkasında oturuyordu. Huzuruna giren insanlar "Kasâme"yi zikret­tiler. Umer, "Kasâme" hakkında istişare yapınca, ona "Kasâme"-nin şânmı zikredip:

— Biz kasâme hususunda kısasa kaail oluruz, senden önceki halîfeler de kısasla, yânî kaatilin öldürülmesiyle hükmetmişlerdir, de­diler.

Bunun üzerine Umer ibnu'l-Abdüazîz, sırtının arka tarafında bu­lunan Ebû Kılâbe'ye döndü de:

— Sen ne dersin yâ Abdallah ibne Zeyd, yâhud da: Sen ne der­sin yâ Ebâ Kılâbe? diye sordu.

Ben:

— İslâm'da evlendikten sonra zina etmiş yâhud bir nefis mukaa-bilinde olmaksızın bir insan öldürmüş yâhud da Allah'a ve Rasü-lü'ne harb açmış bir adamdan başka, hiçbir nefsin öldürülmesinin halâl olduğunu bilmiş değilim, dedim.

Bunun üzerine Anbese ibnu Saîd: Bize Enes ibn Mâlik şöyle şöyle (yânî Urenîler hadîsini) tahdîs etti, dedi.

Ebû Kılâbe şöyle dedi: Ben dedim ki: Bana da Enes tahdîs edip şöyle dedi: Bİr topluluk Peygamber'in huzuruna geldiler de (İslâm üzere bey'atlaştıktan sonra) kendisiyle kelâm edip konuştular. Aka­binde:

— Bizler bu Medîne toprağını (yânî havasım) ağır bulduk, dedi­ler.

Peygamber de:

— "Şunlar bize âid birtakım develerdir, (sadaka develeriyle be­raber güdülmek için) çıkıyorlar, siz de bunlar içinde çıkın, bunların sütlerinden ve sidiklerinden için" buyurdu.

Bunun üzerine o kimseler, o deve sürüsü içinde çıkıp gittiler. On­ların sidiklerinden ve sütlerinden içtiler ve eski sağlıklarına kavuştu­lar. Çobanın üzerine hücum edip onu öldürdüler, develeri de sür'atle sürüp götürdüler. Artık bunlardan hangi şey geri bırakılır? Bunlar insan öldürdüler, Allah'a ve Rasûlü'ne harb açtılar, ve Allah'ın Ra-sûlü'nü endişelendirdiler.

Râvî Anbese, Ebû Kılâbe'den hayret ederek:

  Subhânallah, dedi.

Ebû Kılâbe şöyle dedi: Ben de Anbese'ye:

— Sen benim Enes'ten rivayet ettiğim hadîs hususunda beni itti-hâm mı ediyorsun? dedim.

 Anbese de:

— (Hayır ittihâm etmiyorum, lâkin sen hadîsi gereği gibi getir­din.) Bize bunu Enes böyle tahdîs etti, dedi.

Ebû Kılâbe şöyle dedi: Ve Anbese:

  Yâ buranın ehli (yânî: Ey Şâm ehli)! Şübhesiz sizler, Allah içinizde bunu (yânî Ebû Kılâbe'yi) ve bunun benzeri olanları bıraktığı müddetçe muhakak hayırla beraber olmakta devam edeceksiniz! Dedi [183].

 

105- Yüce Allah'ın 'Bütün yaralar birbirine kısastır... (Âyet: 45) Kavli Babı [184]

 

133-.......Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: er-Rubeyy' -ki o, Enes ibn Mâlik'in halasıdır- Ensâr'dan bir cariyenin ön dişini kırmıştı. Cariyenin kavmi er-Rubeyy'den kısas istediler. Akabinde (araların­da hüküm vermesi için) Peygamber'e geldiler. Peygamber (S) de kı­sas ile emretti. Bunun üzerine Enes ibnu Mâlik'in amcası olan Enes ibnu'n-Nadr:

  Hayır vallahi yâ Rasûlallah, er-Rubeyy'in ön dişi kırılmaz, dedi.

Rasûlullah da:

  "Yâ Enes! Allah'ın Kitabı kısastır" buyurdu.

Akabinde hakîkaten da'vâcı olan topluluk er-Rubeyy'den kısa­sı terketmeye razı oldular da diyeti kabul ettiler. Bunun üzerine Ra­sûlullah:

  "Allah'ın kullarından öyle kimse vardır ki, o Allah'ayemîn etse, Allah onun yeminini muhakkak yerine getirir" buyurdu [185].

 

106- Bâb:

 

'Ey Rasûl, RabbHnden sana indirileni tebliğ et... (Âyet: 67).

 

134-.......Sufyân es-Sevrî, İsmâîl ibnu Ebî Hâlid'den; o da eş-

Şa'bî'den; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Âişe (R) Mesrûk'a şöyle demiştir: Her kim sana Muhammed, kendisine indirilenlerden her­hangi birşeyi sakladı (teblîğ etmedi) derse, muhakkak ki, o yalan söy­lemiştir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: "Ey Rasûl, Rabb 'inden sana indirileni teblîğ et. Eğer yapmazsan A Hah yın Elçiliği yni teblîğ (ve îf â) etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şübhesiz ki, Al­lah kâfirler güruhunu muvaffak etmez* [186].

 

107- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Allah sizi yemînlerinizdeki lağvdan dolayı sorumlu " (Âyet: 88) [187].

 

135-.......Hişâm ibn Urve, babası Urve ibnu'z-Zubeyr'den lahdîs etti ki, Âişe (R): Şu "Allah sizi yemînlerinizdeki lâğvdan dolayı so­rumlu tutmaz..." âyeti insanın "Hayır vallahi, evet vallahi" sözü hak­kında indi, demiştir.

 

136-....... Hişâm ibn Urve şöyle demiştir: Bana babam Urve ibnu'z-Zubeyr, Âişe'den haber verdi ki, Âişe'nin babası Ebû Bekr, Allah yemîn keffâreti âyetini indirinceye kadar hiçbir yemînde dö­neklik etmezdi. Ebû Bekr: Ben edilen yeminin zıddını, ondan daha hayırlı görürsem, muhakkak Allah'ın verdiği ruhsatı kabul eder, o hayırlı işi yaparım, demiştir [188].

 

108- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Ey îmân edenler, Allahhn size halâl ettiği o en temiz ve güzel şeyleri (nefsinize) haram kılmayın..." (Âyet: 87) [189].

 

137-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Biz Peygamber(S)'in beraberinde gazveye giderdik. Bizim yanımızda kadınlar bu­lunmazdı. (Cinsî münâsebete şiddetle ihtiyâç duyardık.) Bu durumda biz:

— Erkeklik yumurtalarımızı çıkartıp hadım olalım mı? diye sor­duk.

Peygamber bizi hadım olmaktan nehyetti. Bundan sonra bize (bel­li bir müddete kadar) elbise (ve benzeri bir ücret) mukaabilinde ka­dın eş almamıza ruhsat verdi.

(Râvî Kays ibn Ebî Hazım dedi ki:) Bundan sonra Abdullah ibn Mes'ûd şu âyeti okudu: "Ey imân edenler, Allah'ın size halâl ettiği o en temiz şeyleri (nefsinize) haram kılmayın. Haddi aşmayın. Çün­kü Allah haddi aşanları sevmez'*) [190].

 

109- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Ey îmân edenler, içki, kumar, dikili taşlar, fal okları ancak şeytânın amelinden birer murdardır. Onun için ı bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz" (Âyet: 90) [191].

Ve İbn Abbâs: "el-Ezlâm", (Câhiliye Arabları'nın) ; mühim işlerde kendisiyle fal açıp kısmet istemekte oldukları yelesiz oklardır. "en-Nusub" ise müşriklerin ihtiram için diktikleri birtakım dikili taşlardır ki, yanlarında kurban keserler (kanları bu taşlara sürerlerdi), demiştir.

İbn Abbâs'tan başkası da:

"ez-Zelem", henüz yele geçirilmemiş oktur, bu "el-Ezlâm"ın tekilidir. (Yele geçirilirse ona "Sehm" denir.) "el-İstiksâm", fal oklarını falcının torba içinde döndürmesidir. Eğer ok (çekildiğinde, "Rabb'im beni nehyetti" çıkmak suretiyle) o işi nehyederse, kişi o işi terkeder; ("Rabb'im bana emretti" çıkmak suretiyle) o işi emrederse, okun emrettiği işi yapar. "Yucîlu", "Döndürür" demektir. O fâl oklarına, kısmetini istemekte oldukları çeşitli işlerin adlarını üzerlerine yazıp, birçok alâmetlerle alâmet ve nişan yaparlardı. (Kısmet isteme falı çektiğini haber vermek isteyen kişi) "Faaltu minhu( = Ben bundan yaptım)" yerine "Kasemtu" der. "Kusûm" da (üç harfli ve "Kendisinden haber vermek" demek olan) masdardır [192].

 

138-.......İbn Umer (R): Şarâbın haram kılınması indi. O gün(yânî haram kılınmasından önce) Medine'de beş çeşit içki vardı, bunlar arasında üzüm şarâbı yoktu, demiştir.

 

139-.......Enes ibn Mâlik (R) şöyle dedi: (İçkinin haram kılın­dığı sırada) bizde "Fadîh" ismini vermekte olduğumuz (hurma koru­ğundan ateşte kaynatılmadan yapılan) içkiden başka hiçbir haram yoktu. O gün ben ayakta (babalığım Ebû Talha'mn evinde) Ebû Tal-ha ile Fulân ve Fulân kişilere fadîh içkisi dağıtıyordum. O sırada he­men birisi geldi ve:

  Haber size ulaştı mı? dedi. Mecliste bulunanlar:

  Ne haberi? diye sordular.

O da:

  Hamr (yânî içki) haram kılındı, dedi.

Meclistekiler bana:

  Yâ Enes! Şarâb testilerini dök! diye emrettiler. (Ben de emirlerini yerine getirdim.)

Enes dedi ki: Bu bir adamın sözü üzerine mecliste bulunanlar

râbın nasıl ve ne zaman haram kılındığını araştırıp soruşturmadılar (buna lüzum görmediler) ve o adamın haberinden sonra bir daha dö­nüp şarâb içmediler.

 

140-....... Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Birtakım in­sanlar Uhud harbi gecesi sabaha kadar hamr içmişlerdi. O gün bun­ların hepsi şehîd olarak öldürüldüler. Bu, şarâbın haram kılınmasından önce idi [193].

 

141-.......İbn Umer şöyle demiştir: Ben Umer ibnu'l-Hattâb'dan işittim, Peygamber'in minberi üzerinde hutbe yaparken şöyle diyor­du:

— Amma ba'du: Ey insanlar, şu muhakkak ki, hamrm haram kılınması emri inmiştir. Hamr beş şeyden yapılır: Üzümden, hurma­dan, baldan, buğdaydan, arpadan. Hamr, aklı örten (düşünmeyi gi­deren) her içkidir! [194].

 

110- Bâb:

 

"imân edip de güzel güzel amellerde bulunanlar, (bundan sonra haramlardan) sakındıkları, îmânlarında

sebat ile iyi iyi işlere devam ettikleri, sonra dâima sakınıp iyice inandıkları ve yine sakınmakta devam ve

ısrar ile güzel işlerle uğraştıkları takdirde (Haram kılınmazdan önce) tattıklarında üzerlerine hiçbir suç yoktur. Allah, iyi ve güzel hareket eden muhsinleri Sever" (Âyet: 93).

 

142-.......Bize Sabit el-Bunânî, Enes(R)'ten tahdîs etti (ki şöy­le demiştir): "Fadîh" denilen şu hurma şarâbının döküldüğü gün; -(Buhârî dedi ki:) Ve bana Muhammed (ibn Selâm el-Beykendî), Ebu'n-Nu'mân'dan rivayetinde şunu ziyâde etti:- Eries dedi ki: Ben o gün Ebû Talha'nın evinde içki içmekte olan bir topluluğa sâkîlik ediyor­dum. Hamrın haram kılındığı hakkındaki kelâm indi. Rasûlullah bir nidâcıya emredip i'lân ettirdi. Bu sesi işitince Ebû Talha bana:

  Çık bak, bu ses nedir? dedi.

Enes dedi ki: Ben de çıktım, sonra dönüp:

— O nidâcı: Ey mü'minler! Biliniz ki, şarâb haram kılınmıştır! diye nida edip i'lân ediyor, dedim.

Bunun üzerine Ebû Talha bana:

  Haydi git, o şarâbı dök! dedi.

Enes dedi ki: (Döktüm, herkes de evindeki şarâbını döktü.) Me-dîne sokaklarında su gibi şarâb aktı.

Enes dedi ki: O zaman Medîneliler'm hamrı "Fadîh" idi. Bu sı­rada halktan bâzı kimseler:

— (Uhud günü mücâhidlerden) bir topluluk, karınlarında şarâb olduğu hâlde öldürüldüler (bunlar ne olacak)? dediler.

Enes dedi ki: Bunun üzerine Allah: "îmân edip de iyi işler ya­parak Ölenlerin üzerine, daha evvel tattıkları şeyler hususunda günâh yoktur... " âyetini indirdi [195].

 

111- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

Ey îmân edenler, size açıklanırsa fenanıza gidecek şeyleri sormayın..." (Âyet: ıoı>.

 

143-.......Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: Bir kerresinde Rasûlullah (S) bir hutbe yaptı ki, ben Rasûlullah'ın o hutbesi kadar te'-sîrli bir hutbe hiç işitmedim. O hutbesinde Rasûlullah:

— "(Ey sahâbîlerim!) Eğer benim bilmekte olduğum şeyleri sizler bilir olaydınız, muhakkak az gülerdiniz ve hiç şübhesiz çok ağlar­dınız" buyurdu.

Enes dedi ki: Bu hitabe üzerine Rasûlullah'ın sahâbîleri yüzleri­ni elbiseleriyle örttüler; onlar, içten gelen bir inleme ile ağlıyorlardı.

Bu sırada birisi:

  Yâ Rasûlallah, benim babam kimdir? diye sordu.

Rasûlullah:

  "Baban Fulân kimsedir" diye cevâb verdi.

Bunun akabinde şu "Ey îmân edenler, size açıklanırsa fenanıza gidecek şeyleri sormayın..." âyeti indi.

Bu hadîsi Nadr ibnu Şumeyl ile Ravh ibn Ubâde de Şu'be'den rivayet etmişlerdir [196].

 

144-.......îbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Bir topluluk Rasûlullah'a saygısızca ehemmiyetsiz şeyler sorarlardı. Bir kimse:

— Babam kimdir? der, diğer biri de devesini kaybettiğini söyle­yip:

  Devem nerede? der idi.

Bunun üzerine Allah o kimseler hakkında şu âyeti indirdi: "Ey îmân edenler, açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sorma­yın. Eğer Kur 'ân indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır. (Açık­lanmadığına göre) Allah onlan af/etmiştir. Allah çok mağfiret edicidir, cezada da aceleci değildir" (Âyetrioi) [197].

 

112- Şu Kelâmfln Tefsiri) Babı:

 

"Allah ne Bahiri dan, ne Sâibe'den, ne Vasilerden, ne de Hâm'dan hiçbirini meşru' kılmamıştır... " (Âyet: 103)

ve "İz kaale'Mhu (= Allah dedi)", "Allah der" ma'nâsınadır. "İz kaale'ttâhu" kelâmı da "Kaalellâhu" demektir. Buradaki "İz" sıladır, yânî fazladan gelmiştir. "el-Mâide", faile vezninde ise de, bunun aslı mefüle veznidir ki, "Mâide", "Menyûde ( = Hazırlanmış sofra)" ma'nâsınadır.

"lyşetin râdiyetin" ve "Tutlîkatin bâinetin" ta'bîrlerinde olduğu gibi. (Lügat yönünden) ma'nâsı: Onu hayırdan, yânî yiyecek olarak sahibi hazırladı, demektir. (İştikaak yönünden de) "Madenî yemîdunî" denilir ki: "Benim için yiyecek kazandı, hazırladı" demektir.

Ve İbn Abbâs: "Seni vefat ettireceğim", "Seni öldüreceğim" ma'nâsınadır, demiştir '" [198].

 

145-.......Saîd ibnu'I-Müseyyeb şöyle demiştir: "el-Bahîra", sütü tâğûtlara âid olmak üzere, sütünden insanların faydalanması men' olunan devedir ki, artık onun sütünü hiçbir insan sağmaz. t(es-Sâibe" ise Câhiliyet Arabları'nın taptıkları putlara adamakta olup serbest salıverdikleri, üzerine hiçbir yük yükletilmeyen devedir.

Yine Saîd ibnu'l-Müseyyeb şöyle demiştir: Ebû Hureyre (R) de dedi ki: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu:

— "Ben (kusûf namazı kılarken) cehennemde Amr ibnu Âmir el-Huzâî'yi kendi bağırsaklarım ateş içinde sürükler hâlde gördüm. Çünkü o, develeri salma adak yapanların ilki (yânî önderi) idi."

Yine Saîd ibnu'l-Müseyyeb şöyle dedi: "el-Vasîle" o genç de­vedir ki, deve yavrularının ilkinde dişi doğurmakla başlar. Sonra bu­nun ardından ikinci dişiyi doğurur. İşte Arablar, iki dişiden birini aralarında hiç erkek olmadan diğer dişiye ulayıp eklediğinden dola­yı, böyle deveyi tâğûtlan için adayıp serbest kılarak salı verirlerdi, "el-Hâm" ise, dişi deveyi birçok sayıda aşıp dölleyen, develerin puhûru, yânî döl hayvanıdır ki, bu döllemelerini bitirdiği zaman Arablar, bu­nu tâğûtlan için terkederler ve onu yük taşımaktan affedip, artık üze­rine hiçbir yük yüklenmez olur. işte böyle salıverilmiş yaşlı puhûr deveye "el-Hâmî (= Sırtını yükten koruyan)" diye isim verirler.

Ebû'l-Yemân el-Hakem ibn Nâfi' şöyle dedi: Bize Şuayb ibn Ebî Hamza haber verdi ki, ez-Zuhrî: Ben Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den işit­tim, o bu ta'rîfleri haber veriyordu, dedi. Saîd ibnu'l-Müseyyeb de­di ki: Yine Ebû Hureyre: Ben Peygamber'den bu ta'rîflerin benzeri­ni işittim, dedim.

Bu hadîsi İbnu'1-Hâd, İbnu Şihâb'dan; o da Saîd ibnu'l-Müsey-yeb'den; o da Ebû Hureyre'den rivayet etti ki, Ebû Hureyre (R): Ben, Peygamber(S)'den işittim, demiştir [199].

 

146-.......Yûnus ibn Yezîd el-Eylî, ez-Zuhrî'den; o da Urve'den tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle bu­yurdu: "(Ben husuf namazında) cehennemi de gördüm, onun bâzısı bâzısını (şiddetli hararetle) kırıp yiyordu. Ben Amr ibn Luhayy'ı da kendi bağırsaklarını çekip sürükler hâlde gördüm. Çünkü bu Amr, (putlar adına) develeri adak olarak salıverenlerin ilkidir" [200].

 

113- Bâb:

 

“... Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat Sen beni vefat ettirip içlerinden

alınca, üstlerinde görüp gözetici yalnız Sen oldun. Zâten Sen herşeye hakkıyle şâhidsin" (Âyet: 117).

 

 

147-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bir hut­be yaptı da:

  "Ey insanlar! Şübhesiz sizler (kıyamet gününde) Allah 'in hu­zuruna yalınayaktılar, çıplaklar ve erlik yerleriniz sünnetsiz olarak toplanacaksınız" buyurdu.

Bundan sonra şu âyeti okudu: "(O günü biz göğü, kitâblann sa-Mfesini dürüp büker gibi düreceğiz.) tik yaratışa nasıl başladıksa, üze­rimize hakk bir va 'd olarak, yine onu iade edeceğiz. Hakikatte failler

biziz'* (el-Enbiyâ:lO4).

Ve şöyle devam etti:

  "Kıyamet günü yaratıklardan ilk elbise giydirilecek olan kişi îbrâhîm 'dir. Dikkat edin! Şu muhakkak ki, o gün ümmetimden bir­takım adamlar getirilir de onlar tutulup sol tarafa götürülürler. Ben hemen; Yâ Rabb! Onlar benim sahâbîlerimdir, derim. Bana: Şübhe­siz sen, onların senin ardından dînde ne bid'atler çıkardıklarını bil­miyorsun, denilir. Buna cevaben ben de, Allah'ın sâlih kulunun (Meryem oğlu îsâ'nm) dediği gibi söylerim: Ben içlerinde bulun­duğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat Sen beni ve­fat ettirip içlerinden alınca, üstlerine görüp gözetici yalnız Sen oldun... derim. Yine bana: Şübhesiz bunlar, sen kendilerinden ayrıldığından

beri ökçeleri üzerine basarak geri dönmüş mürtedlerdir, denilir" [201].

 

114- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Eğer kendilerine azâb edersen, şübhe yok ki, onlar Senin kullarındır. Eğer onları mağfiret edersen, şübhesiz

Sen mutlak gâlib, yegâne hüküm ve hikmet sahibi  (Âyet: 118).

 

148-.......Saîd ibn Cubeyr, İbn Abbâs'tan tahdîs etti ki, Pey­gamber (S) şöyle buyurmuştur: "Yine kıyamet günü birtakım insan­lar yakalanıp sol tarafa sevkedilirler. Ben de, sâlih kul Meryem oğlu isa'nın dediği gibi derim: Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzer­lerinde bir kontrolcü idim. Fakat Sen beni vefat ettirip içlerinden alın­ca, üstlerinde görüp gözetici yalnız Sen oldun. Zâten Sen herşeye hakkıyle şâhidsin. Eğer kendilerine azâb edersen, şübhe yok ki onlar Senin kullarındır. Eğer onları mağfiret edersen mutlak gâlib, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakîkaten Sen'sin Sen" [202].

 

6- el-En'âm Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle İbn Abbâs şöyle demiştir:

"Sonra onların fitnesi,.. " (Âyet: 23) "Onların ma'zireti" demektir; "Ma'rûşât ( = Çardaklanmışlar)", (Âyet: 145) üzümden ve başkasından çardak yapılan meyveler; "Hamûleten( = Yük taşıyacak)" (Âyet: i42), üzerine yük yükletilip taşınan hayvanlar; "Ve le-lebesnâ... " (Âyet: 9):

"Ve onları elbette düşmekte oldukları şübheye düşürürdük"; "Yen'evne anhu.." (Âyet: 26), (Onlar hem insanları bundan vazgeçirmeye çalışır) hem kendileri ondan uzaklaşırlar"; "Ve tubselu... " (Âyet: 7i) "Ayıbı ortaya çıkarılır, rezîl edilir"; "Ubsilû" (Âyet: 70), "Rezîl ve rüsvây edildiler"; "Bâsıtû eydihim" (Âyet: 93), "Melekler ellerini uzatırlar"; "el-Bast", "Dövmektir.

"isteksertum" (Âyet: 128), "Ey cinn cemâati, insanlardan birçoğunu saptırdınız"; "Mimmâ zeree mine'l-harsi" (Âyet: 136), "Onlar meyvelerinden ve mallarından Allah için bir hisse, şeytân ve putlar için de bir hisse ayırdılar"; "Ekinneten" (Âyet: 25): Tekili "Kinân ( = Perde, kılıf)"dır; "Amma iştemelet aleyhi.. " (Âyet: 142143),

"Yoksa bu iki dişinin rahimlerini bürüdüğü yavruları mı haram etti?", yânî: Rahimler erkek yâhud dişi yavrudan başkasını bürür mü? Öyleyse niçin bâzısını haram kılıyor, bâzısını halâl kılıyorsunuz? "Demen mesfûhan" (Âyet: 145), "Dökülmüş kan"; "Sadefe" (Âyet: 156), "Yüz çevirdi"; "Ublisû" (Âyet: 44), "Ümîdsiz oldular"; "Ve ublisû" (Âyet: no), "Helake teslim edildiler"; "Sermeden" (ei-Kasas: 7i) "Fasılasız, devamlı" (bunu burada "Geceyi bir sükûn kıldı" kavli münâsebetiyle zikretti, denildi).

"îstehvethu" (Âyet: 71) "Şeytânlar onu saptırıp şaşkın hâlde çöle düşürmek istediler"; "Yemterûn" (Âyet: 2),

"Şübhe ederler (sonra da sizler yeniden diriltilme hakkında şübhe edersiniz)"; "Vakrun" (Âyet: 25),

"Sağırlık" (Kulaklarının içine de sağırlık koyduk); "el-Vikru" ise, o "Yük"tür; "Esâtiru", (Âyet: 25) tekili

"Ustûre" ve "İstâre"dir, bu da "Turrehât", yânî bâtıllar ve faydadan boş sözler, masallar demektir; "e/-Be'sâu" (Âyet: 42), "Şiddet" ma'nâsına olan "el-Be's"ten de zarar, kötü hâl ve fakirlik ma'nâsına olan "el- BuV'tan da olabilir; "Cehreten" (Âyet: 42), göz görüşü ile açıktan açığa demektir; (Sâd harfiyle) "es-Suveru",

(Âyet: 72) "Sûret"in cem'idir, sîn ile "Sûre"nin cem'i "Suver" olduğu gibi; "Melekût" (Âyet: 75), "Mülk" demektir. "Rahabût hayrun nün rahamût (= Korkmak merhamet edilmekten hayırlıdır)" meseli veznindedir.

Sen "Turhabu hayrun min en turhame" dersin ki, "Sana dâima korkmak ve endişeli olmak haleti, rahmet ve şefkat edilme mevkiinde olmak haletinden hayırlıdır", demektir (Kaamûs Ter.)

"Cenne aleyhi" (Âyet: 76), "Üstünü karanlık bürüyüp örttü"; "Taâlâ" (Âyet: 100) "Çok yüce"dir; "Ve in ta'dü"

(Âyet: 70), "O nefis fidye denkleştirip verse bu kıyamet gününde ondan kabul edilmez"; "Husbânı" (Âyet: 91)

Allah'a âiddir denilir ki, "Hesabını görmek" demektir; bir de "Husbân", mermiler'e ve şeytânlara atılan taşlarca denilir. "Mustakarrun" (Âyet: 98) "Karar yeri sulbde", "Mustevdâ"' (Âyet: 98) "Emânet yeri" de rahimdedir;

"el-Kınvu" (Âyet: 99), hurma salkımıdır, ikisi "Kınvânı", cem'i de yine "Kınvânun"dur; "Sınvan" ve "Sinvânun"

gibi [203].

 

115- Bâb:

 

'Gaybzn anahtarları O'nun yanındadır. Kendinden başkası bunları bilmez..." (Âyet: 59) [204].

 

149-.......Bize İbrâhîm ibn Sa'd, İbn Şihâb'dan; o da Salim ibn Abdillah'tan; o da babası Abdullah ibn Umer(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Gaybın anahtarları beştir: O sa­atin ilmişübhesiz ki, Allah'ın nezdindedir. Yağmuru (takdir edilen vakitte ve yerde) O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bil­mez. Şübhesiz Allah herşeyi bilendir, herşeyden haberdârdır [205]

 

116- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"De ki: O size üstünüzden, yâhud ayaklarınızın altından bir azâb göndermeye veya sizi birbirinize katıp kiminizden kiminin hıncını tattırmaya kaadirdir..." (Âyet: 65).

"Yelbisekum", "İltibâs"tan "Sizi karıştırır" manasınadır. "Yelbisû", "Yahhtû", yânî "Karıştırırlar", "Şıyâan", "(Birbirine muhalif) fırkalar yapar" demektir.

 

150-.......Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Şu "De ki: O size üstünüzden bir azâb göndermeye kaadirdir" âyeti indiği zaman Rasûhıllah (S) -bunun bu birinci cümlesi akabinde- "(Rabb'im) Se­nin kerîm vechine (yânî zâtına) sığınırım" dedi.

Râvî dedi ki: "Yâhud ayaklarınızın altından bir azâb gönder­meye kaadirdir" cümlesinin ardından: "(Rabb'im) Senin kerîm vec­hine sağınının'' dedi. '' Yâhud sizin fırkalarınızı birbirine katıp, kimi­nizden kiminin hıncını tattırmaya kaadirdir" cümlesini müteâkib de Rasûlullah: "Bu daha hafiftir yâhud daha kolaydır" buyurdu [206].

 

 

117- Bâb:

 

İmân edip de îmânlarını haksızlıkla karıştırmayanlar'  (Âyet: 82).

 

151-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir; "îmân edip de îmânlarına zulüm karıştırmayanlar; işte emîn olmak hakkı onla­rındır; onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir" âyeti indiği zaman, Peygamber'in sahâbîleri:

— Hangimiz nefsine zulmetmemiştir? dediler.

Bunun üzerine "Allah 'a ortak koşmak elbette büyük bir zulüm­dür" (Lukmân:i3) âyeti indi [207].

 

118- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Yûnus'u ve LûVu da hidâyete ilettik. Herbirine âlemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik" (Âyet: 86).

 

152-.......Ebû'l-Âliye şöyle demiştir: Bana Peygamber'inizin am­ca oğlu, yânî İbn Abbâs (R) tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Hiçbir kul için: Ben Yûnus ibn Meîtâ'dan hayırlıyım demek lâyık olmaz" buyurmuştur.

 

153-.......Ebû Hureyre(R)'den, Peygamber (S): "Hiçbir kul için:

Ben Yûnus-ibn Meîtâ'dan hayırlıyım demek yakışmaz" buyurmuş­tur [208].

 

119- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'îşte o peygamberler Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir, O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy... " (Âyet: 90).

 

154-.......Bize Hişâm ibn Yûsuf es-San'ânî haber verdi ki, on­lara da İbn Cufeyc haber verip şöyle demiştir: Bana Süleyman el-Ahvel haber verdi. Ona da Mucâhid haber vermiştir: Mucâhid, İbn Abbâs'a:

  Sâd Sûresi'nde secde var mıdır? diye sormuş.

O da:

— Evet vardır, dedikten sonra, şu "Biz ona (yânî İbrahim'e) Is-hâk ile Ya'kûb'a ihsan ettik ve herbirini hidâyete erdirdik..." kav­linden ' '0 hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy'' âyetine

kadar okudu ve:

  O da (yânî Dâvûd da) burada zikredilen peygamberlerden­dir, dedi.

Yezîd ibnu Hârûn, Muhammed ibn Ubeyd, Sehl ibnu Yûsuf, el-Avvâm ibn Havşeb'den; o da Mucâhid'den şunu ziyâde etmişlerdir: Mucâhid: Ben İbn Abbâs'a bunu sordum da o:

— Peygamberiniz de buradakilere uyması emrolunan kimseler­dendir, dedi [209]

 

120- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Biz Yahudiler'e bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık.

Bunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan yâhud kemiğe karışan (yağlar bu hükümden) müstesnadır. Bu

haram kılmayı onlara zulümlerinden dolayı ceza olarak yaptık. Biz elbette doğru söyleyicileriz" (Âyet: i46) [210].

İbn Abbâs: "Her tırnaklı", deve ve devekuşu (ve benzerleri); "el-Havâyâ", "Bağırsaklardır, demiştir.

İbn Abbâs'tan başkası da: "Hâdû", "Yahûdî oldular" demektir. Amma Yüce Allah'ın "Hudnâ"

(el-A'râf: 156) kavline gelince, o "Tevbe ettik" demektir, "Hâid1 "Tâib", yânı "Tevbe edici"dir, dedi. r»»

 

155-.......Atâ ibn Ebî Rebâh şöyle dedi: Ben Câbir ibn Abdillah(R)'tan işittim, dedi ki: Ben Peygamber(S)'den işittim: "Allah Ya-hûdîler'e la'net etsin! Allah onlara ölmüş hayvanın iç yağlarını haram. ettiği zaman, onlar bu yağları erittiler, sonra sattılar da onun bedeli­ni yediler" buyurdu.

(Buhârî'nin şeyhi) Ebû Âsim şöyle dedi: Bize Abdulhamîd tah-dîs etti. Bize Yezîd ibn Ebî Habîb tahdîs edip şöyle dedi: Bize Atâ ibn Ebî Rebâh yazıp: .Ben Câbir'den; o da Peygamber(S)'den (bu ha­dîsin benzerini) işittim, dedi [211].

 

121- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı: [212]Kötülüklerin Açığına Da, Gizlisine De Yaklaşmayın... " (Âyet: 15i)  .

 

156-.......Bize Şu'be, Amr ibn Murre'den; o da Ebû Vâil'den tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Mü'minleri Allah'tan ziyâde kötülüklerden koruyan bir kimse yoktur. Mü'min-lerin en büyük koruyucusu olduğu için Allah açık, gizli bütün kötü­lükleri, çirkin işleri haram kılmıştır. Bir de Allah'tan ziyâde medhedilip övülmeyi seven kimse de yoktur. İşte bunun için Allah kendisini (Kur'-ân'da birçok güzel sıfatlarla) medhetmiştir.

Râvî Amr ibn Murre dedi ki: Ben Ebû Vâil'e:

— Sen bu hadîsi Abdullah ibn Mes'ûd'dan işittin mi? diye sor­dum.

Ebû Vâil:

—Evet, ben bunu Abdullah'tan işittim, dedi. Ben yine ona:

— Abdullah ibn Mes'ûd bu hadîsi Peygamber'e yükseltti mi? de­dim.

O:

— Evet yükseltti, dedi [213].

"Vekîl", "Hafız, muhafaza edici ve etrafını çepçevre kuşatıcıdır.

"Kubulen", "Kabîl"in cem'idir, ma'nâsı birçok azâb nevi'leri-dir ki, o azâblardan herbir nev'i bir "Kabil", bir sınıftır. •

"Zuhrufe'l-kavU( = B$Ltı\ söz)": Bâtıl olduğu hâlde güzelleştir-diğin ve süslediğin herşeydir. İşte bu süslenmiş bâtıl bir "Zuhruf"-tur.

"f/ar«m( = Ekin, mahsûl)": "Hıcrun" yânî "Haram" demek­tir. Men' edilmiş herşey bir hıcr ve mahcurdur. "el-Hıcru", "Bina ettiğin her binâ"dır. Beygirlerden dişiye de "Hıcr" denilir; akl'a da "Hıcr" ve "Hıcen" denir. "el-Hıcr" ismine gelince, o, Semûd kav­minin yeridir. Yerden etrafını duvarla çevirdiğin şey de bir "Hıcr"-dır. İşte bu ma'nâdan dolayı Ka'be'nin Hatîm'ine "Hıcr" ismi verildi. Sanki bu, "Maktûl'Men "Katil" gelmesi gibi, "Mahtûm"dan türe­miştir. Yemâme'nin Hacr'ı ise, o bir menzildir [214].

 

122- Yüce Allah'ın:

 

"Muhakkak Allah bunu haram etti diye bildiğim söyleyecek şâhidlerinizigetirin! de..." (Âyet: 150).

Hicaz ahâlîsinin lügati, tekil için de, iki kişi için de, cemf için de "Helumme"d\r [215].

 

157-.......Ebû Hureyre(R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacak-tır. İnsanlar onu gördükleri zaman yeryüzünde bulunanlar îmân eder­ler. Fakat işte o gün 'Daha evvelden (mân etmiş olmayan hiçbir kim­seye (o günkü) îmânı fayda vermeyecek' zamandır" (Âyet: 158) [216].

 

158-....... Bize Ma'mer ibn Râşid, Hemmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Güneş battığı yerden doğuncaya kadar kıyamet kop­maz. Güneş oradan doğup insanlar onu görünce, toptan hepsi îmân ederler. İşte bu, hiçbir nefse îmânının fayda vermeyeceği zamandır".

Sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: "Daha evvelden îmân etmiş veya îmânında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye (o günkü) îmânı asla fayda vermez. De ki: Bekleyin! Çünkü biz de bekleyidle-rizl"

 

7- El-A'râf Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

İbn Abbâs şöyle demiştir: "Ve riyâşen" (Âyet: 26), "Mal"; "el-Mu'tedîn" (Âyet: 55), duada ve başka işlerde haddi aşanlar; "Hatta afev" (Âyet: 95), "Nihayet çoğaldılar" ve "Malları çoğaldı"; "el-Fettâh", Kaadı, hâkim, "İftâh beynenâ ve beyne kavmina" (Âyet: 89), "Ey Rabb'imiz, bizimle kavmimiz -. arasında Sen hakk olanı hükmet"; "Nateknâ" (Âyet: -  171), "Kaldırdık", ("Biz bir zaman dağı sanki o bir gölgelikmiş gibi çekip üstlerine kaldırmıştık");

"İnbeceset", (Ayet: ıeoj, "İnfeceret", yânî "Kaynayıp aktı"; "Mutebberun" (Âyet: 139), "Hüsrana uğratılmış, helak edilmiş"; "Âsâ", "Tasalanırım"

"Tasalanma" (ei-Mâide: 29)- "Şimdi ben o kâfirler güruhuna karşı nasıl tasalanırım?" (Âyet: 93).

(Bunların hepsi İbn Abbâs'tan nakledilen tefsirlerdir.)

İbn Abbâs'tan başkası şöyle demiştir:

"Mâ meneake en lâ tescude = Seni secde etmenden men' eden nedir?" (Ayet: 12) buyuruyor. "Yahsıfâni" (Âyet:

22), Cennet yapraklarından yapraklar alıp, birbiri üstüne yamamağa başladılar, yaprakların bâzısını dikerine eklemeye başladılar. "Sev'atihımâ" (Âyet: 22),

Adem ile Havva'nın ferclerinden kinayedir (Cevheri: "Sev'e", "Avret"tir demiştir).

"Mustekarrun ve metâun ilâ hîn = Bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek" (Âyet: 24); "illâ hîn"f burada

"Kıyamet gününe kadar" demektir. Arablar indinde "Hîn" bir saatten, sayısı ihata edilmeyecek vakte kadar demektir [217].

Uer-Riyâş ve'r-Rîş" bir ma'nâyadır; o da meydana çıkan, görünen güzel ve kıymetli elbiseden ibarettir.

"Kabîluhu" (Âyet: 27), "Kabilesi, kendilerinden olan nesli";   "Iddârekû" (Âyet: 38), "Toplandılar". * 'Meşakku H-insân ve 'd-dâbbeti = İnsan ve hayvan vücudundaki tabu delikler" (Âyet: 40). Bunların hepsi "Sumûmen" diye isimlendirilir. Bunun tekili "Semmun"dur. Bu delikler dokuz tanedir: İki gözü, iki burun deliği, ağzı, iki kulak deliği, dübürü, zekerinin veya memesinin deliği.

"Gavâşın" (Âyet: 4i), "Örtünülen şeyler" {"Onlara cehennemden döşekler, üstlerine örtüler vardır").

"Nuşuren" (Âyet: 57), "Dağılan, yayılan, esen rüzgârlar"; "Nekiden"(kya. 58), "Pek az" {"Güzel memleketin bitkisi Rabb Jinin izniyle bol çıkar, fena olandan ise fâidesi pek az birşeyden başkası çıkmaz").

"Keenlem yağnev" (Âyet: 92), "Şuayb'ı yalanlayanlar

sanki yurtlarında yaşamamışlar gibi oldular".

"Hakîkun" (Âyet: io5), "Hakk" {"Allah'a karşı haktan başkasını söylememekliğim üzerime borçtur").

"tsterhebûhum" (Âyet: 116), "Rehbet" masdarından

"Onları korkuttular"; "Telakkafu" (Âyet: in), "Yutuyor";

"Tâiruhum" (Âyet: i3i), "Nasîbleri" ("Gözünüzü açın ki, onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır, fakat çokları bilmezler"). "Tûfân", Seyl'dendir, çok ölüm için de "Tûfân" denilir. "el-Kummelu" (Âyet: 133), "Keneler, küçük kenelere benzeyen böcekler".

"Uruş" ve "Arîş" (Âyet: 137), "Bina"; "Sukıta" (Âyet: 149),

"Her pişman olan muhakkak eli düşmüştür"; "el- Esbât" (Âyet: 160), İsrâîl oğulları'nın kabileleridir. "İz ya'dûne fVs-sebti" (Âyet: 163), Cumartesi gününün harâmlığım bozup haddi aşanlar, "Taaddî",

"Tecâvüz"dür.  "Şurrean" (Âyet: i63>, "ŞevârV", yân?

"Balıklar akın akın su yüzüne çıkarak"; "Betsin" (Âyet: 165), "Şiddetli bir azâb'\ "Velâkinnehu ahlede ile'l-

ardı" (Âyet: 176). "Lâkin o yere, dünyâya meyletti, oturdu, geri kaldı"

"Senestedricuhum" (Âyet; i85>, "Biz onları derece derece helake yaklaştırırız", yânı "Biz onlara emniyette oldukları mevki'lerinden geliriz", Yüce Allah'ın "Allah onlara hesâb etmedikleri yerden geliverdi" (ei-Haşn 2) kavli gibi.

"Min cinnetin" (Âyet: 184), "Delilikten". "Eyyâne mursâha" (Âyet: 187), "Kıyametin meydana çıkması ne zamandır?" (Kıyametin subûtunun ne zaman olduğunu sorarlar). "Fe merret bihi" (Âyet: 189), "Havva'ya gebelik

devam etti, onu tamamladı". "Yenzeğanneke" (Âyet: 200),

"Sana şeytândan bir hafiflik, bir fit gelirse"; "Tayfun" (Âyet: 20i), "Hayâl, delilik, küçük günâh". "Mulimm",

"Deli", "Bihilemem", "Onda delilik vardır"; "Tâifun" da denilir, bu tekildir. "Yemuddûnehum" (Âyet: 202),

"Onları süslüyorlar". "Hîfeten", "Korkarak", "Hufyeten" ise "Gizlemek" masdarındandır. "el-Âsâl" (Âyet: 205), tekili "AsîTdir ki, ikindi ile akşam arasındaki vakit ma'nâsınadır; "Bukraten ve astten" kavli gibi [218].

 

123- Aziz Ve Celîl Olan Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"De ki: Rabb'im ancak hayâsızlıkları, onların açığını, gizlisini (ve her türlü günâhı, haksız isyanı, Allah'a -hiçbir zaman bir burhan indirmediği- herhangi birşeyi eş tutmanızı, Allah'a bilmeyeceğiniz şeyleri isnâd etmenizi) haram etmiştir" (Âyet: 33) [219].

 

159-.......Bize Şu'be, Amr ibn Murre'den; 0 daEbû VâiPden; o da Abdullah ibn Mes'ûd'dan tahdîs etti. Amr ibn Murre dedi ki:

Ben, Ebû Vâil'e:

— Sen bu hadîsi Abdullah ibn Mes'ûd'dan işittin mi? diye sor­dum.

Ebû Vâil:

  Evet, bunu ondan işittim, dedi ve o bu hadîsi Rasûhıllah'a

yükseltti. Dedi ki:

— Mü'minleri Allah'tan ziyâde fenalıklardan koruyan bir kim­se yoktur. Mü'minlerin en büyük koruyucusu olduğu için Allah, açık gizli bütün çirkin işleri haram kılmıştır. Ve yine Allah'tan ziyâde medh ve senayı seven kimse de yoktur. Bunun için Allah kendisini (Kur'-ân'da birçok güzel vasıflarla) medhetmiştir [220].

 

124- Bâb:

 

"Vaktaki Mûsâ ta'yîn ettiğimiz vakitte geldi, Rabb'i ona (ilâhî sözünü) söyledi. Mûsâ: 'Rabb 'im, göster bana

Sen'i göreyim' dedi. Yüce Allah: 'Sen beni kat'iyyen göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, Sen de beni görürsün' buyurdu. Derken Rabb 7 o dağa tecellî edince, onu paramparça ediverdi. Mûsâ da baygın yere düştü. Ayılınca: 'Seni tenzih ederim. Sana tevbe ettim. Ben îmân edenlerin ilkiyim' dedi" (Âyet: 143).

İbn Abbâs: "Bana gösterfSana bakayım)", "Bana atıyye ver" demektir, demiştir.

160-.......Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Yahûdîler'den

bir adam, yüzüne tokat vurulmuş olarak Peygamber'e geldi ve:

— Yâ Muhammedi Ensâr'dan olan sahâbîlerinden bir adam yü­züme tokat vurdu, dedi.

Peygamber:

  "Onu çağırın" buyurdu. Akabinde o adamı çağırdılar. Peygamber:

  "Bunun yüzüne niçin tokat vurdun?" diye sordu. O sahâbî:

— Yâ Rasûlallah, ben Yahüdîler'in yanma uğradım. Bu adam­dan "Musa'yı bütün beşeriyet üzerine süzüp seçen Allah'a yemîn ederim" derken işittim."Muhammed üzerine de mi?" dedim ve o es­nada beni bir Öfke tuttu da ona tokat vurdum, dedi.

Peygamber (S):

  "Peygamberler arasında beni daha hayırlı kılmayınız. Çün­kü kıyamet günü insanlar bayılacaklar (onlarla beraber ben de bayı­lacağım). İlk ayı/an ben olacağım. Bu sırada ben Musa'yı Arş'in ayaklarından birini tutmuş olarak göreceğim. Artık Mûsâ benden evvel

mi ayıldı, yoksa Tûr'daki ilk bayılması ile mi mücâzât edildi, bilmi-yorum" dedi [221]

 

125- Bâb:

 

"el-Mennu ve's-selvâ = Kudret helvası ve bıldırcın (Âyet: 160) [222].

 

161-.......Bize Şu'be, Abdulmelik ibn Umeyr'den; o da Amr ibn Hureys'ten; o da Saîd ibn Zeyd(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Domalan mantarı, kudret helvası (gibi Allah'ın külfetsiz ni'-metleri) nev'inden bir rızıktır, suyu da göz ağrısına şifâdır" buyur­muştur [223].

 

126- Bâb:

 

"De ki: Ey insanlary şübhesiz ben göklerin ve yerin mülk ve tasarrufuna mâlik olan, kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın size, hepinize gönderdiği elçisiyim. O hâlde Allah'a ve O'nun ümmî nebî olan Rasûlü'ne -ki kendisi de o Allah'a ve O'nun sözlerine îmân etmekte olandır-

îmân edin, O'na tâbi' olun. Tâ ki doğru yolu bulmuş olasınız" (Âyet: 158) [224].

 

162-.......Ebû İdrîs el-Havlânî tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Ebu'd-Derdâ'dan işittim, şöyle diyordu: Ebû Bekr ile Umer arasın­da bir münâkaşa olmuştu da, Ebû Bekr, Umer'i öfkelendirmişti. Umer, öfkelenmiş olarak Ebû Bekr'den ayrılıp gitmiş, Ebû Bekr de ondan af istemek için ardından gitmiş. Fakat Umer bu affı yapma­yıp Ebû Bekr'in yüzüne kapısını kapatmış. Bunun üzerine Ebû Bekr, Rasûlullah'ın yanına geldi.

Ebu'd-Derdâ dedi ki: Biz Rasûlullah'ın yanında bulunuyorduk.

Rasûlullah:

  "Şu arkadaşınıza gelince, o muhakkak kendisini tehlikeli bir şeye atmıştır" buyurdu.

Ebu'd-Derdâ dedi ki: Umer de Ebû Bekr'i affetmemesinden piş­man olup geldi, selâm verdi, Peygamber'in yanına oturdu ve Rasû-lullah'a kendisiyle Ebû Bekr arasında olan haberi anlattı.

Ebu'd-Derdâ dedi ki: Rasûlullah da öfkelendi. Ebû Bekr ise (iki dizi üstüne çökerek):

— Vallahi yâ Rasûlallah, bu işte ben Umer'den daha çok ileriye gitmişimdir, demeğe başladı.

Bunun üzerine Rasûlullah hepimize hitâb ederek:

  "Şimdi sizler benim sahibimi bana bırakıyor musunuz? Sız-

ler benim dostumu bana bırakıyor musunuz? Ben: Ey insanlar, şüb-hesiz ben size, hepinize A ilah 'in elçisiyim... dedim de sizler: Sen yalan söyledin, dediniz. Ebû Bekr ise: Sen doğru söyledin, dedi" bu vur­du [225].

 

127- Yüce Allah'ın: 'Hıtta Deyiniz" (Âyet:161) Kavli Babı

 

163-.......Bize Ma'mer, Hemmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, o, Ebû Hureyre(R)'den şöyle derken işitmiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "İsrâîl oğulları'na: 'Beytu'l-Makdis kapısından secde edi­ciler olarak (tevazu' ile) giriniz ve Hıtta{ = Yâ Rabb, dileğimiz günâ­hımızı affetmendir) deyiniz de günâhlarınızı sizin lehinize mağfiret edelim, denildi. Onlar ise bu emri ters çevirdiler de, kıçları üzerinde sürünerek girdiler ve (Hıtta yerine) Habbetu Jî şaaratin( = K\l çuval içinde tane) sözünü söylediler"[226].

 

128- Bâb:

 

'Sen afv yolunu (kolaylığı) tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir" (Âyet: 199)

"Urf" (= Örf), "Ma'rûf' demektir [227].

 

164-....... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Uyeyne ibn Hısn ibn Huzeyfe Medine'ye geldi ve kardeşi oğlu Hurr ibn Kays'ın yanına inip misafir oldu. Hurr ibn Kays ise Umer ibnu'l-Hattâb'ın kendisine yak­laştırmakta olduğu kimselerden idi.

Genç, ihtiyar birtakım kurrâ ve fakîhler Umer'in meclislerinin sâhibleri ve onun müşaveresinde hazır bulunan kimselerdi (Umer, mü­him âmme işlerini bunlara danışır, müşavere ederdi). Uyeyne, kar­deşinin oğlu Hurr ibn Kays'a;

— Ey kardeşim oğlu! Senin şu Emîru'l-Mü'minîn'in yanında yük­sek bir mevkiin var. Benim için huzuruna girmeye izin isteyiver, de­di.

- O da

— Ben senin için Halîfe'nin yanına girme izni isteyeceğim, dedi. İbn Abbâs dedi ki: Akabinde Hurr, Uyeyne için izin istedi, Umer

de ona izin verdi. Uyeyne, Umer'in yanına girince, ona hitaben:

— Hiyy (yânî şu bir felâkettir) ey Hattâb oğlu! Vallahi sen bize ne bol atıyye verirsin, ne de aramızda adaletle hükmedersin! dedi.

Umer bu sözlerden öfkelendi de Uyeyne'nin üzerine yürümeye kasdetti. Heybetli Halîfe bu bedevi zorbayı döveceği sırada, kardeşi oğlu Hurr ibn Kays müdâhale ederek:

— Yâ Emîra'l-Mü'minîn! Şübhesiz Yüce Allah, Peygamber'ine: ''Halkın kusurlarını affet, ma 'rûfile emreyle ve câhillerden yüz çevir''

buyurdu. Ve şübhesiz bu Uyeyne de o câhillerdendir, detfi.

İbn Abbâs dedi ki: Hurr ibn Kays bu âyeti okuyunca, o haşmet­li Halîfe, olduğu yerde çakılmış gibi irkildi. Vallahi bir adım ileri git­medi. Esasen Umer, Allah Kitâbı'nın mukaddes huzurunda durup kalmak i'tiyâdmda idi.

 

165-.......Bize Vekî' ibnu'l-Cerrâh, Hişâm'dan; o da babası Urve'den; o da Abdullah ibnu'z-Zubeyr(R)'den tahdîs etti ki, o, "Affı tut, ve urf ile emret..." kavli hakkında:

— Allah bu âyeti ancak insanların ahlâkı hususunda indirdi, de­miştir.

Abdullah ibnu Berrâd da şöyle dedi: Bize Ebû Usâme tahdîs et­ti: Bize Hişâm, babası Urve'den tahdîs etti ki, Abdullah ibnu'z-Zubeyr:

— Allah, Peygamberi'ne insanların ahlâkından affı alıp tutma­sını emretti, demiştir yâhud da dediği gibi demiştir [228].

 

8- El-Enfâl Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Yüce Allah'ın şu kavli:

"Sana harb ganimetlerinden sorarlar. De ki: Bu ganimetler Allah'ın ve Rasûlü'nündür. O hâlde tam mü'minlerseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin. Allah'a ve Rasûlü'ne Mat edin" (Âyet: d [229]

İbn Abbâs: "el-Enfâl", "Ganîmetler"dir, demiştir. Katâde: "Rîhukum{ = Rüzgârınız)", "Harbdir, demiştir. "Nafile", "Atiyye"dir deniliyor [230].

 

166-....... Saîd ibn Cubeyr dedi ki: Ben İbn Abbâs(R)'a:

  el-Enfâl Sûresi(nin inmesi sebebi nedir)? diye sordum. O:

  Bedir gazvesi hakkında indi, dedi [231].

"eş-Şevketu" (Âyev.ıi), "Silâh ve keskinlik"; "Murdifîn" (Âyet: 9), "Dalga dalga"; "Redifenî" ve "Erdefenî", "Benim ardımdan geldi" demektir.

"Zûkû{ = Tadınız) "(Ayiet:50) "Başlayınız ve tecrübe ediniz" de­mektir, buradaki "Zevk( = Tatma)", ağzın tatması nev'inden değil­dir.

"Fe yerkumuhu" (Âyet:37), "Onu bir yere biriktirip toplar".

"Şerrid" (Âyet:57), "Dağıt"; "Ve in cenahû ile'ssilmi" (Âyet:67), "Ve eğer barışa meylederler, onu isterlerse". "es-Silmu, es-Selmu ve's-Selâmu"birdir, yânî bir ma'nâyadır. "Hattâyushine" (Âyet.67), "Gâ-lib gelinceye kadar".

Mucâhid de şöyle dedi: "Mukâen" (Âyev.35), parmaklarını ağızlarına sokmaları ve böylece ıslık çalmalarıdır; "Tasdiyeten", düdük çalıp ses çıkartma ve elleri birbirine çarparak ses çıkartmaktır. "Li-yusbitâke" (Âyet: 30), "Seni habsetmeleri için".

 

129- Bâb:

 

*Şübhesiz yerde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, hakkı akıllarına sokmaz (ve hakkı duyup söylemez olan) sağırlar ve dilsizlerdir" (Âyet: 22).

 

167-.......Bize Verkaa, İbnuEbîNecîh'ten; o da Mucâhid'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs "Şübhesiz yerde yürüyen hayvanların Al­lah katında en kötüsü, hakkı akıllarına sokmaz (ve hakkı duyup söy­lemez olan) sağırlar ve dilsizlerdir" âyeti hakkında:

— Bunlar Kureyş'în.Abdu'd-Dâr oğullan kolundan bir toplu­luktur, demiştir [232].

Buna yakın bir âyet de şudur: "Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü şübhesiz ki kâfir olanlardır. Artık onlar îmâna gelmezler" (Âyet: 56).

 

 

130- Bâb:

 

“Ey îmân edenler, sizi, size hayât verecek şeylere da'vet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü*ne icabet edin. Bilin ki,

şübhesiz Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakîkaten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız" (Âyet: 24).

"Istecîbû", "Ecîbû", yânî "İcabet ediniz"; "Li-mâ yuhyîkum", "Size hayât verecek şeye; sizi ıslâh edip

iyileştirecek şeye" demektir [233].

 

168-.......Ebû Saîd ibnu'l-Muallâ (R) şöyle demiştir: Ben na­maz kılıyordum. Rasüluîlah bana uğradı ve beni çağırdı. Ben namazı bitirinceye kadar O'nun yanına gitmedim, O'ndan sonra yanına gittim. Rasûlullah (S):

  "Senin gelmenden seni men' eden nedir? Allah: 'Ey îmân edenler, sizi, size hayât verecek şeylere çağırdığı zaman Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin... 'buyurmadı mı?" dedi.

Sonra Rasûlullah bana:

  "Sen bu mescidden çıkmadan önce, sana muhakkak Kur'-ân'daki en büyük sûreyi öğreteceğim" buyurdu. .

Rasûlullah mescidden çıkmağa davrandığı zaman, ben kendisi­ne va'd ettiği şeyi hatırlattım.

Ve Muâz ibnu Ebî Muâz şöyle dedi: Bize Şu'be, Habîb'den tah-dîs etti ki, o, Hafs'tan işitmiştir. O da Peygamber'in sahâbîlerinden bir adam olan Ebû Saîd'den bu hadîsi işitmiştir:... Ve Rasûlullah:

  "Osûre, el-Hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn'dir; namazda tek­rar edilen yedi âyettir" buyurdu [234]

 

131- "Hani bir zaman da: 'Yâ Allah, eğer bu, Sen'in katından (gelme) hakkın kendisi ise, durma bizim

üstümüze gökten taş yağdır yâhud bize acıtıcı bir azâb getir' demişlerdi" (Âyet: 32).

 

Sufyân ibn Uyeyne şöyle demiştir:

Yüce Allah Kur'ân'da "Matar" ismini söylediğinde, muhakkak "Azâb" ma'nâsına söyledi. Arab kavmi ise

"Yağmur"a "Gays" ismini verir.

Bu da Yüce Allah'ın şu kavlidir: "O, ümîdlerini kestikten sonra yağmuru indirmekte, rahmetini yaymakta olandır.. " (eş-şûrâ: 28).

 

169-.......Bize Şu'be, Abdulhamîd'den -ki o ez-Ziyâdî'nin ar­kadaşı İbnu Kurdîd'dir-, Enes ibn Mâlik(R)'ten işittiği şu haberi tahdîs etti: Ebû Cehl:

— "Yâ Allah, eğer bu Kur'ân, Sen'in katından (gelme) hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır yâhud bize acı­tıcı bir azâb getir" dedi.

Bunun üzerine şu âyetler indi: "Hâlbuki sen içlerinde iken, Al­lah onları azâblandıncı değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah yine onları azâblandıncı değildir. (Sen içlerinden çıktıktan sonra) Allah on­lara ne diye azâb etmeyecek? Onlar Mescidi Haram 'dan kendileri ona (onun hizmetine) ehil olmadıkları hâlde, men' edip duranlardır. O (hizmete) takvaya erenlerden başkaları onun ehilleri değillerdir. Fa­kat onların pekçoğu bunu bilmezler" (Âyet: 33-34) [235].

 

132- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Hâlbuki sen içlerinde iken, Allah onları azâblandıncı değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah yine onları azâblandırıcı değildir" (Âyet: 33).

 

170-.......Bize Şu'be, ez-Ziyâdî'nin sahibi olan Abdulhamîd'den tahdîs etti ki, o, Enes ibn Mâlik'in şöyle dediğini işitmiştir:

Ebû Cehl:

— "Yâ Allah, eğer bu Kur'ân Sen'in katından (gelme) hakkın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır, yâhud bize acıtıcı bir azâb getir" dedi.

Bunun üzerine şu âyetler indi: "Hâlbuki sen içlerinde iken Al­lah onları azâblandırıcı değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah yi­ne onları azâblandırıcı değildir. Allah onlara ne diye azâb etmeyecek? Onlar Mescidi Haram 'dan kendileri ona ehil olmadıkları hâlde men * edip duranlardır. Hâlbuki takvaya erenlerden başkaları onun ehille­ri değillerdir. Fakat onların pekçoğu bunu bilmezler" (Âyet: 33-34) [236].

 

133- Bâb:

 

''Bir fitne kaimayıncaya ve dîn tamâmiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin... "

(Âyet: 39)

 

171-....... Bize Hayve ibn Şurayh, Bekr ibn Amr'dan; o da Bukeyr ibn Abdillah'tan; o da Nâfi'den şöyle tahdîs etti: Abdullah ibn Umer(R)'e bir adam geldi de:

  Yâ Ebâ Abdirrahmân! Allah'ın kendi Kitâb'ında zikrettiği şu âyeti işitmiyor musun: "Eğer müzminlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse, aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa, siz o tecâvüz edenle, Allah 'in emrine dö-nünceye kadar savaşın... " (d-Hucurât:9) buyuruyor. Allah'ın kendi Ki­tâb'ında zikrettiği gibi, müslümânlar arasındaki harbe katılıp kıtal yapmandan seni nasıl bir düşünce men' etti? diye sordu.

İbn Umer de:

— Ey kardeşim oğlu! Okuduğun bu âyeti delîl edinip harbetmek-tense Yüce Allah'ın, içinde büyük tehdîdler buyurmakta olduğu şu âyeti delîl getirip onunla amel etmem, bana daha sevimlidir: "Kim bir mü 'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazâb etmiştir, ona la 'net etmiştir ve ona çok büyük bir azâb hazırlamıştır" (en-Nisâ:92), dedi.

İbn Umer'in bu sözü üzerine o Haricî zât:

— Şübhesiz ki Allah: "Bir fitne kaîmayıncaya ve dîn tamâmıyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin..." buyuruyor, dedi [237]

İbn Umer de:

— Biz Rasûlullah zamanında müslümânlar henüz az iken o har­bi müşriklere karşı yapmışızdır (yoksa müslümânlar birbirlerine kar­şı değil). O zaman kişi dîni hususunda fitneye, musîbete uğratılır, baskı yapılırdı: Müşrikler ya onu öldürürler yâhud da onu sımsıkı bağlar­lardı. Nihayet müslümânlar çoğaldı, artık hiçbir fitne kalmadı, dedi.

O Haricî genç, îbn Umer'in, onun istemekte olduğu kıtal husu­sunda kendisiyle uyuşmaz olduğunu görünce (konuyu değiştirip):

— (Hâricîler'in "Hatâ etti" dedikleri) Alî ve Usmân hakkında­ki görüşün nedir? dedi.

İbn Umer:

— Alî ve Usmân hakkındaki görüşüme gelince: Allah Usmân'ı affetmiştir. Fakat siz onu affetmeyi istemediniz. (Usmân Bedir'de bu­lunmadı, Uhud'dan kaçtı, Rıdvan Bey'atı'nda yoktu dersiniz. Bedir sırasında Peygamber'in kızı olan eşi hasta idi. Rasûlullah ona izin verdi; Uhud'da ordunun bozulması sırasında Usmân da bir tarafa çe­kilmişti; Rıdvan Bey'atı'nda ise Rasûlullah onu vazîfe ile Mekke'ye göndermişti.) Alî'ye gelince: O, Rasûlullah'ın amcasının oğlu ve kı­zının kocasıdır -eliyle Fâtıma'nın mezarına işaret ederek:- ve işte şu, Peygamber'in kızıdır; yâhud: O'nun kızı, görüp durduğunuz şu yer­dedir, dedi [238].

 

172-....... Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: Üzerimize yâhud yanı­mıza İbn Umer çıkıp geldi. O sırada bir adam ona:

— Müslümânlar arasındaki fitne harbi hakkında nasıl düşünü­yorsun? diye sordu.

İbn Umer de onun sorusuna:

— Fitne nedir bilir misin? Muhammed (S) müşriklerle harbederdi. Müşrikler üzerine harbe girmek bir fitne (ve müşrik baskısını gider­mek) içindi. Yoksa sizin kıtaliniz gibi melikük ve saltanat üzerine açıl­mış bir harb değildi, diye cevâb verdi [239].

 

134- Bâb:

 

"Ey Peygamber, müzminleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabr ve sebata mâlik yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüze galebe ederler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur" (Âyet: 65).

 

173-.......İbn Abbâs(R)'tan (şöyle demiştir): "Eğer sizden sabrediciyirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüze gâlib gelirler" âyeti inince, mü'minler üzerine birinin on düşmandan kaçmaması farz yazıldı.

Sufyân ibn Uyeyne birçok kerre: Yirmi kişinin iki yüz düşman­dan kaçmaması diye söyledi. Bundan sonra "Şimdi Allah sizden yü­kü hafifletti..*" âyeti inince, Allah yüz kişinin ikiyüz düşmandan kaçmamasını farz kıldı.

Sufyân bir kerresinde şunu ziyâde etti: "Müzminleri harbe teş­vik et. Eğer içinizden sabredid yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüze galebe ederler... " (âyeti) indi, dedi.

Yine Sufyân dedi ki: Küfe kaadısı Abdullah ibnu Şubrume de:

— Ben ma'rûfu emretme ve münkerden nehyeylemeyi de zikre­dilen bu hüküm gibi zannediyorum, demiştir [240].

 

135- Bâb:

 

"Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki> sizde muhakkak bir zaf vardır. O hâlde eğer içinizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin kişi olursa ikibine galebe ederler Allah'ın izniyle. Allah sabr ve sebat edenlerle beraberdir" (Âyet: 66).

 

174-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: "Eğer sizden sabredici yirmi kişi olursa, ikiyüze gâlib gelirler'" âyeti indiği zaman, mü'min­ler üzerine birinin on düşmandan kaçmaması farz kılındığında, bu müslümânlara ağır geldi. Akabinde şu hafifletme hükmü geldi de Allah şöyle buyurdu: "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki, sizde muhakkak bir za f vardır. O hâlde eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa,

ikiyüzü yenerler",

İbn Abbâs: Allah mü'minlerden sayıyı hafifletince, onlardan ha­fifletilen mikdâr mukaabilinde sabırdan eksildi, demiştir [241].

 

9- Berâe Sûresi [242]

 

"Velîceten{ = Sır dostu)'* (Âyet: ıe>, bir şeyin içine girdirdiğin her şey; "eş-Şukkatu" (Âyet: 42), "Sefer"; "e/-Habâl" (Âyet: 47), "Şerr, fesâd ve ölüm"; "Velâ teftinnî{ = Beni fitneye düşürme)" (Âyet: 49),"Beni azarlama, kınama"; "Kerhen" ve "Kurhen" (Âyet: 53) bir ma'nâya olup, "İstemeyerek" demektir.

"Muddehalen{ = Sokulacak bir delik)" (Âyet: 57), içine sokulacakları delik; itVe hum yecmehûne" (Âyet: 57)

'Onlar yüzlerini koşa koşa o tarafa çevirirlerdi"; "el- Mu*tefikât" (Âyet: 70) "Altı üstüne getirilmiş şehirler",

"t'tefeket", "Yer onu ters çevirdi"; "VeH-mu'tefikete ehvâ", "Lût kavminin altı üstüne gelen kasabalarım da

O kaldırıp derin bir çukura attı" (en-Necm: 53).

"Cennâti Adnin", "İkaamet cennetleri"

(yâhud: Devamlılık, Ebedîlik cennetleri) (Âyet: 72); "Adentu bi-ardın", yânî

"Bir yerde ikaamet ettim"; "Ma'din" de bu ma'nâdandır ki, Arz'ın içindeki altın ve gümüş gibi cevherlerin bulunduğu yerdir, her nesnenin asıl mekânı demektir. "Fulân sıdk ma'dinindedir" denilir ki, "O doğruluk mekâmndadır" demektir.

"Maal-havâlif", "Oturan ve geri kalanlarla beraber";

"el-Hâlif", "Benim arkamda kalan ve benden sonra oturan kimse"dir. "Kalanlar içinde ona halef oluyor"

sözü, bu lafızdandır. Eğer bu "//avâ/(/'"müzekkerlerin cem'i ise, kadınlar için olan cem'in "el-Hâlife"den olması caiz olur. Çünkü "Fevâil" vezni "Fâile"nin cem'idir. Şu muhakkak ki, müzekkerin cem'i olduğu takdirinde, bu Arab kelâmında bulunmaz, ancak şu iki lafız: "Fâris-Fevâris", "Hâlik-Hevâlik" lafızları bulunur.

"el-Hayrât{ = Bütün hayırlar)" (Âyet: 88) bunun tekili "Hayratun"dur, bunlar da fazlalıklardır. "Murceûne li- emrillâhi" (Âyet; ioö), "Allah'ın emrine geciktirilmişlerdir". "eş-Şefâ", "Kenar, kıyı, onun keskin tarafı"dır. "el-Curuf{ = Uçurum) ", "Sevilerden ve vadilerden su ile kazılıp uçurumlaşan yerler." "Har",

"Hâir"in kalbedilmişi olup "Yıkılan, çöken" demektir,

"Yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup da onunla beraber cehennem ateşinin içine çöküp giden kimse mİ?" (Âyet: 109).

"Le-Evvâhun şefekan ve farakan", "Şefkatli ve yufka yürekli olduğu için çok âh vâh eden kimse"dir.

"İbrahim cidden çok duâ eden, kalbi yufka ve merhametli ve çok sabırlı bir zât idi" (Âyet: ıi4>. (Bu "Evvâhun" kelimesi "Âh vâh etmek" mavnasından fa'âl veznindedir.) Şâir de şöyle demiştir:

"Geceleyin kalktığım zaman hüzünlü adamın inleyip sızlanması gibi âh vâh ederek, dişi devemin sırtına

semerini bağlarım..."[243].

Kuyu yıkılıp çöktüğü zaman "Tekevvereti'I-bi'ru" denilir; "İnhâra" fiili de onun gibi "Yıkıldı, çöktü" demektir [244].

 

136- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Müşriklerin içinden kendileriyle muahede ettiklerinize Allah'tan ve Rasûlü'nden bir ültimatomdur" (Âyet: i) [245].

"Ezânun" (Âyet: 3) "İ'lâm" yânî "Bildirmektir.

Ve ibn Abbâs şöyle demiştir:

"Yekülune huve uzunun" (Âyet: ei), "O işittiği herşeyi tasdik eden bir kulaktır derler"; "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizler ve onları da temizler, bereketlendirirsin" (Âyet: 103), (bunlar bir

ma'nâyadır). Bunların benzeri (Kur'ân'da yâhud Arab dilinde) çoktur.

"Zekât", Allah'a itaat ve ihlâs ma'nâlarına da gelir. "Vay hâline o Allah'a ortak tanıyanların ki, onlar zekât vermezler, onlar âhireti inkâr edenlerin tâ kendileridir"

(Fussiiet: 6-7), yânî onlar "Lâ ilahe ille'ilah =  Yoktur çalap Allah'tır ancak" tevhidine şehâdet etmezler.

Yudâhûne" (Âyet. 30), "Benzetiyorlar" ma'nâsınadır [246].

 

175-.......Ebû İshâk şöyle demiştir: Ben el-Berâ ibn Âzib(R)'den işittim. O: (Hükümlerden) en son inen âyet "Senden fetva isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki hükmü şöylece açıklar" (en-Nisâ:i76) kelâmı; en son inen sûre de Berâetun'dur. diyordu [247].

 

137- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'(Ey müşrik/er!) Yeryüzünde dört ay daha (güvenlikle) dolaşın. Bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecekler değilsiniz. Allah herhalde kâfirleri rüsvây edicidir" (Âyet: 2)

"Sîhû (= Seyahat edin)", "Yürüyün" demektir [248].

 

176-.......Bana UkayI, İbn Şihâb'dan tahdîs etti. Ve bana Humeyd ibnu Abdirrahmân haber verdi ki, Ebû Hureyre (R) şöyle de­miştir: Ebû Bekr (R) şu (ma'Iûm olan dokuzuncu yıldaki) haccda, birinci bayram günü gönderdiği birçok münâdîler içinde, beni de ni­da etmeye gönderdi. Bütün bu münâdîler Minâ'da

— "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hacc etmesin ve hiçbir çıplak kişi de Beyt'i tavaf etmesin" diye i'lân ediyorlardı.

Humeyd ibn Abdirrahmân dedi ki: Sonra Rasûlullah (S) Ebû Bekr'in ardından Alî ibn Ebî Tâlib'i gönderip, Berâe Sûresi'ni i'lân etmesini emretti.

Ebû Hureyre dedi ki: Alî de bizimle beraber nahr gününde Mi-nâ'daki insanlar arasında Berâe'yi ve "Bu yıldan sonra hiçbir müş­rik hacc etmesin, hiçbir çıplak da Beyt'i tavaf etmesin" diye bağıra bağıra i'lân etti [249].

 

138- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

“Ve bu, en büyük hacc günü Allah'tan ve Rasûlü'nden insanlara (şöyle) bir i'lamdır: Allah ve Rasûlü müşriklerden artık kesinlikle uzaktır. Eğer tevbe ve dönüş ederseniz bu sizin için hayırlıdır. Eğer yine yüz çevirirseniz, şunu bilin ki şübhesiz, siz Allah'ı âciz bırakabilecekler değilsiniz. O küfredenlere acıtıcı bir azabı müjdele" (Âyet: 3).

"Âzenehum", "Onlara bildirdi" demektir [250].

 

177-....... İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Humeyd ibn Abdirrahmân haber verdi ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ebû Bekr (R) şu haccda, birinci bayram günü gönderdiği birçok münâdîler içinde beni de nida etmeye gönderdi. Bütün bu münâdîler Minâ'da:

— "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hacc etmesin, hiçbir çıplak da Beyt'i tavaf etmesin!" diye i'lân ediyorlardı.

Humeyd dedi ki: Sonra Peygamber (S) Ebû Bekr'in ardından Alî ibn Ebî Tâlib'i gönderip, Berâe Sûresi'ni i'lân etmesini emretti.

Ebû Hureyre dedi ki: Bunun üzerine Alî de bizimle beraber nahr gününde Minâ'daki halkın arasında Berâe'yi ve "Bu yıldan sonra hiç­bir müşrik hacc etmesin, hiçbir çıplak da Beyt'i tavaf etmesin" diye i'lân ediyordu [251].

 

139- Bâb:

 

'Muahede yaptığınız müşriklerden size hiçbirşey eksiklik yapmamış, aleyhinizde hiçbir kimseye yardım etmemiş

olanlar (bu hükümden) müstesnadır" [252]

(Ayet: 4)

 

178-....... İbn Şihâb'dan; ona Humeyd ibn Abdirrahmân ha­ber vermiştir. Ona da Ebû Hureyre (R) haber vermiştir: Ebû Bekr (R), Veda Haccı'ndan (bir sene) evvel Rasûlullah (S) onu hacc emîri yapıp Mekke'ye gönderdiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi kurban bayramının ilk günü Minâ'da, insanlar içinde i'lân yapan büyük bir cemâat içinde (şu iki maddeyi) i'lâna me'mür etmiştir: Bu yıldan sonra hiçbir müşrik kesin olarak hacc etmeyecektir; Beyt'i de hiçbir çıplak tavaf etmeyecektir!

Ve Humeyd: Nahr günü, Ebû Hureyre'nin bu hadîsinden dola­yı büyük hacc günüdür, der idi [253].

 

140-Bâb:

 

"(Eğer ahidlerinden sonra yine analarını bozarlar ve dîninize saldırırlarsa) küfrün Önderlerini hemen öldürün.

Çünkü onlar andları olmayan adamlardır.., " (Âyet: 12) [254].

 

179-....... Bize Zeyd ibnu Vehb tahdîs edip şöyle dedi: Bizler Huzeyfe ibnu'l-Yemân'ın yanında bulunuyorduk. Huzeyfe:

— Bu âyetin sahihlerinden üç kişi, münafıklardan da dört kişi­den başka kimse kalmadı, dedi.

Bir bedevi de:

— Sizler ey Muhammed(S)'in sahâbîleri, bize (birtakım şeyler) ha­ber veriyorsunuz ki, bizler onları bilemiyoruz. Şu kimselerin hâli ne­dir ki, onlar bizim evlerimizi yarıp açıyorlar ve en kıymetli mallarımızı çalıyorlar? dedi.

Huzeyfe:

— Bunlar (kâfirler ve münafıklar değil) fâsıklardır. Evet onlar­dan dört kişiden başka kimse kalmadı. Onlardan biri çok yaşlı bir ihtiyardır ki, o soğuk su içse artık onun soğukluğunu da hissetmez olmuştur (şehvetinin gitmesi ve mi'desinin bozukluğundan dolayı eş­ya arasını farkedemez olmuştur), dedi [255].

 

141- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Altım ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar, işte bunlara pek acıklı bir azabı muştula'' (Âyet: 34).

 

180-.......Abdurrahmân el-A'rec tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Ebû Hureyre (R) tahdîs etti ki, kendisi RasûIullah(S)'tan: "(Zekâtı­nı vermeyen) herbirinizin hazînesi kıyamet günü çok zehirli erkek bir yılan suretinde olacaktır" buyururken işitmiştir.

 

181-.......Zeyd ibn Vehb şöyle demiştir: Ben bir ara Rebeze'ye, yânî Ebû Zerr el-Gıfârî'nin yanma uğradım ve ona:

  Seni bu yere indiren sebeb nedir? diye sordum. O şöyle dedi:

— Biz Şam'da bulunuyorduk. Orada "Altım ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar; işte bunlara pek acıklı bir azabı muştula" âyetini okur (ve bunun kitâbehli ilemüslü-mânlar hakkında indiğini) anlatırdım.

Muâviye ise:

— Bu âyet bizim hakkımızda değil, bu âyet ancak kitâb ehli hak­kında inmiştir, dedi.

Ebû Zerr dedi ki: Ben de Muâviye'ye:

  Bu âyet muhakkak hem bizim, hem de onlar hakkındadır, dedim [256].

 

142- Azız Ve Celîl Olan Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"O gün bunlar, üzerlerine yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve

sırtları bunlarla dağlanacak; işte bu nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız! Artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesneleri tadın! (denilecek)" (Âyet: 35).

 

Ve Ahmed ibnu Şebîb ibn Saîd şöyle dedi:

Bize babam Şebîb ibn Saîd el-Basrî, Yûnus ibn Yezîd el-Eylî'den; o da İbn Şihâb'dan tahdîs etti ki, Hâlid

ibnu Eşlem şöyle demiştir:

Biz Abdullah ibn Umer'in beraberinde yola çıktık. İbn Umer: Bu "Altını ve gümüşü yığıp biriktirenler" âyeti,

zekât indirilmeden önce idi. (Çünkü o zaman sadaka, yetecek mikdârdan fazla olanından farz idi.) Zekât

âyeti indirilince, Allah zekâtı mallar için bir temizlik sebebi kıldı, dedi [257].

 

143- Yüce Allah'ın Şu Kavlî Babı:

 

"Hakikatte ayların sayısı Allah yanında, Allah'ın Kitâbı'nda -tâ gökleri ve yeri yarattığı gündenberi- oniki

aydır. Onlardan dördü haram olanlardır" (Âyet: 36).

"el-Kayyımu", "Kaaim olan, ayakta duran" demektir [258].

 

182-.......Bize Hammâd ibn Zeyd, Eyyûb es-Sahtıyânî'den; o da Muhammed ibn Sîrîn'deıı; o da Abdurrahmân ibn Ebî Bek-re(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur. "İşte za­man (yânî yıl) hakîkaten A ilah 'in gökleri ve yeri yarattığı günkü hey 'eti gibi bîr devre girmiştir. Sene oniki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır ki, üçü birbiri ardınca olan zu'l-ka'de, zu'1-hicce ve muhar­rem, biri de Mudar'ın ayı olan cumada ile şa'bân arasındaki receb ayıdır" [259].

 

144- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Eğer siz ona yardım etmezseniz, kâfirler onu (Mekke'den) çıkardıkları zaman ikinin ikincisinden ibaret iken bizzat Allah ona yardım etmişti. O zaman onlar mağaranın içindeydiler. Peygamber, o vakit arkadaşına; 'Tasalanma, Allah hiç şübhe yok bizimle beraberdir* diyordu" (Âyet: 40); yânî Allah bizim yardımcımızdır, diyordu.

"es-Sekînetu", "Sükûn" masdanndan faile veznidir [260].

 

183-.......Sabit el-Bunânî tahdîs edip şöyle demiştir: Bize Enes tahdîs edip şöyle dedi: Bana Ebû Bekr (R) tahdîs edip şöyle dedi: Ben Sevr mağarasında Peygamber'in yanında idim. Bu sırada (bizi ara­mağa çıkmış ve mağaranın üzerine gelmiş olan) müşriklerin ayak iz­lerini gördüm.

— Yâ Rasûlallah, bunlardan biri ayağım kaldırsa bizi görecek, dedim.

Rasûlullah (S):

  "Üçüncüleri Allah olan ikikişiyisen ne zannediyorsun?"'bu­yurdu [261].

 

184- Bize Abdullah ibnu Muhammed tahdîs etti. Bize Sufyân ibnu Uyeyne, İbnu Cureyc'den; o da İbnu Muleyke'den; o da Ab­dullah ibnu Abbâs(R)'tan tahdîs etti. İbnu Muleyke dedi ki: îbn Ab-bâs ile İbnu'z-Zubeyr arasında bey'at sebebiyle bir darılma meydana geldiği zaman, ben İbn Abbâs'a (İbnu'z-Zubeyr'in şu şereflerinden dolayı bey'at edilmeye lâyık olduğunu belirtip):

— Onun babası Zubeyr ibnu'l-Avvâm'dır. Anası Ebû Bekr'in kızı Esmâ'dır, teyzesi Âişe'dir, dedesi Ebû Bekr'dir, baba tarafından ninesi Safiyye bintu Abdilmuttalib'dir -ki, bu Zubeyr'in anasıdır-, de­dim.

Buhârî'nin üstadı Abdullah ibn Muhammed dedi ki: Ben Suf­yân ibn Uyeyne'ye:

— Bu hadîsin isnadı nedir? diye sordum. ,i    Bunun üzerine Sufyân: "Bize tahdîs etti" dediği sırada onu bir

insan (bir sözle yâhud benzeri bir şeyle) meşgul etti de, bu sebeble İbnu Cureyc diyemedi [262].

 

185-.......Bize Haccâc ibn Muhammed el-Missîsî tahdîs etti. İbn Cureyc şöyle dedi: İbn Ebî Muleyke şöyle dedi: Abdullah ibn Abbâs ile İbnu'z-Zubeyr arasında birşey vardı. Ben İbn Abbâs'ın yanına git-,  tim ve:

  İbnu'z-Zubeyr'e harb etmek, bu suretle Allah'ın haram kıl­dığı Harem'de kıtali halâl kılmak mı istiyorsun? dedim.

İbn Abbâs:

— Böyle yapmaktan Allah'a sığınırım. Şübhesiz Allah İbn Zu-beyr ile Umeyye oğulları'nı Harem'de kıtali halâl kılanlar olarak takdir edip yazdı. Ben Allah'a yemîn ederim ki, ebedî olarak Harem'de harbi halâL kılmam, dedi.

Yine İbn Abbâs şöyle devam etti:

— İbn Zubeyr tarafından olan insanlar bana; İbn Zubeyr'e (ha­lîfe olarak) bey'at et dediler. Ben onlara: Bu halifelik işi îbn Zubeyr'-den uzak değildir. Zîrâ onun babası Peygamber'in havârîsidir. -İbn Abbâs bu sözüyle ez-Zubeyr'i kasdediyordu.- Dedesine gelince, Pey­gamber'in mağara arkadaşıdır -Ebû Bekr'i kasdediyordu-. Annesine gelince, o da Zâtu'n-Nitakayn'dır -İbn Abbâs bununla Esma bintu Ebî Bekr'i kasdediyordu-. Teyzesine gelince, müzminlerin anasıdır -Bununla Âişe'yi kasdediyordu.- (Büyük) halasına gelince, o da Pey­gamber'in zevcesidir -İbn Abbâs bununla da Hadîce'yi kasdediyordu-. Peygamber'in halası ise onun ninesidir. -İbn Abbâs bununla Safiyye bintu Abdilmuttalib'i kasdediyordu-. Sonra İbn Zubeyr İslâm'da afif­tir, ayıplardan nezihtir, Kur'ân'ı güzel okuyucudur. (İbnu Ebî Hay-seme,   Târîh'inde  burada  şunu  ziyâde  etti:   Ben   İbn  Zubeyr'i kabullendim de amca oğullarımı, Umeyye oğulları'nı terkettim.) Val-lâhî eğer Umeyye oğullan bana ulaşıp iyilik ederlerse, hısımlıktan do­layı iyilik ederler; eğer onlar üzerime emîrler olurlarsa, benzerlerim olan kerîm kişiler benim emîrim olmuş olurlar. İbn Zubeyr benim üzerime Tuveytler'i, Usâmeler'i ve Humeydler'i tercîh etti -İbn Ab­bâs bu sözleriyle Esed oğulları'nın bir kolu olan Tuveyt oğullan'ndan, Usâme oğullarından ve Humeyd oğulları'ndan birtakım batınları, soyları kasdediyor-. Şübhesiz İbnu Ebi'l-Âs meydana çıktı, şeref ve fazilette ileriye yürümektedir -İbn Abbâs bu sözüyle Abdulmelik ibn Mervân ibnu'l-Hakem ibn Ebi'I-Âs'ı kasdediyor-. O kişi ise muhak­kak kuyruğunu büktü -İbn Abbâs bu sözüyle İbn Zubeyr'i kasdedip, onun büyük işlerden gerilediğini ifâde ediyor- [263].

 

186-.......Umer ibnu Saîd şöyle dedi: Bana Abdullah ibnu Ebî Muleyke haber verip şöyle dedi: Biz İbn Abbâs'ın yanına girdik. O şunları söyledi: Sizler şu halifelik işine kalkışan İbn Zubeyr'e hayret etmiyor musunuz? Ben kendi kendime: Elbette nefsimle, Ebû Bekr ve Umer için yapmadığım hesâblaşmayı İbn Zubeyr için yapacağım, yânı İbn Zubeyr'e yardım etmek, onu müdâfaa hususunda nefsimle münâkaşa edeceğim. Ve elbette Ebû Bekr'le, Umer herbir hayra İbn Zubeyr'den daha yakın bulunuyorlardı, dedim. Ve yine: O, yânî İbn Zubeyr, Peygamber'in halasının oğludur; Zubeyr ibnu'l-Avvâm'ın oğludur; Ebû Bekr'in oğlu, yânî torunudur; Hadîce'nin erkek kar­deşinin oğludur; Âişe'nin kızkardeşi Esmâ'nm oğludur, dedim. Bir de gördüm ki, o benden yüz çevirerek yükselip uzaklaşıyor da be­nim, kendisinin hâssasından olmaklığımı istemiyor! Bunun üzerine ben şöyle dedim: Zanneder değilim ki, ben kendimden bu yumuşak­lığı ona izhâr edeceğim de o bunu terkedecek ve benden olan bu yu­muşaklıktan razı olmayacak; ve yine zannetmem ki, o benden uzaklaşmasında bana herhangibir hayır isteyecek! Eğer ondan mey­dana gelen bu hâlden, onun için bir ayrılma, bir kurtuluş yoksa ye­mîn olsun amca oğullarım olan Umeyye oğulları'nın benim üzerimde emîr olmaları, bana onlardan başkalarının emîr olmalarından daha sevimlidir (Çünkü Umeyye oğulları, bana Esed oğulları'ndan daha yakındırlar) [264].

 

145- Yüce Allah'ın: "Kalbleri müslümânlığa alıştırılmak istenenlere... " (Âyet: 60) Kavli Babı [265]

 

Mucâhid: Rasûlullah onları atıyye ile ülfet ettirip alıştırıyordu, demiştir.

 

187-.......Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Peygamber'e (Yemen'den Alî ibn Ebî Tâlib tarafından arıtılmamış altın cevherinden) bir mİkdâr gönderilmişti. Peygamber (S) bunu dört kişi arasında bö­lüştürdü ve:

  "Ben bunları (kendilerine ulaşan bu mala rağbetle İslâm'da sabit olmaları için) alıştırıyorum" buyurdu.

Bunun üzerine bir adam:

  Sen bu taksimde adalet etmedin, dedi. Peygamber:

— "Bu adamın soyundan öyle bir kavim çıkacaktır ki, onlar dîn­den, okun avı delip çıkması gibi çıkacaklardır" buyurdu [266].

 

146- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Sadakalarda, bağışlarda bulunan müzminlerle bir türlü, güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan fakirlerle diğer bir türlü eğlenenler; Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıtıcı bir azâb da vardır"

(Âyet: 79).

"Yelmizûne", "Ayıplıyorlar"; "Cuhdehum" ve "Cehdehum", "Tâkatuhum" yânî "Takatleri" demektir.

 

188-.......Ebû Mes'ûd (el-Bedrî el-Ensârî -R) şöyle demiştir: Sa­daka vermekle emrolunduğumuz zaman, bizler ücretle arkamızda yük taşır(kazancımızdan sadaka verir)dik. Ebû Akîl de bir gün yarım sâ' hurma sadakası getirdi. Başka bir insan da ondan daha çok mikdâr-da sadaka getirdi. Bunları gören münafıklar:

— Şübhesiz Allah zengindir, bu birinci adamın getirdiği sada­kaya muhtâc değildir. Şu diğer adam da o getirdiği çokça sadakayı, başka sebeble değil, ancak gösteriş olması için yapmıştır, dediler.

İşte bunun üzerine şu âyet indi: "Sadakalarda, bağışlarda bulunan mü 'minlerle bir türlü, güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan fakirlerle diğer bir türlü eğlenenler; Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıtıcı bir azâb da vardır" [267].

 

189-.......Ebû Mes'ûd el-Ensârî (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) sadaka vermekle emrederdi de (gücü olmayan) herhangi birimiz çalışır, uğraşır, sonunda (kazandığı ücret olan) bir müdd ölçeği geti­rirdi. Bu gün ise bunlardan birinin yüzbinlik (dirhem veya dînâr) serveti vardır.

Râvî Şakîk: Ebû Mes'ûd bu son sözü İle kendisinin çok servete sâhib olduğunu kapalıca ifâde eder gibidir, demiştir [268].

 

147- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

Onlar için istiğfar et yâhud istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar dahî etsen, yine Allah kendilerini asla mağfiret etmeyecektir..." (Âyet: 80) [269]

 

190-.......Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: Abdullah ibnu Ubeyy ibn Selûl vefat ettiği zaman, oğlu Abdullah ibnu Abdillah, Rasûlullah'a geldi de babasını içinde kefenlemek için kendisine göm­leğini vermesini istedi, Rasûlullah da ona kendi gömleğini verdi. Sonra Abdullah, Rasûlullah*ın, babasının cenaze namazını kıldırmasını is­tedi. Rasûlullah onun cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalkın­ca Umer de ayağa kalktı ve Rasûlullah'm elbisesinden tuttu da:

— Yâ Rasûlallah! Rabb'in Seni onun üzerine cenaze namazı kıl­dırmandan nehyetmiş olduğu hâlde, Sen yine onun üzerine namaz kıl­dıracak mısın? dedi.

Rasûlullah (S):

  "Allah beni ancak muhayyer kıldı da: Onlar için Allah'tan mağfiret iste yâhud onlar için mağfiret isteme. Eğer onlar için yeftmiş defa mağfiret istesen de yine Allah onları asla mağfiret etmeyecektir buyurdu. Ben ise bu yetmiş üzerine mağfiret istemeyi artıracağım" dedi.

Umer yine:

  Muhakkak ki o bir münafıktır, dedi.

Râvî dedi ki: Sonunda Rasûlullah onun üzerine cenaze namazı­nı kıldırdı. Bunun akabinde Allah: "Onlardan ölen hiçbir kimseye ebedî dua etme. (Gömmek veya ziyaret için) kabrinin başında da dur­ma. (Çünkü onlar Allah *ı ve Rasûlü ynü inkâr ile kâfir oldular, onlar fâsıklar olarak öldüler)" (Âyet: 84) kavlini indirdi [270].

 

191-.......İbn Şihâb şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibnu AbdilIah, İbn Abbâs'tan haber verdi ki, Umer ibnu'l-Hattâb (R) şöyle de­miştir: Abdullah ibnu Ubeyy ibn Selûl öldüğü zaman, Rasûlullah onun cenaze namazını kıldırması için da'vet olundu. Rasûlullah gitmeğe kalkınca ben O'na doğru sıçradım ve:

— Yâ Rasûlallah! Bu adam şu günde şöyle şöyle, şöyle ve şöyle sözler söylediği hâlde Sen yine bu Ubeyy oğlu'nun üzerine cenaze na­mazı kıldıracak mısın? dedim ve Ubeyy oğlu'nun aleyhine, onun vak­tiyle söylemiş olduğu sözlerini sayıyordum.

Rasûlullah (S) tebessüm etti ve:

  "Benden geri dur yâ Umer!" buyurdu. Ben kendine karşı sözü çoğaltınca da:

  "Ben istiğfar edip etmemek arasında muhayyer kılındım da istiğfar etmeyi tercih ettim. Eğer yetmişten fazla istiğfar ettiğim tak­dirde mağfiret olunacağını bilseydim, muhakkak yetmiş üzerine da­ha da arttırırdım" buyurdu.

Umer dedi ki: Akabinde Rasûlullah onun üzerine cenaze nama­zını kıldırdı. Sonra namazdan ayrıldı. Az bir zaman geçince Berâe Sûresinde şu iki âyet indi: "Onlardan ölen hiçbir kimse üzerine ebe­dî dua etme, kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah h ve Rasû-lü 'nü inkâr ile kâfir oldular, onlar fâşıklar olarak öldüler " (Âyet:84).

Umer ibnu'l-Hattâb: Bundan sonra ben Rasülullah'a karşı olan cür'etime hayret ettim. Allah ve Rasûlü en bilendir, demiştir [271].

 

148- Yüce ALLAH'IN: "Onlardan hiçbir kimseye ebedî dua etme, kabrinin başında da durma" (Âyet: 84)

Kavli Babı

 

192-.......İbn Umer (R) şöyle demiştir: Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl vefat edince, oğlu Abdullah ibn Abdillah, Rasülullah'a geldi. Rasûlullah da ona kendi gömleğini verdi ve onu bunun içinde kefen­lemesini emretti. Sonra da onun üzerine cenaze namazı kıldırmağa kalktı. Bu esnada Umer ibnu'l-Hattâb, Rasûlullah'ın elbisesini tuttu ve:

— Bu bir münafık iken ve Allah Seni onlar lehine mağfiret iste­mekten nehyetmiş olduğu hâlde, Sen bu adam üzerine cenaze nama­zı mı kıldıracaksın? dedi.

Rasûlullah (S):

  "Allah beni muhayyer kıldı -yâhud: Allah bana haber verdi­de: Onlar için istiğfar et yâhud onlar için istiğfar etme. Onlar için yetmiş kerre istiğfar etsen de Allah onlara asla mağfiret etmeyecektir buyurdu" dedi ve: "Ben yetmiş üzerine artıracağım" buyurdu.

Râvî dedi ki: Rasûlullah onun üzerine cenaze namazını kıldırdı, biz de O'nun beraberinde namazı kıldık. Bundan sonra Allah, Pey­gamberi üzerine: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin üzerine cenaze na­mazı kılma, (Defin veya ziyaret için) kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah *ı ve Rasûlü 'nü inkâr ile kâfir oldular, onlar fasık adamlar olarak öldüler" (Ayet:84) [272].

 

149- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Onlara döndüğünüz zaman kendilerinden vazgeçmeniz için Allah'a and edecekler. O hâlde onlardan yüz

çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanageldiklerinin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir"

(Âyet: 95).

 

193-.......Ka'b ibn Mâlik'in oğlu Abdullah şöyle demiştir: Ben babam Ka'b ibn Mâlik'ten, Tebûk gazvesinden geri kaldığı zaman şöyle dediğini işittim: Vallahi Allah'ın bana ihsan buyurduğu ni'metler içinde beni İslâm Dîni'ne hidâyetinden sonra nefsimde Rasûlullah'a doğru söylemekten daha büyük hiçbir ni'met ihsan etmemiştir. Evet büyük ni'met, Rasûlullah'a yalan söyleyip de helak olmuş bulunma­mak ni'metidir. Nitekim Rasûlullah'a yalan söyleyenler helak oldu­lar. Hakkında vahiy indirildiği zaman şöyle buyuruldu: "Onlara döndüğünüz zaman kendilerinden vazgeçmeniz için Allah 'a and ede­cekler. O hâlde onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistir. KazanageU dikleri günâhların cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnûd olmanız için sizeyemîn edecekler. Eğer siz on­lardan razı olursanız şübhesiz Allah o fâşıklar güruhundan razı Ol­maz "(Âyet:95-96) [273].

 

150- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Kendilerinden hoşnûd olmanız için size yemin edecekler. Eğer siz onlardan razı olursanız, şübhesiz

Allah o fâşıklar güruhundan razı olmaz"

(Âyet: 96) [274].

 

151- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Diğer bir kısmı da günâhlarını Vtirâf ettiler. Onlar iyi bir ameli başka bir kötü ile karıştırmışlardır. Olur kif Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah hiç şübhesiz çok şefkatli, çok merhametlidir '

(Âyet: 102) [275].

 

194-....... Semure ibn Cundeb (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bize şöyle buyurdu: "Bu gece bana iki melek geldi de beni uyku­dan uyandırdılar. Akabinde bunlar beni binaları altın ve gümüş tuğ­lalarla yapılmış bir şehre götürdüler. Bizi orada birtakım adamlar karşıladılar ki, onların vücûdlannın yarısı, senin gördüğün şeylerin en güzeli yaratılışında idi. Öbür yansı da gördüğün şeylerin (yânı in­sanların) en çirkinine benziyordu. İki melek onlara:

— Şu nehre gidiniz ve içine giriniz! dediler.

Onlar da nehre girdiler, sonra bize dönüp geldiler. Bir de gör­dük ki, onlardan bu çirkinlik gitmiş ve en güzel bir insan suretine de­ğişmişlerdi. O iki melek bana:

— tşte burası Adn Cenneti'dir. Şu (muhteşem) bina da Sen'in menzilindir! dediler.

Melekler sözlerine şöyle devam ettiler:

— Hani o yarı vücûd{arı güzel ve yarı vücûcllart çirkin olan in­sanlar topluluğu var ya, işte onlar güzel ve hayır işleri diğer şerr ve kötü işlerle karıştıran kimselerdi. Allah onların (günâhlarını i'tirâf ve tevbe sebebiyle) kötülüklerini affetti, dediler" [276].

 

152- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Ne Peygamberin, ne de mü'min olanların müşriklere mağfiret dilemeleri doğru değildir... " (Âyet: 113).

 

195-.......Müseyyeb ibn Hazn (R) şöyle demiştir: Ebû Tâlib'e vefat (belirtileri) geldiği zaman, Peygamber (S) onun yanına girdi. Ebû Tâlib'in yanında Ebû Cehl ile Abdullah ibnu Ebî Umeyye var­dı. Peygamber:

— "Ey amcam! Lâ ilahe ille'llâh tevhidini söyle de, ben Allah katında bununla senin lehine münâkaşa ve mücâdele edeyim", dedi.

Buna karşı Ebû Ceh] ve Abdullah ibnu Ebî Umeyye ikilisi de:

— Yâ Ebâ Tâlib! Abdulmuttalib milletinden yüz mü çevirecek­sin? diye men' ettiler.

Peygamber sonunda:

  "Yemîn ederim ki, ben hakkında mağfiret dilemekten nehy olunmadığım müddetçe muhakkak Allah'tan senin lehine mağfiret isteyeceğim" dedi.

Bunun üzerine şu âyet indi: "Müşriklerin o çılgın ateşin sahibi oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra, artık onların lehine velev hısım olsunlar, ne Peygamberin, ne de mü 'min olanların mağ­firet istemeleri doğru değildir" [277].

 

153- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"And olsun ki, Allah ve Peygamberi, içlerinden birtakımının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken

güçlük zamanında ona tâbi' olan Muhacirler He Ensâr 'ı da tevbeye muvaffak buyurdu ve sonra onların bu

tevbelerini kabul eyledi. Çünkü O çok şefkatli, çok merhametlidir'' (Âyet: 117).

 

196-....... İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Abdurrahmân ibnu Ka'b haber verip şöyle dedi: Bana Abdullah ibnu Ka'b haber verdi. Bu Abdullah, Ka'b kör olduğu zaman onun oğullarından babası Ka'b'ın yedicisi idi. Abdullah şöyle dedi: Ben babam Ka'b ibn Mâlik'-ten, onun uzun hadîsi içinde şunu işittim: "Hanişu tevbeleri (Allah'ın hükmüne kadar) geri bırakılan üç kişi de o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğiyle bunlara dar gelmiş, vicdanları da kendile­rini sıktıkça sıkmıştı..."

Ka'b bu hadîsin sonunda şöyle dedi:

— Yâ Rasûlallah! Allah ve Rasûlü'nün rızâsı için hâlis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmam, tevbemin kabulü îcâbındandır, dedim.

Rasülullah (S):

  "(Hayır,) sen malının bir kısmım kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır..." buyurdu [278].

 

154- Bâb:

 

"Geri bırakılan (ve haklarında hüküm geciken) üç kişinin tevbelerini de kabul etti. Çünkü yeryüzü bunca

genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Ailah(ın hışmın)''dan yine Allah'tan başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar (da bundan) sonra Allah onları da eski hâllerine dönsünler diye tevbeye muvaffak buyurdu.

Şübhesiz ki Allah, evet ancak O tevbeyi en çok kabul eden, hakkıyle merhamet eyleyendir"

(Âyet: 118).

 

197-.......ez-Zuhrî tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Abdurrahmân ibn Abdillah ibn Ka'b ibn Mâlik haber verdi ki, babası Abdul­lah ibn Ka'b şöyle demiştir: Ben babam Ka'b ibn Mâlik'ten işittim. Bu Ka'b, tevbeleri kabul edilen üç kişiden biridir. O Zorluk gazvesiy-le Bedir gazvesinden başka, Rasûlullah'ın yaptığı gazvelerden hiçbi­rinde Rasûlullah'tan geri kalmamıştır. O şöyle dedi:

— Ben Rasülullah'ın o gazveden dönüp gelmesi yaklaştığı va­kit, Rasûlullah'a karşı doğru söylemeye karar verip azmettim. Rasû-lullah bir kuşluk vakti Medine'ye geldi. Rasûlullah çıkmış olduğu herbir seferden muhakkak kuşluk vaktinde Medine'ye gelir ve (evine girmeden önce) ilk iş olarak mescide girip iki rek'at namaz kılar idi. (Ben huzurunda ma'ziretsiz olarak geri kaldığımı i'tirâf ettikten son­ra) Peygamber benimle ve iki arkadaşımla konuşmaktan insanları neh-yetti. Seferde geri kalanlardan bizden başka kimseyle konuşmaktan nehyetmedi. İnsanlar da bizimle konuşmaktan çekindiler. Böylece eğ­lenip kaldım. Nihayet bu iş üzerime uzadı. Ve bana, ölmem ve Pey-gamber'in   benim   üzerime   cenaze   namazı   kılmaması   yâhud Rasülullah'ın ölmesi hâlinde benim insanlardan yana bu menzilede olup da onlardan hiç kimsenin benimle konuşmaması ve üzerime na­maz kılmamasından daha üzücü hiçbirşey yoktu. (Bizimle konuşmak­tan nehyetmesinden sonra geçen ellinci) gecenin son üçte biri kaldığı zaman, Rasûlullah, Ürnmü Seleme'nin yanında bulunduğu hâlde, Al­lah Taâlâ Peygamberi'nin üzerine bizim tevbemizin kabulünü bildi­ren vahyini indirdi. Ümmü Seleme benim durumum hakkında iyilik edici ve işimi çok ehemmiyetle düşünen kimse idi. RasûluIlah(S):

  "Yâ Ümme Selemete! Ka'b'ın tevbesi kabul edildi" buyur­du.

Ümmü Seleme:

  Ka'b'a haberci gönderip muştulayayım mı? dedi. Rasûlullah:

  "O takdirde insanlar çok kalabalık edip sizi ezerler ve diğer gecelerde uyumanızı da men' ederler" buyurdu.

Nihayet Rasûlullah sabah namazını kıldığı zaman Allah'ın bi­zim üzerimize tevbesini (pişmanlıklarımızın kabulünü) i'lân etmiştir... Esasen Rasûlullah sevindiği zaman yüzü parlardı, hattâ o bir ay par­çasına benzerdi. Ve bizler bilhassa şu üç kişi, o birtakım özürler be­yân etmiş kimselerden kabul edilen hükümden geri bırakılan kimseleriz. Allah bizim tevbemizi indirdiği zaman, o seferden geri kalanlardan olup da bâtıl özürler beyân eden, Allah'ın elçisine yalan söyleyen kimseler Kur'ân'da zikredildikten zaman, bir kimsenin zik-redildiği en şerrli biçimde anılmışlardır. Münezzeh olan Allah şöyle buyurdu: "Seferden onlara döndüğünüz vakit size özür beyân ede­ceklerdir. De ki: Faydasız özür dilemeyin. Size kesin olarak inanmı­yoruz. Allah bize (hâllerinizden birçok) haberler vermiştir. (Bundan sonraki) hareketinizi de Allah, Rasûlü ile beraber görecektir. En sonra gizliyi ve aşikârı bilen Allah 'a döndürüleceksiniz de O size neler ya­pıyordunuz, hepsini haber verecektir" (Âyet:94) [279].

 

155- Bâb:

 

“Ey îmân edenler, Allah'ın korumasına girin, bir de sâdık olanlarla beraber olun"

(Âyet: 119).

 

198-.......Abdullah ibnu Ka'b ibn Mâlik -ki kendisi Ka'b ibn Mâlik'in yedicisi idi- şöyle demiştir: Ben Ka'b ibn Mâlik'ten işit­tim, Tebûk kıssasından geri kaldığı zamanki haberini şöyle tahdîs edi­yordu: (Bundan sonra ben Rasûlullah'a şöyle dedim: Yâ Rasûlallah! Allah beni bu badireden ancak doğruluğumla kurtardı. Artık tevbe-min kabulü ühâmındandır ki, ben, bundan böyle yaşadığım müddet­çe doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim.)

-Ka'b dedi ki:- Vallahi Rasûlullah'a vâki' olan bu sözlerimden beri müslümânlardan hiçbirisini bilmem ki, doğru söylemekte Allah'ın bana yaptığı imtihân(ve mukaabilinde in'âm ve ihsân)dan daha gü­zel imtihanım ona yapmış olsun! Rasûlullah'a o sözlerimi arzettik-ten bugüne kadar yalan söylemek hatırımdan geçmedi. (Bundan öte yaşadığım zaman içinde de Allah'ın beni yalandan koruyacağını uma­rım.) Azız ve Celîl olan Allah, Rasûlü'ne: "And olsun ki Allah, Pey­gamber ile Muhacirler ve Ensâr üzerine tevbe nasîb etti..." âyetim "Sâdıklarla beraber olun" kavline kadar indirdi [280].

 

156- Bâb:

 

"And olsun size kendinizden öyle bir Rasûl gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir.

Üstünüze çok düşkündür. Mü 'minlere cidden şefkatlidir, çok merhametlidir" (Âyet: 128-129).

"Rauf", "Re'fet" masdanndan olup "Çok şefkatli" demektir [281].

 

199- Bize Ebû'l-Yemân tahdîs etti. Bize Şuayb haber verdi ki, ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana İbnu's-Sabbâk şöyle haber verdi: Vahyi yazan kimselerden biri olan Zeyd ibn Sabit el-Ensârî şöyle demiştir: Ebû Bekr, Yemâme'de şehîd olanların ölümü haberini yollayıp beni çağırdı. Yanında Umer de bulunuyordu. Ebû Bekr bana şunları söy­ledi: Umer bana geldi ve:

  Yemâme gününde insanların öldürülmesi çok şiddetli oldu. Ben diğer harb sahalarında da harbin şiddetli olup Kur'ân hafızları­nın şehîd edilmelerinden, bu sebeble de Kur'ân'dan büyükçe bir kıs­mın zayi' olup gitmesinden endîşe ediyorum, ancak Kur'ân'ı toplama­nız hâlinde bu gitme olmaz. Binâenaleyh ben senin muhakkak Kur'­ân'ı toplamanı düşünüyorum, dedi.

Ebû Bekr dedi ki: Ben de Umer'e:

  Rasûlullah'ın yapmadığı şeyi ben nasıl yaparım? dedim.

Umer:

— Vallahi bu hayırdır, dedi ve bana bu hususta müracaattan vaz­geçmedi.

Nihayet Allah benim göğsümü bu iş için açtı ve ben de Umer'in düşündüğünü düşündüm.

Zeyd ibn Sabit dedi ki: Umer, onun yanında konuşmadan otur­duğu hâlde Ebû Bekr bana hitaben şöyle dedi:

— Şübhesiz sen genç ve akıllı bir adamsın. Biz seni hiçbir kusur­la ittihâm etmiyoruz. Sen Rasûlullah için vahyi yazıyordun. Bu se­beble sen Kur'ân'ı tetebbu' et ve onu bir araya topla!

Zeyd bu teklife karşı:

— Vallahi eğer bana dağlardan bir dağın nakledilmesini emret­miş olsaydı, o iş benim üzerime Ebû Bekr'in bana emrettiği bu Kur'­ân'ı toplama işinden daha ağır olmazdı, dedi.

Zeyd dedi ki: Ben:

  Sizler, Peygamber'in yapmadığı bir işi nasıl yapıyorsunuz? dedim.

Ebû Bekr:

  Allah'a yemîn ederim ki, bu hayırlı bir iştir, dedi.

Ben bu i'tirâzımı tekrar tekrar ona döndürmekte devam ettim. Nihayet Allah, Ebû Bekr'le Umer'in akıllarını yatırdığı ve göğüsleri­ni ferahlandırdığı bu işe benim de aklımı açtı ve gönlümü ferahlan­dırdı. Bunun üzerine ben kalktım, Kur'ân'ın ardına düşüp gereği gibi

araştırdım ve onu yazılı bulunduğu deri parçalarından, kürek kemik­lerinden, hurma dallarından ve hafızların ezberlerinden bir yere top­ladım. Ve et Tevbe Sûresi'nden iki âyeti, Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum. O iki âyeti ondan başka kimsenin yanında bulma­dım: "And olsun size kendinizden öyle bir Rasûl gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir, Üstünüze çok düşkün­dür. Müzminlere cidden şefkatlidir, çok merhametlidir" (Âyet:i28-i29).

Netîcede içlerinde Kur'ân toplanılan bu sahîfeler, Allah kendi­sini vefat ettirinceye kadar Ebû Bekr'in yanında kaldı. Sonra Allah kendisini vefat ettirinceye kadar Umer'in yanında kaldı. Bundan sonra da Umer'in kızı Hafsa'nın yanında kaldı [282].

Bu hadîsi ez-Zuhrî'den rivayet etmesinde Şuayb'e, Usmân ibnu Umer mutâbaat etti. Ve yine Şuayb'e Leys ibn Sa'd da mutâbaat etti. Bunların ikisi de Yûnus ibn Yezîd'den; o da İbn Şihâb'dan diye riva­yet ettiler. Ve el-Leys şöyle dedi: Bana Abdurrahmân ibnu Hâlid, İbn Şihâb'dan tahdîs etti ve: Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin beraberinde bul­dum, dedi.

Ve Mûsâ ibn îsmâîl, İbrâhîm ibn Sa'd'dan söyledi ki, o: Bize İbnu Şihâb "Ebû Huzeyme'nin beraberinde" şeklinde tahdîs etti, de­miştir.

Ve Mûsâ ibn İsmail'e İbrâhîm'den rivayet etmesinde Ya'kûb ibn İbrâhîm mutâbaat edip babası İbrâhîm ibn Sa'd'dan, künye ile "Ebû Huzeyme'nin beraberinde" şeklinde rivayet etmiştir.

Ve Ebû Sâmit Muhammed ibn Ubeydillah el-Medenî de şöyle de­miştir: Bize îbrâhîm ibn Sa'd tahdîs edip "Huzeyme'nin beraberinde" yâhud "Ebû Huzeyme'nin beraberinde" şeklinde şekk ile ve tahkîk ile söylemiştir [283].

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle [284]

 

10- Yûnus Sûresi

 

157- Bâb:

 

Ve İbnu Abbâs şöyle demiştir: "O su ile yeryüzünün nebatı karıştı"(Âyet: 24), "O su ile her renk nebat bitti".

"Dediler ki: Allah kendine evlâd edindi. Hâşâ, Allah bundan münezzehtir; O, müstağnidir" (Âyet: 68).

Zeyd ibn Eşlem: "îmân edenlere Rabb'leri indinde muhakkak bir sıdk kademi vardır" {Âyet: 2), O, Muhammed(S)*dir, dedi.

Mucâhid ibn Cebr de: "Kademi sıdk", "Hayr"dır, dedi [285].

"Tilke âyâtun" (Âyet: d denilir; bu "İşte bunlar Kur'ân'ın alemleridir, işaretleridir" demektir, yânî buradaki

"77M*?" "Hâzini" manasınadır. (Kelâmın hitâbdan gaibe öndürülmesi bakımından) bunun benzeri "Hattâ izâ küntüm fVl-fülki ve cereyne bihim bi-rîhın tayyibetin{ - Hattâ siz gemilerde bulunduğunuz, onlar bunları güzel bir hevâ akımıyle akar gibi götürdükleri)" kelâmıdır. "Bihim"m ma'nâsi "Bikum"dur (yânı birincide "Tilke", "Hâzihî" ma'nâsma olduğu gibi, ikinci kelâmda da "Bihim", "Bi-kum" ma'nâsınadır. Birincide işaret ismi gâibden hitaba, ikincide ise zamîr, mübalağa nüktesiyle gaibe döndürülmüştür).

"Da'vâhum" (Âyet: ıo), "Onların duaları"; "Uhîta bihim... (= Onlar çepçevre kuşatıldıklarını sanırlar)"

"Helake yaklaştırıldıklarım sanırlar" demektir. Nitekim "Ehâtat bihi hatîetuhu ( = Suçu kendisini çepçevre

kuşattı)" (ei-Bakara: si) de böyledir.

 

"Ittebaahum" "Ve'tbaahum" bir mavnayadır,

"Arkalarına düştü demektir; "Adven", "Udven" yânî

"Düşmanlık" masdarındandır (Âyet: 90).

Mucâhid şöyle dedi: "Eğer Allah insanlara hayrı çabuk istedikleri gibi, şerri de acele verseydi, elbette onlara ecelleri hükmedilirdi" (Âyet: n>; bu, insanın oğluna ve malına Öfkelendiği zaman "Yâ Allah, ona bereket ve

hayır ihsan etme, ona la'net eyle" demesi gibidir.

"Onlara ecelleri hükmedilirdi" demek, aleyhine beddua edilen kimse elbette helak edilirdi ve Allah onu öldürürdü demektir.

iyi iş ve güzel amel yapanlara daha güzel iyilik bir de ziyâde vardır" (Âyet: 26); "Ve misluhâ husnâ", yânî bu

güzelliğin misli ihsan ve ikram olarak onun gibi diğer bir güzelliktir, ziyâde de mağfirettir.

Mucâhid'den başkası da: "Ziyâde" Yüce Allah'ın yüzüne, cemâline bakmaktır, demiştir. "el-Kibriyâ",

"Mülk" yânî "Meliklik, hükümdarlıktır. "Bu yerde devlet ikinizin elinde olsun diye mi bize geldiniz?" (Âyet: 78).

 

158- Bâb:

 

"Isrâîl oğullarını denizden geçirdik. Hemen Fir'avn, askerleriyle beraber zulmederek ve saldırarak arkalarına düştü. Nihayet su onu boğmaya başlayınca, şöyle dedi:

'İnandım. Hakikat Isrâîl oğulları 'nın imân ettiğinden başka tanrı yokmuş. Ben de müslümânlardanım"*

(Âyet: 90).

"Nuncike", "Biz seni Arz'dan bir necve üzerine atarız"

demektir. "Necve" de "Neşez"dir ki, o da yüksek mekân ma'nâsınadır [286]

 

200-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Medi­ne'ye geldi, Yahudiler âşûrâ orucu tutuyorlardı. Onlar:

— Bu, kendisinde Musa'nın Fir'avn'a gâlib olduğu gündür, de­diler.

Bunun üzerine Peygamber sahâbîlerine:

   "Sizler Musa'ya onlardan daha ziyâde haklısınız, onun için sizler de bu günü oruç tutun" buyurdu [287].

11- Hüd Süresi

 

Rahman ve rahim olan Allah’ın ismiyle

 

İbn Abbas şöyle demiştir:

“Asibun” , “Şedidun” (haza yevmun asibun =BU çetin bir gündür) (ayet 77 ) .

"Lâ cereme", "Evet (şübhesiz onlar âhirette en çok zarar görenlerin tâ kendileridir)" (Âyet: 22).

İbn Abbâs'tan başkası da bu kelimeler hakkında şöyle dedi: "Hâka bi-him" (Âyet: 8), "Onlara indi ve isabet etti";

"Yehîkû", "İner". "Yeûsun", "Ümidimi kestim" sözünden feûl veznidir,

"Çok ümîd kesen" demektir. "İnnehû le-yeûsun kefûr=İnsana bizden bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden soyup alıyersek, and olsun o ümidini kesen bir adam, bir nankördür" (Âyet: 9).

Mucâhid de: "Lâtebteis", "Lâ tahzen", yânî 'Tasalanma" demektir; "O hâlde işleyegeldikleri şeylerden dolayı tasalanma" (Âyet: 36).

"Onlar göğüslerini dürüp bükerler" hususunda şekk ve şübhelenme vardır, güçleri yeterse "Allah'tan

gizlemeleri için" demiştir.

Ebû'l-Meysere de: "el-Evvâh" Habeş dilinde "er- Rahîm", yânî "Çok merhametlidir, dedi. Ve İbn

Abbâs: "Bâdiye'r-rey, "Bize zahir olan görüşle" ma'nâsınadır, dedi. Mucâhid: "el-Cûdî", Cezîre'de bir dağdır, dedi [288].

el-Hasen el-Basrî:

"Çünkü sen muhakkak ki yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın, dediler" (Âyet: 87); kavmi bu sözleriyle

Şuayb ile alay ediyorlar, demiştir, îbn Abbâs: "Yâ semâu eklıî mâeki~Ey gök, suyunu tut!" (Âyet: uyf "Asîb", "Şiddetli, çetin", "Lâ cereme'

"Evet"; "Hattâ izâ câe emrunâ ve fârettennûru-Nihayet emrimiz geldi ve fırında su kaynadı" (Ayet: 40) ma'nâsınadır, demiştir. İkrime de:

"Tennûr", yeryüzüdür, dedi [289].

"Haberin olsun ki, ondan (o peygamberden düşmanlıklarını) gizlemeleri için göğüslerini dürüp bükerler, (Hakkı işitmemek için) elbiseleriyle örtündükleri zaman da hâllerine dikkat et. Hâlbuki Allah onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da biliyor. Çünkü O sinelerin tâ özünü bilendir" (Âyet: 5); "Ondan" zarfını "Peygamber'den" diye tefsir etti.

İkrime'den başkası da: "Ve hâka", "Nezele" (yânî "İndi"), "Yehîku", "Yenzilu" (yânî "İner") ma'nâsınadır; "Yeûsun", "Yeistu( = Ben ümîd kestim)" ma'nâsından feûl veznidir, demiştir.

Mucâhid: "Lâ tebteis", "Lâ tahzen" (yânî "Tasalanma"); "Yesnûne sudûrahum('= Göğüslerini dürüp bükerler)19: Hakta şübhe ve şübhelenme vardır.

Eğer güçleri yeterse "Ondan, yânî Allah'tan  gizlemeleri için" diye tefsir etmiştir.

 

201-....... İbn Cureyc şöyle dedi: Bana Muhammed ibnu Abbâd ibn Ca'fer haber verdi ki, o İbn Abbâs'tan "Elâ innehum tes-nevnî sudûruhum{~ Gözünüzü açın, onların göğüsleri şiddetle bükülüp duruyor)"şeklinde okurken işitmiştir. Muhammed ibn Ab-bâd dedi ki: Ben İbn Abbâs'a bunu sordum da, o şöyle cevâb verdi:

— Birtakım insanlar vardı ki, bunlar halâya gidip de avret yer­lerini çıplak olarak meydana çıkarmalarından ve kadınlarıyle cinsî münâsebet yapıp da yine avret yerlerini çıplak olarak meydana çıkar­malarından utanıyorlardı. İşte bu kelâm onlar hakkında indi [290].

 

202-.......İbn Cureyc (şöyle demiştir): Ve bana Muhammed ibn Abbâd ibn Ca'fer haber verdi kî, İbn Abbâs "Elâ innehum tesnevnî sudûruhum" şeklinde okumuştur.

(Muhammed ibn Abbâd dedi ki:) Ben:

— YâEbâ'l-Abbâs! "Mâ tesnevnîsudûruhum ~ Göğüsleri dü-rülüp bükülürler" ne demektir? diye sordum.

İbn Abbâs:

— Erkek, karısıyle cinsî münâsebet yapar, bundan (yânî avret yerini açmaktan) haya edip utanırdı yâhud halâya gider, bundan da utanırdı. İşte bunun üzerine "Haberiniz olsun ki, onlar, ondan giz-Lmeleri için göğüslerini dürüp bükerler... " (Âyet: 5) indi.

 

203- Bize el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tah-dîs eı -Jize Amr ibnu Dînâr tahdîs edip şöyle dedi: İbn Abbâs "Elâ innehum yesnûne sudûrahum li-yestahfû minhu elâ hîne yesteğşûne si-yâbehum{ = Haberiniz olsun ki, onlar ondan gizlemeleri için göğüs­lerini dürüp büker. Elbiseleriyle örtündükleri zaman da hâllerine dikkat et!)" şeklinde okudu.

Amr ibnu Dînâr'dan başkası da yine îbn Abbâs'tan "Yesteğşû­ne", "Yugattûne ruûsehum" (yânî başlarını örterler) şeklinde oku­duğunu söyledi [291].

"Sîe bihim", "Lût bunlar yüzünden fena hâlde sıkıldı, kaygıya düştü, yânî kavmine zannı kötü oldu ve kavminin konuklarına kötü­lük yapmaları endişesiyle göğsü daraldı" (Âyet: 77).

"Fe-esri bi-ehlik bi-kıtaın mine'l-leyli= Sen hemen gecenin bir kısmında, yânî karanlıkta ailenle yürü" (Âyet: 8i).

"tleyhi unîbu= Ancak O'na dönerim" (Âyet: 88) [292].

 

159- Yüce Allah'ın "O'nun Arşh Su Üzerinde İdi Kavli Babı [293]

 

204-....... Bize Ebu'z-Zinâd, el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle demiştir: "Azîz ve Celîl olan Allah: Ey kulum, sen fakirlere nafaka ver ki, ben de sana nafa­ka vereyim, buyurdu".

Rasûlullah devamla dedi ki: "Allah 'in eli (yânî vermekte tüken­meyen hazîneleri) doludur. Harcamak onu eksiltmez, o gece ve gün­düz dâima akar".

Yine Rasûlullah devamla dedi ki: ''Allah'ın göğü ve yeri yarat­tığı günden beri infâk ve in'âm ettiği ni'metlerin mâhiyetini düşün­dünüz mü? (Bundan bana haber verebilir misiniz?) Şübhesiz ki O'nun elindeki (kerem ve ihsânındaki) ni'meîierden hiçbir şey eksilmemiş-tir. Çünkü O'nun Arş'ı (tahtı) su üzerindedir (hudûdsuz ni'met deni­zi üzerinde kurulmuştur). Ve adalet terazisi O'nun elindedir, terazinin gözü (bazen) alçalır, (bazen yukarı) yükselir (bu suretle insanların ki­mine çok, kimine az rızık verir)"[294].

"Vterâke{= Seni çarpmış)", "Aravtu( = Onu çarptım)" ma'nâ-sından İftiâl masdanndan iftealtu veznindedir. Ve "Fulânun ya'rû-hu( = Fulân ona çarpıyor)" ve "Vterânî{ = Beni kaplıyor)" sözleri bu asıldandır. "Biz: Tanrılarımızdan kimi seni fena çarpmış demek­ten başka bir söz söylemeyiz'* (Âyet: 54).

"Yürür hiçbir mahlûk hâriç olmamak üzere hepsinin alnından tutan odur" {Âyet: 56), yânî hepsi O'nun mülkünde, idaresinde ve ta-sarrufundadır. "Anîd", "Anûd", "Ânid"; hepsi bir ma'nâya olup "Çok inadçı" demektir; bu, tecebbürün, zorbalığın te'kîdidir.

' 'Ista 'marakum''; ' *A ilah sizi topraktan meydana getirdi ve sizi orada ömür geçiriciler -yâhud da: Vmâr ediciler- yaptı" (Âyet: 60). "A*-martuhu'd-dâra fehye umra" denilir ki, "Ben evi Ömrü müddetince ona mülk yaptım" demektir. "Nekirahum", "Enkerahum", "Isten-kerahum"; bunların hepsi bir ma'nâya olup "Onlardan hoşlanmadı*'

(Âyet: 70} demektir.

"İnnehu hamîdun mecîdun = Şübheyok ki, O, asıl hamde lâyık, hayrı, ihsanı çok olandır" (Âyet: 73), yânî "Mecid", "Mâcid" sığasın­dan Fail veznidir. "Hamîd"de "Hamide( = Hamdetti)" fiilinden olup "Mahmûd", yânî "Hamdedilmiş" ma'nâsınadır.

'Siccîlun", balçıktan pişirilmiş sert ve büyük taşlar; "Emrimiz geldiği zaman o memleketin üstünü altına getirdik ve tepelerine bal­çıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" (Âyet: 83). "Siccîl" ve "Siccîn" bir ma'nâyadır, bunlardaki lâm ile nûn, zâid harflerden ol­maları ve herbiri diğerine çevrilebilmeleri bakımından iki kardeştir­ler. (Câhiliyet ve İslâm devirlerine erişmiş muhadram) Şâir Temîm ibnu Mukbil de buna şâhid olacak şu beyti söyledi:

"Nice yaya askerler kuşluk vaktinde miğferlerin yerlerine, yânî başlara öyle şiddetli darbe indiriyorlar ki, battallar, yiğitler bunu bir­birlerine emir ve tavsiye ediyorlar"; burada "Siccînen", "Şedîden" demektir.

'' Ve ilâ Medyene ahâhum Şuayben = Medyen V de kardeşleri Şu-ayb'ı gönderdik" (Âyet: 84) "İlâ Medyene", "Medyen ahâlîsine" de­mektir. Çünkü Medyen, Medyen'in kurduğu ve onun ismiyle isimlendirilmiş bir beldedir. Bu ta'bîrin benzeri "Ve's'eli'l-karyete", "Ve's'eK'l-tyra" sözleridir ki, "Karye ahâlîsine" ve "Kervan halkı­na sor" demektir (Yûsuf: 82); "İçinde bulunduğumuz şehre, araların­da geldiğimiz kervana da sor. Biz şekksiz şübhesiz doğru söyleyicileriz''

(Yûsuf: 82):

"Siz Allah hn emrini arkanıza atılmış birşey kıldınız" (Âyet: 92).

Şuayb, bununla "Siz O'na yönelmediniz" demektir. Bir adam diğer birinin hacetini yerine getirmediği zaman "Benim hacetimi sırtının ardına attın ve beni arkaya atılmış birşey kıldın" denilir. Buradaki "ez-Zıhrî"nin bir ma'nâsı da: "Beraberinde ihtiyâç zamanında ken­disiyle yardım sağlayacağın bir binek hayvanı yâhud bir kap alman" demektir. "Erâzilunâ", "Düşüklerimiz, en aşağı tabakalarımız" de­mektir {Âyet: 27).

"O'nu (Kur'ân'ı) kendiliğinden uydurdu, derler. De ki: Eğer ben O'nu kendiliğimden uydurduysam günâhı benim üstüme olsun..." (Âyet: 35). Buradaki "İcramı" kelime'si "Ecremtu" fiilinden masdar-dır. Bâzıları sülâsî olan "Ceremtu" fiilinden isimdir dediler, ikisi de "Ben günâh işledim" ma'nâsınadır. "el-Fulk", "el-Felek", "Fuluk" bir ma'nâyadir. Tekil ve çoğul yerinde kullanılır. Tekil yerinde "Se-fîne", çoğul yerinde "Süfün", yânî "Gemi" ve "Gemiler" ma'nâsı­nadır (Âyet: 38).

"Bismillâhi mecrâha ve mursâha - Onun akması da durması da Allah'ın adiyledir" (Âyet: 4i). "Mecrâha", "Onun gitmesi" demek­tir. Bu "Cereytu" fiilinin mîmli masdarıdır. "Mursâha" da "Onun durması" demektir, bu da "Habsettim" ma'nâsma olan "Erseytu" fiilinin mîmli masdarıdır. Bu "Durdu" ma'nâsma olan "Reset", sü­lâsî fiilinden "Mersâhâ", "Aktı" ma'nâsma olan "Ceret" sülâsî fii­linden "Mecrâha" şeklinde okunur. Ve yine bu iki kelime fail isim vezninde "Mucrîhâ" ve "Mursîhâ" olarak da okundu ki, onun akı-tıcısı ve durdurucusu, gemiyi yapan yâhud yapılmasını emreden Al­lah tarafındandır, demek olur. "Kudurin râsiyetin", "Sabit sabit kazanlar" (es-Sebe1: 13) demektir. Bunu "Mursâha" nın zikrine istid-râd olarak getirdi.

 

160- Yüce -Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"(Allah'a karşı yalan düzenden daha zâlim kimdir?)

Onlar Rahb Herine arzedilecekler, şâhidler de: 'İşte bunlar Rabb'lerine karşı yalan söyleyenlerdir' diyecekler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın la'neti zâlimlerin tepesinedir" (Âyet: ış>.

"Sâhib", "Ashâb"ın tekili olduğu gibi, "Eşhâd"ın tekili de "Şâhid"dir.

 

205-.......Bize Saîd ibnu Ebî Arûbe ile Hişâm ibn Ebî Abdillah tahdîs edip şöyle dediler: Bize Katâde tahdîs etti ki, Safvân ibnu Muh-riz şöyle demiştir: Abdullah ibnu Umer, Ka'be'de tavaf ettiği sırada bir adam karşısına geldi ve:

-Yâ Ebâ Abdirrahmân -yâhud da: Ey Umer'in oğlu!- Sen Pey-gamber'den (kıyamet gününde mü'min ile Allah arasında olacak) "Necvâ(-Gizli konuşma)" hakkındaki beyânı işittin mi? diye sor­du.

İbn Umer de şöyle dedi:

— Ben Peygamber'den işittim, şöyle buyuruyordu: "Mü'min Rabb'ine yaklaştırılır -Râvî Hişâm: "Mü'min Rabb'ine yakınlaşır9' demiştir-. Nihayet Rabb 'i onun üzerine şefkat yanını kor da ona gü­nâhlarını şöyle ikrar ettirir: Şu günâhı biliyor musun? der. Kul: Bili­yorum, der: Akabinde iki kerre: Rabb'im, biliyorum, Rabb'im biliyorum, der. Allah da: Ben o günâhlarını dünyâda (insanlardan) gizledim. Bu gün $e ben senin lehine bu günâhlarını mağfiret ediyo-

rum, buyurur. Sonra mü'minin hasenat sahîfesi kendisine verilir. Di­ğerlerine yâhud kâfirlere gelince, onlar şâhidlerin huzurunda: îşte bunlar Rabb'lerine karşı yalan söyleyenlerdir! diye nida olunur."

Râvî Seybân ibn Abdirrahmân, Katâde'den: Bize Safvân, İbn Umer'den tahdîs etti, şeklinde söyledi [295].

 

161- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

' 'Rabb 'inin yakalayışı -ahâlîsi zulmeder hâlde bulunan memleketleri yakaladığı zaman- işte böyle olur. Şübhesiz

ki, O'nun çarpması pek elemlidir, pek çetindir" (Âyet: 102).

"er-Rifdul-merfûd" (Âyet: 98) "Yardım edici yardım".

"Refedtuhû" "Ona yardım ettim" demektir. "Lâ terkenû ile 'llezîne zalemû = Zulmedenlere meyletmeyin''

(Âyet: ıi3). "Fe-levlâ kâne", (Âyet: ıi6). "Fe-hellâ kâne" (yânî "Olsaydı ya") demektir  "Utrifû ( = Helak

edildiler)" (Âyet: 116), -yânı teref, helak edilmelerine sebeb oldu-.

İbn Abbâs: "Zefir", "Şiddetli ses"; "Şehîk", "Zaîf ses"tir (Âyet: 106) demiştir [296].

 

206-.......Ebû Mûsâ (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle bu­yurdu: ''Allah zâlime muhakkak ki mühlet verir verir de, onu yaka­layacağı zaman göz açtırmadan ansızın yakalar".

Ebû Mûsâ dedi ki: Bundan sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: "Rabb Hnin yakalayışı -ahâlisi zulmeder hâlde bulunan memleketleri yakaladığı zaman- işte böyle olur. Şübhesiz ki O'nun çarpması pek elem vericidir, pek çetindir."

 

162- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri

(günâhları) giderin Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür" (Âyet: 114) [297].

"Zulefen" "Saatler ardından saatler" demektir.

"Muzdelife" de bu ma'nâdah isimlendirildi (insanların gece saatlerinde oraya gelmelerinden yâhud Allah'a

yakın olmaları ve kendileri için Allah katında derece hâsıl olmasından). "ez-Zulefıi" "Menzile ardından menzile"dirv "Zulfâ"ya gelince, o "Yakın olmak" ma'nâsmdan masdardır. "İzdelefü", "îctemeû" (yânî

"Toplandılar"), "Ezlefnâ", "Cema'nâ" (yânî 'Topladık" demektir.

 

207-.......İbn Mes'ûd(R)'den (şöyle demiştir): Bir adam yabancı bir kadından bir öpücük aldı. Akabinde bu adam Rasûlullah'a geldi de, yaptığı öpme işini O'na zikretti. Hemen müteakiben Rasûlullah'a şu âyet indirildi: "Gündüzün iki tarafında» gecenin de yakın saatle­rinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri (günâhları) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür".

O kimse:

  (Yâ Rasûlallah!) Bu âyet yalnız benim için mi? diye sordu. Rasûlullah (S):

  "Ümmetimden bununla amel eden herkes içindir" buyur­du [298].

 

12- Yûsuf Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

163- Bâb:

 

Fudayl ibnu Iyâd (öl. 187), Husayn ibnu Abdirrahmân es-Sulemî*den; o da Mucâhid ibn Cebr'den olmak üzere: "el-Muttekeen" (Âyet: 3i), "Utruc"dur, dedi. Fudayl: "el-Utruc", Habeş dilinde

"Mutken"dir, dedi. Sufyân ibn Uyeyne de bir adamdan; o da Mucâhid'den olmak üzere: "Mutken", bıçakla kesilen her şey'dir, dedi.

Katâde de: "Ke innehû le-zû ilmin = Şübhe yok ki Ya'kûb bir ilim sahibi idi" (Âyet: 68); yânî "O bildiği

ile amel edici idi" demiştir.

Saîd ibn Cubeyr de şöyle demiştir: "Suvâu'l-melik"

(Âyet: 72), Fârisî'nin mekkûku, yânî mikyâli'dir; bu, iki tarafı birbirine kavuşan ve Acemler'in su içmekte

oldukları bir kaptır.

İbnu Abbâs: "Levlâ en tufennidûni" (Âyet: 94), "Beni cahilliğe nisbet etmezseniz" ma'nâsınadır, demiştir.

İbn Abbâs'tan başkası: "Gayâbetun " (Âyet: ıo>, senden birşeyi gayb eden her şey "Gayâbe"dir.

"el~Cubbu'\ duvarı örülmemiş kuyudur. "Bû doğru söyleyenler olsak da sen bize inanıcı değilsin" (Âyet: n),

"Sen bizi tasdik edici, doğrulayıcı değilsin"; "Ö tam erginlik çağına girince kendisine hüküm ve ilim verdik"

(Âyet: 22). Buradaki "Eşüddehû", "Noksanlığa başlamadan önceki en olgun çağı" demektir. Bu, müfredde ve cemi'de bir tek lafızla olur, bu sebeble "Beleğa eşüddehû ve beleğa eşüddehum( =  Olgunluk çağına erişti, olgunluk çağına eriştiler)" denilir.

Bâzıları da "Eşüdd" lafzının tekili "Şüdd"dür, dediler.

"el-Muttekeu" (Âyet: 3i), "Yaslanılan şey", içmek yâhud konuşmak yâhud da yemek yemek için üzerine

yaslandığın masadır. Bu tefsir ile "Mutteke' = Nârenciye"dir diyenin sözünü ibtâl etti.

Zîrâ Arab kelâmında "Mutteke"' lâfzının "Narenciye" ile tefsir edilmişliği yoktur. Bunun Narenciye olduğuna

kaail olanlara karşı hüccet getirdiği şeylerden biri de şudur: "Mutteke"'nin yastıklar nev'indendir diyenlere

gelince, onlar evvelkinden daha şerrli bir görüşe kaçmışlardır. (Bâzıları da) tâ'nın sükûnu ile; bu ancak

"Mutku"dur dediler. "Mutk" da ancak "Bazr"ın kenarıdır, kadının fercindeki dilcik denilen kabarcığın

kenarıdır (yânî, o kadından sünnet edilen yerdir).

Kadın için "Metkaau" ve "İbnu Metkaae", "Sünnet edilmemiş" ve "Sünnet edilmemiş kadının oğlu"

denilmesi, bu "Metk" lafzındandır. Şayet burada "Utrucc" (yânî "Narenciye" cinsinden bir meyve)

varsa, şübhesiz o, üzerine yaslanılacak olan masadan sonra vardır.

"Kad şeğafehâ" {Âyet. 30), "Sevgi yüreğinin zarına işlemiş"; "Beleğa ilâ şığâfihâ( = Kalbinin iç zarına

ulaştı)" denilir. "Şığâf" kalbin kılıfıdır. Amma ayn harfiyle okunuşa gelince o, "Sevgi ve aşk gönlünü

kaplamış, gönlü aşkla yakılmış kimse" ta'bîrindendir.

"Asbu ileyhinne" (Âyet: 33) "Onlara meylederim" demektir. "Edğâsu ahlâm " (Âyet: 44), "Karmakarışık düşler, hiçbir teVîli ve ma'nâsı olmayan düşler" demektir. "ed-Dığs", kuru ottan ve benzeri şeylerden elin dolusu bir demet şeydir. Ve "Eline bir demet al da onunla vur" {$&&. 44) sözü, bu demet ma'nâsındandır; bu, "Karışık ruyalar" kavlinden değildir. "Edğâs" lafzının tekili "Dığs"tır [299].

"Nemîru", "Zahire getiririz"; "Nezdâdu keyle baîrin", "Bir devenin taşıyacağı mikdâr zahire de artırırız".

Bunlarla şuna işaret ediyor: "Zahire yüklerini açtıkları zaman sermâyelerini kendilerine geri gönderilmiş

buldular. Ey babamız, daha ne istiyoruz, işte sermâyemiz de bize geri verilmiş; biz bununla tekrar ailemize zahire getiririz, kardeşimizi koruruz, bir deve yükü zahire de artırırız, dediler" (Âyet: 65).

"Âvâ ileyhi" (Âyet: 69) "Yûsuf, kardeşi Bünyâmîn'i yanına aldı"; "es-Sikaaye" (Âyet: 70), "Su içilen kap".

"Tefteu Yûsufu tezkuru", "Hâlâ Yûsufu anıp duruyorsun"; "Haradan", "Hastalanmış olacaksın",

yânî "Gam seni eritiyor"; "Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun. And olsun ki, sonunda ya kendinden hastalanıp eriyeceksin, yâhud helake uğrayanlardan olacaksın, dediler" (Âyet: 85).

"Tehassesû", "Haber arayın" demektir; "(Yâ'kûb:) Oğullarım, gidin, Yûsuf'ta kardeşinden haber arayın.

Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.

Zîrâ hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez, dedi" (Âyet: 88).

"Müzcâtun", "Az şey"; "Ve cVnâ bi-bidâetin müzcâtin=Biz az bir sermâye ile gel$ik" (Âyet: 88).

"Allah'ın azabından bir kaplayıcı" (Âyet: 107):

Herşeyi kaplayıcı olan umûmî bir azâb [300].

 

164- Bâb: [301]

 

"İstey'&sû", "Ümîd kestiler" ma'nâsına; "Lâ tey'esû min ravhıllâhi","A\\ah'm ravhı; ümîd" ma'nâsınadir;

"Allah'ın rahmeti ve nefeslendirmesi" demektir.

Ümîd kesmemenin ma'nâsı ümîd etmektir.

"İzâ'stey'esû minhu ve halasû neciyyen - Artık ondan ümîdierini kestikleri zaman fısıldaşarak" (Âyet: so), yânî

suçlarını i'tirâf ettiler (yâhud: Gizlice bir tarafa çekildiler), demektir. "en-Neciyy" "Gizlice fısıldaşan"

demektir. Cem'i "Enciyetun"dur. "Yetenâcevne","Gizlice konuşurlar" ma'nâsınadır. Bunun tekili

"Neciyyun"dur. Bunda tekil, tesniye, cemi*, müzekker ve müennes birdir; hep "Neciyy" ile ifâde edilir. Çünkü aslında masdardır. Bazen de "Enciye" şeklinde cemi'lenir.

 

165- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"(Rabb'in seni öylece beğenip seçecek, sana m'yâ ta 'bîrine âid bilgi verecek), sana karşı da Ya Jkûb

hanedanına karşı da nimetlerini daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshâk'a tamamladığı gibi   tamamlayacaktır...

 

208-.......Abdullah ibn Umer(R)'den (şöyle demiştir): Peygam­ber (S): ''Kerîm oğlu, kerîm oğlu, kerîm oğlu kerîm, İbrâhîm oğlu, îshâk oğlu, Ya'kûb oğlu Yûsuf'tur" buyurmuştur [302].

 

166- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

“And olsun ki Yûsuf'un ve kardeşlerinin haberlerinde, soranlar için nice ibretler vardır"

(Âyet: 7).

 

209- Bana Muhammed (ibn Selâm) tahdîs etti. Bize Abdete ib-nu Süleyman, Abdullah -Ebû Zerr nüshasında: Ubeydullah- el-Umerî'den; o da Saîd ibn Ebî Saîd'den haber verdi ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a:

  İnsanların en kerîmi, en şereflisi kimdir? diye soruldu.

Oda:

  "Allah katında insanların en kerîmi, en muttaki olanlarıdır"

diye cevâb verdi, Sahâbîleri:

  Biz sana insanların dîn ve ahlâkça en şerefli olanını sormu­yoruz (soyu yönünden en kerîm olanını soruyoruz), dediler

Rasûlullah (S):

  "O yönden insanların en kerîmi, Allah'ın peygamberinin oğ­lu, Allah'ın peygamberinin oğlu, Allah'ın Malilinin oğlu olan Allah'ın Peygamberi Yûsuf'tur" buyurdu.

Sahâbîler yine:

  Biz Sana bunu da sormuyoruz, dediler. Rasûlullah:

  "Sizler Arab'ın ma'denlerini mi (yânî nisbet olunup övüne-geldikleri asıllarını, köklerini mi) soruyorsunuz?" deyince, onlar:

  Evet bunu soruyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (S):

  "Câhiliyet devrinde hayırlı olanlarınız, dîni iyi anladıkları ve amel ettikleri müddetçe İslâm devrinde de hayırlı olanlarınızdır" bu­yurdu.

Bu hadîsi Ubeydullah el-Umerî'den rivayet etmekte Ebû Usâme Hammâd ibn Usâme, Abdete ibn Süleyman'a mutâbaat etmiştir [303].

 

167- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Ya'kûb: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır, dedi"

(Âyet: 18)

"Sevvelet", "Süsledi" demektir.

 

210-.......Yûnus ibn Yezîd el-Eylî tahdîs edip şöyle dedi: Ben ez-Zuhrî'den işittim. O da şöyle dedi: Ben Urve ıbnu'z-Zubeyr'den, Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den, Alkame ibn Vakkaas'tan ve Ubeydullah ibnu Abdillah'tan, iftiracılar onun hakkında söylediklerini söyledik­leri ve Allah'ın da kendisini berî kıldığı zamanki Peygamber'in zev­cesi Âişe hadîsini işittim. Bu dört râvîden herbiri bana bu hadîsten birer bölümü tahdîs ettiler. Peygamber (S), Âişe'ye hitaben:

  "Eğer sen bu isnâdlardan berî isen, yakında Allah seni beri kılar. Ve eğer böyle bir günâha yaklaştınsa Allah'tan mağfiret iste ve Allah'a tevbe et" buyurdu.

Âişe dedi ki: Ben de şunları söyledim:

  Vallahi ben bu vaziyette bir misâl bulamıyorum, ancak Yû­suf'un babası Ya'kûb'u örnek buluyorum: (Yûsuf'un kardeşleri Yû­suf'un gömleği üzerinde yalan bir kan lekesi getirdikleri zaman) Ya'kûb, oğullarına: Hayır, nefisleriniz size bir işi süslemiş, bir fitne­ye sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışı­nıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah'tır, dedi.

Bu esnada A1-1 ah: "0 uydurma haberi getirenler içinizden bir züm­redir, onu sizin için bir şerr sanmayın; biVakis o sizin için bir hayırdır" kavlinden i'tibâren on âyeti indirdi (en-Nûn 11-20) [304].

 

211-.......Ebû Vâil şöyle dedi: Bana Mesrûk ibnu'1-Ecda' tahdîs edip şöyle dedi: Bana Âişe'nin annesi olan Ümmü Rûmân tahdîs edip şöyle dedi: Âişe'yi ateşli hastalık yakalamış olup, benim bera­berimde bulunduğu sırada Peygamber (içeri girdi de):

  "Belki Âişe'nin bu hastalığı kendisi hakkında söylenmekte olan hadîsten dolayıdır" buyurdu.

Bu sırada Âişe yatağından doğrulup oturdu ve şunları söyledi:

  Benim meselimle sizin meseliniz, Ya'kûb ile oğullarının me­seli gibidir: "Sizin vasıf yapageldiğiniz o sözlere karşı kendisinden yardım istenilecek olan ise ancak Allah'tır [305].

 

168- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"O'nun bulunduğu evdeki kadın onun nefsinden murâd almak istedi, kapıları sımsıkı kapadı ve: Sana

söylüyorum, beri gel! dedi" (Âyet: 23)

Ve Ikrime: "Heyte leke", Havran dilinde "Helümme" ma'nâsınadir, dedi. Saîd ibnu Cubeyr de: "Taâle ( =

Beri gel)" ma'nâsınadır, dedi [306].

 

212-.......Şu'be, Süleyman ibn Mıhfân'dan; o da Ebû Vâil'den tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'ûd (R): Kadın "Heyte leke" sözünü söyledi, demiş; ardından: "Biz o kelimeyi, ancak bize öğretildiği gi­bi okuruz" gerekçesini ilâve etmiştir.

"Mesvâhu"(Âyet:23), "İkaamet yeri"; "Elfeyâseyyidehâ"(Âyet: 25), "İkisi efendisini buldular"; "Innehum elfev âbâehum dallın" <es-sâffât: 69), "Çünkü onlar atalarını sapkın kimseler bulmuşlardı"; "Bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhiâbâenâ" (ei-Bakara: no>, "Hayır, biz atala­rımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, dediler"; "Bel acibtu ve yesharun" (es-sâffât: i2)"Ben taaccûb ettim, hâlbuki onlar alay edip eğleniyorlar" [307].

 

213-.......Abdullah ibn Mes'ûd(R)'dan (şöyle demiştir): Kureyş, Peygamber tarafından İslâm Dîni'ne girmekte geciktikleri za­man, Peygamber (S):

— "Yâ Allah, Yûsuf'un yediydi gibi yedi yıllık bir şiddet ile bun­ların belâsını başımdan at da, onlarla uğraşmayayım" diye duâ etti.

Bunun üzerine onları öyle bir kıtlık senesi yakaladı ki, herşeyi kökünden silip giderdi. O derecede ki, onlar kemikleri bile kemirip yediler, hattâ bir adam göğe bakardı da kendisiyle gök arasında (aç­lığından ileri gelen göz zayıflığından dolayı) duman gibi birşey gör­meğe başlardı. Allah: "O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle" buyurdu. Yine Allah: "Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok ki, tekrar dönecek olanlarsınız

(ed-Duhân: 10-16) buyurdu.

İbn Mes'ûd: Kıyamet günü onlardan azâb açılıp kaldırılır mı? O açlık yüzünden görülen duman da "el-Batşe", yânı çok büyük şid­detle çarpıp yakalamada geçmiştir, dedi [308].

 

169- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Melik adamlarına: Onu (Yûsuf'u) bana getirin, dedi. Bunun üzerine Yûsuf'a elçi gelince: Efendine dön de

ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendisine sor. Şübhe yok ki, benim Rabb Hm onların fendini hakkıyle

bilicidir, dedt (Hükümdar o kadınları toplayıp:)

Yûsuf'un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne hâlde idiniz (Onun size karşı bir meylini hissettiniz mi)?

dedi. (Kadınlar:) Hâşâ, Allah için biz onun üstünde bir fenalık bilmedik, dediler** (Âyet: 50-51).

"Hûgâ9*, bir tenzih ve istisnadır. "Haşhaşa", "Açığa çıktı" demektir [309].

 

214-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Allah Lût Peygamber'e rahmet etsin. Yemin olsun p zâ­ten çok sağlam bir kaleye sığınıyordu... Eğer ben zindanda Yûsuf'­un kaldığı gibi uzun zaman hapis kalsaydım, onu hapisten çağırmağa gelen kişinin da'vetine hemen icabet ederdim. Biz İbrahim'den daha haklıyız. İbrahim: Ey Rabb 'im, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gös­ter, demiş; Allah: "Buna inanmadın mı yoksa? demiş. O da: İnandım, fakat kalbimin yatışması için istedim, diye söylemişti (ei-Bakara: 260)" [310].

 

170- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Nihayet rasûller ümîdlerini kesecek hâle geldikleri Vakİt." (Âyet: 110).

 

215-.......İbn Şihâb şöyle dedi: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr ha­ber verdi ki, kendisi Âişe'ye "Nihayet rasûller ümîdlerini kesecek hâ­le geldikleri vakit..." kavlini sorarken, Âişe aşağıdaki cevâbları vermiştir.

Urve dedi ki: Ben Âişe'ye:

— Rasûller yalana mı nisbet edildiler yâhud tekzîb mi edildiler? diye sordum.

Âişe:

  Tekzîb edildiler, dedi.

Ben Âişe'ye:

  Rasûller kavimlerinin kendilerini tekzîb ettiklerini kesin bil­mişlerdir, bu, zann ile değildir? dedim.

Âişe:

— Evet, hayâtıma yemîn ederim ki, onlar bunu kesin olarak bil­mişlerdir; zannetmemişlerdir, dedi.

Ben yine Âişe'ye:

— Rasûller kendilerine yapılan yardım va'dinde aldatıldıklarını zannettiler, dedim.

Âişe:

— Bundan Allah'a sığınırım. Rasûller bunu Rabb'lerine zanne-dici değildir, dedi (ve "Kuzibû" şeklinde şeddesiz okumayı reddet­ti).

Ben Âişe'ye:

  Öyleyse şu âyet nedir? dedim. Âişe:

  Bunlar rasûllere tâbi' olan kimselerdir ki, Rabb'lerine îmân etmiş ve rasûlleri de tasdîk etmişlerdi. Fakat üzerlerindeki belâ uza­mış ve zafer de kendilerinden gecikmiştir. Nihayet rasûller, kavimle­rinden   kendilerini   yalanlayanların   îmâna   gelmelerinden   ümîd kesecekleri hâle geldikleri ve yine rasûller, kendilerine tâbi' olanların da kendilerini yalanlayacaklarını zannettikleri vakit, işte tam bu sı­rada, Allah'ın yardımı ve zaferi rasûllere gelmiştir, dedi.

 

216-....... ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Urve haber verip şöyle dedi: Ben Âişe'ye:

  Belki bu "Kuzibû" şeklinde şeddesizdir, dedim. Âişe:

  (Böyle şeddesiz okumaktan) Allah'a sığınırım, dedi [311].

 

13- Er-Ra'd Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Ve İbnu Abbâs şöyle demiştir:

"İki ovucunu açan gibidir" (Âyet: 14) kavli, Allah'ın beraberinde başka bir ilâha ibâdet eden müşrikin meselidir. Bu, uzaktan suyun içindeki hayâline bakıp duran şeytânın meseli gibidir. Kendisi suya uzanıp elde etmek ister, fakat buna muktedir olamaz.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle demiştir: "Sahhara" (Âyet: 2), "Zelîl kıldı, itaatli kıldı"; "Mutecâviratun" (Âyet: 4), "Birbirine yakın"; "el-Mesulât" (Âyet: 6) "Ukubet misâlleri"; bunun tekili "Mesuletun"dur. "Mesulât",

"Şebehler, misâller" demektir. Yüce Allah: "Onlar, kendilerinden evvel gelip geçmiş kavimlerin (o acıklı)

günleri gibisinden başkasını mı bekliyorlar?" (Yûnus: 102) buyurdu.

"Bi-mikdârın", "Bi-kaderin" demektir: "Onun yanında herşey ölçü iledir" (Âyet: 8).

"Lehu muakkıbâtun=Oynun önünde ve arkasında kendisini Allah'ın emriyle gözetleyecek ta'kîbciler vardır" (Âyet: 11). Bunlar koruyucu meleklerdir; bunlardan birincilerinin ardından diğerleri gelip gözetlemeye devam ederler. Bu, "Muakkıbât" aslından olmak üzere, birşeyin izinden gelene "el- Akîb" denildi, "İzinde ta'kîb ettim" de denilir [312].

"el-Mıhâl" (Ay*. 13), "Ukûbet"tir. "Ke-bâsıtı yedeyhi = Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan adam gibidir ki, o buna asla ulaşıcı "Ur" (Âyet: 14).

"Zebeden râbiyen", "Yükselen köpük"; "Rabâ, Yerbû" fiilindendir, bu fiil artmak, çoğalmak, yükselmek, şişmek

ma'nâsınadır.

"Ev metâin", "Yâhud meta"'. Üzerine ateş yakılan ma'den cevherlerinden de bunun gibi bir köpük, posa çıkar.  "Metâ"\ kendisiyle metâ'landığın, faydalandığın şeydir.  "Cufâen", "Köpük, çerçöp, bâtıl, asılsız şey".

"Ecfeeti'l-kıdru", yânı tencere kaynadığı zaman köpük onun üstüne yükselir, sonra köpük hiç fayda vermeden

yok olur gider. İşte hakk, bâtıldan bunun gibi seçilir (Âyei: 17) [313].

"el-Mıhâd" (Âyet: ist, "Yatak"; "Yedreu bVl-hasenetVs-seyyiete" <.w 22), "Onlar kötülüğü iyilikle savarlar"; "Dere'tuhû annV\ "Onu kendimden defedip savdım" demektir.

"Selâmun aleykum" (Âyet: 24), Yânî "Selâmun aleykum" derler. "Ke ileyhi metâbi" (Âyet: 3o>, "En son dönüşüm de yalnız O'nadir".

"Efelem yey'es" (Âyet: 3i), "Apaçık bilmedi mi?".

"Kaarıatun" (Âyet: 3i>, "Dâhiye, büyük belâ".

"Feemleytu" (Âyet: 32), "Uzun zaman" ma'nâsına olan

"Meliyy"den "Mulâve"den alınmış olup "Kâfirler(e azabı geri bırakmak suretiyle) müddeti uzattım" demektir; "Meliyyen" sözü de bu ma'nâdandır. Arzdan uzun ve geniş sahraya "Meliyy" denilir. ilEşakku" (Âyet: 34), "Meşakkat" masdarından olup "Daha şiddetli ve daha meşakkatli" demektir.

"Vallâhu yahkumu, lâ muakkibe li-hükmihî = Allah hükmeder, O'nun hükmünü ta'kîb edip değiştirebilecek

yOktUr" (Âyet: 41).

Ve Mucâhid şöyle dedi:

"Mutecâviratun" (Âyet: 4), Arz'ın iyi toprakları, kötü topraklan, ot bitirmeyen çorak yerleri birbirine komşudurlar.

"Sınvânun", bir tek kökten çıkmış iki ve daha çok çatallı hurma ağaçlarıdır. "Gayru sınvânın" ise yalnız bir gövdesi olan hurma ağacıdır. Bunların hepsi bir su ile sulanıyor (Âyet: 4), Adem evlâdlarının iyisi ve kötüleri

gibi. Bunların iyi kötü hepsinin babaları da birdir;

Adem'dir.  "Ağır bulutlar", içinde su olan bulutlar demektinÂyet: 12).

"Attah*tan başkalarına dua edenlerin hâli, suya doğru iki avucunu uzatan kimse gibidir, o diliyle suyu çağırır

ve eliyle suya işaret eder, fakat su ona ebeden gelmez"

(Âyet: 14). "VMîler kendi mikdârlarınca (ölçülerince) seyl olmuşlardır, seylin köpüğüdür. Demirin ve zînet yapılanma'denlerin de pisliği, posası olur" (Âyet: i7) [314].

 

171- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Allah her dişinin neye gebe olacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi artık yapacağını bilir. O'nun nezdinde herşey

Ölçü İledİr" (Âyet: 8).

"Gıda", "Eksildi" demektir [315].

 

217-.......Mâlik, Abdullah ibn Dinar'dan; o da İbnu Umer(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Gaybın anah­tarları beştir ki, onları Allah 'tan başkası bilemez; Yarın ne olacağını Allah'tan başka hiçkimse bilemez- Rahimlerin eksiltmekte oldukları şeyleri Allah'tan başkası bilemez. Allah'tan başka hiçbir kimse yağ­murun ne zaman geleceğini bilemez. Hiçbir nefis hangi arzda ölece­ğini bilemez. Kıyametin ne zaman kopacağım da Allah'tan başkası bilemez" [316].

 

14- İbrâhîm Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

İbn Abbâs: "Hâdin" (er-Rad: 7), "DaVet edicidir [317]. Mucâhid de: "Sadîd" (Âyet: 16), "Kusmuk ve kan dır dedi.

Sufyân ibn Uyeyne de: "Allah'ın, üzerinizdeki nVmetini hatırlayın" (Âyet. 6), "Allah'ın sizin yanınızdaki ellerini

(ni'metlerini) ve günlerini (vakıalarını) hatırlayın" demektir, dedi.

Ve Mucâhid: "O size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi" (Âyet: 34), "Kendisine rağbet ettiğiniz şeylerin

hepsinden verdi" demektir, dedi.

"Yebğûnehâ ivecen = Onu eğriliğe çevirmek isterler" (Âyec 3), "Onun için bir eğrilik ararlar" demektir. (tlz teezzene Rabbukum" (Âyet: 7), "Rabb'iniz size bildirdi, Hân etti" demektir.

"Rasûlleri onlara apaçık burhanlar getirmişti de onlar ellerini ağızlarına itmişlerdi" (Âyet: 9), bu bir meseldir;

ma'nâsı "Emrolunduklan haktan kendilerini çektiler, ona inanmadılar" demektir.

"Zâlike li-men hâfe makaamî-Bu, benim makaamtmdan korkanlaradır" (Âyet: 14), "Allah'ın kıyamet günü huzurunda dikeceği makaamdan korkanlara" demektir.

"Ve min verâihi" (Âyet: n), "Önünden de" demektir.

"Innâ kunnâ lekum tebean~Biz sizin tebeanız idik"

(Ayet: 2i); tekili "7BW"dir, "Gâib"in cem'i "Gayeb" olduğu gibi.

"Ve mâ ene bi-musrihikum ve mâ entüm bi musrıhiyye" (Âyet: 22), "Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz".

"Istesrahanî", "Benden feryâdla yardım istedi"; "Yestesrıhu", "Ondan çığlıkla yardım ister" demektir. Bu, "es-Surâh", "Çığlık koparmak, yardım dilemek" masdarındandır.

"Velâ hılâlun-Ne bir dostluk olmayan" (Âyet: 3i>; bu, "Onunla samimî dostluk kurdum" fiilinin masdarıdır; bunun yine "Hulletun{- Dost)" ve "Hılâlun( = Dostluk kurma) "un cem'i olması da caiz olur.

"Uctusset" (Âyet: 26), "Koparılmış".

 

172- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Görmedin mi Allah sana nasıl bir mesel getirmiştir? Güzel bir kelime, kökü sabit ve dalı semâda olan güzel

bir ağaç gibidir ki, o ağaç, Rabb Hnin izniyle her zaman yemişini verir durur" (Âyet: 24-25) [318].

 

218-.......Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'ın yanında bulunuyorduk.

  "Bana müslümâna benzeyen, yâhud da: Müslim kimse gibi olan, yaprağı düşmeyen, şöyle olmayan, şöyle olmayan, şöyle olma­yan ve meyvesini her zaman verip duran bir ağacı haber veriniz*' bu­yurdu.

İbn Umer dedi ki: Onun hurma ağacı olduğu gönlüme düştü, Ebû Bekr ile Umer'i de konuşmuyorlar görünce, ben konuşmak iste­medim. Oradakiler birşey söylemeyince Rasûlullah (S):

  "O, hurmadır" buyurdu. Oradan kalktığımızda ben Umer'e:

— Ey babacığım! Yemîn olsun onun hurma ağacı olduğu gön­lüme düşmüştü, dedim..

Umer:

— Konuşmandan seni men' eden nedir? dedi. İbn Umer dedi ki: Ben:

— Sizleri konuşur görmedim de, konuşmamı çirkin gördüm yâ-hud birşey söylemeyi çirkin gördüm, dedim.

Umer:

— Gönlüne düşen o ağacı söylemekliğin, bana şundan ve şun­dan daha sevimli olurdu, dedi [319].

 

173- Bâb:

 

“Allah, îmân edenlere o sabit sözde dâima sebat ihsan eder" (Âyet: 27).

 

219-.......Alkame ibnu Mersed haber verip şöyle demiştir: Ben Sa'd ibn Ubeyde'den işittim; o da el-Berâ ibnu Âzib(R)'den ki, Rasû-lullah (S) şöyle buyurmuştur: "Müslüman, kabrine konulup da suâl melekleri tarafından sorulduğunda Lâ ilahe ille llâhu ve enne Muham-meden rasûluüahi diye (yânı: Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur, Mu-hammed Allah'ın elçisidir diye) şehâdet eder. İşte bu şehâdet, Yüce Allah'ın şu kavlidir: Allah, îmân edenlere dünyâ hayâtında da, âhi-rette de, o sabit sözünde dâima sebat ihsan eder. Allah zâlimleri şa­şırtır. Allah ne dilerse yapar" [320].

 

174- Bâb:

 

"Allah'ın ni'metine bedel küfrü seçenleri, kavimlerini de helak yurduna sokanları görmedin mi?" (Âyet: 28)

Buradaki "Elem tere", "Elem ta'lem(= Bilmedin mi)"

ma'nâsınadir. Yüce Allah'ın şu kavilleri gibi: "Görmedin mi Allah sana nasıl bir mesel getirmiştir?"

(Âyet: 24); "Sayıları binlerce olduğu hâlde ölüm korkusuyla yurdlarından çıkanları görmedin mi? (ei-Bakara:

243).

"el-Bevâr", "el-Helâk"tır. "Bâre, Yebûru, Bevren" masdarındandır. "Kavmen buran" (ei-Furkaan: 18), "Helak

olucu kavim" demektir.                         

 

220-.......Sufyân ibn Uyeyne, Amr ibn Dinar'dan tahdîs etti ki, Atâ ibn Ebî Rebâh, îbn Abbâs'tan işitmiştir. İbn Abbâs, "Al­lah 'in nVmetine bedel küfrü seçenleri görmedin mi?" kavli hakkın­da: Bunlar Mekke ahâlîsinin kâfirleridir, demiştir [321].

 

15- El-Hıcr Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle Ve Mucâhid: "İşte bu, bana hakk olan dosdoğru bir yoldur buyurdu" (Âyet: 4i). Bu "Hakk Allah'a döner ve hakkın yolu ancak Allah'a meyleder, yükselir (başka şey üzerine meyletmez)" demektir, dedi.

İbn Abbâs da: "Senin ömrüne yemin ederim" (Âyet: 72),

"Senin yaşama müddetine, hayâtına yemîn ederim" demektir. "Kaale innekum kavmun münkerûn = Siz tanınmamış bir zümresiniz dedi" (Âyet: 62); Lût Peygamber, gençler suretinde gelen melekleri tanımadı, dedi.

İbn Abbâs'tan başkası şöyle dedi: "Biz hiçbir memleketi, onun belli bir yazısı olmaksızın helak etmedik" (Âyet: 4), buradaki "Belli yazı", takdîr ve ta'yîn edilmiş eceldir.

"Lev mâ te'tinâ bVl-melâiketi = Bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Âyet: 7>; buradaki "Lev mâ", "Lev lâ"

manasınadır.

"ŞiyaVl-evvelîn" (Âyet: ıo), "Evvelki ümmetler" ma'nâsınadır. Velîler için de yine "Şıya' vardır" denilir

ki, onun yolu ve mezhebi üzerinde ittifak etmiş topluluklar, demektir.

İbn Abbâs şöyle dedi: "Kavmi ona koşarak geldiler" (Hûd: 78); buradaki "Yuhraûne", "Sür'at ederek,

koşarak" ma'nâsınadır. "Elbette bunda fikir ve firâseti olanlar için ibretler vardır" (Âyet: 75); buradaki

"Mutevessimîn", "Nazar edenler, düşünenler" demektir. "Innemâ sukkıret ebsârunâ" (Âyet: 15),

"Muhakkak gözlerimiz perdelendirildi" demektir.

"And olsun biz gökte burçlar yapmış ve onu ibretle bakanlar için donatmışızdır" (Âyet: 16); buradaki

"Burçlar", Güneş ve Ay'a âid menzillerdir.

"Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik" (Âyet: 22), buradaki

"Levâkıh", "Melâkıh"tır ki, "Aşılayıcı" ma'nâsına olan

"Mulkıha"nın cem'idir. "Hamein", "Hameetin"\n cem'idir. "Hamein" de, değişmiş balçık çamurudur;

"el-Mesnûn" da kuruması için dökülmüş ma'nâsınadır

(Âyet: 26, 28, 33).

"Lâ tevcel" (Âyet: 53), "Korkma"; "Dâbire havlâi" (Âyet: 66), "Bunların arkaları" demektir.

"Ve innehumâ le-bi-imâmin mubın — Bu yerlerin ikisi de apaçık bir yol üzerindedir" {kyet. 19); "el-İmâm", önder edindiğin ve kendisiyle doğru yol bulduğun herşeydir.

"Ahazethumu's-sayhatu = Onları o sayha yakaladı" (Âyet: 73,83), "Onları helak yakaladı" demektir [322]

 

175- Bâb:

 

"Biz onu (göğü) taşlanan her şeytândan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden şeytân vardır ki, onun ardına da apaçık bir ateş parçası düşmektedir" (Âyet: 17-18).

 

221- Bize Alî ibnu Abdillah el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, Amr ibn Dinar'dan; o da İkrime'den; o da Ebû Hurey-re(R)'den tahdîs etti. Ebû Hureyre bunu Peygamber'e eriştirir [323]. Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Allah gökyüzündeki meleklere bir işin yerine getirilmesini hükmettiği zaman, düz ve sert bir taş üzerin­deki zincir (sesi) gibi olan bu ilâhî hükme melekler tamâmiyle ita­at ederek korku ile kanatlarını birbirine vururlar."

Alî ibnu'l-Medînî şöyle dedi: Sufyân ibn Uyeyne'den başkası bu "Safvân" kelimesini "Safavân" şeklinde söyledi.

"Gönüllerinden bu korku giderilince de melekler (Cebrâîl ve Mî-kâîl gibi Mukarrebûn meleklerine):

 Rabb'iniz ne söyledi? diye sorarlar. Mukarrebûn melekleri, sorana:

— Allah hakk sözü söyledi, diye Allah'ın hüküm ve takdirini bildirirler ve: Allah pek yücedir, pek büyüktür! derler.

Bu suretle kulak hırsızı şeytânlar, Allah'ın o emir ve takdirini işitirler. O sırada kulak hırsızı şeytânlar (yerden göğe kadar) birbiri­nin üstünde zincirleme dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazırlanmış) bu­lunurlar."

-Sufyân ibn Uyeyne, dinleyici şeytânların birbirleri üstünde dizi­lişlerini eliyle şöyle vasıfladı: Sağ elinin parmaklan arasını araladı da onların bir kısmını diğerleri üzerine dikti:-

"Şeytânlar bu vaziyette iken bâzı defa meleklerin konuşmaları­nı işiten en üstteki şeytâna bir ateş parçası yetişir de, altındaki şeytâ­na o haberi işittirmeden önce, onu yakar. Bâzı defa da ateş ona erişemeyip alt tarafında bulunan şeytâna haberi atıp yetiştirir. O da haberi kendisinden sonra bulunan daha aşağıdaki şeytâna atar ve bu suretle haber tâ yere kadar ulaşır."

Sufyân ibn Uyeyne bazen şöyle demiştir: "Nihayet o haber yere ulaşır ve sihirbazın ağzına atılır. Sihirbaz o haberle beraber yüz yalan uydurup halka söyler. İlâhî emir yeryüzünde gerçekleşince de sihir­baz kişi doğru söylemiş olur. Ve ondan bu haberi işitenler, insanla­ra:

— Sihirbaz bize, fulân ve fulan günleri şöyle şöyle olacak diye haber vermedi mi? Gördünüz sihirbazın haber verdiklerini doğru bul­duk, derler; bu da sihirbazın gökyüzünden işitildi dediği o sözden do­layı yapılan bir tasdiktir. Artık onun verdiği haberlerin hepsini doğru saymışlardır" [324].

 

222-.......Bize Amr, İkrime'den; o daEbû Hureyre'den: "Al­lah bir işi hükmettiği zaman..." hadîsini tahdîs etti de bu rivayette "Sihirbazın ağzı üzerine" sözünden sonra "Kâhinin ağzı üzerine" sözünü ziyâde etti.

Alî ibn Abdillah dedi ki: Ve bize Sufyân tahdîs etti de, bu hadî­sinde şöyle dedi: Amr ibn Dînâr şöyle dedi: Ben İkrime'de işittim, şöyle diyordu: Bize Ebû Hureyre tahdîs edip şöyle dedi: "Allah bir işi hükmettiği zaman"'ve "Sihirbazın ağzı üzerine" sözünü söyledi.

Alî ibn Abdillah dedi ki: Ben Sufyân ibn Uyeyne'ye:

  Sen bunu Amr'dan işittin mi? diye sordum. O:

  Ben İkrime'den işittim, dedi ki: Ben Ebû Hureyre'den işit­tim, evet, dedi.

Alî ibnu'l-Medînî şöyle dedi: Ben Sufyân'a:

— Bir insan senden, Amr'dan; o da İkrime'den; o da Ebû Hu­reyre'den rivayet etti. Ebû Hureyre bu hadîsi Peygamber'e yükselti­yordu; o "Furriğâ" şeklinde okudu, dedim.

. Sufyân:

— Amr ibn Dînâr o kelimeyi böyle okudu, kendisi bunu bu şe­kilde râ ile mi işitti yâhud işitmedi mi, bilmiyorum, dedi.

Sufyân:

  Bu kelime râ harfiyle bizim kırâatimizdir, dedi [325].

 

176- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'And olsun ki, Hıcr sahihleri de gönderilen peygamberleri yalanlamışlardır'' (Âyet: 80).

 

223-.......İmâm Mâlik, Abdullah ibn Dinar'dan; o da Abdul­lah ibn Umer'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) -Tebûk'e giderlerken-Hıcr şehrinin harabeleri yanından geçtikleri sırada sahâbîlerine: "Bu helak edilmiş kimselerin yurtlarına girip konaklamayınız, ancak ağ­layıcılar olmanız hâli müstesnadır. Eğer ağlayıcılar olamıyorsanız, on­lara isabet eden azabın benzeri sizlere isabet'etmemesi için, onların yurtlarına girmeyiniz" buyurmuştur [326].

 

177- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"And olsun ki, biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik"

(Âyet: 87).

 

224-.......Ebû Saîd ibnu'l-Muallâ şöyle demiştir: Ben namaz kılarken Peygamber (S) benim yanıma uğradı da, beni çağırdı. Ben O'nun yanına gitmedim. Nihayet namazı kıldıktan sonra yanına var­dığımda bana:

  "Gelmenden seni men' eden nedir?" buyurdu. Ben:

  Namaz kılıyordum, dedim. Rasûlullah:

  "Allah: İmân edenler, Allah 'a ve RasûVe icabet ediniz (ei-(Enfâh 24) buyurmadı mı?" dedi.

Sonra Rasûlullah bana:

  "Sen bu mescidden çıkmadan önce ben sana Kur'ân'daki en büyük sûreyi öğreteceğim" buyurdu.

Sonra Peygamber mescidden çıkmak için yürüdüğü zaman ben kendisine o sözünü hatırlattım. Bunun üzerine:

  "O sûre el-Hamdu lillâhi RabbVl-âlemîn Sûresi'dir, O (na­mazlarda) tekrar edilen yedi âyet ve bana verilen büyük Kur'ân 'dır" buyurdu [327].

 

225-.......Ebû Hureyre (R): Rasûlullah (S): "Ümmü'l-Kur'ân, tekrarlanan yedi âyettir ve büyük Kur'ân'dır" buyurdu, demiştir [328].

 

178- "Kur'ân’ı Parça Parça Ayıranlara... " (Âyet: 91) Babı

 

"el-Muktesimîn", "Yemîn edenler" demektir. "Lâ uksimu", yânî "Yemîn ederim" ta'bîri, bu

"Muktesimîn" ma'nâsındandır. Bu son fiil "Le- uksimu(= Elbette yemîn ederim)" şeklinde de okunur.

'Kaasemehumâ = fblîs, Âdem ile Havva'ya yemîn etti"

(ei-Arâf: 2i) ve o ikisi İblîs'e yemîn etmediler, ma'nasinadır.

"Birbirlerine Allah adiyle yemîn ettiler, andlaştılar"  demektir, dedi [329].

 

226-.......Ebû Bişr, Saîd ibn Cubeyr'den, İbn Abbâs'ın "Kurân'/ parça parça ayıranlar"'-kavli hakkında: Onlar kitâb ehlidir ki, onlar Kur'ân'ı parça parça ayırıp, bâzısına îmân ettiler, bâzısına da kâfir oldular, demiştir.

 

227- Bana Ubeydullah ibn Mûsâ, el-A'meş'ten; o da Ebû Zab-yân'dan; o da İbn Abbâs(R)'tan, onun "Muktesimler üzerine azâb indirdiğimiz gibi*' kavli hakkında: Bâzısına îmân ettiler, bâzısına küf­rettiler; bunlar Yahûdîler ve Hrıstiyanlar'dir, demiştir [330].

 

179- Yüce Allah'ın: 'Sana Yakın Gelinceye Kadar Rabbhne İbâdet Et (Âyet: 99) Kavli Babı

 

Salim ibn Umer: "el-Yakîn", "Ölümüdür, demiştir [331].

 

 

16- en-Nahl Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

180- Rûhu'l-Kudüs, Cibril'dir Babı

 

"Onu RabbHn tarafından hakk olarak RûhuH-Kudüs indirmiştir" (Âyet: 102)[332].

"Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı hiçbir darlıkta olma, sıkıntıya düşme" (Âyet: 127), (Dar yer,

sıkıntılı bir iş ma'nâsına şeddesiz ve şeddeli olarak)

"Emrun daykun" ve "Dayyıkun" denilir; "Heynun ve Heyyinun"; "Leynun ve Leyyinun"; "Meytun ve

Meyyitim" kelimeleri de onun gibi hem şeddesiz, hem de şeddeli olarak kullanılır.

Ve İbn Abbâs: "Et takallubihim" (Âyet: 46), "Dönüp dolaşmalarında, gidip gelmelerinde" ma'nâsınadır, dedi.

Mucâhid de: "O, sizi sallayıp çalkalar diye yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar, ırmaklar, yollar koydu"

(Âyet: 15); buradaki "Temîdu",

"Tekeffeu" (yânî: Hareket ettirir, meylettirir) ma'nâsınadır. liMufratûn-Onlar cehennemin öncüleri yapılmışlardır" (Âyet: 62), "Onlar orada unutulmuş olanlardır" ma'nâsınadır, dedi.

Ve Mucâhid'den başkası, "Kur'ân okuduğun zaman o kovulmuş şeytândan Allah'a sığın" (Âyet: 98) kavli hakkında: Bu öne geçirilmiş ve geriye bırakılmıştır.

Bunun sebebi şudur: Çünkü Eûzu billahi mine'ş- şeytâni'r-racîm demek, Kur'ân okumanın önünde olur.

istiâzenin manâsı Allah'a sığınmaktır. (Bâzıları bunu "Kur'ân okumak istediğin zaman" şeklinde takdir

etmişlerdir.)

"Ve aleİlâhi kasdu*s-sebîl = Doğru yolu açıkça bildirmek Allah'a âiddir" (Âyet: 9>; buradaki "Kasdu's-

SebîV\ "Yolu beyân" ma'nâsınadır.

"ed-Dif'u" (Âyet: 5), "Kendisiyle ısınıp korunduğun şey"; "Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken"

(Âyet: 6), "Akşamleyin sürüleri mer'adan geri döndürürken, sabahleyin de onları otlağa çıkarırken, onlarda sizin için güzel bir zînet ve zevk vardır";

"Onlar sizin ağırlıklarınızı yüklenirler, yarı canınız tükenmeden varamayacağınız memleketlere kadar

götürürler" (Âyet: i), buradaki "Bi-şıkkıH-enfüsi",

"Nefislerin yarısı külfet ve meşakkat" ma'nâsınadır.

"Yoksa onlar Allah'ın kendilerini yavaş yavaş azaltmak suretiyle cezalandıracağından emniyete mi girdiler?"

(Âyet: 47), buradaki "Ala tahavvufın", "Yavaş yavaş eksiltmek, azaltmak" ma'nâsınadır.

"Sağmal hayvanlarda da sizin için elbette bir ibret vardır" (Âyet: 66), "el-En'âm" lafzı, hem müennes, hem

de müzekker kılınır; tekili olan "en-Naam" lafzı da böyledir, "el-En'âm", "en-Naam"ın cemâatidir.

"Allah yarattıklarından sizin için gölgeler yaydı.

Dağlardan size yuvalar, siperler yaptı. Sıcaktan sizi koruyacak giyecekler, harbde sizi koruyacak giyecekler yaptı" (Âyet: 8i); burada sıcaktan koruyacak giyimler,

gömleklerdir. Amma harbden koruyacak giyimlere gelince, şübhesiz onlar demirden yapılmış zırhlardır.

"Bir ümmet diğer ümmetten (malca ve sayıca) daha çoktur diye, yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesâd

konusu edinerek, ipliğini sağlamca büktükten sonra söküp bozan kadın gibi olmayın" (Âyet: 92); buradaki

"Dahalen beynekum = Aranızda bir dahal" ta'bîri, (bir şeye giren hıyanet, aldatma gibi) sahîh olmayan

herşey'dir.

İbn Abbâs: "Hafede" (Âyet: 72), kişinin çocuğunun

çocuğudur; "Hurma ağacının meyvesinden ve üzümden bir içki ve güzel bir rızk edinirsiniz" (Âyet: 67); buradaki

"es-Seker", (ağaçların meyvelerinden yapılıp) haram kılınmış olan içki'dir, "Güzel rızk" ise, Allah'ın halâl kıldıklarıdır, demiştir.

Sufyân ibn Uyeyne de Sadaka Ebû'l-Huzeyl'den

"Eşkâl. " kavli hakkında: O Mekke'de ismi Harka olan bir kadındı, ipliğini sağlam sağlam büktüğü

zaman, onu söküp bozardı, demiştir. îbn Mes'ûd da: "Hakîkaten îbrâhîm bir ümmetti" (Âyet: 120) kavlindeki "Ümmet", "Hayır öğretmenedir, demiştir.

 

181- "İçinizden Kimi En Aşağı Ömre Kadar Geri Götürülür" (Âyet: 70) Kavli Babı [333]

 

228-.......Enes ibn MâIik(R)'ten (o şöyle demiştir): Rasûlullah (S) şöyle duâ ederdi: "(Yâ Allah) Cimrilikten, tenbellikten, fazla ih­tiyarlıktan, kabir azabından, Deccâl fitnesinden, hayât ve ölüm fit­nelerinden Sana sığınırım" [334].

 

17- Benû Isrâîl Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

229- Bize Âdem tahdîs etti. Bize Şu'be tahdîs etti ki, Ebû îshâk şöyle demiştir: Ben Abdurrahmân ibn Yezîd'den işittim, o şöyle de­di: Ben İbn Mes'ûd(R)'dan işittim; o, Benû İsrâîl (yânı el-İsrâ), el-Kehf, Meryem Sûreleri hakkında: Muhakkak ki, bu sûreler ilk atik­lerdendirler, bunlar ilk kazanılanlardan ve ezber edilenlerdendirler, dedi [335].

İbn Abbâs: "O hâlde sizi kim (dirilterek) geri çevirebilir? diye­cekler. Sen de: Sizi ilk defa yaratmış olan (kudret sahibi diriltecek-tir)/ de. O vakit sana başlarım sallayacaklar da: Ne vakit O? diyecekler. Sen: Yakın olması muhtemeldir, de*' (Âyet: 5i); buradaki "Fe-se-yungidune ileyke ruûsehum", "Sana başlarını sallayacaklar" raa'-nâsınadır, dedi.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle dedi: (Üç harfli fiilden) "Nağa-dat sınnuke", "Dişin yerinden hareket etti" ma'nâsınadır.

"Ve kadayna ilâ Benîİsrâîle" (Âyet: 4), "Biz İsrâîl oğulları'na, kendilerinin Arz'da muhakkak fesâd çıkaracaklarını haber verdik" ma'nâsınadır. "el-Kadâ" lafzı birçok ma'nâlara gelir: "Kadâ Rabbüke" (Âyet: 33), "Rabb'in emretti" demektir. "Hükmetmek" ma'nâsi da bu lafızdandır: "Şübhesiz senin Rabb'in onların arasın­da hüküm verecektir" (Yûnus: 93, en-Nemi: 78, ei-Casiye: 16>; "Yaratmak" ma'nâsı da bu lafızdandır: "Bu suretle Allah onları yedi gök olmak üzere yarattı" (Fussüet: 12).

"Nefîren" (Âyet: 6), kişinin beraberinde giden kimselerdir ki, cem'iyeti ve topluluğu demektir. "Ve liyutebbirû mâ alev tetbîran" (Âyet: 7), "Galebe ve isti'lâ ettiklerini helak ettikçe etsinler diye (üstü­nüze düşmanlar saldırdık)";'- 'Biz cehennemi kâfirlere bir hapishane yaptık" (Âyet:8), yânî hiç çıkamayacakları bir hapis yeri, bir alıkoyma yeri yaptık.

"Artık o memlekete karşı söz hakk olmuştur" (Âyet: 16), yânî geçmİş olan o azâb sözü vâcib olmuştur; "O hâlde kendilerine yumuşak bir söz söyle" (Âyet: 28); buradaki "Meysûren", "Leyyinen", yânî "Yumuşak" ma'nâsınachr.

"Çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Hakikat onları öldürmek büyük bir suçtur" (Âyet: 3i); buradaki "HıVen" "Günâh ve suç" ma'nâsınadır. "Hatı'tu-Ben günâh işledim" ta'bîrinden alınmış bir isimdir; "el-Hatau", fetha ile harekelenmiştir. "Günâh işlemek" ma'nâsına olan fiilin masdarıdır. "Hatı'tu", "Ahta'tu", yânî "Günâh işledim, yamldım" ma'nâsınadır.

"Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen (ne kadar bassan) cidden Arz't yaramazsın, boyca da dağlara eremezsin" (Âyet: 37), buradaki "Tahrıka", "Kesemezsin" ma'nâsınadır. "İz hum necva" (Âyet: 47), "Onlar gizli gizli konuşurlarken"; buradaki "en-Necvâ" lafzı, "Gizli konuştum" ma'nâsma olan "Nâceytu" fiilin­den bir masdardır. Allah onları bu masdar ile vasıfladı, ma'nâsı: "On­lar gizli gizli konuşurlarken" demektir.

"Rufâten" (kyzv. 49)y "Kırıntı, döküntü"; "İstefziz", "Korku­dan hoplat, rahatsız et, onları hafifletip zorla; "Bi-haylike", "Sü­varilerinle"; "er-Raclu ve'r-Reccâletu", "Yayalar, piyadeler" ma'nâsına cemi'dir. Bunların tekili "Râcilun"dur. "Sâhibun"un cem'i "Sahbun", "Tâcirun"un cem'i "Tecrun" olduğu gibi (Âyet: 64) (Âyet:68), "Çakıllı bir fırtına, şiddetli bir rüzgâr", "el-Âsıb", bir de rüzgârın atıp fırlattığı şeyler ma'nâsına gelir; "Hasabu cehenneme = Cehennemin içine atılan şeyler" (ei-Enbiyâ: 98) ta'bîri bu ma'nâdandır, onun içinde atılan şey (yânî içine atılan kavimler), onun hasabıdır. "Hasaba fVl-Ard" denilir ki, bu da "Arz'ın içine gitti" demektir. "el-Hasbâ"dan türemiştir. "Târeten uhrâ", "Diğer bir defa" ma'nâsınadır. Bu "Târe" lâfzı masdardır. "Târe" lafzının cem'i "Tıyeratun" ve "Târâtun"dur [336].

"Le-ahtenikenne zurriyetehu illâ kalîlen —And olsun onun zür-riyetini, birazı müstesna olmak üzere, muhakkak kendime bend ede­rim", onları azdırma ve saptırma ile köklerini kazır, helak ederim demektir. "Fulân kimse Fulân'ın yanında bulunan ilmi kendine bend etti" denilir ki, o "İlmin hepsini kendinde topladı" demektir. "Her insanın amelini kendi boynuna doladık" (Âyet: 13), buradaki "Tâire-//«""Dünyâdan olan nasibi, payı" ma'nâsınadır.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Kur'ân'daki her "Sultân", "Hüc­cet" ma'nâsınadır (Âyet: 33, 80). "Evlâd edinmeyen, mülkünde hiçbir ortağı olmayan, zull ve aczden dolayı hiçbir yardımcıya ihtiyâcı bu­lunmayan Allah 'a hamd olsun de, O'nu büyük bil, büyüklükle an** (Âyet: ııi); buradaki "Veliyyun mine'z-zulli", "Zelîllik ve acizlikten dolayı hiçbir velîsi olmayan, yânî hiçbir kimseyi velî ve dost edinme­yen" demektir.

 

182- "Kulunu Bir Gece Mescidi Haram'dan Mescidi Aksâ'ya... Götüren (Allah, Her Türlü Eksikliklerden) Münezzehtir'* (Âyet: 1) Kavli Babı [337]

 

230-.......  Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir:  Rasûlullah (S) -Mescidi Harâm'dan- götürüldüğü İsrâ gecesinde îliyâ şehrinde, yânî Kudüs'te kendisine birinde şarâb, diğerinde süt dolu iki kadeh geti­rildi (ve bunlardan istediğini seç denildi). Rasûlullah ikisine baktı da sütü aldı. Cibrîl, Rasûlullah'a: Seni fıtrata hidâyet eden Allah'a hamd olsun, şayet şarâbı alsaydın, ümmetin azacaktı, dedi [338].

 

231-.......Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Câbir ibn AbdiHah(R)'tan işittim, şöyle dedi: Ben Peygamber(S)'den işit­tim, şöyle buyuruyordu: "(İsrâ haberinde) Kureyş beni yalanlayınca Hıcr'da ayakta durdum. Müteakiben Allah bana Beytu'l-Makdis ile gözümün arasındaki uzaklığı kaldırdı da (bana sorulanları) Mescidi Aksâ'ya bakarak, onun nişanelerinden Kureyş'e haber vermeğe baş­ladım."

Ve Ya'kûb ibn İbrâhîm şunu ziyâde etti: Bize İbn Şihâb'ın kar­deşinin oğlu, amcası İbn Şihâb'dan: "Beytu'l-Makdis'e geceleyin yü­rütüldüğümüz zaman Kureyş beni yalanlayınca..." şeklinde tahdîs edip, yukarıdakinin benzerini nakletmiştir [339].

"Kaasıfen" (Âyet: 69), "Herşeyi kırıp büken bir rüzgâr".

 

183- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"And olsun ki', biz Adem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır... " (Âyet: 70) [340]

"Kerremnâ" ve "Ekremnâ" bir ma'nâyadır. "Dı'fe'l- hayât ve dı'fel-memât" (Âyet:75), "Hayât azabının iki katını ve ölüm azabının iki katını" demektir.

"Hılâfeke" ve "Halfeke" bir ma'nâya olup, "Arkandan" demektir (Âyet: 76).

*'Nâe bi-cânibihî" (Âyet: 83), "Yanını uzaklaştırdı" demektir. "De kî: Herbirt kendi aslî tabîatine göre hareket eder" (Âyet: 84), buradaki "Şâkiletihi", "Nâhiyetihi" ma'nâsınadır, bu "Şâkile" kelimesi "Şeklihi" ma'nâsından türemiştir."Ke le-kad sarrafnâ (Âyet: 4i, 89) "Yemîn olsun biz yöneltmişizdir"; "Kabilen (Âyet: 92), "Gözle görerek, karşısında olarak" demektir. Ebe kadına "Kaabile" denildi çünkü o doğuracak kadının doğumunu karşılayıcıdır ve onun doğan çocuğunu, doğuşu ânında tutup alır.

"Haşyete'l-infâk" (Âyet: ıoo), "Harcama korkusu", "Enfaka'r-raculu", "Adam fakîr oldu", "Nafika'ş-şey'u" "Şey gitti" demektir.

"Katûran", "Mukattiran" yânî "Cimri" demektir: "De ki: Rabb 'inin rahmet hazînelerine siz mâlik olsaydınız, o

zaman harcama korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz* insan çok cimridir" (Âyet: 100)

"Li ezkaan'\Ayet. \oı, 109), "İki çene kemiğinin birleşme yeri üzerine" demektir, bunun tekili "Zekan"dır.

Mucâhid şöyle demiştir: "Şübhesiz ki cehennem hepinizin cezasıdır, tastamam bir ceza" (Âyet: 63), buradaki "Mevfûran", "Vâfiran", yânî "Mükemmel" ma'nâsınadır. "Bize karşı onun öcünü bulamazsınız" (Âyet: 69), buradaki "Tebîan", "Sâiran = İntikaam alıcı" demektir.

İbn Abbâs da: "Tebîan", "Nâsıran = Yardım edici" demektir.

"Onların varacağı yer cehennemdir kis ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız" (Âyet: 97), buradaki "Kullemâ habat", "Söndükçe" demektir, demiştir.

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: "Malını israfla saçıp savurma" (Âyet: 26), "Malını bâtıl yolda harcama" demektir.

"Şayet Rabb'inden umduğun bir rahmeti aramak için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, o hâlde kendilerine yumuşak bir söz söyle" (Âyet: 28), buradaki "Bir rahmet", "Bir rızk" demektir. "Ben de ey Fir'avn,

seni herhalde helak edilmiş sanıyorum" (Âyet: 102), buradaki "Mesbûran", "La'netlenmiş" demektir.

"Senin için hakkında bir bilgi hâsıl olmayan şeyin ardından gitme" (Âyet: 36), buradaki "La tak/u", "Lâ tekul" (yânî "Söyleme") demektir. "Fecâsû hılâle'd-diyâr = Evlerin aralarına girip araştırdılar" (Âyet: 5), yânî "Sizi öldürmek ve yağmalamak için evlerin ortalarına kasdettiler". "Rabb'iniz, /adlından arayasınız diye sizin için denizde gemileri yürütendir" (Âyet: 66), buradaki "Yüzcî", "Yucrî = Akıtıp yürütür" demektir. "Yahırrûne IVl-

ezkaanî- Çenelerinin üstüne kapanarak secde ediyorlar" (Âyet: 107-109), buradaki "LVl-ezkaan...— Çeneleri üzerine", "Yüzleri üzerine" demektir [341].

 

184- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Bir memleketi helak etmek dilediğimiz vakit, onun nVmet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz de, orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o memlekete karşı azâb sözü hakk olmuştur. îşte biz onu artık kökünden mahv ve helak etmişizdir" (Âyet: ı&).

 

232- Bize Alî ibnu Abdillah tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Bize Mansûr, Ebû Vâil'den haber verdi ki, Abdullah ibn Mesûd (R): Biz câhiliyette bir kabile çok oldukları zaman "Emira Benû Fularım = Fulân oğulları çok oldu" der idik, demiştir.

Yine bu senedle: Bize el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Ve el-Humeydî, Sufyân'dan "Emira" şeklinde söyledi [342].

 

185- Bâb:

 

fEy Nûh ile beraber taşıdığımız (insanlar) zürriyeti, şu bir hakikattir ki, Nûh pekçok şükreden bir kuldu" (Âyet: 3) [343].

 

233-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Bir kerresinde Rasûlullah'ın sofrasına et yemeği getirildi ve kendisine bir kol kaldırılıp sunuldu. Çünkü Rasûrullah etin bu kısmını severdi. Ondan ön dişle­riyle bir lokma kopardı. Sonra şöyle anlattı:

"Ben kıyamet gününde bütün insanların seyyidiyim, efendisiyim. Bu neden bilir misiniz? Bütün insanlar, evvelkiler ve sonra gelenler olarak düz ve geniş bir sahada toplanırlar. Öyle düz ve geniş sâhâ ki, orada bir çağırıcı çağırınca sesini herkese işittirecek, bakan bir in­sanın gözü de mahşer halkım bir bakışta görebilecek (Dağ, tepe gibi görmeye, işitmeye bir mâni' bulunmayacak). Bir de güneş (bütün sı-caklığıyle) yaklaşacak. Artık insanların gamı, meşakkati dayanama­yacakları ve taşıyamayacakları bir dereceye ulaşacak. Bu sırada insanlar birbirine:

  Size ulaşan şu faciayı görmüyor musunuz? Rabb'inizin hu­zurunda şef âat edecek bir şefaatçi (bulmak çâresine) niye bakmıyor­sunuz? diyecekler.

Bunun üzerine mahşer halkının bâzısı bâzısına:

— Haydi Âdem 'e gidiniz! diyecek, akabinde insanlar Âdem Pey­gamber'e gidecekler ve ona:

  (Ey Âdem!) Sen insan nev'inin babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı ve sana kendi canibinden olan rûh üfledi, sonra melek­lere emretti, onlar da sana secde ettiler. Rabb'ine bizim hakkımızda şefaat dile. Ey atamız, içinde bulunduğumuz şu müşkil vaziyeti gör­müyor musun? Bize ulaşan şu sıkıntıyı bilmiyor musun? diyecekler]

Âdem de:

  Rabb'im, bugün öyle bir öfke etmiştir ki, ne bundan önce böyle öfkelenmiş, ve ne de bundan sonra bunun benzeri bir öfke ile öfke edecektir. Hem Rabb'im beni cennet ağacı meyvesinden birini yemekten nehyetmiş iken, ben âsî olup yemiştim. (Onun için size şe­faat edemem, şimdi ben kendimi düşünüyorum.) Vay nefsim, nefsim nefsim! Siz benden başka bir şefaatçiye gidiniz: Nûh 'a gidiniz! diyecek.

Onlar da Nûh 'a varacaklar ve:

— Ey Nûh, sen yeryüzü halkına gönderilen rasûllerin birincisi-sin. Allah sana Kur'ân'da "Çok şükreden kul" adını vermiştir. Lüt­fen hakkımızda Rabb'in huzurunda şefaat et! İçinde bulunduğumuz sıkıntılı hâli görmüyor musun? diyecekler.

Nûh Peygamber de:

— Azız ve Celîl olan Rabb 'im bugün celâllenmiştir. Öyle bir de­recede ki bundan önce böyle gadâb etmemiş, bundan sonra da böyle celâllenmeyecektir. Benim de bir dua edişim var: Ben onu vaktiyle kavmimin helaki için dua etmiştim. (Ben de şimdi kendimi düşünü­yorum.) Vay nefsim, nefsim, nefsim! Şimdi siz benden başka bir şe­faatçiye gidiniz, İbrahim'e gidiniz! diyecek.

Onlar da İbrahim 'e varacaklar ve:

— Ey İbrahim, sen yeryüzündeki insanlardan Allah 'in Peygam­beri ve Haltlisin (dostusun) Rabb'in huzurunda bize şefaat et, için­de bulunduğumuz şu sıkıntılı hâli görüyorsun! diyecekler.

İbrahim Peygamber de onlara:

— Bu gün Rabb'imin celâl sıfatı tecellî etmiştir. Hem bir dere­cede ki bundan önce böyle gadâb etmemiş,, bundan sonra da böyle gadâb etmeyecektir. Ben üç kene yalan(a benzer söz) söylemiştim. -RâvîEbû Hayyân hadîsin içinde bunları zikretmiştir [344].- (Şimdi ken­dimi düşünüyorum.) Vay nefsim, nefsim, nefsim! Artık siz benden başkasına gidiniz, Musa'ya gidiniz! diyecektir.

Onlar da Musa'ya gidecekler ve:

  Yâ Mûsâ, sen Allah'ın rasûlüsün. Allah seni elçi yapmasıyla ve kelâm söylemesi ile insanlar üzerine faziletli kıldı. Rabb'in huzu­runda bizim için şefaat et! İçinde bulunduğumuz acıklı hâli görmek­tesin, diyecekler.

Mûsâ Peygamber de onlara:

— Rabb 'im bugün celâl sıfatı ile tecellî etti, o derecede ki, ne şim­diye kadar bu derece öfkeli olmuş, ne de bundan sonra bunun gibi öfkeli olacaktır. Ben ise öldürülmesiyle me'mûr olmadığım bir canı öldürdüm [345]. (Şimdi ben nefsimi düşünüyorum.) Ah nefsim, nefsim, nefsim! Siz benden başka bir şefaatçiye gidiniz, isa'ya gidiniz! diyecek. Onlar da îsâ Peygamber'e gelecekler ve:

  Yâîsâ, sen Allah'ın Rasûlüsün ve Allah Taâlâ'mn Meryem'e koyduğu ve onun tarafından olan bir ruhsun, sen beşikte bir sabî iken insanlara söz söyledin! Rabb 'in huzurunda bizim için şefaat et, için­de bulunduğumuz ıztırâbı görmektesin! diyecekler.

îsâ Peygamber de onlara:

— Rabb'im bugün, bundan evvel benzerini yapmadığı ve.bun­dan sonra da benzerini yapmayacağı bir gadâbla gadâb etmiştir, di­yecek ve kendine âid hiçbir günâh zikretmeden: Âh nefsim, nefsim, nefsim! diye endîşesini açıklayarak: Siz benden başkasına gidiniz, Mu-hammed'e gidiniz! diyecek.

Onlar da Muhammed'e gelecekler de:

  Yâ Muhammed! Sen Allah'ın Rasûlü'sün ve peygamberlerin hâtemisin. Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günâhlarını mağfiret etmiştir. Rabb'in huzurunda bizim için şefaat et, içinde bulunduğu­muz elem ve ıztırâbı görmektesin! diyecekler.

Bunun üzerine ben hemen Arş'in altına giderim de Azîz ve Celîl olan Rabb'ime secde edici olarak yere kapanırım. Sonra secdemde Allah bana kendisine yapılacak hamdlerinden ve üzerine güzel sena­dan öylesini açıp ilham edecektir ki, benden önce onu hiçbir kimseye açmamıştır. (Ben o hamdler ve senalarla hamd ve sena ettikten) son­ra Allah tarafından bana:

  Yâ Muhammed! Başını kaldır, iste, istediğin sana verilecek­tir; şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır! buyurulur.

Ben secdeden başımı kaldırıp:

— Yâ Rabb ümmetim! Yfl Rabb ümmetim! diye şefaat dileğimi söylerim.

Bana:

  Yâ Muhammed, ümmetinden üzerinde hesâb ve suâl olma­yanları cennetin kapılarından olan sağ kapıdan cennete koy! Onlar ı cennetin bundan başka olan öbür kapılarında da insanlarla ortak­tırlar, buy urulacak."

Bundan sonra Rasûlullah: "Nefsim elinde bulunan Allah'a ye-

mîn ederim ki, cennetin kapı kanatlarından iki kanadın arası Mekke ile Himyer yâhud Mekke ile Busrâ arası kadar geniştir" dedi [346].

 

186- Yüce Allah'ın:

 

Ve Davud'a da Zebur'u verdik" (Âyet: 55) kavli babı [347]

 

234-.......Bize Abdurrezzâk, Ma'mer ibn Râşid'den; o da Hemmâm ibn Münebbih'ten; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Pey­gamber (S) şöyle buyurmuştur: "Dâvûd Peygamber'e (Zebur'u) okumak kolaylaştırıldı. Dâvûd, kendi binit hayvanının eyerlenmesini emrederdi de, eyerleyecek kişi eyerlemesini bitirmesinden önce Dâ-vûd Zebur'u okur idi. "

Peygamber kur'ânı, yânî okumayı kasdediyor [348].

 

187- Bâb:

 

"De ki: Allah'ı bırakıp boş yere (tanrı diye) söylediklerinizi çağırın. Onlar sizden herhangibir sıkıntı gideremiyecekleri gibi, değiştiremezler de" (Âyet: 56).

 

235-.......Yahya ibn Saîd el-Kattân tahdîs edip şöyle demiştir: Bize Sufyân es-Sevrî tahdîs etti. Bana Süleyman el-A'meş, İbrahim en-Nahaî'den; o da Ebû Ma'mer'den tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'-ûd (R) "Rabb lerine vesile arayıp duruyorlar*' (Âyet: 55) kavli hakkında şöyle demiştir: İnsanlardan bir topluluk, cinnlerden bir topluluğa ibâ­det ediyorlardı. Nihayet o cinnler İslâm Dîni'ne girdi, o insanlar ise cinnlerin dînine tutunup kaldılar.

Ubeydullah el-Eşcaî, Sufyân'dan; o da el-A'meş'ten yaptığı ri­vayette: "De ki: Allah *ı bırakıp boş yere (tanrı diye) söylediklerinizi çağırın" fıkrasını ziyâde etti  [349].

 

188- Bâb:

 

'Onların taptıkları da -hangisi Rabb Herine daha yakın (olacak) diye- bizzat vesile arayıp duruyorlar, O'nun rahmetini umuyorlar, Oynun azabından korkuyorlar. Çünkü O'nun azabı korkunçtur" (Âyet: 57).

 

236-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şu "Onların taptıkları da hangisi Rabb 'lerine daha yakın olacak diye bizzat vesile arayıp du­ruyorlar... " âyeti hakkında: Cinnden birtakım kimseler, başkaları ta­rafından ibâdet ediliyorlardı, akabinde bunlar İslâm'a girdiler, demiştir [350]

 

189- Bâb:

 

'Geceleyin sana gösterdiğimiz o temaşayı ancak insanlara bir fitne ve imtihan yaptık... " (Âyet: 60)

 

237-.......Sufyân ibnUyeyne, Amr ibn Dinar'dan; o da İkrime'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs "Geceleyin sana gösterdiğimiz o tema­şayı ancak insanlara bir fitne ve imtihan yaptık" kavlindeki rü'yâ hakkında: O rü'yâ gözün gördüğü âyetlerdir ki, Rasûlullah'a sefer ettirildiği gece gösterildi, demiştir.

İbn Abbâs, âyetin devamındaki' * Ve Kur 'ân 'da la 'net edilmiş olan ağaç" da zakkum ağacıdır, demiştir [351].

 

190- Yüce Allah'ın:'Sabah Namazını Da (Eda Et). Çünkü Sabah Namazı Şâhidlîdir" (Âyet: 78) Kavli Babı

 

Mucâhid:

"Kur'âneH-fecri", "Sabah namâzı'Mır, demiştir.

 

238-.......Bize Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; o da Ebû Se­leme ile İbnu'l-Müseyyeb'den; onlar da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Cemâat namazının tek kişinin namazı üzerine fadlı, yirmibeş derecedir. Gece melekleri ile gündüz melekleri de sabah namazında birleşirler."

Ebû Hureyre: İsterseniz "Ve sabah namazını da. Çünkü sabah namazı şâhidlidir" âyetini okuyunuz, der idi.

 

191- Yüce Allah'ın: Ümîd Edebilirsin, Rabb Hn Seni Hamdedilmiş Bir Makaama Gönderecektir" (Âyet: 78) Kavli Babı [352]

 

239-.......Âdem ibn Alî şöyle demiştir: Ben İbn Umer(R)'den işittim, şöyle diyordu: Kıyamet gününde insanlar küme küme olur­lar, her ümmet kendi peygamberinin ardına düşerler (ve büyük peygamberlere): Yâ Fulân şefaat et, (Yâ Fulân şefaat et), derler. En sonu şefaat dileği Peygamber(S)'e erişip nihayet bulur. Bu şefaat vakıası Allah'ın, Peygamberi Muhammed'i Mâkaamu Mahmûd'a göndereceği eün vuku' bulur  [353]

 

240-....... Şuayb ibnu Ebî Hamza, Muhammed ibnu'1-Munkedir'den; o da Câbir ibn Abdillah(R)'tan tahdîs etti ki, Rasûlul-lah (S) şöyle buyurmuştur: "Her kim ezan okunurken tamâmını işitip dinlediği (ve müezzinin söylediği kelimeleri söyleyip bitirdiği) zaman Allâhumme Rabbe hâzihVd-da'vetVt-tâmme ve's-salâtVl-kaaime âti Muhammeden eUvesîlete ve'l-fadîlete ve'b'ashu makaa-men Mahmûdenellezî vaadtehu (= Yâ Allah! Ey bu tam da'vetin ve kılınmak üzere olan bu namazın Rabb'i! Muhammed'e vesîleyi, fa-dîleti ihsan et, bir de kendisine va'd ettiğin Makaamu Mahmûd'u ve­rip oraya vardır -da şefaatçi kıl-) diye duâ ederse, o kişiye kıyamet gününde şefaatim ulaşır."

Bu hadîsi Hamza ibnu Abdillah, babası Abdullah ibn Umer'-den; o da Peygamber(S)'den olmak üzere rivayet etti [354].

 

192- Bâb:

 

'De ki: Hakk geldi, bâtıl zeval buldu. Şübhesiz ki, bâtıl dâima zeval bulucudur" (Âyet: 8i).

"Yezhaku", "Yehliku", yânî "Helak olur" demektir.

 

241-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Mekke'nin fethi günü Peygamber (S) Mekke'ye girdi. Ka'be'nin etrafında ibâ­det için dikilmiş (kurşunla sağlamlaştırılmış) üç yüz aitmiş put vardı. Peygamber elindeki bir deynekle bunlara dürtüyor ve şöyle diyordu: "Hakk geldi, bâtıl gitti helak oldu. Hakk geldi, hâlbuki (ölen bâtıl) ne îcâda, ne de öleni diriltmeye muktedir değildir" [355].

 

193- Bâb:

 

'Sana ruhu sorarlar" (Âyet: 85) [356]

 

242-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber'in maiyyetinde Medine tarlalarında yürüyordum. Peygamber de hurma dalından bir deyneğe dayanıyordu. O sırada birkaç Yahûdî tesadüf etti. Bâzısı bâzısına:

  Şu ruhtan sorun, dedi. Diğer bâzısı da:

— (Hayır sormayın) bu size iyilik getirmez (yâhud size şübhe ve­rir), dedi.

Bâzısı da:

— Sizi hoşlanmayacağınız birşeyle karşılamasın, dedi.

Sonunda O'na sorun dediler de, Peygamber'e ruhtan sordular. Peygamber kendini tuttu, onlara hiçbir cevâb vermedi. Ben O'na vahy indirilmekte olduğunu bildim de olduğum yerimde dikildim. Vahy inince Peygamber şunu söyledi: "Sana ruhu sorarlar. De ki: Rûh, Rabb 'imin emri cümlesindendir. Size az bir ilimden başkası verilmemiştir [357]

 

194- Bâb-.

 

'Namazında pek bağırma, sesini pek de kısma; ikisinin arası bir yol tut'* (Âyet: 110).

 

243-.......İbn Abbâs (R) "Namazında pek bağırma, sesini pek de kısma" kavli hakkında şöyle demiştir: Bu âyet, Rasûlullah Mek­ke'de gizli yaşarken indi. Rasûlullah sahâbîleriyle namaz kıldığı za­man, Kur'ân okurken sesini yükseltiyordu. Müşrikler ise Kur'ân'ı işitince hem Kur'ân'a, hem onu indirene, hem de Kur'ân kendisine gelene sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Peygamber'ine hi­taben: "Namazında Kur'ân okurken sesini çok açıklama, pek de kıs­ma, ikisinin arası bir yol tut" buyurdu  [358].

 

244-.......Bize Zaide ibnu Kudâme, Hişâm'dan; o da babası Urve'den tahdîs etti ki, Âişe(R): Bu "Sesini çok açıklama "kelâmı, dua hakkında indi, demiştir [359].

 

18- el-Kehf Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Mucâhid şöyle dedi:

'Takriduhum" (Âyet: 12), "Güneş onları terkediyordu"; Ve kâne lehu sumurun" (Âyet: 34), "O adamın başkaca geliri de vardı", yânî altın ve gümüşü vardı.

Mucâhid'den başkası da şöyle dedi: Ötre ile "es-Sumuru", "es-Semer"in cemâatidir.

"Bâhıun nefsehu" "Nefsini helak edecektin";

"Esefen", "Üzüntü duyarak": "Demek bu söze (Kur'ân'a) inanmazlarsa, bir üzüntü duyarak arkalarından kendini tüketecektin" (Âyet: 6) [360].

"el-Kehf", dağda olan açıklık, mağara; "er-Rakîm" (Âyet: 9), "Yazı", "Merkum" da "Rakm" masdarından "Yazılmış şey" ma'nâsınadır.

"Onların kalblerini (sabr ve sebat ile hakka) bağlamıştık" (Âyet: 14), "Onlara sabr ilham etmiştik". "Eğer inananlardan olması için onun kalbine rabıta vermeseydik, az daha onu mutlak açığa vuracaktı" (ei- Kasas: 10).

"Şatatan", "İfrâtan", "O takdirde and olsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz" (Âyet: i4); "el-Vasîd" (Âyet: ıs), mağaranın giriş yeri; bunun cem'i "Vesâid" ve "Vusud"dur; "Vasîd", "Kapı"dır da deniliyor;

"Mu'sadetun" (ei-Beied: 20), "Kapatılmış"; bu"Asade'l-hâbe" ve "Evsade = Kapıyı kapattı" fiilinden türemiştir

(Müellif bunu istidrâden zikretti).

"Baasnâhum" (Âyet: 19), "Onları dirilttik, yânî uyandırdık"; "Eyyuhâ ezkâ taâmen = Onun hangi yiyeceği daha temizse" (Âyet: 19): "O şehir ahâlîsinden hangisinin yiyeceği daha çoksa" demektir. Bu daha çok halâl olanı ma'nâsınadır deniliyor, keza asıl üzerine daha çok nemâlı olanı ma'nâsınadır da deniliyor.

İbn Abbâs: "O iki bağ mahsûlünü vermiş, bundan birşeyi zulmetmemişti" (Âyet: 34), yânî eksik bırakmamıştı

ma'nâsınadır, dedi.

Saîd ibn Cubeyr de İbn Abbâs'tan olmak üzere: "er-Rakîm", kurşundan yapılmış levha'dır, onların vâlîsi bu gençlerin isimlerini onun üzerine yazmış, sonra da o levhayı kendi hazînesine atmıştı, demiştir.

"Biz nice yıllar onların kulaklarına (perde) vurduk"

(Âyet: ıi): "Yânî, Allah onları yıllarca tam bir sükûn içinde uyuttu, onlar da uyudular."

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle dedi:

"Ve eletteilu"{$ü\âsî 2. bâbdan) "Tencû( = Kurtuldu, kurtulur)" ma'nâsınadır. Mucâhid de: "Mevtten",

"Kurtulacak yer, korunacak yer, sığınak" ma'nâsınadır, dedi. "Onlar için va'dedilen bir zaman vardır ki, onun karşısında hiçbir sığınak bulamayacaklardır" (Âyet: 58). "Onlar Kur'ân dinlemeye tahammül edemiyorlardı'' (Âyet: 101).

 

195- Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'İnsanın cedeli (husûmeti) ise herşeyden fazladır (Âyet: 54) [361].

 

245-.......İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Hüseyin'in oğlu Alî haber verdi. Ona da babası Hüseyin ibn Alî, Alî ibn Ebî Tâlib(R)'den şöyle haber verdi: Rasûlullah (S) bir gece Alî ile (kendi kızı ve Alî'­nin eşi olan) Fâtıma'yı ziyaret etti de, onlara: "Siz ikiniz namaz kıl­maz mısınız?" (diye teheccüd namazına teşvik) buyurmuştur [362].

"Recmen bVl-gayb" (Âyet; 22), "Gayb taşlamak": Apaçık belli ol­madı, demektir. "Ve hâne emruhu furutan = Onun işi haddi aşmaktı" (Âyet: 28), "Pişman olmaktı" demektir. "Surâdikuhâ = Cehennemin duvarları- çepeçevre kendilerini kuşatmıştır" (Âyet: 29): Duvarlar ve bü­yük çadırlarla çevrilen hücre gibi. "Ve huve yuhâviruhu == Onunla konuşurken" (Âyet: 33,37), bu, karşılıklı konuşmak, birbirine cevâb dön­dürmek ma'nâsına olan "Muhavere" masdarındandır.

"Ve lâkinnâ huve'llâhu Rabbî" (Âyet: 38), "Fakat ben (mü'mi-nim), O Allah benim Rabb'imdir. Ben Rabb'ime hiçbir şeyi ortak koşmam" demektir. Sonra "Ene"den elîfi hazfetti de iki nûn'dan birini diğerinin içine girdirdi, böylece kelime "Lâkinnâ" oldu. "Ve ferrecnâ hılâlehumâ neheren - Biz o iki bağın arasından bir de nehir fışkırttık" (Âyet: 33) buyuruyor. "Saîden zelekan" (Âyet: 40), "Üzerin­de ayak sabit olmayan kaypak bir toprak". "İşte bu makaamda nusrat ve hâkimiyet, hakk olan Allah 'indir, O sevâbca da hayırlı, akıbetçe de hayırlıdır" (Âyet: 44), buradaki "Velayet", "el-Velî"nin masdarı-dır; "Ukuben", "Akıbet", "Ukbâ" ve "Ukbetun" hepsi birdir, "Âhiref've "Son" ma'nâsınadır. "Kıbelen", "Kubulen" ve "Ka-belen": Gözleri önünde ve açıktan karşılamak ma'nâsınadır.

"Biz peygamberleri müjde verici ve korkutucu kimseler olmak­tan başka bir sıfatla göndermedik. Kâfir olanlar ise hakkı bâtıl ile yerinden kaydırmak için mücâdele ederler" (Âyet: 56). Buradaki "Li-yudhıdû", "îzâle etmeleri için" demektir. "ed-Dahad", "Üzerinde ayak sabit olmaz kaypak şey" demektir.

 

196- Bâb:

 

"Bir zaman Mûsâ genç adamına şöyle demişti: Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayıp gideceğim, yâhud uzun zamanlar geçireceğim" (Âyet: 60).

"Hukuben"* "Zamanen" demektir. Bunun cem'i "Ahkaab'Mir [363].

 

246-....... Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: Ben, İbn Abbâs'a:

— Nevf el-Bukâlî, Hızır'ın sahibi olan Mûsâ, İsrâîl oğullan'nin sahibi olan Mûsâ değildir iddiasında bulunuyor, dedim.

Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi:

— Allah'ın düşmanı yalan söylemiştir. Bana Ubeyy ibn Ka'b tah-dîs etti ki, o, Rasûlullah(S)'tan şöyle buyururken işitmiştir:

"Mûsâ Peygamber, îsrâîl oğulları içinde hitâb edici olarak aya­ğa kalkmıştı. Kendisine:

  İnsanların en âlimi kimdir? diye soruldu. Mûsâ:

  Benim,diye cevâb verdi.

Bu husustaki ilmi (Allah en iyi bilendir diyerek) Allah'a havale etmediğinden dolayı, Allah ona itâb etti. Ve Allah ona: 'İki denizin birleştiği yerde benim bir kulum var ki, o senden daha âlimdir' diye vahyettu Mûsâ:

  Yâ Rabb, ben ona nasıl yol bulayım? dedi. Ona:

— Beraberinde bir balık alırsın, o balığı bir zenbîl içine koyar­sın. Balığı nerede kaybedersen, işte o kul, oradadır! buyurdu.

Bundan sonra Mûsâ bir balık aldı, akabinde onu bir zenbîl içine koydu, sonra Mûsâ gitti, beraberinde kendisine hizmet eden genci Yûşâ ibn Nün da gitti. Nihayet (iki denizin birleştiği yerdeki) kayanın yanı­na geldiklerinde, ikisi de başlarını yere koyup uyudular. Balık zenbt-lin içinde debelendi ve zenbîlden sıçrayıp dışarı çıktı, akabinde denize düştü. Allah ondan suyun akışını tuttu da deniz içinde kendine su künkü gibi (bir boşluk bırakarak) yol açtı. Nihayet deniz suyu onun üzerinde tak gibi oldu. Mûsâ uyanınca -arkadaşı Yûşâ, Musa'ya ba-

iığı(n hârika işini) haber vermeyi unuttu.- O günlerinin kalanı ile bü­tün gece gittiler, nihayet ertesi sabah olunca Mûsâ hizmetçisine:

— Kuşluk yemeğimizi getir, bu seferimizden yorgunluk duyduk, dedi."

Dedi ki: "Hâlbuki Mûsâ emrolunduğu o yerin Ötesine geçme­dikçe yorgunluk duymamıştı. Hizmetçisi:

—- Gördün mü, kayanın dibinde barındığımız zaman balığın git­tiğini haber vermeyi unutmuşum. Onu söylememi bana şeytândan baş­kası unutturmadı. Balık deniz içinde şaşılacak bir surette yolunu alıp yitti, dedi.

Ve balığın suya girmesinde balık için bir yol meydana geldiğini söyledi. Deniz içinde böyle bir yolun meydana gelmesi Mûsâ ile genci­ne hayret edilecek birşey olmuştu. Mûsâ:

  Zâten bizim arayacağımız şey bu idi, dedi. Ve izlerinde geri döndüler."

Dedi ki: "Geldikleri yoldaki ayak izlerine basa basa döndüler. Nihayet o taşın yanma vardıklarında, üzerine bir elbise örtülmüş bir zât gördüler. Mûsâ ona selâm verdi. Hızır da Musa'ya:

  Bu senin bulunduğun yerde "Selâm" nereden? dedi. Oda:

— Ben Musa'yım, dedi. Hızır:

  îsrâîl oğulları'nın Musa'sı mı? diye sordu.

— Evet, ben sana, sana öğretilmiş olan rüşd ve hidâyetten bana da birşey öğretmen için geldim, dedi.

Hızır:

— Doğrusu sen benim beraberimde asla sabredemezsin yâ Mû­sâ! Ben, Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzerindeyim ki, onu sen bilemezsin, sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği öyle bir ilim üzerindesin ki, onu da ben bilemem, dedi.

Mûsâ:

— Beni inşâallah sabırlı bulacaksın, sana hiçbir işte âsî olmaya­cağım, dedi.

Hızır:

— Eğer bu surette bana tâbi' olacaksan, ben sana anıp söyleyin-ceye kadar sen bana hiçbirşey sorma, dedi.

Bunun zerine Hızır ile Mûsâ (gemileri olmadığı için) deniz kıyı­sında yürüyerek gittiler. Yanlarına bir gemi uğradı. Kendilerini ge­miye yüklesinler diye gemicilerle söyleştiler. Gemiciler Hızır'ı tanıdılar ve bu sebeble onları ücretsiz olarak gemiye aldılar. Hızır ile Mûsâ gemiye bindiklerinde, Mûsâ, Hızır'ın gemi levhalarından (yânı tah­talarından) birini keser ile sökmüş olduğunu gördü. Mûsâ hemen Hızır'a:

— Bu gemiciler topluluğu bizi gemilerine ücretsiz almışlarken, sen onların gemilerine kasdedip içindekileri batırmak için mi gemiyi deliyorsun? And olsun sen büyük bir iş yaptın, dedi.

Hızın

— Ben sana beraberimde asla sabredemezsin demedim mi? dedi.

Mûsâ:

  Unuttuğum şeyden dolayı beni muâhaze edip cezalandırma

ve bana şu arkadaşlık işinde güçlük gösterme, dedi."

Râvî Ubeyy ibn Ka'b dedi ki: Rasûluüah (S): "Bu, Musa tara­fından olan unutmanın birincisi oldu" buyurdu.

Dedi ki: "O sırada bir serçe kuşu geldi de geminin kenarına kondu ve denizden bir gaga su aldı. Hızır, Musa'ya:

— Benim ilmimle senin ilmin, A ilah 'in ilminden ancak şu serçe­nin bu denizden eksilttiği şey gibidir, dedi.

Sonra gemiden çıktılar, müteakiben onlar deniz kenarında yü­rüdükleri sırada Hızır, oğlanlarla beraber oynamakta olan bir oğlan çocuğu gördü. Akabinde Hızır o çocuğun başını eliyle tuttu ve onu eliyle koparıp, çocuğu öldürdü. Mûsâ, Hızır'a:

— Tertemiz bir canı, diğer bir can karşılığı olmaksızın öldürdün. And olsun sen çok kötü bir iş yaptın, dedi.

Hızır:

— Ben sana beraberimde asla sabredemezsin demedim mi? dedi

ve: Bu, birinciden daha da şiddetlidir, diye söyledi.

Mûsâ:

— Eğer bundan sonra sana birşey sorarsam, artım benimle ar­kadaşlık etme. O takdirde tarafımdan muhakkak bir özre ulaşmış-sındır (benden ayrılmakta ma'ziretli sayümışsındır), dedi.

Yine gittiler. Nihayet bir memleket halkına vardılar ki, ora ahâ­lîsinden yemek istedikleri hâlde kendilerini misafir etmekten çekin­mişlerdi. Derken orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. -Yıkılmağa yüz tutmuş ma'nâsma onun meyletmiş olduğunu söyle­di. - Hızır kalkıp o duvarı eliyle rioğrultuverdi. Mûsâ ona:

— Bunlar öyle bir kavim ki, biz onlara geldik, onlar bizi doyur­madılar ve bizi misafir etmediler; isteseydin elbet buna karşı bir üc­ret alabilirdin, dedi

Hızır:

— İşte bu, benimle senin orandaki ayrılıktır, dedi ve: İşte üze­rinde sabredemediğin şeylerin içyüzü budur (Âyet: 82)" kavline kadar

söyledi.

Rasûlullah (S): "Çok arzu ettik ki Mûsâ sabretmiş olsaydı da aralarında geçen maceranın haberlerini Allah da bize anlatsaydı" buyurdu.

Saîd ibn Cubeyr geçen senedle: İbn Abbâs: "Önlerinde her sağ­lam gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardır" (Âyet: 79) şek­linde okurdu,ve yine İbn Abbâs: "Çocuğa gelince, o bir kâfir idi, anası ile babası ise îmân etmiş kimselerdi" (Âyet: 80) şeklinde okurdu, demiştir [364].

 

197- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Bunun üzerine onlar bu iki deniz arasının birleşik yerine ulaştıklarında balıklarım unuttular. Balık deniz içinde bir deliğe doğru yolunu tutup gitmişti" (Âyet: 6i).

"Sereben", "Gidecek yol", "Yesrubu" da "Girer, gider" ma'nâsınadır. "Ve sâribun bVn-nehâr = Gündüz yoluna giden" (erRad: ıo) kavli de bu "Sereb" lafzındandır.

 

247- Bize İbrâhîm ibn Mûsâ tahdîs etti. Bize Hişâm ibn Yûsuf haber verdi ki, ona da îbnu Cureyc haber verip şöyle demiştir: Bana Ya'lâ ibnu Müslim ve Amr ibnu Dînâr, Saîd ibnu Cubeyr'den haber verdi. İbnu Cureyc'in bu iki şeyhinden herbiri arkadaşı üzerine artır­ma yapıyordu. Ya'lâ ile Amr'dan başkaları da: Ben bu hadîsi Saîd ibn Cubeyr'den olmak üzere tahdîs ederken işittim, dedi.

Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Bizler, kendi evinde İbn Abbâs'ın yanında bulunuyorduk. O:

  Bana sorunuz, dediği zaman ben:

— Yâ Ebâ Abbâs! Allah beni sana feda etsin. Kûfe'de halka va'z ve haberler anlatan hikayeci bir adam var, ona Nevf deniliyor. İşte o zât, Hızır'ın sahibi olan Mûsâ, îsrâîl oğulları'nın Musa'sı değildir diye söylüyor, dedim.

İbnu Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr'a gelince, o da Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana şöyle dedi: İbn Abbâs:

  Allah'ın düşmanı olan o Nevf yalan söylemiştir, dedi. Ya'lâ ibn Müslim ise yine Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana şöyle

dedi: İbn Abbâs şöyle dedi:

— Bana Ubeyy ibn Ka'b tahdîs edip şöyle dedi: Rasûlullah (S): "Allah 'in rasûlü olan o Mûsâ aleyhi 's-selâm bir gün kavmine te'strli bir va'z ve Allah'ın ibretli günlerini hatırlatma yaptı, nihayet bu va'-zın te 'şîrînden gözler yaş akıtıp kalbler incelince, Mûsâ eski hâline döndü. Bu sırada bir adam kendisine erişti de:

  Yâ Rasûlallah, yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı? diye sordu.

Mûsâ:

— Hayır yoktur, dedi.

Mûsâ âlimliği Allah'a döndürmediği için Allah onu azarladı. Ken­disine Allah tarafından:

  Evet, senden âlim vardır! denildi. Mûsâ:

  Yâ Rabb! O daha âlim kul nerededir? diye sordu. Allah:

— İki denizin birleştiği yerdedir, diye cevâb verdi.

Mûsâ:

  Yâ Rabb, benim için bir alâmet yap da onun sayesinde bu âlim zâtı bileyim, dedi."

İbn Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr bana şöyle söyledi: "Bu mekân üzerindeki alâmet, balığın senden ayrıldığı yerdir (sen orada o zâta kavuşursun), dedi."

Ya'lâ ibn Müslim ise bana şöyle söyledi: "Kendisine ruh üfürü-lecek haysiyette ölü bir balık al, dedi. Mûsâ bir balık aldı, akabinde onu bir zenbîl içine koydu ve genç hizmetçisine:

— Ben seni ancak sununla mükellef tutuyorum: Bu balığın sen­den ayrılacağı yeri bana haber vereceksin, dedi.

O genç de:

  Sen beni çok birşeyle mükellef kılmadın, dedi."

İşte bu zikri ulu olan Allah'ın "Ve iz kaale Mûsâ ti-fetâhu... - Bir zaman Mûsâ genç adamı Yûşâ ibn Nûn'a şöyle demişti... "(Âyet:60)

kavlidir.

İbn Cureyc dedi ki: Genç adamın ismini söylemek Saîd ibn Cu­reyc tarafından değildir. Dedi ki: "Mûsâ bir kayanın gölgesinde, nemli bir toprakta istirahatte bulunduğu sırada birden o balık zenbîlin içinde debelenip hareket etti. Mûsâ ise uyuyordu. Genç adamı kendi kendine:

  Ben Musa'yı uyandırmam, dedi.

Nihayet Mûsâ kendiliğinden uyandığı zaman ise hâdiseyi Mû­sâ'ya haber vermeyi unuttu. Balık debelenip hareket etmiş ve sonun­da denize girmişti. Allah da o balıktan suyun akışını tutmuş, hattâ balığın su içindeki izi taş içinde gibi olmuştu."

İbn Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr bana işte böyle "Sanki balı­ğın izi bir taş içinde gibiydi" şeklinde söyledi ve iki baş parmakları arasıyle onlardan sonra gelen iki parmaklan arasını (yânî orta par­mak ve ondan sonraki parmak arasını) halka yapıp gösterdi...

"... Mûsâ genç adamına: Kuşluk vakti yemeğimizi getir. Bu yol­culuğumuzdan and olsun yorgun düştük, dedi" (Âyet: 62).

"Musa'nın genç adamı Musa'ya:

— Allah senden yorgunluğu kessin! dedi."

İbn Cureyc: Bu duâ cümlesi Saîd ibn Cubeyr'den değildir, de­miştir.

"Mûsâ, Yûşâ'ya balığın debelenmesi ve kaybolması kıssasının Hızır'ın bulunduğu yerin alâmeti olduğunu haber verince, ikisi bera­ber geldikleri yol üzerinde geriye döndüler, nihayet o kayaya ulaştık­larında orada Hızır'ı buldular."

İbn Cureyc dedi ki: Usmân ibn Ebî Süleyman bana: "Denizin ortasında yeşil bir kadife yaygı üzerinde" şeklinde söyledi.

Saîd ibn Cubeyr yine geçen senedle şöyle dedi: "Onu kendi elbi­sesiyle örtünmüş, elbisenin bir tarafını ayaklarının altına, bir tarafı­nı da başının altına koymuş olarak buldu. Mûsâ ona selâm verdi. O hemen yüzünden örtüyü açtı ve:

  Benim toprağımda selâm mı? Sen kimsin? dedi. Mûsâ:

  Ben Musa'yım, dedi. Hızır:

  fsrâîl oğulları'nın Musa'sı mı? dedi. Mûsâ:

  Evet o, dedi. Hızır:

  Hâlin nedir, ne istiyorsun? dedi. Musa:

— Sana öğretilen rüşdden bana da öğretmen için geldim, dedi. Hızır:

  Tevrat'ın senin elinde olması ve sana vahy gelmekte bulun­ması sana kâfi gelmiyor mu? Yâ Mûsâ! Bende bir ilim var ki onu senin bilmen yaraşmaz, sende de öyle bir ilim vardır ki benim de onu bilmekliğim lâyık olmaz, dedi.

Bu sırada bir kuş gagasıyle denizden su aldı. Hızır yine:

  Vallahi benim ilmim ile senin ilmin, Allah 'in ilminin yanında ancak şu kuşun gagasiyle denizden aldığı gibidir, dedi.

Nihayet bir gemiye bindikleri zaman, bu sahilin ahâlîsini diğer sahile taşımakta olan birçok küçük gemiler buldular. Gemi sahihleri Hızır'ı tanıdılar da:

  O Allah'ın iyi bir kuludur, dediler."

(Belki Ya'lâ ibn Müslim) dedi ki: Biz Saîd ibn Cubeyr'e: O Ha-dır (Hızır) mıdır? dedik. O: Evet o Hadır'dır, biz onu ücretle taşıma­yız, diye söyledi.

"Geminin levhalarından birini keserle sökmek suretiyle gemiyi deldi de, o söktüğü levhanın yerine bir kazık soktu. Mûsâ ona:

— Sen onun insanlarını suda boğmak için mi gemiyi deldin? Ye-mîn olsun sen büyük bir iş yaptın, dedi."

Mucâhid "İmrân" sözü hakkında: "Büyük" ma'nâsınadır, dedi. "Hızır da ona:

— Ben sana, benim beraberimde sen asla sabredemezsin deme­dim mi?"

Birincisi (Mûsâ tarafından) bir unutma oldu. Ortası ise (eğer bun­dan sonra sana birşey sorarsam., demesinden dolayı) bir şart; üçün­cüsü ise (isteseydin elbette bir ücret alırdın demiş olduğu için) bir kasıd olmuştur.

"Mûsâ:

  Unuttuğum şeyden dolayı beni muâhaze etme ve bana şu ar­kadaşlık işinde güçlük gösterme, dedi.

Sonra bir oğlan çocuğu ile karşılaştılar. Hızır hemen onu öldür­dü."

Ya'lâ ibn Müslim, geçen senedle dedi ki: Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: "Hızır oynamakta olan birçok oğlanlar buldu da onlardan kâ­fir ve zekî birini yakaladı, onu yere yatırdıktan sonra bıçakla kesti. Mûsâ (evvelkinden daha şiddetle reddederek):

— Sen tertemiz, günâh işlememiş ve bir can mukaabili de olma­yan bir canı öldürdün mü? dedi."

İbn Abbâs bu kelimeyi "Zekiyyeten, zâkiyeten müslimeten" şek­linde okur idi. Bu senin "Gulâmen zâkiyen" sözün gibidir.

"Onlar yine gittiler ve yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır o duvarı doğrulttu."

Saîd ibn Cubeyr, Amr ibn Dinar'dan olmak üzere: "Hızır o du­varı eliyle doğrulttu" dedi de, kendi elini şöyle yukarı kaldırıp duva­rın dümdüz olduğunu gösterdi.

Ya'lâ ibn Müslim: Ben Saîd ibn Cubeyr'in: "Hızır o duvara eliyle dokundu da duvar dümdüz oldu" dediğini sanıyorum, dedi.

"Mûsâ Hızır'a:

— Eğer isteseydin muhakkak bu duvarı doğrultma karşılığında bir ücret alırdın, dedi."

Saîd: "Kendisiyle yemek yiyebileceğimiz bir ücret alırdın " de­di. "Onların arkalarında", "Onların önlerinde" demektir. İbn Ab­bâs böyle "Onların önlerinde bir hükümdar vardı" şeklinde okudu.

İbn Cureyc dedi ki: Saîd ibn Cubeyr'den başkaları, o gemileri zorla alan melikin ismi Huded ibnu Buded olduğunu, öldürülen o ço­cuğun isminin de Ceysûr olduğunu iddia ediyorlar.

"Her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı. İşte ben, gemi o hükümdara uğradığı zaman ayıplı olmasından dolayı onu terketme-sini istedim. Gemiciler o hükümdarı geçtikleri zaman, bu delik gemi­yi iyileştirdiler ve onunla faydalandılar (gemi ellerinde kaldı).1'

Râvîlerden kimi "O deliği karûre (yânı cam) ile kapattılar", de­di; kimi de "Zift ile kapattılar" dedi.

"O öldürülen çocuğun ana-babası iki mü'min idiler; çocuk ise

kâfir idi. Biz o mü'min ana-babayı bir azgınlık ve kâfirlik bürüme-sinden, çocuk sevgisinin onları, o çocuğun dîni üzere ona mutâbaat etmelerinden endîşe ettik. İstedik ki, onların Rabb'i bunun yerine ken­dilerine temizlikçe daha hayırlısını, merhametçe daha yakınım ver­sin. Hızır bunu Musa'nın:

— Sen tertemiz bir nefsi mi öldürdün? sözüne münâsib olarak söyledi."

"Merhametçe daha yakını", yânî ana-baba, Allah'ın ihsan ede­ceği çocukla, Hızır'ın öldürdüğü evvelki çocuktan daha fazla mer­hamete nail olacaklar ma'nâsmadır.

Saîd ibn Cubeyr'den başkası: O ana-babaya, öldürülenin yerine bir kız çocuğu verildi, dedi. Dâvûd ibn Ebî Âsim ise birden fazla râ-vîden: O bir kız çocuğudur, diye söyledi (meşhur olan da budur).

 

198- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Oradan geçip gittikleri zaman Mûsâ genç adamına:

Kuşluk yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan and olsun yorgun düştük, dedi. Genç: Gördün mü, kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Onu söylememi şeytândan başkası unutturmadı. O şaşılacak bir surette (denize atıldı) deniz içinde yolunu tutup gitti,  (Âyet: 62-63).

"De ki: Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünyâ hayâtında çalışmaları boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi?11 (Âyet: 103-104).

Buradaki "Sun'an", "Amelen" manasınadır. "Onlar bunların içinde ebedî kalıcıdırlar, oradan ayrılmak istemezler" (Âyet: ıos). Buradaki "Hıvelen", "Tahavvulen" ma'nâsınadır.

"Mûsâ: İşte, dedi, bizim arayacağımız bu idi* Şimdi izlerinin üzerinde gerisin geri döndüler" (Âyet: 64); -yânî geliş yollarının üzerindeki izlerine tâbi' olarak dündüler.-"Le kad cVte şey'en imran=And olsun ki, sen büyük

bir iş yaptın" (Âyet: 713 "Le kad cVte şeyden nukran=And olsun ki, sen çok kötü bir iş yaptın" (Âyet: 74).

Bu iki âyetteki "İmran" ve "Nukran" lafızları "Dâhiye", yânî "Belâ, felâket" ma'nâsmadır. "Yenkaddu", "Yenkaadu{= Yıkıldı)" (Âyet: 77) lafızları "Diş yıkıldı, söküldü" ta'bîri gibidir.

"Le-tehızte", "Ve'ttehızte" (Âyet: 77) bir ma'nâya olup "Elbette alırdın" demektir. "Ruhmen" (Âyet: 81), "er- Ruhm "dandır, bu kelime mübalağa bakımından "Rahmet"ten daha şiddetli, daha kuvvetlidir. Biz "Ruhmen" lafzının "RahînV'den türemiş olduğunu sanıyoruz. Mekke şehri "Umme Ruhm" diye çağrılır ki, bu "Kendisine devamlı rahmet inen şehir" demektir [365].

 

248- Bana Kuteybe ibnu Saîd tahdîs edip şöyle dedi: Bana Suf-yân ibnu Uyeyne, Amr ibn Dinar'dan tahdîs etti ki, Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Ben İbn Abbâs'a:

— Nevf el-Bukâlî, İsrâîl oğullarının sahibi olan Mûsâ, Hızır'ın sahibi olan Mûsâ değildir diye söylüyor, dedim.

Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi:

— Allah'ın düşmanı yalan söylemiştir: Bize Ubeyy ibnu Ka'b tah­dîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Mûsâ Peygamber İs­râîl oğullan içinde hutbeye kalkmıştı. Kendisine;

  İnsanların en âlimi kimdir? diye soruldu. Mûsâ:

  Benim, diye cevâb verdi.

Bu husustaki ilmi (Allah en iyi bilendir diyerek) Allah 'a döndür­mediğinden dolayı Allah ona itâb etti (yânî onu azarladı). Ve ona:

  "Evet iki denizin birleştiği yerde kullarımdan bir kul var ki, işte o senden daha âlimdir" diye vahyetti.

Mûsâ:

  Yâ Rabb! Beni ona ulaştıracak yol nasıldır? dedi. Allah:

— Bir zenbîl içinde bir balık alırsın, artık balığı her nerede kay­bedersen, işte orada balığın izini ta'kîb et (o en âlim kula kavuşur­sun), buyurdu."

Rasûlullah şöyle devam etti: "Mûsâyola çıktı, beraberinde ken­disine hizmet eden genci Yûşâ ibn Nûn da yola çıktı. Yanlarında ba­lık olduğu hâlde yürüyüp, sonunda (iki denizin birleştiği yerdeki) kayaya ulaştılar ve onun yanında konakladılar."

Dedi ki: "Akabinde Mûsâ başını yere koyup uyudu".

Sufyân ibnu Uyeyne geçen senedle ve Amr'dan başkasının -Katâde'nin- hadîsinde şöyle demiştir: "Kayanın dibinde bir pınar var­dı ki, ona el-Hayyât denilir. Onun suyuna isabet eden herşey muhak­kak canlanıp dirilir. İşte o balığa bu hayât pınarının suyundan bir­kaç su serpintisi isabet etti" dedi [366].

"Balık hareket etti ve zenbtlin içinden sıyrılıp kurtuldu, denize girdi. Mûsâ uyandığı (ve gencin haber vermeyi unutup da bir müd­det yürüyüp yoruldukları) "zaman genç adamına dedi ki: Kuşluk ye­meğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan and olsun yorgun düştük" (Âyet: 64).

Dedi ki: "Mûsâ Peygamber emrolunduğu o yerin ötesine geç­medikçe yorgunluk duymamıştı. Genç adamı Yûşâ ibn Nûn, Mûsâ'-ya:

— Gördün mü, taşın dibinde barındığımız zaman ben balığı unut­muşum. Onu söylememi bana şeytândan başkası unutturmadı. O şa­şılacak bir surette denize atıldı, deniz içinde yolunu tutup gitti, dedi.

Mûsâ:

— İşte bizim arayacağımız bu idi, dedi.

Şimdi izlerinin üzerinde gensin geri döndüler (Âyet: 63-64). Nihayet o kayanın yanına ulaştılar. Oradaki denizde balığın yittiği yolu, tâk (yânî bina kemeri) gibi buldular. Balığın deniz içinde böyle bir yol açması Musa'nın hizmetçisine hayret verici birşey olmuştu. O kaya­nın yanına vardıklarında bir de baktılar ki, bir elbiseye bürünmüş bir zât duruyor. Mûsâ ona selâm verdi. O zât:

  Bu senin bulunduğun yerde selâm nereden? dedi. Mûsâ da:

  Ben Musa'yım, dedi. O zât:

— İsrâîl oğullan'nın Musa'sı mı? diye sordu. Mûsâ:

— Evet, dedi, ve şöyle devam etti: Sana öğretilen rüşd ve hidâ­yetten bana da birşeyler öğretmen üzere sana tâbi' olayım mı? dedi.

Hızır ona:

  Yâ Mûsâ! Sende Allah 'in ilminden sana öğrettiği öyle bir ilim vardır ki, onu ben bilemem; bende de Allah'ın ilminden bana öğret­tiği öyle bir ilim vardır ki, onu da sen bilemezsin, dedi.

Mûsâ:

— Fakat yine de ben sana tâbi' olayım, dedi. Hızır:

— Eğer bana tâbi' olacaksan, ben sana anıp söyleyinceye kadar bana hiçbirşey sorma, dedi.

Bunun üzerine Hızır'la Mûsâ deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Yanlarına bir gemi uğradı. Hızır (gemiciler tarafından) tanındı, bu sebebie gemiciler onları navlunsuz olarak -ücretsiz olarak şeklinde de söyler- kendi gemilerine yüklediler. Onlar da gemiye bindiler."

Dedi ki: "O sırada bir serçe kuşu geminin kenarına kondu da gagasını denize daldırdı. Hızır Musa'ya:

— Benim ilmim, senin ilmin ve bütün mahlûkaatın ilmi, Allah '-in ilmi içinde ancak şu serçenin gagasını daldırıp denizden aldığı mik-dârdır, dedi."

Dedi ki: "Musa'ya ansızın olmadı ki, Hızır bir kesere doğru gi­dip, onunla gemiyi deldi. Mûsâ ona:

— Bu gemiciler topluluğu bizi navlunsuz olarak gemilerine al­mışlarken, sen onların gemilerine kasdedip içindekileri batırmak için mi deliyorsun? And olsun sen büyük bir iş yaptın (Âyet:7i) dedi.

Yine gittiler, bir de baktılar ki bir çocuk, diğer çocukların bera­berinde oynuyor. Hızır, o çocuğun başını eliyle tuttu da onu kesip kopardı. Mûsâ, Hızır'a:

— Sen tertemiz bir canı, diğer bir can karşılığı olmaksızın öl­dürdün ha? And olsun ki, sen çok kötü bir şey yaptın, dedi.

Hızır şöyle dedi:

  Ben sana beraberimde asla sabredemezsin demedim mi? Mûsâ:

—Eğer, dedi, bundan sonra sana birşey sorarsam benimle arka­daşlık etme. O takdirde tarafımdan muhakkak özre ulaşmışsındır.

Yine gittiler. Nihayet bir memleket halkına vardılar ki, ora ahâ­lisinden yemek istedikleri hâlde kendilerini misafir etmekten çekin­mişlerdi. Derken yıkılmak isteyen bir duvar buldular. O bunu eliyle şöyle yapıp derhâl doğrultuverdi (Âyet: 74-??). Mûsâ Hızır'a dedi ki:

— Biz bu memlekete girdik. Onlar bizi misafir etmediler ve bize yemek vermediler. Eğer isteseydin elbet buna karşılık bir ücret alır­dın.

Hızır da şöyle dedi:

— İşte bu, benimle senin ayrılışımızdır. Sana üzerinde sabrede-mediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim... (Âyet:77-82)*i.

Rasülullah (S -kıssayı buraya kadar naklettikten sonra): "Çok arzu ederdik ki, Mûsâ sabretseydi de, aralarında olan işler Allah ta­rafından bizlere hikâye olunsaydı" buyurdu.

Dedi ki: İbn Abbâs: "Önlerinde her sağlam gemiyi zorla almak­ta olan bir melik vardı. Oğlana gelince, o bir kâfir idi" şeklinde okur­du.

 

199- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"De ki: Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi?" (Âyet: 103) [367].

 

249-.......Mus'ab ibn Sa'd ibn Ebî Vakkaas şöyle demiştir: Ben babam Sa'd ibn Ebî Vakkaas'a "De kî: Ameller bakımından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi?" kavlinden sordum: On­lar Harûriyye taifesi midir? dedim.

Sa'd ibn Ebî Vakkaas (R):

— Bu en çok ziyana uğrayanlar Harûrîler değildir. Bu büyük zi­yana uğrayanlar Yahûdîler'le Nasrânîler'dir, Yahûdîler'e gelince, onlar Muhammed'i yalanlamışlardır. Nasrânîler ise cennete kâfir olmuş­lar da cennette hiçbir yiyecek ve içecek yoktur demişlerdir. Harûrîler ise, kuvvetli bir te'mînât ile desteklemelerinin ardından Allah'ın ah­dini (Allah'a verdikleri sözü) bozanlardır, dedi.

Sa'd, onlara "Fâsıklardır" diye isim verir idi [368].

 

200- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

O en çok ziyana uğrayanlar, Rabb Herinin âyetlerini ve O*na kavuşmayı inkâr edip de (hayır nâmına bütün) yaptıkları boşa gitmiş olanlardır ki, biz kıyamet gününde onlar için hiçbir ölçü tutmayacağız" (Âyet: 105).

 

250-.......el-Mugîre ibnu Abdirrahmân haber verip şöyle dedi:

Bana Ebû'z-Zinâd, el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Şu muhakkak ki, kıyamet gü­nünde iri bedenli, semiz bir kişi (hesâb yerine) gelecektir ki, o, Allah yanında sivrisineğin kanadı ağırlığında (bir sevâb) tartmaz. "

Ebû Hureyre yâhud Rasûlullah: Ey mü'minler, şu âyeti okuyu­nuz: ' 'Biz kıyamet gününde onlar için hiçbir ölçü tutmayacağız'' de­di [369].

Ve Yahya ibn Bukeyr'den; o da el-Mugîre ibn Abdirrahmân'-dan; o da Ebû'z-Zinâd'dan olmak üzere bu hadîsin benzerini rivayet etmişlerdir.

 

19-Meryem Sûresi ("Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd") [370]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

İbn Abbâs şöyle dedi: "Onlar bize gelecekleri gün neler işitecekler, neler görecekler!" (Ayet: 38>; Allah şunu buyuruyor: Onlar (yânî kâfirler) bu günde (bu dünyâ gününde hakkı) işitmiyorlar ve görmüyorlar, onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. İbn Abbâs "EsmV bihim ve ebsir" kavlini kasdediyor. Kâfirler (işitmenin ve görmenin fayda vermeyeceği) o kıyamet gününde pek işitici ve pek görücüdürler. "İbrahim'in babası dedi ki: Ey İbrahim,

benim tanrılarımdan yüz mü çeviricisin? And olsun ki, vazgeçmezsen seni muhakkak taşlarım..." (Âyet: 46),

buradaki "Muhakkak seni taşlarım", "Muhakkak seni kötülerim" ma'nâsınadır.

"Biz onlardan evvel nice nesiller helak ettik ki, onlar mal ve metâ'ca da, gösterişçe de daha güzeldiler" (Ayet: 74), buradaki "Esasen", "Mal ve meta"'; "Rien", "Manzara, yânî gösterişçe" demektir.

Ebû Vâil şöyle dedi: Meryem "Takf"in "Akıl sahibi (ve kötü fiilden vazgeçici)" olduğunu bildi de, bu sebeble "Doğrusu ben senden Rahmân(olan Allah) 'a sığınırım; eğer sen fenalıktan hakkıyle sakınan isen, dedi" (Âyet: 18)

Sutyân ibn Uyeyne şöyle dedi: "Görmedin mi biz kâfirlerin başına, kendilerini alabildiğine (günâha tahrik ve)  tehyîc eden şeytânları gönderdik" (Ayet: 83), buradaki

"Teuzzuhum ezzen", "Onları alabildiğine ma'siyetler işlemeye sevkeder" demektir.

Mucâhid de: "Le kad cVtum şey'en idden = And olsun ki, siz pek çirkin birşey söylediniz" (Ayet: 89), buradaki "İdden", "Pek eğri" ma'nâsınadir, demiştir.

İbn Abbâs: "Günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğiz" (Âyet. 86), buradaki "Virden", "Susuzlar olarak"; "Esasen" (Ayet: 74), "Mal"; "İdden", "Büyük bir söz"; "Rizken" (Aya: 9S), "Savtan( = Hafif ses)" ma'nâsınadır, dedi.

Mucâhid: "De ki: Kim sapıklık içinde ise Rahman (olan Allah) onufn dünyalığının ipini) uzattıkça uzatır... "(Ayet: 75), buradaki "Fe'l-yemdud", "Onu terkeder" ma'nâsmadır, dedi.

Mucâhid'den başkası da şöyle dedi: "Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır" (Ayet: 59), buradaki "Ğayyen", "Husrân (= Şerr, ziyâri)";

"Bukıyyen" (Âyet: 58), "Bâkf'nin cemâati olup "Ağlayıcılar", "Suliyyen" (Âyet: 70), bu "Ateşe girmek ve yanmak" ma'nâsına olan "Şaliye, Yaslâ"nın masdarıdır. "Nediyyen" (Ayet: 73) ve "en-Nâdî" bir olup, "Meclis ve topluluk" ma'nâsınadır.

 

201- Yüce Allah'ın: 'Sen Onları Hasret Günü İle Korkut... " (Ayet: 39) Kavli Babı

 

251-.......Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü ölüm, aklı karalı alaca bir koyun su­retinde getirilir. Akabinde bir nida edici:

— Ey cennet ehli! diye nida eder.

Cennetlikler hemen boyunlarını uzatıp başlarını ona doğru kal­dırır ve ona bakarlar. Nida edici o koça işaret ederek:

  Sizler bunu tanıyor musunuz? der. Onlar, hepsi onu görmüş olarak:

  Evet tanıyoruz, bu ölümdür, derler. Bundan sonra nidâcı:

  Ey nâr ehli! diye nida eder.

Onlar da boyunlarını uzatıp başlarını kaldırarak ona doğru ba­karlar. Nidâcı yine o koyunu işaret ederek:

  Sizler bunu tanıyor musunuz? diye sorar. Onların hepsi de koyunu görmüş oldukları hâlde:

  Evet tanıyoruz; bu, ölümdür, derler. Akabinde o boğazlanır. Bundan sonra:

— Ey cennet ehli! Cennette ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm yok­tur. Ey ateş ehli! Sizler de yerinizde ebedîsiniz, artık ölüm yoktur,

der."

Bundan sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: "Sen onları ilâhî em­rin yerini bulduğu vakit ile; hasret (ve pişmanlık) günü ile korkut. Onlar hâlâ gaflet içindedirler, onlar hâlâ îmân etmiyorlar. "

Rasûlullah bu âyeti okurken: "İşte bunlar (yânı gaflette olan­lar) dünyâ ehlidir" demiştir [371].

 

202- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Ve biz (elçiler) senin Rabb'inin emri olmadıkça inmeyiz. Önümüzde, ardımızda ve ikisinin arasında ne varsa hepsi O'nundur..." (Âyet:64)

 

252-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Cibril'e:

— "Ve bizi ziyaret etmekte olduğundan daha çok ziyaret etme­ne ne mâni' oluyor?" dedi.

İşte bunun üzerine şu âyet indi: "Bizler senin Rabb 'inin emri ol­madıkça inmeyiz. Önümüzde ardımızda ve ikisi arasında ne varsa hepsi O'nundur. Senin Rabb'in unutkan değildir" [372].

 

203- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Şu, âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd verilecektir, diyen adamı gördün mü?" (Âyet: 77).

 

253- Bize el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan tahdîs etti ki, Mesrûk şöyle demiş­tir: Ben Habbâb ibnu'l-Erett'ten işittim, şöyle dedi: Ben el-Âs ibn Vâil'e geldim de onun yanında bulunan bir hakkımı ödemesini isti­yordum. O:

— Sen Muhammed'e küfretmedikçe, sana alacağını vermem, de­di.    

Ben de:

— Sen ölüp de sonra diriltilinceye kadar ben O'na küfretmem, dedim.

O:

  Ben öldükten sonra diriltilecek miyim? dedi. Ben:

  Evet diriltileceksin, dedim. O:

— Öyleyse şübhesiz orada benim malım ve çocuğum olacaktır. Ben alacağım sana orada vereyim, dedi.

Bunun üzerine bu âyet indi: "Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd verilecektir, diyen adamı gördün mü?"

Bu hadîsi şu beş kişi: Sufyân es-Sevrî, Şu'betu'bnu'l-Haccâc, Hafs ibnu Gıyâs, Ebû Muâviye Muhammed ibn Hazım ve Vekî\ Süleyman el-A'meş'ten rivayet etmişlerdir.

 

204- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'O, gayba mı vâkıf, yoksa Rahman hn yanında bir ahid mi edinmiş?" (Âyet: 78)

"Afiden", "Mevsikan", yânı "Te'mınâf'tır, dedi.

 

254-.......  Bize Sufyân es-Sevrî, el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan haber verdi ki, Habbâb (R) şöyle demiş­tir: Ben Mekke'de demirci idim. Âs ibn Vâil es-Sehmî'ye bir kılıç yap-

mıştım. Ona geldim de kılıç yapma ücretini ödemesini istiyordum. Bana:

— Sen Muhammed'e küfredinceye kadar ben ücretini sana ver­mem, dedi.

Ben de:

— Ben Muhammed'e Allah seni öldürüp de sonra diriltmedikçe küfretmem, dedim,

O:

— Allah beni öldürdüğü ve sonra da dirilttiği zaman, benim, ma­lım ve çocuğum olur, dedi.

Bunun üzerine Allah şunu indirdi: "Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd verilecektir, diyen adamı gördün mü? O, gayba mı muttali' olmuş, yoksa Rahman (olan Allah) katında bir ahid mi edinmiş?*'

"Ahden", "Mevsikan" demektir, dedi.

eî-Eşcaî, Sufyân'dan yaptığı rivayetinde "Kılıç" ve "Mevsikan" isimlerini söylemedi [373].

 

205- Bâb:

 

'Hayır, öyle değil. Biz onun söyleyegeldiği sözü yazarız, azabını da uzattıkça uzatırız" (Âyet: 79).

 

255-........ Ben Ebu'd-Duhâ'dan işittim; o, Mesrûk'tan tahdîs ediyordu ki, Habbâb (R) şöyle demiştir: Ben Câhiliyet devrinde de­mirci idim. Benim Âs ibn Vâil üzerinde bir (kılıç yapma ücreti) ala­cağım vardı.

Râvî dedi ki: Habbâb, bu alacağını ödemesi için Âs ibn Vâil'e geldi. Âs:

— Sen Muhammed'e küfretmedikçe ben alacağını sana vermem, dedi.

Habbâb da:

— Vallahi ben Muhammed'e, Allah senin canını alıp, sonra da sen tekrar diriltilmedikçe küfretmem, dedi.

Âs:

— Öyleyse sen beni, öleceğim, sonra da diriltileceğim ve bana mal ve çocuk verilinceye kadar bırak da ben borcumu sana orada öde-yeyim, dedi.

Akabinde bu âyet indi: "Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana el­bette mal ve evlâd verilecektir, diyen adamı gördün mü?"

 

206- Bâb: Azîz Ve Celîl Allah'ın Şu Kavli:

 

"Onun söyler olduğuna biz mîrâsçı olacağız ve o bize tek başına gelecektir" (Âyet: 80).

İbn Abbâs: "Dağlar dağılıp çökecektir", "Yıkılacaktır" ma'nâsınadır, dedi.

 

256-....... Bize Vekî', el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Habbâb (R) şöyle demiştir: Ben demirci-kuyumcu bir adam idim. Âs ibn Vâil üzerinde bir alacağım vardı. Ben ona gelip alacağımı istiyordum. Bana:

  Muhammed'e küfretmedikçe ücretini ödemem, dedi. Habbâb dedi ki: Ben de ona:

— Sen ölünceye, sonra da diriltilinceye kadar ben Muhammed'e asla küfretmem, dedim.

Âs ibn Vâil:

— Ben ölümden sonra diriltilecek isem, orada malıma ve çocuk­larıma döndüğüm zaman alacağım sana ödeyeceğim, dedi.

Habbâb dedi ki: Bunun üzerine şu âyetler indi: "Âyetlerimizi inkâr eden ve: Bana elbette mal ve evlâd verilecektir, diyen adamı gördün mü? O gayba mı vâkıf, yoksa Rahman (olan Allah) katında bir ahid mi edinmiş? Hayır öyle değil, biz onun söyleyegeldiği sözü yazarız, azabını da uzattıkça uzatırız. Onun söyler olduğuna (yânı mallarına) biz mîrâsçı olacağız ve o bize tek başına gelecektir' (Âyet:77-80).

 

20- Tâhâ Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

İbn Cubeyr ve ed-Dahhâk ibnu Muzâhim: Nabatiyye dilinde "Tâhâ", "Yâ raculu" ma'nâsınadır, dediler [374].

Mucâhid şöyle dedi:

"Elkaa" (Âyet: 65), "Yaptı" demektir. Bir harfi nutkedemeyip söyleyemeyen yâhud kendisinde temteme yâhud fe'fee nev'inden pepelik olan herkese "Dilinde ukde, yânı düğüm vardır" denilir (Âyet: 27) [375].

"Üşdüd bihî ezrî" (Âyet: 3i), "Onunla sırtımı kuvvetlendir".

"Fe-yeshatekum" (Âyet: 6i), "Sizi helak eder, kökünüzü hazır".

' 'Dediler ki: Bunlar herhalde iki sihirbazdır ki, sizi büyüleriyle yerlerinizden çıkarmak ve en şerefli, en üstün dîninizi gidermek istiyorlar" (Âyet: 63), buradaki "el-Muslâ", "el-Emsel"in müennes kılınmışıdır; "Tarîkatikumul-muslâ", "En şerefli, en yüksek olan dîninizi gidermek istiyorlar" diyor;

"Huzu'l-muslâ" denilir ki "En üstün olanı al" demektir. "Onun için bütün tuzaklarınızı bir araya toplayın. Sonra saff hâlinde gelin... " (Âyet: 64). "Sen bu gün saffa geldin mi?" denilir ki, kendisinde namaz kılınan musallayı kasdeder.

"Fe-evcese fi nefsihî hîfeten Mûsâ = Onun için Mûsâ, içinde bir nevV korku hissetti" (Âyet: 67), bir korku gizledi. Bu "Hîfeten" kelimesinin aslı "Havfeten"dir, hâ'nın kesresinden dolayı vâv gitti de "Hîfeten" oldu.

-SİZİ muhakkak hurma dallarına asacağım" (Âyet: ?i), buradaki "Fî cuzûVn-nahli", "Âlâ cuzûi'n-nahl( = Hurma dalları üzerine)" ma'nâsınadır. "Fe mâ hatbuke yâ Sâmiriyyu = Senin kalbin ne idi yâ Sâmirî" (Âyet: 95), yânî "Seni yaptığın işe sevkeden ne idi?" "Misâse" (Âyet: 97), "Ona dokundu, temas etti" ma'nâsına olan (mufâale babından) "Mâssehu"nun masdarıdır.

"Üstüne düşüp taptığın tanrına bak! Biz onu cayır cayır yakacağız, sonra onu parça parça edip denize atacağız"

(Âyet: 97), buradaki "Le-nensifennehû", "Le-nezriyennehu (=  Onu toz hâlinde dağıtıp ezerek savuracağız)"

ma'nâsınadır. "Sana dağları sorarlar. De ki: Rabb'im onları ufalayıp savuracak da yerlerini dümdüz bir toprak hâlinde bırakacak, onlarda ne bir iniş, ne de bir yokuş göremeyeceksin" (Âyet: 105-107). Buradaki "Kaaansaf saf an", "Üzerinde su yükselecek yer, düz ve bitkisiz arazî" ma'nâsınadır.

Mucâhid şöyle dedi:

"Dediler ki: Biz sana verdiğimiz sözden kendimize mâlik olarak caymadık. Fakat biz o kavmin zînetinden birtakım ağırlıklar yüklendik de onları ateşe atmıştık.

Sâmirî de (kendi zînetini) böylece atmıştı" (Âyet: 87), buradaki "Evzâren", "Ağırlıklar", "Min zînetVl- kavmi", "Fir'avn ümmetinden âriyeten almış oldukları (altın, gümüş) zînet eşyaları"; "Fe-kazeftuhâ", "Ben

yaptı" ma'nâsınadır.

"Mûsâ onları unuttu" (Âyet: ss) -yânî Sâmirî ve ona uyanları-. Onlar: Mûsâ buzağı olan Rabb'de hatâ etti, yanıldı (yânî onu burada aramadı da Tûr'a aramaya gitti), diyorlar.

"Hulâsa: O, kendilerine böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkarmıştı. 'İşte sizin de, Musa'nın da tanrısı budur! Fakat Mûsâ unuttu' demişlerdi. Bilmiyorlar edemiyor, onlara ne bir zarar, ne de bir fâide vermek kudretine mâlik olamıyordu" (Âyet: 88 89), yânî o buzağı heykeli, onlara hiçbir söz döndüremiyor.

"O gün Rahman için sesler kısılmıştır, artık, bir hışırtıdan başka birşey işitemezsin" (Âyet: ıos>, buradaki "Hemsen", "Ayakların yere düşme sesi" ma'nâsınadır.

"O: 'Rabb'im, beni niçin kör hasrettin? Hâlbuki ben hakîkaten görücü idim' demiştir" (Âyet: 125),yânî "Beni hüccetimden kör olarak hasrettin, Hâlbuki ben dünyâda görücü idim" demiştir. îbn Abbâs, şu âyet hakkında şöyle dedi:

"Hani o bir ateş görmüştü de ailesine: Siz burada durun. Hakikat ben bir ateş gördüm. Belki ondan size bir kor getirir, yâhud ateşin yanında bir yol (gösterici) bulurum demişti" (Âyet: 10). Mûsâ ve ehli, anasının bulunduğu Mısır'a giderlerken Tûvâ vâdîsinde konak etmiş, karanlık ve soğuk bir gecede yollarını şaşırıp kaybetmişlerdi. İşte o zaman Mûsâ "Eğer ben o ateşin yanında yol gösterecek bir kimse bulamazsam, size ısınacağınız bir ateş parçası getiririm" demiştir.

Sufyân ibn Uyeyne de şöyle demiştir: "Emselehum tarîkaten" (Âyet: 104), "Görüş ve amelce en âdil olanı" ma'nâsınadır. İbn Abbâs şöyle demiştir: "Kim bir müzmin olarak iyi iyi amellerde bulunursa o hiçbir zulümden de ezilmekten de korkmaz" (Âyet: 1121, buradaki "Zulmen" ve "Hedman", zulme uğratılmaz ve hasenelerinden bir eksiltme yapılmaz ma'nâsınadır.  "Onlarda ne bir iniş, ne de bir yokuş göremeyeceksin. O gün O da 'vetçiye -

kendisine hiçbir muhalefet göstermeksizin uyup, izinden gideceklerdir" (Âyet: 107-108), buradaki "ivecen", "Vâdî", "Emten", "Yükselen tepe"; "Slratehe'l-ûtö" (Âyet: 21), "İlk haleti, ilk şekli"; "Ulu'n-nuhâ" (Âyet: 54,58) -"Akıllar sahihleri"- "Takva sahihleri"; "Maîşen danken" (Âyet: 124), "Dar ve sıkıntılı bir yaşama", "Bedbahtlık" ma'nâsınadır.

"Benim gazabım da kimin üzerine vâcib olursa, muhakkak kî o (helak uçurumuna) yuvarlanmıştır" (Âyet: si), buradaki "Hevâ", "Şakiye", yânî "Bedbaht oldu" ma'nâsınadır.

"Çünkü sen mukaddes vâdîde, Tûvâ'dasın" (Âyet: 12),

"Sen, mübarek vâdî olan Tûvâ'dasın" demektir.

"Tuvâ", vâdînin ismidir, "Bi-melkinâ" (Âyet: 87)

"Bi-emrinâ( = Kendi emrimizle)" demektir. "Mekânen SUVen" (Âyet: 58),

"Aralarında orta bir yer" ma'nâsınadır.

"Onlara denizde kuru bir yol aç diye vahyetmiştik" (Âyet: 77), buradaki "Yebesen" ve "Yâbisen" bir ma'nâya olup "Kuru" demektir. "Sonra da (hakkındaki) takdire göre sen buraya geldin ey Mûsâ" (Âyet: 90), buradaki "Ala kaderin", "(Takdir ettiğim) bir va'de göre" demektir. "Lâ teniyâ fî zikri = Beni hatırlamakta gevşeklik göstermeyin" (Âyet: 42), yânî zayıflamayın.

"En yefruta aleynâ= Onun bize karşı aşırı gitmesinden korkuyoruz" {Âyet: 45), yânî "Ukubette aşırı gitmesinden.." demektir.

 

207- Yüce Allah'ın:'Ben Seni Kendim İçin Seçtim" (Âyet: 41) Kavli Babı

 

257-.......Muhammed ibn Şîrîn, Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Âdem ile Mûsâ buluştular da, Mûsâ, Âdem'e:

— Sen (kendi şekaavetinle) insanları bedbaht eden ve onları cen­netten çıkaran kimsesin, dedi.

Âdem de ona;

— Sen Allah 'in elçilik vermekle seçkin kıldığı ve kendisi için sü­züp seçtiği, üzerine Tevrat indirdiği bir kimsesin, dedi.

Mûsâ:

— Evet (öyledir), dedi.

Âdem:

— Sen (Tevrat'ta benim işlediğim) hatîeyi buldun ki, o hatîe, be­nim üzerime Allah beni yaratmazdan önce takdir edilip yazılmıştı,

dedi."

Böylece Âdem, Musa'ya delîl ve burhanla gâlib oldu" [376].

"el'Yemmu" (Âyet: 39), "Deniz" ma'nâsınadır.

 

208- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"And olsun ki, biz Musa'ya: 'Kullarımla geceleyin yolaçık da -yetişmelerinden korkmayarak, (boğulmaktan da)

endîşe etmeyerek- onlara denizde kuru bir yol aç' diye vahyetmişizdir. Derken Fir'avn ordularıyle birlikte arkalarına düştü, deniz de kendilerini nasıl kapladıysa öylece kaplayıverdt Fir'avn, kavmini saptırdı ve onları doğru yola iletmedi" (Âyet: 77-79».

 

258-....... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Medîne'ye geldiği zaman, Yahudiler âşûrâ orucu tutuyorlardı. Rasûluilah onlara:

  "Bu oruç nedir?" diye sordu. Yahudiler:

   Bu,  Mûsâ Peygamber'in Fir'avn'a gâlib geldiği gündür, dediler.

Bu cevâb üzerine Peygamber (S):

  "Biz müslümânlar Musa'ya Yahûdîler'den daha yakınız, onun için bu gün oruç tutunuz" buyurdu [377].

 

209- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"(Biz de Adem'e: Hiç şübhesiz ki, bu senin de, zevcenin de düşmanıdır.) Bundan dolayı o sakın sizi cennetten

çıkarmasın. Sonra zahmete düşersin, demiştik" (Âyet: 117).

 

259-.......Ebû Hureyre(R)'den: Peygamber (S) şöyle buyurdu:

"Mûsâ, Âdem'le hüccet yarışına girip çekişti de Âdem'e hitaben:

  Sen günâhın sebebiyle insanları cennetten çıkaran ve onları dünyâ zahmetleriyle bedbaht kılan zâtsın, dedi."

Dedi ki: "Âdem de:

  Yâ Mûsâ! Sen de Allah 'in elçiliği ve kelâmı ile seçmiş olduğu zâtsın. Öyle iken sen Allah'ın beni yaratmasından önce üzerime yaz­dığı yâhud beni yaratmadan evvel üzerime takdir etmiş olduğu bir işten dolayı beni kınıyor musun? dedi."

Rasûlullah (S): "Âdem, Musa'ya delil ve burhanla gâlib oldu" buyurdu [378].

 

21- el-Enbiyâ Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

260-....... Bize Şu'fae tahdîs etti ki, Ebû İshâk şöyle demiştir:

Ben Abdurrahmân ibnu Yezîd'den işittim. Abdullah ibn Mes'ûd (R): Benû İsrâîl güresi, el-Kehf, Meryem, Tâhâ ve el-Enbiyâ Sûreleri; bu beş sûre ilk atiklerdendirler (Mekke'de iki inenlerdendirler) ve bun­lar benim ilk ezberlediğim kadîm servetimdendirler, demiştir [379].

Katâde: "Derken o bunları parça parça etti'* (Âyet:58), buradaki "Cuzâzen", îbrâhîm o putları parça parça etti ma'nâsınadır.

el-Hasen el-Basrî de: "Ve bütün bunlar kendi feleki içinde yüzmektedirler" (Âyet:33), buradaki "Felek", ip bükme âletinin dön­düğü boşluğun benzeridir; "Yeshabûn", "Devrederler" ma'nâsına­dır, dedi.

İbn Abbâs da: "Hani kavmin davarı geceleyin çobansız olarak ekin içinde yayılmıştı" {Âya:^8), buradaki "Nefeşet", "Otlamıştı"; ''Ve lâ hum minnâ yushâbûn - Bizden ise onlar hiç sabâhat gösterilmezler'' (Âyet:43), buradaki "Yeshabun", "Men' olunmazlar" ma'nâsınadır. "İnne hâzihi ummetukum ummeten vâhideten = Hakikat şu, bir tek dîn olarak sizin dîninizdir" (Ayev.92), İbn Abbâs: Bu, "Dîniniz, bir tek dîndir" ma'nâsınadır, dedi.

îkrime: "Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şübhesiz ki cehennemin odunlarısınız, siz oraya gireceksiniz" (Âyet:58), buradaki "Hasebu", Habeş dilinde "Hatab", yânî "Odun" ma'nâ­sınadır, dedi.

İkrime'den başkası da şöyle dedi: "Fe lemmâ ahassû beysenâ = Onlar azabımızı hissettikleri zaman... " (Âyet:i2), buradaki "Ehassû", "Hissettim" ma'nâsmdan türemiş olup "Onun vukuunu bekledikleri zaman" ma'nâsınadır. "Hâmidîn", "Ocakları sönmüşler"; "Hasîd", "Kökleri kazınmışlar" (Âyet:i5) ma'nâsınadır. Bu "Hasîd" lafzı, tekil, tesniye ve cemi' ma'nâsına gelir. "Onun huzûrundakiler kendisine ibâ­det etmekten asla kibirlenmezler ve yorulmazlar" (Âyei:i9), buradaki "Lâyestahsırûn", "Yorulmazlar" ma'nâsınadır. "Hasîr( = Yorgun)" ve "Hasertu baîri( = Devemi yordum)" ta'bîrleri bu ma'nâdandır.

"Min kuflifeccin amîk = Her uzak yoldan "(ei-Hacc:27)'deki "Amîk", "Baîd" yânî "Uzak" ma'nâsınadır. "Summenukisû" (Âyet:65), "Sonra yine kafalarını döndürdüler" ma'nâsınadır. "Biz Davud'a sizin için muharebenin şiddetinden korumak için giyecek san'atını öğrettik*' (Âyet:80), "Zırhlar örme san'atını öğrettik" demektir.

"Ve takattaû emrahum beynehum = Aralarındaki (dîn) işlerinde fırka fırka, hizib hizib oldular" demektir. "Lâ yesmeûne hasîsehâ = Bunlar cehennemin gizli sesini bile duymazlar" (Âyet:i02), buradaki "el-Hasts", "el-Hıss", "el-Cersu", "el-Hemsu"; hepsi de bir ma'nâya olup "Gizli ses" demektir.

"Âzannâke mâ minnâ min şehidin =Sana bildirdik, bizden ftif-bir şâhidyoktur" (FussüctAi), bunu "Onlar yine yüz çevirirlerse, deki: Size müsavat üzere bildirdim.." (Âyet:i09)'daki "Âzantukum "un ma'-nâsını belirtmek için getirmiştir.

"Âzannâke", "Sanabildirdik", "Âzantukum", "Size bildirdim" demektir. Ona bildirdiğin zaman sen ve o bilgide müsâvî olursun da gadr (yânı zulm) etmezsin.

Mucâhid de şöyle dedi: "Le-allekum tus'elûne Çünkü sorguya çekileceksiniz" (Âyet:i3), "İçinde bulunduğunuz hâl size anlatılacak" demektir. ' 'Bunlar O 'nun rızâsına ermiş olandan başka kimseye şefa­at etmezler" (Âyet:28), buradaki "Irtedâ", "Radiye" yânî "Razı oldu" demektir. "O zaman babasına ve kavmine: Sizin tapmakta olduğu­nuz bu heykeller nedir? demişti. Onlar: Biz atalarımızı bunların tapı-cıları olarak bulduk, dediler. İbrahim: And olsun siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz, dedi" (Âyet: 52-54). Buradaki "Temâsîl", "Tapılan heykeller, putlar" ma'nâsınadır [380]. "es-Sicillu" Â "es-Sahîfe" ma'nâsınadır.

 

210- Bâb:

 

"(Hatırla o günü ki, biz göğü kitâbların sahîfesini dürüp büker gibi düreceğiz.) İlk yaratışa nasıl başladıksa, üzerimizde hakk bir va'd olarak, yine onu iade edeceğiz- Hakikatte failler bizleriz" (Âyet: ıo4>.

 

261-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bir hut­be yaptı da şöyle buyurdu: "Şübhesiz sizler Allah 'm huzuruna ayak­larınız çıplak, vücûdiannız çıplak, erlik yerleriniz sünnetsiz olarak toplanacaksınız. O gün ki, biz göğü kitâbların sahîfesini dürüp bü­ker gibi düreceğiz. İlk yaratışa nasıl başladıksa, üzerimizde hakk bir va 't/ olarak, yine onu iade edeceğiz. Hakikatte failler bizleriz. Ve kı­yamet günü peygamberlerden ilk elbise giydirilen kişi, İbrahim'dir. Gözünüzü açın! Şu muhakkak ki, yine o gün, ümmetimden birtakım adamlar getirilecek de bunlar yakalanıp sol tarafa (ateş tarafına) gö­türülecekler. Ben hemen: Yâ Rabb! Onlar benim sahâbîlerimdir, de­rim. Bana: Sen bunların senin ardından ortaya çıkardıkları bid'atleri bilmezsin, denilir. Bunun üzerine ben de, sâlih kul îsâ'nın dediği gi­bi (şöyle) derim: Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcu idim. Fakat Sen beni içlerinden alınca, üstlerinde gözetle-yidyalnız Sen oldun. Zâten Sen herşeye hakkıyle şâhidsin (eı-Mâide:ii7). Bana: Sen onlardan ayrıldığından beri onlar ökçeleri üzerine basa­rak geri dönen mürtedlerdir, diye cevâb verilecektir" [381].

 

22- el-Hacc Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Sufyân ibnu Uyeyne: "Muhbitîn olanları müjdele" (Âyet: 34), "İtaatli olanları müjdele" demektir, dedi.

İbn Abbâs da şu kelâm hakkında şöyle dedi: ''Biz senden evvel hiçbir rasûl, hiçbir nebi göndermedik ki o, birşey arzu ettiği zaman, şeytân onun dileği hakkında ille bir fitne meydana atmış olmasın. Nihayet Allah şeytânın ilkaa edeceği şeyi neshedip giderir. Yine Allah âyetlerini sabit kılar..." (Ayet. 52). Buradaki "Peygamber birşey arzu ettiği zaman şeytân onun arzusu hakkında ille bir fitne atar" demek, "Peye*^mber konuştuğu, yânî kendisine Allah tarafından indirilmiş âyetlerden birşey tilâvet ettiği zaman, şeytân onun sözü hakkında bir fitne atar, Allah da hemen şeytânın ettiğini ibtâl eder ve kendi âyetlerini muhkemleştirip sabit kılar" demektir. "Peygamberdin umniyesi" kıraatinden ibarettir deniliyor. Buradaki "Umniye"nin "Kıraat" ma'nâsına geldiğine, yânî "Temenni ettiği zaman" demek, "Okuduğu zaman" demek olduğuna şâhid, şu âyettir: "Onların içinde ümmîler de vardır ki, kitabı bilmezler. (Bütün bildikleri önderlerinin telkin ettiği) bir sürü kuruntu ve yalandan başkası değil" (ei-Bakara: 78), yânî "Onlar sâdece okuyorlar, fakat yazı yazmıyorlar" [382].

Mucâhid de: "Nice memleket vardır ki, halkı zulümde devam edip dururlarken biz onları helak ettik. Şimdi duvarları tavanlarının üstüne çökmüştür. Ve biz nice kuyuları muattal, nice yüksek sarayları bomboş bıraktık" (Âyet: 45). Buradaki "Meşîdun bVl-kassatı", "Kireçle binası yüksek yapılmış" ma'nâsmadır, dedi.

 Mucâhid'den başkası da şöyle demiştir:

"... Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara nerdeyse saldırıverecek olurlar" (Âyet: 72), buradaki "Yastûne",

"Yakalayıp mağlûb etmek" ma'nâsına olan "Satvet" masdarından "Çabuk saldırıyorlar" demektir.

"Yastûne", "Yantuşûne( = Sert yakalıyorlar)" ma'nâsmadır, denilir. "Onlar sözün en güzeline irşâd edilmişlerdir (Âyet: 24), buradaki

"Hamîdin" yolu, İslâm Dîni'dir.

İbn Abbâs şu kelâm hakkında şöyle dedi: "Kim dünyâda da, âhirette de ona (o peygambere) Allah'ın asla yardım etmeyeceğini sanıyorsa, evinin tavanına bir ip uzatsın, sonra kendini yerden kessin de (yânı kendini boğsun da) bir baksın, bu hilesi onun öfkelenmekte olduğu şeyi giderecek mi?" (Âyet: is>, bu âyetteki

"Semâya ip uzatsın", "Evinin tavanına ip uzatsın (o ipi sımsıkı boynuna taksın)", demektir.

"O saatin zelzelesini göreceğiniz gün, emzikli her kadın, emzirdiğini unutup geçer" (Âyet: 2), buradaki "Tezhelu", (Göreceği dehşetten dolayı kendisine en sevgili şeyden) "Meşgul edilir" demektir.

 

211- Bâb:

 

Ve insanları sarhoş görürsün... (Âyet: 2).

 

262-.......Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle dedi: "Azız ve Celîl olan Allah kıyamet günü:

— Yâ Âdem! der. Âdem de:

— Lebbeyke Rabbena ve sa*deyk ( Ey Rabb'imiz, emrine tek­rar tekrar icabet eder ve her emrini yerine getirmeye girişirim)! der.

Bir sesle kendisine:

— Şübhesiz Allah sana zürriyetinden cehenneme gidecekleri halk arasından seçip dışarı çıkarmanı emrediyor! diye nida edilir. O da:

  Yâ Rabb! Cehenneme gönderileceklerin mikdân ne kadardır? diye sorar.

Allah:

— Her bin kişiden -sanırım ki şöyle buyurdu:- dokuzyüz dok-sandokuzu, buyurdu.

İşte Allah, Âdem 'e böyle buyurduğu zaman (bunun verdiği deh­şetli korkudan) gebe kadın çocuğunu düşürür, çocuk da ihtiyarlar. Ve sen o anda insanları sarhoş (olmuş gibi) görürsün. Hâlbuki onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı pek çetindir. "

Bu haber sahâbîlere ağır geldi, hattâ korkudan yüzlerinin rengi değişti. Bu hâl üzerine Peygamber: "Ye'cûc ve Me'cûc'den dokuz­yüz doksandokuz olarak sizden bir kişi çıkarılır. Sonra sizler mahşer halkının toplamı içinde beyaz öküzün derisi üzerindeki siyah bir tüy mesâbesindesiniz. Yâhud da siyah bir öküzün derisinde sanki beyaz bir tüy gibisiniz. Ben sizlerin cennet ehlinin dörtte biri olmanızı kuv­vetle umarım" buyurdu.

Biz:

— Allâhu Ekber dedik. Bundan sonra Peygamber:

   "Ben sizlerin cennet ehlinin üçte biri olmanızı umarım" buyurdu.

Bizler yine tekbîr ettik. Bundan sonra da:

  "Ben sizlerin cennet ehlinin yarısı olmanızı umarım" buyur­du.

Biz yine Allâhu Ekber diyerek tekbîr getirdik.

Ebû Usâme, el-A'meş'ten yaptığı rivayetinde "Bi" cerr harfiy­le: "Sen insanları sarhoşlar görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değillerdir" şeklinde 'söylemiştir.

Cerîr ibn Abdilhamîd, îsâ ibni Yûnus ve Ebû Muâviye de: "Sekrâ ve mâ hum bi-sekrâ" şeklinde söylediler [383].

 

212- Bâb:

 

"insanlardan kimi de Allah'a yalnız bir taraftan tutup ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, ona yapışır. Eğer bir fitne isabet ederse yüzü üstü döner. O dünyâda da, âhirette de hüsrana uğramıştır. Bu ise apaçık bir ziyanın tâ kendisidir.

O, Allah h bırakır da kendisine ne zarar, ne fâide vermeyecek olan şeylere tapar. Bu ise (Hakk'tan) en uzak sapıklığın tâ kendisidir" (Âyet: 11-13).

Buradaki "Alâ harfin", "Alâ şekkin" demektir.

Bundan sonraki sûrede gelecek olan ' Etrafnâhum",  "Kendine refahı bollaştirdık" (ei-Mu'minûn: 33) demektir.

 

263-.......İbn Abbâs (R) "İnsanlardan kimi de Allah 'a yalnız bir taraftan (yânı şekk üzere) ibâdet eder" âyeti hakkında şöyle de­miştir: (Bedeviler'den herhangi) bir adam Medine'ye gelirdi. Eğer ka­rısı oğlan doğurmuş ve beygirleri de yavrulamış olursa: *'Bu dîn, iyi bir dîndir" derdi. Eğer karısı doğurmamış, beygirleri de yavrulama-mış ise; "Bu kötü bir dîndir" derdi [384].

 

213- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Bu iki sınıf, Rabb Heri hakkında birbirleriyle da'vâlaşan iki hasım zümredir... " (Âyet: 19).

 

264-....... Bize Ebû Hâşim, Ebû Mıclez'den; o da Kays ibnu îbâd'dan haber verdi ki, Ebû Zerr (R) şu âyet hakkında: "Bu iki (sı­nıf, yânı îmân edenlerle etmeyenler) Rabb Heri hakkında birbirleriyle da 'vâlaşan iki hasım zümredir"; şübhesiz bu âyet Bedir günü birbir­leriyle cenkleşen şu altı kişi hakkında inmiştir, diye yemîn ediyordu: Hamza ibn Abdilmuttalib ve onun iki arkadaşı (Alî ibn Ebî Tâlib ve Ubeyde ibnu'l-Hâris ibn Abdilmuttalib) ile Utbe ibn Rabîa ibn Abdi'ş-Şems ve onun iki arkadaşı (yânî Utbe'nin kardeşi Şeybe ve el-Velîd ibn Utbe) haklarında inmiştir. (Bu iki zümre Bedir günü birbirlerine karşı cenge çıkmışlardı.)

Bu hadîsi aynı isnâd ve metin ile Sufyân es-Sevrî, Ebû Hâşim'-den rivayet etti. Buhârî'nin üstadı Usmân ibn Ebî Şeybe de: Cerîr'-den; o da Mansûr'dan; o da Ebû Hâşim'den; o da Ebû Miclez'den senediyle Ebû Zerr'in kavli olarak söyledi.

 

265-.......Bize Ebû Mıclez, Kays ibn Ubâd'dan tahdîs etti ki, Alî ibn Ebî Tâlib (R): Kıyamet gününde ben Rahman'in huzurunda müşriklerle muhakeme olmak üzere duruşmak için ilk diz çöken kişi olacağım, demiştir.

Bu hadîsin râvîsi Kays ibn Ubâd da: "Bu iki zümre, Rabb Heri hakkında birbirleriyle da'vâlaşan iki hasım zümredir*' âyeti bunlar hakkında (yânî Hamza ve iki arkadaşı ile Utbe ve iki arkadaşı hak­kında) indi, demiştir.

Yine Kays: Bedir gününde birbirlerine karşı cenkleşmeğe çıkan kimseler bunlardır: Alî, Hamza ibnu Abdilmuttalib, Ubeyde ibnu'l-Hâris ibn Abdilmuttalib (bu üçü müslümândır); Şeybe ibnu Rabîa ibn Abdi'-ş-Şems, kardeşi Utbe ibnu Rabîa ve el-Velîd ibn Utbe [385].

 

23- el-Mu'minûn Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Sufyân ibn Uyeyne şöyle dedi: "Seb'a tarâık" (Âyet: ı?)

"Yedi semâ" demektir; "İşte bunlardır ki, hayırlarda çabukluk yarışı yaparlar ve bunlar hayırlar için tâ önde gidenlerdir" (Âyet: ei), (Allah tarafından) bunlar için saadet geçmiştir de, onun için bunlar hayırlarda öne geçicidirler. "Rabb'lerinin huzuruna döneceklerinden kalbleri korkarak vergilerini verenlerdir" (Âyet ei) buradaki "Veciletûn" "Korkanlar olarak" demektir.

Ibn Abbâs da şöyle dedi: "Heyhâte heyhâte", "Uzaktır uzaktır" demektir. "Sayıcılara sor" (Âyet: m), "(İnsanların amellerini sayan) meleklere sor" demektir.

"Karşınızda âyetlerimiz okunuyordu da sizler gerisin geri dönüyordunuz" (Âyet: 66), buradaki "Tenküsûne",

"Geri geri gitmek istiyordunuz" demektir. "Âhirete îmân etmez olanlar mutlakaa doğru yoldan sapanlardır"

(Âyet: 74), buradaki "Le-nâkibûne", "Elbette doğru yoldan sapanlar" demektir. "Ateş yüzlerine vurup yakacak, orada onlar dişleri sırıtıp kalacaklardır" (Âyet: km), buradaki "Kâlihûne", "Çirkin yüzlü olanlardır" ma'nâsınadır.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle dedi:

"And olsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarattık" (Âyet: 12-14); burada "Sülâle", "Çocuk"tur (Çünkü babasından sıyrılmıştır), "Nutfe" de "Sülâle", yânî "Süzülmüş bir hulâsa"dır [386].

"Yoksa, 'Onda bir delilik var' mı diyorlar? BiVakis o peygamber, onlara hakkı getirmiştir. Fakat onların çoğu hakkı çirkin görenlerdir" {Âyet: 70), buradaki "Cinnet" ile "Cunûn" bir ma'nâya olup "Delilik" demektir. "İşte

onları o müdhiş sayha adalet olmak üzere hemen yakalayıverdi de kendilerini bir çerçöp hâline getirdik. Artık uzak olsun zâlimler güruhu" (Âyet: 4i), buradaki

"Ğusâ", "Köpük ve suyun üstüne yükselen ve kendisiyle faydalanılmayan çerçöp" ma'nâsinadır [387].

 

24- En-Nûr Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Min hilâlini" (Âyet: 43), "Bulut katlarının aralarından";

"Sena berkitil" (Âyet: 43), "Onun şimşeğinin parıltısı, ziyası"; "Muzhniyne" (Âyet: 49), "İtaat ediciler olarak";

"el-Mustahzf'ye, yânî "İtaat edici"ye "Muz'ınun" denilir. "Eştâten" (Âyet: 6i), "Dağınık dağınık"; "Şettâ",

"Şettâtun", "Şettun" bir ma'nâya olup, "Dağınık" demektir.

İbn Abbâs:

"Sûretun enzelnâhâ (ve faradnâhây (Âyet: i) "Bu indirdiğimiz ve beyân ettiğimiz bir sûre" ma'nâsınadır, dedi.

İbn Abbâs'tan başkası şöyle dedi:

Sûreler cemâatine "Kur'ân" ismi verildi. "Sûre"ye de, diğerinden kesilmiş olduğu için "Sûre91 ismi verildi. Sûrelerin bâzısı bâzısına, yânî birbirlerine yaklaştırılıp yanyana birleştirildikleri (bağlandıkları) zaman, bu sûreler topluluğuna "Kur'ân" adı verildi. Sa'd ibnu Iyâd es-Sumâlî şöyle dedi:

"el-Mişkât", Habeş dilinde "Duvarda öte tarafa geçmeyen bir oyuk"tur.

Ve Yüce Allah'ın şu; "İnne aleynâ cem'ahu ve kurânehu = Şübhesiz onu (göğsünde) toplamak ve onu (dilinde akıtıp) okutmak bize âiddir" (ei-Kıyâme: n-ıs) kavli:

Onun bâzısını bâzısıyle te'lîf etmek bize âiddir. "Fe izâ kara'nâhu fettebV kurânehu", "Biz onu topladığımız ve

te'lîf ettiğimiz zaman, sen onun kurbânına, yânî onun içinde toplanmış olan şeylere uy, Allah'ın sana emrettikleri ile amel et, nehyettiklerinden de vazgeç" demektir.

"Onun şiirinin kuranı yoktur" denilir ki, bu "Onun şiiri için bir te'lîf yoktur" demektir. Bu sûreler topluluğuna

"Furkaan" ismi de verildi. Çünkü o, hakk ile bâtıl arasını iyice ayırır. Kadın için:

"Mâ karaat bi-selen kattu = Kadın, içinde çocuğun gelişeceği ince deriyi asla toplamadı" denilir ki, bu,

"Kadın karnında bir çocuk toplamadı" demektir [388].

Dedi ki: "Farradnâhu", "Biz onda çeşit çeşit birçok farizalar indirdik" ma'nâsınadır. Bunu şeddesiz olarak

"Faradnâhu" okuyan kimsenin okuyuşuna göre ise: "Biz hem sizin üzerinize, hem de sizden sonra gelecek

nesiller üzerine onu farz kıldık" buyurur demek olur.

Mucâhid şöyle dedi:

"Yâhud henüz kadınların gizli yerlerine muttali' olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler" (Âyet: 31),

kendileri küçük olduklarından dolayı kadınların gizli yerlerini bilmeyen çocuklara göstermesinler demektir.

eş-Şa'bî de: "Gayri ulVl-ırbeti", "Kadına hiçbir ihtiyâcı olmayan kîmse"dir, dedi, Mucâhid ise: O, kendisine karnından başka düşüncesi olmayan ve -kadınlar üzerine kendisinden korkulmayan kimsedir, dedi. Tâvûs da: Bu, kadınlar hususunda kendisinde hiçbir ihtiyâç bulunmayan ahmak kişidir, demiştir [389].

 

214- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Zevcelerine zina iftirası atan, kendilerinin kendilerinden başka şâhîdleri de bulunmayan kimselere gelince, onlardan herbirinin yapacağı şâhidlik, kendisinin hakîkaten doğru söyleyenlerden olduğunu Allah'a yemîn ile (dört defa tekrar edeceği) şâhidliktir" (Âyet: 6).

 

266-.......Bize el-Evzâî tahdîs edip şöyle dedi: Bana ez-Zuhrî, Sehl ibn Sa'd'dan şöyle tahdîs etti: (Aclân oğullan'ndan) Uveymir (ibnu'l-Hâris ibn Zeyd), yine Aclân oğulları'nın seyyidi olan Âsim

ibn Adiyy'e geldi de:

— Bir kimse karısıyle beraber bir kişiyi (zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zina edeni öldürmeli, siz de onu (kısâsen) öldürmeli misiniz? Yoksa bu kimse nasıl yapmalı? Bu konuda siz ne dersiniz? diye bu müşkil mes'eleyi benim için Rasûlullah'a sor, dedi.

Bunun üzerine Âsim, Peygamber'e gelip:

  Yâ Rasûlallah! diye (söze başlayıp) sordu.

Fakat Rasûlullah bu sorulardan hoşlanmadı (ve bu soruları ayıp­ladı). Sonra Uveymir, Âsim ibn Adiyy'e (:Rasûlullah ne söyledi? di­ye) sordu. O da:

— Rasûlullah böyle sorulan çirkin gördü ve ayıpladı, diye ce-vâb verdi.

Bunun üzerine Uveymir:

— Vallahi ben vazgeçmem, bunu Rasûlullah'a bizzat kendim so­rarım, dedi.

Akabinde Uveymir gidip:

— Yâ Rasûlallah! Bir adam karısıyle beraber bir kişiyi (zina üze­rinde) bulsa, kadının kocası zina eden erkeği öldürmeli, sonra siz de (kısas olarak) onu öldürmeli misiniz? Yoksa bu koca nasıl yapmalı? diye sordu.

Bu soru üzerine Rasûlullah (S):

— "(Ey Uveymir!) Senin ve kadının hakkında Allah Kur'ân (âyeti) indirmiştir" dedi.

Ve bu kadın ile kocaya, Allah'ın kendi Kitâbi'nda isimlendirdi­ği şekilde la'netleşmelerini emretti. Ve ilk önce erkek, karısına karşı la'netle yemîn etti. (Sonra da kadın, kocasına karşı bundan iki baş­lık sonra gelecek hadîste bildirildiği şekilde yemîn etti.) [390]

Sonra Uveymir:

— Yâ Rasûlallah! Bu kadını nikâhımda tutarsam, ona zulmet­miş olurum, deyip kadını boşadı.

Ve Uveymir ile karısının bu vak'asından sonra la'netleşen çift­lerin -kocanın boşamasıyle- ayrılmaları bir sünnet, yânî kaanûn ol­du. Sonra Rasûlullah, mecliste bulunanlara:

  "Bakınız! Eğer bu kadın -vücûdu siyah, gözlerinin siyahı ko-. yu, kıçının iki yanı büyük, baldırları kaba- kıyafette bir çocuk geti­rirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadına zina isnadında doğru söylediğini sanırım. Eğer kadın keler fasilesinden kızılca kurt gibi kı­zıl bir çocuk doğurursa, bu defa da ben şübhesiz Uveymir'in, kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım!" buyurdu.

Sonra kadın, Rasûlullah'ın Uveymir'i doğrulayıcı yollu tasvîr et­tiği şekilde çocuk getirdi. Bu sebeble çocuk sonra anasına (Havle ka­dına) nisbet edilir oldu.

 

215- Bâb:

 

"Beşinci(şehâdet)de eğer yalancılardan ise, Allah'ın la'neti muhakkak kendisinin üstünedir1" (Âyet: 7).

 

267-.......Fulayh, ez-Zuhrî'den; o da Sehl ibn Sa'd'dan şöyle tahdîs etti: Bir adam Rasûlullah'a geldi de:

— Yâ Rasûlallah, bir adam, karısının beraberinde başka bir ada­mı görüp de onu öldürür, siz de onu kısas olarak öldürür müsünüz, yoksa o koca nasıl yapacak? Bu hususta re'yin nedir? dedi.

Bunun üzerine Allah o kadın ile kocası hakkında Kur'ân'da zik-rolunun la'netleşmeyi indirdi. Akabinde Rasülullah, o kocaya:

  "Senin ve kadının hakkınızda hükmedilmiştir" buyurdu.

O koca ile kadın la'netleştiler, ben de Rasûlullah'm yanında ha­zır bulunuyordum. La'netleşme ardından adam kadından ayrıldı. Böy­lece la'netleşen karı-koca arasında ayırma yapmak bir sünnet oldu. Kadın gebe idi. Uveymir kadının gebeliğinin kendisinden olmasını red­detti. Kadının doğurduğu oğlan, anasına nisbetle çağrılır oldu. Son­ra mîrâs hususundaki sünnet de çocuğun anasına vâris olması, anasının da o çocuk tarafından Allah'ın kadına ta'yîn ettiği hisseye vâris ol­ması şeklinde kaanûn oldu [391].

 

216- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'O kadının, billahi zevcinin muhakkak yalancılardan olduğuna dört defa şehâdet etmesi, kendisinden bu cezayı dep eder" (Âyet: 8).

 

268-.......Bize İkrime, İbn Abbâs'tan şöyle tahdîs etti: Hilâl ibnu Umeyye, Peygamber'in huzurunda, karısına Şerik ibn Sehmâ ile zi­na etti diye söz attı. Peygamber (S) de Hilâl'e:

   "Beyyineyi (yânî dört şahidi) hazırla, yâhud sırtına hadd vurulur" buyurdu.

Bunun üzerine Hilâl:

— Yâ Rasûlallah! Bizim birimiz karısının üstünde bir erkek gö­rürse şâhid aramağa mı gidecek (Şahidi getirinceye kadar işini görüp savuşmaz mı)? diye i'tirâz etti.

Peygamber:

— "Sen bey yineyi hazırla, aksi takdirde arkana zina iftirası ce­zası (seksen deynek) vurulur" demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilâl:

— Sen'i hakk ile gönderen Allah'a yemîn ederim ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum. Ve emmim ki, Allah muhakkak benim arkamı hadden kurtaracak bir vahy indirecektir, dedi.

Bu sırada hemen Cibril indi ve Peygamber'e "Zevcelerine zina isnâd edenler... " âyetini ' 'Eğer doğru söyleyenlerden ise'' kavline ka­dar okudu. Bunun üzerine Peygamber ayrıldı da kadına haber gön­derdi. Kocası Hilâl de gelip hazır oldu. İlk önce Hilâl (yukarıda geç­tiği gibi dört) şehâdet ve yemîn etti. Peygamber:

  "Şübhesiz ki, Allah ikinizden birinizin muhakkak yalancı ol­duğunu bilmektedir. Şu hâlde ikinizden tevbe edecek ve la'netleşme yemininden dönecek olan var mıdır?" buyuruyordu.

Sonra Hilâlin zevcesi ayağa kalktı, (dört kerre) Allah adiyle, Al­lah'ı şâhid kılarak yemîn etti. Beşinci yemine sıra geldiğinde mecliste hazır bulunanlar kadını durdurdular da:

— Bak kadın, bu beşinci yemîn, azabı vâcib kılıcıdır, diye hatır­latma yaptılar.

Râvî İbn Abbâs dedi ki: Bu hatırlatma üzerine kadın biraz ağır-laşıp durakladı. Hattâ biz kadını yemîn etmekten vazgeçecek ve geri­ye dönecek sandık. Sonra kadın kendini toparladı da:

— Ben (şimdiye kadar şerefle yaşamış olan) kavim ve kabîlemi, bundan sonraki günlerde rezîl ve rüsvây etmem! dedi ve la'netleşme yemînini yerine getirdi.

Bunun ardından Peygamber (S):

  "Bu kadına bakınız! Eğer gözleri sürmeli, iki kıçının iki kıy-nağı iri, baldırları kalın tipte bir çocuk getirirse, çocuk Şerîk ibn Seh-mâ'ya âiddir" buyurdu.

Kadın da hakîkaten böyle bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Pey­gamber:

  "Eğer Allah Kitâbı'mn (la'netleşme) hükmü geçmemiş olsaydı (yânı o hüküm yerine getirilmemiş olsaydı), benimle bu kadın için elbette bir muamele olacaktı (yânî ben bu kadına zina cezası uygu­lardım)" buyurdu [392].

 

217- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Beşinci şehâdet de eğer kocası doğru söyleyenlerden ise muhakkak Allah'ın gazabının kendi üzerine (olmasını

söytemesijdır" (Âyet: 9).

 

269-....... Bize amcam el-Kaasım ibnu Yahya, Ubeydullah ibnu Amr'dan tahdîs etti. el-Kaasım bu hadîsi Ubeydullah'tan işitmiş; o da Nâfi'den; o da İbnu Umer(R)'den: Bir adam, Rasûlullah zama­nında kendi karısına zina isnâd etti ve o kadının çocuğunun kendin­den olduğunu kabul etmedi. Rasûlullah bu kadın ile kocasına emredip, Allah'ın buyurduğu gibi, birbirlerine karşı la'netleştirdi. Sonra ço­cuğun kadına âid olduğuna hükmetti ve la'netleşen bu karı-koca ara­sını da tamamen ayırdı [393].

 

218- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"0 uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. BiVakis o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günâh vardır.

Onlardan günâhın büyüğünü üzerine alan adam ise; en büyük azâb onundur" (Âyet: 11).

"Effak", "Çok yalancrdır.

 

270-.......Bize Sufyân es-Sevrî, Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den; o da Urve'den tahdîs etti ki, Âişe (R): Onun büyüğünü üzerine alan ve iftirayı başlatan, Abdullah ibnu Ubeyy ibnu SelûPdür, demiştir [394].

 

219-  Bâb:

 

"Onu işittiğiniz vakit erkek müzminlerle kadın müzminlerin, kendi vicdanları   önünde iyi bir zanda bulunup da 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri lâzım değil miydi? Buna karşı dört şâhid getirmeli değil miydiler?

Madem ki, onlar bu şâhidleri getirmediler, o hâlde onlar Allah indinde yalancıların tâ kendileridirler" (Âyet: 11-12).

 

271- Bize Yahya ibnu Bukeyr tahdîs etti. Bize el-Leys, Yûnus'-tan tahdîs etti ki, İbnu Şihâb şöyle demiştir: Bana Urvetu'bnu'z-Zubeyr, Saîd ibnu'l-Müseyyeb, Alkame ibnu Vakkaas, Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Utbe ibn Mes'ûd; beş kişi, Peygamber'in zevcesi Âişe'nin hadîsini, yânı iftira sahihlerinin, kendisi için söylediklerini söyledikleri zaman Allah'ın Âişe'yi onların dedikodularından temi­ze beri kılması hadîsini haber verdiler. Bu râvîlerin herbiri bana Âişe hadîsinden bir taifeyi tahdîs etti. Bunlardan bâzılarının hadîsi, diğer bâzısının hadîsini tasdîk etmektedir. Maamâfîh bunların bâzısı, Âişe hadîsini diğer bâzısından daha iyi muhafaza edici idi. Urve'nin bana Âişe'den tahdîs ettiği hadîs şudur:

Peygamber'in zevcesi Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kur'a çekmek âdetin­de idi. Onlardan hangisinin kur'ası çıkarsa, Rasûlullah onu berabe­rinde sefere çıkarırdı.

Âişe dedi ki: Yapmak istediği bir gazvede aramızda kur'a çekti ve bu kur'ada benim adım çıktı. Ben Rasûlullah'm beraberinde sefe­re çıktım. Bu sefer Hicâb Âyeti indikten sonra idi. Ben hevdecimin içinde taşınır ve onun içinde olarak indirilirdim. Bütün yolculuğu bu şekilde yürüdük. Nihayet Rasûlullah bu gazvesinden ayrılıp da dön­düğü ve Medine'ye yaklaştığımızda (bir yerde konakladı, gecenin bir kısmını orada geçirdi, sonra) geceleyin hareket edilmesini bildirdi. Ha­reket emrini verdikleri zaman ben kalkıp (hacetimi yerine getirmek için yalnız başıma) ordunun konakladığı bölgeyi geçtim. Hacetimi ye­rine getirdiğim zaman dönüp yerime geldim. Baktım ki, Yemen bon­cuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş. Hemen dönüp gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu.

Benim yol nakliyâtımı yapmakta olan kimseler gelip benim hev-decimi yüklemişler ve hevdecimi, binmekte olduğum deve üzerinde götürmüşler. Onlar beni hevdecin içinde sanıyorlarmış. O zaman ka­dınlar hafif hafif idiler, şişmanlamazlardı; et ve yağ onları ağırlaştir-mazdı. Çünkü az yemek yerlerdi. Bu sebeble bana hizmet edenler, hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında, hevdecin ağırlık derecesi­nin farkına varmayarak yüklemişler. Ben de küçük yaşta taze bir ka-dın idim. Bu yüzden deveyi kaldırmışlar ve çekerek yürümüşler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde ben ordu birlik­lerinin konakladıkları yerlere geldim, fakat oralarda ne bir çağıran, ne de bir cevâb veren kalmıştı. Bunun üzerine ben orada evvelce bu­lunduğum konak yerime geldim. Ve onlar beni hevdecde bulamazlar da beni aramak üzere dönüp yanıma gelirler, diye düşündüm. Ben bu düşünce ile yerimde otururken gözlerim bana galebe etmiş de uyu­muşum.

Safvân ibnu'l-Muattal es-Sulemî sonra ez-Zekvânî [395] arkadan gelmekle, (askerin kalmış olan eşyalarını toplamak ve diğer konak yerine götürerek sahihlerine vermekle) görevli idi. Bu zât, askerin ar­kasından sabaha yakın yürümüş, benim bulunduğum yere gelmiş, uyu­yan bir insan karaltısı görünce benim yanıma gelmiş ve beni görünce tanımış. Bu zât beni perdelenme emrinden önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı sırada onun: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn=Biz mu­hakkak Allah'ın mülküyüz ve biz ancak O'na dönücüleriz" (ei-Bakara: 156) istircâ' sözlerini söylemesiyle uyandım. Uyanınca hemen ferâceme bürünüp yüzümü örttüm. Allah'a yemîn ederim ki, o bana bir tek kelime söylemedi, ben de ondan "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn " istircâ' sözünden başka hiçbir kelime işitmedim. Devesini ıhtırıp çök-türdü. Benim binmem için devenin ön ayağına bastı, ben de deveye bindim. Safvân, bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihayet kaafile konak yerine indikten sonra, öğle sıcağında orduya yetiştik. Bu sırada hakkımda (iftira ederek) helak olan helak olmuştur. İfti­ranın büyüğüne ve çoğuna girişen Selûl kadının oğlu Abdullah ibnu Ubeyy olmuş. Müteakiben Medine'ye geldik.

Medine'ye geldiğimizde ben bir ay hasta oldum. Meğer bu sıra­da insanlar, iftira sâhiblerinin sözlerine dalmışlar. Ben ise bunlardan hiçbir şeyin farkında olmuyor, bilmiyordum. Yalnız hastalığımda beni işkillendiren birşey vardı: Rasûlullah'tan, hastalandığım başka zaman­larda görmekte olduğum lütuf ve şefkati bu hastalığımda görmüyor­dum. Ancak Rasûlullah yanıma giriyor, Selâm veriyor, sonra da (adımı anmadan): "Hastanız nasıl?" diyor, sonra da ayrılıp gidiyordu. İşte bu hâl beni işkillendirip üzüyordu. Fakat ben şerri hissetmiyordum. Nihayet hastalığım yeni sıhhat bulup henüz nekaahat devresine gir­dikten sonra, dışarıya çıktım. Benimle beraber Mıstah'ın annesi de Medine dışındaki sahalara doğru çıktı. Oraları bizim hacetimizi def ettiğimiz yerlerdi. Oraya biz ancak geceden geceye çıkardık. Bu âdet evlerimizin yakınında halâlar edinmemizden önce idi. O zamanlar bi­zim hâlimiz ibtidâî Arablar'ın sahrada halâya çıkma hususundaki ne-zâhetine benziyordu. Biz evlerimizin yanında halâlar edinmekten eziyetlenip incinirdik.

İşte ben Mıstah'ın anası ile dışarı çıkıp gittim. Bu kadın, Ebû Ruhm ibnu Abdi Menâfin kızıdır. Annesi de Sahr ibnu Âmir'in kı­zıdır ki, bu kadın da Ebû Bekr es-Sıddîk'ın teyzesidir. Bu Ebû Ruhm kızının oğlu da Mıstah ibnu Usâse'dir. Orada işimizi bitirdikten son­ra ben ve Mıstah'ın annesi, evimden tarafa dönüp gelirken Mıstah'­ın annesinin ayağı yün yâhud keten çarşafı içinde sürçtü. (Arablar arasında bir felâket zamanında söylenmesi âdet olan "Düşmanın he­lak olsun" duası yerine) Bu kadın:

  Mıstah helak olsun! diye, oğluna beddua etti.

Ben de ona:

— Ne kadar fena söyledin! Bedir'de hazır bulunan bir kimseye mi sövüyorsun? dedim 

Kadın bana:

— Âh şu saf taze! Sen onun söylediği sözü duymadın mı? dedi.

Ben:

  O ne dedi ki? diye sordum.

Bunun üzerine o bana iftira sâhiblerinin sözünü söyleyip haber verdi. Artık hastalığımın üstüne bir hastalık daha arttı. Evime dö­nünce yanıma Rasûlullah geldi, Selâm verdikten sonra:

  ''Hastanız nasıl?" diye sordu. Ben de:

— Ebeveynimin yanına gitmem için bana izin verir misin? de­dim.

-Âişe: Ben o sırada bu haberi ebeveynim tarafından tahkik et­mek istiyordum, demiştir.- Rasûlullah bana izin verdi. Ben de ebe­veynimin yanma geldim ve anam(Ümmü Rûmân)a:

  Ey anacığım! İnsanlar ne konuşuyorlar? dedim. Annem:

— Ey kızcağızım! Kendini üzme, sen kendi nefsini ve sağlığını düşün. Vallahi bir erkeğin yanında sevgili, parlak, güzel bir kadın olsun ve onun birçok ortaklan bulunsun da, onun aleyhinde çok lâf etmesinler; bu pek nâdirdir, dedi.

Âişe dedi ki: Ben de:

— Subhânallah! İnsanlar bunu mu konuşmaktalarmış? dedim.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine bu gecenin tamâmında ağladım. Sa­baha kadar gözümün yaşı dinmiyor, gözüme de hiç uyku girdiremi-yordum. Sonra ağlayarak sabaha ulaştım. Rasûlullah da o sabah Alî ibn Ebî Tâlib'i ve Usâme ibn Zeyd'i yanına çağırmış. Vahiy gecikin­ce ailesi ile ayrılması hususunda onlarla istişare etmek istemiş,

Âişe dedi ki: Usâme'ye gelince, o, Peygamber'in ailesinden bi­lip durduğu berâeti ve Ehlu Beyt için gönlünde besleyip durduğu sev­giyi Rasûlullah'a tavsiye ve işaret etti de:

— Yâ Rasûlallah! Onlar Sen'in ehlindir. Biz onun hakkında ha­yırdan başka birşey bilmeyiz, dedi.

Amma Alî ibn Ebî Tâlib'e gelince, o da:

— Allah Sana dünyâyı dar etmemiştir. Âişe'den başka kadınlar çoktur. Maamâffh Âişe'nin cariyesi Berîre'ye de sorsan, o da Sana doğruyu söyler, demişti.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine Rasûlullah, Berîre'yi çağırıp:

  "Ey Berîre! Sen (Âişe'de) sana şübhe veren birşey gördün mü?" diye sordu.

Berîre de:

— Hayır! Sen'i hakk peygamber olarak gönderen Allah'a yemîn ederim ki, ben Âişe'den kendisini ayıplayabileceğim bir kusur olmak üzere kesin olarak şundan fazla birşey görmüş değilim: Âişe yaşı kü­çük, taze bir kadındı. Ailesinin hamurunu yoğururken uyur kalırdı da, evin besi koyunu gelir hamuru yerdi, demiş [396].

Bunun akabinde Rasûlullah ayağa kalktı da iftirayı en evvel or­taya atan Abdullah ibn Ubeyy ibn SelûPden dolayı o gün söz söyle­mekte ma'ziretli tutulmasını istedi.

Âişe dedi ki: Kendisi minber üzerinde olduğu hâlde hitâb edip:

  "Ey müslümânlar topluluğu! Ev halkım hususunda bana ezası ulaşan bir şahıstan dolayı bana kim yardım eder? Vallahi ben ehlim hakkında hayırdan başka birşey bilmiş değilim. Bu iftiracılar bir ada­mın da ismini ortaya koydular ki, bu zât hakkında da ben hayırdan başka birşey bilmiyorum. Bu ismi zikredilen (faziletli) kimse şimdiye kadar benimle beraber olmak müstesna, ailemin yanına girer değildi" demiştir.

Bunun üzerine Ensâr'ın Evs kabîlesinden Sa'd ibnu Muâz aya­ğa kalkarak [397]:

  Yâ Rasûlallah! O kimseye karşı Sana ben yardım edeceğim. Eğer bu iftirayı çıkaran Evs'ten ise, ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrec kardeşlerimizden ise yapılacak işi Sen bize emredersin, biz de emrini yerine getiririz, demiş.

Âişe dedi ki: Bu defa Sa'd ibnu Ubâde ayağa kalkmış [398]. Bu da Hazrec kabîlesinin büyüğü idi. Ve bu vak'adan evvel iyi bir kimse idi. Fakat bu defa kabile hamiyyeti onu cahilliğe sürükledi de Sa'd ibn Muâz'a karşı:

— Sen yalan söyledin. Allah'ın ebedîliğine yemîn ediyorum ki, sen onu (yânî Abdullah ibn Ubeyy'i) öldüremezsin ve onu öldürme­ye muktedir olamazsın, demiş.

Bu defa da Sa'd ibnu Muâz'ın amcasının oğlu olan Useyd ibnu Hudayr [399] ayağa kalkarak, Sa'd ibnu Ubâde'ye karşı:

— Allah'ın ebediyetine yemîn ediyorum ki, sen yalan söyledin. Vallahi biz onu elbette öldürürüz. Sen muhakkak bir münafıksın ki, münafıklar hesabına bizimle mücâdele ediyorsun, diye mukaabele et­miş.

Bu suretle Evs ve Hazrec kabileleri ayaklanmışlar. Hattâ birbir­leriyle vuruşmaya kasdetmişler. Rasûlullah ise henüz minber üze­rinde dikiliyormuş. Hemen minberden inip onlar sükûta varıncaya kadar onlara yumuşak sözler söylemiş, kendisi de (başka konuşma­dan) susmuş.

Âişe dedi ki: Ben o günümü de gözümün yaşı dinmeden ve uyu­madan geçirdim.

Âişe dedi ki: Ben iki gece ile bir günü hiç uyumadan ve gözü­mün yaşı da kesilmeden devamlı ağladığım hâlde, babam ve annem benim yanımda bulundular. Onlar ağlamak benim ciğerimi parçala­yacak sanıyorlardı.

Âişe dedi ki: Bu şekilde ebeveynim yanımda oturdukları, ben de ağlamakta bulunduğum sırada Ensâr'dan bir kadın benim yanıma gir­meye izin istedi. Ben de ona izin verdim. O da oturup benimle ağlı­yordu.

Âişe dedi ki: Biz bu hâl Üzere iken Rasûlullah yanımıza girdi, Selâm verdikten sonra oturdu.

Âişe dedi ki: Hâlbuki Rasûlullah, bundan evvel hakkımda dedi­kodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Ve Rasûlullah, bir ay beklediği hâlde kendisine hakkımda birşey vâhyolunmamıştı.

Âişe dedi ki: Rasûlullah oturduğu zaman Şehâdet Kelimeleri'ni söyledikten sonra:

— "Amma ba'du: Yâ Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnâdlardan bert isen, yakında A ilah seni muhak­kak bert kılıp temizliğini i'lân edecektir. Yok eğer sen böyle bir gü­nâha yaklaştınsa Allah 'tan mağfiret iste ve Allah 'a tevbe et! Çünkü kul, günâhını i'tirâf ve sonra Allah'a tevbe ederse, Allah da onun tevbesini kabul eder" dedi.

Âişe dedi ki: Rasûlullah bu konuşmasını bitirince (musibetin şid­detli hararetinden) gözümün yaşı kesildi. Hattâ gözyaşından bir damla bulamıyordum. Hemen babama:

— Rasûlullah'a, söylediği söz hususunda benim tarafımdan ce-vâb ver! dedim.

Babam:

  Vallahi ben Rasûlullah'a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi. Sonra anneme:

  Rasûlullah'a cevâb ver! dedim. O da:

  Vallahi Rasûlullah'a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine ben Kur'ân'dan çok delîl okuyama­yan küçük yaşta bir taze olduğum hâlde şöyle dedim:

— Vallahi ben kesin anladım ki, siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ bu söz sizin gönüllerinizde yer etmiş ve ona inanmışsınız. Şim­di ben size beriyim desem, benim muhakkak berîe olduğumu Allah bilip dururken, sizler benim bu sözümü tasdik etmeyeceksiniz. Ve eğer benim muhakkak beri olduğumu Allah bilip dururken ben size fena bir i'tirâfta bulunsam, sizler beni hemen tasdik edeceksiniz. Vallahi ben bu vaziyette sizin için başka hiçbir mesel bulamıyorum, ancak Yûsuf'un babası Ya'kûb'un dediği sözü buluyorum: "Fe sabrun ce-mîlun. Vallâhul-mustaânu alâ mâ tasıfûn = Artık bana (düşen) gü­zel bir sabırdır. Sizin şu söylemekte olduklarınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah'tır" (Yûsbf:i8).

Âişe dedi ki: Bundan sonra dönüp yatağıma yattım.

Âişe dedi ki: Ben o zaman kendimin muhakkak beri olduğumu biliyor, Allah'ın da beni muhakkak temize çıkaracağını biliyordum. Lâkin vallahi Allah'ın benim hakkımda okunacak bir vahiy indire­ceğini hiç zannetmiyordum. Ve sânım da, nefsim de bana âid bir me'-sele için Allah'ın tilâvet olunacak bir kelâmla konuşmasından çok hakîr idi. Lâkin Rasûlullah'ın uykuda bir ru'yâ görmesini ve Allah'­ın da o ru'yâ ile beni temize çıkarmasını umuyordum.

Âişe dedi ki: Vallahi Rasûlullah, oturduğu yerden kalkmamıştı, ev halkından bir kimse de dışarı çıkmamıştı. Rasûlullah üzerine va­hiy indirildi. O'na vahiy inerken olagelen hâl hemen gelip O'nu ya­kaladı ki, kış gününde bile üzerine indirilen sözün ağırlığından dolayı inci dânesi gibi ter dökülürdü.

Âişe dedi ki: Rasûlullah'tan vahiy hâli sıyrılıp açılınca kendisi sevincinden gülüyordu. Tekellüm ettiği ilk söz şu oldu:

  "Yâ Âişe! Azız ve Celîl olan Allah 'a gelince, O seni muhak­kak temize çıkardı."

Bunun üzerine annem bana:

  Kızım, Rasûlullah'a doğru kalk da teşekkür et, dedi. Âişe dedi ki: Ben:

— Vallahi ben O'na doğru da kalkmam, Azîz ve Celîl olan Al­lah'tan başkasına da hamd etmem, dedim.

Allah, şu on âyetin hepsini indirdi:

"O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. Bil 'akis o sizin için bir hayırdır. Onlardan her­kese kazandığı günâhı vardır. Onlardan günâhın büyüğünü üzerine alan o adama da büyük bir azâb vardır. Ne vardı onu işittiğiniz vakit erkek mü 'minlerle kadın mü 'minler kendilerine güzel zannda bulun­salardı da 'Bu açık bir iftiradır' deselerdi ya! Ona dört şâhid getirse­lerdi ya! Madem ki onlar şâhidleri getiremediler, o hâlde onlar A Hah indinde yalancılardan ibarettirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allah 'in fadlı ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu yaygara­lardan dolayı sizi herhalde büyük bir azâb çarpardı. O zaman siz o iftirayı dillerinizle birbirinize yetiştiriyordunuz ve bunu kolay sanı­yordunuz. Hâlbuki bu, Allah yanında büyük bir günâhtır. Onu işit­tiğiniz vakit: 'Bunu söylemek bize yakışmaz, hâşâ, bu büyük bir bühtandır' deseydiniz ya! Eğer siz îmân eden kimseler iseniz, böyle birşeye hayâtta bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor. Ve sizin için âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyle bilen, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Kötü söz­lerin îmân edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler; dünyâ­da da, âhirette de onlar için pek elem verici bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya üzerinizde Allah 'in fadlı ve rahmeti olma­saydı, ya hakîkat Allah çok re fetli, çok merhametli olmasaydı (hâli­niz neye varırdı)? Ey îmân edenler! Şeytânın adımlan ardınca gitmeyin. Kim şeytânın adımlarına uyarsa, şübhesiz ki o, kötülüğü ve meşru' olmayan şeyleri emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiriniz ebedî temize çıkamazdı. Ancak Al­lah 'tır ki, kimi dilerse temize çıkarır. Allah hakkıyle işiten, hakkıyle

bilendir" (en-Nûr: 11-21).

Allah işte bu âyetleri benim berâetim hakkında indirince, babam Ebû Bekr, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı nafaka vermekte olduğu Mıstah ibn Usâse için:

— Kızım Âişe'ye bu iftirayı söyledikten sonra vallahi ben de Mıs-tah'a birşey vermem, diye yemîn etti.

Bunun üzerine Allah: "Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hı­sımlarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde ku­sur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allah 'in size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyici­dir" (en-Nûr:22) âyetini indirdi.

Bunun üzerine Ebû Bekr:

— Evet, vallahi ben Allah'ın beni mağfiret etmesini muhakkak

severim, dedi ve Mıstâh'a veregeldiği nafakayı tekrar vermeye başla­dı ve:

  Ben bu nafakayı ondan ebediyyen koparmam, dedi.

Âişe dedi ki: Rasûlullah zevcesi Zeyneb bintu Cahş'a da benim hâlimi:

  "Yâ Zeyneb! Âişe hakkında ne bilirsin, yâhud ne gördün?" diye sormuş,

Zeyneb cevaben:

— Yâ Rasûlallah! Ben kulağımı, gözümü (işitmediğim, görme­diğim şeylerden) muhafaza ederim. Vallahi Âişe hakkında hayırdan başka birşey bilmem, diye güzel şehâdet etmiştir.

Bu hususta Âişe: Zeyneb, Rasûlullah'm kadınları arasında gü­zelliği ve Rasûlullah yanındaki mevkii i'tibâriyle bana rekaabet eden bir kadındı. Fakat Allah onu verâsı sebebiyle (iftiracılara katılmak­tan) korudu. Kızkardeşi Hamne bintu Cahş ise Âişe ile muharebeye başladı da (yânî iftiraya şiddetle tutunmaya ve iftiracıların söyledik­lerini hikâye etmeye başladı da) bu sebeble iftira sâhiblerinden helak olanlar içinde helak oldu [400].

 

220- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Eğer dünyâda ve âhirette Allah'ın fadlı ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız yaygaradan dolayı

sizi herhalde büyük bir azâb çarpardı" (Âyet: 14).

Mucâhid: "Telâkkavnehû" "Onu bâzınız bâzınızdan rivayet ediyordunuz"; "Tufîdûne" de "Söylüyordunuz" demektir, dedi.

 

272-.......Bize Süleyman ekA'meş, Husayn'dan; o da Ebû Vâil'den; o da Mesrûk'tan; o da Âişe'nin annesi Ümmü Rûmân'dan ol­mak üzere haber verdi ki, Ümmü Rûmân: Âişe'ye atılan iftira atıldı­ğı zaman, Âişe bayılıp yere1 düştü, demiştir.

 

221- Bâb:

 

"O zaman siz o iftirayı dillerinizle alıyordunuz ve hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah indinde büyüktür" {Âyet: 15).

 

273-.......İbnu Cureyc şöyle haber vermiştir: Abdullah ibnu Ebî Muleyke: BenÂişe'den "İz telikûnehû bi-elsinetikum " şeklinde okur­ken işittim, dedi [401].

 

222- Bâb:

 

"Onu duyduğunuz zaman 'Bunu söylememiz bize yakışmaz- Hâşâ, seni tenzih ederiz. Bu, büyük bir iftiradır' demeniz (lâzım) değil miydi?" (Âyet: 16).

 

274-.......Abdullah ibnu Ebî Muleyke tahdîs edip şöyle demiş­tir: Âişe (ölüm sıkıntısından) mağlûb olmuş bir hâlde iken, ölümün­den önce huzuruna girmek için İbn Abbâs izin istedi. Âişe:

— Bana sena edilmesinden endîşe ediyorum, dedi (de izin ver­mek istemedi).

Kendisine:

— İzin isteyen Rasûlullah'ın amcasının oğlu ve müslümânların önde gelenlerindendir, denildi.

Bu sefer Âişe:

  Ona izin verin, girsin, dedi.

İbn Abbâs, Âişe'nin yanma girdikten sonra:

  Kendini nasıl hissediyorsun? diye hâlini sordu. * Âişe:

— Eğer Allah'a takvâlı olursam hayırdayım, diye cevâb verdi. İbn Abbâs da:

— İnşâallah sen hayırla berabersin. Rasûlullah'ın zevcesisin. Ra-sûlullah senden başka bir bakire ile evlenmedi. (İftira kıssasından do­layı) senin hüccetin gökten indi, dedi.

İbn Abbâs ziyaretini bitirip dışarı çıkarken, içeriye Abdullah ibnu'z-Zubeyr girdi. Âişe ona:

— Yanıma Abdullah ibnu Abbâs girdi de beni sena edip övdü. Hâlbuki ben unutulmuş birşey olmamı (yânî zikredilir birşey olma­mamı) arzu etmişimdir, dedi [402].

 

275-........ İbnu Avn, el-Kaasım'dan tahdîs etti de: İbn Abbâs (R) Âişe'nin huzuruna girmek için izin istedi, deyip yukarıdaki hadî­sin benzerini söyledi, fakat "Nisyen mensiyyen" kısmını zikretmedi.

 

223- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Eğer siz îmân eden kimselerseniz böyle birşeye hayâtta bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmenizi size haram

 (Âyet: 17).

 

276-.......Sufyânes-Sevrî, el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan;

o da Mesrûk'tan; o da Âişe'den tahdîs etti: (Rasûlullah'm şâiri) Hassan ibn Sabit geldi de Âişe'nin huzuruna girmek için izin istiyordu. Mes-rûk: Ben Âişe'ye:

— Bu Hassan için yanma gelmesine izin veriyor musun? dedim.

Âişe (R):

— (İftira işine bulaşmış olduğundan dolayı) ona büyük bir azâb kâbet etmiş değil mi? dedi.

Sufyân: Âişe bu sözüyle Hassan'm gözünün1 gitmesini kasdedi-yor, dedi.                                                                                

Hassan şöyle dedi:

— "Hasânun rezânun mâ tuzennu bi-nbetin Ve tusbıhu garsey mm luhûmi'l-gavâfilr"

( = Hiçbir şübhe ile ittihâm edilmeyen tam akıllı ve iffetlidir.

İffetli kadınların etlerinden yemediği için aç olarak sabahlar.)

Hassân'ın bu beytine karşı Âişe:

 — Fakat sen böyle değilsin, dedi [403].

 

224- Bâb:

 

"Ve işte size âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir' (Âyet: 18).

 

277-......Bize Şu'be, el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan ha­ber verdi ki, Mesrûk şöyle demiştir: Hassan ibn Sabit, Âişe'nin yanı­na girdi de gazel vechi üzere şiir okuyup şöyle dedi: — Hasânun rezânun mâ îuzennu bi-rîbeîin.

Ve îusbihu garsâ min luhûmi'l-gavâfili. Âişe Hassân'm bu şiirine karşı:

  Sen böyle değilsin (sen iffetli kadınlara gıybet ettin), dedi. Mesrûk dedi ki: Ben Âişe'ye:

— Allah "Onlardan onun büyüğünü üzerine alan kimse" âyeti­ni indirmiş olduğu hâlde sen bu Hassan gibilerinin senin huzuruna girmelerini serbest bırakacak mısın? dedim.

Âişe:

— Körlükten daha şiddetli hangi azâb vardır? dedi ve: Şübhesiz bu Hassan, Rasûlullah tarafından müşriklere reddiye yapar, onu sa­vunurdu, sözünü ilâve etti [404].

 

225-  Bâb:

 

"Kötü sözlerin îmân edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler; onlara dünyâda da, âhirette

de pek acıtıcı bir azâb vardır. Allah bilir, siz   . bilmezsiniz. Ya üzerinizde Allah'ın fadlı ve rahmeti, ya hakikat Allah çok şefkatli, çok merhametli olmasaydı (hâliniz neye varırdı)?" (Âyet: 19-20)

"Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allahhn sizi mağfiret etmesini sevmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet: 22).

 

278- Ve Ebû Usâme söyledi ki, Hişârn ibn Urve şöyle demiştir: Bana babam Urvetu'bnu'z-Zubeyr haber verdi ki, Âişe (R) şöyle de­miştir: Benim hakkımda söylenenler söylendiği zaman ve ben de hiç-birşeyin farkında değil iken, Rasûlullah (S) hitâb etmek üzere ayağa kalktı, Şehâdet Kelimeleri'ni söyledi, Allah'a hamd edip lâyık oldu­ğu şekilde övdü. Bundan sonra:

  "Amma ba'du: Aileme töhmet isnâd eden birtakım insanlar hakkında yapılması gereken işi, bu husustaki fikirlerinizi bana söy­leyiniz. Allah'a yemîn ederim ki, ben ailem üzerinde hiçbir kötülük bilmemişimdir. Onların ailem halkına kendisiyle töhmet isnâd et­tikleri kimseye gelince, yine Allah'a yemîn ederim ki, ben o adam üzerinde de asla hiçbir kötülük bilmemişimdir. O zât benim evime, ben hazır iken müstesna, asla girmemiştir. Ben bir seferde bulunup evimden gaybubet etmişsem, o zât da muhakkak benim maiyyetim-de, benimle beraber gaybubet etmiştir" dedi.

Bunun üzerine Sa'd ibn Muâz ayağa kalkıp:

  Yâ Rasûlallah, bana izin ver de onların boyunlarına vura­lım, dedi.

Buna karşı Hazrec oğullarından bir adam ayağa kalktı -ki Has­san ibn Sâbit'in anası bu adamın topluluğundan idi- ve Sa'd ibn Mu-âz'a hitaben:

— Sen yalan söyledin. Dikkat et! Allah'a yemîn ederim ki, eğer o iftirayı söyleyenler Evs kabilesinden olsalar, sen onların boyunla­rının vurulmasıyle sevinemezsin, dedi.

Nihayet mescidin içinde Evs ile Hazrec kabileleri arasında bir şerr olması yakınlaştı.

Âişe dedi ki: Ben bu iftirayı henüz bilmiş değildim. Bu günün akşamı olunca ben bâzı ihtiyâcım için dışarıya çıktım. Beraberimde Mıstâh'ın anası da vardı. Yürürken bu kadının ayağı tökezledi de:

  Mıstah helak olsun! dedi. Ben de ona:

  Ey ana! Sen oğluna mı sövüyorsun? dedim.

Kadın sustu. Sonra kadın ikinci defa ayağı takılıp sürçtü. Kadın yine:

  Mıstah helak olsun! dedi. Ben yine kendisine:

  Sen oğluna mı sövüyorsun? dedim.

Sonra kadın üçüncü kerre ayağı takılıp sürçtü, bu kerre de yine:

  Taase Mıstahum = Mıstah helak olsun! bedduasını söyledi. Ben de kendisini azarladım. Bunun üzerine kadın:

— Vallahi ben Mıstah'a ancak senin yüzünden sövüyorum, de­di.

Ben de:

  Benim hangi hâlim hakkında? diye sordum. Kadın bana âid olan hadisi açtı. Ben:

  Bu söz hakîkaten oldu mu? dedim. Kadın:

  Evet vallahi, dedi.

Âişe dedi ki: Akabinde ben evime döndüm, öyle bir hâlde ki, düştüğüm şiddetli dehşetten dolayı kendisi sebebiyle dışarı çıkmış ol­duğum ihtiyâçtan ne az ve ne de çok birşey bulamıyordum [405].

Ben daha çok hasta oldum, Rasûlullah'a:

  Beni babamın evine gönder, dedim.

O da beni, beraberimde bana hizmet edecek bir oğlanla gönder­di. Ben eve girdim. Annem Ümmü Rûmân'i evin alt katında, babam Ebû Bekr'i de evin üst katında okur hâlde buldum. Annem:

— Ey kızcağızım, seni buraya getiren sebeb nedir? diye sordu.

Ben de kendisine sebebi haber verdim ve iftiracıların benim hak­kımda söyledikleri sözü de ona zikrettim. Bir de gördüm ki, bana ula­şan gamın benzeri anama ulaşmamış. Annem bana:

— Ey kızcağızım, bu işi kendi üzerinden aşağıda tut (kendini üz­me). Allah'a yemîn ederim ki, bir erkeğin yanında sevmekte olduğu güzel bir kadın olsun ve bunun birçok kadın ortaklan bulunsun da kadınlar ona hased etmesinler ve onun hakkında söz edilmesin; bu

pek nâdirdir, dedi.

Gördüm ki bana ulaştığı derecede anama-gam ulaşmamıştı. Ben

anama:

  Bunu babam da bilmiş hâlde mi? diye sordum.

O:

  Evet (bilmektedir), dedi.

  Rasûlullah da bilmiş mi? dedim.

  Evet (o da bilmiştir), dedi.

Ben "Rasûlullah" sözünü söyletmek istedim ve ağladım. Bu sı­rada evin üst katında okumakta olan babam Ebû Bekr benim sesimi işitti de aşağıya indi ve anama:

  Âişe'nin nesi var? dedi.

Anam:

  Şanında zikredilen şey kendisine ulaşmış, dedi. Bunun üzerine babamın iki gözü yaş akıttı.

— Senin üzerine yemîn ediyorum ki, ey kızcağızım, sen muhak­kak kendi evine döneceksin, dedi.

Bunun üzerine ben (hemen evime) döndüm. And olsun Rasûlul­lah da benim odama girmiş ve hizmetçi kızdan da sormuştur. Cari­yem:

— Allah'a yemîn ederim ki, ben Âişe üzerine hiçbir ayıp şey bil­miş değilim. Ancak şu var ki, o uyuyup kalıyordu da nihayet koyun içeriye giriyor ve onun ekmeklik hamurunu yâhud ekmeklik ma'cû-nunu yiyordu, dedi.

Cariyemin bu sözleri üzerine Peygamber'in sahâbîlerinden bâ­zısı onu azarladı da:

  Ey kadın! Rasûlullah'a doğru söyle! dedi.

Hattâ sahâbîler Berîre'ye o düşük işi açıkça söylediler. Bunun üzerine cariyem Berîre:

— Subhânallah! Allah'a yemîn ederim ki, ben Âişe üzerine, ku­yumcunun hâlis altım üzerine bilmekte olduğu bilgiden başka birşey

bilmemişimdir, dedi.

Bu iş, kendisi hakkında söylenilmiş olan adama da ulaştı. O da: - Subhânallahi! Allah'a yemîn ederim ki, ben hiçbir dişi kim-

senin elbisesini asla açmış değilim (yânî ben hayâtımda hiçbir kadın­la asla cinsî münâsebet yapmadım), demiştir.

Âişe: Ve o zât Allah yolunda şehîd olarak öldürüldü, dedi.

Âişe-devâmla şöyle dedi: Anamla babam hiç ayrılmadan benim yanımda sabahladılar. Nihayet mescidde ikindi namazını kıldırmış ol­duğu hâlde Rasûlullah benim yanıma girdi. Sonra anam ile babam beni sağımdan ve solumdan aralarına almış hâlde iken Rasülullah içe­riye girdi de, Allah'a hamd edip övdü. Sonra "Amma ba'du" diyerek şunları söyledi:

  "Yâ Âişe! Eğer bir kötülük yapmış isen yâhud nefsine zul­met mişsen Allah 'a tevbe et. Çünkü Allah, kullarından tevbeyi kabul eder" dedi.

Âişe dedi ki: Bu sırada Ensâr'dan bir kadın gelmiş ve kapıda otur­makta idi. Ben Rasûlullah'a:

  (Onun anlayışına göre hareminin ululuğuna lâyık olmayan) birşeyi zikretmeye şu kadından haya etmez misin? dedim.

Rasülullah va'zmı yaptı. Ben de babama yöneldim de:

  Rasûlullah'a cevâb ver! dedim. Babam:

  Ben ne söyleyeyim? dedi.

Bunun üzerine ben anama yöneldim de:

  Rasûlullah'a sen cevâb ver! dedim. O da:

  Ben ne söylerim? dedi.

Eöyleçe onların ikisi de Rasûlullah'a cevâb vermeyince, ben Şe-hâdet Kelimelerisni söyledim, Allah'a hamd ettim ve O'nu lâyık ol­duğu sıfatlarla sena edip övdüm. Bundan sonra "Amma ba'du" deyip şunları söyledim:

  Vallahi eğer ben sizlere "Ben hiçbir günâh işlemedim" de­sem-Azîz ve Celîl olan Allah benim muhakkak doğru söyleyici oldu­ğuma şehâdet edip dururken- benim bu sözüm, sizin yanınızda bana fayda verici değildir. Yemîn olsun sizler bu iftirayı konuşmuşsunuz ve bu sizin kalblerinize içirilmiş. Ve eğer ben, Allah benim böyle bir iş yapmadığımı bilip dururken, sizlere "Ben bunu yaptım" desem, . sizler muhakkak "Âişe bu işi nefsine karşı ikrar etti" diyeceksiniz. Vallahi ben bu vaziyette kendim için ve sizin için başka bir mesel bu­lamıyorum. -Tam burada zihnimde Ya'kûb'un ismini araştırdım, fakat onu hatırlamaya muktedir olamadım.- Ancak Yûsuf'un baba­sını buluyorum ki, o zaman Yûsuf un babası şöyle demişti: "Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu söylediklerinize karşı, yardı­mına sığınılacak olan da ancak Allah'tır" <Yûsuf:i8).

Ve tam saatinde Rasülullah üzerine vahiy indirildi. Bizler sükût

ettik. Akabinde O'ndan vahiy hâli kaldırıldı. Ben O'nun yüzündeki sevinci apaçık belirmiş buluyordum. Rasülullah alnındaki terleri eliyle siliyor ve:

  "Sevin yâ Âişe! Allah senin tertemiz olduğunu kesin surette indirmiştir" dedi.

Âişe dedi ki: Ben, olduğumdan daha şiddetli bir şekilde öfke­lenmiştim. Ebeveynim bana:

  Rasûlullah'a doğru kalk, dediler. Ben de:

— Vallahi ben ne O'ha doğru kalkarım, ne de O'na ve size hamd ederim; lâkin ben, benim berâetimi indirmiş olan Allah'a hamd ede­rim. Çünkü yemîn olsun ki, sizler o iftirayı  işittiniz de onu inkâr etmediniz ve değiştirmediniz! dedim.

Âişe şöyle der idi: Cahş kızı Zeyneb'e gelince, Allah onu dîni sebebiyle {yânî dîndârlığı sebebiyle) korudu da o, hakkımda hayır­dan başka birşey söylemedi. Amma onun kizkardeşi Hamne'ye ge­lince, işte o, helak olanlar içinde helak oldu. O iftira hususunda kelâm edenler ise, Mistah ile Hassan ibnu Sâbit'tir. Münafık olan Abdul­lah İbnu Ubeyy İse bizzat bu İftirayı eşelemek ve yayılmasını istemek suretiyle ortaya çıkarmakta ve toplamakta olan kimsedir, işte o, "0 zümreden günâhın büyüğünü üzerine alan", odur. Ve Hamne'dir.

Âişe dedi ki: Bu sebebden Ebû Bekr, Mistah'ı ebeden hiçbir fayda verici şeyle faydalandırmayacağına yemîn etti. Bunun akabinde Azîz ve Celîl olan Allah: "Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, vermele­rinde eksiltme yapmasınlar... " <en-Nûr: 22) âyetini sonuna kadar indir­di. Bununla Allah Ebû Bekr'i kasdeder. "Bolluk (yânî servet) sahibi olanlar, hısımlık sahibi bulunanlara ve fakirlere, vermelerini eksik yapmasınlar": Bununla da Allah, Mıstah'ı kasdeder. "Allah'ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" kavline kadar indirdi. Nihayet Ebû Bekr:

— Evet, vallahi ey Rabbimiz, bizler şübhesiz Sen'in bize mağfi­ret etmeni elbette sever, arzu ederiz, dedi ve Mıstah'a veregeldiği na­fakayı tekrar ona döndürdü [406].

 

226- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Baş örtülerini yakalarının üstüne (orayı kapayacak surette) koysunlar" (Âyet: 3i)

Ve Ahmed ibnu Şebîb şöyle dedi:

Bize babam Şebîb ibn Saîd, Yûnus ibn Yezîd'den tahdîs etti. İbnu Şihâb, Urve'den; o da Aişe'den söyledi ki, Aişe (R): Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. Allah "Kadınlar baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar" emrini indirince, o kadınlar izâr denilen dış elbiselerini yardılar da onlarla başlarını örttüler, demiştir [407].

 

279-.......Bize İbrâhîm ibnu Nâfi', el-Hasen ibn Müslim'den;

o da Safiyye bintu Şeybe'den taridîs etti ki, Âişe (R) şöyle der idi: Şii "Kadınlar baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar" âyeti indiği zaman, izârlarını aldılar da onları etekleri yönünden yardılar ve bun­larla başlarını örttüler, demiştir [408].

 

25- el-Furkaan Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

İbn Abbâs şöyle dedi:

"Hebâen mensurun = Saçılmış zerreler" (Âyet: 23), rüzgârın savurmakta olduğu ince topraktır; "Rabb'ine (yânı san'atına) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatmıştır. Eğer O dileseydi onu elbette durdururdu.

Sonra biz güneşi (nasıl) ona bir delil yapmışızdır" (Âyet: 45); burada "Uzatılan gölge", tan yerinin ağarmaya başladığı vakit ile güneşin doğması arasında uzayan ve yayılan gölgedir (ki, bu en hoş bir manzaradır); "Sâkinen'% "Devamlı duran"; "Sümme cealnâ Jş-şemse aleyhi delîlen = Sonra biz güneşin doğuşunu, gölgenin meydana gelmesine bir delîl yapmışızdır" [409].

"O, iyice düşünüp ibret almak arzusunda bulunanlar, yâhud şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri

ardınca getirendir" (Âyet: 62); buradaki "Hılfeten", "Birbiri ardınca" demektir, geceleyin kendisinden bir amel kaçmış olan kimse ona gündüzleyin erişir, yâhud gündüzleyin bir ameli kaçmış olan kimse ona geceleyin erişir (telâfî eder).

el-Hasen el-Basrî de "Ey Rabb'imiz, bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin sevinci olarak (iyi insanlar) ihsan et, bize takva sahihlerini önder kıl" (Âyet: 74) kavli hakkında: Bu, "Bize Allah'a itaat yolunda bulunan zevceler ve nesiller ver" demektir. Mü'minin gözünü, sevdiğini Allah'a tâat yolunda görmesinden daha fazla sevindirecek birşey yoktur, demiştir.

İbn Abbâs: "Subûren" -"Helâken"- (Âyet: 12-13), "Veylen" ma'nâsınadır, dedi. İbn Abbâs'tan başkası: "es-Saîr = Çılgın ateş" (Âyet: ııj müzekkerdir. "Tasa'ur" ve "Ittırâm"ın ma'nâsı "Şiddetle yanmak"tır.

' 'Bu âyetler, onun başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan evvelkilere âid masallardır, dediler" (Âyet. 5); buradaki "Tumlâ aleyhi" sözü "Emleytu" ve "Emleltu" tabirlerinden olup "Kendisine okunmakta olan" ma'nâsınadır. "erRessu", "Ma'den" ma'nâsınadır; bunun cem'i "Risâs" gelir (Âyet: 38). "Mâ.ye'beu bikum Rabbî" (Âyet: 77), "Rabb'im size değer vermezdi"; "Mâ abe'tu bihi şey'en" denilir ki "Ben ona birşey değeri vermedim", yânî "O sayılmaz, i'tibâr edilmezdir" demektir.

"Inne azâbehû kâne garâmen = Gerçek onun azabı daimî bir helaktir" (Âyet: 65); bu "Garâmen", "Helak" ma'nâsınadır.

"Fe atev" (Âyet: 20, "Tağav", yânî "Azgınlıkta sınırı aştılar" demektir.

Sufyân ibn Uyeyne de "Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu azgın bir fırtına ile helak edildiler" (ei-Hâkkaa: 6) kavlindeki "Âtiyetin", hâzinleri üzerine şiddetle esen, böylece ölçüsüz ve tartısız çıkan şiddetli rüzgârdır [410].

 

227- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

' O yüzleri üstü cehenneme sürülüp toplanacaklar, onların yeri çok kötü, yolu çok sapıktır" (Âyet: 34)

 

280-....... Enes ibn Mâlik şöyle tahdîs etmiştir: Bir adam:

— Ey Allah'ın Peygamberi! Kâfir, kıyamet gününde yüzüstü nasıl haşrolunur? diye sordu. Peygamber (S):

— "Dünyâda onu iki ayağı üzerinde yürüten Allah, kıyamet gü­nünde yüzüstü yürütmeye kudretli değil midir?" diye cevâb verdi.

Bu hadîsin râvîsi Katâde: Evet Rabb'imizin izzetine yemîn ede­rim ki, O buna elbette kaadirdir, dedi [411].

 

228-  Yüce Allah'ın7 Şu Kavli Babı:

 

'Onlar ki, Allah'ın yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya Çarpar" (Âyet: 68).

 

281-.......Buradaki iki senedle gelen hadîste Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah'a sordum -yâhud Rasûlullah'a şöyle soruldu-:

  Allah katında hangi günâh en büyüktür? dedim. Rasûlullah (S):

  "Seni Allah yaratmış olduğu hâlde Allah 'a bir benzer uydur-mandır" buyurdu.

  Sonra hangi (günâh büyüktür)? diye sordum.

Rasûlullah:

   "Seninle beraber yemek yemesinden korkarak çocuğunu öldünnendir" buyurdu.

  Bundan sonra hangisi (büyüktür)? dedim. Rasûlullah:

  "Komşunun halîiesiyîe (yânı zevcesiyle) zina etmendir'' bu­yurdu.

İbn Mes'ûd dedi ki: Rasûlullah'ın bu cevâblarını tasdik edici olarak şu âyet indi: *'Onlar ki Allah 'in yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar" [412].

 

282-....... Abdulmelik ibnu Cureyc şöyle demiştir: Bana el-Kaasım ibnu Ebî Bezzete haber verdi ki, kendisi Saîd ibnu Cubeyr'e:

— Kasdederek bir mü'mini öldüren kimse için tevbe var mıdır? diye sorup, akabinde ona karşı "Allah'ın haram kıldığı cam haksız olarak öldürmezler" âyetini okudum, demiş.

Saîd ibn Cubeyr de ona:

  Senin bu âyeti bana karşı okuduğun gibi, bunu İbn Abbâs'a karşı okudum. İbn Abbâs bana şöyle dedi: Bu âyet Mekkiyye'dir. Bunu, Medine devrinde inmiş olan en-Nisâ Sûresi'ndeki şu âyet neshetmiş-tir: * 'Kim bir mü 'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı ol­mak üzere cehennemdir. Allah ona gadâb etmiştir, ona la 'net etmiştir ve ona çok büyük bir azâb hazırlamıştır" <Âyet:93) [413].

 

283-.......Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Küfe ehli kasden bir mü'minin öldürülmesinde (bundan tevbe kabul edilir mi hususunda) ihtilâf ettiler. Ben bu konuda İbn Abbâs'a sormaya gittim (ve sor­dum). İbn Abbâs:

— Bu, "Kim bir mü 'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir..." âyeti, en son inen vahiyler içindedir ve bunu hiçbirşey neshetmemiştir, dedi [414].

 

284-....... Saîd ibn Cubeyr dedi ki: Ben İbn Abbâs'a:

— Yüce Allah'ın "Onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehen­nemdir" kavlinden sordum.

İbn Abbâs:

  Kasden insan öldürenin tevbesi yoktur, dedi.

Ben ona, zikri celîl olan Allah'ın sonuna kadar "Allah'ın bera­berine başka bir tanrı katıp tapmazlar..." kavlini sordum. İbn Ab­bâs:

  Bu âyet, Câhiliyet devri (müşrikleri) hakkındadır, dedi [415].

 

229-   Bâb:

 

"Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o azabın içinde hor ve hakir ebedî kalır" (Âyet: 69).

 

285-.......Saîd ibnu Cubeyr şöyle dedi: İbnu Ebzâ dedi ki: İbn Abbâs'a "Kim bir mü'minikasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir'1'' (en-Nisâ:93) kavli soruldu. Bir de "Allah 'in haram kıldığı canı haksız olarak öldürmezler... Meğer ki tevbe edip iyi amelde bulunan kimseler ola" kavline kadar ulaşıp bundan da so­ruldu (yânî bundan da sor denildi). Ben bunları İbn Abbâs'a sordum. İbn Abbâs dedi ki:

— Bu âyet indiği zaman Mekke ahâlîsi: Hakîkaten bizler Allah'a denk uydurup ortak kıldık, Allah'ın haram kıldığı canı haksız ola­rak öldürdük ve çirkin işler yaptık, dediler. Allah akabinde "Meğer ki şirkten tevbe edip îmân eden, iyi amelde bulunan kimseler ola. İş­te Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet:70) kavlini indirdi.

 

230-  Bâb;

 

'(Şirkten) tevbe edip îmân eden ve iyi amelde bulunan kimseler müstesnadır. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir *' (Âyet: 70).

 

286-....... Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Abdurrahmân ibnu Ebzâ bana, şu iki âyeti İbn Abbâs'tan sormamı emretti: "Kim bir mü 'mini kasden öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir" (en-Nisâ:93). Ben bu âyeti İbn Abbâs'a sordum. İbn Ab­bâs:

  Bu âyeti hiçbirşey neshetmedi, dedi.

"Onlar ki, Allah 'in yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmaz­lar..." (d-Furkaan:68); ben bunu da sordum. İbn Abbâs:

  Bu, şirk ehli hakkında indi, dedi [416].

 

231- Bâb:

 

'(Bu tekzibinizden dolayı size) artık yakın bir azâb lâzım oluyor" (Âyet: 77).

"Lizâmen", "Heleketen" demektir.

 

287....... Bize Müslim ibn Sabîh tahdîs etti ki, Mesrûk söyle demiştir: Abdullah ibnu Mes'Ûd (R) şöyle dedi: Beş alâmet vâki' olup geçmiştir:   ed-Duhân:10;   eI-Kamer:l-2;   er-Rûm:l-2,   el-Batşe  (ed Duhâni6) ye "Artık yakın bir azâb lâzım oluyor" (ci-Furkaan:77) kavlindeki "Lizam" [417]

 

26- eş-Şuarâ Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah 'in ismiyle

 

Mucâhid: "Siz her yüksek yerde bir alâmet bina edip eğlenir misiniz" (Âyet: 128) kavimdeki "Te'besûn{ = Abesle uğraşır mısınız)?", "Bina eder misiniz?" demektir, dedi.

"Siz burada emîn emîn bırakılacak mısınız? Bağların, pınarların içinde, ekinlerin ve tomurcukların nâzik, yumuşak hurma ağaçlarının içinde" (Âyet: 146-149) kavlindeki "Hedîm", dokunulduğu zaman kırılıp ufalanan Iatîf şey ma'nâsınadır. "Mine'l-musahharin", "Mine'l-meshûrîn" (yânî büyülenmişlerdensin) (Âyet. 153)

ma'nâsınadır.

"Leyke"ve "el-Eyke", "Eyketun"un cem'idir; "Eyke" de "Ağaçlardın cem'idir ki, "Orman" demek olur (Âyet: 176) [418].

' 'Hulâsa onu tekzîb ettiler de kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdu Hakikat bu, o günün büyük azabı idi7' (Âyet: is9>.

"YevzmVz-zulle", Azabın onları gölgelemesidir [419].

"Mevzûnin", "Ma'lûmin" (yânî "Bilinmiş") ma'nâsınadır (ei-Hicn 19).

*'Mûsâ'ya: 'Asanı denize vur' diye vahyettik. (Vurunca) derhâl deniz yarıldı, herbir parçası kocaman dağ gibi oldu" (Âyet: 63>; buradaki "Tavd",  "Cebel" (yânî "Dağ") ma'nâsınadır [420].

"Şübhesiz bunlar azar azar birer cemâattir" (Âyet. 54); buradaki "eş-Şirzimetu", "Tâifetun kalîletun" (yânî "Az bir cemâat") demektir.

Ki o kıyam ettiğin vakit seni ve secde edenler içindeki dolaşmanı dâima görendir" (Âyet. 218H9); buradaki "Fî'ssâcidîn'% "Namaz kılanlar içinde" ma'nâsinadır.

İbn Abbâs şöyle dedi:

' 'Siz her yüksek yerde bir alâmet bina edip eğlenir misiniz? Ebedî kalacağınızı umarak yer altında su mahzenleri edinir misiniz?" (Âyet: 128-129); buradaki ı'er-Rey'u", "Eyfâ" yânî "Arz'dan olan yükseklik"ma'nâsınadır; "er-Rey'atu", "Riyeatu"nun vahidi, yânî tekilidir. "Masâm'(= Masna'lar)", içinde su edinilen her bina masnaa'dır.

"Dağlardan şımarık şımarık evler yontuyordunuz" (Âyet:149); buradaki "Ferinin", "Merihîn", "Fârihîn"; hepsi

bir ma'nâyadır. "Fârihin", (yontucuların hâli olup) maharetli ustalar ma'nâsınadır, deniliyor.

"Velâ te'sev fVl-ardı müfsidîn= Yeryüzünde fesâdçılar olarak bozgunculuk etmeyin" (Âyet: ıs3); "Velâ te'sev",

"Ase, Yeîsu, Aysen" babından olup, "Fesadın en şiddetlisi" ma'nâsınadır.

"Sizi ve evvelki ümmetleri yaratan(Allah)dan korkun" (Âyet: 184), buradaki "el-Cibille", "Halk" ma'nâsınadır. "Cubile", "Hulika" (yânî "Yaratıldı") demektir. (Yâsîn: 62'deki) "Cubulen" de bu bâbdandır. "Cubulen, Cibilen ve Cublen", "Halk" ma'nâsınadır. Buradaki "Cubulen" ile "Halk"ı, "Yarattı" ma'nâsını kasdediyor. Bu ma'nâyı İbn Abbâs söyledi.

 

232- Bâb: "Kabirlerinden Kaldırılacakları Gün Beni Rüsvây Etme" (Âyet: 87) [421]

 

288 "Ve ^râhîm ibnu Tahmân (öl. 160), İbnu Ebî Zı'b'den- o da Saıd ibnu Ebî Saîd el-Makbûrî'den; o da babası Ebû Saîd Key san dan; o da Ebû Hureyre(R)'den söyledi ki, Peygamber (S) söyle .buyurmuştur: ''ibrahim Peygamber -ona salât ve s!lâm olsun- Îrft met günûI babası Azer'i üzeri tozlu ve siyahtı bir hâlde gördü " el-Gabere( = Toz), "Siyahlıktan ibarettir  [422].

 

289-......". Bize kardeşim Abdulhamîd, İbnu Ebî Zı'b'den; o da Saîd el-Makbûrî'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Pey­gamber (S) şöyle buyurmuştur: "İbrâhîm (kıyamet gününde yüzü toz içinde) babasına kavuşacak da: Yâ Rabbt Sen bana insanlar diriltile-cekleri gün beni zelîl ve rüsvây etmeyeceğini va'd etmiştin, diyecek. Allah da: Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır, buyuracak" [423].

 

233-   Bâb:

 

'Sen (îlkin) en yakın hısımlarını inzâr et. Mü yminlerden sana tâbi* olanlara kanadını indir (yanını yumuşat)"

(Âyet: 2!3-2!4)

 

290-....... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: "Sen en yakın hısım­larını inzâr et'" âyeti indiği zaman Peygamber (S) Safa Tepesi üzeri­ne çıkıp yükseldi de:

  "Ey Fıhr oğulları! Ey Adiyy oğulları!" diye bütün Kureyş soylarını oymak oymak nida etmeye başladı.

Nihayet çağrılanlar oraya toplandılar. Çağrılanlardan herhan-gibiri oraya çıkmaya muktedir olmadığı zaman, toplantıda ne olaca­ğına bakması için bir elçi göndermiştir. Kureyş'Ie beraber Ebû Leheb de geldi. Peygamber bu topluluğa hitaben:

  "(Ey Kureyş!) Haydi bana re'yinizi haber veriniz! Ben size şu vâdfde birtakım düşman süvarileri vardır, sizin üzerinize baskın yapmak istiyorlar diye haber versem, bana inanır mısınız?" dedi.

Topluluk:

— Evet inanırız. Biz senin üzerinde yaptığımız her tecrübede, se­nin doğru sözl'i olduğunu tesbît ettik, dediler.

Peygamber:   ,

  '-'Öyleyse ben size, şiddetli bir azabın önünde sizleri uyarıp sakındırıcıyim..." dedi.

Bu hitabe üzerine Ebû Leheb:

— Yazık sana! Bundan sonraki günlerde hüsrana, zarara uğra-yasın! Bizleri bu konuşma için mi burada topladın? dedi.

Bu sözleri üzerine şu sûre indi: "BismVllâhVr-rahmânVr-rahîm. Ehû Leheb'in iki eli kurusun. Kendisi de kurudu (helak oldu). Ona ne malı, ne kazandığı faide vermedi... " (Ebü Leheb Sûresi: ı-5) [424].

 

291-.......ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Saîd ibnu'l-Müseyyeb ile Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân haber verdiler ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Allah: "Sen en yakın hısımlarına azabı haber verip uyar" âyetini indirdiği zaman Rasülullah (S) ayağa kalktı da şöyle hitâb etti:

— "Ey Kureyş topluluğu! (Yâhud buna benzer bir hitâb kelimesiyle.) Müslüman olup nefislerinizi Allah'ın azabından satın alı­nız. Ben Allah'ın azabından hiçbirşeyisizden men'edemem. Ey Abde Menâf oğulları! Sizden de ben Allah'ın azabından hiçbirşeyi def' ede-. mem! Ey Abbâs ibne Abdilmuttalib! Senden de Allah'ın azabından hiçbir parçasını men' edemem. Ey Allah Elçisi'nin halası Safiyye! Sen­den de ben Allah'ın azabından bir kısmını olsun def edemem. Ey Muhammed'in kızı Fâtıma! Malımdan ne dilersen iste (veririm, fa­kat) Allah'ın azabından bir parçasını bile senden savıp def' edemem" buyurdu.

Bu hadîsi rivayet etmekte Buhârî'nin şeyhi Ebû'l-Yemân'a Es-bağ ibnu'l-Ferec mutâbaat etmiştir. Buhârî'nin diğer üstadı Esbağ da Abdullah ibn Vehb'den; o da Yûnus ibnu Yezîd el-Eylî'den; o da İb­nu Şihâb ez-Zuhrî'den olmak üzere rivayet etmiştir [425].

 

27- en-Neml Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"el-Hab'u" (Âyet: 25), "Gizlediğin herşey" ma'nâsınadır. "Lâ kıbele" (Âyet: 37),

"Lâ takate" ma'nâsınadir.

' 'Ona denildi ki: Köşke gir. Kadın onu görünce derin bir su sandı, iki ayağını açtı. Süleyman: O, hakîkaten sırçadan yapılmış, düzeltilmiş şeffaf bir açıklıktır, dedi.

Kadın: Ey Rabb 'im, hakikat ben kendime yazık etmişim. Süleyman 9ın maiyyetinde âlemlerin Rabb H olan

Allah'a teslim oldum, dedi" (Âyet: 44); buradaki "es- Sarh", sırçalardan edinilmiş olup duvar ve saha sıvamaya yarayan her hare ve her şeffaf çamurdur.

Bir de' "es-Sarh", "Köşk" ma'nâsınadır. Bunun cem'i "Surûh"tur [426].

İbn Abbâs şöyle dedi:

"Hakikat orada bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşey verilmiştir. Onun bir de çok büyük bir tahtı vardır" (Âyet: 23); buradaki "Ve lehâ arşun", "Güzel san'ath, değeri pek pahalı büyük bir tahtı vardı" demektir [427].

"Süleyman: Ey ileri gelenler, onun tahtını, kendilerinin bana müslümân olarak gelmelerinden evvel hanginiz bana getirir? dedi" {Âya. m; buradaki "Müslimîn", "İtaat ediciler olarak" demektir.  ki: Çabucak gelmesini istemekte olduğunuzun (yânı azabın) bir kısmı ensenize binmek üzeredir" (Âyet: 72);

buradaki "Redife", "Yakın oldu" ma'nâsınadır. "Sen dağları görür, onları yerinde durur sanırsın. Hâlbuki onlar bulut geçer gibi geçer gider. Bu herşeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır..." (Âyet: 88); buradaki "Câmideten", "Yerinde durucu" rha'nâsınadır [428].

"Ey RabbHm, bana ve ana-babama lütfettiğin nVmetine şükretmemi ve (geri kalan ömrüm içinde) Sen Hn razı

olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" (Âyet: i9>; buradaki

"EvzVnî", "Beni alıştırıp nefsim üzerine hâkim kıl da bendeki ni'metinin şükrünü yerine getireyim" demektir [429].

Mucâhid de şöyle dedi: "Nekkırû lehâ arşehâ" (Âyet: 4i), "Onun tahtını başkalaştırıp bilinmez şekle getirin" (Âyet: 4i) demektir. "Ve ûtînâ 1-ilme min kablihâ - Ve bize o kadından önce ilim verilmişti ve biz müslümân olmuştuk" (Âyet: 42)

Mucâhid: Bu sözü Süleyman söylüyor, demiştir, "es-Sarhû", "Su havuzu"dur ki, Süleyman onun üzerine şeffaf sırçalar vurdurmuş, o havuza sırçalar giydirip döşetmişti.

 

28- el-Kasas Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'm ismiyle

 

"Allah ile birlikte diğer bir tanrı daha edinip tapma. O 'ndan başka hiçbir tanrı yok. O ynun vechinden başka herşey helak olucudur. Hüküm O ynundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz" (Âyet: ss). Buradaki "İllâ vehehu", "İllâ mulkehu" ma'nâsınadır. "İllâ" istisnâsıyle Allah'ın yüzü murâd edildi de denilir [430].

Ve Mucâhid: "Fe amiyet aleyhim el-enbâu yevmeizin = Artık o gün

onlara karşı bütün haberler kör olmuştur. Artık birbirlerine de birşey soramazlar" (Âyet: 66); buradaki "c Enbâu{- Haberler)", "Hüccetler" ma'nâsınadır, demiştir [431].

 

234- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Hakikat sen her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah'tır ki kimi dilerse ona hidâyet verir ve O, hidâyete

erecekleri daha iyi bilendir" (Âyet: 56).

 

292-.......ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Saîd ibnu'I-Müseyyeb haber verdi ki, babası el-Müseyyeb ibn Hazn (R) şöyle demiştir: Ebû Tâlib'e ölüm (alâmetleri) geldiği zaman ona Rasûlullah (S) geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl ibn Hişâm ile Abdullah ibn Ebî Umey-ye ibni'l-Mugîre'yi buldu. Rasûlullah, Ebû Tâlib'e:

— "Ey amca! La ilahe illellâh kelimesini söyle de bununla Al­lah katında senin lehine şefaat için hüccet getireyim" dedi.

Bunun üzerine Ebû Cehl ile Abdullah ibnu Ebî Umeyye:

— (Yâ Ebâ Tâlib!) Abdulmuttalib milletinden yüz mü çeviriyor­sun? diye men' ettiler.

Rasûlullah da amcasına Tevhîd Kelimesi'ni arza devam ediyor­du. O ikisi de devamlı olarak o söyledikleri makaaleyi, yânî sözü tekrar ediyorlardı. Nihayet Ebû Tâlib bunlara karşı söylediği son söz ola­rak:

— O (yânî ben) Abdulmuttalib milleti üzeredir, dedi ve "La ila­he ille İlâh" demekten çekindi.

Râvî dedi ki: Rasûlullah:

  "Yemîn ederim ki, ben hakkında mağfiret dilemekten neh-yolunmadıkça muhakkak Allah'tan senin için mağfiret isteyeceğim" dedi.

Bunun üzerine Allah: "Müşriklerin, o çılgın ateşin yaranı ol­dukları muhakkak meydana çıktıktan sonra artık onların lehine, ve­lev hısım olsunlar, ne Peygamber İn, ne de mü 'min olanların mağfiret istemeleri doğru değildir" (et-Tevbe: ii3) âyetini indirdi. Yine Allah Ebû Tâlib hakkında indirdi de Rasûlü'ne hitaben şöyle buyurdu: "Haki­kat sen her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah 'tır ki, kimi dilerse ona hidâyet verir ve O, hidâyete erecekleri daha iyi bilendir" (Âyet:56) [432].

İbn Abbâs şöyle dedi [433]: "Hakîkaten Kaarûn, Musa'nın kav­minden idi. Fakat onlara karşı serkeşlik ettL Biz ona öyle hazîneler verdik ki, anahtarlarım taşımak bile) güçlü kuvvetli büyük bir ce­mâate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona: 'Şımarma, çünkü Allah şı-manklan sevmez'demişti"(Âyçt.76). Buradaki "Ulû'l-kuvvet(~Kuvvet sâhibleri)'» "Erkeklerden oluşan kuvvet sahibi bir cemâat onun anah­tarlarım kaldırmaz" ma'nâsınadır. "Le-tenûu" da "Anahtarlar o ce­mâate elbette ağır basar" demektir.

"Mûsâ 'nın anası, yüreği çocuğundan başka herşeyden bomboş ola­rak sabahladı. Eğer (Allah'ın va'dine) inananlardan olması için kal­bine rabıta vermeseydik az daha onu açıklayacaktı" (Âyet:io).

"el-Ferihîn", (Âyet: 76) "el-Merihîn", yânî "Şımarıkları sevmez" demektir. "Anası Musa'nın kızkardeşine dedi ki: 'Onun izini ta'kîb et" (Âyet:ii) yânî "Onun haberini öğrenip bildirmem için izinin arka­sından git, dedi". Bazen bu "el-Kasas" fiili, bir sözü kıssa etmek, nakletmek, anlatmak ma'nâsına olur: "Biz sana bu Kur 'ân h (bu sû­reyi) vahyetmek suretiyle en güzel beyânı kıssa olarak sana anlataca­ğız. Hâlbuki sen daha evvel bundan elbet haberdâr olmayanlardandın'' (Yûsuf:3) âyetinde olduğu gibi.

"Mûsâ 'nın kızkardeşi de, berikiler farkında olmayarak onu uzak­tan gözetledi" (Âyet:ii); buradaki "An cunübin", "An bu'din" yânî "Uzaktan" ma'nâsınadır. "An cenabetin" ve "An ictinâbin" ta'-bîrleri de yine bir şey olup, aynı ma'nâyadır.

"Derken Mûsâ ikisinin de düşmanı olan birini yakalamak iste­yince..." (Âyet:i9); buradaki "Yebtışu" vt "Yebtuşu" fiilleri, sülâsî ikinci ve birinci bâblardan olup sıkı ve sert şekilde arslan yakalayışı gibi yakalama ma'nâsınadır.

"Şehrin öte başından koşarak bir adam geldi. Mûsâ: Memleketin önde gelenleri seni öldürmek için (toplandılar) hakkında müzâ­kere ediyorlar. Hemen buradan çık git. Şübhesiz ki, ben sana hayır isteyicilerdenim, dedi. " (Âyet:20), buradaki "Ye'temirûne", "İstişare ediyorlar" demektir.

"eUUdvân" (hyzv.2%), "el-Adâu", "et-Teaddî" hepsi bir olup "Hakkı tecâvüz etmek" ma'nâsınachr.

"Ânese", "Absara", yânî "Gördü"; "el-Cezvetin minel-nâri"

(Âyet: 29), "Ateşten bir parça" ma'nâsınadır.

"el-Cezvetu", kendisinde alev bulunmayan ateşli odundan ka­lın bir parçadır. "Şihâb" (en-Nemi: 7) ise, kendisinde alev bulunan ateş­tir. Yılanlar birçok cinstir: "el-Cânnu" (Âyer.31), "el-Efâî", "el-Esâ-vid"... gibi

"Rıd'en" (Âyet:34), "Yardım edici olarak"; İbn Abbâs: "Beni tasdîk edip doğrulayacak bir yardımcı olarak" şeklinde fiili merfû' okuyup söyledi.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle dedi: "Seneşuddu adudeke bi~ ahîke = Senin pazunu kardeşinle şiddetlendirip kuvvetlendireceğiz"

(Âyet:35) buradaki "Se-nesudduke", "Sana yardım edeceğiz" demek­tir. Bir şeyi kuvvetlendirdiğin zaman muhakkak sen onu takviye edecek bir pazu yapmış olursun.

"Biz onları (dünyâda insanları) ateşe da'vet edegelen rehberler yaptık. Kıyamet gününde ise asla yardıma kavuşturulmayacaklar dır. Bununla beraber bu dünyâda biz onların arkalarına la 'net de taktık. Kıyamet gününde onlar çok kötülenmiş olanlardır" (Âyet:4i-42); bura­daki "Mine'l-makbûhîn", "Helak edilmişlerdendirler" ma'nâsına­dır.

"And olsun ki, biz onlar için nasihat kabul etsinler diye sözü birbiri ardınca ekleyip (indirip) durmuşuzdur" (Âyet:5i); buradaki "Ve le-kad vassalnâ 1-kavle = Yemin olsun biz sözü ekleyip durduk", "Ye-

mîn olsun biz sözü beyân ettik ve tamamladık" ma'nâsınadır.

"... Biz onları tarafımızdan bir nzık olarak her şeyin mahsûlle­rinin gelip toplanacağı korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi?"

(Âyet:57); buradaki "Yucbâ", "Yuclebu" yânî "Celb edilip toplanır" ma'nâsınadır.

"Biz bol geçimi ile şımarmış nice memleketleri helak ettik" (Âyet:58); buradaki liBatırat'\ "Eşiret( = Çok sevindi, taşkınlık etti, az­dı)" ma'nâsınadır.

"Senin Rabb'in memleketlerin ana merkezlerine, karşılarında âyetlerimizi okuyacak bir rasûl gönderinceye kadar o memleketleri he­lak edici değildir ve biz ahâlîsi zâlim olan memleketlerden başkasını helak edici değiliz" (Âyet: 59). Buradaki "Ummihâ", "Memleketlerin ana merkezi: Mekke ve etrafında bulunanlar"dir.

"Göğüsleri neler saklıyorsa, neleri de açıklıyorsa Rabb'in hep­sini bilir"(Âyet:69); buradaki "Tekinnu", "Tuhfî(=: Gizliyor)" ma'-nâsınadir. "Eknentu'ş-şey'e", "Onu gizledim", "Kenentuhû" ise "Onu gizledim ve onu açığa çıkardım" demek olup zıd ma'nâlı fiil­lerdendir. "Veykeenne'llâhe", "Elem tereenne'llâhe..."gibidir: "Vay demek ki, Allah kullarından kimi dilerse onun rızkını yayıyor, da­raltıyor... ", yânı "Ona rızkını bollatiyor ve daraltıyor...". "Vay de­mek ki hakikat şudur: Kâfirler asla felah bulmayacaklar" (Âyet: 82).

 

235- "Herhalde O Kur'ân'i Senin Üzerine Farz Kılan Allah, Seni Dönülecek Yere Döndürecektir" (Âyet: 85) Babı

 

293-.......Bize Sufyân ibnu Dînâr el-Usfurî, (İbn Abbâs'ın kö­lesi) İkrime'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs: "Le râdduke ilâ maâd"\ "O seni muhakkak Mekke'ye döndürecektir" şeklinde tefsir etmiş­tir [434].

 

29- el-Ankebût Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid, "Uyanık insanlar oldukları hâlde şeytân onların amellerini süsleyip, kendilerini yoldan saptırmıştır" (Âyet: 38), yânî onları dâller, sapıklar yaptı, demiştir.

"Bu dünyâ hayâtı bir eğlenceden, bir oyundan başka birşey değildir. Âhiret yurdu ise şübhe yok ki, o hayâtın tâ kendisidir; bunu bilmiş olsalardı" (Âyet: 64); buradaki "Hayavân" ve "Hayy" bir ma'nâya olup "Dirilik" demektir.

Mucâhid'den başkası da şöyle dedi:

"And olsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir. Allah elbette sâdık olanları bilir, elbette yalancı olanları bilir" (Âyet: 3); "Allah îmân edenleri de elbet bilir, münafıkları da elbet bilir", (Âyet: id; bu âyetlerdeki "Fe-le-yaHemenneHlâhu", "Allah bunu bildi" demektir. Bu ta'bîr, "Ki Allah murdarı temizden ayırdetsin..." (ei-Enfâi: 37) kavli gibi, "Fe-li-yemizellâhu", "Allah elbette temyiz edecek" menzilindedir [435].

"Onlar herhalde kendi yüklerini de, o yükleriyle beraber daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler ve düzmekte

oldukları şeylerden kıyamet günü sorumlu olacaklardır" (Ayet: 13). Buradaki "Onlar herhalde kendi ağırlıklarıyle beraber birtakım ağırlıkları da yüklenecekler" sözü, "Kendi günâhlanyle beraber daha birtakım günâhları da yüklenecekler" sözüyle bir ma'nâyadır [436].

 

30- "Elif. Lam. Mîm. Gulibeti'r-Rûm" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"İnsanların mallarında artış olsun diye faiz cinsinden verdiğiniz şey, Allah katında artmaz. Allah'ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekât ise, işte sevâblarını kat kat artıranlar onlardır" (Âyet: 39).

"Allah katında artmaz"; bu, ondan daha fazlasını arayarak bir atıyye veren kimse için (bu niyetle verdiği) atıyyede âhiret ecri yoktur, demektir.

Mucâhid şöyle dedi:

"Artık îmân edip de güzel güzel amellerde bulunanlar; işte onlar bir bahçede (yaşayıp) sevinçli olurlar" (Âyet: 15);

buradaki "Yuhberûn", "Yuna'amûn" yânî "Ni'metlendirilirler, refahlı kılınırlar" demektir.

"Kim küfrederse, küfrü kendi aleyhinedir. Kim de iyi bir amelde bulunursa, kendileri için hazırlamış olurlar"

(Âyet: 44); buradaki "Yemhedûn" "Yatacak yerlerini dümdüz ederler" (yânî kabirlerde yâhud cennette yatacak yerlerini düzeltip hazırlarlar) dernektir, "el- Vedk" (Âyet: 48)

"Yağmur" ma'nâsınadir. İbn Abbâs, "O, size kendi nefislerinizden bir temsil getirdi; Sizi rızıklandırdığımız şeylerde sağ elinizin mâlik olduğu kölelerden ortaklarınız olmasını ister de bu hususta siz onlarla müsavi olur, onları kendinizi saydığınız gibi sayar mısınız? İşte biz âyetleri, aklını kullanacak bir kavim için böyle açıklarız" (Âyet: 28); bu âyet, Allah'tan başka tapmakta oldukları ilâhlar ve Yüce Allah hakkında indi, demiştir. Neft' ma'nâsına olan sorunun cevâbı "Siz onda müsavi olur musunuz?" cümlesidir. Ey efendiler, sizler memlûklerinizden, sizin birbirinize mîrâsçı oluşunuz gibi, onların size mîrâsçı olacaklarından korkarsınız. (Bundan murad üç şeyin de nefyidir: Ortaklığın, müsâvîliğin ve efendilerin kölelerinden korkmalarının nefyidir.) [437]

"Allah'ın reddine asla imkân bulunmayan o gün gelmezden evvel -ki o gün (bütün insanlar) bölük bölük ayrılacaklardır- yüzünü haydi o dosdoğru dîne çevir" (Âyet: 43). Buradaki "Yasaddaûn" "Yeteferrakûn( - Ayrılacaklar)" ma'nâsınadır ki, bir bölüğü cennette, bir bölüğü cehennemde olacak, demektir.

"Fasdâ' bimâ tu'mer" (ei-Hıcr: 94), "Şimdi sen ne ile emrolunduysan apaçık bildir..."; buradaki "Isda"\

"Ifrık" ve "Emdi" ("Açıkla, i'lân et, yürüt, yerine getir, infaz eyle") ma'nâsınadır.

İbn Abbas'tan başkası:

"Allah sizi bir zaftan yaratan, sonra diğer bir za'fın ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da yine za fa ve ihtiyarlığa getirendir. O, ne dilerse yaratır, O hakkıyle bilendir, kemâliyle kaadirdir" (Âyet: 54); buradaki "Duf" ve "DaJ" kelimeleri, bir ma'nâya gelen iki lügattir, dedi.

Ve Mucâhid:

"Sonra kötülük eden(ümmet)lerin akıbeti ateş oldu. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanlamışlardı ve onları

eğlenceye alıyorlardı" (Âyet: ıo>; buradaki "es-Sûâ", kötülük yapanların cezası olan "İsâef'tir, dedi.

 

294-....... Mesrûk şöyle demiştir: Bir adam (Kûfe'nin) Kinde mevkiinde [438] hadîs söylerken (Kur'ân'da zikredilen Duhân (Âyet:iO) hakkında):

— Kıyamet günü bir duman gelecek de kâfirlerin, münafıkların kulaklarını sağır, gözlerini kör edecek, mü'minlere de yalnız nezle has­talığı şeklinde te'sîr edecek, dedi.

Biz bu sözden korktuk da hemen İbn Mes'ûd'a geldik. İbn Mes'~ ûd birşeye yaslanır hâlde istirahat ediyordu. Bu sözü işitince öfke­lendi, hemen toparlanıp oturdu ve:

— Kişi bildiğini söylesin, bilmediği şey hakkında da "Allah en bilendir" desin! Çünkü insanın bilmediği birşey hakkında "Bilmiyo­rum" demesi de ilimden bir nevi'dir [439]. Çünkü Allah, kendi Pey-gamberi'ne: "De ki: Ben, buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğimden (birşey) teklif edenlerden de değilim" (Sâd: 86) buyurmuştur (ve bununla hasımlarına karşı tebliğlerinde samimî olduğunu söylemesini emretmiştir).

(Duman mes'elesine gelince, bu, dünyâda cereyan etmiştir. Bu, Kureyş'e âid bir vak'adır; Kindeli'nin sandığı gibi kıyamete âid değildir.) Şöyle ki: Kureyş müşrikleri İslâm Dîni'ni kabulde ağır davra­nıp geri kaldılar, bunun üzerine Peygamber (S):

  "Yâ Allah! Yûsuf Peygamber'in kavmi aleyhine verdiğin ye­di kıtlık yılı gibi, Kureyş'e de yedi yıl (yokluk azabı) vererek bana yardım et!" diye duâ etti.

Bu beddua üzerine Kureyş'i şiddetli bir kıtlık yakaladı. O dere­cede ki, birçokları bu kıtlık içinde açlıktan helak oldu. Ölü etleri ve kemikleri yediler. Aç olan kişi yerle gök arasındaki hava tabakasını (göz zayıflığından, kuraklığın dehşetli sisinden) duman şekli gibi gö­rüyordu. Bu çok ciddî ve şiddetli hâl üzerine Kureyş başkanlarından Ebû Sufyân, Peygamber'e geldi de:

— Yâ Muhammed, sen bize geldin ve hısımlarla ilgilenmeyi em­rediyorsun. Kavmin ise açlıktan helak oldular. Artık onlar için duâ et, dedi.

(Peygamber'in duâsıyle kıtlık kalktı.)

îbn Mes'ûd bu sözlerin ardından şu âyetleri okudu: "O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle. O duman insanları saracaktır. 'Bupek yaman bir azâbdır* (diyecek­ler): Ey Rabb 'imiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz îmân ede­ceğiz! Onlar için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine (hakikatleri) açıklayan bir Rasûl geldiği hâlde. Yine ondan yüz çevirdiler. Ona: Bir öğretilmiş, bir bir mecnûn' dediler. Biz bu azabı biraz açıp kal­dıracağız. (Fakat) siz, hiç şübheyok ki tekrar dönecek olanlarsınız33

(ed-Duhân: 10-15).

(Bu âyetlerde duhân azabının açılacağı ve açıldığı bildiriliyor. Bu duman, Kindeli'nin dediği gibi âhiret azabı olsaydı) bu âhiret azabı bir kerre geldikten sonra Kureyş müşriklerinden kaldırılır mıydı? Ku­reyş müşrikleri (o kıtlıktan kurtulduktan) sonra yine küfürlerine, şirk­lerine döndüler. Bu dönekliğin cezasını bildiren Allah'ın şu: "Çok büyük bir şiddet ve savlette kendilerini yakalayacağımız gün, muhak­kak ki biz (onlardan) intikaam alıcılarız33 (ed-Duhân:i6) kavlindeki in-tikaam günü, Bedir günüdür. (Kindeli'nin sandığı gibi kıyamet günü değildir. Alınan intikaam da Kureyş'in Bedir'de öldürülmeleridir). "Lizâmen " (ei-Furkaan:77) ile murad da yine Bedir günüdür (müşrikle­rin Bedir'de esîr olmalarıdır). "Elîf. Lam. Mîm. Rumlar mağlûb ol­du. Yakın bir yerde. Hâlbuki onlar bu yenilmelerinin ardından gâlib olacaklar33 (Âyet: 1-4) [440].

 

236- Bâb:

 

"Allah'ın yaratışına hiçbirşey bedel olamaz" {Âyet: 30),

"Allah'ın dînine hiçbirşey bedel olamaz" ma'nâsınadır. ''Bu, evvelkilerin âdetinden başka birşey değildir" (eş-Şuarâ: 137)

' 'el-Fıtratu' \ ' 'el-İslâmu'' manasınadır [441].

 

295-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: "Her doğan çocuk, muhakkak fıtrat üzere doğurulur. Son­ra anasıyle babası onu Yahûdî, yâhud Nasrânt, yâhud Mecûsîyapar­lar. Nitekim her hayvanın yavrusu organları tam olarak doğar. Siz hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik birşey gördünüz mü?''

Bundan sonra Ebû Hureyre (naklettiği hadîsin ma'nâsma delîl getirerek): "O hâlde sen yükünü bir muvahhid olarak dîne, Allah hn o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'­ın yaratışına hiçbirşey bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dîn­dir. Fakat insanların çoğu bilmezler" [442]

 

31- Lukmân Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Hani Lukmâriy oğluna -ona öğüt verirken- şöyle demişti: Oğulcağızım, Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür... " (Âyet: 13) [443]

 

296-.......Abdullah ibnu Mes'ûd (R) şöyle demiştir: "İmân eden­ler, bununla beraber îmânlarına zulüm katmayanlar; işte emînlik ancak onlar içindir, doğru yola giden de onlardır" (ei-En'âm:82) âyeti indiği

zaman bu, Rasûlullah'ın sahâbîlerine ağır geldi ve:

  Hangimiz îmânına zulüm karıştırmaz ki? dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (S):

  "Buradaki zulüm sizin düşündüğünüz ma'nâda değildir. Luk­mân 'in kendi oğluna hitaben söylediği sözünü işitmiyor musun:... Şüb-hesiz ki şirk elbette büyük bir zulümdür..." buyurdu [444].

 

237- Bâb:

 

'O saatin ilmi, şübhesiz ki Allah'ın yanındadır" (Âyet: 34).

 

297- Bize İshâk ibn Râhûye, Cerîr ibn Abdilhamîd'den; o da Ebû Hayyân Yahya ibn Saîd'den; o da Ebû Zur'a'dan; o da Ebû Hu-reyre(R)'den şöyle tahdîs etti: Bir gün Rasûlullah, meydanda, insan­lar içinde oturuyordu. Derken yürüyerek bir adam O'na geldi de:

  Yâ Rasûlallah! îmân nedir? diye sordu.

  "îmân Allah'a, meleklerine, rasûllerine ve Allah'a kavuşma­ya inanman ve yine öldükten sonra son dirilmeye inanmandır'' diye cevâb verdi.

O zât:

  Yâ Rasûlallah! İslâm nedir? dedi. Rasûlullah (S):

  "İslâm Allah 'a ibâdet etmen ve O'na hiçbirşeyi ortak kılma­man, namazı kılman, farz kılınmış zekâtı vermen ve ramazânda oruç tutmandır" dedi.

O zât:

  Yâ Rasûlallah! İhsan nedir? diye sordu. Rasûlullah:

  "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Eğersen Allah'ı görmüyorsan, şübhesiz O seni görür" buyurdu.

O zât:

  Yâ Rasûlallah! Kıyamet ne zaman? dedi. Rasûlullah:

  "Bu mes'elede sorulan, sorandan daha âlim değildir. Lâkin ben sana onun (daha evvel meydana gelecek) alâmetlerini haber ve­receğim; Kadın kendi sahibesini doğurduğu zaman, işte bu, kıyame­tin alâmetlerindendir.  Yalın ayaklılar, çıplaklar takımı insanların başkanları oldukları zaman, işte bu da kıyametin alâmetlerindendir. Kıyametin vakti, Allah 'tan başka kimsenin bilemeyeceği beş şeyin için­dedir (yânı beş şeyden biridir): O saatin ilmi şübhesiz Allah'ın nez-dindedir. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağım bilmez- Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bil­mez. Şübhesiz Allah (herşeyi) bilendir, herşeyden haberdârdır (Âyet: 34)".

Sonra o zât ayrıldı gitti. Rasûlullah:

  "Onu bana geri getirin" buyurdu.

Sahâbîler onu geri çevirmek için aradılar, fakat hiçbirşey göre­mediler. Bunun üzerine Rasûlullah:

— "Bu Cibril'dir, insanlara dînlerini öğretmek için geldi" bu­yurdu [445].

 

298-.......Abdullah ibn Umer (R) tahdîs edip şöyle demiştir: Pey­gamber (S): "Gaybın kilitleri beştir" buyurdu, sonra şu âyeti oku­du: "0 saatin ilmi şübhesiz ki Allah hn yanındadır. Yağmuru O indi­rir. .." [446]

 

32- es-Secde Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Mucâhid şöyle dedi: 11 Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan yapmıştır" (Âyet: 8); buradaki "Min mâin mehîni", "Zaîf bir sudan" demektir ki, o da erkeğin menîsidir [447].

"Biz yerde çürüyüp kaybolduğumuz vakit mi, hakîkaten biz mi yeni bir yaratılışta bulunacağız? dediler" (Âyet: io>; buradaki "Dalalnâ", "Helaknâ" (yânı "Helak olduğumuz vakit mi?") ma'nâsınadır.

Ve Ibn Abbâs şöyle dedi:

' 'Suyu kupkuru ve çorak yere sevkettiğimizU onunla gerek hayvanlarının, gerek kendilerinin kısmen yiyegeldikleri ekini çıkarmakta olduğumuzu da görmediler mi? Hâlâ da görmeyecekler mi?" (Âyet: 27);

buradaki "el-Ardu'l-curuzu", "Kendisine hiçbir fayda vermeyecek olan tek yağmurdan başka yağmur yağdırılmayan (yâhud kendisinden yağmur ve bitki kesilmiş olan) toprak" ma'nâsınadır.

"Biz onlardan evvel nice nesiller helak ettik. Yurtlarında kendileri de gezip duruyorlar. Bu onları hidâyete sevketmedi mi?" (Âyet: 26); buradaki "£v« lem yendi", "Eve lem yubeyyin" (yânî: "Onlara beyân edip açıklamadı mı?") ma'nâsınadır [448]

 

238- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Artık onlar için, yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez" (Âyet: 17).

 

299-.......Bize Sufyân ibn Uyeyne, Ebu'z-Zinâd'dan; o da el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)Men tahdîs etti ki, Rasûlullah (S): ''Mukaddes ve çok yüce olan Allah: Ben iyi kullarım için göz görme­dik, kulak işitmedik ve insan kalbine gelmedik birtakım ni 'metler ha­zırladım, buyurdu" demiştir.

Ebû Hureyre (bunun ardından): İsterseniz şu âyeti okuyun, de­miştir: "Artık onlar için, yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez" [449].

 

300-.......Bize Ebu'z-Zinâd, el-A'rec'den tahdîs etti ki, Ebû Hu­reyre, bundan evvel geçen hadîs gibi, Rasûlullah'ın Allah şöyle bu­yurdu... dediğini rivayet etmiştir. Bunda Sufyân ibn Uyeyne'ye:

— Sen Peygamber'den mi, yâhud kendi içtihadından olarak mı rivayet ediyorsun? diye soruldu.

O da:

  Rivayet olmasaydı ben hangi şeyi söyleyebilirdim? dedi. Ve Ebû Muâviye, el-A'meş'ten; o da Ebû Salih'ten olmak üze­re; Ebû Hureyre "Kurrâtı" şeklinde cemi' lafzıyle okudu, dedi.

 

301 ....... Bize Ebû Salih, Ebû Hureyre(R)'den; o da Peygamber(S)'den şunu tahdîs etti: "Yüce Allah: Ben sâlih kullarım için hiç­bir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbine gelmeyen birtakım ni'metler hazırladım ki, ey mü'min kulum, sen muttali' kılındığın (yânî bildiğin) ni'metleri bırak (onlar Allah'ın gizli ni'metleri yanında çok hafiftir)/"

Râvî Ebû Hureyre (yâhud Peygamber), bundan sonra şu âyeti okudu: "Artık onlar için, yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı nVmetlerden neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez" [450].

 

33- el-Ahzâb Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Kitâblılardan olup da onlara yardımda bulunanları da, yüreklerine korku düşürerek kalelerinden indirdi. Bir kısmını öldürüyordunuz, diğer bir kısmını da esîr ediyordunuz*'(Âyet. 26); buradaki "Sayâsîhım", "Kasrlarından, kalelerinden" ma'nâsınadır [451].

"O Peygamber, müzminlere Öz nefislerinden daha yakındır. Zevceleri de analarıdır. Hısımlar da Allah'ın Kitabı 'nda birbirlerine, diğer mü 'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Şu kadar ki, dostlarınız için herhangibir iyilikte bulunmanız müstesna. Bu, Kitâb 'da yazılıdır'' (Âyet: 6).

 

302-.......Bize babam Fulayh ibnu Süleyman, Hilâl ibn Alî'­den; o da Abdurrahmân ibnu Ebî Amre'den o da Ebû Hureyre(R)'den lahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Ben herbir mü'-mine muhakkak dünyâ ve âhiret işlerinde insanların en yakınıyım-dır. İsterseniz (delîl için) O Peygamber, mü 'minlere öz nefislerinden daha yakındır... âyetini okuyunuz. Herhangibir mü 'min ölür de mal bırakırsa, bu mala kim olursa olsun, onun asabesi mirasçı olsun. Her­hangibir mü'min de borçyâhud (fakır bir) aile bırakırsa, o da bana gelsin, ben onun velîsiyim" [452].

 

239- Bâb:

 

"Onları babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah katında daha doğrudur... " (Âyet: 5). Birçok Buhârî nüshalarında bundan sonra 6. âyet vardır.

 

303-.......Mûsâ ibn Ukbe şöyle dedi: Bana Salim, babası Ab­dullah ibn Umer(R)'den şöyle tahdîs etti: Biz Rasûlullah'ın âzâdhsı olan Zeyd ibn Hârise'yi Kur'ân'daki şu âyet ininceye kadar ancak Zeyd ibnu Muhammed diye çağırır dururduk: "Onları babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah indinde daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, o hâlde dînde kardeşleriniz, dostlannızdır. Hatâ et­tiklerinizde ise üstünüze bir vebal yoktur. Fakat kalblerinizin kasdet-tiğinde vebal vardır. Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyici­dir" [453].

 

240- Bâb:

 

"Müzminler içinde Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler var, İşte onlardan kimi adadığım ödedi, kimi de bunu bekliyor. Onlar hiçbir suretle ahidlerini değiştirmediler" (Âyet: 23).

"Nahbehu", "Ahdehu" (yânî "Sözünü") demektir. "Eğer (Medine'nin) etrafından üzerlerine girilmiş olup da sonra kendilerinden fitne istemeydi, muhakkak ki bunu hemen yaparlardı, bundan pek azfbir zamandan) fazla geri kalmazlardı" (Âyet: i4>; buradaki "Aktârihâ",

"Cevânibihâ"; "Fitne işlenseydi elbette bunu getirirlerdi", "Elbette bunu verirlerdi" manasınadır [454].

 

304-.......Enes ibn Mâlik (R): Biz şu \ 'Mü 'minler içinde Allah 'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler vardır..." âyetini sonuna kadar Enes ibn Nadr (ile benzerleri) hakkında indiğini düşünür du­rurduk, demiştir [455].

 

305-..... ez-Zuhrî şöyle dedi: Bana Hârice ibnu Zeyd ibn Sabit haber verdi ki, babası Zeyd ibn Sabit şöyle demiştir: Biz (Hafsa'nın yanındaki) Kur'ân sahîfelerini Mushaflara naklettiğimiz sırada el-Ahzâb Sûresi'nden bir âyeti -ben onu Rasûlullah her zaman okurken işitip durduğum hâlde- kaybettim. Ve o âyeti (yazılı olarak) hiçkim-senin yanında bulamamıştım. Yalnız ben onu Rasûlullah'in, tek ba­şına şâhidliğini iki kimsenin şâhidliğine denk tuttuğu Ensâr'dan Huzeyme(ibn Sâbit)'in yanında bulmuştum. (En sonunda, onu da hey'-etin kararıyle Mushaf'taki sûresine koyduk.) O âyet, Allah'ın: "mü’minler içinde Allah 'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler vardır.,," kavlidir [456].

 

241- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Ey Peygamber, zevcelerine de ki: Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun zînetini arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim" (Âyet: 28).

Ve Ma'mer: "et-Teberrüc" (Âyet: 33), kadının kendi güzelliklerini  (erkeklere göstermek için) meydana çıkarmasıdır. "SünneteHlâhi" (Âyet: 38), "Allah onu sünnet yaptı, Allah onu kaanûn yaptı" ma'nâsınadır, dedi [457].

 

306-....... ez-Zuhrî şöyle dedi: Bana Ebû Seleme ibnu Abdirrahmân haber verdi; ona da Peygamber'in zevcesi Âişe (R), Allah kadınlarını muhayyer kılmasını emrettiği zaman Rasûlullah'ın ken­disine geldiğini haber verip, şöyle demiştir: Rasûlullah muhayyer kıl­maya benden başladı da:

  "Ben sana birşey zikredeceğim, anan ve babanla istişare edin­ceye kadar acele cevâb vermen gerekmez" dedi.

Hâlbuki kendisi ebeveynimin benim O'ndan ayrılmamı emreder olmadıklarını kesince bilmişti.

Âişe dedi ki: Sonra Rasûlullah (S):

  "Şübhesiz ki Allah Ey Peygamber, zevcelerine şunu söyle: Eğer siz dünyâ hayâtım ve onun zînetini istiyorsanız, gelin size boşama be­dellerini vereyim de sizi güzellikle salıvereyim... buyuruyor" deyip, iki âyetin tamâmını okudu.

Ben de ona:

  Zikrettiğin bu iki işin hangisi hakkında ben ebeveynime da­nışacağım? Ben elbette Allah'ı, Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu isterim, dedim [458].

 

242- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

''Eğer Allah % Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu diliyorsanız şübhe yok ki Allah, içinizden güzel hareket edenler için

büyük mükâfat hazırlamıştır" (Âyet: 29).

 

307- Ve Katâde (Yüce Allah'ın şu) "Allah'ın evlerinizde oku­nup duran âyetlerini ve hikmeti hatırlayın (Âyet:34) kavli hakkında: Buradaki Allah'ın âyetleri ile hikmet, Kur'ân ile sünnet'tir, demiş­tir.

Ve İmâm el-Leys ibn Sa'd şöyle dedi: Bana Yûnus ibn Yezîd tah-dîs etti ki, İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme ibnu Abdir-rahman haber verdi ki, Peygamber'in zevcesi Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) kadınlarını muhayyer kılmakla emrolunduğu zaman bu işe benden başladı ve:

  "Ben sana bir emir anlatacağım. Cevâb vermekte acele etme­menden sana bir zarar yoktur, tâ ki ebeveynine damşasm" buyurdu.

Âişe dedi ki: Rasûlullah ebeveynimin bana O'ndan ayrılmayı em­retmeyeceklerini muhakkak bilmekteydi.

Âişe dedi ki: Sonra Rasûlullah şöyle dedi:

  "Şübhesiz senası ulu olan Allah şöyle buyurdu: Ey Peygam­ber! Zevcelerine şöyle söyle: Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun zînetini istiyorsanız, gelin size boşama bedellerini vereyim de hepinizi güzel-

likle salıvereyim. Yok eğer Allah *ı ve Rasûlü 'nü, ve âhiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki, Allah içinizden güzel hareket eden­lere pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır".

Âişe dedi ki: Ben de:

— Bunun hakkında mı ebeveynime danışacağım? Ben elbette Al­lah'ı ve Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu isterim, dedim.

Âişe dedi ki: Sonra Peygamber'in diğer zevceleri de benim yap­tığım gibi yaptılar.

el-Leys'e Mûsâ ibn A'yen, Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den şek­linde mutâbaat etti. ez-Zuhrî: Bana Ebû Seleme haber verdi, demiş­tir. Ve Abdurrazzâk ile Ebû Sufyân el-Ma'meriyyu da Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den; o da Urve'den; o da Âişe'den olmak üzere söyle­diler [459].

 

243- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Allah'ın açığa çıkarıcısı olduğu şeyi içinde gizliyor, insanlardan korkuyor dun. Hâlbuki Allah kendisinden korkmana daha çok lâyıktı" (Âyet: 37).

 

308-.......Hammâd ibn Zeyd şöyle dedi: Bize Sabit el-Bunânî, Enes ibn Mâük(R)'ten, bu "Allah \n açığa çıkarıcısı olduğu şeyi içinde gizliyordun... " âyeti, Zeyneb ibnetu Cahş ile Zeyd ibn Harise hak­kında indi, diye tahdîs etti [460].

 

244- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Kadınlarından kimi dilersen (nevbetinden) geri bırakır, kimi de dilersen yanına alabilirsin. Geri bıraktıklarından

kimi istersen (yanına almakta) de sana güçlük yoktur... " (Âyet: 51).

İbn Abbâs "Turdu", "Tuahhıru( = Geri bırakırsın)" ma'nâsınadır; "ErcVhu'%\-A.'rM: ııo, eş-şuarâ: 139), "Ahhırhuf =  Onu geri bırak)" demektir, demiştir.

 

309-....... Âişe (R) şöyle demiştir: Ben nefislerini Rasûlullah'a hibe eden (ve mehirsiz nikâh olunan) kadınları ayıplardım ve:

— Hiç kadın, kadınlığını (mehirsiz) hibe eder mi? derdim.

Yüce Allah: "O kadınlardan kimi dilersen geri bırakır, kimi de dilersen yanına alabilirsin. Geri bıraktıklarından kimi istersen (yanı­na almakta) de sana güçlük yoktur. Gözleri aydın olup tasalanma­malarına ve kendilerine verdiğin ile hepsinin hoşnûd olmalarına en elverişli olan budur. Allah kalblerinizde olanı bilir. Allah hakkıyle bilendir, ukubette acele etmeyendir" âyetini indirince, o zaman (an­ladım ki, Allah, Peygamberi'ne mü'minlerin üstünde bir hakk ve yük­sek bir irâde vermiştir,) ben Rasûlullah'a:

— Rabb'in Ta'âlâ (kadınlarının değil), ancak Sen'in arzunun ger­çekleşmesine çabukluk veriyor, dedim [461].

 

310-.......Âsim el-Ahvel, Muâze(bintu Abdillah el-Adeviyye)'den; o da Âişe(R)'den haber verdi ki, Rasûlullah (S) şu "Onlardan kimi dilersen nevbetinden geri bırakır, kimi de dilersen yanına alabi­lirsin. Geri bıraktıklarından kimi istersen yanına almakta da sana güç­lük yoktur..." âyeti indikten sonra, biz kadınlarından nevbetinde bulunduğu kadının gününde (öbür kadına yönelmek isteyince) her za­man izin isterdi.

Muâze dedi ki: Ben Âişe'ye:

  Sen Rasûlullah'a ne der idin? diye sordum. Âişe:

— Ben de O'na: Yâ Rasûlallah, eğer izin vermek bana âid (bir hakk) ise, ben Sen'in üzerine hiçbir kimseyi tercîh etmek istemem! diye cevâb verirdim, dedi [462].

Bu hadîsi Abbâd ibnu Abbâd da Âsim el-Ahvel'den işitmekte Ab­dullah ibnu'I-Mubârek'e mutâbaat etmiştir.

 

245- Bab: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Ey îmân edenler, Peygamberin evlerine -yemeğe da 'vet olunmaksızın, vaktine de bakmaksızın- girmeyin.

Fakat da'vet olunduğunuz zaman girin.

Yemeği yiyince dağdın. Söz dinlemek veya sohbet etmek için de (izinsiz) girmeyin. Çünkü bu, Peygamber'e eza

vermekte, o sizden utanmaktadır. Allah ise hakkfı açıklamaktan çekinmez. Bir de onun zevcelerinden lüzumlu birşey istediğiniz vakit perde ardından isteyin. Bu, hem sizin kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha temizdir.

Sizin Allah'ın Rasûlü'ne eza vermeniz doğru olmaz, kendinden sonra da zevcelerini nikâhla almanız da ebedî caiz değildir. Bu, Allah katında çok büyük bir günâhjtır" (Âyet: 53) [463].

Denilir ki "înâhu", "İdrâkuhu" (ve "Bulûğunu", yânı "Erişmek vakti gelmek") ma'nâsınadır. Yine "Enâ, Yenî, Enâten" ("Fe huve ân") denilir.

"Lealle's-sâate tekûnu karîben = Belki de o saat yakındır" (eŞ-şûrâ: \i) (Kıyâs olan tâ ile "Karîbeten" demek idi. Müellif buna şöyle cevâb verdi:) Müennes ismin sıfatını vasıf yaptığın zaman "tâ-ı merbuta" ile "Karîbeten" dersin. Onu zaman zarfı (yânı zaman ismi) veya sıfattan bedel, yânî sıfatın yerine isim yaptığın zaman ve sıfatı kasdetmediğin zaman ise müennesten "Hâ"yı (yânî yuvarlak tâ'yı) çıkarır, "Karîben" dersin. Burada (Şûra Âyeti'nde) zikredilen kelimenin lafzı da böyledir. Onda sıfat irâde etmezsen, erkek ve dişi için lafzında vâhid, tesniye ve cemi' müsâvî olur (tâ'sız, tesniyesiz ve cemi'siz olur).

 

311-.......Enes ibn Mâlik (R) şöyle dedi: Umer ibnu'l-Hattâb (R) şöyle dedi: Ben:

— Yâ Rasûlallah! Senin yanına hayırlı hayırsız kimseler giriyor, mü'minlerin analarına perde içine girmelerini emretsen! dedim.

Bu dileğim üzerine Allah, Hicâb Âyeti'ni indirdi [464].

 

312-.......Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Zeyneb bintu Cahş ile evlendiği zaman, cemâati düğün yemeğine çağır­dı. İnsanlar yemek yediler, sonra da oturup konuşmaya koyuldular. Rasûlullah (onların anlayıp da kalkmaları için) kalkmağa davranır gibi yaptı, fakat oturanlar yerlerinden kalkmadılar. Rasûlullah bu va­ziyeti görünce (onların kalkıp gitmeleri için) yerinden kalktı. Rasû­lullah kalkınca, onlardan kalkanlar da kalkıp gittiler, fakat üç kişi oturdu kaldı. Peygamber, Zeyneb'in yanına girmek için geldi. Gör­dü ki o topluluk hâlâ oturmaktalar. (Peygamber geri döndü.) Sonra onlar kalkıp gittiler. Bunun üzerine ben de gittim ve varıp Peygam-ber'e onların gittiklerini haber verdim. Peygamber geldi ve içeriye gir­di. Ben de O'nunla içeriye girmeye davrandım. Peygamber benimle kendisi arasına perdeyi sarkıttı. Allah şu âyeti indirdi:

**Ey îmân edenler. Peygamber'in evlerine, yemeğe da'vet olun­maksızın, vaktine de bakmaksızın girmeyin. Fakat da *vet olunduğu­nuz zaman girin. Yemeği yiyince dağdın. Söz dinlemek ve sohbet etmek için de (izinsiz) girmeyin. Çünkü bu, Peygamberce eza vermekte, O sizden utanmaktadır. Allah ise haktan çekinmez...** fÂyet:53).

 

313-.......Enes ibn Mâlik (R) şöyle dedi: Ben bu Hicâb Âyeti'ni insanların en iyi bileniyim. Zeyneb bintu Cahş (taranıp süslenerek) Rasûlullah'a hediye edildiği zaman, Zeyneb evde Rasûlullah'ın ya­nında oldu. Rasûlullah bir yemek yaptı ve cemâati yemeğe çağırdı. Cemâat yemekten sonra oturup konuşmaya koyuldular. Peygamber

onların çıkıp gitmeleri için dışarı çıkmaya, sonra yine Zeyneb'in evi­ne dönmeğe başladı. Onlar ise hâlâ oturmuş konuşuyorlardı. Bunun

üzerine Yüce Allah:

"Ey îmân edenler, Peygamberdin evlerine, yemeğe da'vet olun­maksızın, vaktine de bakmaksızın girmeyin..." âyetini sonuna ka­dar indirdi. Bunun akabinde hicâb, yânî perde gerildi, oturan topluluk da kalkıp gittiler.

 

314-.......Enes ibn Mâlik (R) şöyle dedi: Peygamber (S) Zey­neb bintu Cahş ile gerdeğe girdi de ekmek ve etle düğün aşı yaptı. Ben konuklan yemeğe da'vetçi olarak gönderildim. Da'vetlilerden bir takım geliyor ve yemek yiyip gidiyorlardı. Sonra bir takım daha geli­yor, onlar da yiyorlar ve çıkıp gidiyorlardı. Ben çağıracağım kimseyi bulamayıncaya kadar cemâatin hepsini da'vet ettim. (Da'vetlilerden kimsenin kalmadığını ve hepsinin yemek yiyip gittiklerini anlayınca):

— Ey Allah'ın Peygamberi, artık ben da'vet edeceğim hiçbir kim­se bulamıyorum, dedim.

Peygamber:

  "Yemek sofranızı kaldırınız!" buyurdu.

Bu sırada da'vetlilerden üç grup,yemekten sonra gitmeyip evin içinde oturmuş konuşuyorlardı. Peygamber Âise'nin odasına kadar gitti de:

  "es-Selâmu aleykum ehlel-beyti ve Rahmetullâhi{ = Selâm ve Allah'ın rahmeti üzerinize olsun ey ev halkı)/" dedi.

Âişe de:

— Selâm ve Allah'ın rahmeti Sen'in üzerine de olsun, ehlini na­sıl buldun; Allah Sana mübarek eylesin! dedi.

Peygamber sırasıyle kadınların hepsini dolaşıyor ve onlara Âi-şe'ye söylediği sözlerin benzerini söylüyor, onlar da Peygamber'e Âi-şe'nin söylediği gibi sözler söylüyorlardı. Bundan sonra Peygamber, Zeyneb'in evine döndü ve üç grup kişiyi hâlâ evde oturup konuşmak­talar buldu. Peygamber çok utangaç idi. Bu sebeble tekrar Âişe'nin odası tarafına çıkıp gitti. Nihayet o topluluğun çıkıp gittiklerini ken­disine ben mi haber verdim, yâhud başkası tarafından mı haber ve­rildi bilmiyorum. Akabinde Peygamber döndü. Nihayet. ayağını kapının eşiğine koyunca, bir ayağı içeride, diğer ayağı dışarıda iken kendisiyle benim arama kapı perdesini sarkıtıp indirdi. Ve bu sırada Hicâb Âyeti indirildi.

 

315-.......Enes (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) Zeyneb ibnetu Cahş'la evlendiği zaman insanları ekmek ve et ziyâfetiyle doyur­du. Sonra zifaf gecesinin sabahında yapageldiği gibi, mü'minlerin annelerinin hücrelerine doğru çıkıp onlara selâm veriyor ve lehlerine duâ ediyor, onlar da kendisine selâm veriyor ve duâ ediyorlardı. Pey­gamber bu dolaşmadan kendi evine döndüğü zaman iki kişi gördü

ki konuşmak bunları çekip gitmişti. Peygamber bu iki kişiyi (konuş­maya dalmış hâlde) görünce tekrar evinden geriye döndü. Bu sırada o iki kişi de Allah'ın Peygamberi'nin kendi evinden gerisin geri dön­düğünü görüp çabucak yerlerinden fırladılar. Artık o iki kişinin çı­kışlarını Peygamber'e ben mi haber verdim, yoksa başkası tarafından mı haber verildi bilmiyorum. Akabinde Peygamber döndü ve eve girdi ve benimle kendisi arasına kapının perdesini sarkıttı. Ve bu sırada Hicâb Âyeti indirildi

Ve İbnu Ebî Meryem şöyle dedi: Bize Yahya ibn Eyyûb haber verdi. Bana Humeyd et-Tavîl tahdîs etti ki, o Enes'ten; o da Peygam­ber'den işitmiştir [465].

 

316-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Peygamber'in kadınlarından Şevde bintu Zem'a, Hicâb Âyeti indikten sonra bir ihtiyâcı için evin­den dışarı çıkmıştı. Şevde iri yapılı bir kadındı. Bu seb'eble kendisini tanıyanlara (örtülü olsa da) gizli olmazdı. Bu defa Umer ibnu'l-Hattâb onu dışarıda gördü de:

— Yâ SevdeJ îyi bil ki, vallahi sen bize karşı gizli olamıyorsun. Bak, düşün! Sen nasıl evinin dışına çıkıyorsun? dedi.

Âişe (rivayetine devamla) dedi ki: Bunun üzerine Şevde evine dö­nüp geldi. O sırada Rasûlullah benim odamda idi, akşam yemeği ye­mekteydi, elinde de etli bir kemik vardı. Bu hâlde iken Şevde içeri girdi ve:

— Yâ Rasûlallah! Ben bâzı ihtiyâcım için evimden çıkmıştım. Umer bana şöyle şöyle söyleyip çıkışıma i'tirâz etti, diye şikâyet etti.

Âişe devamla dedi ki: Bunun üzerine Allah, Peygamber'ine vahy gönderdi. Sonra kendisinden vahy hâli kaldırıldı. O kemik elinde ol­duğu hâlde ve onu yere koymaksızın Şevde'ye:

  "Siz kadınlara kendi ihtiyâçlarınız için (örtünmüş olarak) ev­lerinizden dışarı çıkmanıza izin verilmiştir" buyurdu [466].

 

246- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Eğer birşeyi açıklar veya onu gizleseniz şübhe yok ki, Allah herşeyi hakkıyle bilicidir. Onlar için ne babaları, ne oğullan, ne erkek kardeşleri, ne erkek kardeşlerinin oğulları, ne kızkardeşlerinin oğullan, ne kendi kadınları,

ne de sağ ellerinin mâlik oldukları  hakkında hiçbir vebal yoktur. Allah'tan korkun. Çünkü Allah herşeyin üzerinde bir şâhiddir" (Âyet: 54-55) [467]

 

317-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Hicâb (emri) indikten sonra

(süt babam) Ebû'l-Kuays'm kardeşi Eflah bana (ziyarete) gelip izin istedi. Ben:

— Bu hususta Peygamber(S)'den izin isteyinceye kadar ona izin vermem. Çünkü .beni Eflah'ın kardeşi Ebû'I-Kuays emzirmedi, lâ­kin beni Ebû'l-Kuays'ın karısı emzirdi, dedim.

Bunun akabinde Peygamber yanıma girdi. Ben ona:

— Yâ Rasûlallah! Ebû'I-Kuays'in kardeşi Eflah gelip benden izin istedi. Ben de Sen'den izin istemeden izin vermekten çekindim, dedi.

Peygamber:

— "(Süt) amcana izin vermenden seni men' eden nedir?'* buyur­du.

Ben de:

— Yâ Rasûlallah! Beni emziren erkek değildir, lâkin beni Ebû'l-Kuays'm karısı emzirdi, dedim.

Rasûlullah bana:

—' "Ona izin ver, çünkü o senin amcandır, sağ elin topraklan­sın!" buyurdu.

Hadîsin râvîsi Urve: İşte Rasûlullah'ın söylediği bu "Amcana izin ver" sözünden dolayıdır ki, Âişe: Neseb yönünden haram kıl­makta olduklarınızı süt emmeden dolayı da haram kılınız, der idi, demiştir [468].

 

247- Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Şübhesiz Allah ve melekleri o peygambere çok salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin, tam teslimiyetle de selâm verin" (Âyet: 56).

Ebû'l-Aliye: Allah'ın salâtı, melekler yanında O'nu sena etmesidir. Meleklerin salâtı, duadır, demiştir.

İbn Abbâs da: "Yusatlûne", "Yuberrikûne", yânî "Bereketle duâ ediyorlar" ma'nâsına; "Le- nuğriyenneke''

(Âyet: 60),

"Le-nusallitanneke" (yânî "Seni onlara musallat ederiz") ma'nâsınadır. demiştir [469].

 

318- Bana Saîd ibnu Yahya ibn Saîd tahdîs etti. Bize babam Yah­ya tahdîs etti. Bize Mıs'ar, el-Hakem ibnu Uyeyne'den; o da İbnu Ebî Leylâ'dan; o da Ka'b ibnu Ucre'den şöyle tahdîs etti:

  Yâ Rasûlallah! Sana selâm vermeyi bilmişizdir. Fakat Sana salât nasıldır? diye soruldu.

Rasûlullah (S):

  ' *A llâhumme sallı alâ Muhammedin ve ala âli Muhammedin kemâ salleyte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîdun. Allâhum-me bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîdun{ — Yâ Allah, Muhammed'e ve Muhammed'in âline salât eyle! Nitekim Sen İbrahim'in âline salât etmiştin. Şübhe yok ki, Sen Hamîdsin (çok öğülmüşsün), Mecîd'sin (yüksek kerem ve şeref sahibisin). Yâ Allah, Muhammed'e ve Mu-hammed ailesine, İbrahim ailesine bereket ihsan ettiğin gibi bereket ihsan eyle!) deyiniz" buyurdu [470].

 

319-....... Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Biz:

— Yâ Rasûlallah! Şu teslîm, yânî Sana selâm verme bilinmiştir. Fakat Sana nasıl salât edeceğiz? diye sorduk.

Rasûlullah bize şu salâtı söyleyiniz diye öğretti: "Allâhûmme sallı alâ Muhammedin, abdike ve rasûlike, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîme. Ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Mu­hammedin, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme{ = Yâ Allah, kulun ve ra-sûlün Muhammed'e de, İbrâhîm âline salât ettiğin gibi salât et. Muhammed'e ve Muhammed âline de İbrâhîm âline bereket ihsan ey­lediğin gibi bereket ihsan eyle)*'

Leys'in kâtibi Ebû Salih, el-Leys ibn Sa'd'dan: "Alâ Muham­medin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme... ° şeklinde söyledi.

 

320-....... İbnu Ebî Hazım ile ed-Derâverdî, her ikisi de Yezîd(ibnu'l-Hâd)'den şöyle tahdîs ettiler: Ve dedi ki: "Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve âli İbrâhîme" [471].

 

248- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'Ey îmân edenler, siz de Mûsâ 'yi incitenler gibi olmayın,.." (Âvet: 69).

 

321-.......Ebû Hureyre (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S) şöyle bu­yurdu: "Mûsâ çok hayâlı kişi idi. Yüce Allah 'in şu kavli buna delâ­let eder: Ey îmân edenler, siz de Musa'ya ezâ edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah indinde yüzlü idi" [472].

 

34- Sebe' Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Muâcizîne" (Âyet: 5,38) denilir ki, bu "Musâbıkîne" (yânî "Öne geçme yarışı yapıcılar") m a'n âsi nadir. "SİZ ne yerde, ne gökte O'nu âciz bırakıcılar değilsiniz..." (ei- Ankebût: 22); buradaki "Bi-mu'cizîne", "Bi-fâitîne" (yânî "Geçip kurtulucular") ma'nâsınadır.

"Muâciziyye", "Musâbıkıyye" (yânî "Benimle öne geçme yarışı yapıcı") ma'nâsınadır.

'O küfredenler geçtiklerini ve sizi âciz bırakacaklarını asla zannetmesinler" (d-Enm. 59); buradaki "Sebekû",

"Fâtû(= Geçip gittiler)", "înnehum lâ yu'cizûne", "Lâ yefûtûne" ma'nâsınadır. "Yoksa kötülükler yapanlar

bizden kaçıp savuşacaklarını mı sandılar? Ne fena hükmediyorlar" (e\-.\nkebûv. 4); buradaki "En-yesbikûnâ",

"Bizi âciz bırakacaklarını mı?" ma'nâsınadır.  "Bi- mu'cizîne", "Geçip kurtulucular", "Muâcizîne",

"Muğâlibîne" (yânı "Yenme yarışı yapıcılar") ma'nâsınadır ki, onlardan herbiri, arkadaşı olan diğerinin aczini meydana çıkarmak ister.

"Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) tekzîb ettiler. Hâlbuki bunlar öbürlerine verdiklerimizin onda birine

ermemişlerdir..." {Ayei: 45), buradaki "MVşâr", "Uşr" (yânî "Onda bir") ma'nâsınadır.

"Fakat onlar (bu ni'metin şükründen) yüz çevirdiler. Biz de Arım selini gönderdik, o ikişer cennetlerinin yerinde de ekşi yemişli acı ılgın ve az bir şey de Arabistan kirazından (olmak üzere harâb) ikişer bustân

peyda ettik" (Âyet: i6>; buradaki "Ukulu", "Semeni" (yânî "Meyveler") demektir.

"Bâid" ve "Ba'id" (Âyet: ıgj bir olup "Uzaklaştır" ma'nâsınadır.

Ve Mucâhid şöyle dedi: "Lâ ya'zubu" (Âyet: 3).

"Lâ yağibu(= Gâib olmaz)"; "et-Arimu" (Âyet: 16),

"Sedd" demektir. Kırmızı su ki, Allah onu şeddin içine gönderdi de şeddi yarıp parçaladı ve onu yıktı. Vâdîyi kazdı, o iki bahçe yanlarından yükseldiler ve böylece su kayboldu da artık ikisi de kurudu, o kızıl su şedden (yâhud seylden) değildi, lâkin o bir azâb idi ki, Allah onu Sebe' ehli üzerine istediği yerden salıvermişti.

Amr ibn Şurahbîl de: Yemen ehlinin lügatinde "el- Arim" "el-Musennât" (yânî kat kat bina edilmiş baraj) demektir, dedi. Şurahbîl'den başkası da: "el-Arim'%

"(İçinde su bulunan) vâdf'dir, dedi [473]. "Sâbİğât" (Âyet: il),

"Uzun uzun mükemmel zırhlar" demektir.

Mucâhid şöyle dedi: "Yucâzâ" (Âyet: ı?), "Yuâkabu( = Cezalandırılır mı?)" ma'nâsınadır. "De ki: Ben size sırf Allah için ikişer ikişer, teker teker (karşımda) durmanızı, sonra arkadaşınızda hiçbir mecnûnluk olmadığını iyi

düşünmenizi va'z ederim... " (Âyet: 46); buradaki "Eizukum bi-vâhidetin", "Ben size birtek şeyi öğüt veririm, yânî Allah'a tâat etmenizi öğüt veririm" demektir; "Mesnâ ve furâdâ", "İkişer ikişer ve birer birer" ma'nâsınadır.

"Ona îmân ettik demişlerdir. Fakat onlar için uzak bir yerden tevbeye el sunmak nerede. Hâlbuki daha evvel ona küfretmişler di. Uzak bir yerden gaybe atıp tutuyorlardı. Artık kendileriyle arzu ettikleri şeylerin arasına bir sedd çekilmiştir, bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de insanları kötü zanna düşüren bir şübhe^ içinde idiler" (Âyet: 52-54). Buradaki "et-TenâvuşJ\ "Ahiretten dünyâya redd, yânî geri döndürmek"; "Beyne mâ yeştehûne", "Maldan, çocuktan yâhud dünyâ hayâtının zîneti ve güzelliğinden arzu etmekte oldukları şeyler arasına";

"Bi-eşyâıhım", "Bi-emsâlihim" (yânî "Benzerlerine") ma'nâsınadır.

İbn Abbâs şöyle dedi:

"Ke'l-cevâb", "Ke'l-cevbe mineH-Ardı", (Arz'dan sükûnetli mevki' gibi), "el-Hamt", "Dallarıyle misvak, yânî diş temizliği yapılan erâk ağacı", "el-Eslu" "et-

Tarfâu", yânî "Ilgın ağacı"; "el-Arim" de "Güçlük" ma'nâsına olan "Arâme" masdarından "Şedîd", yânî

"Şiddetli" demektir.

 

249- Bâb:

 

"(O'nun nezdinde, kendisine izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fâide vermez.) Nihayet kalblerinden

korku giderildiği zaman (birbirine): Rabbiniz ne buyurdu? derler. (Şefaat edecekler de:) Hakkı söyledi, derler. O çok yüce, çok büyüktür"

 (Ayet: 23) [474].

 

322-.......Bize Amr ibnu Dînâr tahdîs edip şöyle dedi: Ben İkrime'den işittim, şöyle diyordu: Ben Ebû Hureyre(R)'den işittim, şöyle diyordu: Şübhesiz Allah'ın Peygamberi (S) şöyle buyurdu: ''Allah gökyüzündeki meleklere bir emrin yerine getirilmesini hükmettiği za­man, Allah'ın düz bir taş üstünde (hareket ettirilen) zincir (sesi) gibi mehâbetli olan bu ilâhî hükme melekler tamâmiyle boyun eğerek (kor­ku ile) kanatlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gide­rilince de melekler Cebrail ve Mîkâîl gibi mukarreb (yânî Allah'a yaklaştırılmış) meleklere:

— Rabb'iniz ne söyledi? diye sorarlar. Onlar da sorana:

— Allah hakkı söyledi, O çok yücedir, çok büyüktür I derler.

Bu suretle kulak hırsızı şeytânlar Allah'ın oemrve takdirini işi­tirler. O sırada kulak hırsızı şeytânlar (yerden göğe kadar) birbirinin üstünde zincirleme dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazırlanmış) bulu­nurlar. -Sufyân ibn Uyeyne avucunu çevirip parmaklarının arasını ayırdı da bu dizilişi avucuyla vasıfladı.- Şeytânlar bu vaziyette iken en üstteki şeytân meleklerin o konuşmasını işitir de hemen onu altın-dakine atar, sonra diğeri de o sözü kendinden aşağıdakine atar, ni­hayet en aşağıdaki o sözü sihirbazın yâhud kâhinin diline atar. Bâzı defa meleklerin konuşmasını işiten en üstteki şeytâna bir. ateş parçası yetişip, altındaki şeytâna o haberi atıp işittirmeden onu yakar. Ba­zen de ateş kendisine erişmeden önce o haberi altındaki şeytâna atıp ulaştırır. Artık o haberi alan sihirbaz kimse, bu haberin beraberinde yüz yalan daha uydurur (insanlara söyler ve ilâhî emir yeryüzünde gerçekleşince insanlar tarafından):

  O bize fulan günü, şöyle şöyle ve şöyle demiş değil miydi? diye söylenir de, böylece şeytânın gökyüzünden işitmiş olduğu o ke­lime sebebiyle sihirbaz yâhud kâhin kişi doğrulanır" [475].

 

250- .Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'O, çetin bir azâbdan evvel bunu size haber veren (bir peygamberden başkası değildir"

(Âyet: 46).

 

323-.......İbn Abbâs (R) şöyle dedi: Bir gün Peygamber (S) Safa Tepesi'ne çıktı da:

  "Yâ sabâhâh - Ey Kureyş buraya geliniz! Büyük bir iş karşı­sında bulunuyorsunuz!" diye seslendi.

Bunun üzerine Kureyş, Peygamber'in yanına toplandı.

  Sana ne oldu? diye sordular. Peygamber:

  "Bana re'yinizi haber veriniz: Şimdi ben size 'Düşman (var), sizi ya sabah baskınına yâhud akşam baskınına uğratacaktır' diye ha­ber versem, beni tasdik eder misiniz?" dedi.

Kureyş:

  Evet tasdîk ederiz, dediler. Peygamber:

  "Öyle ise ben sizi şiddetli bir azâbdan evvel, bunu size haber veren bir nezîrim" dedi.

Ebû Leheb:

— Helake uğrayasın! Bizleri bunun için mi buraya topladın? dedi. Bunun üzerine Allah: "Tebbet yedâ EbîLehebin = Ebû Leheb'-

in iki eli kurusun... " sûresini indirdi [476].

 

35- el-Melâike (Fâtır) Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi: "el-Kıtmîr" (Âyet: 13), hurma çekirdeğinin zarıdır.

"Günâh işleyen hiçbir nefis, başkasının günâhını çekmez. Eğer yükü ağır bir kişi diğer birini onu taşımaya çağırırsa, bu hısımı da olsa, kendisine ondan hiçbirşey yükletilmez..." (Âyet: ıs); buradaki "Muskale",

"Musakkale" ma'nâsınadir. Mucâhid'den başkası da şöyle dedi:

"Körle gören, karanlıkla nûr, gölge ile sıcak bir olmaz'* (Âyet: i9-2i); buradaki "el-Harûr", gündüzleyin güneşle

beraber olan şiddetli sıcaktır. İbn Abbâs da şöyle dedi:

"el-Harûr", geceleyin olan sıcaklıktır, "es-Semûm" ise gündüzleyin olan sıcaklıktır.

"Allah'ın gökten bir su indirdiğini ve işte onunla nevVleri başka başka meyveler bitirip çıkardığımızı

görmedin mi? Dağlardan da beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzgûnî siyah yollar yaptık"

(Âyet:. 27);

buradaki "Garâbîbu sudun", "Şiddetli karanlıklar", müfredi "el-Gırbîb" de "Şiddetli siyahlık" demektir [477]

 

 

36- Yâsîn Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi:

"Feazzeznâ" (Âyet: 14), "Şiddetlendirip kuvvetlendirdik" demektir.

Ey kulların üzerine çöken hasret (hazır ol, çünkü) onlar kendilerine herhangibir peygamber gelmeyedursun,

ille onunla alay ederlerdi" (Âyet: 30), yânî onların dünyâda iken rasûllerle alay etmeleri, kendilerine âhirette büyük bir hasret ve pişmanlık olmuştur.

'Ne Güneş 'in Ay Ja erişip çatması, ne de gecenin gündüzü geçmiş olması gerekmez. Hepsi de birer felekte yüzerler" (Âyet: 40). Güneşin Ay'a erişmesi olmaz; bu, ikisinden birinin ışığı diğerinin ışığını örtmez, onların

ikisi de böyle birbirinin ışığını örtmeleri gerekmez (Çünkü herbirinin bir sınırı vardır, onu geçmezler ve ondan geri de kalmazlar).

Gecenin gündüzü geçmiş olması da gerekmez. Güneş ve Ay'dan herbiri, istemekte ciddî ve gayret göstericiler olarak arkadaşını ta'kîb ederler, (kıyamet günü müstesna, asla bir yere gelip birleşmezler).

"Gece de onlar için bir âyettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarsın ki, karanlığa girmişlerdir" (Âyet: 37); buradaki "Neslehu", "Gece ile gündüzden herbirini diğerinden çıkarırız", bunlardan herbiri kararlaştırılmış zamana kadar cereyan eder dır       demektir [478].

"Ve kendilerine bunun gibi binecekleri nice şeyleri yaratmış olmamızdır" (Âyet: 42); buradaki "Min mislini",

hayvanlardan olan binekler demektir (çünkü onlar kara gemileridir).

"Şübhe yok ki, bu gün cennet yaranı sevinçli bir zevk ve eğlence içindedirler" (Âyet: 55); buradaki "Fekihûn",

"Mu'cebûn( =  Beğenilmiş, hoşnûd kılınmışlar, hayret edilecek ni'metliler ve ferahtılar)" demektir.

"Onlar Allah'ı bırakıp kendileri yardım edilecekler ümidiyle ma 'bûdlar edindiler. Ki bunlar onlara asla yardım edemezler. (BiVakis) kendileri bunlar için hazırlanmış bir sürü avenedir" (Âyet: 74-75). Yânı, hesâb sırasında hazır edilip toplanmış askerler; (Ibn Kesîr: Bu putlar kıyamet günü ibâdet edicilerinin hesabı sırasında hazır edilip toplanmışlardır ki, putperestlerin horlanmaları daha belîğ ve aleyhlerine hüccet dikmek daha açık olsun, demiştir).

Ve İkrime'den "FVl-fulkVl-meşhûn{- Dopdolu gemide)" (Âyet. 4i), "Ağırlaştırılmış gemide" ma'nâsınadır dediği zikrolunuyor. Ve İbn Abbâs: "Tâirukum" (Âyet: 19), "Masâibukum" (yânî "Musibetleriniz") demektir. "Sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki onlar kabirlerinden (kalkıp) Rabblerine doğru koşup gidiyorlar" (Âyet: sm buradaki "Yensilûn", "Yahricûn" (yânî "Çıkıyorlar") ma'nâsınadır; "Merkadınâ{=. Uyuduğumuz yer)" (Âyet:

52), "Çıktığımız yer" demektir.

"Hakikat Ölüleri diriltecek olan, Önden gönderdikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri yazmakta bulunan biziz

biz. Zâten biz herşeyi apaçık bir kitâbda yazıp saymışızdır" (Âyet: 12), yânî "Biz onu hıfzetmiş, korumuşuzdur".

"Yine dileseydik onları oldukları yerde suratlarını değiştirip, bambaşka çirkin bir mâhiyete getirirdik de ne

ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yetmezdi" (Âyet: 67); buradaki "Mekânetihim" ile

"Mekânihim" bir ma'nâyadır.

 

251- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Güneş de (ilâhî bir âyettir ki) kendi karargâhında cereyan etmektedir. Bu, mutlak gâlib, herşeyi hakkıyle 1™ Aiinhyın takdiridir" bilen Allah'ın takdiridir

(Âyet: 38).

 

324-.......Ebû Zerr (R) şöyle demiştir: Ben güneşin batışı sıra­sında mescidde Peygamber'in beraberinde idim. Peygamber (S):

  "Yâ Ebâ Zerr! Güneş nerede gurûb eder bilir misin?" diye sordu.

Ben:

  Allah ve Rasûlü en bilendir, dedim. Peygamber:

  "Güneş gider, tâ Arş'ın altında secde eder. İşte bu Yüce Al­lah 'in şu kavlidir: Güneş de (ilâhî bir âyettir ki) kendi karargâhında cereyan etmektedir. Bu, mutlak gâlib, herşeyi hakkıyle bilen Allah '-in takdiridir."

 

325-.......Ebû Zerr (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'e, Yüce Allah'ın "Güneş kendi karargâhında cereyan etmektedir" kavlinden sordum. Peygamber: "Onun müstakarrı Arş'ın altındadır" buyur­du [479].

 

 

37- Ve's-Sâffât Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi: "Uzak bir yerden gaybe atıp tutuyorlardı" (Sebe1:52), buradaki "Uzak bir yerden", "Her yerden" ma'nâsınadır. "Ki onlar MeleH A 'lâ'ya kulak verip dinleyemezler, her yandan kovularak atılırlar. Onlar için (âhirette) ardı arası kesilmez bir azâb vardır" (Âyet: 8-9),

buradaki "Yukzafûne", "Atılıyorlar"; "Vâsıbun",

"Dâim" (yânî "Devâmli") ma'nâsınadır.

"Hakikat biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık"

(Âyet: ıi); buradaki "Lâzibun", "Lâzımun", yânî "Cıvık yapışkan" ma'nâsınadır.

"Onlardan kimi kimine yönelip mes'ûl tutmaya kalkışırlar. Hakikat siz bize sağdan gelirdiniz, derler"

(Âyet: 27-28); buradaki "Sağdan" sözüyle, hakkı kasdediyor. Bunu kâfirler, şeytâna hitaben söylerler.

"Orada bir humar da yok, onlar bundan sarhoş da olmazlar" (Aya. 4iy, buradaki "Ğavlun", "Karın ağrısı";

"Yunzefûn", "Akıllan gitmez" ma'nâsınadır.

"İçlerinden bir sözcü: Hakikat benim bir arkadaşım vardı, der" (Âyet: 51), buradaki "Karin", "Arkadaş"

ma'nâsınadır. "Çünkü onlar atalarını sapkın kimseler bulmuşlardı da, kendileri de onların izleri üzerinde

koşturuluyorlardı"(Ayev. 69-70), buradaki "Yuhreûne{~ Koşturuluyorlar)", "Hervele hey'eti gibi" (yânî

"Hervele yapanlar gibi sür'atle koşturuluyorlar") demektir.

"Derken (kavmi) koşarak onun önüne çıktılar" (Âyet: 94};

buradaki "Yeziffûn", "en-Neselâne fi'1-meşyi" {yânî "Koşmanın aşağısında kısa adımlarla sür'atli yürüyüş")

ma'nâsınadır.

"Bir de O'nunla cinnler arasında bir hısımlık uydurdular. And olsun ki, bizzat cinnler dahî onların muhakkak (cehenneme) ihzâren getirileceklerini pek iyi bilmişlerdir. Allah onların isnâd edegeldiklerinden yücedir, münezzehdir" (Âyet: 158-159).

Kureyş kâfirleri: "Melekler Allah'ın kızlarıdırlar, meleklerin anaları da cinnlerin hâsslarının kızlarıdır" dediler.

Yüce Allah da: "And olsun ki, bizzat cinnler dahî onların muhakkak ihzâren getirileceklerini pek iyi

bilmişlerdir", yânî "Bu sözü söyleyen sizler hesaba çekilmek içi.* orada hazır edileceksiniz".

Ve İbn Abbâs şöyle dedi: "Biziz o saff saff dizilenler mutlak biz" (Âyet: ıö5), buradaki "Saff saff dizilenler", meleklerdir.

"O zulmedenleri, onlara eş olanları, Allah'ı bırakıp tapmakta ısrar ettikleri şeyleri hep bir araya toplayın da cehennem yoluna götürün. Onları habsedin. Çünkü onlar mes'ûldürler" (Âyet, mi); buradaki "SırâtVl-

Cahîm", "Cehennemin ortası; çılgın ateşin ortası" (Âyet: 55) demektir.

"Sonra üzerine de onlar için çok sıcak bir su ile karıştırılmış içki vardır" (Âyet: 67), buradaki "Le-şevben",

"Yiyecekleri karıştırılır; yiyecek ve içecekleri çok sıcak su ile karıştırılır" demektir.

"Medhûran" (ei-AW: n>, "Matrûdan( = Tardedilip kovulmuş)" ma'nâsınadır (Âyet: 9da) "Tardetmek" ma'nâsına olan "Duhûran" geçmişti).

"Yanlarında da bakışlarını yalnız zevçlerine döndürmüş iri gözlü kadınlar vardır ki, bunlar örtülüp saklanmış

yumurtalar gibidirler" (Âyet: 48-49); buradaki "Beydun meknûnun{- Saklanmış beyaz yumurta)", "Saklanmış

inci" ma'nâsınadır.

"Biz ona sonra gelenler içinde (iyi bir nâm) bıraktık" (Âyet: 78, 129), yânî "O dâima hayırla anılacaktır".

"Bir âyet -bir mu'cize- gördükleri vakit, onu eğlenceye tutarlar" (Âyet: 14), buradaki "Yesteshırûne"

"Yesharûn( =  Eğlenirler)" ma'nâsınadır.

"O en güzel yaratanı; sizin de, evvelki atalarınızın da Rabb'i olan Allah'ı bırakıp da BaTe mi tapıyorsunuz?"

(Âyet: 125-126); buradaki "Bal" (Büyük bir putun ismi olup Yemen dilinde) "Rabb" ma'nâsınadır.

 

252- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Yûnus da hiç şübhesiz gönderilen peygamberlerdendi'' (Âyet: 139).

 

326-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S): "Hiçbir kimseye Yûnus ibn Mettâ'dan daha hayırlı olması lâyık değildir" buyurdu.

 

327-.......Muhammed ibnu Fuleyh tahdîs edip şöyle demiştir:

Bana babam Fuleyh ibn Süleyman, Âmir ibnu Lueyy oğulları'ndan olan Hilâl ibnu Alî'den; o da Atâ ibn Yesâr'dan; o da Ebû Hureyre-(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S): "Her kim ben Yunus ibn Met­tâ'dan hayırlıyım derse, muhakkak yalan söyledi" buyurmuştur [480].

 

38- Sâd Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

328-......, el-Avvâm ibn Havşeb şöyle dedi: Ben Mucâhid'e Sâd Sûresi'ndeki secdeden sordum. Mucâhid şöyle dedi: Bu, İbn Abbâs'a soruldu da o: "Onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy..." (ei-Enâm:90) kelâmını

söyledi. İbn Abbâs bu Sâd Sûresi'nde (24. âyetinde) secde eder idi [481].

 

329- Bana Muhammed ibnu Abdillah tahdîs etti [482]. Bize Mu-hammed ibnu Ubeyd et-Tenâfisiyyu tahdîs etti ki, el-Avvâm şöyle de­miştir: Ben Mucâhid'e Sâd Sûresi'ndeki secdenin mâhiyetini sordum. O şöyle dedi: Ben İbn Abbâs'a:

  Hangi delilden dolayı secde ediyorsun? dedim. İbn Abbâs da bana:

— Sen şu âyetleri okumuyor musun: ' 'Biz ona İshâk ile Ya 'kûb 'u ihsan ettik ve herbirini hidâyete erdirdik. Daha evvel de Nûh 'm, ve onun neslinden Davud'u, Süleyman % Eyyûb 'w, Yûsuf'u, Mûsâ *yı ve Harun'u hidâyete (nübüvvete) kavuşturduk... Onlar Allah'ın hidâ­yet ettiği kimselerdir. O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy..." (eUEn'âm:84-90). (Ey Mucâhid ve arkadaşları!) İşte Dâvûd da Peygamber'inizin kendisine uyması emredilen kimselerdendir, bu­nun için Rasûlullah da (Davud'un secde ettiği) bu yerde secde etti, dedi [483].

"Ucabun (Âyet:5), "Acîbun" (yânî "Şaşılacak birşey") ma'nâ-sınadır.

"el-Kıttu" (Âya-AG), "es-Sahîfetu" demektir, o burada "Hasene-ler sahîfesi"dir.

Mucâhid şöyle dedi: "Küfredenler bir izzet (bir onur), bir tefri­ka içindedir" (Âyev.2); buradaki "İzzet", "Muâzzîn( = İzzet ve yenme yarışında yâhud câhiliyet hamiyetinde ve büyüklenmesinde)" ma'nâ-sınadır.

"Biz bunu diğer millette (yânî dînde) işitmedik. Bu, uydurma­dan başkası değildir" (Âyet:7); buradaki "el-MilletVl-âhire", Kureyş dînidir; "el-İhtilâk" da "Yalan ve uydurma" ma'nâsınadır [484].

Yâhud o göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mülkü -tasarrufu onların mı ? Öyle ise sebeblerine yapışarak göğe yükselsin-ler" (Âyet: ıo); buradaki "el-Esbâb", semânın kapılarındaki yollarıdır.

''Onlar derme çatma patilerden birikmiş öyle bir ordudur ki, iş­te şurada hezimete uğratılmışlardır" (Âyet:ii): Kureyş'i kasdediyor.

Onlardan evvel Nûh kavmi, Âd ve o kazıklar sahibi Fir 'avn, Se-mûd, Lût kavimleri ile Eyke sahihleri de tekzîb etmişlerdi. İşte o par­tilerim akıbeti)/" (Âyet: 12-13); "İşte o partiler", "Geçmiş olan bu milletler (hep helak edildiler)" ma'nâsınadır.

"Onların her biri başka değil, gönderilen peygamberleri tekzîb ettiler de bu yüzden azabım hakk oldu. Bunlar da iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek korkunç sesten başkasını gözetmi­yorlar" {Âyet: i4-i5>; buradaki "Fevâk", "Rucû"', yânî "Dönmek" ma'nâsınadır. "Kıttanâ" (Âyet; 16), "Azabımızı" ma'nâsınadır.

"Biz onları eğlence edinirdik..." (Âyet: 63), "Biz onları ihata etmiştik" (yâhud "Onlarda hatâ etmiştik") ma'nâsınadır. "Etrâb", "Emsal" (yânî "Bir-yaşıt") demektir.

Ve İbn Abbâs şöyle dedi: "Kuvvetlerin ve basiretlerin sahihleri olan kullarımız İbrahim'i, İshâk% Ya'kûb'u da an" (Âyet:45); '.'el Eyd", "Kulluk hususundaki kuvvet"; "el-Ebsâr", "Allah'ın emri hususundaki görüş"tür.

"Gerçek ben mal sevgisine sırf Rabb'imi zikretmek için düştüm.*. " (Âyet:32); buradaki "An zikri RabbV\ "Min zikri Rabbî" ma'nâsına-dır.

"... Hemen ayaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı" (Âyet:33), "Atların boyunlarına ve ayaklarına eliyle dokunuyordu"; "el-Esfâd" (Âyet:38), "Bağlar, bukağılar, kayıdlar" ma'nâsınadir.

 

253- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Süleyman: 'Ey Rabb'im, beni mağfiret eyle. Bana öyle bir mülk (ve saltanat) ver ki, o benden başka hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şübhesiz bütün murâdları ihsan eden Senesin Sen!1 dedi"

(Âyet: 35).

 

330-.......Ebû Hureyre(R)'den: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Cinn taifesinden bir ifrît dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti. -Yâhud Peygamber buna benzer bir kelime söy­ledi.- Lâkin Allah beni gâlib getirip ona istediğimi yapmaya fırsat ver­di. Sabah olunca hepiniz onu güresiniz diye mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleyman Peygamber'in; Yâ Rabb, bana mağfiret et ve benden sonra kimseye olmayacak bir mülkü bana bağışla, demiş olduğu hatırıma geldi."

Râvî Ravh: Peygamber o ifrîti hor olarak kovdu, demiştir [485].

 

254- Bâb:

 

“Ve ben kendiliğinden birşey teklif edenlerden de değilim1" (Âyet: 86).

 

331-.......Mesrûk şöyle dedi: Bizler Abdullah ibnu Mes'ûd'un yanına girdik. O:

— Ey insanlar! İçinizden her kim bir ilim bilirse onu söylesin, bilmeyen de "Allah en bilendir" desin. Çünkü insanın bilmediği şey için "(Bilmiyorum) Allah en bilendir" demesi de ilimdendir. Azız ve Celîl olan Allah, kendi Peygamber'ine hitaben: "Ben buna karşı siz­den hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğimden birşey teklif edenlerden de değilim, de!" buyurdu. Şimdi ben size ed-Duhân:10. âyetini anlatacağım:

Rasûlullah (S) Kureyş'i İslâm'a girmeye çağırdı. Onlar İslâm'a girmeğe ağır davranıp geciktiler. Bunun üzerine Peygamber: "Yâ Al­lah, Yûsuf'un zamanındaki yıllar gibi yedi şiddet yılı ile bana yardım et" diye Kureyş aleyhine duâ etti. Akabinde onları öyle bir kıtlık ya­kaladı ki, herşeyi kökünden giderip yok etti. O derecede ki, onlar öl­müş hayvanları ve derileri yediler. Hattâ bir insan açlıktan dolayı kendisiyle gök arasında bir duman görmeğe başladı. Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu:' '0 hâlde semânın apâşikâr bir duman getirece­ği günü gözetle. O, insanları saracaktır. Bu pek yaman bir azâb... " (ed-Duhân:10-ll).

Dedi ki:

— Bunun üzerine Kureyşliler şöyle duâ ettiler: "Ey Rabb 'imiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz îmân edeceğiz (dediler). On­lar için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine açıklayan bir pey­gamber geldiği hâlde.  Yine ondan yüz çevirdiler. O'na kimi bir öğretilmiş, kimi bir mecnûn dediler. Biz bu duman azabını biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok ki tekrar dönecek olanlarsınız

(ed-Duhân:12-15).

İbn Mes'ûd dedi ki:

  Kıyamet günündeki azâb onlardan kaldırılır mı? Yine dedi ki:

— Kureyş'ten o azâb kaldırıldıktan sonra onlar yine küfürlerine döndüler. Allah da onları Bedir günü tekrar yakaladı. Yüce Allah: ' 'Çok büyük bir şiddet ve satvetle çarpacağımız gün muhakkak ki biz onlardan intikaam alıcılarız" (ed-Duhân:i6) [486].         

 

39- ez-Zumer Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Mucâhid şöyle dedi:

"... Kıyamet günü yüzünü o fecî' azâbdan kim kurtaracak?" (Âyet: 24), yânî "Ateş içinde yüzü üzerine sürüklenmekten kendini kim kurtaracak?" demektir.

Bunun delili Yüce Allah'ın şu kavlidir: "Bizim âyetlerimiz hakkında sapıklığa düşenler şübhesiz bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşin içine atılacak olan kimse mi hayırlıdır, yoksa kıyamet günü korkusuzca gelecek olan kişi mi?,.. " (Fussilet: 40).

"And olsun ki biz Kur'ân'da insanlar için nasihat kabul etsinler diye, her misâlden örnekler gösterdik. Onu tenâkuzsuz ve ihtilafsız, dosdoğru Ar abca bir Kur'ân olarak indirdik, tâ ki sakınsınlar" (Âyet: 27-28); buradaki

"Gayra zîıvecin", "Eğrilik ve belirsizlik olmayarak" ma'nâsınadır.

"Kendisinde birbirine sertlik ve geçimsizlik gösteren birçok ortakların hakkı bulunan bir adamla (bir köle ile) yalnız bir kişinin adamı olan diğer birini Allah (müşriklerle muvahhid hakkında) bir misâl olarak getirmiştir. Bu ikisinin hâli bir olur mu?... " (Âyet: 29);

bu âyette kendisinde birçok ortak sâhibler bulunan adamİa tek adama hâss olup başkalarından salim bulunan adam; onların bâtıl ilâhlanyle Hakk İlâh için bir meseldir [487].

"Allah kuluna kâfi değil mi? Seni ondan başkalanyle korkutuyorlar... " (Âyet: 36); "Ondan başkalanyle", "Putlarıyle; putlarının zarar vermeleriyle" demektir.

"İnsan bir zarar dokunduğu zaman bizi çağırır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nVmet verdiğimiz vakit: 'Bu, bana ancak ilimden (bilgimden) dolayı verilmiştir' der.

Hayır, bu bir imtihandır. Lâkin onların çoğu bilmezler" (Âyet: 49); buradaki "Havvelnâ", "A'teynâ" (yânî

"Verdik") ma'nâsınadır. *

* 'Sıdki getirene ve onu tasdik edenlere gelince: İşte onlar takvaya erenlerin tâ kendileridir" (Âyet: 33); buradaki

"Sıdkı getiren", "Kur'ân'ı getiren ve onu tasdik eden kimse"dir ki, o, kıyamet günü: Rabb'im, bu bana verdiğin ve içindekilerle amel ettiğim Kur'ân'dır, diyerek gelecek olan mü'mindir.

Mucâhid'den başkası da şöyle dedi: "Muteşâkisûne"

(Âyet: 29), "Birbirlerine zorluk çıkaranlar, ihtilâf edenler";

"er-Raculu", "eş-Şekisu( =  Dâima zorluk çıkaran, adalete razı olmayan kişi"; "Raculen silmen" ta'bîri

"Raculen salimen (ve sâlihan)" şeklinde de söyleniyor.

"Allah bir olarak anıldığı zaman âhirete inanmazların kalbleri tiksinir. Başkası anıldı mı bunların derhâl yüzleri güler" (Âyet: 45); buradaki "İşmeezzet", "Nefret etti, tiksindi" demektir.

"Allah şirkten sakınanları umduklarına nail olmalarına sebeb olan iyi amelleri ile selâmete erdirir... " (Âyet: 6i);

buradaki

"Bi-mefâzetihim" "Fevz"den olup "Bi-fevzihim" (yânî "Kendi kazançları, zaferleri ile") demektir.

"Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ve teşbih ederek Arş'in etrafını kuşatmışlardır..." (Âyet: 75);

buradaki "Hâffiyne min havlVl-arşı", "Arş'ın iki yanından -bütün yanlarından- onu dolaşıcılar olarak

çepçevre kuşatanlar" demektir. "Allah, kelâmın en güzelini ahenkli, katmerli (tıklım büklüm hakikatlerle dolu) bir kitâb hâlinde indirmiştir... " (Âyet: 23); buradaki "Muteşâbihen" lafzı,

"İştibâh" (yânî "Seçilememezlik, karışıklık")dan değil, lâkin "Tasdikte ve güzellikte bâzısı bâzısına benzer (içinde tenakuz ve ihtilâf bulunmaz)" ma'nâsmdandır.

 

255- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"De ki: Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah

bütün günâhları mağfiret eder. Şübhesiz ki, O çok mağfiret edici, pek merhamet eyleyicidir" (Avet: 53).

 

332-....... Ya'Iâ ibn Müslim ibn Hürmüz, Saîd ibn Cubeyr'in kendilerine İbn Abbâs(R)'tan şöyle haber verdiğini söylemiştir: Müş­riklerden birtakım insanlar adam öldürmüşler ve birçok cinayet işle­mişler, zina etmişler ve bunda da çok ileri gitmişlerdi. Bunlar bu günâhlarıyle Muhammed'e geldiler de:

— Senin söylemekte olduğun tebliğ ve kendisine da'vet etmekte olduğun İslâm Dîni şübhesiz çok güzeldir. Eğer bize işlediğimiz bun­ca günâhlar için bir keffâret bulunduğunu haber versen! dediler.

Bunun üzerine şu mealdeki âyetler indi: "Onlar ki, Allah'ın ya­nına başka bir tann daha katıp tapmazlar. Allah 'm haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çar­par. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o azabın içinde hor ve hakir ebedi bırakılır. Ancak tevbe edip îmân eden, iyi amelde bulu­nan kimseler müstesnadır. İşte Allah bunların kötülüklerini iyilikle­re çevirir. Allah çok mağfiret edici, pek merhamet eyleyicidir" (ei-Furkaan: 68-70).

Bir de şu kelâm indi: "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşan kullarım, Allah 'in rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günâhlara mağfiret eder. Şübhesiz ki, O çok mağfiret edici, pek merhamet eyleyicidir" [488].

 

256- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Allah'ı hakkıyle takdir edemediler... (Âyet: 67).

 

333-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'ın huzuruna Yahûdî hahamlarından bir âlim geldi ve:

— Yâ Muhammedi Biz (kitâblanmızda) Allah'ın şöyle vasıflan­dığını buluyoruz: "Allah gökleri bir parmağında, yer tabakalarını da bir parmağında, bütün ağaçlan bir parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, öbür mahlûkları da (beşinci) bir parmağında tuta­rak: Ben bütün kâinatın Melik'iyim! der" diye nakletti.

Peygamber (S) Yahûdî âliminin (Tevrat'tan naklettiği) bu ha­beri tasdîk ederek, sondaki dişleri görününceye kadar güldü. Bun­dan sonra Rasûlullah: "Allah'/ hakk (ve lâyık) olduğu veçhile takdir etmediler..." âyetini okudu [489].

 

257- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

Hâlbuki kıyamet günü arz küresi toptan onun bir kabzasıdır. Gökler de onun sağ eliyle dürülmüşlerdir. O katmakta devam ettikleri ortaklardan münezzehtir, çok yücedir" (Âyet: 67).

 

334-.......Ebû. Hureyre (R) dedi ki: Ben Rasûlullah(S)'tan şöy­le buyururken bizzat işittim: "Allah Arz'ı kabz edecek, sağ eliyle gök­leri dürecek, sonra: 'Ben Melik Hm; yeryüzünün hükümdarları nerede?' buyuracak"[490]

 

258- Şu Kaalin Babı:

 

"(Birinci) sûr'a üfürülmüş, artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüştür. Sonra ona bir daha üfürülmüştür. O anda görürsün ki (ölüler dirilip) ayakta bakınıp duruyorlar" (Âyet: 68).

 

335-.......Bize Abdurrahîm, Zekeriyyâ ibn Zâide'den; o da Âmir ibn Şurahbîl eş-Şa'bî'den; o da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Ben ikinci üfürmeden sonra ba­şını kaldıracak olanların ilkiyim. Bir de bakarım ki, Mûsâ Arş'a ya­pışmış duruyor. Artık o birinci nefhada ölmedi de hep böyle mi idi, yâhud ikinci nefhadan sonra benden önce mi diriltildi, bilmiyorum' [491].

 

336-....... el-A'meş tahdîs edip şöyle dedi: Ben Ebû Salih'ten işittim, şöyle dedi: Ben Ebû Hureyre(R)'den işittim, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "İki ne/ha kırk vardır."

Ebû Hureyre'nin arkadaşları:

  Yâ Ebâ Hureyre: Kırk gün mü? diye sordular.

Ebû Hureyre dedi ki: Ben cevâb vermekten çekindim. Birisi:

  Kırk sene mi? diye sordu.

Ebû Hureyre dedi ki: Ben yine cevâb vermekten çekindim. Bir

başkası:

— Kırk ay mı? diye sordu.

Ebû Hureyre dedi ki: Ben buna da cevâb vermekten çekindim. (Çünkü günlerle, aylarla, yıllarla müddet ta*yîn edecek bilgim yok­tu. Ebû Hureyre dedi ki:) Rasûlullah:

  "insandan her parça çürür, yalnız kuyruk sokumundaki bir parçası çürümez, ikinci yaratma o parça içinde terkîb edilir" buyurdu [492]

 

40- el-Mu'min Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi:

"Hâmîm"; bunun mecazı (yânı yolu, hükmü), diğer sûre evvellerindeki kesik kesik harflerin mecazıdır. Ve şöyle de deniliyor: Hayır, bu Şurayh ibnu Ebî Evfâ'nın şu kavlindeki kullanışından dolayı, bir isimdir [493]:

Yuzekkirunî hâmîme ve'r-rumhu şâcirun, Fe-hellâ-teİâ hâmîme kahle't-tekaddumi

(= Harb günü o bana mızraklar birbirine girip karıştığı hâlde Hâmîm'i hatırlattı, keski o bu Hamimi

harbde ileriye geçmeden önce henüz mızraklar birbirine karışmadan okumuş olsaydı!) [494]

"ŞedîdVl-ikaabı, zVt-tavli" (Âyet: 3) kavlinde "et-Tavlu" "et-Tefâdulu" (yânî "Fadl ve kerem") ma'nâsınadır.

-Katâde: Bunun aslı "Sahibi üzerine müddeti uzayan ni'metlendirme"dir, demiştir.-

"Rabb'in şöyle buyurdu: Bana duâ edin. Size icabet edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük taslayıp

uzaklaşanlar hor ve hakir olarak ateşe gireceklerdir"

(Âyet: 60); buradaki "Dâhırîne", "Alçalıcüar olarak"

(Suddî: "Küçülücüler ve zeliller olarak" demiştir) ma'nâsınadır.

"Ey kavmim, benim karşılaştığım bu hâl nedir? Çünkü ben sizi kurtuluşa da *vet ediyorum, siz beni ateş çağırıyorsunuz" (Âyet: 4i); buradaki "Necat" (Ateşten kurtarıcı olan) "îmân" ma'nâsınadır.

Siz beni Allah'a küfredeyim, hiçbir surette tanımadığım nesneleri O'na ortak tutayım diye çağırıyorsunuz. Ben de sizi O mutlak Kaadir'e, O çok mağfiret ediciye da\et ediyorum. Sizin beni mutlakaa tapmaya da'vet ettiğinizin dünyâda da, âhirette de asla hiçbir da'veti yoktur..." (Âyet: 42-43);

buradaki "Hiçbir da'vete hakkı olmayan" -yâhud "Hiçbir da'veti kabule hakkı olmayan"- ta'bıriyle, müşriklerin Allah'tan başka tapmakta oldukları vesen'i, put'u kasdediyor.

"Onlar Kitâbh ve Peygamberimizle gönderdiğimiz şeyleri tekzfb edenlerdir. Artık bilecekler. Boyunlarında lâleler, zincirler bulunduğu zaman ki, onlar sıcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklardır"

(Âyet: 70.-72); buradaki "Yuscerûn", "Onları ateş yakacak"

ma'nâsmadır. (Bu, Yüce Allah'ın: "Onun yakıtı insanlar ve taşlardır" (ei Bakara: 24) kavli gibidir.)

"Size olan bu azâb şundandır: Çünkü siz yeryüzünde haksız yere şımarıklık ediyor, çılgınca taşkınlık gösteriyorsunuz" {Âyev. 75); buradaki "Temrahûne",

"Tebterûne" (yânî "Çok şımarıyor, azıyor, hakkı beğenmiyor, kabul etmiyorsunuz") ma'nâsınadır. el-Alâ ibnu Ziyâd (öl: 94), insanları, cehennemi hatırlatıp kötülüklerden sakındırıyordu. O sırada bir adam ona: Sen insanları niçin Allah'ın rahmetinden ümîdsizliğe düşürüyorsun? dedi. el-Alâ da ona: Azîz ve Celîl olan Allah "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin..." (ez-Zumer: 53)

buyururken, ben insanları ümîdsizliğe düşürmeye muktedir olabilir miyim? Bununla beraber Allah "Hakikat müsrifler (yont haddi aşanlar) ateş yaranının tâ kendileridir" (Âyet: 43) de buyuruyor. Lâkin sizler amellerinizin kötülüklerine, çirkinliklerine rağmen cennetle müjdelendirilmenizi arzu etmektesiniz. Fakat Allah, Muhammed(S)'i ancak kendisine itaat edenleri cennetle müjdeleyici, âsî olanları da ateşle korkutucu olarak göndermiştir, dedi [495].

 

337-.......Bize el-Evzâî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Yahya ibnu Ebî Kesîr tahdîs edip şöyle dedi: Bana Muhammed ibnu İbrâhîm et-Temîmî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr tahdîs edip şöyle dedi: Ben Abdullah ibn Amr ibni'1-Âs'a:

— Müşriklerin Rasûlullah'a yaptıkları kötülüklerin en şiddetli­sini bana haber ver, dedim.

Abdullah ibn Amr şöyle dedi:

— Rasûlullah (S) Ka'be'nin avlusunda namaz kılıyordu. Bunun üzerine Ukbe ibn Ebî Muayt çıkageldi. Ukbe, Rasûlullah'ın omuzun-dan tuttu da ridâsım boynunda dürüp toparladı (ve onunla) Rasûlul-lah'ı şiddetli bir şekilde boğmağa başlamıştı ki, tam bu sırada Ebû Bekr karşıdan yönelip geldi, hemen Ukbe'nin omuzunu tuttu ve onun saldırısını Rasûlullah'tan def etti ve: "Siz bir adamı, RabbHm Al­lah 'tır demesiyle öldürür müsünüz? Hâlbuki o, size Rabb Hnizden apa± çık mu 'cizeler de getirmiştir. Bununla beraber eğer o bir yalancı ise, yalanı kendine. Eğer doğru söyleyici ise, sizi tehdîd edegeldiği azâbin bir kısmı olsun sizi çarpar. Şübhesiz Allah, haddi aşan, yalancı olan kimseyi muvaffak etmez" (Âyet: 28) kelâmını okudu [496].

 

41- Hâmîm es-Sccde (Fussilet) Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Tâvûs, İbn Abbâs'tan olmak üzere şöyle dedi:

"Sonra göğe -ki o bir buhar hâlinde idi- doğruldu da ona ve Arz3a: İkiniz de ister istemez gelin, buyurdu.

Onlar da: İsteye isteye geldik, dediler" (Âyet: 11);

buradaki "İ'tiyâ tav'an", "Atıyâ( = Veriniz)"; "Kaaletâ eteynâ", "A'taynâ tâıîne( =  Boyun eğerek verdik)" ma'nâsınadır [497].

el-Minhâl söyledi ki, Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir:

Bir adam (ki Nâfi' ibnu'l-Ezrak'tır) Ibn Abbâs'a: Ben Kur'ân'da bana zahirleri ihtilâf etmekte olan birçok

şeyler buluyorum, dedi. (Ibn Abbâs: Sana ihtilaflı görünen bu şeylerden getir, dedi.) O da şunları söyledi:  "Sûra üfürüldüğü zaman da artık aralarında o gün (böbürlenecekleri) soyları, sopları olmadığı gibi (birbirlerinin hâlini de) soruşamazlar" (ei- Muminûn: ıoi), "Onlardan kimi kimine yönelip birbirini soruşurlar''

(es-Sâffât: 27-50);

"Küfredenlerle o peygambere âsî olanlar o gün hâk ile yeksan edilselerdi de Allah'tan bir sözü gizlememiş olsalardı temennisinde bulunacaktır" (en-Nisâ: 42),

"Rabb'imiz olan Allah'a and ederim ki, biz eş tutanlardan değildik... " (d Enam: 23) -bu âyette onlar, müşrik olduklarını gizlediler...

"Sizi (tekrar) yaratmak mı (sizce) daha güç, yoksa göğü mü? Ki onu Allah bina etmiştir. Onun boyunu O yükseltti. Derken ona bir nizâm verdi. Onun gecesini kararttı, gündüzünü (aydınlığa) çıkardı. Bundan sonra

da yeri yayıp döşedi" (en-Nâziât: 27-30). Yüce Allah bu âyette göğün yaratılmasını Yer'in yaratılmasından

önce zikretti. Sonra şu âyette şöyle buyurdu:

"... Gerçek siz mi o Arz'ı iki günde yaratana küfrediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O, Alemlerin  (Âyet: 9);

Ve Yüce Allah şöyle buyurdu:

"Allah gafur, rahim bulunuyor", "Allah azız» hakîm bulunuyor", "Allah semV, basîr bulunuyor", sanki

Allah bu sıfatlarla sıfatlanmış oldu da sonra geçti (yânî bundan değişti) gibi?

İbn Abbâs bu sorularına cevâb vererek şöyle dedi: Yüce Allah'ın "O gün aralarında soy, sop olmayacak" sözü, birinci üfürmededir: "(Birinci) sûra üfürülmüş, artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüştür. Sonra ona bir daha üfürülmüştür. O anda görürsün ki, ayakta bakınıp duruyorlar" (ez-zumen 68). İşte bu sırada aralarında (kendilerine fayda verecek) soy sop yoktur.

(Herkes kendi nefsi ile meşgul bulunduğu için) birbirleriyle soruşamazlar [498].

Sonra diğer bir üfürmede birbirlerine yönelip soruşurlar [499].

Amma Yüce Allah'ın "Biz müşrikler değildik" ve "Allah'tan bir sözü gizlemezler... " sözlerine gelince, şübhesiz Allah ıslâh ehlinin günâhlarını mağfiret eder. Müşrikler: Geliniz de bizler müşrikler değildik diyelim, dediler de ağızları üzerine mühür vuruldu ve elleri nutkedip konuşur. İşte bu sırada Allah'tan hiçbir sözün gizlenmez olduğu bilindi. İşte "Küfredenlerle o peygambere âsî olanlar o gün yerle bir edilselerdi de

Allah'tan bir sözü gizlememiş olsalardı temennisinde bulunurlar" (en-Nisâ: 4i> âyetindeki bu temenni hâli, bu

sırada olur [500].

Ve Arz'ı iki gün mikdârı sürede yarattı. Sonra göğü yarattı. Sonra irâdesi göğe yöneldi de gökleri diğer iki

günlük süre içinde tesviye edip nizâma koydu. Sonra Arz'ı yayıp genişletti. Arz'ın genişletilip yayılması ise

ondan suyu, mer'ayı çıkarmak, dağları, tepeleri ve bunlar arasındaki şeyleri diğer iki gün süresinde yaratmasıdır. İşte bunların hepsi Yüce Allah'ın "Dahâhâ = Arz'ı yaydı" sözüdür. Amma "Arzh iki günde yarattı" sözüne gelince, Arz ve Arz'da bulunan herşey dört günlük süre içinde yaratıldı. Gökler de iki günde yaratıldı. (Hâsılı: Arz'ın kendisinin yaratılması, göğün yaratılmasından öncedir. Arz'ın dahvı, yânı yayılması ise, ondan sonradır.)

Ve "Allah gafur, rahim bulunuyor". Yüce Allah kendi zâtını bunlarla isimlendirdi (bu isimlendirme geçmiştir). Amma bu "Gafûriyet" ve "Rahîmiyet" kavline (bunun ma'nâsına) gelince, o böyle olmakta devam ediyor (bu vasıf asla kesilmiyor). Çünkü Allah bir şeye mağfiret etmek yâhud merhamet etmek isterse muhakkak olarak istediğini o şeye isabet ettirir. (İbn Abbâs ona:) Binâenaleyh Kur'ân sana ihtilaflı olmasın, çünkü hepsi Allah katındandır, dedi. (Ebû Abdillah el-Buhârî şöyle dedi:)

Bu geçen hadîsi bana Yûsuf ibn Adiyy tahdîs etti [501].

Bize Ubeydullah ibnu Amr, Zeyd ibn Ebî Uneyse'den; o da el-MinhâPden olmak üzere bu hadîsi tahdîs etti [502].

Ve Mucâhid şöyle dedi: "Onlar için kesiksiz bir ücret vardır" (Âyet: 8>; bu "Gayru mahsûbin{- Hesâbsız,

tükenmeyen)** ma'nâsmadır.

"Allah dört gün (sonunda) orada üstünde sabit dağlar  yaptı, onda bereketler yarattı, orada arayanlar için dört

günde müsâvî gıdalar takdir etti" (Âyet: ıo) buradaki

"Akvâtahâ", "Erzâkahâ" (yânî "Bızıklanni") ma'nâsmadır [503]

"Her gökte ona âid emri vahyettV (Âyet: u)j "Kendisine emrettiği şeyleri vahyetti".

"Bundan dolayı biz de dünyâ hayâtında zillet azabım kendilerine tattırmamız için, uğursuz uğursuz günlerde

üzerlerine çok gürültülü bir bora gönderdik. Ahiret azabı elbet daha horlayıcıdır..." (Âyet: ıe>; buradaki

"Eyyamın nahısâtın", "Uğursuz uğursuz günlerde" ma'nâsınadir [504].

"Biz onlara birtakım yanaşmaları sebeb yaptık da önlerinde ne var, ardlarında ne varsa onlar bunları süslü

gösterdiler..." (Âyet: 25); buradaki "Kayyadnâ lehum", "Kurenâe = Biz o karînleri onlara yaklaştırdık" demektir[505].

"Hakikat 'Rabb'imiz Allah'tır' deyip de sonra doğruluğa yapışanlar; işte onların üzerlerine

'Korkmayın, tasalanmayın, vaJd olunduğunuz cennetle sevinin' diye diye melekler inecektir" (Âyet: 30); bu

meleklerin inmesi, ölüm vaktindedir.

"... Senin hakikaten boynunu bükmüş gördüğün Arz da O 'nun âyetlerindendir. Fakat biz üzerine suyu indirdiğimiz vakit o harekete gelir, kabarır. Ona muhakkak can veren (Allah) elbet Ölüleri de dirilticidir.

Çünkü O, herşeye kaadirdir" (Âyet: 39); buradaki "Ihtezzet ve rabet", "Bitkilerle harekete gelir, kabarır" demektir.

Mucâhid'den başkası da {"Ve rabet "in ma'nâsı hakkında) "Meyve ve çiçekler kapçıklarından, tomurcuklarından doğdukları zaman kabarırlar" ma'nâsınadır, dedi.

"And olsun ki, şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra kendisine bizden (zenginlik ve sıhhat gibi) bir rahmet tattırırsak, mutlakaa: Bu, benim hakkımdır..." (Âyet: 50); yânî "Benim amelim sebebiyledir, bu bana haklı kılınmıştır" der.

"Onda arayanlar için dört günde müsâvî gıdalar takdir etti" (Âyet: ıo), yânî "Arz'daki gıdaları, arayanlar için

müsâvî olarak takdîr etti".

"Semûd'a gelince; biz onlara doğru yolu gösterdik... " (Âyet: 17),

"Onları hayra ve şerre delâlet ettik (yânî,

"Mutlak olarak hayır ve şerr yollarına delâlet ettik").

Bu, "Biz ona iki de yol gösterdik" (ei-Beied: ıo>, "Gerçek biz insana doğru yolu gösterdik... " (eninsân: 3) kavilleri gibidir. Maksada irşâddan ibaret olan "Huda", "Biz onu yolların başına yükselttik" menzilesindedir (ma'nâsındadır).

"Onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy..." (ei-En'im: 90) kavli de bu ma'nâdandır (yânî Buhârî'nin "İrşâd" ve

"Is'âd" -Sâd harfiyle- ta'bîr ettiği gayeye ulaştırıcı delâlet nev'indendir).

"O gün Allah'ın düşmanları; işte onlar toplu hâlde ateşe sürülecekler" (Âyet: 19); buradaki "Yûzeûne",

"Yukeffûne( =  Men'edilecekler)" ma'nâsınadır.

"... O'nun ilmi olmaksızın meyvelerden hiçbiri tomurcuklarından çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz... " (Âyet: 47); buradaki "Min ekmâmihâ" sözü,

"Çiçek tomurcuğunun kapçığı, yuvası" demektir.

Başkası da şöyle dedi:

Üzüm için de meydana çıktığı zaman yine "Kâfur" ve

"Kufurrâ" denilir (Herşeyin kapçığı, onun kâfurudur).

"Keenhu veliyyun hamîm = Sanki o sıcak dosttur" (Ayet: 34), yânî yakındır.

"Önce taptıkları nesneler onlardan uzaklaşıp

kaybolmuştur. Onlar kendilerine kaçacak hiçbir yer

olmadığını anlamışlardır" (Âyet: 48); buradaki "Min mahtsun"dan "Hâsa anhu" denilir ki, "Meyi etti"

demektir.

"Gözünü aç, muhakkak onlar Rabb'lerine kavuşmaktan bir şübhe içindedirler. Gözünü aç, O hakîkaten herşeyi

çepçevre kuşatandır" (Âyet: 54); buradaki "Mirye" ve "Murye" bir olup "Şübhe içinde olmak, şübhe etmek"

ma'nâsınadır. 

Ve Mucâhid şöyle dedi:

"Siz dilediğinizi yapın, çünkü O, ne yaparsanız hakkıyle görendir" (Âyet: 40), bu vaîd, yânî tehdîddir.

İbn Abbâs şöyle dedi:

"Ne (her) iyilik, ne de (her) kötülük bir olmaz- Sen kötülüğü en güzel olan hasletle önle. O zaman görürsün  ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile yakın dosttur" (Âyet. 33); buradaki "Daha güzel olan şey", öfke

sırasında sabr, kötülüğe uğrama sırasında affetmektir.

Sabrı ve affı yaptıkları zaman Allah onları korur ve düşmanları onlara alçalıp boyun eğer: "Sanki o düşman yakın bir dosttur".

 

259- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Siz ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize şâhidlik eder diye (düşünüp) sakınmadınız- BiVakis Allah, yapmakta olduklarınızın birçoğunu bilmez sandınız" (Âyet: 22).

 

338-.......Bize Yezîd ibmı Zuray', Rahv ibnu'l-Kaasım'dan; o da Mansûr ibnu'l-Mu'temir'den; o da Mucâhid ibn Cebr'den; o da Ebû Ma'mer'den tahdîs etti ki, İbn Mes'ûd (R) "Siz ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize şâhidlik eder diye sa­kınmadınız..* " âyetinin tefsîri hakkında şöyle demiştir: Kureyş'ten iki adam vardı, bunların Sakîf kabilesinden, kadınları yönünden bir hısımları vardı, yâhud da Sakîf ten iki adam ve onların Kureyş'ten olan kadın yönünden bir hısımları vardı. Bunlar Beyt'te konuşurlar­ken biri diğerlerine:

— Söylemekte olduğumuz sözleri Allah'ın işitiyor olduğunu zan­nediyor musunuz? dedi.

Onlardan biri:

  Bir kısmını işitir, dedi. Bâzısı da:

  Eğer bir kısmını işitirse, yemîn olsun hepsini işitir, dedi.

İşte bunun üzerine ' 'Siz, ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de de­rileriniz kendi aleyhinize şâhidlik eder diye (düşünüp) sakınmadınız..." âyeti indirildi [506].

 

260- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Rabb Hnize karşı beslediğiniz şu zannınız, işte sizi o helak etti. Bu yüzden hüsrana düşenlerden oldunuz" (Âyet: 23).

 

339-....... Bize Mansûr, Mucâhid'den; o da Ebû Ma'mer'den tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Beyt'in ya­nında üç kişi bir araya geldiler. Bunların ikisi Kureyşli, biri Sakîfli yâhud da ikisi Sakîfli, biri Kureyşli idi. Bunlar karınlarının yağı çok, kalblerinin anlayışı az kimselerdi. Bunlardan biri:

  Söylemekte bulunduğumuz sözleri Allah'ın işitiyor olduğu­nu zannediyor musunuz? dedi.

Diğeri:

  Eğer açıktan söylersek işitir, gizli söylersek işitmez, dedi.

Kalan diğeri de:

— Eğer açıktan söylediğimiz zaman işitmekte ise, muhakkak ki, O, gizli söylediğimiz zamanda da işitir, dedi.

İşte bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah "Siz, ne kulakları­nız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize şâhidlik eder di­ye (düşünüp) sakınmadınız... " âyetini indirdi.

Sufyân ibn Uyeyne bu hadîsi tahdîs edip şöyle derdi: Bize Man­sûr ibnu'l-Mu'temir yâhud Abdullah ibnu Ebî Necîh yâhud Humeyd tahdîs etti. Bunlardan biri yâhud bunlardan ikisi. Sonra kanâati Man­sûr üzerinde sabit oldu ve bu tereddüdü bir kerre değil, birçok kerre-ler terkeyledi [507].

 

261- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'Şimdi eğer day anabilirlerse, işte onların yurdu: Ateş! Eğer tekrar dönmek isterlerse, bu suretle de onlar

hoşnûd edilecek değillerdir" (Âyet: 24) [508].

 

340- Bize Amr ibnu Alî tahdîs etti. Bize Yahya ibn Saîd el-Kattân tahdîs etti. Bize Sufyân es-Sevrî tahdîs edip şöyle dedi: Bana Man-sûr, Mucâhid'den; o da Ebû Ma'mer'den; o da Abdullah ibn Mes'-ûd'dan zikredilen hadîs tarzında tahdîs etti [509].

 

42- Hâ Mîm Ayn Sîn Kaaf (eş-Şûrâ Sûresi) [510]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Ne dilerse yaratır. Kimi dilerse ona kızlar bağışlar, kimi dilerse ona erkekler lütfeder. Yâhiıd (o çocukları) erkekler, dişiler olmak üzere çift verir. Kimi de dilerse onu kısır bırakır...." (Âyet: 49-50).

İbn Abbâs'tan, buradaki "Akîmen", "Çocuk doğurmaz" ma'nâsınadır dediği; "İşte biz sana da böylece emrimizden bir Rûh vahyettik..." (Âyet: 52);

buradaki "Rûh", Kur'ân'dır dediği zikrolunuyor.

Ve Mucâhid şöyle dedi:.

"O gökleri ve yeri yaratandır. Size hem kendinizden eşler, hem davarlardan eşler yaptı* Sizi bu suretle zürriyetlendirip üretiyor..." (Âyet: id; buradaki "Yezreukum fîhi ( = Sizi bu nizâm içinde üretiyor)",

"Nesilden sonra nesil oluyor" ma'nâsınadır. "Sizinle bizim aramızda hiçbir hüccet yoktur... " (Ayet: 15),

"... Hiçbir husûmet yoktur" ma'nâsınadır [511].

"Onların, ateşe arz olunurlarken zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla bakacaklarını göreceksin..." (Âyet: 45); buradaki "Tarfin hafiyyen", "Zeffl bakış" ma'nâsınadır.

Mucâhid'den başkası da şöyle dedi:

"Eğer o dilerse rüzgârı durdurur da gemiler denizin sırtı üstünde kalırlar... " (Âyet: 33); buradaki "Denizin sırtı üstünde durup kalırlar" sözü "Denizde hareket etmezler ve akıp gitmezler" demektir.

"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği şeyleri dînden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var?... " (Âyet: 21);

buradaki "Şereû", "îbtedeû" (yânî "Bid'at çıkaranlar") manasınadır [512]

 

262- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

 ki: Ben bu tebliğime karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfat istemiyorum" (Âyet: 23).

 

341-.......Abdulmelik ibnu Meysere şöyle demiştir: Ben Tâvûs (ibn Keysân el-Yemenî)'tan işittim. İbn Abbâs'a "lüe'l-meveddetefî'l-kurbâ""1 sorulmuş. Saîd ibn Cubeyr:

— Peygamber'in en yakını Muhammed âilesidir, diye cevâb ver­mişti.

Bunun üzerine îbn Abbâs şöyle demiştir:

— (Ey Saîd) acele ettin! Kureyş'ten hiçbir oba yoktur ki, onlar içinde Peygamber'e bir hısımlık bulunmasın. Çünkü Peygamber (S): "Ey Kıtreyş, hiç olmazsa sizinle aramdaki yakınlığı gözetin, ilgilenin " buyurdu [513].

 

43- Ha Mîm Ez-Zuhruf Sûresi [514]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi: "Biz atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk... " (Âyet: 22); buradaki "Alâ ümmetin",

"Alâ imâmin" (yânî "Bir imâm, bir önder") üzerinde bulduk ma'nâsınadır.

"Onun yâ Rabb demesi hakkı için muhakkak ki onlar îmâna gelmezler güruhudur" (Âyet: 87); buradaki "Kîlihi

yâ Rabb" -bir okuyuşta nasb ile "Kîlehu yâ Rabbi"- sözünün tefsiri şudur: "Yâhud biz onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını işitmiyoruz mu (ve sözlerini işitmiyoruz mu) sanıyorlar?,,, " (Âyet: 80) [515].

Ve İbn Abbâs şöyle dedi: "Eğer bütün insanlar (küfre imrenecek) bir tek ümmet hâline gelemeyecek olsalardı, o Rahman'a (Allah'a) küfreden kimselerin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının kapılarım, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık,.. " (Âyet: 33-34). Bunun ma'nâsı: "Eğer insanların hepsini kâfirler yapması olmasaydı, ben muhakkak kâfirlerin evlerine gümüşten tavanlar, gümüşten merdivenler, gümüşten tahtlar yapardım" demektir. "Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik..." (Âyet: 13);

buradaki "Mukriniyne", "Mutikıyne" (yânî "Biz bunlara hâkim olmaya takat getiremezdik") ma'nâsınadır.

"Nihayet onlar bizi gadablandınnca kendilerinden intikaam aldık. Derhâl onları toptan suda boğduk" (Âyet: 55); buradaki "Âsafûnâ", "Ashatûnâ" (yânî "Bizi öfkelendirdiler") manasınadır.

"Kim o Rahmân'ın zikrinden göz yumarsa biz ona şeytânı musallat ederiz, artık bu onun ayrılmaz bir arkadaşıdır" (Âyet: 36); buradaki "Ya'şu", "Ya'mâ" (yânî "Kör olursa") manasınadır.

Mucâhid şöyle dedi: "Siz haddi aşan bir kavimsiniz diye artık o Kür'ânh sizden vazgeçip bırakı mı verelim?" (Âyet: 5), yânî "Sizler Kur'ân'ı tekzîb edeceksiniz de sonra bu tekzîbe karşılık cezaya uğratılmayacak mısınız?"

"Onun için biz kuvvetçe bunlardan daha çetinlerini helak ettik. O evvelkilerin misâli geçmiştir" (Âyet: 8);

buradaki "Mada meseluH-evvelîn", "Mada sünnetu'l-evvelîn" (yânî "Evvelkilere uygulanan kaanûn") geçmiştir, ma'nâsınadır.

"Biz ona hâkim olmaya muktedir değildik..." (Âyet: 13);

buradaki "Ona" sözüyle develeri, atları, katırları, eşekleri (yânî bütün binek hayvanlarını) kasdediyor.

"Süs içinde yetiştirilmekte olup da kendisi mücâdelede (hüccetini) açıklayamayan kişiyi mi (Allah'a nisbet ediyorlar)?" (Âyet: ıs), yânî "Sizler zînet içinde yetiştirilen cariyeleri, kızları o Rahmân'ın çocukları mı yaptınız? Sizler nasıl hükmediyorsunuz?"

"Onlar o Rahmân'ın bizzat kulları olan melekleri de dişiler yaptılar! Onların yaratılışlarında hazır mı idiler?! Onların (bu yalan) şâhidlikleri yazılacak, onlar sorguya çekileceklerdir. Eğer o Rahman dileseydi tapmazdık, dediler. Onların buna dâir hiçbir bilgileri yoktur. Onlar yalandan başka birşey söylemiyorlar" (Âyet: 19-20);

"Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık" sözleriyle putları kasdediyorlar. Yüce Allah da "Onların buna dâir hiçbir bilgileri yoktur" buyuruyor. Yânî "Müşriklerin söylemekte oldukları bu sözler hakkında hiçbir bilgileri yoktur, onlar sırf zannetmekte, yalan söylemektedirler. Putlar -yâhud müşrikler- bilmezler". "îbrâhîm bunu (Tevhîd kelimesini) dönsünler diye zürriyeti içinde bakî bir kelime yaptı" (Âyet: 28); buradaki "Akıbıhı" "Veledini" (yânî "Çocukları içinde") ma'nâsınadır.

"Mukterınîne" (Âyet: 53) "Beraberce yürüyenler" ma'nâsınadır. "Bu veçhile onları sonrakiler için bir geçmiş ve misâl yaptık" (Âyet: 56): Fir'avn kavmi, Muhammed Ümmeti'nin kâfirleri için bir geçmiş ve ibret verici bir meseldir. "Yasıddûne" (Âyet: si) "Yadıccûne(= Gürültü ediyorlar)" ma'nâsınadır. "Yoksa onlar işi sağlam mı tutmuşlar! İşte biz de hakîkaten sağlam tutanlarız" (Âyet: 79); buradaki "Mubrımûne", "Mucmıûne( = Sağlam yapanlar)" ma'nâsınadır.

"O Rahman'in bir çocuğu olsaydı, ben O'na tapanların ilki olurdum, de!" (Âyet: 8i); burada "Tapanların ilki",

"İnananların ilki" ma'nâsınadır.

"Bir zaman da îbrâhîm babasına ve kavmine: Ben sizin tapmakta olduklarınızdan kesin olarak uzağım, demişti"

(Âyet: 26).

Arablar "Nahnu minke'l-berâu ve'l-halâu( =  Biz senden uzak ve boşuz)" derler; bu müzekker. Ve müennesten bir, iki ve cemf için kullanılan bir lafızdır. Bunların her biri hususunda bir lafızla "Berâun" denilir. Çünkü bu lafız masdardır. Eğer "Beriun" demiş olaydı, ikide "Biriyâni", cemf de "Beriyûne" denilecekti. Abdullah ibn Mes'ûd (bu lafzı "yâ" harfiyle) "İnnenî beriyun" şeklinde okumuştur.

"ez-Zuhruf" (Âyet: 35), "ez-Zeheb" (yânî "Altın") ma'nâsınadır. 'Eğer biz dileseydik, size bedel yeryüzünde ardınızd a kalacak melekler yaratırdık" (Âyet: 60), yânî "Onların bâzısı bâzısına halef olurlardı".

 

263- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Cehennemlikler: ıYâ Mâlik, Rabbln bizi öldürsün!* diye çağrıştılar. O da: 'Siz muhakkak kalıcılarsınız1 dedi" (Âyet: 77).

 

342-.......Ya'lâibnuUmeyye (R): Ben Peygamber(S)'denmin­ber üzerinde "Yâ Mâlik, Rabb Hn işimizi bitirsin artık! diye bağrışır­lar... " âyetini okurken işittim, demiştir [516].

Ve Katâde: "Biz onları sonra gelecekler için bir mesel yaptık'* (Âyet:56), "Bir va'z ve öğüt yaptık" ma'nâsmadır, dedi.

Katâde'den başkası şöyle dedi: "Mukriniyn" (Âyet:i3), "Dâbı-tiyn( = Zabtediciler, hâkim olucular)" ma'nâsınadır. "Fulân kişi fu-lânın mukrımdır" denilir ki, zabtedicisidir demektir.

"Onlar altın tepsiler ve testilerle tavaf edileceklerdir. Canları­nın isteyeceği, gözlerinin hoşlanacağı ne varsa hepsi oradadır ve siz içinde ebedî kalacak olanlarsınız" (Âyet:77); buradaki "el-Ekvâb", "Emzikleri olmayan ibrîkler"dir.

"Eğer o Rahmânhn bir çocuğu olsaydı, ben O'na tapanların il­ki olurdum, de!" (Âyet:8); bu "O'nun çocuğu olmadı" demektir (Bu tefsire göre baştaki *'/« " şartıyye değil, nâfiye kabul edilmiş oluyor). "Fe-ene evvelul-âbidîn", "Fe-ene evvelu'l-ânifîn" (yânî "O takdir­de ben öfkelenenlerin ilki, kabul etmeyenlerin, çekinenlerin ilki olur­dum") ma'nâsınadır. Bunlar iki lügattir: "Raculun âbidun" ve "Abi-dun."

Abdullahibn Mes'ûd -"VekîlihiyâRabb!"yerine- "Vekaale'r-rasûlu yâ Rabb!" şeklinde okudu (Bu, şâz bir kıraattir). "Evvelul~ âbidîn", "Abide, Ya'bedu" fiilinden olup "Câhidîn" (yânî "îlk in­kâr edenlerden olurdum") ma'nâsınadır, deniliyor.

Ve Katâde şöyle dedi: "Şübhesiz O (Kur'ân) yanımızdaki ana kitâbdadır; çok yüce, çok hikmetlidir" (Âyet:4); buradaki liFı ümmVl-kitâb", "Cumleti'l-kitâb", "Ash'l-kitâb" ma'nâsınadır.

'-Siz haddi aşan bir kavimsinizdir diye artık o Kur'ân'ı sizden vazgeçip bırakı mı verelim?" (Âyet:5); buradaki "Musnfîn", "Muşri-kîn" ma'nâsınadır. Allah'a yemîn ederim ki, eğer bu Kur'ân, bu üm­metin evvellerinin onu reddettikleri için yeryüzünden kaldırılmış olaydı, onlar muhakkak helak olurlardı, (lâkin Allah kullarına rah-metiyle döndü, yirmi sene onlara tekrar tekrar vahiy indirip, Kur'­ân 'a çağırdı).

"Onun için kuvvetçe bunlardan daha çetinlerini helak ettik. O evvelki ümmetlerin misâli geçmiştir" (Âyet:8); buradaki "Meselu'l-evvelîn", "Ukûbetu'l-evvelîn" (yânî "Evvelki ümmetlere uygulanan ceza") ma'nâsınadır.

' 'Kullarından kimi O 'na bir cüz' isnâd ettiler. Hakikat insan açık­ça küfürbâzdır" (Âyet: 15); buradaki "Cüz'en", "Idlen (= Denk pay)" ma'nâsınadir [517].

 

44- Hâ Mîm Ed-Duhân Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Mucâhid şöyle dedi:

"Denizi durgun ve açık bırak. Çünkü onlar boğulfmaya mahkûm ol)muş bir ordudur" (Âyet: 24); buradaki

"Rahven", "Kuru yol olarak" demektir [518].

"And olsun ki, biz onlara (hâllerini) bilerek (zamanlarındaki) âlemlerin üstünde bir imtiyaz vermiştik" (Âyet: 32); buradaki "Ale'l-âlemîn" "Onun iki yanı arasındaki insanlar üzerine (yânî "Biz İsrâîl oğulları müzminlerini kendi zamanlarındaki insanlar üzerine seçtik") ma'nâsınadır. "Tutun onu da sürükleyerek cehennemin tâ ortasına götürün" (Âyet: 47);

buradaki "Fa'tulûhu", "Onu itin, sert şekilde def edin" ma'nâsınadır.

"Onlara bembeyaz, şahin gözlü harfleri eş yaptık" (Âyet: 54), "Onları kara ve iri gözlü hûrîlerle nikahladık. Bakış onların içlerinde hareket edip oynar".

"Şübhesiz ki ben, beni taşlamanızdan; benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz (olan Allah)a sığındım" Âyet: 20); buradaki "Taşlamakla murâd,

"Öldürmektir. "Ve rehven", "Sakin" demektir (ki, bu tekrar edilmiştir).

Ve İbn Abbâs şöyle dedi:

"Şübhesiz ki, o zakkum ağacı, günâha düşkün olanın yemeğidir. O, sıcak suyun kaynadığı gibi karınlar içinde kaynayacak erimiş ma'denler gibidir" (Âyet: 43-46); buradaki "Kel-muhlV, zeytinyağı tortusu gibi erimiş siyah ma'den(yâhud ince katranjdir.

İbn Abbâs'tan başkası şöyle dedi:

"Bunlar mı hayırlı yoksa Tubba* kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Biz onları bile helak ettik. Çünkü onlar da günahkârdılar" (Âyet: 37). "Tubba"\ Yemen melikleredir; onlardan herbiri "Tubba*" diye isimlendirilir. Çünkü o kendi arkadaşını ta'kîb eder (ve denildi ki, çünkü dünyâ ahâlîsi ona tâbi' olurlardı, Câhiliyet'te Tubba'ın mevkii, İslâm'da Halîfe'nin mevkiidir). "Gölge"ye de "Tubba"' ismi verilir, çünkü o da güneşe tâbi' olur.

 

264- Bâb:

 

'O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle" (Âyet: 10).

Katâde: "Gözetle", "Bak" manasınadır, demiştir [519].

 

343- Bize Abdan, Ebû Hamza'dan; o da el-A'meş'ten; o da Müs­lim ibn Subayh'tan; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'-ûd (R) şöyle demiştir: Beş vakıa (Peygamber zamanında olmuş) geçmiştir: ed-Duhân azabı, Rûmlar'ın Farslar'a gâlib olması, Ay'ın ikiye bölünmesi mu'cizesi, el-Batşetu'1-kübrâ, el-Lizâm [520].

 

265- Bâb:

 

'(Öyle bir duman ki, bütün) insanları saracaktır. Bu, pek elem verici bir azâb... " (Âyet: 11).

 

344-.......Mesrûk dedi ki: Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle dedi: Bu azâb ancak şu sebebden olmuştur: Çünkü Kureyş, Peygamber'e karşı isyanda ileri gitmek istediklerinde, Peygamber onlar aleyhine Yûsuf'un seneleri gibi kıtlık seneleriyle sıkıştırılmalarına duâ etti. Bu­nun üzerine onlara bir kıtlık ve çetinlik isabet etti, hattâ kemikleri bi­le yediler. Kişi gökyüzüne bakarak da çetinlik ve meşakkatten dolayı kendisiyle gök arasında duman şeklinde birşey görürdü. İşte Yüce Al­lah şunu indirdi: "O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle. O insanları saracaktır. Bu pek elem verici bir azâb (di­yecekler)" (Âyet:10-ll).

İbn Mes'ûd dedi ki: Bunun üzerine Rasûlullah'a gelindi de:

— Yâ Rasûlallah! Mudar kabileleri için Allah'tan yağmur iste, çünkü onlar helak oldular! sözleri söylendi.

Rasûlullah (S):

  "(Nasıl?) Mudar için mi duâ edeyim? Sen hakîkaten cür'et-kârsın!" buyurdu da akabinde yağmur duasını yaptı, onlar da yağ­mura doyuruldular.

Bunun üzerine "Sizhiç şübhe yok ki, tekrar dönecek olanlarsınız" (Âyet:15) İndî.

Bu yağmurla onlara refah (bolluk ve rahat) isabet edince, onlar kendilerine refah isabet ettiği zamanki müşriklik hâllerine tekrar dön­düler. Bunun üzerine Azîz ve Celîl Allah şunu indirdi: "Çok büyük bir şiddet ve savletle çarpacağımız gün muhakkak ki biz (onlardan) intikaam alıcılarız" (Âyet:i5).

İbn Mes'ûd: Bedir gününü kasdediyor, dedi [521].

 

266- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Ey Rabb'imiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz imân edeceğiz" (Âyet: 12).

 

345-.......Mesrûk şöyle dedi: Ben Abdullah ibn Mes'ûd'un ya­nına girdim, o şöyle dedi: Bilmediğin birşey için "Allah en bilendir" demekliğin şübhesiz ilimdendir. Şübhesiz Allah, kendi Peygamber'i-ne: "De ki: Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğimden birşey teklif edenlerden de değilim" (sâd:86) buyur­du.

Kureyş, Peygamber'e inâdlarıyle galebe edip, O'na karşı isyan­da ileri gitmek istedikleri zaman, Peygamber (S):

  "Yâ Allah! Onlara karşı bana Yûsuf'un zamanındaki yedi yıl gibi, yedi kıtlık yılı ile yardım et!" diye duâ etti.

Akabinde onları öyle bir kıtlık yakaladı ki, açlık ve meşakket-ten dolayı artık onda kemikleri, ölmüş hayvanı yediler. Nihayet iş o dereceye geldi ki, herhangi biri bakardı da açlığından dolayı kendi­siyle gökyüzü arasında duman şekline benzer birşey görürdü. Müş­rikler: ftEy Rabb 'imiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz îmân edeceğiz** dediler.

Peygamber'e:

— Eğer bu azabı biz onlardan açıp kaldırırsak, onlar bu sözle­rinden dönerler, denildi.

Bununla beraber Peygamber, Rabb'ine duâ etti. Akabinde Al­lah onlardan bu azabı açıp kaldırdı. Onlar da yine müşrikliğe dön­düler. Allah da onlardan Bedir gününde intikaam aldı. İşte bu dönekliğin cezasını bildiren, Yüce Allah'ın şu kavlidir: "O hâlde se­mânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle. O insanları sara­caktır,.. " Zikri ulu olan Allah'ın "Muhakkak ki biz onlardan intikaam alıcılarız*1 (Âyet:io-i6) kavline kadar [522].

 

267- Bâb:

 

"Onlar için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine açıklayan bir Rasûl geldiği hâlde" (Âyet: 13).

'ez-Zikr" ve"z-Zikrâ" bir olup "Düşünüp öğüt almak" m a'n âşinâdır.

 

346-.......Mesrûk dedi ki: Ben Abdullah ibn Mes'ûd'un yanı­na girdim... Bu konuşmadan sonra şöyle dedi: Rasûlullah (S) Kureyş'i İslâm'a girmeye da'vet ettiği zaman onlar kendisini tekzîb ettiler ve O'iîa karşı isyanda ileri gitmek istediler, Rasûlullah da;

— "Yâ Allah, bunlara karşı bana, Yûsuf'un yedi yılı gibi, yedi kıtlık yılıyla yardım eyle!" dedi.

Akabinde onları öyle bir kıtlık yakaladı ki, herşeyi giderip yok etti. O derece bir açlık ki, kendileri ölmüş hayvanı yer oldular. Her-hangibiri ayağa kalkardı da etrafa baktığında, meşakkatten ve açlık­tan dolayı kendisi ile gök arasında duman gibi birşey görürdü... Sonra Rasûlullah şu âyetleri okudu: ' 'O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle. O insanları saracaktır. Bu, pek yaman bir azâb (diyecekler).... Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok ki tekrar dönecek olanlarsınız" (Âyet:io-i6).

Abdullah ibn Mes'ûd: Kıyamet günü onlardan azâb kaldırıla­cak mı imiş? dedi.

Yine Abdullah: "el-Batşetu'l-Kübrâ" da Bedir gününde olmuş­tur, dedi [523]

 

268- Bâb:

 

'Sonra yine ondan yüz çevirdiler. Ona "Bir öğretilmiş, bir mecnûn' dediler''

 

347-.......Mesrûk dedi ki: Abdullah ibnMes'ûd (R) şöyle dedi: Şübhesiz Allah, Muhammed'i peygamber göndermiş ve ona şöyle de­mesini buyurmuştur: "De ki: Ben buna karşı sizden hiçbir ücret iste­miyorum ve ben size kendiliğimden birşey teklif edenlerden de değilim" (Sâd:86>.

Şübhesiz Rasûlullah, Kureyş'in kendisine karşı inâd ve isyanda ileri gitmek istediklerini görünce:

  "Yâ Allah, bunlara karşı bana Yûsuf'un yedi yılı gibi yedi ki t İik yılı ile yardım eî" dedi.

Akabinde onları bilinen o kıtlık yılı yakaladı. O kıtlık herşeyi giderip yok etti. Hattâ müşrikler kemikleri ve derileri yediler. -Râ-vîlerden biri şöyle dedi:- Nihayet onlar derileri ve ölmüş hayvanları yediler. Yerden duman şekli gibi birşey çıkmağa başladı. Bunun üze­rine Ebû Sufyân, Peygamber'e geldi de:

— Ey Muhammed! Şübhesiz kavmin helak olmuştur. Onlardan bu azabı açıp kaldırması için Allah'a duâ et! dedi.

Rasûlullah da duâ etti.

Sonra râvîlerden Mansûr'un hadîsinde: "Bunun ardından dö­nersiniz" dedi.

Sonra da "Semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözet­le... "den i'tibâren "... Siz hiç şübhe yok ki, tekrar dönecek olanlar^ siniz" kavline kadar okudu.

İbn Mes'ûd: Âhiret azabı (onların başına geldiğinde) kaldırılır mı imiş? Duhân, Batşe ve Lizâm olup geçmiştir, dedi.

Râvîlerden Süleyman'ın Farslar'a galebesi mu'cizesi (Peygam­ber zamanında olup) geçmiştir demiştir, dedi.

 

269- Bâb:

 

'Çok büyük bir şiddet ve savletle çarpacağımız gün, muhakkak ki biz onlardan intikaam alıcılarız" (Âyet: 16) [524].

 

348- Bize Yahya (ibn Mûsâ el-Belhî) tahdîs etti. Bize Vekî\ el-A'meş'ten; o da Müslim (Ebu'd-Duhâ)'den; o da Mesrûk'tan tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Mes'ûd (R): Beş vak'a (Peygamber zamanın­da olup) geçmiştir. (Gelecekte vâki' olacak sanılmamalıdır:) Lizâm (demlen Bedir esîrleri), Rûm(lar'ın Farslar'a galebesi), Batşe (deni­len büyük Bedir harbinde müşriklerin yakalanıp öldürülmeleri), Ka-"mer(in ikiye bölünmesi) ve Duhân (azabı).

 

45- Hâ Mîm el-Câsiyc Sûresi [525]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Ve sen her ümmeti diz çökmüş bir hâlde göreceksin. Her ümmet kitabına çağrılacak (ve onlara): Bu gün yapageldiklerinizin karşılığı verilecek (denilecektir)" (Âyet: 28); buradaki "Câsiyeten", "Dizleri üzerine çökmüşler olarak" demektir [526].

"Karşınızda hakkı söyleyip duran bu (kitâb), bizim kitâbımızdır. Şübhe yok ki, neler yapıyor idiyseniz, biz istinsah ediyorduk" (Âyet: 29); buradaki "Nestensihu",

"Nektubu" (yânı "Yazıyorduk") ma'nâsınadır. "Siz bu gününüze kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseniz, bu gün biz de sizi öylece (azâbda) bırakacağız..." (Âyet: 34); buradaki "Nensâkum", "Netrukuhum( = Sizi terkediyoruz)" ma'nâsınadır.

 

270- Bâb:

 

"(Dinsizler:) Bu, dünyâ hayâtımızdan başka değildir. Ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi o sürekli zamandan başkası helak etmez, dediler. Hâlbuki onların buna dâir hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sâde öyle sanırlar" (Âyet: 24) [527].

 

349-.......ez-Zuhrî, Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den tahdîs etti ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle dedi:

 

— "Azız ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: Dehre söven Ade­moğlu beni ezâlandırır. Dehr benim. Her iş benim elimdedir. Geceyi de, gündüzü de ben evirip çeviriyorum" [528].

 

46- Ha Mîm el-Ahkaaf Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Mucâhid şöyle dedi:

'O sizin O'nun hakkında taşınp geldiğiniz şeyleri çok iyi bilendir" (Âyet: 8) buradaki "Tufîdûne fîhV\ "Kur'ân

veya Peygamber hakkında söyleyegeldiğiniz sözleri" manasınadır.

Bâzıları da "... Bundan evvel bir kitâb yâhud bir ilim artığı varsa, da Mânızda doğru söyleyiciler iseniz, bana

getirin" (Âyet: 4) kavlindeki "Eseretin", "Esretin" ve "Esaretin" "İlim bakıyyesi" ma'nâsınadır, dedi.

İbn Abbâs: "De ki: Ben Rasûllerden ilk defa gelmiş biri değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben, bana

vahy olunmakta bulunandan başkasına uymuyorum. Ben apaçık korkutandan başkası değilim" (Âyet: 9); buradaki "Mâ kuntu bid'an mine'r-rusuV\ "Ben rasûllerin ilki değilim" ma'nâsınadır, dedi.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle dedi:

"De ki: Bana haber verin, eğer (bu Kur'ân) Allah tarafından olup da siz onu inkâr ediyorsanız ve Isrâîl oğulları 'ndan bir şâhid de onun benzerine (dayanarak) buna şâhidlik etmiş, îmân etmiş olduğu hâlde siz kibrinize yediremiyorsanız, şübhe yok ki, Allah o zâlimler güruhunu muvaffak etmez" (Âyet: 10); buradaki "Eraeytum" lafzındaki soru elifi, ancak bir tehdîddir. Eğer iddia etmekte olduğunuz şey sahîh olsa, ibâdet edilmeye hakk kazanmaz. Bu "Eraeytum" sözü, göz görmesi ma'nâsına değildir. Bu ta'bîr ancak "Biliyor musunuz?" ma'nâsınadır ki, "Allah'tan başka ibâdet etmekte bulunduğunuz şeylerin herhangi birşey yarattıkları haberi size ulaştı mı?" demektir [529].

 

271- Bâb:

 

''Ana ve babasına; ' Öff size, benden evvel nice nice nesiller gelip geçtiği hâlde beni diriltip çıkarılacağımla mı tehdîd ediyorsunuz?' diyen; anası, babası Allah'a yalvarırlar, ona: 'Yazık sana, imân et. Allah'ın va'di

hiç şübhesiz haktır' derler. O ise: 'Bu, evvelkilerin masallarından başkası değildir' der" (Âyet: 17).

 

350-....... Yûsuf ibnu Mâhek şöyle demiştir: Mervân ibnu'l-Hakem, Hicaz üzerinde vâlî idi. Onu Muâviye Medine'ye vâlî yap­mıştı. (Muâviye'den aldığı bir mektûb üzerine) bir gün hutbe yaptı, hutbede Muâviye'nin oğlu Yezîd'e babasından sonra bey'at olunma­sı için Yezîd'i zikretmeye (yânî onu propaganda etmeye) başladı. Bu­nun üzerine Ebû Bekr'İn oğlu Abdurrahmân, Mervân'a karşılık verip birtakım sözler söyledi. Vâlî de adamlarına:

  Onu yakalayın, diye emretti.

Abdurrahmân da Âişe'nin evine girdi. Me'murlar (Âişe'ye hur-meten) onu dışarı çıkarmaya ve yakalamaya muktedir olmadılar. Bu sırada Mervân:

— Şübhesiz bu Abdurrahmân, Allah'ın kendisi hakkında "Ana ve babasına: 'Öff size, benden evvel nice nice nesiller gelip geçtiği hâlde beni (diriltip mezardan) çıkarılacağımla mı tehdîd ediyorsu­nuz!..." âyetini indirdiği kimsedir, dedi.

Bunun üzerine Âişe, perde arkasından Mervân'a:

— Allah bizim hakkımızda (yânî Ebû Bekr hanedanı hakkında) benim berâetimi bildiren âyetlerden başka, Kur'ân'da hiçbir âyet in­dirmedi, sözleriyle karşıladı [530].

 

272- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

Onlar o azabı vadilerine doğru gelen bir bulut hâlinde gördükleri zaman; 'Bu bize yağmur verici bir buluttur' dediler. (Hûd dedi ki:) 'Hayır, bu, çarçabuk gelmesini istediğiniz şeydir; bir rüzgâr ki, onda elem verici bir azâb vardır*' (Âyet: 24).

İbn Abbâs: "Ârid", "Buluf'tur, demiştir.

 

351-.......Ebu'n-Nadr, Süleyman ibn Yesâr'dan tahdîs etti ki, Peygamber'in zevcesi Âişe (R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah'ın kü­çük dilini görünceye kadar ağzını açarak güldüğünü görmedim. O, yalnız gülümser idi.

Âişe dedi ki: Rasûlullah (S) yağmur yüklü siyah bir bulut, yâhud bir rüzgâr gördüğünde yüzünde bir endîşe sezilirdi.

Âişe dedi ki:

— Yâ Rasûlallah! İnsanlar bulut görünce onda yağmur bulun­duğunu umarak ferahlanırlar. Hâlbuki ben Seni, böyle birşey gör­düğün zaman yüzünde isteksizlik sezilir görüyorum!

Rasûlullah da ona: - "Yâ Âişe! O kara bulutta rüzgârla azâb olunan bir kavmin

azâb, bulunmasından beni emin kılacak şey nedir? Bir kavim o azabı gtmüşlerdide 'Bu bize yağmur verici bir buluttur'demirdi..[531]

 

47- Muhammed (S) Sûresi [532]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"O küfredenlerle muharebede karşılaştığınız vakit boyunlarını vurun. Nihayet onları mecalsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun. Ondan sonra ise ya iyilik yapın, yâhud fidye alın. Yeter ki harb erbabı

ağırlıklarını bıraksın..." (Âyet: 4); buradaki "Evzârahâ", "Asâmehâ" ma'nâsınadır ki, "Günâhlarım bıraksınlar da neticede müslimden (yâhud musâlimden) başka kirnse kalmaz olsun, yânı harb bitsin" demektir. [533]

"... Allah, yolunda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkarmaz. Onlara muvaffakiyet verir, hâllerini iyileştirir,

onları, kendilerine tanıttığı cennete sokar" (Âyet: 4-6); buradaki "Arrafehâ", "Beyyenehâ" (yânî "Kendilerine

beyân ettiği") ma'nâsınadır.

"Bunun sebebi şudur; Çünkü Allah şübhesiz îmân edenlerin velîsidir. Kâfirlere gelince onların velîsi yoktur" (Âyet: 11).

Mucâhid, buradaki "imân edenlerin Mevlâsı", onların "Velîsi" (yardımcısı) ma'nâsınadır, dedi [534].

"Bunun için iş ciddîleşince derhâl Allah'a sadâkat gösterselerdi kendileri için elbet hayırlı olurdu" (Âyet: 21);

buradaki liFe-izâ âzamel-emru", "Cedde'1-emru" (yânî "İş ciddîleşince") ma'nâsınadır. "Gevşek davranmayın" (Âyet: 35), "Zaîf olmayın" ma'nâsınadır. İbn Abbâs: "Yoksa kalblerinde maraz bulunanlar, kinlerini Allah'ın asla meydana çıkarmayacağını mı sandılar?" (Âyet: 29); buradaki "Adganehum (Kinlerini)", "Hasedlerini" ma'nâsınadır, dedi.

"Muttokîlere va'd olunan cennetin sıfatı şudur: tçinde rengi, kokusu, hiçbir vasfı bozulmayan sudan ırmaklar, tadına asla çözülme gelmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şarâbdan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar

vardır.,," (Âyet: 15); buradaki "Gayri âsinin", "Gayri muteğayyirın" (yânî "Değişip bulaşıcı olmayan") ma'nâsınadır, dedi [535]

 

273- Bâb:

 

"Demek idareyi ve hâkimiyeti ele alırsanız hemen yeryüzünde fesâd çıkaracak, akrabalık münâsebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz, öyle mi?" (Âyet: 22).

 

352-.......Süleyman ibn Hilâl şöyle dedi: Bana Muâviye ibnu Ebî Muzerred, amcası Saîd ibn Yesâr'dan; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Allah, halkı ya­rattı. Bu yaratmayı yerine getirip tamamlayınca Rahim ( = Hısımlık) ayağa kalktı da Rahman 'in (azamet) ridâsının eteğini tuttu. Bunun üzerine Allah ona:

— Ne istersin? diye sordu. Rahim:

— (Yâ Rabb!) Bu kalkışım, kesilmekten Sana sığınanın kalkma­sıdır (yânî Sana sığınıyorum), dedi.

Allah:

— Senin hakkını tanıyıp ilgiyi devam ettirene ben de mükâfatını vermeyi sürdürmemden ve seninle ilgiyi koparana ben de mükâfat ver­me ilgimi kesmemden razı olur musun? buyurdu.

Rahim de:

— Evet razıyım yâ Rabb, dedi. Allah Taâlâ da:

— işte rahimle (hısımlıkla) ilgilenmeyi devam ettirenlerle, devam ettirmeyip bu ilgiyi kesip koparanların hâli böyle olacaktır, buyur­du."

Ebû Hureyre: İsterseniz şu âyeti okuyunuz, dedi: "Demek ida­reyi ve hâkimiyeti ele alırsanız hemen yeryüzünde fesâd çıkaracak, hısımlık münâsebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz öyle mi?"[536].

 

353-.......Muâviye ibn Ebî Muzerred şöyle demiştir: Bana am­cam Ebu'l-Hubâb, Saîdu'bnu Yesâr, Ebû Hureyre'den bu hadîsi tahdîs etti. Sonra Ebû Hureyre: RasûlulIah(S): "İsterseniz *Fe-helaseytum in tevelleytum' âyetini okuyunuz" buyurdu, dedi.

 

354- Bize Bişr ibnu Muhammed tahdîs etti. Bize Abdullah ibnu'l-Mubârek haber verdi. Bize Muâviye ibnu Ebi'l-Muzerred bu hadîsi haber verdi. Burada da Rasûlullah (S): "İsterseniz Helaseytum... âye­tini okuyunuz" buyurmuştur [537].

 

48- el-Feth Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid:

''''Daha doğrusu siz RasûVûn de, müzminlerin de ailelerine temelli dönmeyeceklerini sandınız. Bu, sizin kalblerinizde süslendi. Kötü zannda bulundunuz. Bu yüzden helake mahkûm bir kavim oldunuz9* (Âyet: 12);

buradaki "Buran'\ "Helak olucular" ma'nâsınadır, dedi.

Ve yine Mucâhid:

' 'Sîmâhum fî vucûhihim'' = Nişanları yüzlerindedir'' (Âyet: 29); bu, "Yüz derilerinin ter ü tazeliği, rnülâyemeti,

nazikliği (hey'eti, üslûbu, kılığı)" ma'nâsınadır, dedi. Mansûr ibnu'l-Mu'temir de yine Mucâhid'den olmak üzere: O "Tevâzu'"dur (Alçak gönüllülük'tür), dedi. Bu âyetteki "Şat'ehu", "Filizi"; "Festağlaza", "Ğaluza" (yânı "Kalınlaştı, kuvvetlendi"); "Festevâ ala sûkıhî", "Taşıyıcı sapları üzerinde doğrulup kalktı" demektir. "es-Sâku", ağaç ve bitkinin taşıyıcısıdır. Ve şöyle denilir; '"Dâiretu^s-sevH-Kötülük çenberi", senin "Raculu's-sev'i = Kötülük adamı" sözün gibidir.  "Dâiretu's-sev'i" "Azâb"dır (yânî onu her tarafından kuşatır da kurtulamaz).

"Tuazzirûhu" (Âyet: 9), "Ona yardım edesiniz" demektir. "Şat'ehu", başağın filizidir. Bir tek dâne, on yâhud

sekiz yâhud yedi filiz bitirir de bu filizlerin bâzısı bâz isiyle kuvvetlenir, yânî birbirleriyle kuvvetlenirler.

İşte bu Yüce Allah'ın "Fe-âzerehu = Onu kuvvetlendirdi" sözüdür. Şayet bir tek filiz olaydı taşıyıcı sapı doğrulup kalkamazdı. İşte bu zikrolunan şey, Allah'ın kendi Peygamberi için beyân ettiği bir meseldir. Çünkü Peygamber tek başına çıktı. Sonra Allah O'nu, dâneyi kendisinden bitenlerle kuvvetlendirdiği gibi sahâbîleriyle kuvvetlendirdi [538].

 

274- Bâb:

 

'Biz hakikat sana apâşikâr bir feth (ve zafer yolu)  (Âyet: 1).

 

355- Bize Abdullah ibn Mesleme, (İmâm) Mâlik'ten; o da Zeyd ibn Eslem'den; o da babası Eslem'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S), seferlerinden birinde (yânî Hudeybiye dönüşünde) geceleyin yol alı­yordu. Umer ibnu'l-Hattâb da beraberinde yürüyordu. Bu sırada Umer ibnu'l-Hattâb, Rasûlullah'a birşey sordu. Fakat Rasûlullah (va­hiy ile meşgul bulunduğundan) Umer'e cevâb vermedi. Umer sonra yine sordu. Rasûlullah yine cevâb vermedi. Sonra Umer (Rasûlullah işitmedi sanarak) bir daha sordu. Rasûlullah yine cevâb vermedi. Bu­nun üzerine Umer ibnu'l-Hattâb kendi kendine:

  Umer'in anası, sen Umer'i kaybetti (yânî kaybetsin de yok olasın)! Sen üç kerre Rasûlullah'a sorguda ısrar ettin de Rasûlullah bunların hepsinde sana cevâb vermedi, dedi.

Umer dedi ki: Bunun üzerine ben devemi hareket ettirip sür­düm. Sonra hakkımda Kur'ân indirilmesinden korkarak insanların önüne geçtim. Fakat çok beklemedim, bir çağmanın bana bağırmakta olduğunu işittim. Ve (kendi kendime):

— Şimdi hakkımda Kur'ân inmiş olmasından hakîkaten kork­maktayım, dedim.

(Ve bu korku içinde) Rasûlullah'ın huzuruna geldim ve kendisi­ne selâm verdim. Rasûlullah (sevinçle) bana:

  "Bu gece bana bir sûre indirilmiştir ki, yemîn olsun o sûre bana, üstüne güneş doğan herşeyden daha çok sevimlidir" buyurdu.

Sonra Rasûlullah "Biz hakikat sana apâşikâr bir feth (ve zafer yolu) açtık" sûresini okudu [539].

 

356-...... Şu'be ibnu'l-Haccâc şöyle demiştir: Ben Katâde'den işittim ki, Enes ibn Mâlik (R) "Hakikat biz sana apâşikâr bir feth açtık" kavli hakkında:

— Bu apâşikâr feth, Hudeybiye sulhudur, demiştir [540].

 

357-.......Bize Muâviye ibnu Kurre tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Mugaffel (R) şöyle demiştir: Peygamber (S), Mekke'nin fethi gü­nü el-Feth Sûresi'ni okudu da, bu okuyuşunda sesini uzatıp yükseltti.

Muâviye ibn Kurre: Eğer Peygamber'in okuyuşunu sizlere ay­nen hikâye etmek isteseydim, muhakkak bunu (Abdullah ibn Muğaf-fel'in naklettiği gibi) yapardım, dedi [541].

 

275- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"(Bu), geçmiş ve gelecek günâhını Allah'ın mağfiret etmesi, senin üzerindeki ni 'metini tamamlaması, seni (bu sayede) doğru yola iletmesi içindir" (Âyet: 2) [542]

 

358-....... el-Mugîre ibn Şu'be (R) şöyle der: Peygamber (S) -gece namazında- iki ayağı şişinceye kadar ayakta durdu. Kendisine:

— Allah Sen'in geçmiş ve gelecek günâhlarını mağfiret eyledi, denildi.

Peygamber:

— "Ben (bu mağfirete karşı) çok şükreder bir kul olmayayım mı?" diye cevâb verdi.

 

359-.......Bize Hayve ibn Şurayh, Ebû'l-Esved'den haber ver­di. O Urve'den; o da Âişe(R)'den şöyle işitmiştir: Şübhesiz ki, Al­lah'ın Peygamberi geceleyin namazda iki ayağı çatlayıncaya kadar ayakta dikilirdi. Bunun üzerine Âişe O'na;

— Yâ Rasûlallah! Allah Sen'in geçmiş gelecek günâhını mağfi­ret etmiş olduğu hâlde niçin bu kadar meşakkatle ibâdet ediyorsun? dedi de, Rasûlullah (S):

  "Ben (bu ilâhî mağfirete karşılık gece namazı ile) çok şükre­der bir kul olmamı arzu etmeyeyim mi?" diye cevâb verdi.

Vücûdunun eti çoğaldığı zamanlarda oturarak namaz kılardı, rükû' yapmak istediğinde ayağa kalkar, bir mikdâr okur, sonra rükû' yapardı [543].

 

276- Bâb:

 

"Hakikat biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir korkutucu olarak gönderdik" (Âyet: 8).

 

360-....... Bize Abdulazîz ibnu Ebî Seleme, Hilâl ibn Ebî Hilâl'den; o da Atâ ibnu Yesâr'dan tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Amr ibni'1-Âs (R) şöyle demiştir: Şübhesiz Kur'ân'daki şu "Ey Peygam­ber, biz seni hakîkaten bir şâhid, bir müjdeci ve bir korkutucu (ve O'nun emri ile bir da'vetçi ve nur saçan bir kandil) olarak gönderdik" (d-Ahzâb: 45-46) âyeti; bunu Allah, Tevrat'ta da söylemiştir: "Ey Pey­gamber, şübhesiz biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir koruyucu ola­rak gönderdik. Sen elbette benim kulum ve rasûlümsün. Ben sana el-Mutevekkil adını verdim. Bu peygamber kötü huylu, katı kalbli, çarşılarda çağırgan değildir. O, kötülüğü kötülükle defetmez, lâkin o affeder, yüz çevirip geçer. Allah, eğrilip sapan milleti bu peygam­berin irşâdiyle 'Lâ ilahe itte'llâh9 tevhîd sözünü söylemeleri suretiyle doğrultmadıkça onun ruhunu almayacaktır. Allah bu tevhîd kelime­siyle (yânî bunun sihirli te'sîriyle) birçok kör gözleri, sağır kulakları ve kılıflı kalbleri açacaktır" [544].

 

277- Bâb:

 

O müminlerin yüreklerine sekîneti indirendir... (Âyet: 4) [545].

 

361-.......el-Berâ' ibni Âzib (R) şöyle demiştir: Peygamber'in sahâbîlerinden bir adam -ki o, Useyd ibn Hudayr'dır- el-Kehf Sûresi'-ni okuyordu. Atı da evinde bağlanmış hâldeydi. Okurken atı ürküp deprenmeğe başladı. O zât dışarı çıkıp etrafa baktı, hiçbirşey göre­medi. (O okudukça) at yine deprenmeğe başladı. O zât sabaha ula­şınca bunu Peygamberce zikretti. Peygamber (S): "Bu (yânî atın kendisinden ürktüğü şey) sekînettir. Okuduğun Kur'ân sebebiyle inmiştir" buyurdu [546].

 

278- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"And olsun ki, Allah müzminlerden -seninle o ağacın altında bey'at ederlerken- razı olmuştur da, kalblerindekini bilerek üzerlerine sekîneti indirmiş ve onları yakın bir feth ile ve alacakları birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah azizdir, hakim bulunuyor" (Âyet: 18-19) [547].

 

362-.......Câbir ibn Abdülah (R): Bizler Hudeybiye gününde bindörtyüz kişi idik, demiştir [548].

 

363-.......Katâde şöyle demiştir: Ben Ukbe ibn Suhbân'dan; o da ağaç altında hazır bulunan kimselerden olan Abdullah ibnu Mu-gaffel el-Muzenî(R)'den işitti ki, Peygamber (S) parmaklarla küçük taşlar atmayı nehyetmiştir.

Ve yine Ukbe ibnu Suhbân: Ben Abdullah ibnu'l-Mugaffel el-Muzenî(R)'den, yıkanma yerinde bevl etmek hakkındaki nehyi de işit­tim, demiştir [549].

 

364-....... Bize Şu'be, Hâlid ez-Hazzâ'dan; o daEbû Kılâbe'den; o da ağaç altında bey'at eden sahâbîle-den olan Sabit ibnu'd-Dahhâk(R)'tan tahdîs etti [550].

 

365-....... Habîb ibnu Ebî Sabit şöyle demiştir: Ben Ebû Vâil Şakîk ibn Seleme'ye geldim ve ona (Alî'nin öldürdüğü Haricî toplu­luğunu) sordum. O şöyle dedi: Biz Siffîn mevkiinde idik. Bir adam:

  Allah'ın Kitabı'na çağrılanları görmedin mi? dedi. AK:

— Evet (ben Allah'ın Kitâbı'yle amele çağrıldığım zaman icabet etmeye en lâyık kimseyim), dedi.

Bunun üzerine Sehl ibnu Huneyf şöyle dedi:

— Sizler (bu re'yde) kendinizi ittihâm ediniz. Yemîn olsun ki, bizler Hudeybiye gününde kendimizi şu hâlde görmüşüzdür -Sehl, Peygamber'le müşrikler arasında yapılan sulh anlaşmasını kasdediyor-: Eğer bizler o gün harb yapmayı re'y etmiş olaydık, elbette harbe gi­rişirdik. O sırada Umer Peygamber'e geldi de:

— Biz müslümârilar hakk üzerinde, düşmanımız olan onlar ise bâtıl üzerinde değiller mi? Bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri ise ateşte değiller mi? dedi.

Peygamber:

  "Evet Öyledir" buyurdu.

Umer:

— Öyleyse dînimiz uğrunda bu değersiz şeye (yânî zayıflık ve aciz­liğe delâlet eden bu şartlar üzere sulha) niçin değer veriyor, kabul edi­yoruz ve Allah henüz aramızda hükmetmemiş olduğu hâlde, niçin geri dönüyoruz? dedi.

Bunun üzerine Peygamber:

  "Ey Hattâb oğlu! Ben muhakkak surette Allah'ın rasûlüyüm. Allah beni ebediyyen zayi' etmeyecektir"1 buyurdu.

Akabinde Umer öfkeli olarak geri döndü ve sabredemedi de ni­hayet Ebû Bekr'e geldi ve ona:

— Yâ Ebâ Bekr! Biz hakk üzerinde, onlar da bâtıl üzerinde de­ğiller mi? dedi.

Ebû Bekr:

— Ey Hattâb oğlu! Şübhesiz bu zât, Allah'ın rasûlüdür ve Al­lah O'nu ebeden zayi' etmeyecektir, dedi.

Müteakiben el-Feth Sûresi indi [551].

 

49- el-Hucurât Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi: "Ey îmân edenler, Allah'ın ve Rasûlü'nün huzurunda öne geçmeyin... " (Âyet: 1);

buradaki "Lâ tukaddimû", Allah, O'nun diliyle birşeyi hükmedinceye kadar Allah Rasûlü'nün önünde kendiliğinizden birşey peyda etmeyin ma'nâsınadır [552].

"Allah'ın Rasûlü yanında seslerini yavaşlatanlar; onlar Allah'ın takva için kalblerini imtihan ettiği kimselerdir..."

(Âyet: 3);

buradaki ''İmtihan etti", "Hâlis kıldı" ma'nâsınadır. "Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayın..." (Âyet: 11);

buradaki "Tenâbuz", İslâm'a girmesinden sonra kişinin kâfirlikle çağınlmasıdır.

"...Eğer Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbirşey eksiltmez..*" (Âyet: i4>; buradaki "Lâ yelitkum","Lâ yenkuskum" (yânî "Sizi eksiltmez")

ma'nâsınadır; "Kendilerinin amelinden birşey de eksiltmedik. Herkes kazancı mukaabilinde bir rehindir"

(et-Tür: 21)

âyetindeki "Mâ-eletnâ", "Mâ-nakasnâ" (yânî "Eksiltmedik") manasınadır [553],

 

279- Bâb:

 

"Ey îmân edenler, seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın. O'na sözle birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın. Ki siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir" (Âyet: 3).

Buradaki "Lâ teş'urûn", "Lâ ta'lemûn", yânî

'Bilmeyerek" ma'nâsınadır. "eş-Şâir" sözü de bu "Şuur" kökündendir.

 

366-.......Abdullah ibnu Ebî Muleyke şöyle demiştir: Çok ha­yır işleyici iki kişi hemen hemen helak olacaklardı. Ebû Bekr'le Umer'i kasdediyorum. Bunlar huzuruna Temîm oğulları süvarileri geldiği za­man, Peygamber'in yanında seslerini yükselttiler. Bunların biri (yâ­nı Umer) Peygamber'e Mucâşî' oğulları'nın kardeşi olan el-Akra' ibn Hâbis'i emîr ta'yîn etmesini işaret etti. Diğeri de başka birini işaret etti.

Râvî Nâfi' ibn Umer: Ben bu işaret edilen kimsenin ismini ezbe­rimde tutamıyorum, demiştir.

Bunun üzerine Ebû Bekr, Umer'e:

— Sen mutlak olarak bana muhalefet etmek istiyorsun, dedi. Umer de:

  Ben sana muhalefet etmek istemedim, dedi.

Böylece bu konuda sesleri yükseldi. Bunun üzerine Allah "Ey îmân edenler, seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın..." âyetini indirdi [554].

Abdullah ibnu'z-Zubeyr: Artık Umer bu âyetten sonra Peygamber'in kendisinden sorup anlamak isteyeceği kadar sesini Rasûlullah'a işittirmez oldu, dedi. Abdullah bu kısmı büyük babasından, yânı Ebû Bekr'den zikretmedi [555].

 

367-.......AbduUah ibnu Avn şöyle demiştir: Bize (Basra kaadısı) Mûsâ ibn Enes, babası Enes ibn Mâlik(R)'ten haber verdi ki, Pey­gamber (S), Sabit ibn Kays'ı kaybetti (göremedi). Sahâbîlerden bir adam -ki Evsliler'in seyyidi Sa'd ibn Muâz'dır-:

  Yâ Rasûlallah! Ben Sâbit'le ilgili bilgiyi Sen'in için öğreni­rim, dedi ve Sâbit'e gitti.

Onu evinde, başını aşağıya eğmiş olarak oturur hâlde bulmuş ve ona:

  Hâlin nedir? diye sormuş. O da:

— Hâlim şerrlidir, kötüdür. Sabit, sesini Peygamber'in sesinden fazla yükseltir bir kimsedir. Onun şimdiye kadar işlediği ibâdet ve ameli boşa gitmiştir. Artık Sabit cehennem ehlindendir, diye cevâb vermiş.

Bu adam da Peygamber'e gelip, Sabit şöyle şöyle dedi diye ha­ber vermiştir.

Râvî Mûsâ dedi ki: O sahâbî İkinci defa Sâbit'in yanına büyük bir müjde ile dönüp gitmiştir. Şöyle ki, Peygamber o sahâbîye:

— "Sâbit'e git de ona: Sen cehennemlik kişilerden değilsin. Lâkin sen cennet ehlindensin! de" buyurmuştur [556].

 

280- Bâb:

 

'Hücrelerin ardından sana ünlüyenler; onların çoğunun akılları ermez" (Âyet. 4).

 

368-.......İbnu Cureyc şöyle demiştir: Bana Abdullah ibnu Ebî Muleyke haber verdi. Onlara da Abdullah ibnu'z-Zubeyr şöyle ha­ber vermiştir: (Dokuzuncu yılda) Temîm oğulları'ndan bir grup su-vârî hey'eti Peygamber'in yanına geldiler. (Bunlar İslâm'a girdikten sonra) Ebû Bekr:

— (Yâ Rasûlallah!) Bunlara el-Ka'kaaa ibne Ma'bed'i emîr ta'-yîn et! dedi.

Umer de:

  Hayır o olmaz, Akra' ibn Hâbis'i emîr ta'yîn et, dedi. Ebû Bekr:

— Sen şuna yâhud muhakkak bana muhalefet etmek istiyorsun, dedi.

Umer de:

  Hayır, ben sana muhalefet etmek istemedim, dedi.

Bu suretle Ebû Bekr ile Umer birbirleriyle mücâdele etmişler, hat­tâ sesleri yükselmişti. İşte bunun hakkında sonuna kadar şu âyetler indi: ' (Ey îmân edenler, A ilah 'in ve Rasûlü 'nün huzurunda öne geç­meyin. Allah'tan korkun. Çünkü Allah hakkıyle işiten» herşeyi bi­lendir. Ey îmân edenler, seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın. O'na sözle, birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın ki siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Hücrelerin ardından sana ünlüyenler; onların çoğunun akılları ermez** (Âyet: 1-3). [557]

 

281- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Eğer onlar sen kendilerine çıkıncaya kadar sabretselerdi, kendileri için elbet daha hayırlı olurdu..."

(Âyet: 5) [558].

 

50- Kaaf Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

'Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür" (Âyet: 3); hayâta döndürülmek *£/zofc"tır, olacak değildir, yânî "Ölümden sonra diriltilmemiz uzak olur" demektir.

"Üstlerindeki göğe hiç de bakmadılar mu onu nasıl bina ettik. Onu nasıl donattık. Onun hiçbir gediği de yok"

(Âyet: 6); buradaki "Furûc", Tutuk" (yânî "Açık yerler, yarıklar, çatlaklar") ma'nâsınadır; bunun tekili

"Ferc'Mir.

"And olsun, insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. (Çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız" (Âyet: ıej; buradaki

"Min hablVl-verîd", insanın boğazında bulunan iki verîd damarlarıdır. "Hobi", "Boyun ipi" yânî "Boyun damarı"dır [559].

Mucâhid de şöyle dedi:

"Toprağın onlardan neleri eksilteceğini biz muhakkak bilmişizdir. Yanımızda da herşeyi koruyan bir kitâb vardır" (Âyet: 4): "Arz'ın onların kemiklerinden neyi yiyip eksilteceğini bilmekteyiz"dir.

"(Biz bütün bunları) tâatimize dönen her kulun kalb gözünü açmak, ona ibret vermek için (yaptık)" (Âyet: 8);   burada "Tebsıraten", "Basîraten" ma'nâsınadır [560]

"Gökten de bereketli bir su indirdik de onunla bahçeler, biçilecek dâneler bitirdik. Ve tomurcukları birbiri üstüne

binmiş uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik)" (Âyet: 9- 10); buradaki "HabbeH-hasîdi- Biçilecek dâne)",

"Buğday "dır;

"Bâsıkaat", "Uzun uzun" ma'nâsınadir [561].

"Ya biz ilk yaratışta acz mi gösterdik? Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şübhe içindedirler" (Âyet: 15); buradaki

"Efe'ayînâ( = Biz âciz mi olduk)", "Efe'a'yâ aleynâ( = Bizi yorup âciz mi bıraktı)" ma'nâsınadır.

"Onun yoldaşı olan dedi ki: İşte yanımda olan şey karşındadır" (Âyet 23); buradaki "Karînuhu", "Ona takdir kılınmış olan şeytân"dır [562].

"Biz bunlardan evvel nice nesilleri helak ettik ki, onlar kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler. (Ölümden kurtulmak için) memleketlerde delikler aramışlardı. Fakat kaçmağa bir çâre var mı idi?" (Âyet: 36): buradaki

"Nakkabû","Darabû" (yânî "Ölümden korunmak için beldelerde dolaştılar") ma'nâsınadır.

"Şübhesiz ki, bunda aklı olan yâhud kendisi huzur içinde olarak kulak veren kimseler için elbette öğüt vardır" (Âyet: 37); buradaki "Elka's-sem'a", dinlemek ve işitmekle meşgul bulunmasından dolayı nefsini başkasıyle

konuşturmayan kimse demektir. Sizi inşâ ettiği ve yaratılmanızı inşâ ettiği zaman [563].

"Hatırla ki insanın hem sağında, hem solunda oturan, onun amellerini tesbît etmekte olan iki de melek vardır.

O bir söz atmayadursun, mutlak yanında hazır bir gözcü vardır" (Âyet: 17-18); buradaki "Rakîbun atîd", "Hazırlanmış bir rasada" (yânî hayır ve şerrden her hareketi ve sözünü rasad eden, murakabe eden, bakan yâhud yazan) ma'nâsınadır.

"(O gün) herkes, beraberinde sürücü ve şâhid bulunduğu hâlde gelmiştir" (Âyet: 21); buradaki "Sâık" ve

"Şehîd", iki melektir; biri "Yazıcı", diğeri "Şehîd"dir.

"Şehîd", "Kalb ile şâhid" (Ebû Zerr nüshasında:

"Gaybe şâhid") demektir [564].

"And olsun ki, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan herşeyi altı günde yaratmışızdır* Bize hiçbir yorgunluk da dokunmamıştır" (Âyet: 38); buradaki "Luğûb", "Yorgunluk" ma'nâsınadır.

Mucâhid'den başkası da şöyle dedi:

"İstifti tomurcuğu olan uzun hurmalar" (Âyet: 9) sözündeki "Nadîd", kapçıkları içinde bulunmakta

devam ettikleri süredeki tomurcuklardır. Bunun, yânî "Nadîd" lafzının ma'nâsı, "Mendûd =  Birbiri üzerine dizilip istiflenmiş"dir. Kapçıklarından çıktığı zaman artık "Nadîd", yânî "İstiflenmiş" değildir. "Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra dahî teşbih et" (et-Tûn 49); "Gecenin bir cüz'ünde ve secdelerin arkalarında da O'nu tesbîh et" (Âyet: 40) [565].

Asım, Kaaf Sûresi'ndeki kelimeyi "EdbârVs-sucûd" şeklinde hemzenin fethiyle okur, et-Tûr Sûresi'ndekini de "IdbârVn-nucûm" şeklinde kesre ile okur. Kaaftaki de, Tûr'daki de beraberce kesre de okunurlar, nasb da

yânî fetha ile de okunurlar.

İbn Abbâs: "O gün o hakk sayhayı işiteceklerdir. İşte bu, çıkış günüdür" (Âyet. 42); bu "Çıkış günü", insanlar

kabirlerinden çıkarlar, demiştir.

 

282- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

“O gün cehenneme: Doldun mu? diyeceğiz- O da: Daha var mı? diyecek" (Âyet: 30) [566].

 

369-.......Bize Şu'be, Katâde'den, o da Enes(R)'ten tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Cehennemlikler cehenneme atılacaklar. (Atıldıkça, cehennem:) Daha ziyâde var mı? diyecek. Ni­hayet (izzet sahibi olan Rabb) ayağını basacak (onu horlayacak). Bu sefer cehennem: Yetişir, yetişir! diyecektir."

 

370-.......Bize Avf el-A'râbî, Muhammed ibn Sîrîn'den; o da Ebû Hureyre'den tahdîs etti. Muhammed ibn Mûsâ: Ebû Sufyân el-Himyerî bu hadîsi Peygamber'e yükseltti. Hadîsi sahâbî üzerinde en çok durdurup mevkuf olarak rivayet etmekte olan Ebû Sufyân el-Himyerî'dir (yânîo, hadîsi çok az Peygamber'e yükseltir idi), demiş­tir. "Allah tarafından cehenneme: Doldun mu? denilir. O da: Daha ziyâde var mı? diyecek. Bunun akabinde Rabb Tebâreke ve Taâlâ aya­ğını cehennemin üzerine koyacak. Bu sefer cehennem: Yetişir, yeti­şir! diyecektir" [567].

 

371-.......Bize Ma'mer ibn Râşid, Hernmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Cennet ve ateş münâkaşa ettiler. Şöyle ki: Ateş:

— Ben kibirliler ve zorlayıcı kimselerle tercih olundum, yânî on­lara tahsis olundum, dedi.

Cennet de:

— Bana ne oldu ki, bana insanların yalnız zaîflan ve sakatları gi­riyor? dedi.

Allah Tebâreke ve Taâlâ da cennete şöyle buyurdu:

— Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime

rahmet ederim.

Ateşe de şöyle buyurdu:

— Sen sırf benim azâbımsın; ben seninle kullarımdan dilediği­me azâb ederim.

Cennet ve cehennemden herbiri için dolmak hakkı vardır. Fa­kat cehennem dolmak bilmez, en sonu Allah ona ayağını koyar. O

da:

  Yetişir, yetişir, yetişir! der.

îşte o zaman cehennem dolar, bâzısı bâzısına büzülür. Azız ve Celîl olan Allah, halkından hiçbir kimseye zulmetmez. Cennete ge­lince, Azîz ve Celîl olan Allah, onun için (onun boşluklarını doldur­mak için) yeniden birtakım halk yaratır " [568].

 

283- Bâb: Yüce Allah'ın:

 

"Ne derlerse sen sabret. Rabb'ini, güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce hamd ile teşbih et" (Âyet: 39).

 

372-.......Cerîr ibnu Abdillah (R) şöyle demiştir: Biz bir gece Peygamber'in maiyyetinde oturuyorduk. Ayın öndördüncü gecesinde idi. Peygamber (S) kamere baktı da şöyle buyurdu:

— "Şübhesiz ki sizler, şu Ay'ı görmekten hiçbiriniz mahrum ol­maksızın görmekte olduğunuz gibi Rabb'inizi de göreceksiniz. Artık güneşin doğmasından önceki ve batmasından önceki namazların hiç­birinden alıkonmamak elinizden gelirse, ona çalışınız. "

Bundan sonra Peygamber: "Rabb'ini, güneşin doğuşundan ev­vel ve batışından evvel hamd ile teşbih et" âyetini okudu [569].

 

373-.......Bize Verkaa, İbnu Ebî Necîh'ten; o da Mucâhid ibn Cebr'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs: Rabbı Taâlâ, Peygamberce, bü­tün namazların arkalarında tesbîh etmesini emretti, demiştir.

İbn Abbâs bununla "Ve secdelerin arkalarında da O'na tesbîh

et" (Âyet: 40) kavlini kasdediyor [570]

 

51- Ve'z-Zâriyâti Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Alî aleyhi's-selâm:   "ez-Zâriyât'\ "Rüzgârlaradır, dedi. Airden başkası da: "Onlara dünyâ hayâtının misâlini getir: O, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bununla yeryüzünün bitkisi birbirine karışmış, en nihayet o bitkiler kuru bir çöp kırıntısı hâline gelip, rüzgârlar onu savuruvermiştir..." (ei-Kehf: 45) âyetindeki gibi "Tezrühu"

"Tuferrikuhu( = Onu dağıtıverir)" ma'nâsınadır [571].

"Arz'da kâmil bilgi sâhibleri için nice âyetler vardır.

Kendi nefislerinizde de! (Bunları) hiç de görmüyor musunuz?" (Âyet: 20-21). (el-Ferrâ dedi ki:) Bir girişten

(yânî ağızdan) yiyor, içiyor; sonra yediği şeyler iki yerden çıkıyor.

"İbrahim'in şerefli konuklarının haberi sana geldi mi? Hâni bunlar onun yanına gelmişlerdi de *Selâmen'

demişlerdi. İbrahim de: 'Selâm; tanınmamış bir zümre' demişti. Hemen gizlice ailesine gidip semiz bir dana

getirdi de..." {Âyev. 2<\~26); buradaki "Fe-râğa", "Feracaa" (yânî "Hemen döndü") ma'nâsınadır.

"Derken içine onlardan gizli bir korku çöktü. 'Korkma' dediler ve onu çok bilgin bir oğulla müjdelediler. Bunun

üzerine zevcesi (Sâre) bir feryâd içinde yönelip elini yüzüne vurdu. 'Doğurmaz bir kocakarı!' dedi" (Âyet. 28-29); buradaki "Fe-sakket", "Hemen parmaklarını topladı ve eliyle kendi alnına vurdu" demektir.

"Âd'da da (ibretvardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik, her uğradığı şeyi bırakmıyor, mutlakaa onu kül gibi savuruyordu" (Âyet: 41-42); buradaki "er-Ramîm", Arz'ın bitkisidir; kuruduğu ve ayaklarla basılıp çiğnendiği zaman ufalanır (nihayet rüzgâr onu savurur yok eder).

"Biz göğü kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak ve mutlak bir vüs'at ve kudrete mâlikizdir" (Âyet: 4iy,

buradaki "Le-mûsıûne", "Vüs'at sahibiyiz" ma'nâsınadır. "AleH-mûsı' kadruhu ve aleH-muktıri

kadruhu = Onları, zengin olan kudretincet darda bulunan da kudretince ma 'rûf bir fâide ile fâidelendiriniz" (ei-Bakara: 236) âyetinde de "A/m.»"' Bunun gibidir, yânı "Kuvvetli" ma'nâsinadır [572].

"Yeri de biz döşedik, (Bak biz) ne güzel do şey idleriz.

Herşeyden de iki çift yarattık, inceden inceye düşünesiniz diye** (Âyet;'48-49); buradaki "Zevceyn'le,

erkek ve dişiyi kasdediyor.

"Dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da yine O'nun âyetlerindendir" (er Rûm: 22/de olduğu gibi,

renklerin ihtilâfı da, tatların tatlı ve ekşi gibi çift olması da böyledir, yânî bunlar da çifttirler. "O hâlde hepiniz Allah'a kaçın.... " (Âyet: 50); Allah'tan yine Allah'a kaçın (yânî Allah'a   ma'siyetten O'na tâate yâhud azabından rahmetine yâhud ikaabından îmân ve tevhîd ile sevabına kaçın).

"Ben cinnleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Âyet: 56); yânî "Ben bu iki fırka ehlinden saadet sahibi olanları, başka bir maksadla değil, ancak beni birlemeleri için yarattım". Bâzıları da (âyeti umumîliğe hamlederek):

"Allah onları tevhîdi işlemeleri için yarattı da bâzısı (Allah'ın onu muvaffak kılmasiyle) bunu işledi, bâzısı ise (Allah'ın onu yardımsız bırakmasıyle) tevhîdi terketti". Ve bu kelâmda kaderci olan Mu'tezile lehine hiçbir hüccet yoktur [573].

"Artık muhakkak ki o zulmedenler için geçmiş arkadaşlarının hissesi gibi bir hüsran nasibi yardır. Şimdi acele etmesinler" (Âyet: 59); buradaki "Zenûb" "Büyük kova"dır.

Mucâhidise: "Zenûben",   "Sebîlen" (yânî "Yol"), "Sarratin" (Âyet■ 29), "Sayhatin"; "el~Aktm", "Doğurmaz

kadın" ma'nâsınadır, dedi. Ve ibn Abbâs şöyle dedi:

"ZâtVl-hubuk semâya yemîn ederim... " (Âyet: 7); buradaki "Hubuk", semânın istivası, düzgünlüğü ve güzelliğidir [574] "Ellezîne hum fi gamratin (= Ki onlar bir gamre içindedirler)" (Âyet: ii), "Onlar kendi dalâletleri, sapıklıkları içinde uzunluk yarışı yapmaktadırlar" demektir.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle dedi: "Hepsi de bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler?" (Âyet: 53),

"Hepsi bunun üzerinde anlaştılar, uyuştular mı?" demektir. "Ki aşırı hareket edenlere hâss olmak üzere

RabbJin nezdinde nişanlanmıştır" (Âyet: 34); buradaki "Musevvemeten", "Alâmet ve nişan" ma'nâsına olan

"Sîmâ"dan olup "Muallemeten" (yânî "Alâmetlenmiş, nişanlanmış") demektir.

"Kutile'l-insânu" (Abese: i7>; burada "Kutile'l-harrâsûn"

(Âyet: 10),

"La'netlendi o koyu yalancılar" ma'nâsınadır [575].

 

52- Ve't-Tûri Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"And olsun Tür'a, neşredilmiş kâğıdlar içinde yazılı Kitâb'a, Ma'mûr Ev% yükseltilmiş tavana, dolan denize

ki, RabbHnin azabı hiç şübhesiz vâkVdir (inecektir) "(Ayeu 1-7)

Ve Katâde: "Kitabın mestûrin", "Kitabın mektûbin" (yânî "Satır satır yazılmış kitâb") ma'nâsınadır, dedi.

Mucâhid de şöyle demiştir: "et-Tûr", Süryânîce'de

"Dağ"dır.

"Rakkın menşur", "Yayılmış deri sahîfe", "K«> Sakfi'l-merfû'", "Gökyüzü"dür. "el-Bahrul-mescûr",

"Alevlendirilmiş deniz" demektir.

el-Hasenu'l-Basrî de:

Denizler alevlendirilir, nihayet suları gider de artık deniz yataklarında bir damla su kalmaz, demiştir [576].

Mucâhid: "îmân edip de zürriyyetleri de îmân ile kendilerine tâbV olanlar; biz onların nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amelinden birşey de eksiltmedik. Herkes kazancı mukaabilinde bir rehindir"

(Âyet: 21); buradaki "Ve mâ eletnâhum", "Mâ nakasnâhum" (yânî "Eksiltmedik") ma'nâsınadır, dedi.

Mucâhid'den başkası da: "O gün gök sallanıp çalkalanır" (Âyet: 7); buradaki

"Temûru", "Tedûru" (yânî "Devreder");

"Ahlâmuhum" {Âyet: 32), "Akılları" ma'nâsınadır, demiştir.

İbn Abbâs: "İşte Allah bize lütfetti. Bizi sam yeli azabından korudu. Gerçek biz bundan evvel (muvahhid olarak) O'na ibâdet ediyorduk. Şübhesiz ki O, el- Berru'l-Rahîmdir" {Ay*. 2i-2sy, buradaki "el-Berr",

"Latîf(= Lûtuflu, sâdık, ihsan edici, keremli)"; "Eğer gökten bir parça düşer görseler, bu birbiri üstüne yığılmış bir buluttur derler" (Âyet: 44); buradaki "Kisfen", "Kıt'an" (yânî "Parça"); ''Yoksa o bir şâirdir, biz ona, zamanın felâketli hâdiselerini gözetliyoruz mu diyorlar?"(Ayetim); buradaki "el- Menûn", "Ölüm" ma'nâsınadır, demiştir [577].

İbn Abbâs'tan başkası da: "Orada birbirleriyle Öyle kadeh çekişirler ki, onda ne bir saçmalama, ne de bir günâha sokma yoktur" {Âyet: 23); burada "Yetenâzeûne" "(Neş'e ile birbirlerine dolu kadeh) verip alma yarışı yaparlar" ma'nâsınadır, demiştir.

 

374........Ümmü Seleme (R) şöyle demiştir: (Hacc sırasında) hasta olduğumu Rasûlullah'a arzettim. Rasûlullah (S) bana: "İnsan­ların arkasından deveye binerek tavaf et" buyurdu. Öylece tavaf et­tim. Rasûlullah da Beyt'in yanında namaz kılıyor, "Ve't-Turi ve kitabin mestûrin..." sûresini okuyordu [578].

 

375-....... Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs edip şöyle dedi: Bana arkadaşlarım ez-Zuhrî'den tahdîs ettiler. O da Muhammed ibn Cu-beyr ibn Mut'ım'den; o da babasından. Babası Cubeyr ibn Mut'ım şöyle demiştir: Ben bir akşam namazında Peygamber (S)'den Tûr Sû­resi'ni okuduğunu işittim. Okurken şu ''Yoksa onlar bir şey siz ola­rak mı yaratıldılar? Yâhud kendilerinin yaratıcıları kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar iyi bilmiyor­lar. Yâhud Allah'ın hazîneleri onların yanında mı? Veya onlar hâ­kim ve gâlib kimseler mi?..." (35-37) âyetlerine ulaştığı zaman, kalbim artık uçmağa yaklaştı [579].

Sufyân ibn Uyeyne şöyle dedi: Bana gelince, ben ancak ez- Zuhrî'den işitmişimdir ki, o, Muhammed ibn Cubeyr ibn Mut'ım'­den; o da babasından olmak üzere tahdîs ediyordu. Babası Cubeyr ibn Mut'ım: Ben Peygamber'den akşam namazında Tûr Sûresi okur­ken işittim, demiştir. Ben ez-Zuhrî'den bana "Şu âyetlere ulaşınca..." şeklinde söyledikleri kısmı ziyâde ettiğini işitmedim (yânî bu ziyâde­yi bana o arkadaşlarım söylediler).

 

53- Ve'n-Necmi Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Mucâhid şöyle dedi:

'Battığı dem yıldıza and olsun ki [580], sahibiniz sapmadı. Bâtıla da inanmadı. Kendi nevasından söylemez o. O,

kendisine Allah tarafından ilkaa edilegelen bir vahyden başkası değildir. O'nu müdhiş kuvvetlere mâlik olan öğretti. Ki O, akıl ve re'yinde kâmildir. Hemen doğruldu. O, en yüksek ufukta idi. Sonra (Cebrail ona)

yaklaştı. Derken sarktı. İki yay kadar, yâhud daha yakın oldu da. Allahhn kuluna vahyettiğini etti" (Âyet: ı ıo); buradaki "Zû mirretin", "Bir kuvvet sahibi";

"Kaabe kavseyni", yaydan, kabzasıyle kiriş mahalli olan yer ma'nâsınadır [581].

"Erkek sizin de dişi O'nun mu? O takdirde bu, insafsızca bir taksim" (Âyet. 21-22); buradaki "Dîzâ",

"Avcâu" (yânî "Pek eğri"); "Şimdi îmândan dönen, maldan biraz verip de gerisini sert kaya gibi elinde tutan

adamı gördün mü?" (Âyet: 33-34); buradaki "Ekdâ", "Atasını kesti, vermedi" ma'nâsınadır [582]

"Hakikat şu: Şı'râ yıldızının RabbH de O'dur" (Âyet: 49); buradaki "eş-Şı'râ"> el-Cev2â yıldızının arkasından

doğan yıldızdır [583]:

"Gaybın ilmi O'nun nezdindedir de kendisi mi görüyor? Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam ifâ eden

İbrahim 'in sahîfelerinde olanlardan haberdâr mı edilmedi... " (Âyet: 35-37); buradaki "Ellezi veffâ",

"Üzerine farz kılınanları tastamam yapan" demektir.

"Yaklaşan yaklaştı" (Âyet: 57); "Kıyamet saati yaklaştı" demektir. "Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz? Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz. Siz gafil ve oyuna düşkünler misiniz?" (Âyet: 59-61); buradaki "Sâmidûn'\ "Gına ve oyun"dur. İkrime de: Bu Himyer dilinde "Tegannî ediyorlar" ma'nâsınadır, dedi [584].

Ve İbrâhîm en-Nahaî de şöyle demiştir:

"Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücâdele mi edeceksiniz?" (Âyet: 12); buradaki "Efetumârûnehu", "Efe-tucâdilûnehu( =  Onunla mücâdele mi edeceksiniz?)" ma'nâsınadır. "Efe-temrûnehu"

şeklinde okuyan ise "Efe-techadûnehu( =  Onu inkâr mı ediyorsunuz)?" demeyi kasdeder. "Göz ağmadı, aşmadı da" (Âyet: 17); Muhammed'in gözü ağmadı; "Ve mâ tağâ", "Vegördüğü şeyleri tecâvüz etmedi" [585].

And olsun ki (Lût) onlara azâb ile yakalayacağımızı da haber vermişti. Fakat onlar bu korkutmaları şübhe ile tekzîb ettiler" (ei-Kamer: 36); bundaki "Fe-temârav",

"Tekzîb ettiler" ma'nâsınadır [586]. el-Hasenu*l-Basrî: "Ve'n-necmi izâ hevâ", "Gayb olduğu dem yıldıza and olsun ki..." ma'nâsınadır, demiştir.

İbn Abbâs da: "Hakikat odur (insanları) başkalarına muhtaç olmaktan kurtaran ve sermâye sahibi kılan" (Âyet: 48); buramdaki "Ağnâ ve aknâ", "Verdi ve razı kıldı" ma'nâsınadır, demiştir.

 

376-....... Bize Vekî' ibnu'I-Cerrâh, İsmâîl ibn Ebî Hâlid'den;

o da Âmir eş-Şa'bî'den tahdîs etti ki, Mesrûk şöyle demiştir: Ben Âi-şe'ye:

  Ey âna! Muhammed Rabb'ini gördü mü? diye sordum. Âişe dedi ki:

— Bu söylediğin sözden ötürü tüylerim diken diken oldu, ürperdim. Sen şu üç şeyden nerdesin ki, her kim onları sana söylerse mu­hakkak yalan söylemiştir: Her kim Muhammed, Rabb'ini gördü derse, muhakkak yalan söylemiştir, dedi.

Sonra Âişe (buna delîl getirici olarak) şu âyetleri okudu: "Göz­ler O'nu idrâk etmez ve fakat o, gözleri idrâk eder. O latiftir, habîbdir" (ei-En'âm; 103); "Bununla beraber hiçbir beşer için kaabil değildir ki, Allah ona başka surette kelâm söylesin. Ancak vahy ile veya bir hi-câb arkasından veyâhud bir rasûl gönderip de izniyle ona dilediğini vahy etmesi müstesna. Çünkü O, çok yüksek, çok hakimdir" (eş-şûrâ 51).

Yine Âişe devamla:

  Ve her kim sana, yarın ne olacağını bilirim derse, muhak­kak yalan söylemiştir, dedi, sonra şunu okudu: "Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez" (Lukmân: 34).

Yine Âişe devamla:

  Her kim sana Rasûlullah ketmetti (vahyden gizledi), derse, muhakkak yalan söylemiştir, dedi.

Sonra şu âyeti okudu: "Ey Rasûl!Sana Rabblnden her indiri­leni tebliğ et; etmezsen O'nun elçiliğini edâ etmiş olmazsın*' (ei-Mâîde: 67).

Velâkin Rasûlullah, Cibril aleyhi's-selâmı iki kerre kendi sure­tinde gördü, dedi [587].

 

284- Bâb:

 

İki yay kadar yâhud daha yakın oldu'\Âyetı 9). Yaydan, kabzasıyle kiriş yeri kadar oldu.

 

377-.......Bize eş-Şeybânî tahdîs edip şöyle dedi: Ben, Zirr ibn Hubeyş'ten işittim; o da Abdullah ibn Mes'ûd'dan: "İki kavsın kaa-bı yâhud daha yakın oldu da, bu suretle Allah 'in kuluna verdiği vah­yi verdi" (Âyet: 9-10) kavli hakkında Zirr dedi ki: Bize Abdullah ibn Mes'ûd (R): "Peygamber (S) Cibril'i gördü, onun altıyüz kanadı vardı" diye tahdîs etti [588].

 

285- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Kuluna vahyettiğini vahyetti" (Âyet: 10).

 

378-.......Bize Zaide ibnu Kudâme el-Kûfî tahdîs etti ki, eş-Şeybânî şöyle demiştir: Ben, Zirr'e Yüce Allah'ın "İki kavsın kaabı yâhud daha yakın oldu da A Hah hn kuluna verdiği vahyi verdi'' kav­lini sordum. Zirr:

— Abdullah ibn Mes'ûd bize: Muhammed, Cibril'i gördü, onun altıyüz kanadı vardı diye haber verdi, dedi [589].

 

286- Bâb:

 

'And olsun ki o, Rabb'inin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür" (Âyet: 18) [590].

 

379-.......Bize Sufyân (ibn Saîd), el-A'meş'ten; o da İbrâhîm en-Nahaî'den; o da Alkame'den tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'ûd (R) "And olsun ki, o, Rabb'inin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür" âyeti hakkında:

— Peygamber (S) yeşil bir Refref gördü, ufku kapatmıştı, de­miştir [591].

 

287- Bâb:

 

“Siz de gördünüz değil mi Lât ve Uzzâ'yı ve üçüncü olarak da Menâtı Uhrâ'yı?" (Âyet: 19-20) [592].

 

380-.......Bize Ebû'l-Cevzâ tahdîs etti ki, îbn Abbâs (R) Yüce Allah'ın "el-Lât veî-Uzzâ" kavli hakkında:

— el-Lât hacılara su ile sevîk bulamacı karan bir adam idi, de­miştir [593]

 

381-.......Bize Ma'mer ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; o da Humeyd ibn Abdirrahmân'dan haber verdi ki Ebû Hüreyre (R) şöyle demiş­tir: Rasûlullah (S): "Kim yemîn eder ve yemininde 'Lâtve Uzzâ hak­kı için' derse (bunun keffâreti için) hemen *Lâ ilahe ilte'llâh' desin. Ve arkadaşına 'Gel seninle kumar oynayayım' diyen kimse de hemen bir şeyi sadaka versin" buyurdu [594].

 

288- Bâb:

 

“ Ve üçüncü olarak da Menâtı Uhrâ 'yi'' (Âyet: 2») [595].

 

382- Bİze el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Bize ez-Zuhrî tahdîs etti: Ben Urve'den işittim (o şöyle diyor­du): Ben Âişe'ye (Safa ve Merve âyeti hakkında) sordum. O şöyle dedi: (Câhiliye devrinde) el-Muşellel mevkiinde bulunan Menât et-Tâğıye yanında -veya ona ibâdet için- ihrama girenler Safa ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Yüce Allah "Şübheyok ki, Safa ile Merve Allah'a ibâdet etmeye vesile olan nişanlardır..." (ei-Bakara: 158) âyeti­ni indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah ile müslümânlar beraberce o iki tepe arasında tavaf ettiler.

Râvî Sufyân ibn Uyeyne: Menât putu, deniz tarafında bir dağ olan Kudeyd'den el-Muşellel mevkiinde bulunuyordu, demiştir.

Abdurrahmân ibn Hâlid de İbn Şihâb'dan olmak üzere söyledi ki, o şöyle demiştir: Urve dedi ki: Âişe şöyle dedi: "İnne's-safâ..." âyeti (Evs ve Hazrec'den oluşan) Ensâr hakkında inmiştir. Onlar ve Gassân kabilesi İslâm'a girmelerinden önce Menât için ihrama girer, telbiye ederlerdi... Bu hadîs de Sufyân ibn Uyeyne'nin hadîsi gibidir.

Ma'mer ibn Râşid de Zuhrî'den; o da Urve'den; o da Âişe'den olmak üzere şu hadîsi söyledi: Ensâr'ın Menât için telbiye edip ihra­ma girenlerinden birtakım adamlar -ki Menât Mekke ile Medîne ara­sında bulunan bir put idi-:

— Ey Allah'ın Peygamberi, bizler Menât'ı ta'zîm etmek maksa-dıyle Safa ile Merve arasında tavaf etmiyorduk, dediler... Bu da ge­çen hadîs tarzındadır [596].

 

289- Bâb:

 

"Haydi secdeye kapanın ve kulluk edin1" (Âyet: 62).

 

383- Bana Ebû Ma'mer tahdîs etti. Bize Abdulvâris tahdîs etti. Bize Eyyûb es-Sahtıyânî, İkrime'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R): Peygamber (S) en-Necm Sûresi'nde secde etti. Ve O'nunla birlikte müs-lümânlar, müşrikler, bütün cinn ve ins de secde ettiler, demiştir.

Bu hadîsi Eyyûb'dan rivayet etmekte İbnu Tahmân, Abdulvâ-ris'e mutâbaat etmiştir. İbnu Uleyye bu hadîsi Eyyûb'dan tahdîsinde İbn Abbâs'ı zikretmemiştir (yânî mürsel olarak sevketmiştir).

 

384-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R): İçinde secde âyeti inen ilk sûre Ve'n-Necmi Sûresi'dir, demiştir.

Yine Abdullah ibn Mes'ûd şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bu sû­reyi okuduğunda secde etti, O'nunla beraber arkasında bulunan kim­seler de secde ettiler. Yalnız bir adam secde etmedi. Ben onu bir avuç toprak alıp da onun üzerine secde ettiğini gördüm. Bu hâdiseden sonra ben o adamı Bedir'de kâfir olarak öldürülmüş gördüm. O, Umeyye ibnu Haleftir [597].

 

54- "Ikterabeti's-sâatu" (yânî el-Kamer) Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle elemiştir:

"Saat yaklaştı. Ay yarıldı. Onlar bir mu'cize görürlerse yüz çevirirler ve müstemirr bir büyüdür derler" (Âyet: ı-2); buradaki "Müstemirr", "Gidici" (yânî "Gelip geçici") ma'nâsınadır [598].

'And olsun onlara vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir*' (Âyet. 4); buradaki "Muzdecer", "(Zecrde daha ziyâdesi olmayacak) en son derece ve gayeye ulaşmış sakındırıcı öğüt yâhud acı haber" ma'nâsınadır. "Uzdıcıra", "DaVetten zorla vazgeçirildi ve deli olarak uçuruldu, kapıldı" demektir. Bu "Mecnûn dediler ve zorla da'vetten vazgeçirilmişti" (Âyet: 9) kelâmına işarettir.

"Onu levhalar ve mıhlarla yapılmış gemiye yükledik ki, o, nankörlük edilmiş bulunan o zâta bir mükâfat olmak

üzere bizim gözlerimiz önünde akıp gidiyordu" (Âyet: 13-H); buradaki "Dusur", "Geminin kaburgalarındır.

"Li-men kâne kufira = Nankörlük edilmiş olan kişiye" ki Allah: "Ona nankörlük edildi" buyuruyor- Allah

tarafından bir mükâfat olmak üzere [599].

"Bir de suyun herhalde aralarında taksîmli olduğunu kendilerine haber ver. Her su nevbeti, hazır bulunmak

iledir" (Âyet: 28); buradaki "Muhtadar", (Devenin gelmediği gün Salih'in kavmi) "Suya gelecekler" demektir [600].

Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: "...0 da'vet edenin görülmemiş, tanınmamış birşeye da yvet edeceği gün, gözleri zelil ve hakir olarak hepsi de çıvgın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacaklar, o dafvet ediciye koşarak, kâfir olanlar: Bu çok zorlu bir gün, diyecekler" (Âyet: 6-s>; buradaki "Muhtnne"mn masdarı olan "eUIhta"\ "en-Neselân" yânî "Boynu uzatarak, dalgalanarak yelmek, sür'atle koşmak" ma'nâsınadır.

îbn Cubeyr'den başkası da şöyle demiştir: "Neticede arkadaşlarını çağırdılar. O da alacağını aldı ve deveyi

keşti" (Âyet: 29>; buradaki "Fe-teâtâ", "Fe-âtahâ biyedihi", yânî "Kılıcını eliyle uzanıp aldı da deveyi kesti" demektir.

"Çünkü biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı çırpı ve'otlar gibi oluverdiler" (Âyet. i\y, buradaki "KeH-muhtezırı",

"Kırılmış, yanmış ağaçlar gibi" demektir [601].

"Uzducira", "Men' ettim" ma'nâsına olan "Zecertu" fiilinden LJftu'ile veznindedir. "Kufira.,." (Âyet: 14).

"Nankörlük edilmiş bulunan ve nankörlük eden kavmine, Nuh'a ve ashabına yapılan ezalara karşılık olmak için biz yaptığımızı yaptık" demektir.

"And olsun ki, onlara bir sabah yakalarını hiç bırakmayacak olan bir azâb baskın yaptı" (Âyet: 38);

buradaki "Azâbun mustakırrun", "Azâbun hakkun" demektir [602].

"Şımarık, aşırı yalancı kimmiş; yarın bilecekler" (Âyet: 26»; buradaki "el-Eşeru", "el-Merahu ve't-tecebbur"

(yânî "Şımarık ve cebredici, zorba" demektir), deniliyor.

 

290- Bâb:

 

'Saat yaklaştı, Ay yarıldı. Onlar bir mu ycize görür iseler yüz çevirirler..." (Âyet: 1-2) [603]

 

385-.......İbn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Rasûlullah zamanın­da Ay, iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Rasûlullah^(S):

— "Şâhid olun" buyurdu.

 

386-.......Yine Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Biz Peygamber'in beraberinde idik. Ay iki parça oldu. Bunun üzerine Pey­gamber (S) bize:

— "Şâhfd olun, şâhid olun" buyurdu.

 

387-.......İbn Abbâs (R): Peygamber (S) zamanında Ay yarıl­dı, demiştir.

 

388-.......Bize Şeybân, Katâde'den tahdîs etti ki, Enes ibn Mâ­lik (R): Mekke ahâlîsi Peygamber'den kendilerine bir mu'cize gös­termesini istediler. Peygamber (S) de onlara Ay'ın ayrılmasını gösterdi, demiştir.

 

389-....... Buradaki senedde de Enes (R): Ay iki parçaya ayrıl­dı, demiştir [604].

 

291- Bâb:

 

"Ki nankörlük edilmiş bulunan o zâta bir mükâfat olmak üzere, bizim gözlerimiz önünde akıp gidiyordu.

And olsun ki, biz bunu bir âyet olarak bırakmışızdır. O hâlde düşünüp ibret alan var mı?" (Âyet: 14-15).

Katâde:

Allah Nuh'un gemisini bıraktı, hattâ bu ümmetin evvelleri onun enkazına ulaştı, demiştir [605].

 

390-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R): Peygamber (S) "Fe-helmin müddekir" (şeklinde noktasız dâl harfiyle) okurdu, demiştir.

 

292- Bâb:

 

"And olsun ki biz Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırmışızdır. O hâlde düşünen var mı?" (Âyet: 17).

Mucâhid: "Yessernâ", "Biz onun okunmasını kolaylaştırdık" ma'nâsınadır, demiştir [606].

 

391- Bize Müsedded, Yahya'dan; o da Şu'be'den; o da Ebû İs-hâk'tan; o da el-Esved'den; o da Abdullah ibn Mes'ûd(R)'dan: Pey-gamber(S)'in "Fe-helmin muddekir" şeklinde okur olduğunu tahdîs etti.

 

293- Bâb:

 

"(Öyle bir fırtına ki) insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden koparıyordu. İşte benim azabım ve tehdîdlerim nice (Âyet: 20-21) [607].

 

392- Bize Ebû Nuaym tahdîs etti. Bize Zuheyr, Ebû İshâk'tan tahdîs etti. O da el-Esved'e "Min muddekir" mi yâhud "Min müzzekir" mi? diye soran bir adamdan işitmiştir. el-Esved o adama şöyle cevâb vermiştir: Ben Abdullah ibn Mes'ûd'dan bunu dâl harfi olarak "Fe-hel min muddekir" şeklinde okurken işittim. îbn Mes'­ûd: Ben de Peygamber(S)'den bunu dâl harfi olarak "Fe-hel min muddekir" şeklinde okurken işittim, dedi.

 

294- Bâb:

 

'Çünkü biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik de onlar, hayvan ağılına konan kuru çalı çırpı ve otlar gibi oluverdiler. And olsun ki, biz Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırmışındır. O hâlde düşünen var mı?" (Âyet: 31-32) [608].

 

393-.......Bize babam (Usmân el-Ezdî el-Mervezî), Şu'be'den; o da Ebû İshâk'tan; o da el-Esved'den; o da Abdullah ibn Mes'-ûd(R)'dan haber verdi ki, Peygamber (S) bu âyeti "Fe-helmin mudde-kir" şeklinde okumuştur.

 

295- Bâb:

 

"And olsun ki, onlara bir sabah, (yakalarını) asla bırakmayacak olan bir azâb baskın yaptı. İşte tadın benim azabımı ve tehdîdlerimil" (Âyet: 38-39).

 

394-.......Bize Şu'be, Ebû İshâk'tan; o da el-Esved'den; o da Abdullah'tan; o da Peygamber(S)'den olmak üzere, O'nun "Fe-hel min muddekir" şeklinde okuduğunu tahdîs etmiştir.

 

296- Bâb:

 

“And olsun ki, biz sizin benzerlerinizi hep helak etmişizdir. Öyleyken düşünen var mı?" (Âyet: 51),

 

395-.......Bize Vekî' er-Ruvâsî, İsrail ibn Yûnus'tan; o da Ebû İshâk'tan; o da el-Esved ibn Yezîd'den olmak üzere tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'ûd (R): Ben Peygamber'in huzurunda "Fe-helmin muzzekir" şeklinde zâl ile okudum da Peygamber (S): "Fe-hel min muddekir" şeklinde dâl ile söyledi, demiştir [609].

 

297- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (Âyet: 45) [610].

 

396-.......Buradaki iki tarîk râvîleri, İkrime'den; o da İbn Abbâs(R)'tan olmak üzere tahdîs ettiler ki, Rasûlullah (S) Bedir günü küçük, yuvarlak bir çadır içinde şöyle duâ etmiştir:

  "Allah'ım!Ben Sen'den ahdini ve va'dini (yerine getirmeni) isterim. Allah 'im! Eğer (mü'rninlerin helakini) diliyorsan, bu günden sonra ibâdet edilmeyecek!"

Bu sırada Ebû Bekr, Peygamber'in elini tuttu da:

— Yâ Rasûlallah, yeter! Rabb'ine karşı duada ısrar ettin, dedi.

Bu esnada Rasûlullah bir zırh içinde ayakta duruyordu. "Ya­kında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklar'' âye­tini okuyarak çadırdan dışarı çıktı.

 

298- Bâb:

 

'Daha doğrusu onlara va 'd olunan asıl azabın vakti, o saattir. O saatin azabı daha belâlı ve daha acıdır" (Âyet: 46)

Yânî bu "Emerru", "Murûr"dan değil de "Merâre"den(uAcılik" masdarından)dir.

 

397-....... İbn Cureyc talebelerine haber verip şöyle demiştir:

Bana Yûsuf ibnu Mâhek haber verip şöyle dedi: Ben mü'minlerin anası olan Âişe'nin yanında idim, şöyle dedi:

— Yemîn olsun ki, Muhammed(S)'in üzerine Mekke'de iken "Da­ha doğrusu onlara va'd olunan asıl azabın vakti, o saattir. O saatin azabı daha belâlı ve daha acıdır" âyeti indirilmiştir. Ben o sırada oyun oynayan bir kızdım [611].

 

398-.......Bize Hâlid ibn Abdillah et-Tahhân, Hâlid ibn Mıhrân el-Hazzâ'dan; o da İkrime'den; o da İbn Abbâs(R)'tan tahdîs et­ti ki, Peygamber (S) Bedir gününde kendisine âid olan yuvarlak bir çadır içinde iken:

  "Ya Rapb! Sen'den ahdini ve va'dini (gerçekleştirmeni) isti­yorum. Yâ Allah! Eğer istedinse bu günden sonra ebeden ibâdet edil­mez!" dedi.

Ebû Bekr, Peygamber'in elini tuttu da:

— Yâ Rasûlallah, bu dileğin Sana yeter. Sen Rabb'ine karşı du­ada ısrar ettin", dedi.

Rasûlullah zırh içinde idi. Bu sözlerin akabinde "Yakında o ce­miyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır. Daha doğrusu onlara va 'd olunan asıl azabın vakti, o saattir. O saat daha belâlı ve daha acıdır'''' âyetlerini söyleyerek çadırdan dışarı çıktı [612].

 

55- er-Rahmân Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid:

"er-Rahmân. Öğretti Kur'ân % Yarattı inşânı. Belletti ona o güzel beyânı. Güneş ve Ay hesâblı" (Ayet: ı-5)[613]; buradaki "Bi-husbânin", "Değirmen taşının mihveri" demek olan "Husbân" gibidir, yânî onun veznindedir, dedi [614].

Mucâhid'den başkası da şöyle demiştir:

"Mizanı koydu. Tartıda haksızlık etmeyin. Teraziyi adaletle doğrultun, tartılanı eksik yapmayın diye"

(Âyet: 6-9); buradaki "Teraziyi adaletle doğrultun" kelâmıyle Yüce Allah terazinin dilinin dosdoğru

tutulmasını kasdediyor [615].

"Samanlı dâneler, hoş kokulu nebatlar vardır" (Âyet: 12); buradaki "el-Asfu", ekinin yeşili, tâzesidir. Ekine

ulaşmadan evvel tazesinden birşey kesildiği zaman, işte bu "Asf'tır. "Reyhan", ekinin rızkıdır, "el-

Habbu", ekinden yenilecek olan dânelerdir.

"Reyhan", Arab kelâmında "Rızk"tır.

Bâzısı da (yânî el-Ferrâ): "el-Asf", hububattan yenilen nevi'leri kasdediyor; "er-Reyhan", yenilmeyen olgun

nevi'dir, demiştir.

Başkası da (yânî Ebû Ubeyde): "el-Asf", buğday yaprağıdır, demiştir. Ebû Mâlik de: "el-AsfJ\ yerden biten bitkinin ilk filizleridir, Nabath çiftçiler ona "Hebûr" ismi verirler, demiştir.

Mucâhid de şöyle demiştir:

"el-Asf", buğdayın yaprağı, "er-Reyhân", "Rızk"tır. "O insanı bardak gibi kupkuru bir balçıktan yarattı.

Cânnı da yalın bir ateşten yarattı" (Âyet: 14-15); buradaki  "el-Mâric", ateş yakıldığı zaman ateşin üzerine

yükselmekte olan sarı ve yeşil alevdir.

Bâzıları da Mucâhid'den olmak üzere şöyle demiştir:

"Min salsâlin ke'l-fahhâr1'', "Pişirilmiş toprak kabın yapılması gibi" demektir [616].  "Üzerlerine ateşten bir

yalınla bir duman salıverilecek" (Âyet: 35); buradaki "eş- Şuvâz", ateşten bir alevdir.

"O hem iki doğunun Rabb'i, hem iki batının Rabb'idir" (Âyet: \ıy. Güneşin kış mevsiminde bir doğuş yeri, yaz mevsiminde bir doğuş yeri vardır. "İki batının Rabb'i" de yine güneşin kıştaki ve yazdaki batış yerleridir.

iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında birbirine tecâvüz etmeye mânV bir perde vardır" (Âyet: 20); buradaki "Lâ yebğıyânı{ = Birbirine tecâvüz etmezler)", "Birbirine karışmazlar"

demektir.

"Denizde uzun dağlar gibi yükselen gemiler de O'nun"

(Âyet: 24); buradaki  "el-Munşeât",   gemilerden yelkenleri yükseltilmiş olandır. Amma yelkeni yükseltilmemiş

olanına gelince, o "Münşeat" değildir [617].

Mucâhid şöyle demiştir: "Üzerinize ateşten bir yalınla bir duman salıverilecek.

Öyle ki birbirinizi kurtaramayacak, yardımlaşamayacaksınız" (kyev. 15); buradaki "Nuhâs", "Bakır"dır, (yânî eritilmiş bakır) onların başları üzerine dökülür, onlar bununla azâb olunurlar [618].

"Rabblnin huzurunda durmaktan korkan kimseler için iki cennet vardır" (Âyet: 46). Bu, bir ma'siyet işlemeye

karar veren, akabinde Azız ve Celîl Allah'ı hatırlayıp da o günâhı terkeden kimsedir.  "eş-Şuvâz", ateşten bir alevdir. "Mudhâmmetânı" (Âyet: 64), suya kanmaktan dolayı bitkileri siyâh(a yaklaşmış koyu yeşil) iki

cennet. "Salsâl", "Kumla karıştırılmış kuru çamur"dur, bu, iyi pişirilmiş toprak kabın vurulunca ses vermesi gibi tın tın ses çıkarır. "Lahmun muntinun" denilir de bununla etin ateşte yanıp kızardığını kasdederler ("Koktu" ma'nâsını değil).

Kapıyı kapatma sırasında "Sarrâ'1-bâbu = Kapı ses çıkardı" denilmesi gibi aynı ma'nâda olarak "Salsâl"

masdarı da söylenir. "Salsâl" da "Sarsar" gibi, katlanmış mudâaf bir fiildir. "Sarsara" fiili de

"Kebebtuhu = Onu yüzü üstü yere çarptım" ma'nâsına olan "Kebkebtuhu" gibidir, (bunlar aynı zamanda fâu'1-fiil ve ayne'l-fiilleri -yânî birinci ve ikinci harfleri beraberce- tekrar edilmiş olarak kullanılan fiillerdir),

"İçlerinde her nevi' meyveler, hurma ve nâr vardır" (Âyet: 68). Bâzıları (Ebû Hanîfe ve Ferrâ) da "Hurma ve

nâr meyve değildir" demişlerdir. Arab kavmine gelince, onlar hurmayı ve nârı meyve sayarlar. (Allah bu ikisinin isimlerini, meyvelik üzerindeki faziletlerinden dolayı tekrar etmiştir. Bu, ânımdan sonra faziletini belirtmek için hâssı zikretmek nev'indendir) [619].

Azîz ve Celîl olan Allah'ın şu sözü de bunun gibidir: "Namazlara ve orta namaza devam edin... " (el-Bakara: 238).

Burada Allah, mü'minlerin bütün namazlar üzerine muhafız olmalarını emretti, sonra da ikindi namazını - şiddetlendirmek yânî ta'zîm edilmesini te'yîd etmek için- tekrar etti. Nitekim konumuz olan âyette de meyve sözünden sonra hurma ve nar isimlerini tekrar buyurmuştu.

Şu âyet de bu ilFâkihe ve nahl ve rummân" sözünün benzeridir: "Görmedin mi göklerde olan herkes ve yerde bulunan herkes; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hakîkaten Allah'a secde ediyor. Bir çoğunun üzerine de azab hakk olmuştur. Allah kimi hor kılarsa onu saadete kavuşturacak yoktur. Şübhesiz ki, Allah ne dilerse yapar7' (ei-Hacc: ısj. Bu âyette Allah "Göklerde olan herkes ve yerde bulunan herkes Allah'a secde eder" buyurdu; sonra da "İnsanların birçoğu hakîkaten Allah'a secde eder, birçoğunun üzerine de azab hakk olmuştur" buyurdu. Hâlbuki Allah bunları evvelindeki "Göklerdeki herkes ve yerde bulunan herkes" kelâmı içinde zikretmişti [620].

Mucâhid'den başkası şöyle demiştir: "(Bu cennetlerin ikisi de) çeşit çeşit ağaçlı" (Ayet: 48); buradaki "Efnân", "Ağsân" manasınadır. "Ve iki cennetin derimi yakındır" (Âyet: 54), "Onlardan toplanacak, derilecek meyveler yakındır –zahmetsizce alınıverecek derecede yakın- [621].

el-Hasenu'1-Basrî: "O hâlde Rabb'inizin hangi ni'metlerini yalan sayabilirsiniz?"; buradaki "Fe-bi-eyyi âlâi", "Ni'metlerinin hangisini" ma'nâsınadır, demiştir. Katâde de: "Rabbikûma" tesniye zamîriyle cinn ve ins'i kasdediyor, demiştir [622].

Ebu'd-Derdâ "O her gün bir iştedir" (Âyet: 29) kavli hakkında: Günâhı mağfiret eder, sıkıntıyı, kederi açıp giderir, bir kavmi yükseltir, diğerlerini alçaltır, demiştir [623].

İbn Abbâs da: "Berzah", "Mâni' olucu bir perde"; "el- Enâm" (Âya-, ıo), "Halk"; "Aynâni naddâhatâni"(Âyet. 6$),

"Durmayıp fışkıran iki pınar"; "Zul-celâl" (Âyet: 27)

"Azamet sahibi" ma'nâsınadır, demiştir.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle demiştir:

"Mâric" (Âyet: 15), ateşin hâlis olanıdır (yânı dumansız olanıdır). Bu "Merec" birkaç ma'nâda söylenir:

a. Bâzısı bâzısına zulmeder hâlde onları terkettiği zaman "Merece'l-emiru raiyyetehu" denilir.

b.  "Merece emru'n-nâsi = İnsanların işi karıştı", "Fe-hum fî emrin meric" (Kaaf: 5), "Şkndi onlar karışık bir

iştedirler" demektir. Bu sözlerde "Merece", "Ihtalata" yânî "Karıştı" ma'nâsınadır. Bu lâzımdır, geçişsizdir. "Merace'l-bahrân = İki deniz karıştı" bu ma'nâdandır.

c.  "Merâce'l-bahreyni" (Âyet: 2b), "İki denizi mercetti, yânî salıverdi" demektir; bu, müteaddî olan şu kullanıştandır: "Merecte dâbbeteke( =  Hayvanını salıverdin)": Onu (otlasın diye) terkettin. "Ey ins ve cinn, ileride size kalacağız" (Âyet: 31); buradaki

"Senefruğu Iekum  = "Sizleri hesaba çekeceğiz" ma'nâsına bir mecazdır. Yoksa Yüce Allah'ı hiçbir şey, diğer şeyden alıkoymaz. Bu "Senefruğu lekum" ta'bîri Arab kelâmında ma'rûftur: "Le-eteferreğanne leke = And olsun yalnız sana kalacağım, yalnız senin

için boşalacağım" denilir; bu, kendisinde hiçbir meşguliyet olmayarak demektir ki, bunu söyleyen kişi "And olsun ben seni gafletin üzerinde yakalayacağım" demiş olur [624]

299- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

“O iki cennetten başka iki cennet daha vardır' (Âyet: 62) [625].

 

399-.......Bize Ebû İmrân el-Cevnî, Ebû Bekr ibnu Abdillah ibn Kays'tan; o da babası Abdullah ibn Kays'tan (yânî Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den) tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "İki cennet vardır ki, bunların kapları ve içlerinde bulunan şeyler hep gümüş­tendir. Diğer iki cennet daha vardır ki, bunların kapları ve içlerinde bulunan şeyler de altındandır. Adn cennetindeki cennetliklerle bun­ların kendi Rabb'lerine bakmaları arasında, Allah'ın vechi üzerinde­ki büyüklük ridâsından başka birşey bulunmayacaktır" [626].

 

300- Bâb:

 

"Çadırlar içinde perdelenmiş huriler vardır" (Âyet: 72) [627].

İbn Abbâs: (iHûr", gözbebekleri siyah dilberlerdir, demiştir. Mucâhid ise:

"Maksûrât", "Habsedilmiş", dilberler ki bunların bakışları ve nefisleri sırf kendi eşlerine hasredilmiştir.

"Kaasırâtun" "Kendi eşlerinden başkasını istemeyen dilberler" ma'nâsınadır, demiştir [628].

 

400-.......(Bu senedde de) yine bize Ebû İmrân el-Cevnî, Ebû Bekr ibn Abdillah ibn Kays'tan; o da babası Abdullah ibn Kays'tan (yânı Ebû Mûsâ el-Eş'ârî-R-den) tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Şübhesiz ki, cennette içi boşaltılmış geniş bir inciden çadır vardır. Bunun eni altmış mil mesafe devam eder. Bunun her köşesinde bir aile bulunur ki, başkaları onları göremezler. O mü'-minler birbirlerini ziyaret ederler. Ve iki cennet vardır ki, bunların kapları ve içlerindeki şeyler gümüştendir. Diğer iki cennet daha var­dır ki, bunların da kapları ve içlerinde bulunan şeyler şundandır (yâ-nî altındandır). Adn cennetindeki cennetliklerle bunların kendi Rabb'lerine bakmaları arasında, Allah'ın yüzü üzerindeki büyüklük (yânı azamet) ridâsından başka birşey bulunmayacaktır'' [629].

 

56- el-Vâkıa Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle demiştir:

"Yer bir sarsıntı ile sarsıldığı, dağlar didik didik parçalandığı zaman" (Âyet: 4-5); buradaki "Ruccet",

"Zulzilet" (yânî "Sallandı"); "Busset" de, sevîk denilen kavutun e2ilip ufalanması gibi "Ezilip ufalandı" ma'nâsınadır. "Fisidrin mahdûdin" (Âyet: 28) kelâmındaki "Mahdûd", "Yükünün yânî meyvasının çokluğundan dalları basıp bükülmüş" demektir. Yine bu kelime hakkında, "Dikenleri silinmiş, dikensiz kılınmış" demektir de deniliyor [630].

"Ve talhın mendûdin" (Âyet: 29), meyvesi aşağıdan yukarı istifli olan muz'dur.

"Hakikat biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da onları bakire kızlar, zevcelerine sevgi ile düşkün hep bir

yaşıt yaptık, sağcılar için" (Âyet. 35-38); buradaki "Urub", "Arûb"un cem'i olup "Kocalarına sevdirilmiş kadınlar" ma'nâsınadır [631].

"Bir çok evvelkilerden, bir çok da sonrakilerdendir"

(Âyet: 3940); buradaki "Sulletun", "Ummetun" ma'nâsınadır [632].

"Solcular; onlar ne solculardır! Sıcaklık ve kaynar bir su, ve bir de kapkara dumandan bir gölge içindedirler"

(Âyet: 4i-43); buradaki "Yahmûmin", "Kara duman" demektir.

"Çünkü onlar bundan evvel şımartılmış, şehvetlerine düşkün kimseler idiler. O büyük günâh üzerinde ısrar

ederlerdi" (Aycv. 45 46); buradaki "Yusırrûne",

"Yudîmûne" yânî "Onu devam ettiriyorlardı" demektir [633]

"Sonra hakîkaten siz, ey sapkınlar ve tekzîbcüer, muhakkak ki zakkum ağacından yiyeceklersiniz. Öyle

ki, karınlarınızı hep ondan doldurucularsınız, üstüne de o kaynar sudan içeceklersiniz; susamış develerin içişi gibi içeceklersiniz" (Âyet: 5255); buradaki "Hîm",

"Huyâm" illetine, yânî suya kanmama hastalığına ututulmuş susuz develerdir.

"Innâ le-muğramûn" (Âyet: 66), "Bizler hakîkaten ağır borca düşürüldük" demektir.

"Eğer siz hakk dîne boyun eğmeyecek, ceza çekmeyecekseniz, o bağaza gelen canı geri çevirseniz ya eğer sâdıklarsanız" (Âyet: 86-87); buradaki "Gayra medînîn", "Gayra muhâsebîn", yânî "Hesaba

çekilmeyecek iseniz" demektir [634].

"Eğer o Ölen mukarreblerden ise artık rahatlık, güzel rızk ve Naîm cenneti onundur" (Âyet: 88-89), buradaki

"Ravh", "Cennet, bolluk ve saadet", "Reyhan",

"Rızk" ma'nâsınadır.

"Aranızda ölümü biz takdir ettik ve biz yerinize diğer benzerlerinizi getirmemiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve surette tekrar peyda etmemiz hususunda önüne geçilecekler de değiliz" (Âyet: 60-ei), buradaki "Nunşiekum", "Dileyeceğimiz herhangi bir yaratışta sizleri tekrar inşâ edeceğiz" demektir.

Mucâhid'den başkası şöyle demiştir: "Eğer dileseydik muhakkak ki onu bir ot kırıntısı yapardık dâ siz de şaşakalırdınız" (Âyet: 65), buradaki "Tefekkehûne",

"Ta'cebûne" (yânî "Şaşar, hayret ederiz") ma'nâsınadır [635].

"Uruben" (Âyet: 37), "Ağırlaştırılmış, değerlendirilmiş (sevgili, güzel konuşan kadınlar)" demektir. Tekili

"Arûb"dur. "Sabûr"un cem'i "Subur" vezninde olduğu gibi. Mekkeliler böyle sevgili, âşık ve güzel konuşan

işveli kadına "el-Aribe"; Medîneliler "el-Ganice"; Iraklılar ise "eş-Şekile" ismi verirler.

"Kıyamet koptuğu zaman hiçbir nefis onun vukuunda yalancı değildir, O alçaltıcı, yükselticidir" (Âyet-1-3);

buradaki "Alçaltıcı ve yükseltici" kavli hakkında, yine Mucâhid'den başkası: "Bir kavmi ateşin içine indirici,

bir kavmi de cennete yükseltici" ma'nâsınadır, demiştir.

"Ala sururin mevdûnetin = Onlar cevherlerle örülmüş tahtlar üzerindedirler" (Âyet: 15); buradaki "Mevdûne",

"Cevherlerle örülmüş,  dokunmuş" manasınadır.

"Vadinu'n-nâke{ = Devenin kolanı)" ta'bîri de bu ma'nâdandir(ki, birbiri üzerine bükülüp katlanmış yâhud istif edilmiş tirşeden yâhud kıldan dokunan yassı kolana denir).

"el-Kûb" (Âyet: 18), "Kulakları -emziği- ve sapı olmayan sürâhî, testi"; "el-Ebârtk( = İbrikler)", "Emzikleri ve

sapları olan kaplar". "Ve mâin meskûbin" (Âyet: 3i),

"Dâima akan su"; "Ve furusun merfûatın" (Âyet: 34),

"Bâzısı bâzısının üzerine yükseltilmiş döşeklerdedirler".

"Mutrafîne" (Âyet: 45), "Metâ'lananlar, her türlü ni'metlerle faydalanıp ni'metlenenler". "Gayra medînîn" (Âyet: 86), "Dîne boyun eğmeyenler, hesaba çekilmeyecek olanlar iseniz" demektir.

"O hâlde (rahimlere) dökmekte olduğunuz o menî nedir? Bana haber verin. Onu siz mi insan suretine

getiriyorsunuz yoksa yaratanlar biz miyiz?" (Âyet: 58-59); buradaki "Menî", kadınların rahimlerindeki nutfe'dir.

"Şimdi bana çakmakta olduğunuz ateşi söyleyin. Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa yaratanlar biz miyiz? Biz onu hem bir ibret, hem çöl yolcularına bir faide kıldık" (Âyet: 71-72);

buradaki "Mukvîn", "Çöl yolcuları"; "el-Kıyyu"

"Hiçbirşey bulunmayan sahra, çöl" ma'nâsınadır.

"Hayır, işte yıldızların düştüğü yerlere and ediyorum" (Âyet: 75), "Kur'ân'ın muhkemliğine yemîn ediyorum"

demektir. "Yıldızların düştüğü zamanlarındaki düşme yerlerine yemîn ediyorum" ma'nâsınadır da deniliyor.

"Mevâkı"' kıraati de, "Mevki"' kıraati de bir ma'nâyadır [636].

"Şimdi siz bu kelâmı mı hor görücülersiniz?" (Âyet: 8i);

buradaki "Mudhınûn", "Mukezzibûn" (yânî "Yalanlayıcılar") ma'nâsınadır. Bunun benzen şudur: "Artık o yalanlayanlara boyun eğme. Onlar arzu ettiler ki, sen yumuşak davranasın da kendileri de yumuşaklık

göstersinler" (el-Kalem: 8-9).

' 'Eğer sağcılardan ise, artık sağcılardan selâm sana'' (Âyet: 9i-92): Bu, "Senin sağcılardan olduğun teslim (yânî

kabul) edilmiştir" ma'nâsınadır. Burada "İnneke" kelimesinden "înne" terkedilmiştir. Bu "İnne" terk edilmiş ise de, onun ma'nâsı murâddır, irâde edilmiştir. Nitekim sen bir adama hitaben -O adam sana: "Ben yakında yolcu olacağım" demiş olduğu zaman-: "Ente musaddakun musâfirun an kalîlin" dersin. Bu söz: "Sen tasdîk edildin ki, sen yakında yolcu olacaksın" demektir. "Selâm" lafzı bazen sağcılardan muhataba duâ gibi olur. Bu senin:

"Sakyen mine'r-ricâl = Allah seni sulasın" sözün gibidir. Eğer "Selâm"\ merfû' söylersen, o takdîrde bu, duadandır.

"Türün = Çakmak çakıp duruyorsunuz" (Âyet: 7i),."Ateş çıkarıp duruyorsunuz" demektir. Bu "Evreytü = Ateş

yaktım" ma'nâsındandır. "Onlar cennette ne boş bir lâf ne de günâha sokacak

bl 'sey işitmezler" (Âyet: 25); buradaki "Lağven", "Bâtı.en"; "Te'stmen", "Günâha sokmak" demektir.

 

301- Yüce Allah'ın "Ve uzatılmış bir gölge içindedirler" (Âyet: 30) Kavlî Babı

 

401- Bize Alî ibnu Abdillah el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, Ebû'z-Zinâd'dan; o da el-A'rec'den; o da Ebû Hurey-re(R)'den tahdîs etti. Ebû Hureyre bu hadîsi Peygamber(S)'e ulaştı­rıyordu ki, şöyle buyurmuştur: "Cennette bir ağaç vardır, bir süvârt onun gölgesinde yüz yıl yürüse, onun gölgesini asla kesip bitiremez. İsterseniz: Ve uzatılmış bir gölge içindedirler âyetini okuyunuz " [637].

 

57- el-Hadîd Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle demiştir:

"Allah'a ve Rasûlü'ne îmân edin, size (tasarruf için) vekâlet verdiği maldan harcayın.., " (Âyet: 7>; buradaki

"Mustahlefîne fih", "Muammerine fîh" (yânî "Allah sizi onda yaşatılanlar ve ömür verilenler kıldı") ma'nâsınadır [638].

"O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulunun üzerine açık açık âyetler indirmekte olandır..."

(Âyet: 9); buradaki *'Karanlıklardan aydınlığa", "Delâletten hidâyete, sapıklıktan doğru yola*' demektir.

"And olsun ki, biz elçilerimizi açık açık burhanlarla gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için,

beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için birçok menfâatler bulunan demiri indirdik.., " (Âyet: 25); buradaki "Birçok menfâatler", "Kalkan ve silâhtır [639].

"İşte bu gün ne sizden, ne de küfredenlerden hiçbir fidye kabul olunmaz. Sığınacağınız yer ateştir, size yaraşan odur. O ne kötü gidiş yeridir" (Âyet: 15); buradaki "Hıye mevlâkum", "(Küfrünüze ve şübhelenmenize karşılık) size her menzilden daha lâyık olandır" ma'nâsınadır.

"Kitâb ehli hakîkaten Allah'ın fadlından hiçbir şeye nail olamayacaklarım, muhakkak bütün inayetin Allah'ın elinde bulunduğunu, onu ancak dileyeceği kimselere vereceğim bilmeyecekleri için mi (inâd ediyorlar?

Hâlbuki bunu biliyorlar.) Allah büyük fadi sahibidir"

(Âyet: 29); buradaki "Li-ellâ ya'leme ehlu'l-Kitâbi", "Liya'leme ehlu'l-Kitâbİ" (yânî bu Kitâb ve Beyân ve bu

va'd ve vaîd, kitâb ehlinin şunu bilmeleri içindir ki...) ma'nâsınadir.

"O hem evveldir, hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır. O, herşeyi kemâliyle bilendir" (Âyet: 3);

buradaki "ez-Zâhir", ilimce herşey üzerine zahir; "el- Bâtın" da yine ilimce herşey üzerine bâtın

ma'nâsınadır deniliyor [640].

"O günde ki, erkek münafıklarla kadın münafıklar, îmân etmiş olanlara: 'Bizi bekleyin. Nurunuzdan bir

parça alalım' diyeceklerdir..." (Âyet: 13); buradaki (Hamza kıraatine göre) "Enzirûna", "İntezirûnâ" (yânî

"Bizi bekleyin") ma'nâsınadır.

 

58- el-Mucâdele Sûresi [641]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle demiştir:

"Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet etmekte olanlar, muhakkak ki, kendilerinden evvelkilerin uğratıldıkları zillete uğratılmışlardır. Hâlbuki biz (onlara) açık açık âyetler de indirmişizdir. Kâfirlere horlayıcı bir azâb vardır" (Âyet: 5); buradaki "Yuhâddûneltâhe' "Yüşâkkunellâhe" (yânı "Allah'a muhalefet edenler");

"Kubitû", "Hor olmak, mahvolmak, belâya uğramak" ma'nâlarına "el-Hızy" masdanndan olup, "Hor ve zelîl kılındılar..." demektir [642].

"Bunları şeytân istilâ etmiş, artık o, bunlara Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Bunlar şeytân fırkasıdır.

Gözünüzü açın ki, şeytân fırkası hakîkaten ziyana düşenlerin tâ kendileridir" (Âyet: i9>; buradaki "îstahveze", "Galebe" ma'nâsınadır [643].

 

59- el-Haşr Sûresi [644]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

''Eğer Allah onların üstüne sürgünü yazmamış olsaydı bile hiç şübhesiz dünyâda kendilerini yine şiddetle azâblandıracaktı. Âhirette de onlar için ateş azabı vardır" (Âyet: 3>; buradaki "el-Celâu", "Bir arzdan diğer arza çıkarmak" ma'nâsmadır  [645].

 

402-....... Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: İbn Abbâs'a:

  et-Tevbe Sûresi (ne hakkında indi)? diye sordum. O:

  et-Tevbe mi? Hayır, o el-Fâdıha Sûresi'dir. Zîrâ o devamlı şekilde "Ve minhum... ve minhum..." (= Ve onlardan... ve onlar­dan...)" diye iniyordu. Nihayet onlardan dokunulmadık hiçbir kim­seyi bırakmayıp mutlakaa bu sûrede zikrolunacağını zannettiler, dedi.

Saîd ibn Cubeyr dedi ki: Ben yine:

— el-Enfâl Sûresi (ne hakkında indi)? dedim. İbn Abbâs:

  O, Bedir harbi hakkında indi, dedi. Saîd dedi ki: Ben:

  el-Haşr Sûresi (ne hakkında indi)? dedim. İbn Abbâs:

  O, Benu'n-Nadîr hakkında indi, dedi [646].

 

403-.......Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Ben İbn Abbâs(R)'a:

  el-Haşr Sûresi, dedim. O:

  en-Nadîr Sûresi de, dedi [647].

 

302- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

'Herhangi bir hurma ağacını kestiniz yâhud kökleri üstünde dikili bıraktınızsa hep Allah'ın izniyledir, /âşıkları rüsvây edeceği içindir" (Âyet: s>; buradaki "Lîne", "Hurma ağacı"; "Acve" yâhud "Berine" olmayan hurma çeşitleri demektir [648].

 

404-.......Bize Leys, Nâfi'den; o da İbn Umer(R)'den şöyle tahdîs etti: Rasûlullah (S), Nadîr oğullarının hurma ağaçlarını yaktırdı ve kestirdi. Bu harb sahası -Nadîr oğulları'nın hurmalığı olan- Bu-veyre mevkiidir. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: "Her-hangibir hurma ağacını kestiniz yâhud kökleri üstünde dikili bıraktı­nızsa hep Allah'ın izniyledir. (Bu izin de) fâşıkları rüsvây edeceği içindir" [649]

 

303- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Allah'ın onlardan Rasûlü'ne verdiği fey' (e gelince); siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız*

Fakat Allah, rasûllerini dileyeceği kimselere musallat eder. Allah herşeye hakkıyle kaadirdir" (Âyet: 6) [650]

 

405-.......Bize Sufyân ibn Uyeyne birkaç defalar Amr ibn Dînâr'dan; o da ez-Zuhrî'den; o da Mâlik ibnu Evs ibni'l-Hadesânî'den tahdîs etti ki, Umer ibnu'l-Hattâb (R) şöyle demiştir: Nadîr oğulları'­nın mallan, Allah'ın kendi Rasûlü'ne fey' olarak döndürdüğü mal­lardandır. Bunlar müslümânların, üzerine atlar ve develerle yolculuk ve harb etmeden ele geçirdikleri mallardandır. Bu mallar Rasûlullah'a hâssa oldu, kendisi bunlardan ailesinin bir senelik nafakasını (ayırır) infâk eder, sonra arta kalanını Allah yolunda cihâd hazırlığı olmak üzere silâhlar, atlar ve develer hususuna tahsis ederdi [651].

 

304- Bâb:

 

'Rasiil size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının" (Âyet: 7).

 

406-....... Abdullah ibnu Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Allah şu kadınlara la'net etmiştir: Bedenlerine döğme yapanlar, yaptıranlar, yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişli güzel görünmek için dişleri­nin arasını yontan sırıtkanlar, Allah'ın yarattığını değiştirenler.

Abdullah'ın bu hadîsi Esed oğullan'ndan Ümmü Ya'kûb.deni-len bir kadının kulağına ulaştı. (Bu kadın Kur'ân okur, anlardı.) He­men İbn Mes'ûd'a geldi ve:

— Senin şöyle şöyle kadınlara la'net ettiğin haberi bana ulaştı, dedi.

İbn Mes'ûd da ona:

— Ben Rasûlullah(S)'ın la'net ettiği kimselere niye la'net etme­yeyim? Ve Allah'ın Kitâbı'nda var olan kimselere niye la'net etme­yeyim? dedi.

Kadın:

— And olsun ki, ben Mushaf'ın iki kabı arasında ne varsa oku­dum, fakat senin söylemekte olduğun şeyi onda bulamadım, dedi.

İbn Mes'ûd da ona:

— Yemîn olsun eğer sen onu okumuş isen, elbette onu bulmuş-sundur. Allah Taâlâ'nın: "Rasûl size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının'* buyurduğunu okumadın mı? dedi.

Kadın:

  Evet, dedi. İbn Mes'ûd:

  Şübhesiz ki, Rasûlullah ondan nehyetti, cevâbını verdi. Kadın:

— Ben senin ehlin (Zeyneb bintu Abdillah es-Sakafiye'nin) bu­nu yapmakta olduğunu görüyorum, dedi.

İbn Mes'ûd:

  Ehlime git ve ona bak, dedi.

Kadın ona gitti, baktı, fakat düşünmüş olduğu hacetinden bir-şey göremedi. (Dönüp bunu tbn Mes'ûd'a bildirince) İbn Mes'ûd:

— Eğer eşim böyle yapmış olaydı, o bizimle arkadaşlık etmezdi, dedi [652].

 

407-.......Buradaki senedde Sufyân es-Sevrî şöyle demiştir: Ben Abdurrahmân ibn Âbis'e, Mansûr'un İbrahim'den; onun da Alka-me'den, Abdullah ibn Mesûd(R)'m: Rasûlullah (S), kendi saçlarına başkasının saçını ekleyen kadına la'net etti, hadîsini zikrettim de, Ab­durrahmân:

— Ben de bu hadîsi Ümmü Ya'kûb denilen bir kadından; o da Abdullah ibn Mes'ûd'dan olmak üzere Mansûr'un hadîsi gibi işittim, dedi.

 

305- "Onlardan evvel yurdu hazırlayıp îmâna sâhib olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyâç bulmazlar,.. " (Âyet: 9) [653] Babı.

 

 

408-.......Amr ibnu Meymûn şöyle demiştir: Umer ibnu'l-Hattâb (R) -Ebû Lu'lu' kendisini vurduktan sonra- şöyle dedi:

— Ben, benden sonraki halîfeye ilk Muhâcirler'i tavsiye ediyo­rum. Onların haklarını onlara tanımasını tavsiye ediyorum. Ve yine ben, Peygamber(S)'in hicret etmesinden önce yurt hazırlayıp îmâna sâhib çıkmış olan Ensâr'ı da tavsiye ediyorum. Yeni halîfenin bunla­rın iyilerinden iyiliklerini kabul etmesini, kötü iş yapanlarından da kusurlarını affetmesini tavsiye ediyorum [654].

 

306- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"... Onlar kendilerinde fakirlik ve ihtiyâç olsa bile, Muhacirleri Öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte murâdlarına erenler onların tâ kendileridir"(Âyet: 9).

Bu âyetteki "el-Hasâsa", "Fakirlik"; "el-Muflihûn",

"Ebedî hayâta zafer bulanlar"; "el-Felâh", "el-Bakaa" ma'nâsınadır. "Hayye ale'l-felâh", "Çabuk kurtuluşa

yönel" demektir. el-Hasenu'1-Basrî de: "Göğüslerinde bir hacet bulmazlar", "Bir hased bulmazlar" ma'nâsınadır, dedi.

 

409-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a bir adam geldi de:

— Yâ Rasûlallah, bana açlık ve meşakkat isabet etti (yânî açlık­tan dermansız kaldım), dedi.

Rasûlullah (S) onu (doyurmak için) kadınlarına haber gönder­di, fakat onların yanlarında hiçbirşey bulamadı. Bunun üzerine Ra­sûlullah (S):

  "Bu gece şu adamı konuk edip yemek yedirecek bir adam yok

mu ki, Allah ona rahmet eylesin?" dedi. Derhâl Ensâr'dan bir zât ayağa kalktı:

  Ben, yâ Rasûlallah! diye cevâb verdi.

Akabinde o adamı alıp ailesine götürdü. Kadınına hitaben:

— İşte Rasûlullah'ın konuğu; ondan hiçbirşeyi tutup alıkoyma (konuğa ikram et), diye tenbîh etti.

Kadın:

— Vallahi yanımda çocukların azığından başka birşey yok, dedi.

Kocası:.

— O hâlde çocuklar akşam yemeği yemek istedikleri vakit onla­rı uyut, gel, kandili söndür, biz bu gece karınlarımızı dürelim (yânî Rasûlullah'ın konuğu için biz bu geceyi aç geçirelim), dedi.

Kadın, kocasının dediği işleri yaptı. Sonra o konuk sabahleyin Rasûlullah'ın huzuruna vardı. Rasûlullah:

"And olsun ki, Azız ve Celfl olan Allah, bu gece Fuiân erkek

veFulâne kadının işlerinden hayret etti -yâhud güldü, yânî acîb hoş-nûd oldu-" dedi.

Azîz ve Celîl Allah da (onlar ve bütün Ensâr hakkında) şunu in­dirdi : ' 'Onlar kendilerinde fakirlik ve ihtiyâç olsa bile, onları öz can­larından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte onlar murâdlarına erenlerin tâ kendileridir" [655].

 

60- el-Mumtehıne Sûresi [656]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

Ve Mucâhid şöyle demiştir: "Ey RabbHmiz, bizi o küfredenler için bir fitne yapma..." (Âyet: 5):

"Bize onların elleriyle azâb etme, sonra onlar: Bunlar hakk üzerinde olsaydı, kendilerine bu yenilme ve esirlik azabı isabet etmezdi, derler (bu onların dünyâ hayatiyle aldanarak küfre meftun olmalarına sebeb de olur)" manasınadır [657],

'Kâfirlerin ismetlerine yapışmayın.,. " (Âyet: 10), bu âyetle Peygamber'in sahâbîleri Mekke'de bulunan kâfire kadınlarından ayrılmakla emrolundular [658].

 

307- Bâb:

 

'Ey îmân edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin,.. " (Âyet: 1).

 

410-.......Amr ibnu Dînâr tahdîs edip şöyle demiştir: Bana el-Hasen ibnu Muhammed ibn Alî (ibn Ebî Tâlib) tahdîs etti. Kendisi Alî'nin kâtibi olan Ubeydullah ibn Ebî Râfi'den işitmiştir. Ebû Râfi' şöyle diyordu: Ben Alî(R)'den işittim, şöyle diyordu: Rasûlullah (S) beni, Zubeyr'i ve Mıkdâd'ı gönderdi ve:

  "Gidin, Hah bustânına kadar ilerleyin. Orada hevdec içinde yolcu bir kadın ve yanında bir mekîûb vardır. Çabuk o mektubu o kadından alıp bana getirin!" buyurdu.

Hemen atlarımızı koşturarak gittik, nihayet o bustâna vardık. Hakîkaten biz orada mahfe içinde bir kadınla karşı karşıya geldik.

Ona:

  Mektubu çıkar! dedik.

Kadın:

  Benim yanımda hiçbir mektûb yoktur, diye inkâr etti.

Biz kadına:

— Elbette o mektubu çıkarırsın yâhud biz senin elbiseni soyup

atarız, dedik.

Kadın çaresiz kalıp saçının bağı içinden mektubu çıkardı. Biz de mektubu alıp Peygamber'e getirdik. Mektûbda "Hâtıb ibn Ebî Bel-tea'dan Mekke'deki müşriklerden olan insanlara" unvanı yazılı ol­duğu, içinde de Peygamber'in işinden bâzısını (yânî harb hazırlığı yaptığım) Mekkeliler'e haber vermekte olduğu görüldü. Peygamber:

  "Ey Hâtıb, bu ne iştir?" diye sordu. Hâtıb şöyle cevâb verdi:

— Yâ Rasûlallah, bana karşı acele etme! Ben Kureyş'e ahidle bağlı olan bir kimseyim, ben soyca Kureyş'in kendisinden değilim. Maiy-yetinizde bulunan Muhâcirler'in Kureyşliler'le yakınlıkları, hısımlıkları vardır. Onlar bu hısımhklarıyle Mekke'deki ailelerini ve mallarını ko­rurlar. Benim ise içlerinde neseb yönünden münâsebetim olmadığı için yakınlarımı himaye etmelerine bir vesile olmak üzere onlarda bir min­net eli yapmak istedim. Yoksa ben bu işi ne bir küfr, ne de dînimden dönme olarak yapmış değilim, dedi.

Hâtıb'ın bu müdâfaası üzerine Peygamber oradakilere:

  "Şübhesiz Hâtıb size dosdoğru söyledi" buyurdu. (Fakat öfkesi geçmeyen) Umer;

— Yâ Rasûlallah, beni bırak da şunun boynunu vurayım, dedi. Rasûlullah:

  ''Şübhesiz ki Hâtıb, Bedir harbinde hazır bulunmuştur. Sa­na ne bildirecek, belki Azız ve Celîl olan Allah Bedir'de bulunanla­rın yüksek mucâhedelerini bildi de onlara: Dilediğinizi yapın, ben size mağfiret ettim, buyurdu" dedi.

Amr ibn Dînâr dedi ki: İşte şu kısım Hâtıb hakkında indi: "Ey îmân edenler, benim de, sizin de düşmanınız olanları dostlar edin­meyin. Sevgi yüzünden onlara ulaştırırsınız. Hâlbuki onlar Hakk 'tan size gelene küfretmişlerdir. O RasûVü de, sizi de Rabb İniz olan Al­lah 'a îmân ediyorsunuz diye çıkarıyorlardı. Eğer siz benim yolumda savaşmak, benim rızâmı aramak için çıkmışsanız, onlara hâlâ ma-habbet mi gizleyeceksiniz?... "[659].

Râvî Sufyân ibn Uyeyne: Ben bu âyetin Alî'den gelen bu hadî­sin içinde mi, yoksa bu Amr ibn Dînâr'm sözü mü olduğunu bilemi­yorum, demiştir [660].

 

411-Bize Alî ibnu'l-Medînî tahdîs edip dedi ki: Sufyân ibn Uyeyne'ye:

— "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost­lar edinmeyiniz..." kelâmı bu Hâtıb işi hakkında mı indi? diye soruldu.

Sufyân:

— Bu insanların hadîsidir, yânı onların rivayetleridir. Amma be­nim Amr ibnu Dinar'dan ezberlediğim ise, ondan nuzûl zikri olmak­sızın rivayet ettiğim hadîstir. Ben ondan tek bir harf terketmedim. Ve ben, benden başka bir kimsenin bu hadîsi (nuzûl fıkrası olmaksı­zın) Amr ibn Dinar'dan ezberlemiş olduğunu da zannetmiyorum, dedi.

 

308- Bâb:

 

'Ey îmân edenler, mü 'min kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin..." (Âyet: 10).

 

412-....... Bize İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlu, amcasından tahdîs etti (Amcası ez-Zuhrî şöyle demiştir): Bana Urve haber verdi. Ona da Peygamber'in zevcesi Âişe (R) şöyle haber vermiştir: Rasûlullah (S), mü'mine kadınlardan kendisine hicret edip gelenleri şu âyet ile, Yüce Allah'ın şu kavliyle imtihan eder idi: "Ey Peygamber, mü'min kadınlar sana şu şartlar üzerine bey 'at etmeye geldiklerinde... bu su­retle onlara bey 'at ver... (Sonundaki ' 'Gafurun Rahîm'' kavline ka­dar)" (Âyet: 12).

Geçen senedle Urve dedi ki: Âişe şöyle dedi: Artık mü'min ka­dınlardan bu âyetteki şartları ikrar edip kabul eyven kadına Rasû­lullah: "Ben seninle sözlü olarak bey 'at ettim" derdi. Allah'a yemîn ederim ki, Rasûlullah'm eli, bey'atlaşmada hiçbir kadının eline do-kunmamıştır. Rasûlullah kadınlarla ancak "Ben seninle bu şartlar üze­rine bey'atlastım" sözüyle bey'atlaşırdı.

İbn Şihâb'ın kardeşinin oğluna, ez-Zuhrî'den rivayet etmekte Yû­nus ibn Yezîd, Ma'mer ibn Râşid ve Abdurrahmân ibnu İshâk mutâ-baat etmişlerdir. İshâk ibn Râşid, ez-Zuhrî'den; o da Urve'den ve Amrete bintu Abdirrahmân'dan diye söylemiştir [661].

 

309- Bâb:

 

'Mü'min kadınlar sana bey 'at etmek üzere geldikleri zaman..." (Âyet: 12).

 

413-.......Ümmü Atıyye (R) şöyle demiştir: Biz kadınlar Rasû­luIIah'a bey'at ettik. Kendisi bize "Allah'a hiçbirşeyi ortak tutma­maları..." âyetini okudu. Ve bizleri ölü üzerine çığlıkla matem tutmaktan nehyetti. Bu (matem tutmamak şartını söylediği) sırada bir kadın bey'at etmekten elini çekti de:

— Fulâne kadın (yakınım olan bir ölüye ağlamamda) bana yar­dım etmiş, yânî benimle beraber ağlamıştı, ben onun bu beraber ağ­lamasına karşılık vermek istiyorum, dedi.

Peygamber (S) o kadına hiçbirşey söylemedi (sükût etti). Bunun üzerine kadın gitti. Sonra kadın yine geldi de, Peygamber onunla bey'-atlaştı  [662].

 

414-.......Cerîr ibn Hazım tahdîs edip şöyle demiştir: Ben ez-Zubeyr ibnu Hırrît el-Basrî'den işittim; o da İkrime'den, ki tbn Ab-bâs (R) Yüce Allah'ın "Herhangibir ma'rûf hususunda sana âsî olmamaları" kavli hakkında:

— Bu, hiç şübhesiz, Allah'ın kadınlar üzerine şart (yânî gerekli) kıldığı büyük bir şarttır, demiştir.

 

415-.......Bize Sufyân ibnu Uyeyne tahdîs edip şöyle dedi: ez- Zuhrî bize bu hadîsi tahdîs edip şöyle dedi: Bana Ebû İdrîs tahdîs etti ki, o da Ubâdetu'bnu's-Sâmit(R)'ten şöyle dediğini işitmiştir: Bizler Peygamber(S)'in yanında idik.

  "Allah'a (ibâdette) hiçbirşeyi ortak kılmamanız, zina etme­meniz, hırsızlık yapmamanız... şartları üzerine benimle bey'at, yânî ahd eder misiniz?" buyurdu.

Ve ("Ey Peygamber, mü'min kadınlar sana bey 'atlaşmaya gel­diklerizaman..." mealindeki) Kadınlar Âyeti'ni okudu...

Sufyân ibn Uyeyne'nin lafzının çoğu ("Kadınlar" lafzı olmak­sızın, sâdece) "Âyeti okudu" şeklindedir.

Peygamber devamla şöyle buyurdu:

  "İçinizden her kim ahdinde durursa, onun ecri ve mükâfatı Allah üzerindedir. Bu dediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dün­yâda ikaab olunur, cezâlandırılırsa, bu ceza ona bir keffârettir. Bu suçlardan birini yapıp da yaptığı fiili Allah örterse, işi Allah'a kalır. İsterse ona azâb eder, dilerse onu mağfiret eyler."

(Biz de bu şartlar üzerine O'na bey'at ettik.) [663] Bu hadîsi Ma'mer ibn Râşid'den; o da ez-Zuhrî'den yoluyla "Bize Kadınlar Âyeti'ni okudu" fıkrasıyle birlikte rivayet etmekte Sufyân ibn Uyeyne'ye Abdurrazzâk ibnu Hemmâm mutâbaat etmiştir.

 

416-....... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Ben fıtr günü kılınan bayram namazında Rasülullah ile, Ebû Bekr ile, Umer ile ve Usmân ile beraber hazır bulundum. Bunların hepsi de namazı hutbeden ev­vel kıldırırlardı. Sonra namazın ardından hutbe okurlardı. Allah Pey-gamberi'nin hutbeden sonra indiği ve erkekleri yerlerinde oturtmak üzere eliyle işaret etmesi hâli gözümün önündedir. Sonra erkeklerin safflarını yara yara kadınların safflarına kadar gitti. Bilâl de beraber idi. Peygamber orada şöyle buyurup: "Ey Peygamber, mü'min kadınlar -Allah 'ö hiçbirşeyi ortak tutmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasın­dan bir iftira düzüp getirmemeleri, herhangibir iyilik hususunda sa­na âsî olmamaları şartıyle- sana bey'atleşmeye geldikleri zaman, bey 'atlerini kabul et. Onlar için Allah 'tan mağfiret isteyiver. Çünkü Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" âyetinin tamâ­mını okudu. Bu âyeti okuyup bitirdikten sonra:

  "Siz kadınlar bu bey'at üzere sabit kadem misiniz?" diye sor­du.

İçlerinden -râvî Hasen ibn Müslim'in kim olduğunu bilemediği-

bir kadın:

— Evet yâ Rasûlallah! dedi.

Rasûlullah'a o kadından başkası cevâb vermedi. Bunun üzerine

Rasülullah (S):

  "Öyleyse sadaka verin" buyurdu.

Bilâl ihramını yaydı, onlar da halkalarını, yüzüklerini Bilâl'ın ihramı içine atmaya başladılar [664].

 

61- es-Saff Sûresi [665]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle demiştir: "Ey îmân edenler, AllahUn yardımcıları olun. olun. Nitekim Meryem oğlu Isa da havarilerine: 'Allah'a doğru benim yardımcılarım kimdir?' demiş, havariler de: 'Allah yardımcıları (olan kullar) biziz' diye söylemişlerdi..."

(Âyet: 14); buradaki "Men ensâri ile ilâhi", "Ben Allah'a doğru giderken bana tâbi* olacaklar kimdir?" ma'nâsınadır [666].

İbn Abbâs: "Şübhesiz ki Allah kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi safflar bağlayarak çarpışanları sever" (Âyet: 4); buradaki "Mersûsun", "Bâzısı bâzısına yapıştırılmış" ma'nâsınadır, demiştir. İbn Abbâs'tan başkası (yânı Yahya ibn Ziyâd el-Ferrâ) da: "Bâzısı bâzısına kurşunla yapıştırılmış"   . ma'nâsınadır, demiştir [667].

 

310- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Benden sonra gelecek rasûlün ismi Ahmed'dir... (Âyet: 6) [668].

 

417-....... Cubeyr ibn Mut'ım (R) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah(S)'tan işittim, şöyle buyuruyordu: "Benim birçok isimlerim var­dır; Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben o Haşîr'im ki, insanlar benim kademim (yânî izim) üzere haşrolunacaklardır. Ben o Manî'­yim ki, Allah benimle küfrü mahvedecektir. Ben Âkıb'ım" [669].

 

62- el-Cumua Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

311- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'Onlardan henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerlerine dahî..." (Âyet: 3) [670].

Umer ibnu'i-Hattâb "Femdu ilâ zikrVllâhi" şeklinde okudu [671].

 

418-.......Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Biz Peygamberdin yanında oturuyorduk. Kendisine el-Cumua Sûresi indirildi. -Müslim şunu ziyâde etti: Onu okudu.- "Onlardan henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerlerine dahî" âyetine vardığı zaman, râvî de­di ki: Ben:

— Yâ Rasûlallah! Bize henüz katılmayanlar kimlerdir? diye sor­dum.

Rasûlullah sorana bir cevâb döndürmedi. O, bu suâli üç defa sordu. Selmân el-Fârisî aramızda idi. Rasûlullah elini Selmân'ın üze­rine koydu. Sonra:

  "Eğer îmân Süreyya yıldızında olsaydı şunlardan birtakım adamlar -yâhud bir adam- muhakkak ona uzanıp alırlardı" buyurdu [672].

 

419-....... Buradaki senedde, Sevr ibn Zeyd ed-Dîlî, Ebu'l- Gays'tan; o da Ebû Hureyre'den, Peygamber (S)'in: "Şunlardan bir­takım adamlar ona muhakkak uzanıp alırlardı" buyurduğunu haber vermiştir [673].

 

312- Bâb:

 

“Onlar bir ticâret yâhud bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona yönelîp dağıldılar... " (Âyet: 11).

 

420-......Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Biz Cumua gü­nü biz Peygamber'in beraberinde (namazda) iken yiyecek taşıyan bir kervan geldi. İnsanlar kalkıp ona doğru yürüdüler, yalnız oniki kişi dağılmadı. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: "Onlar bir ticâret, yâhud bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona yönelip dağıldı­lar. Seni ayakta bıraktılar. De ki: Allah nezdindeki eğlenceden de, ticâretten de hayırlıdır. Allah rızk verenlerin en hayırlısıdır" [674].

 

63- el-Munâfıkûn Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah 'in ismiyle

 

313- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Münafıklar sana geldikleri zaman: ıŞehâdet ederiz ki, hakikaten sen Allah'ın rasûlüsün* derler. Allah da bilir

ki, hakîkaten sen elbette O'nun rasûlüsün. Bununla beraber Allah şehâdet eder ki, doğrusu münafıklar kesin

olarak yalancıdırlar" (Âyet: I) [675].

 

421-....... Zeyd ibn Erkam (R) şöyle demiştir: Ben bir gazada bulundum. Orada (münafıkların başı) Abdullah ibn Ubeyy'den şöy­le derken işittim:

— Ey topluluk! Rasûlullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin, tâ ki etrafından dağıtsınlar ve O'nun yanında Medine'ye bir döner­sek her hâlde izzet ve kuvveti çok olan (yânî kendisi) en zelîl ve zaîf olanı Medine'den muhakkak çıkaracaktır!

(Râvî Zeyd dedi ki:) Ben İbn Ubeyy'in bu sözlerini amcama yâ-hud Umer'e söyledim. O da bunu Peygamber'e söyledi. Bunun üze­rine Rasûlullah beni çağırdı. Ben de İbn Ubeyy'in sözlerini kendisine naklettim. Bu defa Rasûlulîah, Abdullah ibn Ubeyy ile adamlarına haber gönderdi. Bunlar geldiler ve:

  Biz böyle birşey söylemedik, diye yemîn ettiler! Rasûlullah beni yalanladı, onu doğruladı.

Bunun üzerine ben o kadar gamlandım ki, ömrüm içinde bana asla bunun benzeri bir keder isabet etmemişti. Artık evde oturdum (dışarı çıkmadım). Amcam da bana:

  Ey oğul, uslu durmadın, en sonu Rasûlullah'ın seni yalan­lamasını ve sana öfkelenmesini istedin! dedi (de beni daha da keder-lendiriverdi).

Son derece bunaldığım bu sırada Yüce Allah "Münafıklar sana geldikleri zaman..." sûresini indirdi. Bu sûrenin gelmesi üzerine Pey­gamber (S) bana haber gönderdi. Huzuruna vardığımda bu sûreyi oku­du ve:

— "Yâ Zeyd! Şübhesiz Allah (nakletmiş olduğun sözde) seni doğrulamıştır" buyurdu [676].

 

314- Bâb:

 

"Onlar yeminlerini (sütrelenecekleri) bir kalkan edindiler de Allah'ın yolundan saptılar... " (Âyet: 2) [677],

 

422-.....Buradaki senedde de yine Zeyd ibn Erkam (R) şöyle demiştir: Ben amcamın beraberinde idim. Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûle'den işittim, o şunları söylüyordu:

— Rasûlullah'm yanında bulunanlara nafaka vermeyiniz, tâ ki etrafından dağilsınlar.

Ve yine o:

  Yemîn olsun, biz Medine'ye dönersek elbette en azız olan, oradan en zelîl ve en zaîf olanı çıkaracaktır, dedi.

Akabinde ben onun bu sözlerini amcama zikrettim. Amcam da bunu Rasûlullah'a söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (S), Abdullah ibn Ubeyy'e ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı (Geldiler ve:)

  Biz böyle söz söylemedik, diye yemîn ettiler.

Rasûlullah, onları doğruladı, beni de yalanladı. Bundan dolayı bana, ömrümde benzeri asla isabet etmemiş olan bir gam isabet etti. Artık ben evimde oturup kaldım. Bunaldığım bu sırada Azız ve Celîl olan Allah "Münafıklar sana geldikleri zaman... " kavlinden i'tibâ-ren "Onlar: Rasûlullah hn yanında bulunanlara nafaka vermeyin..." kavline ve "Muhakkak ki en şerefli ve kuvvetli olan, Medine'den en zaîf olanı çıkaracaktır" (Âyet:8) kavline varıncaya kadarki âyetleri in­dirdi.

Akabinde Rasûlullah bana haber gönderdi de, o âyetleri bana kzrşı okudu. Bundan sonra:

  "Şübhesiz Allah seni doğrulamıştır" buyurdu [678]

 

315- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Bu şundandır: Çünkü onlar îmân ettiler, sonra kâfir oldular. Bu yüzden kalblerinin üstüne mühür basıldı.

Onun için onlar anlayamazlar" (Âyet: 3) [679].

 

423-.......el-Hakem ibnu Uteybe şöyle demiştir; Ben Muham­met! ibnu Ka'b el-Kurazî'den işittim. O da dedi ki: Ben Zeyd ibn Er-kam(R)'dan işittim, şöyle dedi: Abdullah ibnu Ubeyy: "Rasûlullah'm yanında bulunanlara nafaka vermeyin" dediği zaman ve yine o: "El­bette Medine'ye dönersek..." sözlerini söylediği zaman, ben onun bu sözlerini Peygamber'e haber verdim. Ensâr beni bundan dolayı kı­nadı. Abdullah ibnu Ubeyy de böyle söz söylemediğine yemîn etti. Bunun üzerine ben konak yerine döndüm ve uyudum. O sırada Ra^ sûlullah (S) beni çağırdı. Yanına vardığımda şöyle buyurdu:

— "Şübhesiz Allah seni doğrulamıştır, şu kelâm indi: Onlar öy­le,kimselerdir ki» Allah'ın Rasûlü yanında bulunanlara nafaka ver­meyin, tâ ki dağılıp gitsinler... diyorlardı. Hâlbuki göklerin ve yerin hazîneleri Allah hndır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar. Onlar; Eğer Medine'ye dönersek and olsun, en şerefli ve kuvvetli olan oradan en hakir olanı muhakkak çıkaracaktır, diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuv­vet ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlü'nündür, müzminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler" (Âyet:7-8).

Ve Yahya ibnu Ebî Zaide, el-A'meş'ten; o da Amr ibn Murre'-den; o da Abdurrahmân ibnu Ebî Leylâ'dan; o da Zeyd ibnu Er-kam(R)'dan; o da Peygamber(S)'den senediyle söylemiştir [680].

 

316- Bâb:

 

"Onları gördüğün zaman gövdeleri hoşuna gider. Eğer söylerlerse sözlerini dinlersin. Onlar giydirilmiş odunlar

gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır. O hâlde onlardan sakın. Allah gebertsin

onları. Nasıl olup da haktan döndürülüyorlar" (Âyet: 4).

 

424-.......Ebû İshâk tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Zeyd ibnu Erkam'dan işittim, şöyle dedi: Biz Peygamber'in beraberinde bir se­fere çıktık. Bu seferde insanlara bir şiddet ve zorluk isabet etti. Ab­dullah ibnu Ubeyy, kendi arkadaşlarına hitaben:

— "Rasûlullah'ın yanında bulunan kimselere nafaka vermeyin, tâ ki etrafından dağılıp gitsinler" dedi.

Ve yine o:

  "And olsun eğer Medine'ye dönersek en şerefli ve kuvvetli olan, oradan en hakîr olanı elbette çıkaracaktır" dedi.

Akabinde ben Peygamber'e geldim ve bu sözleri kendisine ha­ber verdim. Peygamber, Abdullah ibn Ubeyy'e haber gönderip bu sözleri ona sordu. Abdullah ibn Ubeyy de böyle birşey yapmadığına bütün gücüyle yemîn etti. Ensâr:

  Zeyd, Allah'ın Rasûlü'ne yalan söyledi, dediler.

Onların söyledikleri bu sözden dolayı benim gönlüme bir şiddet, bir sıkıntı düştü. Nihayet Azîz ve Celîl olan Allah "İzâ câeke'l-munâfıkûn" sûresi içinde, beni doğrulayan âyetleri indirdi. Bunun üzerine Peygamber onlar lehine mağfiret istemek için onları çağırdı da, onlar başlarını büktüler."

"Huşubun musennedetun" kavli hakkında: Abdullah ibn Ubeyy ve arkadaşları en güzel giyimli iri vucûdlu ve yakışıklı adamlardı, de­di [681].

 

317- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Onlara: Gelin, Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret isteyiversin denildiği zaman başlarını çevirdiler. Gördün ki, onlar kibirlerine yediremeyerek hâlâ yüz döndürüyorlar" (Âyet: 5); buradaki  "Levvev ruûsehum = Başlarını büktüler" ta'bîri, "Başlarını hareket ettirdiler, Peygamber'i hor görüp istihza ettiler" demektir. Bu, "Leveytu" fiilinden olmak üzere şeddesiz de okunuyor.

 

425-....... Zeyd ibn Erkam (R) şöyle demiştir: (Bir gazvede) am­camla beraber idim. Ben Abdullah ibn Ubeyy ibn SelûTü işittim, şöyle diyordu:

— "Rasûlullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin, tâ ki etrafın­dan dağılsınlar. Eğer O'nun yanından Medine'ye dönersek, daha azız olan, daha zelîl olanı muhakkak oradan çıkaracaktır."

Ben onun bu sözlerini amcama söyledim. Amcam da bunu Pey-gamber'e söyledi. (Abdullah ve arkadaşları bunu söylemediklerini ye-mînle kuvvetlendirince) Peygamber onları doğruladı. Bu şöyle oldu: Peygamber beni çağırttı, ben de O'na anlattım. Bunun üzerine Ra-sûlullah (S), Abdullah ibnu Ubeyy ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı. Onlar, söylemediklerine yemîn ettiler. Bu sebeble Peygam­ber beni yalanladı. Bundan dolayı bana öyle bir gam isabet etti ki, asla böylesi bir gam başıma gelmemişti. Gittim, evimde oturdum. Am-, cam da bana:

— Kendini Peygamber'e tekzîb ettirecek ve öfkelendirecek ka­dar ileri gitmekten ne istedin? dedi.

Bunun üzerine Yüce Allah: "Münafıklar sana geldiği zaman: Şe-hâdet ederiz ki, sen muhakkak ve mutlak Allah'ın rasûlüsün, dedi-

ler..." sûresini indirdi. Peygamber adam gönderip beni çağırttı. Ve bu sûreyi okudu da:

— "Allah seni doğruladı" buyurdu [682].

 

318- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Onlar için ha mağfiret istemişsin, ha mağfiret istememişsin, haklarında müsavidir. Allah onları kesin olarak mağfiret etmez* Şübhe yok ki, Allah fasıklar güruhuna hidâyet etmez" (Âyet: 6).

 

426- Bize Alî el-Medînî tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdîs etti. Amr ibn Dînâr şöyle dedi: Ben Abdullah ibn Câbir(R)'den işit­tim, şöyle dedi: Bizler bir gazvede idik. -Sufyân, bir defasında gazve yerine "Bir ordu içinde idik" şeklinde söylemiştir.- Derken Muhâ-cirler'den biri Ensâr'dan birinin kıçına vuruverdi. Bunun üzerine vu­rulan Ensârî:

  Ey Ensâr, yetişin! diye bağırdı. Muhâcirler'den olan da:

  Ey Muhacirler, yetişin! diye bağırdı. Bu bağırmaları Rasûlullah işitti de:

  "Nedir bu Câhiüyet da'vâsı?" diye sordu. Orada bulunanlar:

— Yâ Rasûlallah, Muhâcirler'den bir kimse, Ensâr'dan birinin kıçına ayağının ucuyla vuruvermişti, dediler.

Rasûlullah:

  "Bırakın bu âdeti. Çünkü o çirkin birşeydir" buyurdu. Akabinde bunu Abdullah ibnu Ubeyy işitti ve:

— Onlar bunu yaptılar ha! Dikkat edin, vallahi eğer Medine'ye dönersek en şerefli ve kuvvetli olan, oradan en hakîr olanı muhak­kak çıkaracaktır, dedi.

Bu söz Peygamber'e ulaştı. Umer ayağa kalktı da:

— Yâ Rasûlallah! Beni bırak (yânî izin ver) de şu münâfıkın boy­nunu vurayım, dedi.

Peygamber (S):

  "Onu bırak. İnsanlar: Muhammed sahâbîlerini öldürtüyor diye konuşmasınlar" buyurdu.

Muhacirler Medine'ye geldikleri zaman, Ensâr, Muhâcirler'den daha çok idiler. Sonra bir müddet ardından Muhacirler çoğaldılar.

Râvî Sufyân: Ben bu hadîsi Amr'dan ezberledim, dedi. Amr da: Ben Câbir'den işittim: Biz Peygamber'in maiyyetinde idik... diyor­du, demiştir [683].

 

319- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Onlar öyle kimselerdir ki; Allah'ın Rasûlü yanında bulunanlara nafaka vermeyin, tâ ki sökülüp dağılsınlar,

diyorlardı. Hâlbuki göklerin ve yerin hazîneleri Allah'ındır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar" (Âyet: 7) [684].

 

427-.......Mûsâ ibn Ukbe şöyle demiştir: Bana Abdullah ibnu'l- Fadl tahdîs etti ki, kendisi Enes ibn Mâlik'ten şöyle derken işitmiş-tir: Ben (Basra'da iken) Harre vak'asında musîbete uğrayanlar üze­rine hüzünlenmiştim. (Bu sırada Kûfe'de bulunan) Zeyd ibnu Erkam bana bir mektûb yazdı da, benim şiddetli hüzüne düştüğüm haberi­nin kendisine ulaştığını ve Rasûlullah(S)'tan şöyle buyururken işitti­ğini zikrediyordu: "Allah 'im! Sen Ensâr'ı ve Ensâr oğullarım mağfiret eyle!"

Râvî İbriu'1-Fadl "Ensâr'm oğullarının oğullan" hakkında duâ edip etmediğinde şekk etmiştir.

Enes ibn Mâlik'in yanında bulunanların bâzısı Enes'ten, Zeyd ibn Erkam'm kim olduğunu sordular. O da:

— Bu mektûb sahibi o kimsedir ki, Rasûlullah "İşte bu, kulağı sebebiyle Allah'ın kendisine vefa verdiği kimsedir" buyururdu [685].

 

320- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'Onlar: Eğer Medîne'ye dönersek, and olsun en azız olan, oradan en zelil olanı muhakkak çıkaracaktır, diyorlardı. Hâlbuki izzet Allah'ın, Rasûlü'nün ve müzminlerindir. Lâkin münafıklar bunu bilmezler" ö(Âyet: 8).

 

428- Bize el-Humeydî tahdîs etti. Bize Sufyân ibnu Uyeyne tah-dîs edip şöyle dedi: Biz bu hadîsi Amr ibn Dinar'dan ezberledik. O şöyle dedi: Ben Câbir ibn Abdillah(R)'tan işittim, şöyle diyordu: Biz bir gazvede bulunduk. Muhâcirler'den bir adam, Ensâr'dan bir ada­mın kıçına vurdu. Ensârî:

  Yetişin ey Ensâr! diye bağırdı. Muhacir de:

  Yetişin ey Muhacirler! diye imdâd istedi.

Bu bağırmaları Allah, kendi Rasûlü'ne işittirdi. O da:

  "Bu nedir?" diye sordu. Oradakiler:

— Muhâcirler'den bir adam, Ensâr'dan bir adamın kıçına vur­du. Ensârî olan "Yetişin ey Ensâr!" dedi; Muhacir olan da "Yetişin ey Muhacirler!" dedi.

Bunun üzerine Peygamber (S):

  "Bu çağırma âdetini bırakın. Çünkü o, kötü birşeydir" bu­yurdu.

Câbir dedi ki: Peygamber Medine'ye geldiği zaman Ensâr daha çok idi. Sonra bir zaman ardından Muhacirler çok oldular. Abdul­lah ibn Ubeyy:

— "Onlar bu işi yaptılar mı? And olsun eğer Medine'ye döner­sek, en azız olan, oradan en zelîl olanı muhakkak çıkaracaktır" de­di.

Umer ibnu'I-Hattâb (R):

— Yâ-Rasûlallah! Beni serbest bırak da şu münâfıkın boynunu vurayım, dedi.

Peygamber:

  "Onu bırak. İnsanlar: Muhammed sahâbîlerini öldürtüyor diye konuşmasınlar" buyurdu [686].

 

64- et-Tegâbun Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Alkame ibn Kays, Abdullah ibn Mes'ûd'dan söyledi ki, o Yüce Allah'ın "Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet çatmaz. Her kim de Allah'a imân ederse Allah onun kalbine hidâyet verir..." (Âyet: ıi) kavli hakkında:

O şu kimsedir ki, kendisine bir musibet isabet ettiği zaman, musibetin Allah'tan olduğunu bilerek ona rızâ gösterir, demiştir [687].

Mucâhid de: "0 günde ki, Allah o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek. İşte bu aldanma günüdür.., " (Âyet: 9>; buradaki "Tegâbun", cennet ehlinin ateş ehlini aldatmasıdir, demiştir [688].

(Bâzı nüshalarda et-Talâk: 4., 5. ve 9. âyetlerdeki bâzı ta'bîrle-rin tefsirleri de burada et-Tegâbun'Ia beraber verilmiştir.) [689]

 

65- et-Talâk Sûresi [690]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Kadınlarınız içinden artık âdetten kesilmiş olanlarla henüz âdetini görmemiş bulunanların iddetlerinde eğer

şübhe ederseniz, onların iddetleri üç aydır. Yüklü kadınların iddetleri ise yüklerini koymaları (ile biter).,. "

(Âyet: 4); buradaki "Eğer şübhe ederseniz", "Eğer hayız oluyor mu, yâhud olmuyor mu, bilmezseniz" demektir.

Hayızdan oturmuş olan kadınlarla henüz hayız olmamış kadınlara gelince, bunların iddetleri üç aydır [691].

"RabbHnin ve O'nun rasûllerinin emrinden uzaklaşıp azmış olan nice memleket vardır ki, biz onları en çetin bir hesaba çekmiş, onları akıllara şaşkınlık verecek bir azaba uğralmışızdır. İşte o memleket (halkı) yaptığının ağırlığını tatmış, işinin sonu bir hüsran olmuştur" (Âyet: 8-9); Mucâhid: Bu âyetteki "Vebale emrihâ",

"Cezâe emrihâ" (yânî "İşinin cezasını") ma'nâsınadır, demiştir.

 

429-....... İbnu Şihâb şöyle demiştir: Bana Salim, haber verdi ki, ona da babası Abdullah ibn Umer (R) şöyle haber vermiştir: Ken­di karısını hayız hâlinde iken boşamıştı. Akabinde Umer ibnu'I-Hattâb, Abdullah'ın bu işini Rasûlullah'a zikretti. Rasûlullah (S) bu işte öfkelendi. Sonra: "Oğlun o kadına geri dönsün, sonra kadın te­mizlenip tekrar âdetini görünceye, sonra tekrar temizleninceye ka­dar onu yanında tutsun. İkinci âdetinden temizlendikten sonra kendisine kadını boşamak fikri zahir olursa, o kadınla cinsî münâse­bet yapmadan, temiz hâlinde iken kadını boşasın. İşte bu, Allah'ın emrettiği gibi olan iddettir" buyurdu  [692].

 

321- Bâb;

 

"... Yüklü kadınların iddetleri ise yüklerini koymaları (yânî doğurmaları ile biter). Kim Allah'a korunursa O kendisine işinde bir kolaylık verir" "Ölâtu't-ahmâV'in vahidi "Zâtu hamlin"dir.

 

430-.......Yahya ibn Kesîr şöyle demiştir: Bana Abdurrahmân ibn Avf in oğlu Ebû Seleme haber verip şöyle dedi: İbn Abbâs'a bir adam geldi, Ebû Hureyre de yanında oturuyordu. O adam İbn Ab­bâs'a:

— Kocasından kırk gün sonra doğuran bir kadın hakkında ba­na fetva ver, dedi.

İbn Abbâs:

  Bu kadının iddeti iki müddetten (yânî vefat iddeti ile hami iddetinden) en uzak olanıdır, dedi.

(Ebû Seleme dedi ki:) Ben "Yüklü kadınların iddetleri ise yük­lerini koymalarıdır" âyetini söyledim. Ebû Hureyre de:

  Ben kardeşimin oğlu, yânî Ebû Seleme ile beraberim, dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs, gulâmı Kureyb'i, Ümmü Seleme'ye

gönderip ona sordurdu. Ümmü Seleme de şöyle dedi:

— Subey'a el-Eslemiyye gebe iken kocası öldürüdü. Sonra Su-bey'a, kocasının ölümünün ardından kırkıncı gecede doğurdu. Ar­dından kendisiyle evlenilmek üzere tâlib olundu. Rasûlullah (S) da onu nikâh ettirdi. Ebü Senâbil ibnu Ba'kek de onu isteyenler arasında idi.

Ve Süleyman ibn Harb ile Ebu'n-Nu'mân şöyle dediler [693]: Bi­ze Hammâd ibnu Zeyd, Eyyûb es-Sahtıyânî'den tahdîs etti ki, Mu-hammed ibn Şîrîn şöyle demiştir: Ben, içlerinde Abdurrahmân ibnu Ebî Leylâ'nın da bulunduğu bir müzâkere halkasında idim. İbnu Ebî Leylâ'nın arkadaşları ona çok ta'zîm ediyorlardı. İbnu Ebî Leylâ, ko­cası ölen kadının iddeti hakkında:

  İki müddetin en uzağıdır, dedi.

Bunun üzerine ben Subey'a bintu'l-Hâris'in hadîsini, Abdullah ibn Utbe'den senediyle tahdîse başladım. Onun arkadaşlarının bâzı­sı beni susturmak için dudağını ısırıp işaret etti.

Muhammed ibn Şîrîn dedi ki: Ben onun bu görüşü inkâr ettiğini anladım. Bunun üzerine ben de ona:

— Eğer ben Abdullah ibn Utbe Kûfe'nin bir nahiyesinde bulu­nurken onun üzerine yalan söylemiş isem, o takdirde ben çok ctir'et-li bir kimseyimdir, dedim.

O da bana karşı inkâr işareti yaptığından utandı.

İbnu Ebî Leylâ: Lâkin amcası İbn Mes'ûd bunu söylemedi, dedi.

îbn Şîrîn dedi ki: Ben bundan sonra Ebû Atıyye Mâlik ibnu Âmir'e kavuştum da ona bu hadîsi tesbît etmek için sordum. Mâlik, bu Subey'a hadîsini (Abdullah ibnu Utbe'nin Subey'a'dan tahdîs et­tiği gibi) bana tahdîs etmeye koyuldu. Bunun ardından ben Mâlik ibn Âmir'e:

— Sen Abdullah ibn Mes'ûd'dan bu konuda birşey işittin mi? diye sordum.

Süleyman ibn Harb, Buhârî'nin üstadıdır. Bu hadîsi burada böyle "Kaale" ta'-bîriyle üstadından getirmiştir. Süleyman ibn Harb ile Ebu'n-Nu'mân ikisi de Ham­mâd ibnu Zeyd'den; o da Eyyûb'dan diyerek, senedi ve hadîsi sevketmişlerdir

- Biz Abdullah ibn Mes'ûd'un yanında idik. O: Sizler kadın üzerine ruhsat yapmıyor da onun aleyhine tağlız mı yiyorsunuz (yanı müddetin uzununu mu tatbik ediyorsunuz)? En kısa olan bu en-Nısa Sûresi -et-Talâk Sûresi- en uzun sûreden (yânî en uzun sure olan el-Bakara'dan) sonra indi: "Yüktü kadınların ıddetlen, yüklerim koy­maları (yânî doğurmaları ile biter)" [694]

 

66- "Li-me tuharrimu" Sûresi [695]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

322- Bâb:

 

"Ey Peygamber, sen kadınlarının hoşnûdluğunu arayarak, Allah'ın sana halâl kıldığı şeyi niçin (kendine) haram ediyorsun? Bununla beraber Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir'' (Âyet: I).

 

431-.......tbn Abbâs(R): Harâm(olsım ta'bîrini kullandığımda bu kişi keffâret yapar demiştir. Ve yine İbn Abbâs şu âyeti söylemiş­tir: "And olsun ki, Allah 'in Rasûlü 'nde sizin için güzel bir numune vardır... " (-el-Ahzâb: 21) [696].

 

432-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S), Zeyneb bintu Cahş'ın yanında bal şerbeti içerdi ve onun yanında çok kalırdı. Bunun üzerine ben ve Hafsa, Rasûlullah ikimizden hangimizin yanı­na gelirse ona "Sen meğâfir mi yedin? Ben sende meğâfir kokusu buluyorum" desin diye söz birliği yaptık. (Rasûlullah geldiğinde Hafsa bu sözü söyledi). Rasûlullah (S):

— "Hayır, ben meğâfir yemedim. Lâkin ben Zeyneb bintu Cahş'-ın yanında bal şerbeti içmiştim. Artık bir daha onu içmem. Ve işte yemîn de ettim. Sakın bunu başka bir kimseye haber verrrie!" bu­yurdu [697].

 

323- Bâb:

 

"Sen zevcelerinin hoşnûdluğunu arıyordun..."; "Allah, yeminlerinizin (keffâretle) çözülmesini size farz kılmıştır.

Allah sizin yardımcınızdır ve O hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" (Âyet: 1-2) [698]

 

433-.......Bize Süleyman ibnu Bilâl, Yahya ibn Saîd'den; o da Ubeyd ibnu Huneyn'den tahdîs etti; o da İbn Abbâs'tan işitmiştir ki, o hadîs anlatarak şöyle demiştir: Umer ibnu'l-Hattâb'a bir âyet­ten sormak isterdim, bir sene durdum, heybetinden soramadım. Ni­hayet hacç yapmak üzere yola çıktı. Beraberinde ben de çıktım. Döndüğümüzde yolun birazında (Merru'z-Zahrân'da) idik, bir ihti­yâcı için erâk ağaçlarına doğru saptı.

İbn Abbâs dedi ki: Ben onun için durdum, nihayet işini bitirdi. Sonra beraberinde yürüdüm. (O abdest alıyor, ben de suyunu dökü­yordum; bir sırasını buldum.) Ona:

— Ey mü'minlerin emîri! Peygamberdin kadınlarından Peygam-ber'e karşı birbirine sırt dayayan (yânî yardımlaşan) o iki kadın kim­dir? dedim.

Umer:

  Onlar Hafsa ve Âişe'dir, dedi. İbn Abbâs dedi ki: Ben:

  Vallahi bir seneden beri bunu sana sormak istiyordum, fakat sana saygımdan dolayı soramıyordum, dedim.

Umer:

— Öyle yapma, bende bir ilim olduğunu zannettiğin birşeyi he­men bana sor ki, bir bilgim varsa onu sana haber veririm, dedi.

İbn Abbâs dedi ki: Sonra Umer şöyle dedi:

— Vallahi biz doğrusu Câhiliyet zamanında kadınlar için bir emir sayıya almazdık, tâ Allah onlar için indirdiğini indirinceye ve hakla­rında verdiği payı verinceye kadar. Ben, dedi, kendi kendime bir işte düşünürken, karım "Şöyle şöyle yapsan" dedi.

Umer dedi ki:

  Ben de ona: "O senin neyine gerek? Benim istemekte oldu­ğum bir işte senin külfete girmen ne oluyor?" dedim. O da bana: "Hayret ederim sana, ey Hattâb oğlu! Sen kendine karşı söz döndü-rülmesini istemiyorsun. Hâlbuki senin kızın Rasûlullah'a karşı söz döndürüyor, mırıldanıyor, hattâ o günü öfkeli bırakıyor" deyiverdi.

Hemen Umer kalktı, yeninde ridâsına aldı, tâ Hafsa'ya kadar gidip yanına girdi ve ona şunları söyledi:

— Ey kızım, sen Rasûlullah'a karşı söz döndürüyor, hattâ bü­tün gün öfkeli bırakacak kadar söyleniyormuşsun! dedi.

Hafsa da:

— Vallahi biz hepimiz O'na söz döndürmesi yapar, mırıldanı­rız, dedi.

Bunun üzerine ben:

— Bilirsin ki, ben seni Allah'ın ukubetinden ve Rasülü'nün öf­kesinden dâima sakındırırım. Ey kızım! Şakın seni arkadaşının gü­zelliği ve Rasûlullah'ın ona sevgisi aldatmasın -Âişe'yi kasdediyordu-! dedim.

Umer dedi ki:

— Sonra çıktım, yakınım olduğu için Ümmü Seleme'nin yanına girdim ve ona söyledim. Ümmü Seleme de:

— Taaccüb ederim sana ey Hattâb oğlu! Herşeye girdin, nihâ-: yet Rasûlullah ile zevceleri arasına da mı girmek istiyorsun? dedi.

İşte bu söz beni öyle bir tutuş tuttu ki, vicdanımda duyduğum teessürü kısmen kırdı [699]. Bunun üzerine onun yanından da çıktım.

Ve benim Ensâr'dan bir arkadaşım vardı. Ben gitmediğim za­man o bana haber getirir, o gitmediği zaman da ben ona haber geti­rirdim. Bu esnada biz Gassân meliklerinden birisinden de endîşe ediyorduk; bize yürüyeceği söyleniyor, yüreklerimiz ondan dolgun bu­lunuyordu. Bir de baktım ki, arkadaşım Ensârî kapıyı çalıyor "Aç, aç" dedi. Ben:

  Gassânî mi geldi? dedim. O:

— Hayır, ondan daha şiddetli; Rasûlullah kadınlarından bir kö­şeye çekilmiş, dedi.

Gönlümden: Hafsa ile Âişe'nin burnu sürtüldü, dedim. Elbise­mi aldım, çıktım, nihayet vardım. Anladım ki, Rasûlullah birkaç ba­samakla çıkılır bir meşrebede (şerbetlik denilen bir hücrede) siyah bir uşağı da basamağın başında. Ben uşağa:

  Söyle, bu Umer ibnu'l-Hattâb'dir, dedim. Nihayet bana izin verildi.

Umer dedi ki:

— Ben Rasûlullah'a bu söylediğim sözleri hikâye ettim. Ümmü Seleme'nin sözüne geldiğimde Rasûlullah gülümsedi. O bir hasır üze­rinde bulunuyordu. Kendisiyle hasır arasında hiçbirşey yoktu. Başı­nın altında içi lif dolu bir meşin yastık vardı. Ayaklarının yanında dökülmüş biraz karaz (yânî Arab samgı denilen selem posası), baş ucunda da asılı bir posteki vardı. Rasûlullah'ın böğründe hasırın iz­lerini gördüm de ağladım.

O:

  "Seni ağlatan nedir? buyurdu. Ben de:

  Yâ Rasûlallah, Kisrâ ve Kayser bulundukları hâl içindeler. Sen ise Allah'ın Rasûlü'sün! dedim.

O:

  "Dünyâ onların, âhiret bizim olmasına razı olmuyor musun?" buyurdu [700].

 

324- Bâb: [701]

 

"Hani Peygamber, zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti. Bunun üzerine o zevce bunu haber verip de Allah da ona bunu açıklayınca, (Peygamber) bunun bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Artık bunu kendisine söyleyince, o zevce: 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi. O da: 'Bana herşeyi bilen, herşeyden haberdâr olan haber verdi3 dedi" (Âyet: 3) [702].

Bu bâbda Aişe'nin Peygamber'den olan hadîsi vardır

 

434-....... Buradaki senedde Yahya ibn Saîd tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Ubeyd ibnu Huneyn'den işittim, şöyle dedi: Ben îbn Abbâs(R)'tan işittim, şöyle diyordu: Ben Umer'e sormak istedim de:

— Ey mü'minlerin emîri! Rasûlullah'a karşı birbiriyle yardım-laşan o iki kadın kimdir? dedim.

Ben sözümü tamamlamamıştım ki, o:

  Âişe ve Hafsa'dır, diye cevâb verdi [703].

 

325- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü hakîkaten sizin kalbleriniz kaymıştır. Yok eğer O 'nun aleyhinde birbirinize arka verirseniz, hiç şübhesiz Allah bizzat O'nun yardımcısıdır, Cebrail de mü'minlerin sâlih olanları da. Bunların ardından bütün melekler de O'na yardımcıdır" (Âyet: 4)

Bu başlık arasındaki bâzı tefsirler:

"Sağavtu"ve "Asğaytu", "Meylettim"; "Li-tesğâ" "Li- temîle"; "Zahîr'% "Avn, yânî yardımcı";

"Tezâherûne", "Taavunûne" ma'nâsınadır.

Ve Mucâhid şöyle dedi:

"Ey îmân edenler, kendilerinizi ve aile ferdlerinizi koruyun..."(Ayet. 6), "Kendilerinize ve aile ferdlerinize Allah'a takvâlı olmayı tavsiye ediniz ve onları edeblendiriniz" demektir [704].

 

435-.......Bize Yahya ibn Saîd tahdîs edip şöyle dedi: Ben Ubeyd ibnu Huneyn'den işittim, şöyle diyordu: Ben İbnu Abbâs'tan işittim, şöyle diyordu: Ben Umer'e, Rasûlullah'a karşı birbiriyle yardımla-şan o iki kadını sormak ister dururdum. Bir sene bekledim, fakat sor­mak için uygun bir yer bulamadım. Nihayet onunla beraber hacc etmek üzere yola çıktım. (Dönüşümüzde) Zahrân mevkiinde bulun­duğumuz zaman Umer, kendi ihtiyâcı için ileri gitti. Gelince:

  Bana abdest suyu yetiştir, dedi.

Ben de kendisine bir kap ile su yetiştirdim. O abdest alırken ona su dökmeye başladım. Burayı suâl için uygun bir yer gördüm de:

— Ey mü'minlerin emîri! Rasûlullah'a karşı birbirlerine arka olan o iki kadın kimdir? dedim.

İbn Abbâs dedi ki: Ben sözümü tamamlamamıştım ki, o:

  Âişe ve Hafsa'dır, dedi [705].

 

326- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Eğer o sizi boşarsa yerinize -Allah'a itaatle teslim olan, Allah Jın birliğini tasdik eden, namaz kılan, günâhlardan tevbe ile vazgeçen, ibâdet eden, oruç tutan kadınlar, dullar ve kızlar olmak üzere Rabbanin ona sizden hayırlılarını vermesi umulur"

(Âyet: 5).

 

436-.......Enes (R) şöyle demiştir: Umer (R) şöyle dedi: Peygamber'in kadınları kıskançlık hususunda Peygamber'e karşı birleş­tiler. Ben onlara:

— Eğer O sizi boşarsa, yerinize Rabb'inin O'na sizden hayırlıla­rını vermesi umulur, dedim.

Akabinde bu âyet indi [706].

 

67- "Tebâreke'llezî bi-yedihi'l-mülk" Sûresi [707]

 

"Tefâvüt" (Âyet: 3), "İhtilâf; "Tefâvüt" ve "Tefevvüt" bir ma'nâyadır [708].

"Tekâdü temeyyezu mineH-gayz" (Ayet: 8), "Öfkesinden hemen hemen parçalanacak gibi olur" ma'nâsınadır.

"O, yeri sizin fâidenize hor kılandır. O hâlde onun omuzlarında yürüyün, Allah'ın rızkından yiyin» son gidiş ancak O'nadır" (Âyet: is>; buradaki "Menâkıbihâ",

"Câniblerinde, taraflarında" ma'nâsınadır.

"Teddeûne" ve "Ted'ûne" (Âyet: 27), "Tezekkerûne" ve "Tezkurûne" gibidir (yânî "İddia edip durduğunuz, söyleyip durduğunuz" ma'nâsınadır).

“Onlar; üstlerinde kanatlarını açarak,. kapayarak uçan kuşları da görmediler mi? Bunları (havada), O rahmeti herşeyi kaplayan Allah'tan başkası tutmuyor. Şübhesiz ki O herşeyi hakkıyle görendir" (Âyet: 19); buradaki "Yakbıdne", "Kanatlarını çarparak..." ma'nâsınadır. Mucâhid şöyle demiştir:

"Sâffâtin", "Kanatların yayılmasıdır; "O, eğer rızkını tutup kesiverirse, şu size rızk verebilecek kim? Hayır onlar bir azgınlık, bir nefret içinde mütemadiyen inâd etmişlerdir" (Ayet-. 21); buradaki "Nufûrin", "Küfür" ma'nâsınadır.

 

68- Nûn ve'1-Kalem Sûresi [709]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Katâde "Men'e güçleri yetecek adamlar tavrıyle erkenden gittiler" (hyev. ıs); buradaki "Hardin", "Sırf

nefislerindeki ciddî bir men'e, öfkeye (güçleri yeterek erkenden gittiler)" demektir, dedi.

ibn Abbâs da: "Fakat onu (simsiyah olmuş hâlde) görüverince: 'Herhalde biz yanlış gelenleriz' dediler"

(Âyet: 26); buradaki "Le-dâllûne", "Kendi bahçemizin mekânını sapıtanlarız" (yânî yanlış bahçeye gitmiş kimseleriz) ma'nâsınadır, demiştir. İbn Abbâs'tan başkası da şöyle demiştir:

"(O bahçe) simsiyah kesilmiş gibi oldu" (Âyet: 20);

"Geceden kesilip ayrılan sabah gibi ve gündüzden kesilip kopan gece gibi oldu'* demektir. Bu "Sarim", yine kumun çoğundan-büyüğünden kesilip ayrılmış her kum ma'nâsına ve yine bu "Sarım", "Katıl" ve "Maktul" gibi "Masrûm" (yânî "Biçilmiş, kesilmiş") ma'nâsına olur [710].

 

327- Bâb:

 

Kaba, haşîn; bütün bunlardan başka da kulağı kesik olan hiçbir kişiyi tanıma" (Âyet: 10-13) [711]

 

437-.......İbn Abbâs (K)"Utullin ba'de zâlike zenîmin" kavli hakkında:

— O Kureyş'ten bir adamdır ki, kulağında davar küpesi (veya kesiği) gibi bir sarkıntısı vardır, demiştir [712]

 

438-.......Ma'bed ibn Hâlid şöyle demiştir: Ben Harise ibnu Vehb el-Huzâî(R)'den işittim, o şöyle dedi: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyle buyuruyordu: "Dikkat edin! Size cennet ehlini haber veriyorum: Her zaîf olan ve her mütevâzi' mü'min kişi -yâhud: in­sanlar tarafından zaîf görülen kişi-dir ki, o mü'min Allah üzerine ye­min etse, muhakkak ki, Allah onu yemininde gerçek çıkarır. Dikkat edin! Size ateş ehlini de haber veriyorum: Onlar da her katı yürekli, kibirli -şerrliy ululuk taslayan kimselerdir" [713].

 

328- Bâb:

 

"(O gün) baldırın açılacağı, kendilerinin secdeye da'vet edilecekleri bir gündür. Fakat güç yetinmeyeceklerdir"

(Âyet: 42) [714].

 

439-.......Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim, şöyle buyuruyordu: "(Kıyamet günü) Rabb'imiz kendi sakından açar, derhâl O 'nun azametine her mü'min vemü'mi-ne secde eder. Yalnız dünyâda insanlara göstermek ve halka işittir­mek için secde eden secdesiz kalır. Gerçi öylesi de secde etmeye gider, fakat onun sırtı tek bir tabakaya döner" [715].

 

69- el-Hâkka Sûresi [716]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

'Ad'e gelince: Onlar da uğultulu, azgın bir fırtına ite helak edildiler. Allah onu yedi gece, sekiz gün ardı ardınca üzerlerine gönderdi... " (Âyet: 6-7); buradaki "Husûmen". "Ardı ardınca" ma'nâsınadır [717].

İbnu Cubeyr şöyle demiştir:

"Artık kitabı sağ eline verilmiş olana gelince, der ki: Alın, okuyun kitabımı. Çünkü ben hakîkaten hesabıma kavuşacağımı bilmiştim. İşte O, hoşnûd bir hayât içindedir" (Âyet: 21); "Onun içinde rızâ ve hoşnûdluk vardır" demek istiyor.

 'Kitabı sol eline verilmiş olana gelince; o da der ki: Âh keski benim kitabım verilmeseydi. Hesabımın da ne olduğunu bilmeseydim. Âh keski o kat 'f bir son verici olsaydı..." (Âyet. 25-27); buradaki "el~Kaadiye"t "Nefsi

öldürmüş olan ilk ölümdür" ki, sonra onun ardından diriîtilmiştir [718].

"O, âlemlerin Rabb'inden indirilmedir. Eğer (Peygamber) bâzı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvetini) ahverirdik, sonra da hiç şübhesiz onun kalb damarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mâni* de olamazdınız" (Âyet: 43-47), buradaki "Ahadun" lafzı hem cemi' için, hem de tek için olur.

İbn Abbâs:

"el-Vetîn", kalbin verîd (yânî atar) damarlarıdır, demiştir [719].

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir:

"Hakikat su bastığı zaman sizi akan gemide biz taşıdık" (Âyet: ıi); buradaki "Tağal-mâu", "Su çok olduğu zaman" ma'nâsınadır. "Semûd'a gelince, onlar tâğıye ile helak olundular" (Âyet: 5) denilir ki, bu tuğyanları sebebiyle helak olundular demektir. Ve yine

"Nûh kavmi üzerine suların tuğyan edip taşması gibi üzerime hüzünlendirici şeyler tuğyan etti (yânî çok oldu)" denilir [720].

"Gıslînden başka yiyecek de yoktur" (Âyet: 36); buradaki Gıslîn^f cehennem ehlinin kanla karışık irinlerinden

akan şeydir [721]. "...Sanki onlar, içleri bomboş hurma kütükleri idiler" (Âyet: 7); buradaki "A 'câzu nahlin",

"Hurma kökleri ve gövdeleri" manasınadır.

"Şimdi onlardan bir kalan görüyor musun?" (Âyet: s>; buradaki "Bâkıyetin", "Bakıyyetin" (yânî "Kalan") ma'nâstnadır.

 

70- Seele Sâilun Sûresi [722]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Günahkârlar o günün azabından (kurtulmak için şunları) feda etmek ister: Oğullarını, karısını, kardeşini,

kendisini barındırmakta olan soyunu sopunu ve yeryüzünde kim varsa hepsini. Ki nihayet kendisini kurtarsın. Fakat ne mümkinl Çünkü hâlis alevdir, bedenin bütün uçlarım söküp koparandır" (Âyet: 11-16);

buradaki "el-Fasîle" kendisine en yakın olan babalarının en küçüğüdür. Soyundan intisâb eden ancak ona intisâb eder (yânî ona bağlanır); "Li-şşevâ", "İki el, iki ayak, vücûdun etrafı, uçları ve başın derisi" ma'nâsınadır. Baş derisinin tekiline "Şevât" denilir. Vücûddan Ölüm yeri olmayan kısımlar "Şevân"dır.

"Şimdi o küfredenlere ne oluyor ki, senin sağından, solundan halka halka hep gözlerini sana doğru dikip bakmaktadırlar? Onlardan herkes naîm cennetine sokulacağını mı ümîd ediyor?" (Âyet: 36 38); buradaki

"Izûn", "Cemâatler" ma'nâsınadir, bunun tekili "IzetuiTdur [723].

"O gün onlar, sanki dikili birşeye koşuşuyorlar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar" (Âyet: 43); buradaki

"Yûfidûn", "Çabuk çabuk, hızh hızlı, sür'atle hareket ediyorlar" demektir. Bunun masdarı olan "el-Iyfâd",

"el-Isrâ"' (yânî "Çabuk hareket etmek, sür'at eylemek") ma'nâsınadrr.

 

71- Nûh Sûresi [724]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Siz neye ummazsınız Allah için bir vakaar? Yaratmışken O sizi tavır tavır bu tavra kadar!" (Âyet: 13-14); buradaki "Etvâran" "Şu tavır, şu tavır olarak" demektir. "Tavrını geçti" denilir ki, "Kadrini geçti" ma'nâsınadır [725].

"Bunlar büyük büyük tuzaklar yaptılar" (Âyet: 22); buradaki "Kubbâr", "Kubâr"dan daha şiddetli ve daha beliğdir. "Cummâl" ve "Cemil" de böyledir.

Çünkü şeddeli olan kelime belâgatçe şeddesizden daha şiddetlidir. "Kubbâr", "Kebîr" ma'nâsınadır. Yine hafifletmekle şeddesiz olan "Kubâran" da "Kebîr" ma'nâsınadır. Arab "Raculun hussânun ve cemmâlun" der ve yine "Racûlun husânun ve cumâlun" der. ikinci

"Husânun" ve "Cumâlun" kelimeleri hafifletilmiştir, yânî şeddesizdir. Şeddeliler, şeddesiz olanlardan daha

beliğdirler.

"Nûh: 'Ey Rabb'im, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma' demişti" (Âyet: 26); buradaki

"Deyyâr", "Devr" masdarından türemiştir, lâkin bunun vezni "Deverân"dan "Fey'âlun"dur. Nitekim

Umer ibnu'l-Hattâb "el-Hayyu'l-Kayyâm" şeklinde okudu, bu da "Kumtu" fiilindendir [726].

Başkası da: "(Yeryüzünde dolaşan) bir tek deyyâr bırakma" demektir, dedi [727].

"Nûh şöyle demişti:..* Ey Rabb'im, beni, anamı, babamı, îmân etmiş olarak evime girenleri (kıyamete kadar gelecek) erkek mü 'minleri ve kadın mü 'minleri

Sen mağfiret eyle. Zâlimlerin helakinden başka birşeyini de artırma!" (Âyet: 28); buradaki "Tebâren", "Helâken"

ma'nâsınadır, dedi (Bu ikisini söyleyen Ebû Ubeyde'dir).

Ve İbn Abbâs şöyle demiştir: "Şöyle dedim: Artık RabbHnizden mağfiret isteyin. Çünkü çok mağfiret edicidir. (O sayede) gök üstünüze bol bol yağmur salıverir. Sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır; size bağlar, bustânlar verir; size ırmaklar akıtır" (Âyet: ıo-i2); buradaki "Mıdrâran", "Yağmurların bâzısı bâzısının ardından gelir, ardarda yağar*' ma'nâsınadır [728].

"Size ne oluyor, Allah için bir vakaar ummuyorsunuz?" (Âyet: 13); buradaki "Vakaaran",

"Azameten" ma'nâsınadır [729].

 

329- Bâb:

 

"Sakın taptıklarınızı bırakmayın. Hele Vedd'den, Suvâ'dan, Yegûs'tan, Yeûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin, dediler" (Âyet: 23) [730].

 

440-.......İbnu Cureyc şöyle demiştir: Ve Atâ el-Hurâsânî, İbn Abbâs(R)'tan olmak üzere şöyle dedi: Nûh kavmindeki vesenler, son­radan Arab kavminde oldu. Vedd putuna gelince; o, Devmetu'I-Cendel'de Kelb kabilesinin idi. Suvâ' putu, Huzeyl kabilesinin idi. Yeûs, Murad kabilesinin, sonra da Yemen'in Sebe' şehrinin yanında el-Cevf mevkiinde Gutayf oğulları'nm idi. Yeûk, Yemenli bir kabîle olan Hemdân'ın idi. Nesr de Hımyer'in Zu'1-Kelâ' hanedanının idi. Bu isimler esasen Nûh kavminden bâzı sâlih adamların isimleridir. Bu iyi kimseler vefat ettikleri zaman şeytân onların mensûb oldukla­rı kavimlerine, bunların adlarına, hayâtlarında oturageldikleri mey-ki'lere birtakım putlar dikin ve onlara bu adamların isimlerini verin diye vahyetmiştir. Onlar da putları dikmişler ve bunlara o iyi kimse­lerin adlarım vermişledir. Bu heykellere ilk zamanlarda ibâdet edil­memiştir. Nihayet bunları dikmiş olan nesiller vefat ettikleri ve bunlarla ilgili bilgiler neshedilip unutulduğu zaman, cehaletle bunla­ra tapılmiştır [731].

 

72- "Kul ûhiye ileyye" Sûresi [732]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah ‘ın ismiyle

İbn Abbâs: "Hakîkaten Allah'ın kulu, ona ibâdet için kalktığı zaman neredeyse onlar etrafında keçeler oluyorlardı" (Âyet: ı?>; buradaki "Libeden", "A'vânen" (yânî "Yardımcı" demek olan "Avn"ın cem'i olup "Yardımcılar") ma'nâsınadır, demiştir.

 

441-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S), sahâbîlerinden bir topluluk içinde Ukâz panayırına doğru, oraya gitmek üzere yürüdü. O târihte şeytânlar ile semâ haberi arasına engel ko­nulmuş, yânî semâdan haber almaktan men' edilmişler ve üzerlerine delici ateş parçalan atılmağa başlamış bulunuyordu. (Semâya doğru çıkıp kovulan) Şeytânlar, kavimleri yanına döndüklerinde kendilerine:

  Ne olursunuz (neden bir haber getirmiyorsunuz)? dediler.

Onlar da:

— Semâdan haber almaktan men' edildik, üzerimize ateşler gön­derildi, dediler.

Bunun üzerine îblîs onlara:

— Sizin haber almanıza engel olan muhakkak yeni meydana gel­miş birşeydir. Arzın doğularını ve batılarını dolaşın da semâdan ha­ber almanıza engel olan bu yeni meydana gelmiş işin ne olduğuna

bakın, dedi.

Akabinde cinnler yürüdüler, Arz'ın doğularını ve batılarını do­laştılar, her yerde kendileriyle semâ-haber arasına engel olan bu işin ne olduğuna bakıp arıyorlardı.

İbn Abbâs dedi ki: İşte bunların içinden Tıhâme yönüne yöne-lip gitmiş olan takını, Ukâz panayırına gitmek üzere nahle mevkiin­de bulunan Rasûlullah'ın bulunduğu yere varmış oldular. O sırada Rasûlullah orada sahâbîlerine sabah namazım kıldırıyordu. (Namazda okuduğu) Kur'ân'i işitince bunlar ona iyice kulak verip işitmeye ça­lıştılar. Ve birbirlerine:

— Semâdan haber almanıza mâni' olan işte budur, dediler. İşte o zaman bu haberciler kendi kavimleri yanına döndüklerin­de:

— Ey kavmimiz, "Biz hakîkî hayranlık veren bir Kur'ân dinle­dik ki, o Hakk 'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona îmân ettik, Rabbİmize hiçbirşeyi asla ortak tutmayacağız" dediler.

Azîz ve Celîl olan Allah da Peygamberi üzerine: "De ki: Bana şu hakikat vahyolunmuştur: Cinnden bir zümre benim okuyuşumu dinlemiş de şunu söylemişlerdir: Biz hakîkî hayranlık veren bir Kurb­ân dinledik..." âyetlerini indirdi.

Rasûlullah'a ancak cinnİn bu sözleri vahyolunmuştur [733].

 

73- el-Muzzemmil Sûresi [734]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Rabb'inin adını an, O'na tebettul edip kesil** (Âyet: 8); Mucâhid: Buradaki "Tebettul edip kesil", "O'na ihlâs

et manasınadır, dedi [735].

"Çünkü bizim yanımızda bukağılar var ve yakıcı bir ateş var'1 (Âyet: 12). el-Hasenu*l-Basrî şöyle demiştir: "Enkâlen",

"Kuyûden" yânî "Bukağılar (bağlama tobrukları)" ma'nâsınadır.

"Eğer siz küfrederseniz» çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz? Gök bile o sebeble yarılmış, O'nun va'di fiile çıkarılmış olacaktır" (Âyet: 17-18); buradaki

"Munfatırun bihV\ "Onunla ağır yük yükletilmiş,

ağırlıkla bastırılmış" demektir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir:

"0 günde yerler, dağlar sarsılır ve dağlar akıp dağılan bir kum yığınına döner" (Âyet: m>; buradaki "Kesîben

mehîlen", "Akıcı kum" ma'nâsınadır.

"Fir'avn, o RasûVe isyan etti de biz de onu ağır ve çetin bir tutuşla yakalayıverdik" (Âyet: ıe>; buradaki

"Vebîlen", "Şedîden" ma'nâsınadır.

 

74- el-Muddessir Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Ey bürünüp sarınan! Kalk artık korkut. Rabb'ini büyük tanı, elbiselerini temizle, azabı terkeyle, iyiliği çoğu isteyerek- yapma. Rabb 'in için katlan. Çünkü o boru öttürülünce; işte o gün, kâfirlerin aleyhine pek çetin bir gündür, kolay değildir" (Âyet: 1-10); buradaki

"Yevmun asîrun", "Yevmun şedîdun" ma'nâsınadır [736].

"Artık şefaat edicilerin hiçbir şefaati onlara fayda vermeyecek. Böyle iken şunlara ne oluyor ki, hâlâ öğütten yüz çeviricidirler? Sanki onlar arslandan ürküp kaçan vahşî eşeklerdir!" (Âyet: 48-5i>; buradaki "Kasvere

insanların hafif hışırtısı, tikırdısı ve sesleri ma'nâsınadır. Ebû Hureyre (R) de: Arslan ve her şiddetli şey "Kasvere "dir, demiştir.

"Mustenfira", "Nefret eden, kaçan", ürkütülmüş, korkutulmuş" ma'nâsınadır [737].

 

442- Bize Yahya ibn Mûsâ el-Belhî tahdîs etti. Bize Vekî' ibnu'I-Cerrâh, Alî ibnu'l-Mubârek'ten; o da Yahya ibn Ebî Kesîr'den tah­dîs etti (o, şöyle demiştir): Ben Ebû Seleme ibn Abdirrahmân ibn Avf a Kur'ân'dan ilk inen vahyi sordum.

O:

  Yâ eyyuhel-muddessir..." der. Ben:

  "îkra' bVsmi Rabbikellezîhalaka" olduğunu söylüyorlar, dedim.

Bunun üzerine Ebû Seleme şöyle dedi:

— Ben Câbir ibn Abdillah'a bundan sordum ve ona senin söyle­diğini söyledim. Câbir şöyle dedi: Ben sana Rasûlullah'ın bize tahdîs ettiğinden başka birşey tahdîs etmiyorum. Rasûlullah şöyle buyur-, du: "Ben Hıra'da i'tikâf ettim. Oradaki i'tikâfımı yerine getirdiğim zaman, (oradaki mağaradan) aşağıya indim. Bu esnada nida olun­dum. Ben sağımdan baktım, hiçbirşey göremedim; solumdan bak­tım hiçbirşey göremedim. Önüme baktım yine birşey göremedim, arkama baktım yine hiçbirşey göremedim. Başımı yukarı kaldırdığım­da birşey gördüm ...A kabinde Hadîce 'ye geldim ve: Beni disâr(\a) ör­tün ve üzerime soğuk su dökün! dedim." Rasûlullah devamla buyurdu ki: "Beni örttüler ve üzerime soğuksu döktüler." Rasûlullah devamla buyurdu ki: "Akabinde Ey bürünüp sarınan ( = Muddessir), kalk ar­tık inzâr et, RabbHni büyükle... âyetleri indi" [738]

 

330- Bâb: Yüce Allah'ın "Kalk da inzâr et" Kavli

 

443-.......Buradaki râvîlerin oluşturduğu senedde de Peygamber(S)'in "Ben Hırâ'da i'tikâf ettim..." buyurduğunu, Usmân ibn Umer'in, Alî ibnu'l-Mubârek'ten rivayet ettiği hadîsin benzeri ola­rak rivayet etmişlerdir.

 

331- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Ve RabbHni tekbîr edip büyükle' (Âyet: 3).

 

444-.......Yahya ibn Ebî Kesîr tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Ebû Seleme'ye:

  Kur'ân'ın hangi kısmı ilk Önce indirildi? diye sordum. O:

  "Yâ eyyuheH-müddessir" dedi. Ben kendisine:

— Bana, ilk indirilenin ' (lkra * bi 'smi Rabbike llezî halaka *' ol­duğu haber verildi, dedim.

Bunun üzerine Ebû Seleme ibn Abdirrahmân şöyle dedi:

— Ben de Câbir ibn Abdillah'a: Kur'ân'ın hangi kısmı ilk önce indirildi? diye sordum. Câbir de bana: "Yâ eyyuhel-müddessiru "dur, dedi. Ben de kendisine: Bana, ilk indirilen kısmın "İkra' bVsmirab-bike'ttezthalaka" olduğu haber verildi, dedim. Bunun üzerine Câbir şöyle dedi: Ben sana Rasûlullah(S)'ın söylediği şeyden başkasını ha­ber vermiyorum. Rasûluilah şöyle buyurdu: "Ben Hırâ'da Vtikâfta bulundum, ttikâfımı yerine getirince dağdan aşağıya inip vadinin içine girdiğimde nida edildim. Önüme, ardıma baktım; sağımdan ve solum­dan baktım, bir de gördüm ki, o melek gökle yer arasında bir taht üzerinde oturmuş... Akabinde Hadîce'ye geldim de: Beni örtün ve üzerime soğuk su dökün, dedim. Bu sırada bana "Yâ eyyuhe'l-müddessir = Ey bürünüp örtünen Müddessir! Kalk inzâr et ve Rabb'ini büyükle! İndirildi [739]

 

332- Yüce Allah'ın Şu Kavli Babı:

 

"Ke elbiselerini tertemiz(Âyet: 4).

 

445-....... ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme ibnu Ab­dirrahmân haber verdi ki, Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber(S)'den işittim, kendisi vahyin bir ara kesilmesinden söz ediyordu. İşte bu hadîsi sırasında şöyle buyurdu:

— "Ben yürürken birdenbire gökyüzünden bir ses işittim. Başı­mı kaldırdım. Bir de baktım ki Hırâ'da, bana gelen melek (yânı Cib-rîl aleyhi's-selâm) semâ ile Arz arasında bir kürsî üzerine oturmuş. Bundan çok korktum. Evime dönüp: Beni örtün, beni örtün! dedim. Beni örttüler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey bürünüp örtünen (Mud-dessir)!" Sûresi'ni "Veyr-ricze fehcur" kavline kadar indirdi."

Bu (temizlik emri), namaz farz kılınmadan önceydi. Buradaki "er-Rucze", Vesenler, putlardır[740].

 

333- Bâb: Yüce Allah'ın: Ve 'r-ricze fehcur' * Kavli

 

"er-Riczu" ve"r-Ricsu' "Azâb"dır, deniliyor [741].

 

446-.......İbn Şihâb şöyle demiştir: Ben Ebû Seleme ibn Abdirrahmân'dan işittim, o şöyle dedi: Bana Câbir ibnu Abdillah (R) ha­ber verdi. O da Rasûlullah(S)'tan işitti ki, Rasûlullah vahyin bir süre kesilmesi vaktini anlatıyordu:

— "Ben yürürken gökten bir ses işittim, hemen gözümü gökyü­zü tarafına kaldırdım. Gördüm ki, bana Hirâ'da gelmiş olan melek, gök ile yer arasında bir kürsî üzerinde oturmaktadır. Ben ondan kork­tum, hattâ yere düştüm. Aileme geldim de: Beni örtün, beni örtün! dedim. Onlar beni örttüler. Akabinde Yüce Allah "Yâ eyyuheH-mud-dessir!" sûresini "Fehcur" kavline kadar indirdi."

Ebû Seleme: "er-Rıczu", vesenler, putlardır, dedi. Bundan sonra vahy kızıştı da arka arkaya devam etti (ardı arası kesilmedi) [742].

Diğeri de Abdullah ibn Muhammed el-Müsnidî, o da Abdurrazzâk, o da Ma'-mer ibn Râşid, o da ez-Zuhrî yolu.

 

75- el-Kıyâme Sûresi [743]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Ve Yüce Allah'ın Şu: "Onu acele etmen için dilini onunla depretme" (Âyet: 16) Kavlinin Tefsiri

 

Ve İbn Abbâs şöyle demiştir:

"Kıyamet gününe and ederim. Kendini alabildiğine kınayan nefse de yemin ederim. İnsan zanneder mi ki,

herhalde biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz? Evet, biz parmak uçlarını bile derleyip iade etmeye kaadiriz. Fakat insan, önündekini yalanlamak diler" {Âyet: ı-5); buradaki "Suden", "Hemelen" (yânî "Kaanûnlarla mükellef tutulmaz, cezalandırılmaz, ihmâl edilmiş") ma'nâsınadır.

"Li-yefcura emâmeh": İnsan: "Tevbe edeceğim, iyi amel yapacağım" der durur (yânî, insan gelecek zaman içinde günâh işlemek üzerinde devam etmek ister ve tevbe edeceğim,iyi amel yapacağım der durur) [744].

"O gün insan: Kaçış nereye? diyecek. Hayır, hiçbir sığınak yok" (Âyet: ıo-ıi); buradaki "Lâ vezera", "Lâ hısna" ma'nâsınadır [745].

 

447-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) kendisi­ne vahy indiği zaman onunla dilini hareket ettirip depretirdi. Bu ha­dîsin râvîlerinden Sufyân ibn Uyeyne, dili hareket ettirme keyfiyetini vasıflayip ta'rîf etmiştir. Peygamber bununla Kur'ân'ı bellemeyi is­tiyordu. İşte bunun üzerine Allah: "Onu acele bellemen için dilini onunla depretme..." âyetlerini indirdi.

 

334- Bâb:

 

'Onu (göğsünde) toplamak ve onu okutmak, şübhesiz bize aiddir "  (Âyet: 16) [746].

 

448-.......Mûsâ ibnu Ebî Âişe el-Kûfî, Saîd ibn Cubeyr'e, Yü­ce Allah'ın "Dilini onunla depretme" kavlinden sordu. İbn Cubeyr dedi ki: İbn Abbâs şöyle dedi:

— Peygamber (S) kendisine vahy indirildiği zaman dudaklarını hareket ettirdi. (Cibril'in diliyle) kendisine: "Vahy ile dilini hareket ettirme*1 denildi. Peygamber Kur'ân'dan birşeyin kaçmasından kor­kuyordu. "Onu toplamak ve okutmak bize âiddir"; yânı buradaki "Cem'ahu" "Kur'ân'ı senin göğsünde toplamamız bize âıddir"; "Kurânehu " da "Onu senin dilinle okutmak yine bize âiddir." "Öy­leyse biz onu okuduğumuz vakit", "Üzerine indirildiği vakit", "Sen onun kıraatine uy. Sonra açıklamak da hakikat bize âiddir", yânî "Onu senin dilin üzere beyân etmemiz de bize âdidir" buyuruyor [747].

 

335- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Öyleyse biz onu okuduğumuz vakit sen onun kıraatine uy" (Âyet: 18).

İbn Abbâs şöyle demiştir:

'Okuduğumuz vakit", "Onu beyân ettiğimiz vakit"; "Sen ona uy", "Onunla amel et" demektir.

 

449- Bize Kuteybe ibn Saîd tahdîs etti. Bize Cerîr ibn Abdilha-mîd, MûsâibnEbîÂişe'den; o da Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, "Lisânını onunla depretme" kavli hakkında İbn Abbâs şöyle demiş­tir:

— Rasûlullah (S), Cibril vahiyle indiği zamanlarda, vahy sebe­biyle dilini ve dudaklarını hareket ettirmesi nev'inden bir hâlde olur­du. Böyle vahy inmesi haleti kendisine şiddetli olurdu. Vahy inmesi hâletindeki bu şiddetli oluş, kendisinden tanınır, bilinirdi. îşte ken­disine şiddetli olurdu. Vahy inmesi hâletindeki bu şiddetli oluş, ken­disinden tanınır, bilinirdi. İşte kendisine olan bu şiddet sebebiyle Allah "Lâ uksimubi-yevmi'l-kıyâme" Sûresi'ndeki "Onu acele etmen için dilini onunla depretme. Onu toplamak ve onu okutmak, şübhesiz bi­ze âiddir" âyetlerini indirdi. "Cem'ahu": Onun senin göğsünde top­lamamız bize  âiddir,  onu  okutmak  da  bize âiddir.   "Biz onu okuduğumuz vakit sen onun okunuşuna uy": Biz onu indirdiğimiz zaman sen onu iyi dinle, "Sonra onu beyân etmek de hakîket bize âiddir": Onu senin dilinle açıklamamız bize âiddir, buyurdu.

İbn Abbâs:

— Artık Cibrîl O'na geldiği zaman susar, Cibril gittiği zaman da getirdiği vahyi Allah'ın kendisine va'd ettiği gibi okur oldu [748].

"Sana yaklaşsın, çünkü lâyıksın.  Yine sana yaklaşsın, çünkü lâyıksın" (Âyet: 34-35); buradaki "Evlâ leke fe-evlâ", bir tehdîddir.

 

76- "Hel Etâ Ale'l-İnsâni" Sûresi [749]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman geldi ki, o, anılmaya değer birşey bile değildi. Hakikat biz insanı

birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici, görücü yaptık"

(Âyet: 1-2);

burada "Hel etâ aleH-insâni'"deki "HeV'in ma'nâsı hakkında şöyle deniliyor: "Hel", "Cahd" (yânî inkâr ve nefî) de olur, haber de olur (yânî kararlaştırılmış bir işten kendisiyle haber verilen edad ma'nâsına da olur). Buradaki "Kad" ma'nâsına olan haber nev'indendir [750].

Yüce Allah "İnsan bir şeydir, fakat o müddet içinde insan anılır, bu ad ile tanınır birşey değildi" buyuruyor. Bu "İnsan nâmıyle anılmadiğı devir", Allah'ın onu balçıktan yaratmaya başladığı zamandan içine rûh üflenmesine kadardır [751].

"Min nutfetin emşâcın", "Karışık bir nutfeden" demektir ki, bu "Karışık nutfe" kadının suyu, erkeğin suyu, daha sonra kan ve alaka'dır. Birşey birşeyle karıştırıldığında "Meşîcun" denilir. Bu, senin ona "Halîtun" ve "Memşûcun" demekliğin gibidir; bu "Mahlûf'un benzeridir.

"Gerçek biz ona yolu gösterdik. İster şükredicU ister nankör olur. Hakikat biz kâfirler için zincirler, bukağılar, alevlendirilmiş bir ateş hazırladık" (Âyet: 3-4); buradaki (Selâsile" kelimesi (Nâfi', Hişâm, Ebû Bekr ve Kisâî kıraatlerinde) diğerleri gibi tenvînlidir. Bâzıları bunun tenvînli olmasına cevaz vermemiştir.

"İyiler adağını yerine getirirler, şerri yaygın olan o günden korkarlar" (Âyet: 7); buradaki "Mustatlren", "Çok uzamış, yayılmış" ma'nâsınadır. "el-Belâ" ve "el-Kamtarîr", "Şiddetli, yaygın musîbet"tir. "Yevmun kamtarîrun" ve "Yevmun kumâtırun" şeklinde de söylenir. "el-Abûs" (Âyet: io),

"el-Kamtarîr", "el-Asîb" (Hud 77), bunlar belâ içinde olabilecek günlerden en şiddetlileridir [752].

' 'Biz yarattık onları. Mafsularını da biz pekiştirdik. Dilediğimiz vakit de yerlerine kendileri gibi olanları getiririz" (Âyet. 28). Ma'mer (ibn Râşid) buradaki "Esrahûm", "Şiddetu'1-halk" yânî "Yaratılışlarının sağlamlığındır. Senin deve semeri ve kadın mahfesi nev'inden hayvan üzerine bağladığın herşey "Me'sûr"dur, yânî "Bağlanmıştır, demiştir [753].

 

77- el-Murselât Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"(O kâfirlere şöyle denilecek:) Haydi o yalan diyegeldiğiniz şeye gidin. Haydi o üç çatallının gölgesine gidin. Ki o gölgelendirici değil, alevden de korumaz. Çünkü o öyle kıvılcım atar ki, herbiri sanki bir saraydır. Herbiri sanki sarı sarı erkek develerdir. Yalan sayanların vay o gün hâline! Bu, dillerinin konuşmayacağı bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler" (Âyet: 29-36). Ve Mucâhid, buradaki "Cumâlât", "Hıbâl" (yânî

gemileri bağladıkları kalın ipler) ma'nâsınadır, demiştir [754].

"Onlara rükû' edin (eğilin) denildiği zaman rükû' etmezler" (Âyet: 4); bu, "Namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar" ma'nâsınadır, demiştir.

İbn Abbâs'a "Bu, dillerinin konuşmayacağı bir gündür"(Âyet: 35) kavli, "Rabb'imiz olan (Sen) Allah'a and ederiz

ki, biz müşriklerden değildik" (d-Enâm: 22) kavli ve bir de "O gün ağızlarının üstüne mühür basarız... " (Yâsîn: 65) âyetleri soruldu (yânî: Bunlar arasını birleştirmek nasıldır? denildi). O da bu soruya: Kıyamet günü çok çeşitli zamanları ve mekânları olan uzun bir gündür.

Bir zaman ve mekânda konuşurlar, bir zaman ve mekânda da ağızları üzerine mühür basılır (konuşmaz olurlar), diye cevâb vermiştir.

 

450-.......Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'ın beraberinde idik. Kendisine "Vel-murselâti" Sûresi in­dirildi. Biz de hemen bu sûreyi O'nun ağzından almağa çalışıyorduk. Bu sırada bir yılan çıktı. Biz hemen onu öldürmeğe koşuştuk, fakat yılan bizleri geçti ve kovuğuna girdi. Bunun üzerine Rasûlullah (S):

— "Sizler onun şerrinden korunduğunuz gibi, o da sizin şerri­nizden korundu" buyurdu.

 

451-.......Buhârî burada bu Abdullah ibn Mes'ûd hadîsinin ri­vayet edildiği ayrı ayrı beş senedi tam olarak vermiş, metin verme­miştir.

 

452-...... el-Esved şöyle demiştir: Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle dedi: Bizler (Minâ'da) bir mağaranın içinde Rasûlullah(S)'ın berabe­rinde bulunduğumuz sırada kendisine "Vel-murselâti" Sûresi indi. Biz de hemen O'nun ağzı bu sûreyi okumakla henüz ıslak olduğu hâlde (yânî inmesinin ilk vaktinde taze taze), bu sûreyi O'nun ağzından al­dık. Bu sırada bir yılan çıktı. Rasûlullah (S):

  "Üzerinize vâcibdir: Bu yılanı öldürünüz" buyurdu. Abdullah dedi ki: Biz yılana doğru koşuştuk, fakat yılan bizim

önümüze geçti.

Abdullah dedi ki: Bunun üzerine Rasûlullah:

  "Yılan sizin şerrinizden vikaaye olundu, nitekim sizler de onun şerrinden vikaaye olundunuz" buyurdu [755].

 

 

336- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'Çünkü o ateş öyle kıvılcım atar ki, herbiri sanki bir saraydır" (Âyet: 32) [756].

 

453-....... Bize Abdurrahmân ibnu Abis en-Nahaî tahdîs edip şöyle dedi: Ben İbn Abbâs'tan işittim. O "İnnehâ termîbi-şererin kel-kasan" kavlini ilKe'l-kasari" şeklinde fetha ile okuyor ve şöyle di­yordu:

— Biz ağacı üç zira' kadar yâhud daha az uzunlukta olarak kal­dırırdık. Biz bu uzunluktaki ağacı kışın onunla ısınmak için kaldırır dikerdik de buna "el-Kasar" ismi verirdik [757]

 

337- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Sanki o kıvılcımın herbiri sarı sarı erkek develerdir (Âyet: 33) [758].

 

454-....... Abdurrahmân ibnu Abis şöyle dedi: Ben İbn Abbâs(R)'tan işittim, o "İnnehâ termî bi-şererin ke'l-kasrı" -sâd'm sü­kûnu ile- kelâmı hakkında şöyle dedi:

— Biz üç zira' kadar ve bundan uzun ağaç gövdesini almaya ka­rar verirdik de bunu kışın soğuğundan siperlenmek için kaldırır di­kerdik. İşte biz bu uzunluktaki ağaca "el-Kasar" ismi verirdik. "Keennehu cumâlâtun sufrun", buradaki "Cumâlât'% "Birbiri üs­tüne yığılıp toplanır da nihayet adamların belleri gibi olan gemilerin bağlandığı kalın iplerdir [759].

 

338- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Bu, onların konuşamayacakları gündür (Âyet: 35).

 

455-....... Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle demiştir:  Biz Pey-

gamber'in beraberinde (Minâ'da) bir mağara içinde bulunduğumuz sırada kendisine "VeH-murselâti" Sûresi indi. Peygamber bu sûreyi tilâvet ediyordu. O'nun ağzı bu sûreyi okumakla taptaze olduğu hâl­de (yânî ilk inişinde) ben de O'nun ağzından bu sûreyi almaya çalışı­yordum. Ansızın bir yılanın üzerimize hücum ettiğini gördük. Pey-gayber (S):

— "Yılanı öldürün" buyurdu.

Biz de onu öldürmeye davrandık. Fakat yılan gitti. Bunun üze­rine Peygamber:

— "Siz yılanın şerrinden korunduğunuz gibi, o da sizin şerri­nizden korundu" buyurdu.

Buhârî'nin üstadı Umer ibnu Hafs: Ben bu hadîsi babam Hafs ibn Gıyâs'tan ezberledim, bunda "Minâ'da bir mağara içinde bulunuyorduk" fıkrası vardır, demiştir [760].

 

78- "Amme Yetesâelûne" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi:

"Çünkü onlar hiçbir hesâb ummuyorlardı" (Âyet: 27), "Onlar hesaba çekilmekten korkmuyorlardi" ma'nâsınadır.

"Ona hitâbda bulunmaya mâlik olamazlar" (Âyet: 37). 'Kendilerine kelâm hususunda izin vermesi müstesna, O'na kelâm edemezler" demektir [761]. "O gün Rûh ve ıa ''Onlar birbirlerine neyi soruşturuyorlar? Hakkında ihtilâf edici oldukla büyük haberi mi?" (Âyet: 1-3) kelâmından dolayı "Amme Sûresi" ve "Nebe' melekler saff saff ayakta duracaktır. Bir kelime söyleyemezler, ancak o Rahman hn izin verdiği ve doğru söyleyen kimse müstesna" (Âyet: 38); buradaki "Savâben", "Dünyâda hakk söyleyen ve onunla amel eden" (yâhud "La ilahe ille'llah diyen kimse) müstesna, demektir [762].

îbn Abbâs, "Parıl parıl parıldayan bir kandil astık. O sıkıcı mengenelerden de şarıl şarıl bir su indirdik.

Onunla dâne, nebat ve sarmaşmış bahçeler çıkaralım diye" (Âyet: 13-16); buradaki "Seccâcen", "Şarıl şarıl dökülen"; ''Elfâfen", "Birbirine sarmaşmış" ma'nâsınadır, demiştir. Yine İbn Abbâs, buradaki "Vehhâcen", "Mudîen( Ziya saçan)" ma'nâsınadır, demiştir.

İbn Abbâs'tan başkası da şöyle demiştir:

"Onlar orada ne bir serinlik, ne de içilecek birşey tatmayacaklar. Sâde bir kaynar su, bir de irin!" (Âyet: 2425); buradaki "Gassâkan", "Seyyâlen" (yânî"Çok akan") ma'nâsınadır. Çünkü bu "Gasağat aynuhu", "Gözü aktı, şibillendi" ve "YağsıkuH-cerhu", "Yara akıyor" (yânî "Ondan sarı su akıyor") "Seyelân ediyor" ma'nâsındandır. "Gassak" ve "Gasîk" bir şey gibidir. "(Bunlar^ RabbHnden bir mükâfat ve yeter bir bağış  olarak (verilir)" (Âyet: 36); buradaki "Atâen hısâben", "Kâfî ve bol bir mükâfat olarak", "A'tânî mâ ahsebenî = Bana yeter dedirttiği şeyi verdi" denilir ki, "Bana yetecek şeyi verdi" demektir. (Burada "Hisâben", "Hasbu", yânî "Yeter" ma'nâsındandır.) [763]

 

339- Bâb:

 

'O gün sûra üfürülecek de hepiniz bölük bölük geleceksiniz" (Âyet: 18).

 

456-..... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S):

  "Sûra iki üfleme arasında kırk vardır" buyurdu. Arkadaşlarından biri Ebû Hureyre'ye:

  Bu, kırk gün mü? diye sordu.

Ebû Hureyre dedi ki: Ben cevâb vermekten çekindim. O kimse:

  Kırk ay mı? dedi.

Ebû Hureyre dedi ki: Ben cevâb vermekten çekindim. O soran:

  Kırk yıl mı? dedi.

Ebü Hureyre: Ben yine cevâb vermekten çekindim, dedi. Rasûlullah:

  "Sonra Allah semâdan bir su İndirir de (ölü olan) sizler yeşil otun bitmesi gibi -kabirlerinizden- bitersiniz. İnsan bedeninden her-şey çürür, yalnız bir tek kemik parçası çürümez. O da kuyruk soku­mu kemiğidir. Kıyamet günündeki (ikinci) yaratma, bu parçadan terkîb olunur" buyurdu [764].

 

79- "Ve'n-naziâti" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle dedi:

"Ona o en büyük mu'cizeyi gösterdi. Fakat Fir'avn yalanladı ve isyan etti" (Âyet: 20-21); buradaki "En büyük âyet", Musa'nın asası ve eli'dir.

''Onun boyunu O yükseltti, derken ona bir nizâm vmfl"(Âyet:28); buradaki "Semkehâ", "Onu direksiz olarak bina etti" demektir [765].

"Fir'avn'a git Çünkü o pek azmıştır" (Âyet: nj; buradaki "Tağâ", "Asâ" (yânî "Sınırı geçip isyan etti") ma'nâsınadır.

"Onlar derler ki; Biz mi sahiden eski hâle döndürülmüş olacağız? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz vakit mi?" (Âyet: ıo-ıi); buradaki "Izâmen nahıraten" hakkında: "en-Nâhira", "en-Nahıra", "et-Tâmıu", "et- Tamau" ve "el-Bâhılu", "el-Bahîlu" (vezinlerinde olduğu) gibi, ma'nâda müsavidir, deniliyor.

Bâzıları da: "en-Nahıratu", "Çürümüş"; "en-Nâhıratu" ise içi oyulup boşaltılmış olankemik'tir, ki içinden rüzgâr geçtikçe (içinin boşluğundan dolayı) ses çıkarır, demişlerdir [766].

İbn Abbâs: Buradaki "el-Hâfıra", "(Ölümümüzün ardından) ilk işimiz, yânî hâlimiz olan hayâta mı döndürüleceğiz?" ma'nâsınadır, dedi [767].

İbn Abbâs'tan başkası: "Sana o saati, onun ne zaman demir atacağını sorarlar" (Âyet: 42); buradaki "Eyyâne mursâhâ", "Onun varıp dayanacağı son ne zamandır?" ma'nâsınadır. Geminin mursâsı, varıp duracağı son yerdir, demiştir [768].

 

457-.......SehlibnSa'd(R):BenRasûlullah(Sym "Kıyamet günü ile ben şu ikisi gibi gönderildim " buyurup da şehâdet parmağı ve onun yanındaki orta parmağıyle işaret ettiğini gördüm, demiştir [769].

"Fakat o en büyük belâ geldiği zaman** (Âyet: 34); buradaki "et-Tâmme", "Herşeyi kaplayacak felâket" ma'nâsınadır ki, kıyametin isimlerindendir.

 

80- Abese Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın İsmiyle

 

"Yüzünü ekşitip çevirdi, kendisine o a*mâ geldi diye. Sana hangi şey bildirdi? Belki o (öğrenecekleriyle) temizlenecekti. Yâhud öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine faide verecekti. Amma kendisini ihtiyâcsız gören adam; işte sen onu karşına alıyorfona yöneliyor)sun" (Âyeu ı-6); buradaki "Abese**, "Yüz ekşitti ve yüz çevirdi" ma'nâsınadır [770]

Başkası da şöyle dedi:

"O çok şerefli, kadri yüce, tertemiz sahîfeler dedir. Kıymetli, sevgili, takva sahibi kâtiblerin elleriyle yazılmıştır" (Âyet: Mi®; buradaki "Mutahhare", "Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez" (ei-vskıa: 79) demektir. Ve onlar meleklerdir. Ve bu "Bir de işi tedbîr edenlere" (en-Nâaât: 5) gibidir. Hem melekleri, hem sahîfeleri "Mutahher", yânı tertemiz kılmıştır. Çünkü sahîfeler üzerine temizleme vâki' olur. Onun için tathîr, onun gibi onların taşıyıcılarına da yapılmıştır. "Seferetun", meleklerdir. Vahidi "Sâfir'Mir. "Sefertu", "Aralarını iyileştirdim" demektir. Melekler Allah'ın vahyi ile indiklerinde, ve onu te'diye hususunda kavmin arasını ısİ.ih edip iyileştiren sefir gibi kılınmıştır [771].

Ve başkası: "Tesaddâ", "Ondan tegâfil ediyorsun" ma'nâsınadır, dedi [772]. Mucâhîd: "Gerçek (insan cinsi Allah'ın) emrettiği şeyleri yerine getirmedi" (Âyet: 23); buradaki "Lemma yakdı",

"Hiçbir kimse emrolunduğu şeyleri yerine getirmez" ma'nâsınadır, dedi.

İbn Abbâs;

"O gün yüzler vardır, parıl parıl parlayıcıdır, gülücüdür, sevinicidir. O gün yüzler de vardır, üzerleri tozludur. Onu da bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır" (Ayet. 38-4i); buradaki "Terhakuhâ", "Onu bir şiddet kaplar; "Musfiratun", "Muşrıkatun" yânî "Parlayıcı" ma'nâsınadır, demiştir.

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: "Bi-eydîseferetin", "Ketebetin esfâran" yânî "Kitâbları yazan kâtibler eliyle" ma'nâsınadır; "Sen ise ondan kendini alıkoyup oyalanırsın" (Âyet: it»; buradaki "Anhu telehhâ", "Onu bırakıp başkasıyle uğraşıyorsun" ma'nâsınadır. "Esfâr"m tekili "Sifrun"dur, deniliyor.

 

458-.......Katâde tahdîs edip şöyle demiştir: Ben Zurâre ibn Evfâ'dan işittim, o Sa'd ibn Hişâm'dan; o da Âişe(R)'den tahdîs edi­yordu ki, Peygamber(S) şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı ezberleyerek okuyan hafız kişinin meseli (sıfat ve sânı) es-Seferetu'l-Kirâm olan meleklerle beraberdir. Kuran 'ı hafız olmayarak kendisine zor geldiği hâlde taahhüdedip çalışarak okuyan kimsenin meseli ise, ona iki ecir vardır" (Kur'ân okumak ecri, zorluk ecri) [773]

 

81- "İze's-semsu kuvvirat" Sûresi [774]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Güneş durulduğu zaman, yıldızlar (dağılıp) düştüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, gebe develer salıverildiği zaman, vahşî hayvanlar bir araya toplandığı zaman, denizler ateşlendiği zaman, nefisler çiftlendirildiği zaman... nefis ne hazırlamışsa bilmiştir"(Âyet: 1-14) [775].

Buradaki "Fe~ıze'n-nucûmu inkederet", "Yıldızlar saçılıp döküldüğü zaman" demektir [776].

el-Hasenuî-Basrî: "Ve iza'l-bihâm succirat", "Denizlerin suları gidip de bir damla su kalmadığı zaman" ma'nâsınadır, demiştir.

Mucâhid de: Bu "Doldurulmuş denizler" (et-Tûn 6) de olduğu gibi ("Doldurmak"ma'nâsındandır) demiştir.

Mucâhid'den başkası da şöyle demiştir:

"Succiret", yânı denizler yarılıp akıtıldığı, bâzıları diğerlerine ulaştığı ve hepsi bir deniz olduğu (böylece

Arz'ın her tarafını kapladığı) zaman, ma'nâsınadır [777].

"And ederim o sinen ve geri dönenlere, akıp akıp yuvalarına gidenlere, karanlığa yöneldiği zaman geceye,

nefeslendiği dem sabaha ki, şübhesiz muhakkak o (Kur'ân) çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelâmdır" (Âyet:

15-19). Burada "el-Hunnes", aktığı yerde gizlenen ve tekrar dönen, ahuların ormandaki yuvalarında gizlenmeleri gibi gizlenip sütrelenenler, ma'nâsınadır.

"Sabah nefeslendiği zaman", "Gündüz yükseldiği zaman" ma'nâsınadır [778].

"O gayb üzerine asla cimri değildir" (Âyet: 24); burada "Zî" harfiyle "ez-Zanînu", "Ittihâm edilmiş", Dâd harfiyle "ed-Dan(nu", "Kendisine tebliğ edilmek üzere verilen şeye cimrilik eden" ma'nâsınadır [779].

Umer ibnu'l-Hattâb (R): "en-Nufûsu zuvvicet", cennet ehlinden ve ateş ehlinden her biri kendi benzeri ile tezvîc olunur, yânî çiftleştirilir dedi de, bundan sonra "O zulmedenleri ve onlara eş olanları, Allah'ı bırakıp tapmakta oldukları şeyleri hep bir araya toplayın da cehennem yoluna götürün" (es-saffât: 22) âyetini okudu.

"Ve yöneldiği dem geceye yemîn ederim" (Âyet: \ıy, buradaki "As'ase", "Geri döndüğü zaman" manasınadır [780].

 

82- "İze's-semâu infatarat" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman, denizler fışkırtıldığı zaman, kabirler deşilip alt üst edildiği zaman her nefis önden ne yolladı, geriye ne bıraktıysa bilecektir" (Âyet: 1-5). er-Rabî' ibnu Huseym:

Buradaki "Fucciret"', "Taşıp aktı" ma'nâsınadır, demiştir [781].

"Ey inşân, o keremi bol RdbbHne karşı seni aldatan ne? Ki O seni yaratan, sana şu salim ve dengeli organları veren, sana şu nizâm ve i'tidâli bahşedendir. Seni dilediği herhangibir surette terkîb edendir" (Âyet: 6-8).

 

83- "Veylun li'1-mutaffifîne" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Ölçekte ve tartıda hileye sapanların vay hâline! Ki onlar insanlardan ölçekle aldıkları zaman tastama alırlar, onlara ölçekle yâhud tartı ile verdikleri zaman ise eksiltenlerdir. Sahiden onlar (öldükten sonra) büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı? Âlemlerin Rabbi için insanların kalkacağı günde?" (Âyet: 1-6) [782].

"Hayır biVakis, onların işleyegeldikleri mahiyetler kalblerini yenmiş, paslandırmıştır" (Âyet: 14).

Mucâhid şöyle demiştir: Buradaki "Bel râne", günâhların sabit olması ma'nâsınadır. "Nasıl o kâfirlere işleyegeldiklerinin sevabı verildi mi?" (Âyet: 36); buradaki "Suvvibe", "Cüziye", yânî "Cezalandırıldı" ma'nâsınadır [783].

"Mucâhid'den başkası da şöyle demiştir:

"el-Mutaffif", "Başkasına tam vermeyen" ma'nâsmadır.

"Onlara mühürlü hâlis bir şarabdan içirilecek ki, onun

içiminin sonu bir misktir. O hâlde nefaset isteyenler bunu arzu etmelidirler. Onun katkısı tesnîmdendir" (Âyet:

25-27). Buradaki "er-Rahîk", "Şarâb"; "Hitâmuhu misk", "Tînetuhu misk"; "et-Tesnîm", "Cennet ehlinin içeceklerine üstün olur" manasınadır [784].

 

459-.......Ma'n şöyle demiştir: Bana Mâlik, Nâfi'den; o da Ab­dullah ibn Umer(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) "İnsanlar (he-sâb  için) Âlemlerin Rabbi dîvânında durdukları gün  o kadar Tesnîm, esasen hörgücleyerek yukarı yükseltmek ma'nâsma masdar olup, yükseklik ma'nâsıyle cennet çeşmelerinden birinin ismidir. Ibn Abbâs'tan riva­yet edildiğine göre, cennet içkilerinin en yükseğidir.

terleyecekler ki hattâ onlardan herhangi biri iki kulağının yan yeri­ne kadar kendi teri içinde kaybolacaktır" buyurmuştur [785]

 

84- "Ize's-semâu inşakkat" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın İsmiyle

 

"Gök yarıldığı (yarılmakla da) RabbHni dinleyip boyun eğdiği zaman, ki gök zâten buna lâyık olarak yaratılmıştır. Yer uzatıldığı, içinde ne varsa atıp bomboş kaldığı, (bu hususta da) Rabb İni dinleyip boyun eğdiği

zaman, ki yer zâten buna lâyık olarak yaratılmıştır. Ey insan, hakikat sen Rabb 'ine kavuşuncaya kadar durmadan didineceksin, nihayet O'na ulaşacaksın** (Âyet: 1-6).

Mucâhid şöyle demiştir: Buradaki "Ezinet", "Rabb'im dinledi ve itaat etti"; "Elkat mâfîhâ", "İçindeki ölüleri dışarı atıp onlardan bomboş oldu" demektir [786].

Yine Mucâhid şöyle demiştir: "Amma kitabı arkasından verilen kimse" (Âyet: ıo>; bu, kitabını sırtının arkasından sol tarafından alacak kimse ma'nâsınadır [787].

"And ederim o şafaka, o geceye ve onun derleyip topladığı şeylere" (Âyet: 16 iv); buradaki "Vesaka", "Hayvandan ve diğerlerinden topladığı" ma'nâsınadır. "Çünkü O, hakîkaten ve kesin olarak Rabb'ine dönmeyeceğini sanmıştı" (Âyet: i4>; buradaki "Zanne len yehûra", "Bize asla dönmeyecek sandı" ma'nâsınadır [788].

İbn Abbâs da: "Hâlbuki Allah, onlar yüreklerinde neler saklıyorlar, pek iyi bilendir" (Âyet: 23); buradaki "Yûûne", "Yesturûne" (yânî "Setredip örtüyorlar") ma'nâsınadır,demiştir.

 

340- Bâb:

 

'O, kolayca bir hesâb ile muhasebe edilecek (Âyet: 8) [789]

 

460-.......Buhârî burada sâdece hadîsin bir senedini vermiştir.

 

461-.......Buhârî burada da başka bir sened vermekle yetinmiştir.

 

462-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "Hesaba çe­kilen bir kimse, başka değil, behemahal halâl olur" buyurdu.

(İbn Ebî Muleyke dedi ki:) Âişe şöyle dedi: Ben:

  Yâ" Rasûlallah! Allah beni Sana feda kılsın. Azîz ve Celîl olan Allah "Kitabı sağ eline verilen kimseye gelince; o, kolay bir hesâb ile muhasebe edilecek" buyurmuyor mu? dedim.

Rasûlullah:

  "O arzdır, arzolunurlar ve her kim hesâbda münâkaşa olu­nursa helak olur" buyurdu [790].

 

341- Bâb:

 

"Elbette ve elbette siz tabaktan tabaka bineceksiniz" (Âyet: 19) [791]

 

463-.......Mucâhid şöyle demiştir: İbn Abbas: "Hiç şübhesiz sizler tabaktan tabaka bineceksiniz" kavlinin ma'nâsı: "Sizler hâlden hâle bineceksiniz (Hakk'a doğru varacaksınız)" demektir, dedi; ardından da:

— İşte bu suretle yükselen Peygamber'iniz salla'llâhu aleyhi ve sellem'dir, sözünü söyledi [792].

 

85- el-Burûc Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"And olsun burçlara sâhib olan göğe, o va'd olunan güne, şâhidle meşhûde ki, tutuşturucu (malzeme ile hazırladıkları) o ateş çukurlarının sahihleri gebertilmiştir" (Âyet: ı-5).

Mucâhid: Buradaki "el-Uhdûd", "Yerde olan yarık"tır; "Hakikat erkek müzminlerle kadın müzminleri belâya uğratanlar, sonra da tevbe etmeyenler, işte onlar için cehennem azabı vardır, onlar için bir de yangın azabı vardır" (Âyet: ıo); buradaki "Fetenû{= Fitneye uğrattılar)", "Azâb ettiler, işkence ettiler" ma'nâsınadır, demiştir [793].

İbn Abbâs da: Yüce Allah'ın "el-Vedûd" (Âyet: 14) kavli hakkında: "Habîb" (yânî "Çok seven"), "el-Mecîd", "el-Kerîm( = Cömert)" manasınadır, demiştir [794].

 

86- et-Târık Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

{"Târik", "Yıldız"dır, geceleyin sana gelen de "Târık"tır. "en-Necmu's-sâkıb", "Işık saçıcı yıldız" demektir.)

"And olsun o göğe ve Tarık'a. Tarık'ın ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O, ziyâsıyle karanlığı) delen yıldızdır. Hiçbir nefs hâriç değildir ille onun üzerinde bir gözeten vardır" (Âyet: ı-4) [795]

"And olsun o dönüş sahibi olan göğe, o (nebat ile) yarılan yere ki, hakîkaten o Kur'ân (hakk ile bâtılı kesin) ayırdeden bir sözdür, o bir şaka değildir" (Âyet: 11-14).

Mucâhid, buradaki "Zâtı'r-rec'ı", "Bulut"tur ki, yağmurla döner; "ZâtVs-sadh", "Yer"dir, nebatla (ve pınarla) yarılır durur, demiştir [796].

İbn Abbâs: "Le-kavlun faslun", "Elbette haktır"; "Lemmâ aleyhâ hafız", "İllâ aleyhâ hafız" ma'nâsınadır, demiştir.

 

87- "Sebbih isme Rabbike'1-a'lâ" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Rabb'inin o çok yüce adını tesbîh et ki, O herşeyi yaratıp düzene koyandır. Takdir eden, ona göre de yol gösterendir. Yeşil otu çıkaran, sonra da onu kapkara kupkuru bir hâle getirendir. Seni okutacağız da sen asla unutmayacaksın, Allah'ın dilediği başka91 (Âyet: ı-7).

Mucâhid: Buradaki "Kaddera fe-hedâ", "İnsan için bedbahtlığı ve mes'ûdluğu takdir etti, hayvanları da otlaklarına hidâyet etti" ma'nâsınadır, dedi [797] .

İbn Abbâs:

"Gusâen ahvâ", "Kurumuş ufalanmış, rengi değişici" ma'nâsınadır, demiştir [798].

 

464-.......el-Berâ ibnu Âzib (R) şöyle demiştir: Peygamber'in sahâbîlerinden bize ilk önce hicret edip gelenler Mus'ab ibnu Umeyr ve İbnu Ümmi Mektûm'dur. Bunlar geldiler ve bize Kur'ân okutma­ya başladılar. Sonra Ammâr ibn Yâsir, Bilâl ve Sa'd (ibn Ebî Vak-kaas) geldiler. Daha sonra yirmi kişi içinde Umer ibnu'l-Hattâb geldi. Bunlardan sonra Peygamber (S) -Ebû Bekr ve Âmir ibn Fuheyre ile-geldi. Artık ben Medine ahâlîsinin, Peygamber'in gelişiyle ferahlan­dıkları kadar hiçbirşey ile ferahlandıklarını görmedim. Hattâ genç kızlar ve çocukları görüyordum ki, bunlar:

— îşte bu Rasûlullah'tır, geldi! diyorlar (seviniyorlardı).

Ben "Sebbih isme Rabbike'l-a'lâ" Sûresini onun gibi birkaç sü­re içinde okuyuncaya kadar Rasûlullah Medine'ye gelmemişti [799].

 

88- "Hel etâke hadîsü'l-gâşiye" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Herşeyi sarıp kaplayacak olan kıyamet gününün hadîsi sana geldi mi? Birtakım yüzler o gün zelildir. Yorucu işler yapan, fakat boşuna yorulandır. Kızgın bir ateşe girecek, son derece sıcak bir kaynaktan içeceklerdir.

Onlar için darV dikeninden başka bir yiyecek yoktur ki, o ne semirtir, ne de açlığı giderir" (Âyet: ı-7) [800].

İbn Abbâs:

Buradaki "Âmiletun", "Nâsibetun"> "Hristiyanlar"dır, demiştir.

Mucâhid: "Aynun âniyetun", "Sıcaklıkta sonuna ulaşmış, içilmesi son derecede sıcaklığa erişmiş pınar" demektir ki, bu "Onlar cehennemle kaynar su arasında dolaşacaklardır" (er Rahman: 44) buyurulan sıcaklığı son dereceye ulaşan gayet kızgın bir pınardır.

"Birtakım yüzler o gün güzeldir, çalıştığından hoşnûddur, yüksek bir cennettedir. Orada boş bir lâf işitmez. Orada dâima akan bir nice pınar... " (Âyet: 8-12);

"Orada lâğiye işitmez", "Kötü söz işitmez" ma'nâsınadır.

"ed-DarV", şibrık denilen bir bitkidir; Hicaz ahâlîsi ona "ed-DarV" ismini verirler, kuruduğu zaman zehirdir [801].

"Musaytırın" (Âyet: 22), "Musallat" ma'nâsınadır, sâd ile ve sîn ile okunur.

İbn Abbâs "Şübhesiz onların dönüşleri ancak bizedir, sonra hesâbları da muhakkak bize âiddir" (Âyet: 25-26);

buradaki "Iyâbehum", "Merci'uhum" (yânî "Dönüşleri") ma'nâsınadır, demiştir.

 

89- Ve'1-Fecri Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

'And olsun fecre, on geceye, hem çifte hem teke (Âyet: 1-3) Mucâhid: , "Yaratılmış olan herşey");

liel-Vitr9\ "Allah"tır, demiştir [802].

"Görmedin mi Rabb'in nice yaptı Âd'e, (yânı) o direk sahibi İrem 'e? Ki o, şehirler içinde bir benzeri yaratılmayandı. Ve vadilerde kuyuları oyan Semûd'a, o kazıklar sahibi Fir'avn'a, ki bütün bunlar memleketlerde

azgınlık edenlerdi. O suretle ki, orada fesadı çoğaltmışlardı. Bundan dolayı Rabb 'in de üzerlerine bir azâb kamçısı yağdınverdi. Çünkü Rabb 'in şübhesiz ki rasad yerindedir" (Âyet: 0-1.4),

Yine Mucâhid dedi ki: Buradaki "İreme zâtVl-İmâd", kadîme olandır (yânî ilk Âd'dir). "İmâd", "Direkler sahibi" yânî "Çadırlarda oturan, bir yerde ikaamet etmeyenler" ma'nâsınadır. "Azâb kamçısı", onların azâblandırıldıkları şeydir.

"Amma insan ne zaman Rabb'i onu imtihan edip de kendisine kerem eder, ona nVmetler verirse: 'Rabb'im beni şerefli kıldı' der. Fakat ne vakit de onu deneyerek üzerine rızkını daraltırsa, şimdi de: 'Rabb 'im beni hor kıldı' der. Hayır, siz biVakis yetime iyilik etmezsiniz, yoksulu yedirmek için birbirinizi kandırmazsınız. Mîrâsı halâl haram demeyip alabildiğine yersiniz, malı pek seversiniz" (Âyet: 15-20).

"Eklen lemmen", "Hırslı, hepsini derip toplayıcı bir yiyişle"; "Cemmen", "Çok yığmacasına, çok toplarcasına" ma'nâsınadır. Mucâhid "Ve'ş-şef* ve'l-vetri" kavli hakkında: Allah'ın yarattığı herşey "Şef"yâ\r. "el-Vitru" ise Allah Tebâreke ve Taâlâ'dır, demiştir.

Mucâhid'den başkası da şöyle demiştir:

"Savte azâbın{ = Azâb kamçısı)" ta'bîri, Arab

kavminin herbir azâb nev'i için söylemekte olduğu bir kelimedir (yânî bir kelâmdır) ki, bunun içine kamçı da girer. "Le-bVl-mirsâd", "Dönüş ancak O'nadır" ma'nâsınadır. "Lâ tehâddûne", "Muhafaza etmiyorsunuz"; "Lâ tehuddûne", "Miskini doyurmaya teşvîk etmiyor, emretmiyorsunuz" demektir.

"Ey itmı'nâne ermiş rûh! Dön Rabb'ine, sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. Haydi gir kullarımın içine. Gir cennetime!" (Âyet. n soy, buradaki "en-NefsuH-mutmaınne", "Sevâb işlemekle îmânını doğrulaycı nefs" demektir.

el-Hasenu'1-Basrî de şöyle demiştir:

"Yâ eyyetuhâ'n-nefsu! Pizız ve Celîl olan Allah onu kabzetmek isteyince, Allah'a gidişte sükûna kavuşan ve Allah'ın da ona sebat ve istikrar verdiği, Allah'tan razı olan, Allah'ın da ondan razı olduğu ve ruhunu kabzedıp almakla emrettiği ve Allah'ın onu cennete girdirip de sâlih kullarından kıldığı nefs"tir [803]. Ondan başkası da şöyle demiştir: "Câbû", "Kayaları deldiler" demektir. "Ceyb"in aslı "Kesmektir. "Gömleğe yaka kesmek" ma'nâsından "Gömleğe yaka kesildi" ta'bîrinden alınmıştır. "Yecûbu'l-felâte", "Çölü kesip gidiyor" demektir.

"Lemmen", "Hepsini topladım, sonuna geldim, yânî hepsini tükettim" ma'nâsınadır.

 

90- "Lâ uksimu (Bi-hâze'1-beledi)" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Şu beldeye yemîn ederim, -sen bu beldeye halâl iken, babaya da, doğana da (yemîn ederim) ki, biz insanı hakikat meşakkat içinde yarattık" (Âyet: ı-4). Mucâhid şöyle demiştir:

Yemîn edilen bu beled, Mekke'dir; orada insanlar üzerine günâh olan şey, sana günâh değildir. "Vâlid' (yânî baba) Âdem, "Ve mâ velede", onun zürriyetidir [804].

"O, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? O 'Yığın yığın mal telef ettim' der, O kendisini hiçbir gören olmadığını mı sanıyor? Biz ona vermedik mi iki göz, bir dilr iki dudak?Biz ona iki de yol gösterdik'''

(Âyet: 6-10).

Buradaki "Lubeden", "Çok mal" ma'nâsınadır.

"Necdeyn{ = İki yol)", hayır ve şerr'dir. "Mesğabe", "Yaygın açlık"; "Metrabe", "(Fakirliğinden dolayı evi olmayıp) toprağa düşmüş kimse*' demektir. "Fakat insan o yokuşa saldıramadı"; bunun ma'nâsı: İnsan dünyâda o yokuşa (insanlık vazifelerinin meşakkatlerine) saldırıp tırmanamadı, deniliyor. Bundan sonra Yüce Allah o akabeyi, yânî sarp yokuşu tefsir edip şöyle buyurdu: "Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? O, kul azâd etmektir, yâhud salgın bir açlık gününde yemek yedirmektir" (Âyet: 11-16) [805].

 

91- "Ve'ş-şemsi ve-duhâhâ" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"And ederim Güneş'e ve onun aydınlığına, ona tâbi” olduğu zaman Ay 'a, ona parlaklık verdiği zaman gündüze, onu örtüp bürüdüğü zaman geceye, göğe ve onu bina edene, Yer 'e ve onu yayıp döşeyene, her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan muhakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten ise elbette ziyana uğramıştır97 (Âyet: i-ıo>[806]. Mucâhid şöyle demiştir: Buradaki "Duhâhâ", "Onun ışığı"; "tzâ telâhâ "Onun ardından gittiği zaman"; "Tahâhâ", "Dehâhâ" (yânî aynı ma'nâda olup) "Onu döşeyene" demektir. "Dessâhâ", "Nefsi saptırıp azdırmak" (yânî korumayıp kötülüklerle gerileterek gömen); "Fe-ethemehâ", "Allah nefse şakiliği -bedbahtlığı- ve saîdliği -mes'ûdluğu- tanıtıp öğretti" ma'nâsınadır [807].

Yine Mucâhid:

"Semûd kavmi azgınlığı yüzünden tekzıb etti" (Âyet: in kelâmindaki "Bi-tağvâhâ", "Ma'siyetleri yüzünden";

"Bundan dolayı Rabb'leri de onları günâhları yüzünden örtüverdU Öyle ki, hepsini bir yaptı, bunun sonundan

korkmaz" (Âyet: 14-ıs), yânî "Hiçbir kimsenin sonundan korkmaz" ma'nâsmadır, demiştir [808].

 

465-.......Abdullah ibnu Zem'ate (R) haber verdi ki, kendisi Peygamber(S)'den hutbe yaparken Salih Peygamber'in dişi devesini ve onu yıkıp öldüren kimseyi zikrettiğini işitmiştir. Rasûlullah bu hut­besinde " (O kavmin) en şakîadamı ayaklandığı zaman'* (Âyet: 12) kav­lini okudu da şöyle buyurdu:

  "O dişi deveye doğru şiddetli (fesâdçı, habîs), kuvvetli ve kendi cemiyeti içinde arkalı bir adam fırlayıp kalktı. O, kavmi içinde (Mek­ke'deki) Ebû Zem'a'nın benzeri idi".

Rasûlullah bu hutbesinde kadınları da zikretti:

  "Sizden biriniz karısını köle döver gibi dayakla dövmek ister, belki de o, gününün sonunda o kadınla bir yatakta yatacaktır!" buyurdu.

Sonra Rasûlullah (içtimaî edeblerden olmak üzere) bir hatâ ese­ri yellenen kişiye gülmeleri (ve bu suretle onu teşhir etmelerinin kö­tülüğü) hususunda onlara öğütler verdi de:

  "Herhangi biriniz insanın yapageldiği böyle bir işten niçin gü­lersiniz (ve sahibini utandırırsınız)?" buyurdu.

Bu hadîsin râvîlerinde*n Ebû Muâviye şöyle demiştir: Bize Hi-şâm, babası Urve ibnu'z-Zubeyr'den; o da Abdullah ibn ZemVdan tahdîs etti. O şöyle demiştir: Peygamber (S): "Zubeyr ibnu'l-Avvöm'ın amcası Ebû Zem'a'nın benzeri" buyurdu [809].

 

92- "Ve'1-leyli'izâ yağşâ" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

["And olsun bürüyüp örttüğü zaman geceye, açıldığı zaman gündüze, erkeği dişiyi yamdana ki, hakîkaten

sizin sa'yiniz çeşit çeşittir" (Âyet: ı-4)]

İbn Abbâs:

"O en güzeli yalan sayarsa" (Âyet: 9), "Verilen şeyin yerine geçen bedeli yalan sayarsa" ma'nâsmadır, demiştir.

Mucâhid de şöyle demiştir:

"Tereddâ" (Âyet: 11),  "Öldü";   «TelezZâ" (Âyet: 14), Alevlendikçe alevlendi" ma'nâsınadır. Bu lafzı, Ubeyd ıbnu Umeyr, "Tetelezzâ" şeklinde aslı üzere iki tâ ile okudu.

 

342- Bâb:

 

'Açıldığı zaman gündüze (Âyet: 2).

 

466-.......Alkame şöyle demiştir: Ben Abdullah ibn Mes'ûd'un talebelerinden birkaç kişi içinde olarak Şam'a girdim. Bizim geli­şimizi Ebu'd-Derdâ işitmiş, akabinde bizim yanımıza geldi de:

— İçinizde Abdullah ibn Mes'ûd'un kıraati üzere okuyan kimse var mı? diye sordu.

Biz:

  Evet var, dedik. Ebu'd-Derdâ:

  Hanginiz en iyi okuyan? dedi.

Arkadaşlarım işaret edip beni gösterdiler. Ebu'd-Derdâ bana:

  Oku! dedi.

Ben " Ve H-leyü izâ yağşâ ve Jn-nehâri izâ tecellâ ve 'z-zekeri ve 'l-ünsâ" şeklinde (Mâ'nın hazfıyle) okudum.

Ebu'd-Derdâ:

— Sen bu okuyuşu sahibin İbn Mes'ûd'un ağzından mı işittin? diye sordu.

  Evet, dedim. Ebu'd-Derdâ:

— Ben de bu okuyuşu Peygamber (S)'in ağzından işitmişimdir. Bu Şamlılar bize karşı dayatıp, bu okuyuşumuza razı olmuyorlar, de­di [810].

 

343- Bâb:

 

'Erkeği ve dişiyi yaratana (Âyet: 3)

 

467-.......Bize el-A'meş, İbrâhîm en-Nahaî'den tahdîs etti ki, o şöyle demiştir: Abdullah ibn Mes'ûd'un talebeleri Ebu'd-Derdâ'nın oturduğu yere (yânî Şam'a) geldiler, Ebu'd-Derdâ da bu gelenleri aradı ve onları buldu da:

  Hanginiz Abdullah'ın okuyuşu üzere okuyor? diye sordu. Alkame:

  Hepimiz onun kıraati üzere okuruz, dedi. Ebu'd-Derdâ:

  Hanginiz ezber ediyor? dedi. Arkadaşları Alkame ibn Kays'ı işaret ettiler. Ebu'd-Derdâ:

— Sen, İbn Mes'ûd'un "Vel-leyli izâ yağşâ" sûresini nasıl okur­ken işittin? dedi.

Alkame:

  "Ve'z-zekeri ve'l-ünsâ" şeklinde okurken işittim, dedi. Ebu'd-Derdâ:

— Şehâdet ediyorum ki, ben de Peygamber(S)'in bu âyeti böy­lece okuduğunu işitmişimdir. Fakat bu Şamlılar benim "Ve halaka'z-zekera ve'l-ünsâ" şeklinde okumamı istiyorlar, vallahi ben onlara tâbi olmuyorum, dedi [811].

 

344- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Bundan sonra kim verir ve sakınırsa (Âyet: 5).

 

468-.......Alî (R) şöyle demiştir: Biz Bakî'u'l-Garkad mezarlı­ğında Peygamber'in beraberinde bir cenazede bulunduk. Peygamber (S):

— ''Sizlerden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak cen­netten olacak oturağı ve ateşten olacak oturağı yazılmıştır'' buyurdu.

Bunun üzerine sahâbîler:

— Yâ Rasûlallah! Öyleyse (Allah'ın bizim üzerimize yazmış bu­lunduğu bu yazımıza) dayanıp güvenemez miyiz? dediler.

Rasûhıllah:

  ''Sizler çalışıp amel ediniz. Herkes yaratıldığı şeye kolaylaştırıl­mıştır" buyurdu.

Sonra da: "Kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik eder­se... " âyetlerini "Biz de ona en güç olanı müyesser kılarız"(Âyet. ıo) kavline kadar okudu.

345- Yüce Allah'ın Ve O En Güzeli Tasdik Ederse (Âyet: 6) Kavli Babı

 

469-.......Buradaki senedle el-A'meş; Sa'd ibn Ubeyde'den; o da Ebû Abdir rahman'dan tahdîs etti ki, Alî (R): Biz Peygamber'in yanında oturuyorduk, demiş ve geçen hadîsi zikretmiştir.

 

346- Bâb:

 

*Bîz de ona en kolay olanı kolaylaştıracağız (Âyet: 6-7).

 

470-....... Bize Şu'be, Süleyman el-A'meş'ten; o da Saîd ibn Ubeyde'den; o da Ebû Abdirrahmân es-Sulemî'den; o da Alî(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) bir cenazede bulundu. Orada eline bir deynek aldı, onunla yere vurmaya ve birtakım çizgi ve izler meydana getirmeye koyuldu da:

  "Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak üzere, muhakkak ateşten yâhud cennetten oturacağı yer yazılmıştır" buyurdu.

Sahâbîler:

— Yâ Rasûlallah! Öyle ise bizler bu yazımıza dayanmayalım mı (Amelin fâidesi nedir)? dediler.

Rasûlullah (S):

— "Sizler amel edip çalışın. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o şey kendisine kolaylaştırılmıştır" buyurdu ve "Kim verir ve sakınır­sa, o en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlayacağız..."

âyetlerini okudu.

 

347- Yüce Allah'ın "Amma Kim Cimrilik Eder, Kendisini Müstağni Görürse" (Âyet: 8) Kavli Babı

 

471-.......Bize Vekî' ibn Cerrah, el-A'meş'ten; o daSa'd ibn Ubeyde'den; o da Ebû Abdirrahmân'dan tahdîs etti ki, Alî aleyhi's-selâm şöyle demiştir: Bizler Peygamber'in yanında oturuyorduk.

  "Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak üzere muhakkak cen­netten oturacağı yer ve ateşten oturacağı yer yazılmıştır" buyurdu.

Biz de:

— Yâ Rasûlallah! Öyleyse bizler (çalışmayı bırakıp) bu yazıya dayanmayalım mı? dedik.

Rasûlullah (S):

  "Hayır (siz o yazıya dayanıp durmayın). Siz çalışıp amel edin. Çünkü herkes (yaratıldığı şeye) kolaylaştırılmıştır" buyurdu.

Bundan sonra da şu âyetleri okudu: "Kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlayacağız. Am­ma kim cimrilik eder, kendisini ihtiyâcsız görür ve o en güzeli yalan sayarsa, biz de onu o en güç olan için hazırlayacağız" (Âyet: 5-10).

 

348- Bâb: Yüce Allah'ın "Ve O En Güzeli Yalanlarsa Kavli

 

472-.......Alî (R) şöyle demiştir: Bizler Bakfu'l-Garkad(mezar-

lığın)da bir cenazede bulunduk. Rasûlullah (S) bizim yanımıza gelip oturdu. Biz de O'nun etrafına oturduk. Rasûlullah'ın beraberinde bir deynek vardı. Rasûlullah başını eğdi, düşünceli bir hâlde elindeki dey-nekle yere vurup dürtüştürmeğe, çizgiler ve izler meydana getirmeğe başladı. Sonra:

  "Sizden hiçbir kimse ve yaratılmış hiçbir nefis müstesna ol­mamak üzere, muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yeri yazılmış, takdir edilmiştir. Ve herkesin bedbaht ve bahtiyar olduğu muhak­kak yazılmıştır" buyurdu.

Bunun üzerine sahâbîlerden bir adam:

— Yâ Rasûlallah! Öyle ise bizler ameli terkedip bu yazımız üze­rine dayanıp durmayalım mı (yânı amelin fâidesi nedir)? dedi.

Rasûlullah (S):

  "Saadet ehlinden olan kimse, saadet sahibinin ameline varıp ulaşacaktır. Bizlerden şekaavet ehlinden olan kimse de şekaavet ehli­nin ameline varıp ulaşacaktır" buyurdu ve şunu ilâve etti: "Saadet ehli, saadet ehlinin ameline kolaylaştırılırlar, şekaavet ehline gelince, onlar da şaktlik ehlinin ameline kolaylaştırılırlar".

Rasûlullah bundan sonra "Kim verir ve sakınırsa ve o en güzeli de tasdik ederse...*' âyetlerini okudu [812].

 

349- Bâb:

 

'Biz de onu, o en zor olana hazırlayacağız'' (Âyet: 10).

 

473-....... el-A'meş dedi ki: Ben Sa'd ibn Ubeyde'den işittim; o, Ebû Abdirrahmân es-Sulemî'den tahdîs ediyordu ki, Alî (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) bir cenazede idi. Eline birşey aldı da onunla yere dürtüp vurmaya, birtakım izler meydana getirmeye başladı da:

  "Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak üzere, muhakkak ateşten olacak oturacağı yeri ve cennetten olan oturacağı yeri yazılmış­tır" buyurdu.

Sahâbîler:

— Yâ Rasûlallah! Öyleyse bizler ameli terkedip de bu yazımız üzerine dayanıp durmayalım mı? dediler.

Rasûlullah:

  "Sizler çalışıp amel ediniz. Çünkü herkes ne için yaratılmış ise o kendisine kolaylaştırılmıştır: Saadet ehlinden olan kimseye saa­det ehlinin ameli kolaylaştırılır. Amma şakilik ehlinden olan kimse­ye geline, ona da şekaavet ehlinin ameli kolaylaştırılır" buyurdu.

Bundan sonra şu âyetleri okudu: "Kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlayacağız. Amma kim cimrilik eder, kendisim ihtiyâcsız görür ve o en güzeli yalan sa­yarsa, biz de onu o en güç olan için hazırlayacağız" [813].

 

93- Ve'd-Duhâ Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid:

"And olsun kuşluk vaktine, sükûna vardığı dem geceye" (Âyet: ı-2>; buradaki "Secâ", "İstevâ" (yânî "Dümdüz oldu") ma'nâsınadır, dedi.

Mucâhid'den başkası da: "Secâ", "Karanlık bastı", bir de "Sükûna kavuştu" ma'nâsınadır; "5eraz, bir fakır olduğunu bilip de zengin yapmadı mı?" (Âyet: 8); buradaki "Ailen", "Kendisine muhtaç olanlar sahibi" (yânî "Kendisine muhtâc olanlar çok oldu ve fakır oldu") ma'nâsınadır, demiştir.

 

350- Bâb:

 

'Rabb'in seni terketmedi ve danlmadı" (Âyet: 3).

 

474-....... Bize el-Esved ibn Kays tahdîs edip şöyle dedi: Ben Cundub ibn Sufyân (R)'den işittim, şöyle dedi: Rasûlullah (S) rahat­sızlandı da iki yâhud üç gece kalkmadı. Bir kadın geldi ve:

— Yâ Muhammedi Ben umarım ki, şeytânın seni bırakıp ter-ketmiş olsun! Görüyorum ki, iki yâhud üç geceden beri sana yaklaş­madı, dedi.

Bunun üzerine Azîz ve Celîl Allah: "And olsun kuşluk vaktine, sükûna vardığı dem geceye ki, Rabb *in seni terketmedi ve danlmadı'' sûresini indirdi [814].

 

351- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Rabb'in seni terketmedi ve danlmadı". Buradaki "Mâ veddeake" fiili şeddeli de, şeddesiz de okunur; ikisi de bir ma'nâyadır: "Rabb'in seni terketmedi" demektir.

İbn Abbâs da: "Mâ veddeake", "Seni terketmedi"; "Mâ kala", "Seni buğz etmedi" ma'nâsınadır, demiştir.

 

475-.......Buradaki senedde el-Esved ibn Kay s şöyle demiştir:

Ben Cundub el Becelî'den işittim (şöyle diyordu): Bir kadın:

— Yâ Rasûlaİlah! Sahibinin (yânı Cibrîl'in) muhakkak sana gel­mekte yavaşlayıp geciktiğini zannediyorum, dedi.

Bunun üzerine "Rabb*in seni terketmedi ve danlmadı" sûresi indi [815].

 

94- "Elem Neşrah" Sûresi

 

Rahman ve Rahtm olan Allah'ın ismiyle

 

"Göğsünü senin için açıp genişletmedik mi? Senden yükünü de indirmedik mi? Ki o senin sırtına ağır gelmişti. Senin nâmını da yükselttik. Demek hakîkaten güçlükle beraber bir kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber bir kolaylık var" (Âyet: ı-6).

Mucâhid: "Vizrake", "Câhiliyet'te olan yükünü"; "Enkada", "Senin sırtına ağır basmıştı" manasınadır, dedi [816].

"Güçlükle beraber bir kolaylık var" âyeti hakkında Sufyân ibn Uyeyne şöyle demiştir: Yânı bu "Aynı zorluğun beraberinde diğer bir kolaylık var" ma'nâsmadır. Bu ifâde, Yüce Allah'ın "De ki: Siz bizde iki güzelliğin birinden başkasını mı gözetliyorsunuz?"

(et-Tevbe: 52) kavli gibidir (yânı mü'minler için birden fazla güzellik sabit olduğu gibi, birden fazla kolaylık da

sabit olur).

"Bir zorluk da iki kolaylığı asla yenemez" [817]. "O hâlde boş kaldın mı hemen yorul. Ve (her işinde) ancak Rabb'ine sarıl" (Âyet: 7-8).

Mucâhid: "Fensab ", "(Farzı bitirdiğinde) ihtiyâcın hususunda yine Rabb'in yolunda yorul" ma'nâsmadır, demiştir [818].

İbn Abbâs'tan zikrolunuyor ki, o: "Biz senin göğsünü açmadık mı?" kavli hakkında: Allah onun göğsünü İslâm için açıp genişletti, demiştir [819].

 

95- "Ve't-Tîni" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"And olsun incire, zeytine, Sına Dağı'na ve şu emîn beldeye ki, biz hakikat insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Âyet: 1-5).

Mucâhid şöyle demiştir: Buradaki "İncir" ve "Zeytin", insanların yemekte bulunduğu şeylerdir [820].

"O hâlde hangi şey sana dini yalan saydırabilir?" (Âyet: 7) kavli hakkında: "İnsanların amelleri mukaabilinde

cezaya uğratılacaklarını sana yalandır dedirtip yalan saydıracak olan şey nedir?" ma'nâsınadır, deniliyor.

Sanki bu:" (Bunca delillerden sonra) sevabı ve ikaabı sana yalan saydırmaya kimin gücü yeter?" demiş gibidir [821].

 

476-.......Adiyy ibn Sabit haber verip şöyle demiştir: Ben el- Berâ(ibn Âzib -R)'dan işittim: Peygamber (S) bir seferde idi, yatsı namazında iki rek'atin birinde "Ve't-tîni ve'z-zeytûni" sûresini okudu (dedi) [822].

Mucâhid: "AhsenuH-takvîm", "En güzel yaratma"dır, demiştir.

 

96- "İkra' bi'smi Rabbike'llezî halaka" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle Kuteybe ibnu Saîd şöyle dedi: Bize Hammâd ibnu

Zeyd, Yahyâ'bnu Atîk'ten tahdîs etti ki, el-Hasenu'I- Basrî: İmâmın evvelinde (yânı Kur'ân'ın evveli olan Fâtiha'nın başında) "BismillâhVr-rahmânVr-rahîm"i yaz, bundan sonraki her iki sûre arasına da bir çizgi çek, demiştir [823].

Eğer vazgeçmezse andolsun onu alnından tutup sürükleriz, yalancı günahkâr alnından. O vakit meclisini da'vet etsin dursun! Biz de zebanileri çağırırız" (Âyet: 15-18).

Mucâhid: Buradaki "Nâdiyehu", "Aşiretini"; "ez-Zebâniyetu", "Melekleri" ma'nâsınadır, demiştir.

Ma'mer ibn Müsennâ: "Şübhesiz dönüş ancak Rabb'inedir" (Âyet. 8)dek\ "er-Ruc'â", "Merci"* (yânî "Dönüş") ma'nâsınadır; "Le-nesfean", "Le-ne'huzen" (yânî "Elbette onu yakalarız") ma'nâsınadır. Hafif nûn, yânî şeddesiz nûn ile "Le-nesfean", "Elinden yakaladım" ma'nâsına olan "Seaftu bi-yedîhî"dendir.

 

352- Bâb:

 

(Bu, geçen bâbdan bir fasıl gibidir.)

 

Besmele hakkındaki araştırma el-Fâtiha'nın başında da geçmişti.

 

477-.......Ebû Salih Selmûye haber verip şöyle demiştir: Bana Abdullah ibnu'l-Mubârek tahdîs etti ki, Yûnus ibnu Yezîd şöyle de­miştir: Bana İbnu Şihâb haber verdi. Ona da Peygamber'in zevcesi Âişe (R) haber verip şöyle demiştir: RasûluIlah(S)'in ilk vahy başlan­gıcı uykuda, doğru rü'yâ görmekle olmuştur. Hiçbir rü'yâ görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi apaçık meydana çıkmasın (yânı her gördüğü rü'yâ muhakkak sabah aydınlığı gibi apaçık meydana gelirdi). Bun­dan sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Hıra mağarasına katılır, orada ailesinin yanına dönmeden, sayısı belli gecelerde tahannus ederdi -Râvî ez-Zuhrî: "Tahannus", "Taabbud",yânî "İbâdet etmek" ma'nâsi-nadır, demiştir-. İşte bunun için yanına azık alır giderdi. Oradaki ibâ­det gecelerinden sonra Hadîce'ye döner ve bir o kadar zaman için yine azık tedârik ederdi. Nihayet O Hıra mağarasında bulunduğu sı­rada ona ansızın Hakk (emri, yânı vahy) geldi. Şöyle ki: O'na Melek gelip:

  Oku! dedi. Rasûlullah:

  Ben okuyucu değilim" diye cevâb verdi. Rasûlullah buyurdu ki:

  "O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıkıştır­dı. Sonra beni bırakıp yine 'Okul' dedi. Ben de ona: Ben okuyucu değilim, dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni salıverip yine 'Oku!' dedi. Ben de: Okuyucu değilim, dedim. Beni üçüncü kerre tuttu ve yine takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bıraktı da: 'Yaratan Rabb 'inin adiyle oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb 'in nihayetsiz ke­rem sahibidir. Ki o, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti' (Âyet; 1-5) âyetlerini söyledi."

Bunun üzerine Rasûlullah, bu âyetleri alarak, korkudan vücû­dunun etleri titreye titreye döndü ve Hadîce'nin yanına girdi de:

  "Beni sarıp örtün, beni sarıp örtün" dedi.

Korkusu gidinceye kadar kendisini sarıp örttüler. Sonra Rasû­lullah, Hadîce'ye:

  "Ey Hadîcel Bana ne oluyor ki? And olsun ben kendimden korktum" dedi ve vukû'a gelen haberi Hadîce'ye haber verdi.

Hadîce de ona:

— Öyle deme, sevin, Allah'a yemîn ederim ki, Allah Seni hiçbir vakit utandırmaz. Yine Allah'a yemîn ediyorum, çünkü Sen hısımla­ra iyilik ekler durursun, sözü dosdoğru söylersin, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakîre verir, kimsenin kazandirama-yacağını kazandırırsın, konuğa yemek yedirir ağırlarsın, hakk yolunda meydana gelen hâdiseler ve mühim işlerde halka yardım edersin, dedi.

Bundan sonra Hadîce, Rasûlullah'ı birlikte alıp, O'nu babası­nın erkek kardeşinin, yânî Hadîce'nin amcasının oğlu olan Varaka ibnu Nevfel'e götürdü. Bu zât Câhiliyet zamanında Hristiyan Dîni'-ne girmiş bir kimse olup, Arabça yazı yazabilir ve İncil'den de Al­lah'ın yazmasını dilediği mikdârda bâzı şeyleri Arabça yazardı. Varaka gözleri görmez olmuş yaşlı büyük bir şeyh idi. Hadîce, Varaka'ya:

— Ey amca! Kardeşinin oğlundan dinle bak, ne söylüyor! dedi. Varaka:

— Ey kardeşimin oğlu! Ne görüyorsun? deyince, Peygamber gör­düğü şeyleri kendisine haber verdi.

Bunun üzerine Varaka:

— Bu gördüğün, Mûsâ Peygamber üzerine indirilmiş olan Nâ-mûs'tur (yânî vahy meleğidir). Âh keski Sen'in da'vet günlerinde genç olaydım. Kavmin Sen'i çıkaracakları zaman keski hayâtta olsaydım! dedi, ve bir cümle daha zikretti [824].

Rasûlullah:

  "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sordu. Varaka da:

— Evet, (çünkü) Sen'in gibi birşey getirmiş (yânî vahy tebliğ et­miş) bir kimse, muhakkak eziyete uğratılmıştır. Eğer Sen'in da'vet gününe diri olarak yetişirsem, Sana son derecede yardım ederim, ce­vâbını verdi.

Bundan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti. O esnada bir vahy fetreti oldu (yânî bir müddet için vahy kesikliğe uğradı). Rasûlullah bundan hüzünlendi [825].

Muhammed ibn Şihâb şöyle dedi: Bana Ebû Seleme Abdurrah-mân ibn Avf haber verdi ki, Câbir ibn Abdillah el-Ensârî (R) de -ge­çen hadîsi rivayet edip- şöyle demiştir: Rasûlullah vahy fetretinden bahsederken sözü arasında şöyle buyurdu:

  "Ben (bir gün) yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Gözümü kaldırdım, bir de baktım ki, Hırâ'da bana gelen melek (yânî Cibril aleyhi's-selâm) gök ile yer arasında bir kürsîüze-_ rinde oturmuş. Ben bundan çok korktum ve hemen (evime) dönüp: Beni örtün, beni örtün, dedim. Beni disâr demlen örtü ile sarıp ört­tüler. Akabinde Yüce Allah: Ey bürünüp sarınan! Kalk artık korkut, Rabb'inin büyüklüğünü Vlân ett elbiselerini temizle, pisliği -azâbı-terkeyle... " el-Müddessir âyetlerini indirdi".

Ebû Seleme: Buradaki "er-Ric", Câhiliyet ehlinin ibâdet ede-geldikleri vesenler, putlardır, dedi.

Câbir: Bundan sonra vahy kesilmeyip arka arkaya devam edip durdu, dedi [826].

 

353- Bâb: Yüce Allah'ın "İnsanı Bir Kan Pıhtısından Yarattı" Kavli

 

478-....... Bize el-Leys, Ukayl'den; o da İbn Şihâb'dan; o da Urve'den tahdîs etti ki, Âİşe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah'a vahyin ilk başlangıcı sâlih rü'yâdır. Sonra O'na melek geldi de: "Yaratan Rabb 'inin adiyle oku! O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb 'in nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle öğretendir. İnsa­na bilmediğini O öğretti** âyetlerini söyledi.

 

354-Bâb: Yüce Allah'ın "Oku! Rabb'in Nihayetsiz Kerem Sahibidir" Kavli

 

479-.......Buradaki iki senedde yine Âişe(R)'den: Rasûlullah'a vahyin ilk başlangıcı sâdık rü'yâ (görmekle) olmuştur. O'na melek geldi de: "Yaratan Rabb Hnin adiyle oku! O insanı bir kan pıhtısın­dan yarattı. Oku! Rabb 'in nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalem­le öğretendir. İnsana bilmediğim O öğretti" âyetlerini söyledi.

 

355- Bâb:

 

'O, kalemle öğretendir

 

480-.......İbn Şihâb dedi ki: Ben Urve'den işittim. Âişe(R): Son­ra, Peygamber (S) Hadîce'ye döndü de:

— "Beni örtün, beni örtün" dedi şeklinde söyleyip, yukarıda ge­çen hadîsi zikretmiştir [827].

 

356- Bâb:

 

'Sakınsın o. Eğer (küfürden) vazgeçmezse, and olsun onu alnından tutup sürükleriz. Yalancı, günahkâr alnından!" (Âyet: 15-16).

 

481-.......Bize Abdurrazzâk, Ma'mer ibn Râşid'den; o da Abdulkerîm el-Cezerî'den; o da îkrime'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Bir gün Ebû Cehil:

— Eğer Muhammed'i Ka'be yanında namaz kılarken görürsem, muhakkak boynu üzerine ayağımla basıp çiğneyeceğim, demişti.

Bu haber Peygamber(S)'e ulaşınca:

  "Eğer Ebû Cehil bunu yapmaya davransaydı, muhakkak onu melekler yakalayacaktı" buyurdu.

Bu hadîsi, Ubeydullah'tan; o da Abdulkerîm'den rivayet etmekte Abdurrazzâk'a, Amr ibnu Hâlid mutâbaat etmiştir [828]

 

97- "İnnâ enzelnâhu" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Gerçek biz onu kadir gecesinde indirdik... " (Âyet: I) [829];

"O tan yeri ağarıncaya kadar bir Selâm'dtr" (Âyet: 5).

Deniliyor ki, (lâm'ın fethasıyle) "Matla"', mîmli masdar olup "Tulu"', yânî "Doğuş"; lâm'ın kesresiyle ', "Fecrin kendisinden  doğurulacağı yer", yânî mekân ismidir.  "Enzelnâhu "da "Hu" zamîrindeki hâ, Kur'ân'dan kinayedir. "Enzelnâhu", cem? yerinde, yânî cemf nûn'u ile gelmiştir. Hâlbuki "İndirici", tek olan Allah'tır. Arab vahidin fiilini te'kîd eder de fiilin daha sabit ve daha te'kîdli olması için, onu cemi* lafzıyle getirir [830].

 

98- "Lem yekûn" Sûresi [831]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Kitâblılardan ve müşriklerden küfredenler kendilerine apaçık bir hüccet,  (yânı) içinde en doğru hükümler yazılı, temiz sahîfeleri okuyacak Allah'tan bir rasûl gelinceye kadar (dînlerinden) ayrılacak değillerdi" (Âyet: 1-3). Buradaki "Münfekkîn", "Üzerinde bulundukları şeyden zail olup ayrılacak değillerdi" ma'nâsınadır [832].

"Hâlbuki onlar Allah'a, O'nun dîninde ihlâs sahibi muvahhidler olarak ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. En doğru dîn de bu idi"

(Âyet: 5);

buradaki "Kayyime", "Kaaime" (yânî "Sabit ve ayakta duracak olan ebedî dîn") ma'nâsmadır.

"Dînu'l-kayyime" terkibinde Allah, dîni müennes olan bir şeye izafe etti [833].

 

482-...,... Şu'be şöyle dedi: Ben Katâde'den işittim; o daEnes ibn Mâlik(R)'ten, ki Peygamber (S) Ubeyy ibn Ka'b'a hitaben:

  "Şübhesiz Allah bana Lem yekûnVllezîne kefeni sûresini sa­na karşı okumamı emir buyurdu" dedi.

Ubeyy, Peygamber'e:

— Allah benim ismimi andı mı? diye sordu. Peygamber:

  "Evet andı" buyurunca, Ubeyy ağladı [834].

 

483-.......Hemmâm ibn Yahya, Katâde'den tahdîs etti ki, Enes (R) şöyle demiştir: Peygamber (S), Ubeyy'e hitaben şöyle:

  "Allah bana sana karşı Kur'ân'ı okumamı emretti" dedi.

Ubeyy:

  Allah benim ismimi Sana açıkça andı mı? diye sordu. Peygamber:

  "Allah senin ismini bana açıkça söyledi" buyurdu. Bunun üzerine Ubeyy ağlamağa başladı.

Katâde şöyle demiştir: Bana haber verildi ki, Peygamber, Ubeyy'e karşı "Lem yekûnVllezîne kefem min ehlVl-kitâbi" sûresini oku­muştur.

 

484-.......Saîd ibnu Ebî Arûbe, Katâde'den; o da Enes ibn Mâlik(R)'ten tahdîs etti ki, Peygamber (S) Ubeyy ibn Ka'b'a:

  "Allah bana Kur'ân'ı sana okumamı emir buyurdu" dedi. Ubeyy:

  Allah benim ismimi Sana söyledi mi? dedi. Peygamber:

 "Evet (söyledi)" buyurdu. Ubeyy:

— Ben Âlemlerin Rabbi katında anılmış mı oldum? dedi. Peygamber:

  "Evet" deyince, Ubeyy'in iki gözü yaş akıttı [835].

 

99- "İzâ zulziletfl-ardu zilzâlehâ" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

357- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"Kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor idiyse onu görecek" (Âyet: 7).

'Evhâ lehâ", "Evhâ ileyhâ", "Vaha lehâ" ve "Vaha ileyhâ" ma'nâda birdir, deniliyor [836].

 

485-.......Bize Mâlik, Zeyd ibn Eslem'den; o da Ebû Salih es-Semmânî'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur:

  "Atlar şu üç kimseye âid olur: Bir kimse için ecirdir, bir kim­se için ihtiyâcına bir perdedir, bir kimse üzerine de bir günâhtır. At kendisi için ecir ve sevâb olan kimseye gelince, o atını Allah yolunda (cihâd için) bağlamıştır, atın bağım da bol otlu geniş bir sahada veya çayırlıkta uzatmıştır. Bu bol otlu sahadan veya çayırlıktan atın bu uzun ipinde iken yediği her ot, sahibi için birer hasenedir, iyiliktir. Hele bir de atın ipi kopsa da şahlanarak bir veya iki yükseklik -yâhud bir iki mil kadar- neşât ile koşsa, yerde tırnaklarının bıraktığı izleri ve onun gübreleri de sahibi için haseneler olur. Bir de hayvan bu ara­da bir nehre uğrayıp da ondan içerse -sahibi sulamak istememiş olsa bile- bu su da sahibi için haseneler, iyilikler olur. İşte cihâd için bağ­lanan bu gaza atı, sahibi için büyük bir ecirdir.

Bir kimse de atını halka muhtaç olmamak, iffetini korumak için bağlar da sonra bu kimse gerek hayvanların üzerindeki Allah hakkı­nı, gerek arkalarına takatlerinden fazla yüklememeyi unutmazsa, bu at da o kimse için (fakirliğe karşı) bir perdedir.

Bir kimse de atını öğünmek için, gösteriş için ve müslümânlara düşmanlık için bağlarsa, bu hayvan da onun üzerine büyük bir vizrdir".

Rasûlullah'a merkeblerden soruldu da, O:

  "Onlar hakkında Allah bana her hükmü toplayıcı bir vecize olan şu âyetten başka birşey indirmedi: Her kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor idiyse onu görecek; kim de zerre ağırlığınca bir şerr ya­pıyor idiyse onu görecek (Âyet: 7-8)" [837].

 

358- Bâb:

 

'Kim de zerre ağırlığınca şerr yapıyor idiyse onu görecek" (Âyet: 8)

 

486-.......İbnu Vehb şöyle dedi: Bana Mâlik, Zeyd ibn Eslem'­den; o da Ebû Salih es-Semmân'dan; o da Ebû Hureyre(R)'den haber verdi ki, Peygamber'e eşeklerden sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Eşekler hakkında bana her hükmü toplayıcı bir vecize olan şu âyet­ten başka birşey indirilmedi: Her kim zerre ağırlığınca bir hayır ya­pıyor idiyse onu görecek, kim de zerre ağırlığınca bir şerr yapıyor idiyse onu görecek" [838].

 

100- "Ve'1-âdiyâti" Sûresi [839]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

Mucâhid şöyle demiştir:

"Muhakkak insan, Rabb'ine karşı çok nankördür" (Âyet: 7); buradaki "el-Kenûd", "el-Kefûr" (yânı "Çok nankör") ma'nâsmadır. Şöyle deniliyor:

"Fe-eserne bihi nak'an", "Derken orada bir toz yükseltenlere" ma'nâsmadır. "Li-hubbVl-hayri", "Mal

sevgisinden dolayı"; "Le-şedîdun'\ "Pek cimridir"ma'nâsmadır. Ve cimri kişi için "Şedîd" ta'bîri söylenir.

"Göğüslerde ne varsa onlar da derlenip toparlandığı zaman" (Âyet: ıo); buradaki "Hııssıle", "Ayrılıp seçildiği zaman" ma'nâsmadır.

 

101- el-Kaaria Sûresi [840]

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"O gün insanlar yaygın pervaneler gibi olacak. Dağlar atılmış renkli yünler gibi olacak" (Âyet: 4-5); buradaki

"KeH-ferâşVl-mebsûs", "Birbiri üzerine binen çekirge dalgaları gibi" demektir. İnsanlar işte bunun gibi o gün bâzıları bâzıları içinde dolaşır durur. "Ke'l-ihni'l- menfûşi", "Renkli yünlerin didilmişleri gibi".

Abdullah ibn Mes'ûd bu "KeH-ihni" lafzını "Ke's-sûfi* şeklinde okudu.

 

102- "Eihâkumu't-tekâsurıT Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

"Sizi çoklukla bobürleniş oyaladı, tâ kabirleri ziyaret edişinize kadar77 (Âyet: 1-2);

İbn Abbâs:

'et-Tekâsur'% mallarda ve çocuklarda yapılan çokluk yarışıdır, demiştir [841].

 

103- "Ve'1-asri" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah 'in ismiyle

 

"And olsun asra ki, muhakkak insan kesin bir ziyandadır. Ancak îmân edenlerle güzel güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler böyle değildir" (Âyet: 1-3).

Yahya ibn Ziyâd el-Ferrâ:

"el-Asr", "ed-Dehr"dır (yânî, âlemin başlangıcından son bulmasına kadar olan müddettir); -acibeleri ve ibretleri şâmil bulunması sebebiyle- Allah bununla yemîn etti, demiştir [842].

 

104- "Veylun Li-Kulli Humezetin" Sûresi

 

Rahman ve Rahtm olan Allah'ın ismiyle

 

"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı âdet edinen her kişinin vay hâline! Ki o, malı yığıp tekrar tekrar sayandır. Malı hakîkaten kendisine ebedî hayât vereceğini sanır o. Hayır. O, and olsun Hutame'ye atılacak. O Hutamefnin neydiğini sana bildiren ne? O, Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki, tırmanıp yüreklerin tâ üstüne çıkacaktır" (Âyet: ı-7).]

Buradaki "el-Hutame", "Sekar" (el-Kamer: 48; el-Müddessir: 26-27) ve "Lazâ" (el-Leyl: 14; el-Maâric: 15)

gibi "AteşMin ismidir [843].

 

105- "Elem tere" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah 'in ismiyle

 

"Rabbanin fil sahihlerini nasıl ettiğini görmedin mi?

O, bunların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı? O bunların üzerlerine sürü sürü kuşlar göndermedi mi? Ki bunlar onlara pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı. Derken onları yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi" (Âyet: 1-5).]

Mucâhid: Buradaki "Elem tere", "Elem ta*lem" (yânî "Bilmedin mi?") ma'nâsınadır demiştir. Yine Mucâhid:

Buradaki "Ebabil", "Alay alay, bölük bölük, birbiri ardınca, katar katar, toplu toplu kuş sürüleri" ma'nâsınadır demiştir [844].

İbn Abbâs:

'Minsiccîl", "Senk" ile "Kil" kelimelerindendir, demiştir [845].

 

106- "Li-iylâfi Kureyşin" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah ‘ın ismiyle

"KureyşH emniyet ve selâmete, kış ve yaz kendilerini seyr ve seferde esenliğe kavuşturduğundan dolayı, şu

BeyVin Rabb'ine ibâdet etsinler; onları açlıktan doyuran, kendilerine korkudan emînlik verendir O*'

(Âyet: 1-4).

Mucâhid:

"Li-iylâfi Kureyşin", "Kureyş öteden beri bu yolculuklara ülfet edip alıştılar da artık kışta ve yazda yaptıkları bu seferler kendilerine meşakkat olmuyordu" demektir.

“Ve âmenehum", "Allah onları kendi haremleri içinde her bir düşmanlarından emîn kıldı" ma'nâsınadır, demiştir  [846].

Sufyân ibn Uyeyne: "Li-iylâfi", "Kureyş üzerindeki ni'metlerim sebebiyle alıştırılmasından dolayı" ma'nâsınadır, demiştir [847].

 

107- "Eraeyte" Sûresî [848]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Dîni yalan sayam gördün mü? İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (bu vasıflarla beraber) namaz kılanların vay hâline ki, onlar namazlarından gafildirler, onlar gösterişçilerin tâ kendileridirler. Onlar zekâtı da men' ederler" (Âyet: ı-7).]

Mucâhid şöyle demiştir:

Buradaki "Yedu'u'l-yetime", "Yetimi hakkından şiddetle def eder, iter" ma'nâsınadır. Bu ta'bîrin

"İttim" dernek olan "DaaVdan olduğu söylenir;

"O gün onlar cehennem ateşine itilip kakılırlar" (et-ra: 13) kavlindeki "Yuda'ûne" de "İtilip kakılırlar" m a'n asmadır.

"Onlar namazlarında sehvediddirler, yanılıcıdırlar",

"Oyalama, eğlenicidirler -namazın ehemmiyetinden gaflet edip onu gereği gibi ciddî kılmayanlardır-*' ma'nâsınadır. ma'rûf olan iyilik cinsinin hepsidir. Arablar'ın bâzısı: "el-Mâûn", "Su"dur, demiştir.

İkrime de: "Afâw/i"un en yükseği, farz kılınmış olan zekâttır. En aşağısı ise faydalanılacak şeyleri âriyeten vermektir, demiştir [849].

 

108- "İnnâ a'taynâke'I-kevser" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Biz verdik sana hakikatte Kevser. Sen de Rabb'in için namaz kıl, kurbân da kesiver. Doğrusu sana buğz edendir ebter" (Âyet: ı-3).[850]

İbn Abbâs:

"Şânieke", "Aduvveke" (yânî "Sana düşmanlık eden") m a'n âşinâdır, demiştir.

 

487-.......Katâde tahdîs etti ki, Enes (R) şöyle demiştir: Pey­gamber (S) semâya yükseltildiği zaman (gördüklerini) anlatırken şöyle buyurmuştur: "Ben bir ırmak üzerine götürüldüm. Onun iki taraf sahili, içleri boşaltılmış olarak hâlis inci kubbelerdi.

  Yâ Cibril, bu nedir? diye sordum. O da:

  İşte bu Kevser'dir! diye cevâb verdi" [851]

 

488-....... İsrâîl ibn Yûnus, Ebû İshâk'tan; o da Ebû Ubeyde (Âmir ibn Abdillah ibn Mes'ûd)dan; o da Âişe(R)'den tahdîs etmiş­tir. Ebû Ubeyde: Ben, Yüce Allah'ın "Biz hakikatte sana Kevser'i verdik" kavlinden sordum. Âişe:

— Kevser muazzam bir ırmaktır ki, Peygamberiniz(S)e bahşe­dilmiştir. Onun iki taraf sahili üzeri, içi boşaltılmış hâlis incidir. Bu ırmağın bardakları yıldızlar sayısmcadır, dedi.

Bu hadîsi Zekeriyyâ ibnu Ebî Zaide, Ebu'I-Ahvas ve Mutarrıf da Ebû İshâk'tan rivayet etmişlerdir.

 

489-.......Bize Ebû Bişr, Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R) Kevser hakkında: O da Allah'ın Peygamber'ine vermiş ol­duğu hayırdır, demiştir.

Ebû Bişr dedi ki: Ben, Saîd ibn Cubeyr'e:

— İnsanlar Kevser'in cennette bir ırmak olduğunu söylüyorlar, dedim.

Bunun üzerine Saîd ibnu Cubeyr:

— Cennette bulunan o nehir de Allah'ın kendi Peygamber'ine ver­miş olduğu hayırdandır, dedi [852]

 

109-"Kul yâ eyyuha'l-kâfirûne" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah *m ismiyle

 

"Deki:

Ey kâfirler, tapmam sizin taptığınıza Siz ki tapmıyorsunuz benim taptığıma Ben de tapıcı değilim sizin taptığınıza Size dîniniz, bana dînim " (Âyet: i-ğ)

(-Mehmed Akif-) [853]

 

Burada "Sizin dîniniz size", yânî "Küfr size"; "Benim dînim de bana", yânî "İslâm dîni de bana"dır,

Duyuruluyor. Yüce Allah burada "Dînî" şeklinde asliyle söylemedi. Çünkü bundan önceki âyetlerin sonları hep nûn harfiyledir. Âyet sonlarının birbirine uygun olması için "Dînf'nin sonundaki yâ zamîri hazf edilmiştir. Nitekim şu âyetlerde de "Yehdîn" ve

"Yeşfîn" şeklinde böyle yâ zamîrini hazf ile söylemiştir:

"(O Rabb) ki beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana yediren, bana içiren O'dur. hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Beni öldürecek, sonra beni diriltecek olan O dur"

(eş-Şuarâ: 78-81).

Başkası da (yânî Ferrâ'dan başkası da) şöyle dedi: Ben, şimdi sizin ibâdet etmekte bulunduğunuz şeylere ibâdet etmem. Ömrümden kalan süre içinde de tapmakta olduklarınıza tapmam için yaptığınız çağrıda da sizlere icabet etmem. Sizler benim ibâdet etmekte olduğuma ibâdet ediciler değilsiniz. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“... And olsun sana Rabb'inden indirilen (bu Kur'ân) onlardan birçoğunun taşkınlığını ve gâvurluğunu artıracaktır. O hâlde o kâfirler güruhuna karşı gamlanma" (ei-Mâide: 68) [854]

 

110- "İzâ câe nasrullâhi" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

"Allah'ın nusratı ve fetih gelince, sen de insanların fevc fevc Allah'ın dînine gireceklerini görünce, hemen

Rabb 'ini hamd ile teşbih et, O 'nun mağfiretini iste. Şübhesiz ki, O tevbeleri çok kabul edendir" (Âyet: ı-3).[855]

 

490-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) kendisine "İzâ câe nasrullâhi ve H-fethu *" indikten sonra kıldığı her namazda muhak­kak "Subhâneke Rabbena ve bi-hamdike, Allâhumme'ğfir /?" derdi.

 

491-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) rukû'unda ve sucûdunda "Subhâneke'ttâhumme Rabbena ve bi-hamdike, Allâhum­me'ğfir IV sözlerini söylemeyi çok yapar olmuştu. Rasûlullah bunu çok söylemekle * (Rabb 'ini hamd ile teşbih et ve O yndan mağfiret iste''

âyetindeki Kur'ân emrini yerine getiriyor, onunla amel ediyordu [856].

 

359- Bâb:

 

'Sen de insanların fevc fevc Allah'ın dînine gireceklerini görünce" (Âyet: 2).

 

492-....... Bize Abdullah ibni Ebî Şeybe tahdîs etti. Bize Abdurrahmân ibn Mehdî, Sufyân es-Sevrî'den; o da Habîb ibnu Ebî Sâ-bit'ten; o da Saîd ibn Cubeyr'den; o da İbn Abbâs'tan tahdîs etti. Umer (R) Bedir ihtiyarlarına, Yüce Allah'ın ftîzâ câe nasrullâhi ve'l-fethu" kavlinden sordum. Onlar:

— Bu, şehirlerin ve sarayların fethidir, dediler. Umer:

— Sen ne dersin ey Abbâs oğlu? diye sordu. Ben İbn Abbâs da:

— Bu, Rasûlullah'm ecelidir -yâhud: Muhammed için beyân edil­miş bir meseldir- ki, bununla nefsinin vefat edeceği kendisine bildi­rildi, dedi [857].

 

360- Bâb:

 

"Sen de hemen Rabb'ini hamd ile tesbîh et ve O'nun mağfiretini iste. Şübhesiz ki O, tevbeleri çok kabul edendir" (Âyet: 3).

Allah, kullara mağfiret ve tevbe kabul etmeğe çok dönücü demektir. İnsanlardan olan "Tevvâb" ise,

"İşlemiş olduğu günâhtan çok tevbe edici ma'nâsınadır.

 

493-.......Ebû Avâne, Ebû Bişr'den; o da Saîd ibn Cubeyr'den tahdîs etti ki, İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Umer beni Bedir ihtiyâr-Iarıyle beraber kendi meclisine girdirirdi. Buna bâzısı içerlemiş gibi:

— Bunu niçin bizimle beraber alıyorsun? Bizim onun kadar oğul­larımız var? demişler.

Umer de:

  O bildiğiniz sebebden (yânî o, sizin de bildiğiniz ilim sahibi kimselerden olduğu için meclisime alıyorum), demiş.

Günün birinde Umer, İbn Abbâs'ı yine çağırdı da, Bedir ihti-yârlarıyle beraber meclisine girdirdi. Sonra anladım ki, o gün Umer beni onlara göstermek için çağırmış.

Umer:

— Yüce Allah' in ' 'Izâ câe nasrullâhi ve 1-fethu'' kavli hakkında ne dersiniz? diye sordu.

Bâzıları:

  Bize nusrat ve fetih verildiği zaman Allah'a hamd etmemiz ve mağfiret dilememiz emrolundu, dediler.

Bâzıları da sükût etti, birşey söylemedi. Umer bana:

  Sen de mi böyle söylüyorsun ey Abbâs oğlu? dedi. Ben:

  Hayır, dedim.

  Ya ne diyorsun? dedi. Ben:

  O, Rasülullah'ın ecelidir. Allah bunu kendisine bildirdi de: "Allah 'in nusratı ve fetih geldiği zaman ", işte bu Sen'in ecelinin alâ­metidir. "Artık Rabb Hne hamd ile tesbîh et ve O'ndan mağfiret iste. Şübhesiz ki O, tevbeleri çok kabul edendir" buyurdu, dedim.

Umer de:

— Benim bilmekte olduğum da ancak senin söylemekte olduğun şeydir, dedi [858].

 

111- "Tebbet yedâ Ebî Lchebin ve tebbe' Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"Ebû LehebHn iki eli kurusun, kendisi de kurudu" (Âyet: 1).

"Fir'avn'ın düzeni başka değil, ancak hüsranda idi"

(ei-Mümin: 37>; buradaki "Tebâb", "HüsrârTdır.

"Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Binâenaleyh Allah'ı bırakıp taptıkları (yalancı) tanrılar, Rabb Herinin (azâb) emri geldiği zaman, onlara hiçbir fâide vermedi, ziyanlarını artırmaktan başka birşey yapmadı" <Hûd: ıoı>; buradaki "Tetbtb", "Tedmîr" (yânî "Yok etmek, helak etmek") manasınadır [859].

 

494-.......İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: "En yakın hısımlarını (ve onlardan ihlâsa erdirilen cemâatini) inzâr et" (eş-şuarâ: 214) âyeti inince, Rasûlullah (S) çıkıp Safâ'ya yükseldi ve:

  "Yâ sabâhâh! -Ey Kureyşt Buraya geliniz! Büyük bir iş kar­şısında bulunuyorsunuz!-" diye nida etmişti.

Kureyş:

  Bu kimdir? dediler de Peygamber'in yanma toplandılar.

Peygamber onlara:

  "Ne dersiniz? Ben size 'Şu dağın arkasından birtakım atlar çıkacak' diye haber versem, sizler beni doğrular mısınız?" buyurdu.

  Biz sende bir yalan tecrübe etmedik, dediler. Peygamber (S):

  "Öyleyse ben sizlere şiddetli bir azabın önünde bir uyanayım " buyurdu.

Ebû Leheb:

— Yazık sana! Bizi buraya bunun için mi topladın! dedi, sonra kalktı.

Bunun üzerine "Tebbet yedâ EbîLehebin ve tebbe kad tebbe" sûresi indi.

el-A'meş o gün bu âyeti bu şekilde okumuştur [860].

 

361- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

'Ona ne malı, ne kazandığı faide vermedi (Âyet: 2)

 

495-.......el-A'meş, Artır ibnu Murre'den; o da Saîd ibnu Cubeyr'den; o da İbn Abbâs(S)'tan şöyle tahdîs etti: Peygamber (S) Mek­ke içindeki Bathâ'ya, seyl yerine doğru çıktı ve oradaki tepeye (yânî Safa Tepesi'ne) yükseldi. Akabinde:

— "Yâ sabâhâh! -Ey Kureyş! Buraya geliniz! Büyük bir iş karşı­sında bulunuyorsunuz!-" diye seslendi.

Bunun üzerine Kureyş, Peygamber'in yanına toplandılar. Pey­gamber:

  "Re'y edip düşündünüz mü? Eğer ben size, düşman sizi ya sabah baskınına yâhud akşam baskınına uğratacaktır diye söylesem, beni doğrular, tasdik eder misiniz?" diye sordu.

Kureyş:

  Evet (doğrular, tasdîk ederiz), dediler. Peygamber:

  "Öyle ise ben sizi şiddetli bir azabın önünde bir korkutucu, bir uyarıcıyım" dedi.

Bu söz üzerine Ebû Leheb:

  Bizi bunun için mi topladın? Yazık sana! dedi. Akabinde Azîz ve Celîl Allah: "Ebû Leheb *in iki eli kurusun.,." sûresini sonuna kadar indirdi [861].

 

362- Bâb: Yüce Allah'ın Şu Kavli:

 

"O alevli bir ateşe girecek" (Âyet: 3).

 

496-.......el-A'meş tahdîs edip şöyle demiştir: Bana Amr ibnu Murre, Saîd ibn Cubeyr'den; o da İbn Abbâs(R)'tan tahdîs etti ki, Ebû Leheb:

— Yûh sana! Bizleri bunun için mi topladın? demiş, bunun üze­rine "Ebû Leheb yin iki eli kurudu... " sûresi inmiştir [862].

 

363- Bâb:

 

"Karısı da, odun hammâlı olarak". Mucâhid: "Odun hammâlı olarak", "Koğucu, ötekine berikine söz götüren fesâdcı kadın" ma'nâsınadır, demiştir.

"Boynunda bükülmüş bir ip de olduğu hâlde" (Âyet: 4-5).

"Mesed", Mukl ağacının lifinden bükülmüş ipe denilir. O da (âhirette) ateşte takılacak olan zincirdir [863].

 

112- "Kul huve'llâhu ahad" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

"De ki: O Allah'tır, bir tektir. O Allah'tır, sameddir,

O doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbirşey O'nun dengi değildir" (Âyet: ı-4) [864]

"Vâhid" ma'nâsına olan "Ahad" lafzı, ulamada tenvînlenmez, deniliyor.

 

497-....... Bize Ebu'z-Zinâd, el-A'rec'den; o da Ebû Hureyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S) şöyle demiştir: "Yüce Allah şöyle buyurdu: Âdem oğlu beni yalanladı, hâlbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bâzısı da bana sövdü, hâlbuki bana sövmek ona ya­kışmazdı. Âdem oğlunun beni yalanlamasına gelince: Beni ilk defa yarattığı gibi, Allah beni öldükten sonra tekrar yaratamaz sözüdür. Hâlbuki ilk yaratma, benim üzerime ikinci defa yaratmaktan daha kolaydır. Âdemoğlunun bana sövmesine gelince: Allah bir çocuk edin­di sözüdür. Hâlbuki ben ahadım, samedim, doğurmadım ve doğurul-madım ve hiçbir kimse benim dengim olmamıştır" [865].

 

364- Bâb: Yüce Allah'ın: "O Allah Sameddir" Kavli

 

Arablar, şeriflerine "Samed" ismi verirler. Ebû Vâil: O, efendiliği kendisinde son bulan seyyiddir, demiştir [866].

 

498-....... Bize Ma'mer ibn Râşid, Hemmâm ibn Münebbih'ten haber verdi ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) şöyle dedi: "-Allah buyurdu:- (Bâzı) Âdem oğlu beni yalanladı. Hâl­buki ona yakışmazdı. Ve yine o bana sövdü. Hâlbuki sövmek ona yakışmazdı. Beni yalanlamasına gelince: Benim onu ilk evvel yarat­tığım gibi yeniden yaratmayacağımı söylemesidir. Amma bana söv­mesine gelince: 'Allah çocuk edindi' sözünü söylemesidir. Hâlbuki ben o samedim ki, doğurmadım, doğurulmadım ve hiçbir kimse be­nim dengim olmamıştır".

 

365- Bâb:

 

'O doğurmamıştır, doğurulmamıştır ve hiçbirşey O'nun dengi değildir" (Âyet: 3-4).

'Kufuen", "Kefîen", "Kifâen" bir ma'nâyadir [867]

 

113- "Kul eûzu bi-Rabbi'I-felâk" Sûresi

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

 

'De kUSabâhhn RabbHne sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden; karanlığı çöküp bastığı zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürenlerin şerrinden. Ve hased edenin hased ettiği zaman şerrinden" (Âyet: 1-5)] [868].

Mucâhid şöyle demiştir: "el-Felâk", "es-SabuhM (yânî "Sabah"); "Ğâsık", "Gece"; "İzâ vakabe", "Güneşin batması" ma'nâsınadır. "O, sabahın ayrılmasından ve sabahın açılmasından daha açıktır" denilir. Herbir şeyin içine girdiği ve karanlık bastığı zaman "Vakabe" denilir.

 

499-....... Bize Sufyân ibn Uyeyne, Abdete (ibnu Ebî Lubâbe)'den tahdîs etti ki, Zırr ibnu Hubeyş şöyle demiştir: Ben Ubeyy ibn Ka'b'a Muavvizeteyn'den sordum. Ubeyy ibn Ka'b (R) şöyle de­di: Ben de RasûIulIah(S)'a sordum da O:

— "(Cibril'in diliyle) bana bu iki sûre söylendi, ben de size söyledim" buyurdu.

Ubeyy: İşte biz de Rasûlullah'in söylediği gibi okuyup söylüyo­ruz, dedi [869].

 

114- "Kul Eûzu Bi-Rabbi'n-Nâsi" Sûresi

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle

 

"De ki: Sığınırım RabbHne nâsın, Melik'ine nâsın, îlâhhna nâsın, şerrinden o vesvâsın ki, fiskos eder bağrında nâsın, gerek cinnden olsun, gerekse nâstan" (Âyet: 1-6) [870].

İbn Abbâs'tan, şöyle dediği zikrolunuyor:

"el-Vesvâs" şudur: Çocuk doğurulduğu zaman, şeytân onu geriletir, sindirir. Azîz ve Celî! Allah anıldığı zaman şeytân gider, Allah'ın anılmadığı zaman ise onun kalbinde sabit olup kalır.

 

500-.......Bize Abdetu'bnu Ebî Lubâbe, Zırr ibn Hubeyş'ten tahdîs etti. Ve yine bize Âsim tahdîs etti ki, Zırr şöyle demiştir; Ben Ubeyy ibn Ka'b'a sordum da:

  Yâ Ebâ Munzir! Kardeşin (ve ilim yoldaşın) Abdullah ibn Mes'ûd (R) şöyle şöyle sözler söylüyor (yânı "Kul eûzu bi-RabbVl-felâk"ve *'Kuleûzu bi-RabbVn-nâsi" sûreleri Kur'ân'dan değildir, diyor). Sen ne dersin? dedim.

Ubeyy bana cevâb verip şöyle dedi:

  Bu iki sûreyi ben de RasûlulIah(S)'a sordum. Cevâb olarak bana: "Bunlar Kur'ân'dandır, oku! denildi. Ben de okudum" buyur­du.

Ubeyy:

— İşte biz de Rasûlullah'ın okuyup söylediği gibi okuyoruz, de­di [871].

 

Rahman ve Râhîm olan Allah'ın ismiyle

Ey Rabb 'im! Bana bir hüküm ihsan et ve benisâlihler zümresine kat. Sonrakiler içinde bana bir sadâkat dili -zikr cemîl- tahsis eyle! Benî naîm cennetinin vârislerinden kıl (eş-Şuarâ; 82-84).

Ey Rabb 'imiz! Bizim günâhlarımızı ve işimizdeki israfımızı mağfiret eyle, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirler güruhuna karşı bizlere yardım et! (Âlu İmrân: 147).

Ey Rabb'imiz! Bizlere eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler be­beği olacak (iyi insanlar) ihsan et! Bizi takva sahihlerine rehber kıl! (el-Furkaaan: 74).

Ey Rabb 'imiz! Bize ve îmân ile daha önden bizi geçmiş olan (dîn) kar­deşlerimize mağfiret buyur ve îmân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin tutturma!

Ey Rabb 'imiz! Şübhesiz ki, Sen çok mağfiret edicisin, çok merhamet eyleyicisin! (el-Haşr: 10).

Ey Rabb'imiz! Bize dünyâda da bir güzellik ver, âhirette de bir gü­zellik ver ve bizi o ateş azabından koru! (el-Bakara: 201).

Ey Rabb'imiz! Hesâb ayağa kalkacağı gün bana, ana ve babama ve bütün îmân edenlere mağfiret eyle! (tbrâhîm: 41).

Galebe sahibi Rabb Yn onların isnâd etmekte oldukları vasıflardan yü­cedir, münezzehtir, gönderilen bütün peygamberlere Selâm ve Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamd olsun! (es-Sâffât; 180-181).

 

    



[1] Buhârî râvîierinden Ebû Zerr el-Herevî ile Ebû'1-Vakt nüshalarında kitâb başlı­ğı böyle "Kitâbu Tefsîri'l-Kur'ân" şeklinde gelmiştir. Başkalarında ise muzâ-fun ileyh olan "Kur'ân" hazfedilip, ondan ivaz olarak "Tefsîr" kelimesi ma'rîfe kılınmıştır. Bu sonuncularda Besmele de unvandan sonraya konulmuştur.

Tefsîr, lügatte beyândan ibarettir. Istılahta Tefsîr, Kur'ân nazmının med­lullerini açmaktır. Tefsîr ile Te'vîl bir ma'nâya mıdır? denilip: Tefsîr, muradın lafızla beyânı; Te'vîl ise muradın ma'nâ ile beyânıdır denilmiştir.

[2] Bu, Besmele'nin tefsiridir. Besmele, Fâtİha'dan bir cüz' ve bir âyet olduğunu kabul edenlere göre Besmele, Kur'ân'm ilk âyeti olduğu için, müellif Buhârî Kur'­ân Tefsîri'ne Besmele ile başlamıştır. Fakat asıl zât ismi olan ve.bu ikisinden önce bulunan "Allah" ismi hakkında sükût etmiştir. Rivayet ilminin bayrak-dârı olan Buhârî, Rabb'in zâtını İdrâk ve ihatadan âciz olan bilgi vâsıtamızın bu ismin mâhiyetini ta'yîn hususunda da hayrette olduğuna kanâat ederek sü­kût etmiş ve lisân âlimlerinin bu kelime hakkındaki sözlerinden hiçbirisine işa­ret etmemiştir. Yüce Allah'ın zâtını idrâkten acz ile hâsıl olan sükût, nasıl en derin bir idrâk iş'âr ederse, mübarek hass isminin mâhiyetini anlamaktan âciz kalarak sükût etmek de kemâlli bir belâgatle derin bir hayranlık ifâde eder. Bu sebeble âlimlerinin cumhuruna göre "Allah " ismi ne türemiştir, ne de nakledil­miştir. O doğrudan doğruya Vâcİbu Taâlâ'mn-zâtına mahsûs isim olmuştur: >'... O'nun hiçbir adaşı olduğunu bitir misin?" (Meryem: 65) âyetindeki inkârî istif­ham ile, bunun başka bir varlığa isim yapılmadığı tesbît edilmiştir.

"Rahman"ve "rtaAfm"inbir ma'nâya olması bir kökten, yânî "Rahmet" masdarından türemiş olmaları bakımındandır. Yoksa faîl sığası mübalağa sîga-larındandır, ma'nâsı fail ma'nâsmdan ziyâdedir. Bazen faîl sîgası müşebbehe sıfat ma'nâsma da gelir, bunda sırf failin hilâfına sübûta delâlet etmesinden dolayı yine ma'nâ ziyâdeliği Vardır. Çünkü fail vezni hudûsa delâlet eder...

[3] Fatiha Sûresi'ne bu sebeble "Ümmü'l-Kur'ân" denilmesi, Ebû Ubeyde'nin Mecâzu'l-Kur'ân adlı eserinin başında tesbît ettiği görüşüdür. Fâtİha'ya başka isimler de verilmiştir; her biri bir hususiyeti ifâde eder: Ümmü'l-Kur'ân, çünkü bu sûre, diğer sûrelerin aslı ve menşei, yânî kökü ve tohumu gibidir ve birşeyin asıl ve menşeine "Ümra" denilmesi meşhurdur. Fatiha, Kur'ân'm mebde1 ve meâda dâir hikmetlerini, amelî hükümlerini, esâs maksadlarmı ve muhtevası­nın asıllarını içine alan belîğ bir Özetidir. Aynı sebeblerden dolayı "el-Vâ/iye", "el-Kâfiye", "el-Kenz" isimleri de verilir. "el~Seb'u'l-Mesâni"(el-Hıcr. 87), "es-Salât", yânî Nâmâz Sûresi: Çünkü Fâtiha'sız namaz yoktur. Her namazda en az iki kerre okunur. Şükür Sûresi, Dua Sûresi, Şifâ veya Şâfiye Sûresi, istemeyi öğretme Sûresi ki, bunda suâl ve duanın istemenin şartı, edebi, istenenin en mü­kemmeli pek belîğ bir surette öğretilmiştir.

Burada Buhârî "Mâliki yevmi'd-dîn "deki "Dîn " kelimesinin ceza ve kar­şılık ma'nâsına olduğunu ve âyetin ma'nâsı "Ceza gününün mâliki" demek ol­duğunu bildirmiştir. Bundan sonra"Dfn"'m hesâb ma'nâsına da geldiğini el-Mâûn: 1 ve el-lnfitâr: 9. âyetleriyle, "Medîntn" kelimesinin de el-Vâkıa: 86. âyetinde bu ma'nâya geldiğine işaret etmiştir.

"Dîn" kelimesi Arabça'da kaza, siyâset, tâat, âdet, hâl, kahr... ve bütün bunlarla alâkalı ve hepsine dayanır ve ölçü olan millet ve şeriat ma'nâlanna da gelir.

[4] Bu hadîste Fatiha Sûresi "es-Seb'u'l-Mesâni" ve "Büyük Kur'ân" adiyle ad­landırılmıştır. Seb', yedi sayısının adıdır. Fatiha da ittifakla yedi âyettir. el-Mesâni de Mesnâ'mn cem'idir ki, çift ve tekrarlanan demektir. Kur'ân'da da bu isimle adlandırılmıştır. "Andolsun ki, biz sana (namazın her rek'atinde) tekrarlanan yediyi ve şu Büyük Kur'ân'ı verdik" (el-Hıcr: 87).

Bu Ebû Saîd el-Muallâ hadîsi, es-Seb'u'l-Mesâni ile el-Fâtiha Sûresi mu-râd olunduğunda nassdır, kuvvetli bir delildir.

et-Tûrbeştî şöyle demiştir: Eğer, Kur'ân'ın es-Seb'u'l-Mesâni üzerine atfı nasıl sahîh olur? Çünkü bu caiz olmayan şeylerdendir, denilirse, biz deriz ki: Bu öyle değildir. Bu ancak bir şeyin iki vasıfla zikrinden ibarettir ki, bu iki va­sıftan biri diğeri üzerine atfedilmiştir. Takdir şöyledir: Biz sana es-Seb'u'1-Mesâni ve Büyük Kur'ân denilen sûreyi verdik, yânî bu iki vasfı toplayan sûreyi verdik demektir (Kastallânî).

[5] Ahmed ibn Hanbel ile îbn Hıbbân, Adiyy ibn Hâtim'den; Peygamber (S): "el-Mağdûbialeyhim, Yahudiler'dir. Vela'd-dölltn ise Hnstiyanlar'dır" buyurdu diye rivayet etmişlerdir... İbnu Ebî Hatim: Ben müfessirler arasında bu hususta hiç­bir ihtilâf bilmiyorum, demiştir. es-Suheylî de: Bunun şahidi Yüce Allah'ın Ya­hudiler hakkındaki "Gadâb üstüne gadâba döndüler'" (el-Bakara: 90), Nasârâ hakkındaki: "Bundan evvel hakîkaten hem kendileri sapmış, hem bir çoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin hevâsına uymayın (el-Mâide: 77) kavlidir, demiştir.. (Fethu'l-Bâri).

[6] Hadîsin bâb başlığına uygunluğu meydandadır.

Bu hadîsin iki sened ile Ebû Hureyre'den gelen iki rivayeti Namaz Kitabı, "İmâmın Âmîn demeyi açıktan söylemesi bâbı"nda geçmişti. Müslim ile Buhâ-rî'nin başka yerdeki diğer rivayetlerinde "Çünkü melekler de Âmîn derler" zi­yâdesi vardır. Bu ziyâde, kelâmın ma'badine illet olmuş olur. Âmîn orada da bildirildiği gibi "Böyle olsun" yâhud "Kabul et" yâhud "Ümîdimizi boşa çıkarma" ma'nâsma îbrânî veya Süryânî bir lafızdır ki, herhangi duadan son­ra, o duânm içindekileri icmâlen ve te'kîden tekrar taleb etmeyi ifâde eder. Bu, duâ edene göredir. Duayı dinleyen kimsenin "Âmîn "demesi ise talebe, yânî İs­tenen şeylere iştirak etmeyi ifâde eder.

[7] Ebû Zerr nüshasında "Rahman Rahîm Allah'ın adiyle. el-Bakara Sûresi" şek­linde gelmiştir. Yânî bu, el-Bakara Sûresi hakkında gelen tefsirlerin beyânıdır. el-Bakara Sûresi hicretten sonra ilk inen sûredir. Bununla beraber bütün Kur'-ân'in en son inen "Öyle bir günden sakının ki, hepiniz o gün Allah ya döndürü­leceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmeyecektir'* (el-Bakara: 281) âyeti de bundadır. Demek ki Medine'de ilk in­meye başlayan ve en sonra tamamlanan sûre budur. Âyetleri Kûfeliler'in sayı­mında 286, Basrahlar'ın sayımında 287, Hicâzhlar'm sayımında 285, Şâmlılar'ın sayınımda 284'tür. Bu sayım ihtilâfı, kıraatte olduğu gibi, bâzı âyet başlarında rivayetin taaddüdündendir... Kelimeleri 6120, harfleri 25.500'dür.

[8] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sana herşeyin isimlerini öğretti" sözündedir. Bu-hârî bunu burada iki ayrı senedle getirmiştir. Bu hadîsin bir rivayetini Tevhîd Kitâbı'nda da getirmiştir. Müslim de îmân'da getirmiştir.

"Âdem'e bütün isimleri öğretti" sözü, ya o isimleri Allah kendi vaz' edip Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e bunları lüzumunda vaz'edip kullanacak husûsî bir istî'dâdı hâiz bir rûh nefyini takdir etti, demektir ki, ev­velki zahir, ikinci muhtemeldir. Ta'lîm ile, yânî öğretmek ile bildirmek herke­sin bildiğidir; bundan Âdem'in, aslı lisân olan isimleri birdenbire bir i'lâm ile bilmiş olmayıp, terbiye sırrı hükmünce bir istî'dâd ile az-çok bir tedrîc içinde belleyeceği anlaşılır... (Hakk Dîni, I, 308-309).

[9] Müellif Buhârî bu unvansız başlık altında el-Bakara Sûresi âyetlerinde gelen bâzı kelime ve terkîblerin tefsirlerini nakletmiştir. Bunlar yazılma sırasına göre şöy­ledir;

el-Bakara: 10. âyetteki "İlâ şeyâttnihim" terkibine işaret edip, Mücâhid'in bunu metindeki gibi tefsir ettiğini bildirmiştir. Keza 19. âyetin sonundaki "Mu-hîtun bVl-kâfirîn"cümlesini "Allah onları toplayacaktır" şeklinde; 138. âyet­teki "Stbğatu'ilâhî" terkibini "Allah'ın dîni" şeklinde; 45. âyetteki "Ale'l-hâşiîn" terkibini "Gerçek mü'minler üzerine" şeklinde; 63. âyetteki "Bi-kuvvetin " terkibine işaret edip, Mucâhîd'in bunu da "İçindekilerle amel ederek" şeklinde tefsir ettiğini bildirdi.

10. âyetteki "Fî kulûbihim marad" cümlesine işaret edip, Ebû'I-Âliye'nin bu "Marad" (yâhud: "Maraz'*) kelimesini "Şekk" yâni "Şübhe" ile tefsir et­tiğini bildirdi.

Buhârî: "Biz onu hem önündekilere, hem ardındakilere ibret verici bir ce­za ve takvaya erenlere de bir öğüt yaptık'' mealindeki 66. âyetine işaret ettikten sonra, bundaki "Ve mâ halfehâ" terkibini "Hayâtta kalan insanlar için bir ib­ret yaptık" şeklinde tefsir etti. Ebû'l-Âliye de böyle tefsîr etmiştir.

71. âyete İşaret edip, bundaki "Lâ şiyete" kelâmını "Lâ beyaza"; yânî"Hiç beyaz yok" diye tefsîr etmiştir.

Ebû'l-Âliye'den başkaları (yânî Ebû Ubeyd el-Kaasım ibn Sellâm ile Ebû Ubeyde Ma'mer ibnu'l-Müsennâ) da 49. âyetteki "Yesûmûnekum sûe'l-azâbi" cümlesinin tefsirini "Onlar sizleri azabın en kötüsü içinde evirip çeviriyorlardı" şeklinde söylediler.

"İşte bu makaamda nusrat ve hâkimiyet, hakk olan Allah'ındır. Sevâbca da hayırlı, akıbetçe de hayırlıdır" (el-Kehf: 44) âyetine işaret edip, Ebû Ubeyde'-nin vâv'ın fethâsıyle "Velayet "in "Rubûbiyet", yânî besleyicilik, terbiyecilik, mâlikiyet ve sâhibiyet; vâv'ın kesresiyle olan "Vilâyet "in İse emirlik, yânî bey­lik ve buyuruculuk ma'nâsmadır dediğini; el-Bakara: 61. âyetteki "Fûmihâ"nm tefsirine işaret edip, bâzı müfessirlerin yenilmekte olan taneli bitkilerin hepsinin "Fûm " demek olduğunu söylediklerini -bâzı müfessirlerle Atâ ile Katâde'yi kas detmiştir. Çünkü el-Ferrâ bu ikisinden "Fûm"u böyle tefsîr ettiklerini nakletmiştir-; yine aynı 61. âyetteki "Vebûâ bi-ğadabin mine'llâhi"yi Katâde'-nin "Döndüler" dîye tefsîr ettiğini; Katâde'den başkaları, yânî Ebû Ubeyde, el-Bakara: 89. âyetindeki "Yesteftihûne "yi "Meded ve nusrat İhtiyorlardı" diye tefsîr ettiğini bildirmiştir.

Müteakiben el-Bakara: 102. âyetinin sonundaki "Onlar kendilerini cidden ne kötü şey mukaabilinde sattıklarını bilmiş olsalardı" fıkrasında bulunan "Şerav" fiilini "Sattılar" şeklinde tefsîr ettiğini bildirmiştir.

Sonra Buhârî, el-Bakara: 104. âyete işaret edip, Allah'ın bu âyette mü'-minleri, sözleri ve fiillerinde kâfirlere benzemelerinden nehyettiğîni bildirmiş­tir. Yine el-Bakara: 48, 122'de aynen tekrarlanmış olan âyete işaret edip, bunlardaki "Lâ teczî" fiilini "Lâ yuğnî" (yânî: Fayda vermez) şeklinde tefsîr etmiştir. Ebû Ubeyde de böyle tefsîr etmiştir.

Keza el-Bakara: 168, 208. âyetlere İşaret edip, buradaki "HutuvâtVş-Şeytâni" terkibini "Şeytânın İzleri" şeklinde tefsîr etmiştir. Buhârî nihayet el-Bakara: 22. âyetini de bundan sonra zikrettiği hadîse bir hazırlık olmak üzere getirmiştir. Azîz ve Celîl olan Allah evvelâ mü'min, kâfir, münafıklardan olan bütün insanlara: "Ey insanlar sizi de, sizden Öncekileri de yaratan Rabb'inize ibâdet ediniz... " (el-Bakara: 21) âyetiyle hitâb etti. Sonra da kâfirlere ve müna­fıklara: "... Ohâlde kendiniz bilip dururken, Allah'a eşler koşmayın"(eİ-Bakara: 22) diye hitâb etti (İbn Hacer ve Aynî).

[10] Buhârî bu hadîsi bundan önceki âyete uygun olarak zikretti. Âyetteki "Endad” Nidd'in cem'idir. "Misi" ve "Emsal" gibi vezin ve ma'nâlan birdir.Âyetteki "CaV" fiili, Allah'a hangi şeyden olursa olsun misil tasavvur etmenin uydurma olacağını, hakk olmayıp bâtıl olacağını gösterir.

Hadîste Peygamber "Allah'a bir misiluydurmandır"günâhını en önde say­dı. Çünkü bu günâhların en büyüğüdür. Yüce Allah "Allah'a ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür" (Lukmân: 13) buyurmuştur. Peygamber bundan son­ra metindeki diğer büyük günâhları sıralamıştır. Bunların kötülükleri ve insan­lığa zararları meydandadır.

[11] Bâzı nüshalarda bu âyetle bundan önceki âyetin başında "Bâb" vardır.

Tîh sahrasında İsrâîl oğullan'na gönderilen rızklar kudret helvası ve bıl­dırcın kuşudur. Yüce Allah o vakit bu kavme verdiği ni'metleri bu âyetlerde arka arkaya sıralayıp, bunları hatırlamalarını emretmektedir.

[12] İbnu Beytâr Câmi'u'l-Edviye ve'l-Ağdiye adlı müfredatında: Kem'e dalı ve yap­rağı olmayan toparlak bir nebattır. Rengi kırmızımsıdır, beyaza meyleder. Ba­har mevsiminde biter. Çiğ ve pişmiş olarak yenir. Suyu en iyi göz ilâcıdır, demiştir. Hadîste bunun kudret helâvıs nev'İnden olduğu zikredilmiştir. Bununla ekilme­den ve kul emeği karışmadan, Allah tarafından külfetsiz meydana gelen bir ilâ­hî ni'met olması iade edilmiştir.

[13] Hatt, bir şeyi aşağıya almak ve arkadan yük indirmek demek olduğundan, "Hıtta" bir nevi' indiriş demek olur ki, husûsî bir tarzda yükü yıkmak veya boyunlarındaki vebali İndirmek karar ve duasını ifâde eder... Yânî nüzul kara­rını veriniz ve günâhlarınıza istiğfar ediniz demek olur. Ve bütün aşere kıraatle­rinde Hıtta merfû okunur. Binâenaleyh müfred değil, mahzûf bir mübtedânın haberi olarak "işimiz hıttadır" takdîrinde bir cümledir...

[14] Hadîsin âyetle alâkası meydandadır. İsrâîl oğulları'na uzun, günahlı çöl hayâ­tından kurtulup Kudüs'e hareketleri emrolunduğunda, şehre girerken kapısı önünde dîndârâne bir tevazu' ile girmeleri ve kapı önünde Hıtta diyerek tevbe ve istiğfar etmeleri de emredilmişti. Onlar bu iki emri de tersine alarak, hadîste bildirildiği şekilde girmişlerdir. Böylece Allah'ın bir ni'metine daha nankörlük etmişlerdi.

[15] Âyetin tamâmı bir sonrakiyle birlikte metin içinde verildi.

İbn Cerîr şöyle dedi: Bu âyetin te'vîlinde ilim ehli ittifak etmişlerdir ki, o da, İsrâîl oğulları Cibril'in kendilerine düşman, Mîkâîl'in de dostları olduğunu iddia ettikleri zaman, onlara cevâb olarak inmiştir (Kastallânî).

[16] İbn Abbâs'm âzâdlısı îkrime: Cebre, Mîke ve Serâfi, abd yânî kul ma'nâsınadır; "//" ise Allah'tır demiştir. Bununla "Cebrâîl"deki "Cebre"y\, "Mîkâîl"dekı "Mîke"yi ve "İsrâjîl"de\d "Serâfi" lafızlarının her üçünün de abd ma'nâsına geldi­ğini, bunların her üçü de "Abdîl" yâm "Abdullah" demek olduğunu söylemiş oluyor (Kastallânî).

Bu kelimeler çeşitli şekillerde hemze ile de, ayn ile de telâffuz edilmişlerdir ... (Aynî).

[17] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun biraz değişik bir rivayeti Ma-gâzî'den önce 50. bâbda ve Ehâdîsu'l-Enbiyâ'da da geçmişti.

[18] Bu âyetteki "uLj= Nense7m" fiili, birinci nün ile sîn'in fethalan ve bundan sonra sakin bir hemze ile okunmuştur. Bu, "Geri bırakmak" ma'nâsına olan Neşe've Nesi'e''den alınmıştır. Bunu İbn Kesîr ile Ebû Amr böyle okumuşlardır. Metinde Buhârî de bu kıraati almıştır. Elimizdeki Mushaflarda Âsim kıraati üzere " i4_L; =Nunsihâ" şeklindedir. Bu, "Unutturmak" ma'nâsına olan "însâ"da.n alınmıştır. Gönüllerden ve hafızalardan gidermek ma'nâsmadir. Bu kıraate gö­re âyetin ma'nâsı: "Biz bir âyetten herhangi bîr şeyi nesheder yâhud hafızadan silip unutturursak..." demek olur.

[19] Hadîste Ubeyy, Rasûlullah'tan işittiği hiçbirşeyi terketmeyeceğini söyleyerek, Kur'ân'dan bâzı şeylerin neshini kabul etmiyordu. Umer de "Mâ nensah..." âyetini okuyarak onu reddetmektedir. Çünkü bu âyet, Kur'ân'm bâzı âyetleri hakkında neshin subûtuna da delâlet etmektedir.

Nesh, lügatte değiştirmek ve birşeyi kaldırıp yerine başka birşey koymak­tır, istilânda Şeriat neshi ve Ayet neshi olmak üzere İki surette alınır. Şeriat nes­hi, İslâm'ın kendisinden evvelki şerîatleri neshetmesidir ki, bunda şübhe ve tereddüd yoktur. Âyet neshi, bir âyeti okuyarak İbâdet etmek veya âyetten alı­nan şer'î hüküm ile amel etmek veya ikisinin birden yânî hem kıraatle ibâdetin, hem de âyet hükmüyle amelin nihayet bulduğunu beyândan ibarettir. Bir âyetin okunmasının nihayeti veya hükmünün nihayeti Allah'a ma'lûmdur. Biz onu de­vamlı sanırken, neshle karşılaşınca nihayete erdiğini anlarız. Bu sebebje usûl âlim­leri Nesh'i "Tebdil Beyânı" nev'inden saymışlardır. Âlimlerin cumhuru bu âyetle delîl getirerek, neshin cevazını kabul etmişlerdir. Bâzıları Kur'ân'da âyet neshi­ni inkâr ederek, neshi yalnız şeriat neshine sığıştirmışlardır.

"Şeriat usûlünden neshin meşruiyetini isbât edici olan bu âyetin şevki, geç­miş kitâbların neshinin cevazı hakkında nass ise de, mantûku i'tibâriyle "Min âyetin" âmm olduğundan, bâzı Kur'ân âyetlerini de zahir olarak şâmildir..." (Hakk Dîni, I, 459).

[20] Âyetin devamı şöyledir: "Bil'akis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun. Hepsi de O'nun emrine boyun eğmişlerdir".

Âyetteki ve hadîsteki Veled, kişinin büyük küçük, erkek dişi, bir ve daha fazla çocuğuna denir ki, umumiyetle çocuk demektir. Bu suretle çocuk edin­mek fânilerin, muhtaçların işidir. Allah bu gibi şeylerden münezzehtir. Yahûdî-ler: Uzeyr, Allah'ın oğlu, dediler. Hristiyanlar: Mesîh.îsâ, Allah'ın oğlu'dur, dediler. Arab müşrikleri de: Melekler Allah'ın kızlarıdır, dediler. İşte bütün bu bâtıl sözler ve iddialar, başlıktaki âyetle reddedilmiş ve Allah bunlardan tenzih olunmuştur.

[21] Bu, kudsî hadîslerdendir. Yânî Kur'ân'dan sonra ikinci derecede bulunan Al­lah kelâmıdır. Allah bunun ma'nâsmı Peygamber'e haber vermiş, O da bu ma'-nâyı kendi ibaresi ile ümmetine tebliğ etmiştir. Bu, aynı zamanda müteşâbih hadîslerdendir. Bunun bir rivayeti Bed'u'l-Halk'm başlarında geçmişti.

"Geçmiş şerîatlerin sahihleri Allah'a hilkatte ilk sebeb olması i'tibâriyle "Baba" derlerdi, hattâ babaya küçük baba, Allah'a büyük baba derlerdi; fa­kat evlâdı var .demezlerdi. Sonradan câhiller, bundan murâd tevlîd ve vilâdet ma'nâsı zannederek 'Babanın evlâdı olur' dediler, 'Oğlu var, kızı var' demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek, O'na şirk koşmaktır. Çünkü evlâdda ba­baya bir benzeyiş vardır. "Çocuk, babanın cüz'üdür" denilir. Nitekim îsâ'ya "Allah'ın oğludur" diyenler, O'na Allah da dediler. Bu âyet de bunu isbât etti ve İslâm'da bundan dolayı Allah'a "Baba" demek bir küfür olmuştur... "(Hakk Dîni, I, 480).

[22] Bu "Mesâbeten" lafzı, âyetin baş tarafındadir, tamâmı şöyledir: "HanibizBeyt'i insanlar için bir toplantı yeri ve emîn bir mahal yapmıştık (hatırlayın). Sizde İbrahim 'in makaamından bir namaz yeri edinin. îbrâhîm ile hmâîVe de: Evimi tavaf edenler, orada kalanlar, rükû' ve sucûd eyleyenler için titizlikle temizle­yin, dili kuvvetli emir vermiştik" (el-Bakara: 125).

Makaamu îbrâhîm, îbrâhîm Peygamber'in Beyt'i bina ederken veyâhud in­sanları hacca da'vet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir ki, bu gün de Makaamu İbrâhîm nâmıyle tanınır. Tavaf namazı burada kılınır.

[23] Hadîsin başlığa uygunluğu Umer'in dilediği lafızla "Siz de tbrâhîm 'in makaa-mından bir namaz yeri edininiz " âyetinin inmesidir. Bunun bir rivayeti Namaz Kitabı, "Kıble hakkında gelen şeyler bâbı"nda da geçmişti.

[24] Buhârî bu senedi, hadîsin diğer rivayetlerini göstermek için zikretmiştir.

[25] Yânî Kavâid lafzı, temel kaaideleri ile kadınların kavâidi arasında müşterektir, fark bunların müfredlerindedir. Müennes kılma tâ'sı ile Kaaide "Temel ; ta -sız olan Kaaid ise hayızdan kalıp oturmuş kadındır.

[26] Başlıktaki âyete uygunluğu "ibrahim'in temellerinden kısalttılar" sözündedir.

[27] Ehli Kitabı tasdik ve tekzîb etmeyip durmanın sebebi şudur: Çünkü tasdik etti­ğimiz şey tahrîf edilmiş ise, biz de onların tahrifine katılmış oluruz; tekzîb etti­ğimiz takdîrde, tekzîb ettiğimiz şey semavî kitaba uygun ve doğru olabilir. Bu suretle Allah'ın bize îmân etmemizi emrettiği şeyi inkâr etmiş oluruz. Bunun için Kitâb ehli milletlerin propagandalarına karşı Peygamber'in bize öğrettiği gibi davranıp, Yüce Allah'ın bu âyette emrettiği esâsları söyleyeceğiz.

[28] Ebû Zerr nüshasından başkalarında buradaki âyetin başında "Bâb" sözü de var­dır.

[29] Hadîsin üst taraftaki âyete uygunluğu meydandadır. Hadîste Peygamber'le bir­likte Mekke'ye doğru namaz kıldıktan sonra diğer bir mesdd cemâatine uğra­yan kimse Abbâd ibn Bişr, bir kavle göre de Abbâd ibn Nehîk idi. Uğradığı mescid de Harise oğullan Mescidi idi. Bu gün ona Kastallânî'nin beyânına göre "Mescidu'l~KibIeteyn( = İki Kıble Mescidi)" deniyor.

 

[30] Ebû Saîd hadîsinin üst taraftaki âyete uygunluğunu, bizzat Peygamber bildir mistir. Hadîsin sonundaki: "Vasat", "Adi" demektir, sözü de merfû'dur; ha­berin kendisindendir, müdrac değildir.

[31] Her iki rivayetten anlaşıldığına göre, kıble değiştirilmesi vak'ası Medine'de ikindi namazında uygulanmış, Kubâ Mescidi'nde de ertesi gün sabah namazında uy­gulanmıştır. Şu hâlde Kubâ halkı âyetin inmesinden ve Peygamber'in tatbikin­den sonra akşam ve yatsı namazlarını Kudüs'e doğru kılmış bulunuyorlar. Bu iki namaz kıble değişmesi kendilerine ulaşmadan önce. kılındığı için sahihtir.

[32] Buradaki bâb başlıkları ve altlarındaki hadîslerin birbirlerine uygunlukları mey­dandadır. Abdullah ibn Umer'den gelen bu hadîsin çok az farklı bir rivayeti 15 rakamıyle geçmişti. Buhârî bu İbn Umer, el-Berâ ve Enes hadîslerini bura­daki bâblarda tekrar tekrar getirmiştir. Bunlar aynı hadîslerin kuru kuruya tek­rarları değildir. Bunlar ayrı ayrı senedlerle ve bâzı küçük farklılıklarla birbirini te'yîd eder ve açıklar şekilde birtakım fâideler için böyle arka arkaya getirilmiş­lerdir

[33] Umer, Yahûdîlİk'ten müslümân olan Abdullah ibn Selâm'a bu âyetteki bilginin ne olduğunu sormuş, o da cevaben: Yâ Umer, ben Peygamber'i gördüğüm za­man oğlumu tanıdığımdan ziyâde tanıdım. Çünkü oğlumda, anası ihanet etmişse şübhem olabilir. Fakat Peygamber hakkında zerrece şübhem yoktur. Onun va­sıflan Tevrat'ta zikredilenlerin aynı ve tamâmıdır, demiş. Bunun üzerine Umer onun başını öpmüştür.

[34] Kıble, bir ümmetin rûhânî birliğini sağlayacak ilk cismânî tezahürü te'mîn eder ve kıblesiz bir ümmet olmaz. Ümmetlerden herbirinin bir yöneti vardır ki, ona yönelir. İbrâhîm milletine uymak ve bu suretle en büyük ve en seçkin bir üm­met olmak isteyenlerin yöneti de en kadîm olmakla ma'rûf bulunan Ka'be'dir. bu muazzam ümmet, buna yönelmelidir. Ve her birinin de buna yönelecek bir ciheti, bir yöneti vardır. Meselâ: Kuzey halkı Ka'be'nİn kuzey cihetine, güney halkı güney cihetine, doğu halkı doğu cihetine, batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir cihete yönelirler. Hepsinin cihetleri muhtelif olmakla beraber, yine cümlesi bir Ka'be etrafında toplanmış olurlar. Ka'be alttan üstten göğe kadar bir merkez ve dâire; ona yönelen Arz ahâlîsi, onun etrafında sıra sıra birer dâiremsi saff teşkîl ederek yeknesak, yek-emel, yek-hedef büyük bir cemâat teşkil edebilirler. Binâenaleyh sizden herbiriniz yönetine yönelerek hayırlar yapmak­ta yarışınız. Zîrâ kıbleden maksad da böyle muntazam vahdetle hayır yarışına  girişmektir... (Hakk Dîni, I, 533-534).

[35] Kıble mes'elesi gayet mühim ve kıble tahvili ise azametli bir emir ve bilhassa bunun içine aldığı nesh mes'elesi şeytânların fitne ve fesâd için tesvîlât vesîlesi edinebilecekleri ince bir mes'ele olduğundan dolayı, kıble hakkındaki bu emir­ler gelecek âyetlerde bir daha tekrar ile te'kîd olunacak ve ihtiva ettiği bâzı hik­metler açıklanacaktır.

[36] Yânî kıble tahvîli emrinin sizin anlayabileceğiniz başlıca iki hikmeti vardır: Bi­risi bu emir, Ehli Kitâb ve müşrikler gibi muhalifleriniz olan bayağı insanlar tarafından aleyhinize kullanmaya hiçbir hüccet bırakmamak içindir. Çünkü geç­miş kitâblara nazaran va'dedilmiş olan Hâtemu'l-Enbiyâ'nm vasıfları arasında kıbleyi Ka'be'ye çevireceği hakkında delâletler veya işaretler vardır... Bu sebeble Ehli Kitâb: "Hâtemu'I-Enbiyâ'nın kıblesi Mekke'de olacaktı, Muhammed ve sahâbîleri ise hâlâ Beytu'l-Makdis'e duruyorlar" diye şübhe edebilirler ve bunu : naklî hüccet olarak ileri sürebilirler. Sonra İbrâhîm kıblesine muhalefet, İbrâ­hîm Milleti da'vâsıyle mütenâsib değildir. Bunu da müşrikler aklî bir hüccet ola­rak getirebilirler. İşte kıble tahvîli emrinde evvelâ size karşı böyle aklen ve naklen haklı olabilecek hüccet getirmeleri büsbütün kaldırmak ve hasımlarınıza aleyhi­nizde hiçbir hüccet bırakmamak hikmeti vardır. Bir de ni'metimi tamamlamam içindir ki, bu sayede hidâyete ermeyi ve doğru yolda salimen gidip murada er­meyi ümîd edebilesiniz. Asıl ni'met, "Sırât-ı MustakîirT'e hidâyet İdi, kıble em­ri de bu sırât-ı müstakimdendir. Ni'meti tamamlamak, bir ni'metin noksan ciheti bırakılmayip mümkin olan kemâline erdirmek demek olduğundan, bu ni'me tin tamamlanması da o yoldan doğruca gidip kurtuluşa ermektir. Alî, ni'metin tamâmı, İslâm üzere ölmektir, demiştir (Hakk Dîni, I, 137-53'8).

[37] Mescidi Haram etrafında bulunan Safa ve Merve tepeleri Allah'ın şeâirinden-dir. İbâdet ve yakınlık için belliklerden, husûsî alâmetlerden, menseklerden-dir. Esasen Safa kaypak taş, Merve, küçük ve yumuşakça taş demek olup, ta'rîflâmı ile es-Safâ, el-Merve, Mekke'de bilinen İki tepenin özel isimleridir. Ta'rîf .harfleri el-Beyt, en-Necm gibi lâzımdır, "tim"maddesinden "Alem", "Alâmet" h ve ",4/mm"gibi "Şuur" maddesinden "Şeâîr", "Şaîre"nin veya "Şiâre"nin veya "Meş'ar"m cem'idir ki, husûsî alem, bildirici alâmet, bellik ma'nâsına­dır. Nitekim harbde iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de "Şi-âr"(= Parola) denilir: Şeâir bazen ibâdetin kendisine, bazen de yerine denir. Ezan, cemâat ile namaz, cumua ve bayram namazları, hacc, dînin şeâirinden-dirler. Bunun gibi camiler, minareler, haccdakİ mensekler, husûsî yerler, meşâ-ir ve şeâirdendir ki, işte Safa ile Merve de bunlardandır.

İbn Abbâs'm "Safa" kelimesi hakkında verdiği bu bilgileri Taberî, Alî ibn Ebî Talha yoluyla rivayet etmiştir.

[38] Âyette Safa ile Merve arasında sa'y denilen tavaf hakkında "Üzerine günâh yoktur" buyurulduğundan ve bu da zahiren bîr muhayyer kılma gibi görünmekle be-râber, hakîkatîe vâcib'e, mendûb'a, mübâh'a muhtemildir. Fakat Peygamber, haccı sırasında Safâ'ya yaklaştığı zaman: "Safa ile Merve Allah'ın şeârinden-dir. Allah'ın başladığı ile başlayınız" diye emretmiş ve kendisi de Safâ'danbaş-

, lâyıp Beyt'i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. O hâlde âyette zahiren ~ - muhayyerliği ifâde eden "Lâ cunâha aleyhi" niçin gelmiştir? İşte bunun cevâbı âyetin inme sebebindendir. Onu da buradaki hadîsler açıklamıştır: Câhiliye dev­rinde Safa üzerinde Isâf adında bir put, Merve üzerinde Naile adında bir put uyardı. Câhiliye halkı bunların arasında tavaf eder, bunlara elle dokunurlardı. İslâm gelip putları kırdıktan sonra müslümânlar Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekindiler; bunun üzerine metindeki âyet indi ki, "Korkmayın, bun­da günâh yoktur, bil'akis bunlar şeâirdendir" diye bu sa'ye teşvik buyuruldu ve bu teşvikin bir nevi' vücûb ifâde eylediği de hadîslerle beyân edildi {Hakk Dîni, 556).

[39] Müteâkib iki âyet şöyledir: "O zaman arkalarından uyulup gidilenler kendileri­ne uyanlardan hızla uzaklaşmışlardır. Hepsi o azabı görmüşlerdir. Aralarındaki ipler (münâsebetler) de parçalanıp kopmuştur. Ve tâbi' olanlar şöyle demişler­dir; Bizim için (dünyâya) bir dönüş olsaydı da bu gün bizden uzaklaştıkları gi­bi, biz de o gün onlardan uzaklaşsaydık. Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler hâlinde kendilerine gösterecektir ve onlar cehennemden çıkacak da değillerdir" (Âyet: 166-167).

"Allah'ın birliği ve kudreti bu kadar fiili ve kavlî âyetleriyle zahir iken, İnsanlardan bâzıları Allah'a karşı denkler, nazîrler edinirler ve onları Allah'ı sever gibi severler. Emirlerine, nehiylerine, arzularına itaat ederler de Allah'a isyan eylerler. Şübhe yok ki, böyle yaprrak, gerek Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerek olmasın, ulûhiyet ma'nâsında onları Allah'a ortak yapmaktır. Bunla­rın bir kısmı bu şirki apaçık söylerler. Fir'avnlara, Nemrûd'lara yapıldığı gibi, onlara açıktan açığa ilâh, ma'bûd nâmını vermekten çekinmezler; 'Rabb'imiz, tanrımız' derler. Ve hattâ ilâhlarının tevellüd ve tevâlüdüHe kaail olarak, onla­ra aynı cinsten ma'bûd payesinde oğullar, kızlar tasavvur ve isnâd ederler.

Diğer bir kısmı da açıktan söylemeden aynı muameleyi yaparlar, onları Al­lah sever gibi severler, ni'rnetin sahibi tanırlar, onların mahabbetini hareket başlangıcı edinirler, Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızâsını dü­şünmeden onların rızâlarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan şeylerde

bile onlara itaat ederler.

Bu âyet bize gösteriyor ki, ulûhiyet ma'nâsında son derece mahabbet bir esâstır. Ve ma'bûd, en yüksek sevgilidir ve böyle son derece sevilen şeyler ne olursa olsun ma'bûd edinilmiş olur... Fi'1-vâki' herhangibir ümîde sebeb sayı­lan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları Allah gibi seven ve on­lar uğrunda herşeyi göze aldıran nice kimseler vardır ki, bu, şirk noktasını,. putperestlik esâsını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder. Yunan, Roma, Avrupa medeniyeti ve edebiyatında böyle sevgi ma'bûdlarının haddi hesabı yok­tur... Hıristiyanlık dahî bu rûh ile doludur. Hâsılı reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onların hakk emrine muhalif emirlerine itaat ederek Al­lah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve emsal edinmiş olurlar ki, bütün put­perestlik esâsı, bu tarz sevgidir..." (Hakk Dîni, I, 572-580).

[40] Bu îbn Mes'ûd hadîsi, biraz değişik lafızlarla da rivayet edilmiştir. Müslim'de de bu iki cümle şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah: "Kim Allah'a birşeyi ortak kılmadan ölürse, cennete girer" buyurdu. Ben de: Kim Allah'a birşeyi ortak edinerek ölürse cehenneme girer, dedim.

Bunlar lafızca farklı ise de ma'nâda birdir. Hadîs ile başlıktaki âyet arasın­daki uygunluk meydandadır.

[41] Bu âyet, kısasın vâcİbliğini ve bu kısasın ancak ehlinden afv ile düşebileceğini ve bu affın üstün ve evlâ olduğunu, bununla beraber afv sırasında mal üzerine barış anlaşması yapmanın da câizliğini tesbît etmiştir. Böylece Yahûdîler'in af­fın meşru' olmadığı ve diyetin kısastan önce bulunduğuna dâir olan hükümleri ni, kısâsen öldürmenin asla caiz olmadığına kaail olan Hristiyan hükümlerini ve insanlık eşitliğini gözetmeyip şeref da'vâsıyle haddi aşan Arab âdet ve hü­kümlerini de kaldırdı ve hayât hakkında eşitliği te'sîs ve Plân etti...

Bunun için dişinin erkek, erkeğin dişi mukaabilinde kısâsen öldürüleceğine imamlar arasında ittifak edilmiştir. Bunu te'yîd ve tefsir edici olmak üzere el-En'âm: 45'de "en-Nefs bi'n-nefsi" buyurulmuş ve bununla kısasta istenen mü-mâselet ve müsavat, nefis ve can mümâseleü olduğu gösterilmiştir. Ve hayât hakkı herkes için eşittir ve kısas bu eşitliğe dayanır. Maktul kim olursa olsun, onun kaatili veya birden fazla kaatilleri, o maktulden fazla yaşama hakkına mâlik değillerdir. İşte bu suretle âyetin başı âmm ""Hür hür ile; köle köle ile; dişi dişi ile", maktûku da "en-Ate/su W'M-ne/M"benzeşmesiyle nefisleri müsâvî kılmayı beyân ile tecâvüzden sakınmak içindir... (Hakk Dîni, I, 602).

[42] Hadîslerin başlıktaki âyetle İlgileri meydandadır. Bunların farklıca birer riva­yeti Sulh'ta ve Diyetler'de de getirilmiştir.

[43] Medîne'ye hicretten birbucuk sene sonra kıble değiştirilmesini müteâkıb, şa'-bânın onunda ramazân orucu farz kılınmıştır. Oruç Ötedenberi tatbik edilegelen ilâhî bir kaanûndur. Buna beşeriyetin terbiye ve tehzîb bakımından büyük bir ihtiyâcı ve tatbikinde birçok faydalan vardır.

[44] Hadîsler ramazân orucundan evvel diğer kitâblı milletlerden olarak Kureyş'in tuttuğu âşûrâ orucunu Peygamber'in de tuttuğunu ve sahâbîlerine de tutmala­rını emrettiğini, ramazân farz olunca onun serbest bırakıldığını bildirmektedir.

[45] Bu âyette; hasta ve yolcu gibi muvakkat özürlülerin bu özürleri sona erince tu­tamadıkları günleri kaza etmeleri bildirildiği gibi, daimî özürlüler, yâni gerek edâen ve gerek kazaen oruca zor dayanabilen, orucu güçsünen yânî oruç takat­lerini tüketecek olanların da fidye verecekleri öğretilmiştir. Meselâ pek ihtiyar­lamış veya iyileşmesi ümîdsiz müzmin bir hastalığa tutulmuş bulunanlar üzerine de yedikleri her oruç yerine bir fidye, yânî bir miskin yemeği vermeleri gerektiği bildirilmiştir.

Fidye birşeyin yerine geçmek üzere verilen bedel demektir. Bir günlük oru­cun fidyesi bir miskîn yemeği ile de ifâde edilmiştir. Bir miskin yemeği, şer'an sâ' denilen ölçek ile buğdaydan yarım ölçek; arpa, hurma, kuru üzüm vesâire-den bir ölçektir. Bir sâ', şer'î dirhem ile binseksen dirhemdir. Binâenaleyh ya­rım sâ' buğday onaltı kıratlık örfî dirhem ile bir okka yetmişikibuçuk dirhem demektir. İslâm şerîatinde en fakîr bir kimsenin İki öğün i'tibâriyle bir günlük yemeği budur. Bu mikdâr fıtır sadakası ve sair bütün keffâretlerde esâstın

[46] et-Tavk: Bir nesneye güç yetip takat getirmek ma'nâsına birinci bâbdan mas-dardır.

et-Tatvîk: Bir kimseye bir iş teklîf eylemek, kudret vermek, bir adamın nefsi bir işi kendisine kolaylaştırmak ve ruhsat vermek... ma'nâlannadır.

el-ltâka: Bir nesneye güç yetip kaadir olmak ma'nâsınadır ki, takat getir­mek ta'bîr olunur... (Kaamûs Ter.),

Yutîkûne, if'âl babından ve "İtâka" masdarmdan muzâri fiildir. Itâka, Ta­kat ve Tavk 'tandır. Tavk, tâ'nın fethiyle Takat; tâ'nın ötresiyle de boyuna ta­kılan gerdanlık veya ağır bir demirdir. Takat, vüs' ve istitâat ma'nâsına ma'rûf ise de esasen aralarında bir fark vardır;. Vusu' takatin üstündedir. Çünkü Vu-su', birşeye kolaylıkla kaadir olmak, Takat de şiddet ve meşakkatle kaadir ol­maktır. Binâenaleyh Itâka, gücü yetmek, dayanmak ma'nâsına gelirse de, esâsında güç yetişmek, güç tükenmek, zor dayanmak hattâ dayanamamak ma'-nâsınadır ki, buna Tatvîk, Tatavvuk, Tatayyuk, ictihâd denir...

Burada ttâka'nm tatvîk ve ictihâd gibi son derece güçsünmek, güç tüken­mek, zor dayanmak, hattâ dayanamamak ma'nâsına olduğu görülür. Hakîka­ten dirâyeten böyle olduğu gibi, rivâyeten de bunun "Yutavvakûnehû" yânı "Lâ yutîkûnehu" diye tefsir edilmiş bulunduğunu görüyoruz... "Ve ale'ttezîne yutî­kûnehu", "Oruç kendilerine güç gelen, yânı oruca dayanamayanlar" demek­tir... {Hakk Dîni, I, 632-634).

Buhârî burada Atâ ibn Ebî Rebâh'ın, el-Hasen el-Basrî'nin ve İbrahim en-Nahaî'nin bu âyetle ilgili tefsirlerini nakletmiştir.

[47] Bu İbn Abbâs hadîsi de, âyetin tefsirini ve bunun mensûh olmadığını açıkça be­lirtmektedir. Bu tefsir ve görüş Alî'den, İbn Umer'den ve şâir sahâbîlerden de rivayet edilmiştir.

[48] Bu kıraatte "Fidye" tenvînsiz "Taâm"a izafetle ve "Taam" da kesreli oku­nur, daha sonraki "Miskin'" kelimesi de cemî' sîgasıyle "Mesâkîne" şeklinde okunmuştur. Bu okuyuşa göre, fakirler yemeği fidye demektir. Evvelki okuyuşta her orucun fidyesi, bu okuyuşta da toplamının fidyesi anlaşılır. Bir fakîr yeme­ğinin mikdân bundan önceki babın haşiyesinde anlatılmıştı.

[49] Bu nesh işi şu rivayetlerde daha açık anlatılmıştır: İbn Ebî Leylâ, Muâz ibn Ce-bel'den şöyle rivayet etti: Peygamber Medîne'ye geldiği zaman âşûrâ günü ve bir de her aydan üç gün oruç tutmuştu. Sonra Allah ramazân orucunu farz kıl­dığı âyeti indirdi; "Ve ale'ttezîne yutîkûnehû fıdyetun taâmu miskine" sözüne kadar ulaştı. Bunun üzerine dileyen oruç tutuyor, dileyen bir fakîr doyuruyor­du. Daha sonra sahîh ve mukîm olanların hepsine oruç farz kılındı ve fakîr do­yurmak ancak oruca güç yetiremeyen ihtiyar kimseler hakkında sabit kaldı.

Yine İbn Ebî Leylâ şöyle rivayet etmiştir: Rasûiullah Medîne'ye geldijji za­man her aydan üç gün gönüllü olarak ve farz olmayarak oruç tutmalarını em­retmişti. Sonra ramazân orucu indi. Hâlbuki o zaman insanlar henüz oruca ahşmamıştı, oruç kendilerine pek şiddetli, pek güç geliyordu. Binâenaleyh oruç tutmayan, bir fakîr duruyordu. Bundan sonra "İçinizden kim o aya erişirse, onda oruç tutsun"ayeti indi. Bunun üzerine oruç tutmayıp fidye verme ruhsatı ancak hasta ve yolcuya â'id kaldı, hepimiz oruç tutmaya me'mûr olduk.

Bunlarda bir nesh İşareti vardır. Fakat bunun yaşlı kimselerden başkala­rında olduğu açıktır. (Hakk Dîni, I, 637).

[50] Bukeyr ibn Abdillah 120 yılında yâhud biraz önce, biraz sonra vefat etmiştir. Yezîd ibn Ebî Ubeyd el-Eslemî ise 146 veya 147'de vefat etmiştir.

[51] Hadîsle âyet arasındaki ilgi meydandadır. Bu hadîsin Oruç Kitâbı'nda geçen bir rivayetinin sonunda "Bu âyetin inmesi üzerine sahâbîler çok sevindiler..." ziyâ­desi vardır.

[52] Hadîslerin bâb başlığındaki âyete uygunlukları meydandadır. Sehl hadîsinde bu "Mine'l-fecri" kaydının sonradan indiği bildirilmiş, bu beyân ile kasdolunan ma'nâ açıkça söylenmiştir. ''Mine'l-fecri", beyaz ipliğin beyânıdır. Bununla si­yah ipliğin beyânından iktifa edilmiştir. Çünkü ikisinden birini beyân etmek, diğeri için de bir beyândır.

[53] Hadîs başlıktaki âyetin nuzûl sebebini bildirdiği için, aralarındaki uygunluk tam­dır. "Bu âyetteki ifâdenin bir hakîkî ma'nâsı, bir de kinayeli ma'nâsı vardır.

1 Hakîkati i'tibâriyle Câhiliyet ahâlîsinin ihramda yaptıkları bu aksiliğin bir ibâ­det olmadığıdır. Kinayeli ma'nâsı i'tibâriyle de Rasûlullah'a yıldız ilmi suâli sor­mak, ilâhî hikmet ve ilâhî hükümleri beyân ve tebliğ için gönderilmiş olan Peygamber'i hâşâ bir müneccim ve Kur'ân'ı bir nücûm kitabı yerine koymak, âdî İlimlerin maksadlanyle nübüvvet ilminin isteklerini birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla hayra eril-mez. Hayır böyle aksilikle değildir, lâkin hayır ehli ancak muttakî' olan, koru­nandır. Ve evlere kapılarından gelin. İşlere doğru yoluyla, lâyıkı veçhile girişin, aksilik etmeyin..." (Hakk Dîni, I, 685).

[54] Başlıktaki âyetin bir benzeri el-Enfâl: 39'da da geçmektedir.

Bundan önceki üç âyet şunlardır: "Size harb açanlarla, Allah yolunda siz de döğüşün; ancak aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki, Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Onları, sizi çıkardıkları yerden çıkarın. Fitne öl­dürmekten beterdir. Onlar Mescidi Haram yanında, orada sizinle döğüşmedik-çe siz de orada kendileriyle döğüşmeyin. Fakat (orada) sizi öldürürlerse, siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Bununla beraber (muharebeden) vazgeçerlerse (siz de bırakın), şübhesiz ki, Allah çok mağfiret edici, çok merha­met eyleyicidir" (Âyet: 190-192).

Fitne, aslı lügatte karışığını ayıklamak için altını ateşe koymaktır. Bundan mihnet ve belâya sokmak ma'nâsına kullanılmıştır ki, burada bu ma'nâyadır. t Yânî vatandan çıkarmak gibi insanları azaba uğratacak belâ ve mihnet öldür-- mekten daha ağırdır. Ölümden daha ağır ne vardır demeyiniz, zîrâ ölümü te-mennî ettiren hâl, ölümden daha ağırdır. Bu nazmın şevkinde insanı vatanından çıkarmak da ona ölümü temennî ettirecek fitneler ve mihnetler cümlesinden ol­duğuna işaret vardır. Şirk, küfür neşri, İrtİdâd, Allah'ın haramlarını yırtıp par­çalamak, umûmî asayişi bozmak, vatandan çıkarmak hep birer fitnedir. Allah korusun, mü'minin dîninden dönüp kâfir olması, öldürülmesinden eşeddir... İşte bütün bunlar "Fitne öldürmekten daha şiddetlidir" düstûrunda özetlene­rek harbin sebebi kılınmış ve müslümânlar fitneyi def etmek için fî sebîlillah gazaya teşvîk edilmiştir... Onlarla hiçbir fitne kalmaymcaya, yânî şirk ve tefrika kalmayıncaya ve dîn de hep Allah'ın oluncaya kadar, yalnız Allah'a boyun eği­lip itaat edilinceye kadar harb edip savaşın. "Çünkü Allah katında hakk dîn ancak İslâm'dır" (Âlu İmrân: 19). Binâenaleyh bunlarda hakk tevhîd dîni olan İslâm'dan başka bir düı bulunmasın. Fitnenin başı olan şirk kalksın. Bunun için Pey­gamber (S): "Ben bu insanlara Lâ ilahe ille Ulah diyecekleri âna kadar harbe me'mûrum, onu dedikleri zaman benden canlarını, mallarını kurtarırlar" bu­yurmuştur (Buhârî, îmân). Diğerleri cizye ile dahî kan ma'sumiyetine mâlik ola­bilecekleri hâlde, fitneci müşriklere bu müsâade verilmemiştir. Bundan başka bilhassa Mekke'de gayrimüslimin ikaametine müsâade de edilmemiştir.. {Hakk Dîni, I, 695-698).

[55] Hadîsin başlıktaki âyete uygunluğu meydandadır. Buhârî bu hadîsi burada iki senedle getirmiştir. İbn Umer'e gelen kişilerin el-Alâ ibn Irâr ile Hıbbân yâhud Nâfi' ibnu'l-Ezrak olduğu söylenmiştir.

Abdullah ibnu'z-Zubeyr'in fitnesi, Haccâc'ın Mekke'de Abdullah İbnu'z-Zubeyr'i muhasara etmesi fitnesidir. Bu muhasara 73 yılının sonlarında oldu. Abdullah İbnu'z-Zubeyr bu yılın sonunda Öldürüldü. Abdullah ibn Umer de 74. yılın evvelinde vefat etti.

[56] Şu unutulmamalıdır ki, harb denilen şey parasız, malsız olmaz, masraf da ister. Bunun için Allah yolunda harcama da yapın, mal tedârik edip harb ihtiyâçları­na sarfedilmek üzere vergi ve yardım verin, lâkin yalnız mal kazanmak sevdası­na düşüp de kendi kendinizi tehlikeye bırakmayın. Sâde para kazanmak ve istirahat etmek sevdasının insanları esaret: istilâsı ve mahkûmiyet gibi büyük tehlikelere düşüreceğini ve bu tehlikenin önüne geçmek ancak Allah yolunda harb etmek ve harbe alışmakla mümkin olacağını unutmayın.

[57] Bu âyetin şevki ve inme sebebi Allah yolunda harb ve kıtalden ve o uğurda mal harcamaktan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir. Müslim, Ne-sâî, Ebû Dâvûd ve Tİrmizî'de bu Huzeyfe hadîsini tefsir edici olarak şöyle ri­vayet edilmiştir: Emevîler devrinde Abdurrahmân ibn Velîd kumandasında bir İslâm ordusu Kostantmiyye, yânî İstanbul şehrine gaza etmişti. Ebû Eyyûb el-Ensârî de bu asker arasında idi. Rumlar şehrin sûrlarına arkalarını dayamışlar­dı. O sırada müslümânlardan bir zât kalede düşman üzerine açıktan hücum et­miş, bunu gören müslümânlar "Men meh! Lâ ilahe ille'llah, kendi kendini tehlikeye atıyor" demişlerdi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî: Ey müslü­mânlar! Bu âyet biz Ensâr topluluğu hakkında indi. Allah Peygamber'İne nus-rat ve dîni olan İslâm'ı gâlib getirip yardımcıları da çoğalınca, o zaman biz artık mallarımızın başında durup onların ıslâhıyle meşgul olalım mı? demiştik. Al­lah: "Allah yolunda mallarınızı harcayın, kendinizi tehlikeye atmayın" âyetini indirdi. Binâenaleyh kendini tehlikeye atmak, mallarınızın başında durup onla­rı ıslâh ile uğraşmanız ve cihâdı terketmenizdir", demiş ve bunun Üzerine hiç durmayıp Allah yolunda cihâda girişmiş ve nihayet şehîd olup Kostantmiyye'de defnolunmuştur. Ebû Eyyûb bu suretle, tehlikeye atılma'nın, Allah yolunda ci­hâdı terketme demek olduğunu ve bu âyetin bu hususta indiğini haber vermiş­tir. Bu, tbn Abbâs'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mucâhid, Dahhâk'tan dahî böyle rivayet edilmiştir, (tbn Hacer, Kastallânî, Hakk Dîni, I, 701-703).

[58] Âyetin baş tarafı şöyledir: "Haca da umreyi de Allah için tam yapın. Fakat bunlardan ahkanursanız, o hâlde kolayınıza gelen kurbân (gönderin, bununla beraber) kurbân yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içiniz­den kim hasta olur yâhud başından bir eziyeti bulunursa, ona oruçtan ya sada­kadan, yâhud da kurbândan biriyle fidye (vâcib olur)... "

[59] Hadîsin başlıktaki âyete uygunluğu meydandadır. Bu hadîsin birkaç rivayeti Hacc Kitâbı'nda geçmiş ve gerekli açıklamalar da orada verilmiştir.

[60] Âyetin bu kısmı içine olan yukarısı şöyledir: "Emîn olduğunuz vakit ise kim hacca kadar umre ile fâidelenmek isterse kolayına gelen bir kurbân (kesmek vâ-cib olur). Fakat onu bulamazsa, hacc günlerinde (ihrâmlı olarak) üç, döndüğü­nüz vakit yedi gün olmak üzere oruç tutmak (vâcib olur ki) bunlar tam on gün eder. Bu, ailesi (ikaametgâhı) Mescidi Harâm'da bulunmayanlara âiddir. Al­lah'tan korkun ve bilin ki, Allah, cezası cidden çetin olandır" (Âyet: 196).

"Bir senenin hacc aylarında hacc ile umrenin birleşmesi ve birleşmemesine göre haccm üç nev'i vardır: tfrâd haccı, temettü' haccı, kıran haccı.

İfrâd haccı: Mîkaat'tan yalnız hacc niyetiyle ihrama girip, geliş tavafını yap­tıktan sonra hacc fiilleri bitinceye kadar Mekke'de ihrâmlı olarak kalmaktır. Bunda umre bulunmayıp tek bir hacc yapılmış olduğundan müfrid hacc veya ifrâd hacc ismi verilir.

Temettü' haccı: Mîkaattan umre niyetiyle ihrama girip, umre için tavafı ve sa'yi yaparak tıraş olup ihramdan çıkmak, sonra Mekke'de bir Mekkeli gibi kalıp, nihayet Zu'1-hİccenin sekizincisi terviye gününde hacc için Harem'den ih­rama girerek haccı tamamlamak ve kurbân kesmektir. Uzun müddet ihramda kalınmamak için umreden bu suretle istifâde edildiğinden dolayı buna temettü' , haccı adı verilmiştir.

Kıran haccı: Mîkaattan hem umre ve hem de hacc; ikisine birden niyet ile ihrama girip Mekke'ye varınca evvelâ umre için tavaf ve sa'y, daha sonra hacc için geliş tavafı ve sa'y etmek, sonra ihramdan çıkmaksızın, nihayetine kadar hacc fiillerini yapmak ve kurbân kesmektir. Câhiliyette umre ile haccın hacc ay-. lannda birleştirilmesi caiz değildi; bu âyet bunların meşrû'luğunu beyân için in­miş ve şükrânesi olmak üzere kurbânı da vâcib kılmıştır.

[61] Hadîs de âyetteki gibi hacc aylarında umre ile temettü' yapmanın cevazına de­lâlet etmektedir. Bu hadîsi Müslim, Hacc Kitâbı'nda rivayet etmiştir. Müslim'­de hadîsin birçok rivayetleri sıralanmıştır (Müslim Ter., IV, 99-105).

[62] Ukâz, Taife bir; Mekke'ye üç konak mesafededir. Ukâz Panayırı zu'1-ka'de hilâlinin ertesi gününden başlar ve yirmi gün devam ederdi. Oranın bozulan pa­zarı Mecenne'de zu'1-hicce evveline kadar sürerdi. Mecenne, Merçu'z-Zahrân'da idi. Ondan sonra Arafat'ın arkasında bulunan Zu'1-Mecâz'da pazar kurulup ter viye gününe, yânî zu'1-hiccenin sekizinci gününe kadar devam ederdi. Ondan sonra da Minâ'ya, Arafat'a çıkılıp hacc edilirdi. Bu pazarların en mühimmi Ukâz idi. Bu pazar yalnız Kureyş'in değil, bütün Arabistan pazarlarının,en mühim­mi idi. Orası alışveriş pazarı olduğu gibi, hitabet ve şiir yarışlarının da pazarı idi. "Yedi Muallaka"nın şâir Arab şiirlerine üstün olduklarına peyderpey ora­da karar verilip, bütün Arabistan halkına orada neşr ve i'lân edilmiştir.

İşte Arablar Câhiliye devrinde hacc mevsimlerinde bu pazar ve panayırları açarlar ve onlardan ticâret, alışveriş yoluyla geçim te'mîn ederlerdi, İslâm Dîni gelince müslümânlar hacc aylarında bunlardan sakınmaya başlamıştır, işte bu çekingenlik üzerine bu âyet inmiş ve hacc aylarında olsun kazanmaya ve ticâ­retle erzak edinmeye bir mâni' bulunmadığını bildirmiştir. Bu âyetin sonundaki "FîmevâsimVl-hacc" kaydı, Ibn Abbâs'ın kıraatidir. Âyetin devamı şöyledir: "Arafat'tan (oradan vakfeden sonra seller gibi) boşanıp'aktığınız zaman el-Meş'aru'l-Harâm'ın yanında Allah'ı zikredin. O size nasıl hidâyet ettiyse, siz de O'nu öylece anın. Siz bundan evvel gerçek sapıklardandınız" (Âyet: 198).

[63] Hadîsteki "Hutns", bahâdır olmak ma'riâsına gelen Hamaset vazsd-aimdan Ah-mes'in cem'idir. Bu Hutns kelimesi, dînde şiddet ve salâbetli olanlar demektir ki, bunlar Âmir oğulları, Sakîf ve Huzaa kabîleleri idiler. Ibn Ishâk'm rivayeti­ne göre bu Hums bid'atı, Fil senesinde yâhud biraz önce veya biraz sonra orta­ya çıkarılmıştı. Kureyş: Biz İbrahim'in evlâdıyız, Ka'be'nin sahibiyiz, Mek-keli'yiz. Arab kabilelerinden hiçbiri bizim bulunduğumuz şeref ve asalete sâ-hib değildir. Binâenaleyh biz bu şerefli mevkiimizi korumalıyız. Bundan son ra Harem dışında hiçbirşeye ta'zîm etmeyip, bütün hürmetlerimizi Harem dâ­hilinde yapmalıyız. Arafat'ta halk ile bir arada yanyana, omuz omuza durup vakfe yapmak, sonra halk ile geri dönüp Muzdelife'ye gelmek bizim kadrimizi indirir" diyerek, Arafat'ta vakfeyi terketmişlerdi. Mekke dışındaki Arablar Ara­fat'ta vakfe yapmağa devam ederlerken, Kureyş ve onun dindaşları olan Âmir oğullan, Sakîf ve Huzaa kabîleleri halkı Harem hududu dahilindeki Muzdeli­fe'de vakfe yaparlardı ve oradan dağılıp giderlerdi. Bu suretle Kureyş, İbrâhîm Peygamber zamanından, beri devam edip gelen Arafat vakfesini değiştirmişti. Hâlbuki haccdan en yüksek gaye, Arafat vakfesi idi. Kureyş'in çıkardığı Ara­fat'ta vakfeyi terk bid'ati, bu âyetle kaldırılmıştır. Bu âyet, Arafat'ta bulunma­nın haccın iki farzından biri olduğunun da delilidir. Arafat'a yetişmeyen hacca yetişmemiş olur.

[64] Bu hadîsinde ibn Abbâs hacc fiillerinin yapılışıyle ilgili bilgilerin bir kısmını Özetle bildirmektedir. 99. âyetin inmesiyle Câhiliyet devri bid'atleri kaldırılmış, Veda Haccı'nda Peygamber bizzat sahâbîleriyle Arafat'ta vakfe yapmış, gün battık­tan sonra oradan bütün insanlarla beraber Muzdelife'ye hareket etmiştir

[65] Bundan önceki iki âyet şöyledir: "Hacc ibâdetlerinizi bitirince (Câhiliyet'te) ata­larınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah 't anın. Artık o insan­lardan kimi: 'Ey Rabb 'imiz, bize (nasibimizi) dünyâda ver' der ki, onun âhiretten nasibi yoktur" (Âyet: 200-201).

"Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr'inde der ki: Saadetlerin mertebeleri üçtür: Rû-hânî, bedenî, haricî. Rûhânî saadet ikidir: Birisi ilim ile nazar, yânî düşünme kuvvetinin kemâli, biri de fâzıla ahlâk ile amelî kuvvetin kemâlidir. Bedenî saa­det de ikidir: Sıhhat, güzellik. Haricî saadet de ikidir: Mal, mevki. "Bize dün­yâda ver" talebi de bu kısımlardan herbirini şâmildir. Çünkü ilim, dünyâda zînetlenme ve akranın önüne geçmek için istenirse dünyâda olur. Bunun gibi fâzıla ahlâk dahî dünyâda başa geçmek ve dünyâ işlerini zabt ve idare etmek için istenirse, bu da dünyâda olur. Öldükten sonra dirilmeye îmânı olmayanlar gerek rûhânî, gerek cismânî herhangibir fazileti isterlerse, ancak dünyâ için is­terler..."

"Haserte", insanın nefsinde, bedeninde, hâllerinde nail olmakla sevinece­ği her ni'mettir ki, ismî ma'nâsıyle güzel ve güzellik demektir. Esasen Hasen, yânî güzel, sevinme ve rağbet sebebi olan herhangi birşey demektir ki, Hüsn, güzellik onun nefsinde müessir olan husûsî bir halettir. Onun için Hüsn haddi zâtında vâkıî bir iş olmakla beraber kıymeti, enfüsî te'sîrleri i'tibâriyledir, yânî güzel, güzel saymadan öncedir, fakat tecellîsi onunladır. Bunun için güzel üç nev'idin'Ya akl ve basîret cihetinden güzel sayılan veya hevâ cihetinden güzel sayılan veya güzellik cihetinden güzel sayılandır. Avâmm güzelliği hissiyle ve ekseriya gözüyle arar. Kur'ân'da gelen hüsnler ise ekseriyetle basîret cihetinden

güzel sayılanlardır..

Müfessirler, dünyâ ve âhiret haseneleri nedir suâline: dünyâda sağlık, ye­terlilik, hayra muvaffak kılınma, âhirette de sevâbdır, demişlerdir..." {Hakk Dîni, I, 725-727).

[66] Âyetin tamâmı, sonraki iki âyetle beraber şöyledir: "İnsanlardan Öyle kimseler vardır ki, onun bu dünyâ hayâtına âid sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah'ı şâhid getirir. Hâlbuki o düşmanların en yamanıdır. O, yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesâd çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez. Ona: 'Allah 'tan kork' denildiği zaman, izzeti nefsi (cahilane kibri) kendisini (daha ziyâde) günâh işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, hakikat ne kötü yataktır'* (Âyet: 204-206).

el-Eledd, lügat yönünden çok eğri demektir. Bâzıları ei-EIedd'i, şiddetli ci­dalci diye tefsir etmişlerdir. Bu tefsiri Kaamûs Mütercimi şöyle açıklıyor: el-Eledd, müteannid, mütemerrid, husûmeti şiddetli adama denir ki, ihlâs ve insaf tarafı­na meyi eylemez...

Bu âyetler Sakîf oğulları'ndan Ahnes ibn Şerîk hakkında inmiştir. Bu mü­nafık, Zühre oğullan'nın yemînli dostu imiş. Peygamber'e gelmiş, müslümân-hk göstermiş, diller dökerek sevgiden bahsetmiş, yeminler etmiş. Sonra Peygamber'in yanından çıkınca müslümânların bir ekinliğine uğramış, ekinleri yakmış, hayvanları öldürüp telef etmişti. Nuzûl sebebi bu olmakla beraber, âyetin muhtevası bu gibi vasıflarla vasıflanmış olan münafıkların hepsini şâmil oldu­ğunu tahkîkçı müfessirlerin çoğu açıkça söylemişlerdir.

Bu münâsebetle âyet, bir iş başına geçirilecek insanların dillerine bakılma-yıp, hâllerinin incelenmesi gerektiğini bildirmiştir.

[67] Müellif bu ikinci senedi, hadîsin Peygamber'e yükseltilmesini açıkça söylediği içm zikretmiştir.

[68] Bu iki âyet, yânî Yûsuf: 110 ile el-Bakara: 214. âyetleri, bu okuyuş ihtilâfı ve her iki âyette bulunan "Kuzibû" fiillerindeki naibi fail zamirlerinin peygam­berlere veya ümmetlere döndürülmesi ile beraber, ümîdsizlik ardından yardı­mın gelmesi hususunda birbirine benzemektedirler. Yânî el-Bakara âyeti bu hususta Yûsuf âyetine benzemektedir. İşte bu benzerlik sebebiyle tbn Abbâs, Yûsuf âyetini bu el-Bakara âyetinin tefsiri sırasında okumuştur.

Rasûlullah, Mekke'deki müşriklerin muhalefetinden sonra Muhacirlerle yurdu ve malları terkederek Medine'ye hicret ettiği zaman, evvelâ Yahûdîler'in düşmanlığıyle karşılaştı. Bu sebeble bu âyet indi. Uhud ve Hendek muharebele­ri sebebiyle indiği de rivayet edilmiştir. Bu âyet gösteriyor ki, ittırat kaanûnu gereğince Muhammed ümmeti, bütün eski ümmetlerin geçirmiş olduğu bâzı hâl­lerle karşılaşacak, ihtilâflar görecek, mukaavemetlere uğrayacak, sıkıntılar, za­ruretler geçirecek, sebat edenler akıbet muvaffak olacaklardır. İlk hilkatte olduğu gibi, Muhammed'in peygamberliğinden i'tibâren de beşer fıtratı hakk macera­sında yeni bir inkişâfa başlayacak "Zaman Allah 'm gökleri ve yeri yarattığı günkü hey'etine dönmüştür" hadîsi ma'nâsınca Muhammed asrı, küll'ün mîzânına bir başlangıç olacaktır. Bundan sonra da âlemde hakka karşı yine azgınlık ve düş­manlık olacak, geçmiş ümmetler gibi fırkalar meydana gelecek ve bütün bunlar içinde Peygamber'in ve sahâbîlerin yoluna giden, Kitâb, Sünnet ve cemâat ile korunmasını bilip Hakk'in tevhidini amellerinin esâsı edinen hakk ehli... sabr, sebat ve çalışma ile ilâhî nusrata erecek, hakkın galebesini görecek ve küllî selâ­meti kuracaktır. Ve muvaffak olmak için târihten ibret alıp, ona göre korun­malıdır {Hakk Dîni, I, 752).

[69] Ayetle hadîslerin uygunluğu meydandadır. Câbir hadîsinde bildirildiği gibi Ya­hûdîler, bir kimse zevcesinin önüne arkasından cima' ederse doğacak çocuğu şaşı olur derler ve bunu Tevrat'a dayandırırlarmış. Bu, Rasûlullah'a nakledil­miş, "Yahûdîleryalan söyledi"buyurmuş ve başlıktaki âyet inmiştir.. Hars esasen zirâat gibi ekin ekmek demek olup, ekin yeri ma'nâsına isim de olur ki, burada bu ma'nâyadır. Bu ta'bîr ile kadının kadınlık organı bir yere, erkeğin nutfesi tohuma, doğacak çocuk da bitecek hâsılata benzetilerek bir istiare yapılmış ve bununla Allah'ın bir önceki âyette emrettiği ekin yeri açıklanmıştır.

[70] Buhârî bu hadisi burada üç senedle getirmiştir.

İddet bittikten sonra birinci kocanın kendiliğinden kadına dönme hakkı kal­maz, lâkin kadının rızâsıyle yeniden nikâh edebilir. Buna da ma'rûf veçhile ol­mak şartıyle hiç kimsenin, hattâ velîlerin bile mâni' olmaya hakkı yoktur. Meselâ şâhidsiz veya mehrİ misilden aşağı bir mehirle razı olmak gibi ma'rûfun hilafı olursa, o zaman velîsi men' etmeye selâhiyetlidir. İki talâkta böyle rızâlaşma ile iki defa nikâh yenilemek caizdir. Fakat üçüncüsünde başka bir kocaya var­madan halâl olmaz... Bâzıları âyete şu ma'nâyı vermişlerdir: "Ey zevçler, ka­dınlarınızı boşadığınız ve bunun üzerine onlar da iddetlerini bitirdikleri vakit, onlara baskı yapıp başka kocaya varmaktan men' etmeyiniz, iki tarafın rızâsıy­le meşru' surette nikâh ile gerek siz ve gerek başkası, dilediklerine varsınlar". İbn Abbâs, Zuhrî, Dahhâk: Bu âyet zevcelerini boşadıktan sonra başka bir ko­caya varmaktan men' eden zevçler hakkında inmiştir. Çünkü Câhiliyet hamiy-yeti İle bâzıları boşanmış kadınlarını zulnıen tazyik eder, evlenmelerine meydan vermezlerdi, demişlerdir. Rivayet kuvvetine göre müfessİrlerİn çoğu evvelki ma'-nâya taraftar olmakla beraber, dirayet bakımından bunu daha üstün görenler de vardır. Esasen bu iki ma'nâ birbirine zıd değildir; biri diğerini gerektirir... İHakk Dîni, I, 793-794).

[71] Buhârî bu fiillerin geçtiği şu âyete işaret etmiş ve fiilin^tefsîrini vermiştir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar (fakat daha evvelden) onlara bir mehr ta 'yîn etmiş bulunursanız, o hâlde ta 'yîn ettiğiniz o mehrin yarısı on­larındır. Meğer ki kendileri vazgeçmiş olsunlar, yâhud nikâh düğümü elinde bu­lunan kimse bağış yapmış olsun... " (Âyet: 237).

[72] Abdullah ibnu'z-Zubeyr, hükmü neshedilenin Mushaf'a yazılmayacağını zan­netmiş gibidir. Usmân (R), onun müşkil saydığı bu sorusuna metindeki cevâbı vermiştir. Bu cevâbda: Ben âyetleri Mushaf'ta nasıl tesbît edilmiş bulduysam, sonra da onları bulduğum tertîb üzere yerlerinde tesbît ettim... demiş oluyor. Bu cevâbda âyetlerin tertîbinin tevkîfî olduğu hükmü de vardır.

[73] İddetin hikmeti, "Boşanmış kadınlar kendi nefislerini üç hayız ve temizlenme müddeti bekletirler. Eğer onlar Allah 'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah 'in kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara halâl olmaz..." (Âyet: 228) nas-smdan açıkça görüldüğü üzere, rahmin temizliğinin meydana çıkması ve bunda asıl da hayz idi. Üç hayız, ekseriya üç ayda cereyan edebileceği gibi her kadın da hayız sahibi olmaz. Boşanmada kadının hayız sahibi olup olmaması da dik­kate alınacak bir sebeb olur. Bunun için boşamada hayız sahibi olanların iddeti kuru' ile hayızdan kesilmişlerin de ona bedel aylar ile olması sırf hikmet olur. Fakat ölüm herkes için müsâvî bir sebebdir. Bundan meydana gelen ayrılıkta kadmm hayız sahibi olup olmamasının hiç hükmü yoktur. Bundan Ötürü Ölüm iddetinin umûm için müsâvî ve muttarit bir surette olması da sırf hikmettir. Ha­yızdan kesilme gibi üç ay ile takdiri bu müsavata kâfi değildir. Bütün hayız sa­hibi olanlar bakımından da müsavatı te'mîn için daha fazlasına lüzum olabilir. Aynı zamanda ölüm iddetinin, boşamaktan ziyâde bir matem ma'nâsını içine alması da yaraşır. Kadın için nikâh ni'metinin gitmesi, her hâlde sevinç ile kar­şılanacak bir hâdise sayılmamalıdır. Bununla beraber boşamakta teselli vesilesi olacak bir ni'met ciheti düşünülebilir. Ölüm ise hiçkimse için inşirah vesilesi de­ğildir. Bunun tek tesliyeti "tnnâUUâhi veinnâileyhirâciûn" (ei-Bakara: 156)îmâ­nıdır... (Hakk Dîni, I, 802).

[74] İslâm'ın ilk zamanlarında kocası vefat eden kadın mîrâs almaz, yalnız bir sene onun evinde bakılırdı. O vaziyette iddet de bir yıldı. Eğer kadın o müddet zar­fında çıkar giderse, bu hakkından mahrum edilirdi. Bilâhare nafaka ve süknâ ile vasiyet, mîrâs âyeti ile; bir sene iddet de vefat iddeti olan dört ay on gün ile neshediîdi. Mucâhid'e göre bu âyet muhkemdir. Kocası ölen kadın süknâyı tercih etmez, onun malından nafaka almazsa iddeti dört ay on gündür. Süknâyı ve nafakayı tercîh ederse, bir senedir. Bu re'y râcihtir (H.B. Çantay, Kur'ân-ı. Hakîm ve Meâl-i Kerîm, haşiye).

[75] Müfessirier cumhuru, bu 240. âyetinin inmesinin, 234. âyetinden evvel olduğu­nu ve fakat tilâvette geri bırakıldığım söylemişlerdir. Bununla beraber târîh açıkça beyân edilmiş değildir. 234. âyet iddet, 240. âyet ise nafaka içindir.

240. âyette nekre olarak "Mz'rtî/", evvelkinde "B/7-ma'rû/"buyurulması, bunun inmesi önce, öbürünün inmesi daha sonra olduğundan dolayı böyle gel­diğini, müfessirier beyân ediyorlar. Kadının evden çıkması hâlinde günâhın ol­maması, bu bir senenin tamamen iddet olmadığını gösterir. Çünkü iddet olsaydı, kadınların çıkmaları günâh olurdu. Buna göre bu âyet inmede dahî evvelkinden geride olsaydı, dört ay on gün iddet müddetiyle çelişmezdi.

Bu hadîste İbn Mes'ûd'un kısa olan en-Nisâ Sûresi dediği âyet şudur: "... Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarım doğurmaları ile biter. Kim Allah Han korkana O, kendisine işinde bir kolaylık verir" (et-Talâk: 4).

[76] Çünkü düşmanların harb için hücumlarından dolayı korku namazı suretiyle ol­san, vaktinde kılamamışlar, güneş battıktan sonra kılmışlardı... Bunun bu isimle anılmasının vechi ve hikmeti olarak şöyle denilmiştir: İkindi namazı vakti, her­kesin ticâret ve geçim için en ziyâde meşgul oldukları bir vakittir. Gece ve gün­düz meleklerinin bir yere gelmesi vaktidir. Bir de şer'î gündüz İle iki gündüz, iki gece namazlarının ortasındadır. Bu sebeble her iki ma'nâsıyle ortadadır.

[77] Bu "Allah için tam Mat ediciler olarak namaza durun" emriyle, namazda Al­lah için niyetin, iftitâh tekbîrinin ve ayakta durmanın, huşu' İle dünyâ kelâmın­dan sükûtun farziyeti anlatılmıştır.Bu suretle ayakta durmak, namazın ilk rüknüdür. "Okuyun, rükû' edin, sucûdedin" emirleri gereğince kıraat, rükû', sucûd, ka'de tertîbde bundan sonradır. Her namazda evvelâ dîvân durmak var­dır. Bu sebeble namaz esasen bir kunûttur.

Namazda dünyâ kelâmından sükût edilmesi hadîsleri İbn Mes'ûd'dan, Ebû Saîd'den ve diğer sahâbîlerden de rivayet edilmiştir.

[78] Buhârî bu başlık âyetinden sonra, bu sûrenin âyetlerinde geçen bâzı kelime ve ta'bîrlerin tefsirlerini nakletmiştir. Biz bunların daha iyi anlaşılması için geçtik­leri cümleler İçinde vermeye çalışalım:

"O'nun kürsîsi (yânî ilmi) gökleri ve yeri kuşatmıştır" (Âyet: 255).

"O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku" (Âyet: 255).

"İbrahim: 'Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir' deyince ise, o kâfir şaşırıp (yânî hüccetsiz) kalmıştı. Allah zalimler güruhunu muvaffak kılmaz" (Âyet: 258).

'' Yâhud o kimse gibisini görmedin mi ki, binalarının çatılan çökmüş, du­varları üstüne yıkılmış (kimsecikleri de kalmamış) bir kasabaya uğramış. Allah burasını ölümden sonra acaba nasıl diriltecek? demiş. Allah da onu yüz yıl ölü bırakmış. Sonra diriltmiş. (Kendisine:) Ne kadar eğlendin? demiş, O da; Bir gün yâhud bir günden az, diye söylemişti. Allah ona: Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yi­yeceğine, içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de merkebine bak. {Böyle yap­mamız) seni insanlara ibret nişanesi kılmamız içindir. Merkebin kemiklerine de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiri­yoruz, dedi. O kişi (bu işler) kendisine apaçık belli olduğu zaman: Biliyorum ki, Allah, şübhesiz herşeye gücü yetendir, dedi" (Âyet: 259).

"Ey îmân edenler, sadakalarınızı -malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan bir kimse gibi- başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin. Çünkü onun hâli, üstünde bir toprak bulunup da ken­dine şiddetli bir yağmur isabet eden, bu suretle o, kendisini kaskatı bir taş hâ­linde bırakmış olan kaypak bir kayanın hâli gibidir. Onlar dünyâda İşledikleri hiçbirşeyden sevâb kazanmaya muktedir olmazlar. Allah kâfirler güruhuna hi­dâyet vermez" (Âyet: 264).

"Allah 'in rızâsını istemek ve ruhlarında olan îmânı kökleştirip kuvvetlen­dirmek için mallarını harcayanların hâli de bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin hâline benzer ki, ona bol bir yağmur isabet etmiş de meyvelerini iki kat vermiştir; ona bol bir yağmur düşmese de bir çisinti (bulunur). Allah, ne yaparsanız hakkıyle görücüdür" (Âyet: 265).

"Sizden herhangi biriniz arzu eder mi ki, hurmalardan, üzümlerden onun bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun, (fakat) ona ihtiyarlık çöksün, âciz ve küçük çocukları da olsun, der­ken (o bahçeye) içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o yanıversin? îşte Allah size âyetlerim böyle apaçık bildirir. Olur ki iyi düşünürsünüz" (Âyet: 266).

[79] Yânî işler ihlâsla olduğu zaman, Allah katında artar; riya ile olduğu zaman ise yok olup gider.

[80] Buna Korku Namazı denir. Bunda hâlin gerektirmesine göre nasıl ve ne tarafa durmak mümkin ise öylece, velev hayvan üstünde îmâ ile olsun, münferiden kı­lınız, ve her hâlde mümkin olduğu kadar kılınız, terketmeyiniz. Korku namâzı nm cemâatle kılınabilen diğer bir sureti en-Nisâ: 102'de gelecektir. Onda korku *' -bundan azdır. Fakat düşman ile bi'1-fiil harb esnasında bunların hiçbiri yapıla­maz, hareket namazı bozacağından, o zaman namazı kazaya bırakmak zarurî olur. Nitekim Hendek muharebesinde Ahzâb günü güneşin batmasına kadar böyle olmuş da Rasûlullah, dört namazı kazaya bırakmış ve güneşin batmasından sonra tertîb üzere bu namazları kaza etmiştir.

Yüce Allah "Namazları ve orta namazı muhafaza edin ve Allah için huşu' ve hudû' ediciler olarak namaza durun " âyetiyle farz namazları kendi vakitle­rinde edâ etmeyi emir buyurduğu gibi, bu farzın hiçbir vakit düşmeyeceğini bildirmek için de: "'Eğer korkarsamz, o hâlde namazı yürüyerek yâhud binek üzerinde olarak küm..." buyurmuştur. Dînin direği olan namaz farzı, iki şehâ-det gibi, hemen hemen hiçbir sebeb ile düşmeyecek bir vecîbe olduğu için, sağ­lıkta, hastalıkta, hazarda, seferde, kuvvette, acz hâlinde, korkuda, emniyette mükelleften düşmez.

Müslümanların ma'nevî yükselmeleri gibi dünyevî selâmetleri de namazı Peygamberdin öğrettiği şekilde muhâfazasıyle ilgilidir: el-Ankebût: 45.

Peygamber, ümmet arasında sevginin ve çekişmekten uzaklaşmanın farz namazları güzel edâ ile alâkalı olduğunu bildirmiştir ("Namazda safflan düz­gün ve sık tutma babı").

[81] Bu hadîsin bir rivayeti iki bâb önce de başlığıyle beraber geçmişti. Orada hadîsi başka bir yolla rivayet etmişti. Orada da bildirildiği gibi İbnu'z-Zubeyr'in nes-hedici dediği âyet şudur: "Sizden ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi nefislerim dört ay on gün bekletsinler. İste bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru' vech ile yaptıkları şeyden dolayı size günâh yoktur. Allah ne işlerseniz hakkıyle haberdârdır" (Âyet: 234).

Bu beklemeden maksad, kadının o müddet içinde evlenmemesi, kocasının öldüğü evden başka yere çıkmaması, zînetini bırakmasıdır. Bu iddetten maksad, kadının gebe olup olmadığının gerçekleşmesidir. Gebe ise müddet bittikten sonra doğurmasını bekler ve ondan sonra evlenir. Değilse bu müddet bitince evlenebi­lir. Gebe kadının çocuğu iddet içinde doğarsa, beklemeye hacet yoktur...

[82] Âyetin devamı şöyledir: "Allah da dedi ki: Dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra (kesip) her parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Ko­şarak sana geleceklerdir. Bil ki, şübhesiz Allah mutlak azizdir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" (Âyet: 260).

Rasûlullah'ın buradaki "Bizşübhe etmeye İbrahim'den daha haklıyız"'sözü İbrâhîm'in de, Rasûlullah'ın da öldükten sonra diriltilme hakkında şübhe ve tereddütleri bulunduğunu ifâde etmez. İbrâhîm ilk hilkate kıyâs ederek bunun ne şekilde olacağını gözle görmek ve aklî istidlalini şuhûdî bir bilgi ile sağlaya­rak îmânında bir selâbet, kalbinde bir sükûnet te'mîn etmek istemişti. Âyetin devamında bildirildiği üzere İbrâhîm'in bu arzusu yerine getirildi. Kendisi tara fından kesilen ve hayatî unsurları birbirine karıştırılan dört kuşun bütün maddî parçalan İlâhî Kudret'in ilişmesiyle birleştirildi ve İbrahim'e gösterildi... Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Ehâdîsu'l-Enbiyâ'da geçmişti.

[83] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi meydandadır. Bu, Buhârî'nin Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği hadîslerdendir.

[84] el-Bakara Sûresi'nin 261'den 272. âyetine kadarki 12 âyette sadaka denilen ieti-mâî yardıma teşvik edilmiş, bu yardım mukaabilinde kat kat ilâhî mükâfatlar olduğu bildirilmiş, sadakaların nevi'leri, tatlı dilin bile sadaka olduğu, verilen sadakanın minnetdârlık vesilesi kümmaması, sadaka vermenin âdabı gibi bir­çok içtimaî yardım düstûrları ve öğütleri verilmiştir. Bunlardan sonra başlıkta­ki 273. âyet gelmektedir. Bunda da yardıma muhtâc olan hakîkî miskînlerin, yâni fakirlerin vasıfları bildirilmiştir. Âyetin tamâmı şöyledir: "(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. Hâllerini bilmeyen, iffetli kalmağa çalışmalarından dolayı onları zengin kimseler sanır. Sen o gibileri sımalarından tanırsın. Onlar insan­lardan yüzsüzlük edip de birşey istemezler. Siz (hakk yolunda) ne mal harcarsa­nız, şübhesiz Allah onu hakkıyle bilir" (Âyet: 273).

Bu âyet Suffa sâhâbîleri hakkında inmiştir. Suffa, Peygamber'in mescidine bitişik üstü kapalı, etrafı açık bir yerdi. Burada kimsesiz, fakîr muhacirler otu­rurdu. Sayıları dörtyüze varan bu topluluktan çıkanların yerine yenileri alınır­dı. Bunların işi sırf Kur'ân öğrenmek, Peygamber'in va'zlerinî, hadîslerini bellemek ve cihâd etmekti. Bunların geçimleri Peygamber ile zengin sahâbîlerce karşılanırdı. Bunlar İslâm'ın ilk yatılı öğrencileri idiler. Bunlara kaldıkları yere nisbetle Suffa Ashabı denilmiştir. Bundan dolayı İslâm Âlemi'nde medreseler hep camiler etrafında yapılır ve orada okuyan ilim yolcularından da Suffa sa-hâbîlerinin meslekine girmeleri beklenirdi...

[85] Âİşe'nin ribâ hakkında indiğini bildirdiği bu âyetler, el-Bakara Sûresi'nin 275'den 281'ekadarki âyetleridir. Bunlardan 275. âyetin tamâmı şöyledir: "Ribâyiyen­ler, kendilerini şeytân çarpmış birer deliden başka bir hâlde kalkmazlar. Böyle olması da onların: Alım satım da ancak ribâ gibidir, demelerindendir. Hâlbu­ki Allah, alış verişi halâl, ribâyı (faizi) haram kılmıştır. (Bundan böyle) kim Rabb 'inden kendisine bir öğüt gelip de faizden vazgeçerse, geçmişi ona ve işi de Allah 'a âiddir. Kim de tekrar faize dönerse,onlar o ateşin sahihleridirler ki, orada onlar ebedî kalıcıdırlar".

[86] Tamâmı şöyledir: "Allah ribâyı mahveder, sadakayı ise artırır. Allah (haramı halâl tanımakta ısrar eden) çok kâfir, çok günahkâr hiç kimseyi sevmez".

Allah, malı artırır zannedilen ribâyı tedricen eksilte eksilte nihayet mahve­der... Malı eksiltir zannedilen sadakaları artırır, nemâlandınr. Ribâ, yânî faiz, malları ve üretim yapacak hayâtları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet anamal­ların da batmasına ve hayâtların sönmesine sebeb olur. Hâlbuki sadakalar, ha­yâtın ecri ve bereketi olur...

[87] Bir Öncekiyle birlikte âyetin tamâmı şöyledir: "Ey îmân edenler, gerçek müz­minler iseniz Allah 'tan korkun, faizden (henüz alınmamış olup da) kalanı bıra­kın (almayın). İşte böyle yapmazsanız Allah 'a ve Rasûlü 'ne karşı harb olunacağını bilin. Eğer (faizciliğe) tevbe ederseniz mallarınızın başları (sermâyeleriniz) yine sizindir. Bu suretle ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz'' (Âyet: 278-279).

"Burada ribâyı terketmeyenleri gerek ribâ halâldir i'tikaadına dönmüş mür-ted veya ahdi bozmuş kâfir olsun, gerekse harâmlığma îmân eder ve fakat îmân ile amel etmez fâsık mü'min olsun, İkisine de Allah harb i'lânı emretmiştir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr veya vermekten çekinenler gibi ya mürted veya bağîdirler. Hâriçteki kâfirlere harb i'lânı her vakit için zarurî olmadığı hâlde bunlara harb i'lâm mutlak olarak vâcib kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan sakınmak İslâm tâbiiyyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî vazîfe olduktan başka umû­mî surette ribâ muamelesini kaldırmak da mühim bir içtimaî vazîfedir. Çünkü ribâ öyle bir fitnedir ki, toplulukta cereyan ettiği müddetçe ferdlerin ondan sa­kınması çok zor ve belki imkânsız olur..."

Bu ribâ âyetleriyle ilgili tefsîr,Elmalılı Muhammed Hamdı Yazır'ın Hakk Dîni Kur'ân Dili, I, 950-976 sahîfelerinden okunmalıdır.

[88] Müellif Buhârî'nin bu başlıklarda yaptığı tertîb, onun âyetler sözüyle maksadı­nın borçlanma (282.) âyetine kadar olan ribâ âyetlerinin hepsi olduğunu gerek­tirir.

[89] Hadîsle başlıktaki âyet arasında uygunluk yok gibi görünüyorsa da, Dâvûdî yi­ne İbn Abbâs'tan: En son inen âyet "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz gün­den sakının..." âyeti olduğunu rivayet etmiştir. Bu âyet de Veda Haccı'nda inmiştir ki, iki rivayet arasında zıddiyet yoktur. Bu âyetle ribâ âyetlerinin hepsi toptan inmişlerdir. Buhârî, İbn Abbâs'ın bu iki hadîsi arasını böyle bir işaretle birleştirmeyi kasdetmîş olabilir.

"Bu âyet Kur'ân'm en son inen âyetidir. Şöyle ki, Rasûlullah hacc ettiği zaman Kelâle âyeti (yânî en-Nisâ: 176) inmişti. Sonra Arafat'ta vakfede iken "... Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nVmetimi tamamladım ve size dîn olarak müslümânhğı (verip, ondan) hoşnûd oldum... " (el-Mâide: 3) âyeti indi. Sonra da işbu "Allah 'a döndürüleceğiniz günden sakının" âyeti indi ve Cibril: "Yâ Muhammed, bunu el-Bakara'dan ikiyüzsekseninci âyetin başına koy" dedi. Ve bundan sonra Rasûlullah seksenbir gün yaşadı ki, yirmibir gün veya yedi gün ... yaşadığı da söylenmiştir.

İyi veya kötü amellere ileride terettüb edecek ecir veya ceza sâhiblerinin ka­zancı olmak üzere Allah katında defterlerine kaydolunmuş bir karz veya taah-hüd mesabesinde bulunduğundan, son inen bu âyetin ölümü veya kıyamet gününü hatırlatarak inmesi pek ma'nâlı olduğu gibi, bunun bilhassa ribâ bahsini ta'kîb ederek, borçlanma hükümleri arasında kaydolunması da gayet belîğ ve ma'nîdârdır" (Hakk Dîni, I, 975-976).

[90] Müslim'de şu hadîs vardır: Ebû Hureyre (R) şöyle dedi: "Siz nefislerinizdekini açsanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker.., " âyeti indiği zaman, bu, Rasûlullah'ın sahâbîlerine şiddetli geldi. Rasûlullah'a geldiler, dizleri üzeri­ne çöktüler ve şöyle hitâb ettiler: Ey Allah'ın elçisi! Amellerden takat getirebi­leceğimiz şeylerle mükellef kılındık. Bunlar namaz, oruç, cihâd ve zekâttır. Hâlbuki şu âyet İndirilmiştir. Biz ona takat getiremeyiz, dediler. Rasûlullah: "Siz­den önceki iki kitâb sahihlerinin dedikleri gibi "İşittik ve âsî olduk" sözünü mü söylemek istiyorsunuz? Hayır şöyle söyleyiniz, dedi: "İşittik, itaat eyledik. Gufranını dileriz, ey Rabbİmiz, gidiş ancak Sana'dır". Onlar da bunları söyle­diler. Akabinde bunlar ve devamı olan kısım indirildi... (Müslim Ter., I, 173-1975).

Bu kısımda "Allah kimseye kudretinden öte teklif yapmaz" fıkrası inip, takat getirilmeyecek şeylerle teklif olunma endîşelerini giderdi. Demek ki, sa-hâbîler, başlıktaki âyetin bütün görünür ve gizli ihtimâllerini dikkate almışlar ve bunun azim ve irâdeyle olmayan nefsî hâtıraları da içine aldığı ihtimâlinden korkmuşlardı... İşte bu hadîste bildirilen nesh, âyetin şümulüne giren ve fakat insanın azim ve irâdesi dışında gönlünden geçen hâtıralardan dolayı hesaba çe­kilmeyeceği hususudur.

[91] Bu, bundan önceki bâbda geçen hadîsin başka bir yoldan gelen rivayetidir. On­dan sonraki iki âyet şunlardır:

"O Rasûl de kendisine Rabb'inden indirilene îmân etti, müzminler de. On­lardan herbiri Allah'a, O'nun meleklerine, kitâblarına, rasûllerine inandı. O'­nun rasûllerinden hiçbirini diğerlerinin arasından ayırmayız (hepsine inanırız). İşittik, itaat ettik. Ey Rabb 'imiz, mağfiretini isteriz. Son varış ancak Sana 'dır, dediler.

"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Herke­sin kazandığı hayır kendi fâidesine, yaptığı şerr kendi zarannadır. Ey Rabb'i-miz, unuttuk yâhud yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabb 'imiz, bizden evvelki ümmetlere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme! Ey Rabb 'i-miz, takat getiremeyeceğimiz şeyleri bize taşıtma! Bizden günâhları sil. Bizlere mağfiret et, bizlere merhamet eyle! Sen bizim Mevlâmızsın. Artık kâfirler gü­ruhuna karşı da bizlere yardım et!"

Bu, "Rabbena lâ tuâhıznâ"dan nihayetine kadar olan kısım aynı zamanda bütün arzulara uygun, gayet mühim yedi isteği dile getiren büyük bir duadır. Müslim'in rivayetinde Rasûlullah bunlarla duâ ettiğinde herbir duayı söyledik­çe Allah tarafından "Öyle yaptım" diye kabul edildiği bildirilmiştir (Müslim Ter., I, 173-175).

Ebû Mes'ûd, Peygamber'in "Her kim geceleyin el-Bakara Sûresi'nin so­nundan iki âyeti okursa, ona yeter" buyurduğunu rivayet etmiştir. (Buharı, Kur'ân'ın Faziletleri).

Umer ile Alî'den de: "el-Bakara Sûresi'nin sonundaki iki âyeti okumadan  uyuyacak aklı başında bir müslümân bulunacağını sanmam" dedikleri rivayet edildi.

Ebû Zerr de, Peygamber'in: "Bu iki âyeti öğreniniz, kadınlarınıza, °Zulla-rınıza da öğreüniz.Çünkü bu âyetler hem salâttır, hem Kur'ân 'dır, hem duadır" buyurduğunu rivayet etmiştir (Hâkim ve Beyhakî).

Allah biz kullarına da bu duaların ma'nâlarım anlama ve gereğini yapma ile va'd ettiği icabet feyzinden büyük nasîbler ihsan eylesin! Amîn!  

[92] Ebû Zerr el-Herevî'nin rivayeti böyle Besmele iledir.

[93] Buhârî bu sûrenin tefsîriyle ilgili hadîslerden önce sevkettiği bu "Bâb"da, sûre içindeki âyetlerde geçen bâzı kelime ve ta'bîrlerin ma'nâlannı nakletmiştir. Biz bunların içinde geçtikleri cümleleri de, buradaki sıraya göre göstermeye çalışa­lım:

"Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size asıl kendinden sakınmanızı emrediyor..." (Âyet: 28).

"Onların bu dünyâ hayâtında harcayıp sarfedegeldiklerinin misâli, kendi­lerine zulmeden bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgârın hâli gibidir. Onlara Allah zulmetmedi. Fakat kendileri kendilerine Zulmediyorlar" (Âyet: 117).

"Ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi o kur­tarmıştı..." (Âyet: İ03).

"Hani sen, mü 'minleri muharebeye elverişli yerlerde tabiye edip yerleştir­mek üzere erkenden ailenden ayrılmıştın...*'' (Âyet: 121).

"Evet siz sabr ve sebat eder, sakınırsanız, bunlar da ansızın üstünüze gele­cek olurlarsa onların bu gelişleri anında Rabb 'iniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle imdâd edecektir" (Âyet: 125).

"Nice peygamber, maiyyetinde birçok âlimler (yâhud cemâatler) olduğu hâl­de, muharebe etti de, Allah yolunda kendilerine gelen belâlardan dolayı ne gev­şeklik, ne za'f göstermediler; düşmana boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever" (Âyet: 146).

"And olsun ki, Allah'ın size olan va'dî -O'nun izni ile onları öldüregeldi-ğiniz, hattâ sevmekte olduğunuz zaferi de size gösterdiği zamana kadar- yerine gelmişti..." (Âyet: 152).

' 'Ey îmân edenler, siz o küfredip de yeryüzünde seyahat ve seferde yâhud gazada bulundukları zaman ölen kardeşleri hakkında: 'Bizim yanımızda olsa­lardı ölmezler, öldürülmezlerdV diyenler gibi olmayın. Allah bunu onların yü­reklerinde akıbet bir hasret yaptı. Allah hem diriltir, hem Öldürür. Allah ne yaparsanız hakkıyle görendir" (Âyet: 156).

"Hakikat Allah fakirdir, biz zenginleriz diyenlerin lâfını, and olsun ki Al­lah işitmiştir: Söyledikleri o sözü haksız yere peygamberleri öldürmeleriyle be­raber yazacağız ve: 'Tadın o yangın azabını!' diyeceğiz*' (Âyet: 181).

"Fakat Rabb'lerinden korkanlar, altlarından ırmaklar akan cennetler -kendileri içinde ebedî kalmak,Rabb 'leri katından verilecek nice ziyafetlere de konmak üzere- hep onların. Allah 'in nezdinde olan (ni'metler) iyiler için daha hayırlıdır" (Âyet: 198).

' 'Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma ve güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan ihtiraslı sevgi insanlar için bezenip süslenmiş­tir. Bunlar dünyâ hayâtının geçici birer fâidesidir. Allah(a gelince) nihayet dö­nüp varılacak yerin bütün güzelliği O'nun nezdindedir" (Âyet: 14).

"Geceyi gündüzün içine koyarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen kimi dilersen ona sayısız nzk verirsin " (Âyet: 27).      .

' 'Orada Zekeriyyâ Rabb 'ine duâ etti: Rabb 'im, bana Sen 'in tarafından çok temiz bir zürriyet ihsan et. Muhakkak Sen duayı hakkıyle işitensin, dedi. O, mihrâbda durup namaz kılarken melek ona şöyle nida etti: Gerçek, Allah sana kendisinden bir kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeler" {Âyet: 39).

"Zekeriyyâ: Rabb 'im bana bu hususta bir nişan ver, dedi. Allah da: Senin nişanın sâde bir işaretten başka İnsanlara üç gün söz söyleyememendir. Bunun­la beraber Rabb'ini çok an ve akşam sabah O'nu tesbîh et, dedi" (Âyet: 41).

Zemahşerî: "el-Aştyy" güneşin inmesi zamanından batmasına kadardır, "el-tbkâr" ise fecrin tulü' etmesinden duhâ vaktine kadardır, demiştir.

Bâb'm başındaki "Tukaat", "Takıyye", "Takva", "İttikaa" hakkında bir açıklama:

"İttikaa, vikaayeyi kabul etmek, diğer ta'bîrle vikaayeye girmek. Vikaaye ise... elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O hâlde lügat yönünden İttikaa veya onun ismi olan "Takva", kuvvetli bir hi­mayeye girerek korunmak, hâsılı kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bu­nun lâzımı olarak korkmak, ictinâb ve ihtiraz etmek, tevakki eylemek ma'nâlannda da kullanılır. TevakkVĞt tekellüf, İttikaa'âa sadelik vardır.En şâmil ve en kuvvetli vikaaye ise, ancak Allah'ın vikaayesidir. Zîrâ beşer vikaayesi is­tikbâle ve akıbete tamamen hâkim olamadığı gibi, hâlde görülen elem ve zarar­ların bile hepsine hâkim olamaz. Binâenaleyh iyi korunmak demek olan Ittİkaa'mn hakîkati, ancak Allah'ın vikaayesine girmekle gerçekleşebilir..." {HakkDîni, I, 168-169); Takva hakkında daha geniş bilgi: II, 1152-1153; VI, 4479-4480.

[94] Bunların hepsi Mucâhİd'in sözleridir. Bunu Abdu'bnu Humeyd, Ravh'tan; o da Şibl'den; o da İbn Ebî Necîh'ten senediyle Mucâhid'den rivayet etmiştir... "Bunlar birbirini tasdik eder" sözü, müteşâbihin tefsiridir. Birinci âyetten an­laşılan fâsıklar, yânî sapıkların sapıklığı ancak insanları dînlerinde fitneye dü­şürmek ve sapıtmak isteyerek müteşâbihin muhkeme uygun olmayan ma'nâsma tâbi' olmaları cihetinden olduğudur. Bu suretle onlann sapıklığı artar durur. Bu âyetin ihtiva ettiği ma'nâyı tasdîk etmek için, bundan sonraki âyeti zikretti. Çün­kü "Allah akıllarını iyi kullanmayanlara niurdârlık verir" buyurdu. İşte bunun gibi, hidâyeti kabul edenin de hidâyeti artar durur.. (Aynî, Kastallânî).

Müfessir Mucâhid: "Muhkem âyetler haram ve halâle dâir olan âyetlerdir. Müteşâbih âyetler de bâzısı bâzısını tasdîk Ve tefsîr eden âyetlerdir" demiştir ki, onun bu sözü, biraz sonra açıklanacak olan Kur'ân'ın Tefsiri Usûlü'nün kı­sa bir ifadesidir.

[95] Bu âyet, Kur'ân nasıl tefsîr edileceğini bildiren, tefsîr usûlünü ve esâsım ortaya koyan bir âyettir.

Muhkem, lügatte metin ve sağlam kılınmış demektir. Istılahta ise ibaresi, yânî lâfızları ve kelimeleri Allah'ın muradına delâlet hususunda şübheden ve başka ma'nâya delâlet ihtimâlinden korunmuş oian nasstır.

Müteşâbih, ibaresinin kasdedilen ma'nâya delâleti hususunda şübhe ve ih­timâl bulunandır. Yânî herbiri murâd olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer birçok- ma'nâlan muhtemildir ki, hepsi mi veya birisi mi kasdolunduğu

zahir bir surette seçilemez.

Muhkem âyetler tamâmiyle açık olup doğrudan doğruya birer ilmî burhan­dırlar. Bu sebeble bunların umûmuna Ümmü'l-Kitâb = Kitabın Anası adı veril­miştir ki, ana âyetler demektir. Bu i'tibârla müteşâbihler muhkemlere dönücü ve onun fer'i durumundadırlar. Müteşâbihlerin medlulleri, muhkemlerin delâletleriyle ta'yîn edilir.

Âyette Ümmü 1-Kitâb adı verilen ana âyetlerin hepsi muhkem olmakla be­raber, birbirlerine kıyâs ve tatbik edilince aralarında ıtlak, takyîd, umûm-husûs, takrir, tefsîr, istisna... gibi birtakım farklar vardır. Bu bakımdan usûl âlimleri umûmî surette muhkemleri dört dereceye ayırmışlardır: Zahir, Nass, Müfesser, (Husûsî manâsıyle) Muhkem dereceleridir. Müteşâbihleri de medlûllerindeki iş-tibâh ve ihtimâle göre dört dereceye ayırmışlardır: Hafî, Müşkil, Mücmel, (Hu­sûsî ma'nâsıyle) Müteşâbih dereceleridir.

Umûmî ma'nâsiyle muhkemlerin dört derecesi, umûmî ma'nâca müteşâ­bihlerin dört derecesiyle mukaayese edilince, zahirin hafî, nassm müşkil, mü-fesserin mücmel, muhkemin müteşâbih mukaabili olduğu görülür. Ve müteşâbihler camiasının, ana kitâb olan muhkemler câmiâsıyle îzâh ve tefsîr olu­nacağı anlaşılır...

Bu muhkemler ile müteşâbihler tamâmiyle karşılıklı bir taksim mâhiyetin­de zikredilmiş bulunduklarından inhisarı ifâde ederler. Binâenaleyh herbiri hu­sûsî ma'nâlarma hamledildikleri takdirde bu sekiz kısımdan altısı hâriç kalmış olacağından muhkemler ilk dördü, müteşâbihler de son dördü şâmil olmak üzere, umûmî ma'nâlarma hamledilmiş bulunduklarında şübhe yoktur. Bu âyet bu veç­hile söz anlama, tefsîr usûlü ve hüküm çıkarma ile ilgili en büyük bir esâsı öğ­retmiştir ki, herhangibir kelâmı veya kitabı İyice anlayabilmek için akılda, nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl ilminde bunlar bütün tatbîkaatıyle şerh ve tafsil edilmişlerdir. Hele cidden kaanûn ve hukukî mes'eleleri anlamak için bu usûl en zarurî olan ilmî şartlardandır. Daha geniş bilgi için: Hakk Dîni, II, 1035-1045; Tanrı Buyruğu, Mukaddime, 46-49.

[96] Kaadı Iyâd, bütün peygamberlerin bu hususiyette ortak oldukları fikrini tercih etmiştir (Nevevî).

Ebû Hureyre tarafından bu hususa delîl olmak üzere okunması istenen âyet­ler, İmrân'm karısı ve Meryem'in annesinin, Meryem İle ilgili sözlerini ve onun hakkında duasını ihtiva eder. Birbiriyle ilgili üç âyetin mealleri şöyledir:

' 'f/an/ Imrân 'in karısı: Rabb 'im, karnımdakini âzâdlt bir kul olarak Sana adadım. Benden olan bu adağı kabul et. Şübhesiz (niyazımı) hakkıyle işiten, (ni­yetimi) kemâliyle bilen Sen 'sin Sen, demişti. Fakat onu (kız çocuğu) doğurun­ca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilici iken: Rabb 'im, hakikat ben onu kız olarak doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Gerçekten ben adım Meryem koy­dum. Ben onu da, zürriyetini de taşlanmış şeytândan Sana sığındırırım, dedi. Bunun üzerine Rabb 7 onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu ve onu güzel bir nebat gibi büyüttü. Zekeriyyâ'yı da ona bakmaya me'mûr etti... "(Âyet: 35-37). Bu hususta verilen tıbbî bilgiler şöyledir: "Doğumdan evvel akciğerler havasız­dır. Gaz mübadelesi (oksijen alıp karbondioksit vermek) plasenta ("Son" deni­len özel bir uzuv) yolu ile olur. Çocuk doğunca rahim büzüldüğünden, son'un bitiştiği yer daralır ve çocuğun oksijen tedâriki güçleşir. Göbeğin bağlanması ile de bu, tamamen kesilir. Bu suretle çocuğun kanında oksijen azlığı ve kar­bondioksit çokluğu hâsıl olur. Bu durumda teneffüs merkezinin uyanması ile nefes almak ihtiyâcı hâsıl olur ve teneffüs başlar. Çocuk evvelâ 4-5 defa arka arkaya çabuk ve sathî teneffüs eder. Nefes alma ve verme ağlamakla olur..." (Prof. Dr. Şevket Salih Soysal, Çocuk Sağlığı, İstanbul 1955, s. 23).

Bu bilgilerden, o anda çocuğun vücûdunda karbondioksit artıp oksijenin azalması, içteki ve dıştaki basınç farklılığı ve bunlar dolayısıyle çocuğun bir tazyik altında ve ıztırâb içinde olduğu anlaşılıyor. Bu tazyiklerin hadîste mecazî ola­rak şeytân dokunması ile ta'bîr edilmiş olması muhtemel olduğu gibi, hakîka­ten şeytân tarafından bir ilâve tazyik yapılmış olması da mümkindir {Müslim Ter. VII, 246-247, 80-81, haşiyeler).

Bu hadîs Kitâbu'l-Enbiyâ, 46. Bâb, 103 rakamıyle de geçmişti.

[97] Sabr Yemini şu yemine denir ki, yemîn terettüb eden adam, onun üzerine hab-solunmuş oiur ki, o yemini edâ edinceye kadar mahbûs olur, murâd zikrolun-duğu üzere sabr tarikiyle olan yemîndir. Şârih der ki, gerçi o yeminin sahibi masbûrdur, İâkin bu yemîn zımnında habsolunduğu için mecazen sabr ile sıfat-İanmıştır (Kaamûs Ter.).

Bu hadîsin bir rivayeti Şehâdetler Kitâbi'nda geçmişti.

[98] Bununla, bundan Önceki hadîs arasında zıddhk yoktur, Çünkü o, kuyu hakkın­da, bu da mal hakkındadır. Âyet beraberce bu iki sebeble inmiştir. Âyetin lafzı âmmdır, yânı umûmîdir; bu iki sebebe de uzanır. Bir de: Belki âyet Abdullah ibn Ebî Evfâ'ya ancak bu malın satışı sırasında ulaşmış da, o da âyet bu sebeble indi sanmıştır, denildi (Aynî).

[99] Âyetin buradaki da'vâ ile ilgisi de meydandadır. Duruşma sırasında da'vâcı ka­dının delili ve şahidi bulunmadığından, da'vâlıya yemîn etmek düşmüştü. Ya­lan yere yemîn etmesini önlemek için, kendisine Peygamber'İn sözü ve âyet hatırlatılmış, kadın da bundan ders alarak yalan yere yemîn etmeyip, suçunu i'tirâf etmiş, böylece hakk da yerine getirilmiştir.

Peygamber'İn "Yemtn.da'vâhya düşer" sözü de hiç eskimeyecek ebedî bir hukuk ve muhakeme düstûrudur.

[100] Burada muhtelif vicdanların, muhtelif milletlerin, muhtelif dînlerin, muhtelif kitâblarm esâsî bir vicdanda, bir hakk kelimede nasıl tevhîd olunabilecekleri, İslâm'ın beşeriyyet âlemine ne kadar geniş, ne kadar açık, ne kadar dosdoğru bir hidâyet yolu, bir hürriyet Öğretmiş bulunduğu ve artık bunun Arab ve Acem'e inhisarı olmadığı tamamen gösterilmiştir. "Allah'tan başka ma'bûd tanımaya­lım ve O'na hiçbirşeyi ortak koşmayalım ve bâzımız bâzımızı Allah'tan beride rabb edinmesin" kelimesinde toplanan vahdet vicdanından daha geniş, daha hâ­kim hiçbir vicdan bulunmak mümkün değildir ki, onun arkasına düşülsün. Dînî terâkkiler (yükselişler) vicdanların ayrılık ifâde eden hususiyetlerinde değil, kül-liyetinde ve genişliğindedir. Bütün hürriyet ve eşitlik da'vâsınm esâsı bu bir ke­limede, bir vicdanda toplanır... (Hakk Dîni, II, 1131-1132).

[101] el-Haseb: İki fethâ İle mahsûb ma'nâsınadır ki, fiil bi-ma'nâ mef'ûldür. Ve Ha­seb, bir kişinin babalan ve dedeleri cihetinden fahr ve mübâhât tarikiyle zikr ve ta'dâd eylediği güzellikler ve öğünme sebeblerine denir, bir görüşe göre mal ve menâle denir, yâhud dîn ve millettir, yâhud kerem yâhud fiil ve amelde olan ulüvv ve şeref yâhud güzel fiil ve sâlih amel yâhud babalar ve dedeler cihetin­den sabit olan şeref ve asalet, yâhud şân ve bâl ve kadr ve haysiyettir. Ve bâzı­lar indinde haseb ve kerem, bir kimsenin zâtına mahsûstur, her nekadar soyunda şerâfet ve asalet yok ise de lâkin mecd ve şeref, soyuna ve ırkına mahsûstur ki, neseb yüksekliği olmayan kimseye necd ve şeref sıfat olmak sahîh değildir (Kaa-mûs Ter.)

[102] Peygamber'in bu mektubunun "Selâmun ala men ıttebau'l-hudâ" fıkrası, Tâ-hâ: 47. âyetinin bir parçasıdır, yalnız âyette selâm eliflâm'h olarak "es-Selâm" şeklindedir. Mektubun son fıkrası ise bu uzun hadîsin burada getirilmesinin se­bebi olan Âlu İmrân: 64. âyetidir, yalnız âyetin basında "KuI=Dp &/'ıemri var dır. O emir mektuba alınmamıştır, çünkü o emir, âyetin yazılmasıyle yerine getirilmiş oluyordu.

[103] Müşrikler Rasûiullah'ı Ebû Kebşe adındaki kimseye nisbet ederlerdi. Bu adam, putlara ibâdet hususunda Kureyş'e muhalefet ederek "Şı'râ'1-Abûr" adlı yıldı­za tapmış bir Huzâalı idi. Rasûlullah da putlara ibâdet hususunda Kureyş'e mu­halefet edince, ona benzeterek "Ebû Kebşe'nin oğlu" ismini verdiler. Bir rivayete göre de Ebû Kebşe, Peygamber'in annesi cihetinden büyük dedelerindendir. Pey-gamber'i ona nisbet etmekle, güya ona çekmiş olduğunu kasdetmek isterlerdi (İbnu'1-Esîr, en-Nihâye).

Arablar Romalılar'a "Benû'I-Asfar" derlerdi.

Ibn Abbâs'ın Ebû Sufyân'dan rivayeti burada son buluyor. Bundan son­raki kıssa, ez-Zuhrî'nin İbnu'n-Nâtûr'a ulaştırdığı rivayettir. Ebû Sufyân'dan rivayet edilmiş değildir. İbnu'n-Nâtûr, Abdulmelik'in halifelik günlerinde ha­yâtta idi. ez-Zuhrî, kıssayı ondan dinlemiş.

[104] Buhârî bu uzun Hırakl hadîsini çeşitli kitâblarda açtığı bâblara delîl olmak üze­re, Sahîh'min birkaç yerinde getirmiştir. Meselâ Vahy Kitâbi'nda 6 rakamıyle; Cihâd'da 101. Bâb'da .151 rakamıyle getirmişti. Bu getirmeler aynı hadîsin tı­patıp tekrarı değildir. Hadîslerin senedlerinde ve metinlerinde muhakkak bâzı farklılıklar vardır. İşte Büyük İmâm, bu ayrı ayrı senedlerle ve farklı metinlerle gelen bütün sahîh hadîsleri böylece ihmâl etmemiş ve hepsini son derecede ba­şarılı bir yerleştirişle Sahîh'ine yerleştirmiştir.

Bu Tefsir Kitâbı'nda da hadîsi ayrı ayrı iki senedle'getirdi: a. İbrahim ibn Mûsâ, Hişâm ibn Yûsuf'tan; o da Ma'mer ibn Râşid'den; o da ez-Zuhrî'den... b. Abdullah ibn Muhammed el-Müsnidî, Abdurrazzâk'tan; o da Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den...

Hadîsin buradaki metninde de bâzı fıkraların Öne geçirilme, geriye bıra-kalma, özetlenme gibi farklılıkları vardır. Hadîsin ez-Zuhrî'den gelen İbnu'n-Nâtûr fıkrası burada diğer yerlere nisbetle çok özetlenmiş olarak verilmiştir.

[105] Bu hadîs Zekât Kitâbı'nda da geçmişti. "Gidici maldır" rivayetine göre her mal gibi bu da gidicidir, böyle hayır yolunda gitmesi, en iyi bir gidiştir, denmiş olu­yor.

[106] Bu Vakıfta geçen hadîsin bir parçasıdır. Enes, Ebû Talha'nm üvey oğlu idi.

[107] Âyetin baş tarafı ile tamâmı şöyledir: "Tevrat indirilmezden evvel-Ya'kûb'un kendisine haram kıldığı şeylerden başka- yiyeceğin her türlüsü Isrâü oğullan için halat idi. De ki: 'Eğer doğru söyleyiciler iseniz, Tevrat 'i getirin de onu okuyun''' (Âyet: 93).

Yahudiler, Peygamber'e: Sen tbrâhîm'in Tevhîd Dîni'nde olduğunu iddia ediyorsun. Hâlbuki o senin gibi deve eti yemez, deve sütü içmezdi, dediler. Bu âyetin inme sebebi, budur.

Ya'kûb hakkında en sahîh rivayet şudur: Ya'kûb, ırku'n-nese' (siyatik) has­talığına tutulmuş ve bundan şifâ bulursa, en sevdiği yiyeceği yememeyi adamış­tı. Bir rivayete göre, en sevdiği de deve eti ve sütü imiş; bu adağı tabîblerin tavsiyesi veya hastalığında bir gece pekçok acı çekmesi sebebiyle veya sırf bir zühd ve taabbüd İçin yapmış olduğu da rivayet edilmiştir.

[108] Hadîsin âyetle ilgisi açıktır. Bu hadîste Yahûdîler'in bir yalanı ortaya çıkarıl­mıştır.

"Ey îmân edenler, Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Sakın siz müslümânlar(o\mak)dan başka (bir sıfatla) can vermeyin. Hepiniz toptan sımsıkı Allah 'in ipine sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah 'in, üzerinizdeki nV~ metini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlardı) idiniz de O, kalblerinizi (İs­lâm'a ısındırıp) birleştirmişti. îşte O'nun (bu) ni'meti sayesinde (dîn) kardeşler^) olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. îşte Allah size âyetlerim böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki doğru yola eresiniz. Sizden öyle bir cemâat bulunmalıdır ki (onlar herkesi) hayra çağırsın­lar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. îşte onlar muradı­na erenlerin tâ kendileridir. Siz kendilerine apaçık debiler, âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılanlar, ihtilâfa düşenler gibi olmayın; îşte onlar(m hâli); En bü­yük azâb onlarındır. O günde ki, nice yüzler bembeyaz olacak, nice yüzler de kapkara kesilecek. Yüzleri simsiyah olanlara gelince (onlara): îmânınızdan sonra küfrettiniz hâl. İşte o küfretmenize mukaabil tadın azabı! (denilir). Yüzleri bem­beyaz olanlar ise Allah 'in rahmeti içindedirler. Onlar bunun içerisinde ebedî ka­lıcıdırlar. (Bütün) bunlar Allah'ın -Hakk(m İkaamesine sebeb) olarak sana okuyageldiğimiz- âyetlerdir. Allah âlemlere hiçbir haksızlık etmek istemez. Gök­lerde ne var, yerde ne varsa (hepsi) Allah 'in. (Bütün) işler ancak Allah 'a döndü­rülür" (Âyet: 102-109).

"islâm içtimaiyatının esâsları, İ'tisâm âyetlerinde özetlenmiştir... Bu âyet­lerin ihtiva ettiği hikmet ve içtimaî prensiplerin tefsîr ve izahıdır ki, cildlerle ki-tâblara sığmayan ilimleri ve felsefeyi meydana getirmiştir. Rasûlullah'ın hayâtı bu âyetlerin tatbîki ve îzâhıyle geçmiştir. Denilebilir ki O'nun bütün hadîsleri bu âyetlerin çeşitli derecede izahlarından ibarettir. Biz bu mesrudâtı "îmân ve i'tikaad" sâikasıyle değil, sırf felsefî ve ilmî bir hakîkat olmak suretiyle derme-yân etmiş olmak da'vâsındayız. Bu i'tibârla da'vâmızı isbât etmek isteriz. Bu maksad için ise, içtimaî esâsların tefsirleri hükmünde olan Peygamber hadîsle­rini îzâhen dercedeceğiz..." (Bundan sonra yirmi kadar hadîs meali ve îzâhlan yazılıp netîceler çıkarılmıştır. Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi-Ziya Nur, İslam Târihi, tstanbul 1982, s. 164-169).

[109] Âyetin tamâmı şöyledir: "Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, Al­lah 'a îmân edersiniz. Kitâblılar da inansaydı kendileri için elbette hayırlı olur­du. İçlerinden îmân edenler vardır. Fakat onların pekçoğu (hakk dînden çıkmış) fâsıklardır" (Âyet: 110).

Burada Muhammed Ümmeti'nin asıl seçkin özelliği, Tevhîd îmânı ile iyili­ği emr ve kötülükten vazgeçirmeye çalışmak olduğu ve bilhassa bu vasıf altında insanlar için en hayırlı bir ümmet oldukları bildirildi. Bu yazîfe, esâs i'tibâriyle yalnız "Emîr sâhibleri"ne âid olmayıp, umûmî olarak mü'minlerin bizzat veya bi'1-vâsıta bununla ilgilenmeleri lâzım geleceği ve bir ümmetin hayırlılığı da ek­serisinin salâhıyle olabileceği ve nitekim sair ehli kitabın bu hasleti hâiz olma­maları, içlerinde ilâhî tâatten çıkmış fâsıkların ekseriyet teşkil etmelerinden neş'et ettiği ve müslümânların ekseriyeti bu seçkin hasleti muhafaza ettikçe kendileri­ne diğer kâfirlerin, fasıkların nihayet bir ezadan başka zararları dokunmayaca­ğı hatırlatılıyor... (Hakk Dîni, II, 1158).

[110] Ebû Hureyre'nin âyetteki hayırlılığı tefsîri, esirin gâzî eliyle İslâm'a girip saa­dete erişmesidir, yânî müslümâmn bâzı insanların İslâm ve hidâyetine sebeb olması yönündendir.

[111] Bir önceki âyet şöyledir: "Hani sen mü 'mirileri muharebeye elverişli yerlerde yerleştirmek üzere erkenden ailenden ayrılmıştın, Allah hakkıyle işiten, kemâ­liyle bilendi". Bir önceki ile beraber başlıktaki bu âyet Uhud harbinin başlama safhasını hatırlatmaktadır... Uhud yakınında münafık Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl'ün geri dönmesi esnasında Rasûlullah'ın ordusunun iki yanlarını teşkil eden Ensâr'dan iki taife dahî kalb zayıflığına düşüp, az daha dönecek gibi olmuşlar. Fakat "Onların velîleri Allah'tır" medlûlünce, Allah onları saklamış, kalbleri-ni toplamışlar ve niyetlerini düzeltmişlerdir. Bu 122. âyetin bunlara işaret oldu­ğu beyân edilmiştir.

[112] Hadîsten anlaşılan ma'nâ şudur: Bu âyetin inmesi Câbir'i sevindirmiştir. Çün­kü bu âyetle onlara şeref ve Allah velayetinin tesbîti hâsıl olmuştur. Bu, onların azm'den boş olan bu himmetlerinin onları sevindirdiğine delâlet etmiştir.

[113] Hadîslerin bâb başlığındaki âyetle İlgileri açıktır. Hadîsler bu âyetin Peygam-ber'in namaz içinde yapmakta olduğu beddualar üzerine indirildiğini ve bunun üzerine böyle beddualara son verildiğini bildirmektedir.

Allah'ın aleyhlerinde bedduadan nehyettiği kimseler -ayn ayrı yollardan ge­len rivayetlere göre- Safvân ibn Umeyye, Süheyl ibn Amr, Hârİs ibn Hişâm ibn Amr'dır ki, bunlar o zaman henüz îmân etmemiş bulunduklarından, İslâm'a haylî zararları dokunuyordu. Bunların üçü de Mekke fethi günü müslümân olmuşlar ve müslümânlıktaki hayâtları pek fazîletli devam etmiştir. Bunlardan Süheyl ibn Amr Kureyş İleri gelenlerinden olup Hudeybiye andlaşmasında Kureyş hey'eti-nin başı ve yüksek bir hatîb idi.

[114] Âyetin tamâmı şöyledir: "O yakıt siz (harb meydanından) boyuna uzaklaşıyor, bir kimseye dönüp bakmıyordunuz. Rasûl ise arkanızdan sizi çağırıyordu. Bu­nun üzerine Allah sizi keder üstüne kederle cezalandırdı. (Allah'ın sizi affetme­si) ne elinizden gidene, ne de basınıza gelene esef etmemeniz içindir. Allah ne yaparsanız hakkıyle haberdârdır" (Âyet: 153).

' 'Ne zayi' ettiğiniz fırsat ve nusrata, ne de uğradığınız musîbetlere mahzun olmayasınız. Dünyânın vakıalarına karşı metîn ve tecrübeli olarak Allah'a sığı­nıp istikbâle hazırlanasınız. Zîrâ bu suretle tecrübe ile görülmüş oldu ki acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar olur. Ve bir an içinde Allah mağlûblan gâlib, mahzunları memnun edebilir. Ve Allah bütün yap­tıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberdârdır" {Hakk Dîni, III, 1204).

[115] Hadîs, âyette bildirilen çağırmanın Uhud günü cereyan edişini bildirmiş oluyor. O bozgunluk sırasında Peygamber'İn yanından ayrılmayıp sebat edenlerin bu­rada on iki kişi oldukları bildirilmiştir. Vâkıdî ile Belâzorî'de bunların onaltı kişi oldukları bildirilip isimleri sayılmıştır

[116] Âyetin tamamı şöyledir: ''Sonra o kederin ardından Allah üzerimize öyle bir emînîik, öyle bir uyku indirdi ki, O, içinizden bir zümreyi örtüp buruyordu. Bir zümre de canlan sevdasına düşmüştü. Allah 'a karşı câhiliyet zatını gibi hak­ka aylan bir zann besliyorlar ve: 'Bu işten bize ne!' diyorlardı. De ki: 'Bütün iş Allah 'indir.' Onlar sana açıklayamayacaklannt içlerinde saklıyorlar, diyor­lar ki: 'Bize bu işten birşey (bir pay) olsaydı, burada öldürütmezdik\ Şöyle de: "Siz evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine mu­hakkak yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. (Allah bunu) gö­ğüslerinizin içindekini yoklamak, yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerinizdeki özü hakkıyle bilendir" (Âyet: 154).

Bu âyette haber verilen "Nuâs= Uyku", hislerin ta'tîlinden ibaret olan bir gaflet değil, gönüllere huzur ve emniyet veren ilâhî bir sekînettir. Ve o sırada pek ziyâde İhtiyâç duyulan bir istirahattir. Bu ilâhî ni'metin yalnız hâlis mü'-minlere ihsan edildiğine ve münafıklar can baş derdine düşerek uyku yüzü gör­mediklerine âyette hassaten işaret edilmiştir.

[117] Hadîste bu ilâhî sükûnete mazhar olanlardan birinin Ebû Talha olduğu açıkça görülmektedir.

[118] Bu âyet Uhud'un akabinde Hamrâu'1-Esed gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebû Sufyân ve arkadaşları Uhud'dan çekilip Ravha denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar, "Çoğunu öldürdük, azı kaldı, neye bıraktık?" diyerek dönüp müslümânlara tekrar hücum etmek istemişlerdi. Peygamber de bunu derhâl haber almış ve onları yıldırmak, kendinin ve sahâbîlerinin kuvveti­ni göstermek için Ebû Sufyân'ı ta'kîb etmek üzere sahâbîlerini teşvik etmiş ve: "Bu gün bizimle beraber ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın " bu­yurmuş idi. Bunun üzerine Peygamber'Ie beraber bir cemâat hareket ettiler ki, yetmiş kişi oldukları söylenmiştir. Medîne'den sekiz mil mesafede bulunan Hamrâu'1-Esed adındaki mevkie kadar vardılar. Sahâbîler yaralı idiler, çok zah­met çekiyorlardı, ecirlerini kaçırmamak İçin katlanıyorlardı. İçlerinde öyle ya­ralılar  vardı  ki,  nevbetle  birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı.   Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra binen inip, altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde sa­at be-sâat birbirlerine dayanarak gidenler bulunuyordu. Hep bunlar yaraların ıztırabından idi. Fakat Allah müşriklerin kalblerine bir korku attı da kaçtılar gittiler. İşte bu âyet bu hal içinde Rasûlullah'm da'vetine icabet eden bu mü'-minler hakkındadır (Hakk Dîni, II, 1231).

Buhârî bu bâb altında herhangibir hadîs getirmemiştir.              

[119] Bu âyet de el-Bedru's-Suğra gazvesi hakkında inmiştir.

Ebû Sufyân Uhud harbinden dönerken: Yâ Muhammed, gelecek sene Be­dir panayırı günlerinde istersen -dostlarımızı Öldürdüğünüz- Bedir mevkiinde si­zinle karşılaşalım, demişti. Rasûlullah da: "İnşâattan" diye cevâb vermişti.

Gelecek sene girince Ebû Sufyân bir kısım Mekke müşrikleriyle beraber ha­reket edip Merru'z-Zahrân mevkiine gelerek konmuştu. Fakat Allah bu düşman reisinin kalbine bir korku saldı, hemen Mekke'ye dönmeye karar verdi. Bu sı­rada el-Eşca' kabilesinin başkanı Nuaym ibn Mes'ûd, yanında bir kaafile ile çı-kageldi. Medine'ye gidiyorlar di. Nuaym o sırada henüz müslümân olmamıştı. Ebû Sufyân, Nuaym'e: Bu sene burada buluşmak ve cenkleşmek üzere Muham-med'le sözleşmiştik. Fakat benim burada fazla kalmağa vaktim müsait değil. Al sana on deve. Medine'ye vardığında Muhammed'i korkut! Büyük bir kuv­vetle gelmişler, sizi bekliyorlar, de! diye ta'lîmât verdi. Nuaym Medine'ye gel­diğinde, Peygamber'in asker hazırlamakta olduğunu görünce: Ebû Sufyân Mekkeliler'i başına toplayıp gelmiş: Vazgeçin. Giderseniz hiçbiriniz geri gelmez! diye tehdîd etmişti. Bunun üzerine Rasûlullah: "Hasbuna'llah ve ni'me'l-vekîl=Allah bize yetişir, O ne güzel vekildir" deyip, maiyyetiyle hareket etti. Bedir'e vardıklarında orada düşmanı bulamadılar. Panayırın devamı müddeti olan sekiz gün orada kaldılar. Sahâbîler yanlarında ticâret malı da getirmişler­di. Bir misli kazancı ile satarak Medîne'ye döndüler. 74. âyet bunu açıkça be­lirtmektedir. İslâm târihinde bu sefer el-Bedru's-Suğra = Küçük Bedir Seferi diye anıhr. eUBedru'l-Kübrâ = Büyük Bedir ise, zafer menkabeleriyle dohı olan İlk İslâm gazvesidir.

[120] Buradaki tbn Abbâs hadîsleri, o korkulu haber ve tehdîdler karşısında Peygamber ve sahâbîlerin azimlerini ve Allah'a dayanıp güvenmelerini en belîğ şekilde ifâde etmektedirler

[121] Bu hadîsin bir rivayeti Zekât Kitabı, "Zekâtı men' edenin günâhı bâbı"nda geç­mişti.

Âyetteki "Göklerin ve yerin mirası", seleften halefe intikaal edegelen mal ve şâire gibi semavî ve arzî miraslardır. Semavî mîrâs, peygamberlik ve ilim gibi yüce bilgileri de şâmildir. Bundan şu da anlaşılır ki, evvelâ mîrâs, bir ilâhî kaa-nûndur. İkinci olarak "Allah'ın fazlından kendilerine verdiği", yalnız mallara mahsûs değildir. Bir de burada bu sûreyi ta'kîb edecek olan en-Nisâ Sûresi'nde gelecek mîrâs âyetlerine bir nevi' hazırlama vardır.

[122] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi açıktır. O âyetin Yahûdî Fınhâs'm: "Allah fa­kirdir, biz zenginiz" (Âyet: 181) dediği vak'ası veya şiirleriyle müşrikleri Rasû­lullah aleyhine teşvik ve harekete getiren Yahûdî Ka'b ibn Eşref veya Rasûlullah'ın gelip de kendilerine Kur'ân okuduğu o mecliste "Eğer bu hakk ise... meclisimizde bununla bizi ezâlandırma'' diye küstahlık eden Abdullah ibn Ubeyy sebebiyle indiği hakkında üç rivayet vardır. Buhârî bu hadîsi burada yaz­makla, üçüncü rivayeti âyetin en açık bir İnme sebebi saymış oluyor.

Âyetin baş tarafında: "And olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda muhakkak imtihana çekileceksiniz" buyurulmuştur. Bu, mallarınızda telefe gö-türen'bâzı âfetler ve nefislerinizde öldürülme, yaralanma veya esirlik veya diğer bâzı zahmetler, meşakkatler, korkular ve şâire gibi mukadderat ile belâlara uğ­ratılacaksınız, demektir. Allah'ın tecrübe ile ilim edinmesinden münezzeh ve müs-tağnî bulunduğu bilindiğinden, bu gibi âyetlerde belvâ ve ibtilâ, imtihan muamelesi yapmak ma'nâsma bir İstiaredir ki, nüktesi ilmî tecrübenin ehemmi­yetine ve hareketlerde tecrübenin e*sâs edilmesine kulları bir irşâddır.

Hadîsteki el-Bakara: 109 âyetini ihtiva eden kısım, İbn Ebî Hâtim'in, Bu-hârî'nin geçen senediyle kendi tefsîrinde ayrıca getirdiği başka bir hadîsin sonu­dur. Abdullah ibn Ubeyy'in ve tarafdârlarmm İslâm'a girmeleri zahirî idi. Hakikatte kinlerini gönüllerinde gizlemişler ve her vesîle ile fesâd çıkarmışlar­dır.

[123] İkinci hadîsteki bu suâli metinde de görüldüğü üzere Mervân İbnu'l-Hakem, İbn Abbâs'a Muâviye'nİn halifeliği zamanında Medîne vâlîsi iken sormuştur.

Buhârî bu 188. âyetin inme sebebi hakkında iki hadîs getirdi. Birinci hadî­se göre âyet, münafıklar hakkında inmiştir. İkinci hadîse göre İbn Abbâs, âyetin Yahudiler hakkında indiğini haber vermiştir. Şu hâlde âyette haber verilen,ahlâkî hüküm ve uhrevî ceza hem münafıkları, hem de Yahûdîler'le müşrikleri şâmil bulunuyor. Çünkü her iki hadîste haber verilen hilekârlık, gaddarlık, hakk ve hakîkati saklamak gibi cürümler, münafıklarla Yahûdîler ve müşrikler, hat­tâ bunların ahlâkında bulunan hîlekâr müslümânlar arasında müşterek cürüm­lerdir. Cezaları da aralarında müşterek acıtıcı azâbdır.

[124] Hadîsle âyet arasındaki ilgi meydandadır.

Semâvât ve Arz: Mekân mefhûmunun içine aldığı bütün ulviyyât ve süfliy-yâtıyle beraber mekânı mevcudat;

Halk: Bunların zât ve sıfatlarıyle bulundukları tarz ve vücûd keyfiyetleri üzere îcâd ve ifnalarını ifâde eden hakîkî illiyet mefhûmunun hâsılı; İhtilâfu'l-leyli ve'n-nehâr: Zaman mefhûmunu veren ve harekât ile alâka­dar olup bu mevcudatın mahlûkiyyetlerinİ ve inzibatlarını gösteren tevâlî ve ta-havvüldür. îşte hakk ilimlerinin keşfi usûlü işbu "Semâvât ve arz, gece, gündüz, halk, ihtilâf ve lübb" vâkıat ve mefhûmları üzerindeki tefekkürdür. Rasûlul-lah, bir rivayette bu âyetleri okuduktan sonra: "Vay bunu okuyup da bu bâbda tefekkür etmeyene!"; diğer bir rivayette: "Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda teemmül etmeyene!" buyurmuştur.

el-Bakara Sûresi'nde İlâhm vahdaniyetini isbât ve takrir siyakında bu âye­tin bir benzeri geçmiş İdi (Âyet: 164). O daha mufassal ve sekiz nevi' delilleri ih­tiva ettiği hâlde, bunda o esâsın bir icmâliyle beraber siyak ve matlûb noktası bakımından pek ince bir İnkişâfı vardır. Bunun için onun nihâyetinde "Aklı ile düşünen bir kavim için nice âyetler vardır"; bunda "Temiz akıl sahihleri için ibret verici deliller vardır'' buyurulmuş, Rasûlullah da buna ondan ziyâde derin bir aşk ile alâkadar olmuştur. Demek olur ki, evvelki matlabda mutlak olarak akıl kifayet edebileceği hâlde, burada temiz ve hâlis akıl demek olan "Lübb" lâzımdır. Çünkü orada ilâhın vahdaniyetinin isbâtıyle. Allah'ı bilmenin ilkele­ri bahis konusu idi; burada ise o bilgilerde terakki bahis konusudur ki, bunu gelecek olan âyetteki vasıflar iş'âr eder...

eî-Bakara: 164. âyeti "Hepinizin tanrısı bir tek Tann'dır. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O hem Rahman 'dır, hem Rahim 'd/r" âyetini ta'kîb ediyor, ve bi­nâenaleyh evvelemirde vücûd ve ilâhın vahdaniyeti âyetlerini takrir ederek, şirkten tevhide götürüyordu, buna akıl kâfi idi. Buradaki âyet ise "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah 'indir. Allah herşeye hakkıyle kaadirdir" âyetini ta'kîb edi­yor. Ve binâenaleyh îmân ehline ilâhî saltanatın suret ve tecellî sırlarım, Allah Taâlâ'nın mülkündeki tasarruf hükümlerini, hilkatin gayesi ve sırrını isbât eden âyetleri takrir siyakında geliyor. Bu da aklî ve nakli bilgilerle süslenmiş ve ilâ­hın vahdaniyetine îmân ile ubudiyet ve ma'rifette merhaleler katetmiş kâmil akıl­lar ve îmânlı kalbler erbabının kân olabileceğinden, aralarındaki farkı bundan sonra gelecek âyet işaret etmiştir... (Hakk Dîni, II, 1255-1258),

[125] Hadîsin başlıktaki âyete uygunluğu "Sonra Âlu İmrân Sûresi'nden son on âye­ti okudu" sözünden alınır. Bu hadîsin bir rivayeti bundan önceki bâbda geçtiği gibi, Vitr Bâblan'nda da geçmiş idi.

Başlıktaki âyette "Ulu't-Elbâb"m vasıflan sayılmaktadır. Utiı't-Elbâb, ayak­ta iken, otururken, yatarken, yânî gerek iştigâl ve gerek istirahat hâllerinin hep­sinde Allah'ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar. Bu üç hâl, insanın bütün hâllerini şâmildir. Hattâ bedenî hareketleri şâmil olduğu gibi yükselme, orta­lanma, düşme gibi haleti de şâmildir. Demek ki, bu "Temiz akıllılar" her ne hâlde bulunurlarsa bulunsunlar, kalbleri Allah'ı anmaktan başka birşey ile it-mı'nân zevkini bulamadığından Allah'ı anmaktan gaflet etmezler, gönülleri ilâhî murâkebeye gömülmüştür...

Ulu 'l-Elbâb 'in böyle zikrullaha müdâvemet ile tavsifleri dînî terbiyede yük­selmiş Rabbâniyyûn olduklarını bildirir ki, bu vasıf burada bahis konusu olan tefekkür suretiyle keşf ve müşahede edecekleri fennler ve İlimlerin önde gelen bir şartı demek olur... (Hakk Dîni, II, 12584261).

[126] Bu hadîs de bundan önceki bâbda geçen hadîsin benzeridir.

[127] Buhârî burada sûrenin tefsîrine başlarken sûrede geçen bâzı ta'bîr ve terkîble-rin tefsirlerini vermiştir. Biz buradaki sıralanışlarına göre bunların geçtikleri âyet­lerin meallerini verelim:

"Ne Mesîh, ne en yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez.

Kim Oyna kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse (düşünsün ki Allah) onların hepsini huzurunda toplayacaktır" (Âyet: 172).

"Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, onlara güzel söyleyin" (Âyet: 5).

"Kadınlarınızdan fuhuşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şâhid geti­rin. Eğer şehâdet ederlerse -onları ölüm alıp götürünceye yâhud Allah onlara bir yol açıncaya kadar- kendilerini evlerde alıkoyun (kendilerini insanlarla ka­rışmaktan men' edin)" (Âyet: 15).

"Eğer yetîm kızlar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkar-sanız, sizin için halat olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet (bu suretle de) adalet yapamayacağınızdan endîşe ederseniz, o zaman bir (tane ile) yâhud mâlik olduğunuz câriye (ile yetinin). Bu (tek zevce veya câriye) sizin haktan eğritip sapmamanıza daha yakındır" (Âyet: 3).

"Arab dörtten öteye geçmez" hükmünde görüş ayrılıkları vardır.

[128] İslâm'dan evvel zevcelerin sayısı sınırlandırılmış değildi. Onun için bir adamın on hattâ daha fazla karısı olabilirdi. Bu âyette zevcelerin sayısı ençok dörde in­dirilince, bundan ziyâde karısı bulunan müslümânlar, fazlasını derhâl terketti-ler. Zevceler arasında adalet, yedirme, barındırma, zevcî muamele, sevgi ve şâire hususlarında tam bir müsâvîliktir. Bu te'mîn edİlemeyince -ki te'mîni hemen he­men imkânsızdır- bir zevce ile yetinmek zurûrîdir. "Bu (birtek zevce veya câri­ye) sizin haktan eğrilip sapmamanıza daha yakındır" kaydı da aslolan kaaidenin, adalet kaaidesinin bir tek zevce ile evlenmekten ibaret olduğunun pek açık bir delilidir. İslâm düşmanlarının dillerine doladıkları gibi "Birkaç zevce ile evlilik" aslî bir kaaide değil, bir şazdır; ihtiyâç hâlinde bir ruhsattır... Bu da tatbiki çok güç bir adalet esâsına dayandırılmıştır: "Kadınlar arasında adalet etmenize ne kadar hırs gösterseniz asla güç yetiremezsiniz. Bari (birine) büsbütün meyledip de ötekini askılı gibi bırakmayın. Eğer (nefsinizi) ıslâh eder, (haksızlıktan) sakı­nırsanız, şübhe yok ki, Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet: 129) (Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm'den özetle alındı).

[129] Âyetlerin inme sebebini en sarih olarak getiren bu Hz. Âişe rivayetidir. Yetîm-lerin velîler tarafından mal ve güzelliğine tama' ederek başka kimselere nikâh­tan men' edilip, lâyık olmayan bir mehr ile kendilerine cebren nikâh edilmeleri, nefisçe ve malca zarara uğratılmalan ve bu suretle mal ve güzelliği az olan ye­tîm kızlara hiç rağbet edilmeyerek bütün bütün sefalete düşürülmeleri, âyetin İnmesinin aslî sebebini teşkil etmiştir. Ve bunun için âyet, emirden evvel nehyi içine almış ve umûmî olarak kadınlara adalet gayesi de nüzulün hikmeti olmuş­tur. Ve işte birden fazla olacak zevcelerin sınırlandırılması bu hikmet ve fâide cümlesinden bulunduğu gibi, birden fazla zevceye müsâade de kadın nev'inin sefaletine meydan vermemek ve zürriyeti çoğaltmak hikmet ve fâidesini içine almıştır... (Hakk Dîni, II, 1286-1287).

Birden fazla kadınla evlenme hususuna gelince: Bunun esâs i'tibâriyle sırf bir müsâade ve mübâh kılma olduğunda ve haksızlık korkusu takdirinde mek­ruh bulunduğunda söz yoktur. Bununla beraber âyet, bunun da bâzı hâllerde -mendûbluğunu ve belki vucûbunu bildirmekten boş değildir ki, bunu da en zi­yâde gerek erkekler ve gerek kadınlar için fuhuş ve zina tehlikesinin yüz göste receği hâllerde aramak lâzımdır.  "Mesnâ ve sülâse ve ruba'1 mûcebince bu müsâadenin a'zamîsi dört olmuştur... (Hakk Dîni, II, 1290).

[130] Başlıktaki âyetin baş tarafı şöyledir: "Yetimleri nikâh çağına erdikleri zamana kadar gözetip deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salâh gördünüz mü mal­larını onlara teslim edin. Büyüyecekler (de ellerine alacaklar) diye bunları israf ile tez elden yemeyin. (Velîlerden) kim de fakır ise... " Buhârî bu kısımda bulu­nan "Bidâran" kelimesinin tefsirini vermekle yetinmiştir.

[131] "Aytednâ" kelimesinin geçtiği âyet, bir öncekiyle birlikte şöyledir: "Allah in­dinde (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk vazgeçip tevbe edecek olanların tevbesidir. İşte Allah Un, tevbeleri-ni kabul edeceği.kimseler bunlardır. Allah (herkesin içini dışını) hakkıyle bilen­dir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. (Yoksa makbul olan tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da onlardan herhangi birine tâ ölüm gelince: Ben şimdi hakîkaten tevbe ettim, diyenlerin tevbesi değil. Kendileri kâfir olarak öleceklerin tevbesi de değil, onlar; biz onlar için pek acıtıcı bir azâb hazırlamışızdır" (Âyet: 17-18).

[132] Hadîsin âyetle İlgisi açıktır: Âişe âyetin tefsîrinde: Fakîr olan velî veya vasî ma'rûf veçhile maldaki çalışması, hizmeti ve-zarûrî haceti kadar yer, demekle mes'ele-ye daha fazla açıklık getirmiştir. Ancak bu ma'rûf, "Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyin" (Âyet: 28), "Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler..." (Âyet: 10), "Yetimlerin işlerini adaletle yerine getirmeniz... " (Âyet: 127) âyetleriyle bi­linir.

[133] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi açıktır. Buhârî bu mutâbaatı Vasiyetler Kitabı, "Yüce Allah'ın: iMîrâs taksim olunurken...' (Âyet: 8) kavli bâbı"nda senediyle ulanmış olarak getirmiştir. Lafzı şöyledir: "İbn Abbâs dedi ki: Birtakım insan­lar bu âyetin neshedildiğini iddia ediyorlar. Allah'a yemînle söylerim ki, hayır, neshedilmemiştir. Lâkin bu âyet insanların gevşeklik ettikleri âyetlerdendir. Bun lar iki yakındırlar: Biri mîrâs alır; işte bu riziklandmlandır. Diğeri mîrâs almaz; işte bu da iyilikle söz söyleyendir: Sana birşey vermeye mâlik olamıyorum, der". Bunun ikisi de İbn Abbâs'tan sahîh olan, güvenilecek olan isnâdlardir. İbn Ab­bâs'tan diğer birçok zayıf rivayetler de gelmiştir (İbn Hacer, Kastallânî).

[134] Bu Câbir hadîsinin bir rivayeti Abdest Alma Kitâbı'nda geçmişti. Oradaki hadî­sin sonunda Câbir (R): "... Akabinde ben ayıldım ve: Yâ Rasûlallah! Benim mîrâsırn kime kalacak? Benim mirasçılarım kelâle (yânî usûl ve furû'dan olma­yan kimseler)dir, dedim. Bunun üzerine farizalar, yânî mîrâs paylan âyeti indi" demişti. Buradaki farizalar âyetinden murâd, en-Nisâ Sûresi'nin "Aliah size mîrâs taksiminde şöyle tavsiye eder...'ı kavlinden başlayıp ' 'A Hah alimdir, hakimdir'' (Âyet: 12) kavlinde son bulan iki mîrâs âyeti, yâhud yine bu sûrenin sonunda olan "Senden fetva isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki hükmü şöylece açıklar; Eğer çocuğu (ve babası) olmayan bir erkek ölür, onun bir tek kızkardeşi kalırsa, terîkesinin yansı onundur... " (176.) âyeti­dir ki, bunların her ikisinde de "Kelâle"den bahis buyurulmuştur.

[135] Âyetin tamâmı şöyledir: "Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terîkesinin yarısı sizin­dir. Eğer onların çocuğu varsa size terîkesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. Fakat bu da onların edecekleri vasiyet ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa, terîkenizden se­kizde biri -edeceğiniz vasiyet ve borç(\xn edâsın)tfa« sonra- yine onlarındır. Eğer mîrâsı aranan erkek veya kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur ve onun erkek veya kızkardeşi bulunursa, bunlardan herbirinin (hakkı) altıda bir­dir. Eğer onlar bu mikdârdan çok iseler, o hâlde onlar ölünün edeceği vasiyet ve borçtan sonra üçte birde ortaktırlar. (Gerek vasiyette ve gerek borç ikrarın­da mîrâsçılara asla) zarar verici olmamalıdır. (Bu emirler ve hükümler) Allah '-tan size bir vasiyettir. Allah hakkıyle bilendir, halimdir" (Âyet: 12).

[136] Hadîsle âyetin uygunluğu "Zevç için (çocuk yoksa) malın yarısı vardır" kavlin dedir. Bu hadîs, bu isnâd ve bu metinle Vasiyetler Kitabı, "Mîrâsçıya vasiyet yoktur bâbı"nda da geçmiş ve orada bâzı açıklamalar verilmişti. Ana-babanm ve mîrâsı olan erkek, dişi yakın kısımların ırsî hisseleri tesbît edildikten sonra vasiyet yalnız uzak hısımlara münhasır olmak üzre müstehâb oldu.

"İşbu mîrâsın tafsili âyetinin nüzulünde de Ata şöyle rivayet etmiştir: Sa'd ibn Rabî' (R) şehîd olmuş, iki kızı, bir zevcesi, bir de erkek kardeşi kalmıştı. Erkek kardeşi malın hepsini alıverdi, kadın da Peygamber'e gelip: "Yâ Rasû-lallah, işte Sa'd'in kızları; Sa'd öldürüldü, bunların amcası da mallarını aldı" diye hâlini arzetti. Peygamber de: "Haydi şimdilik git, Ümîd ederim ki, Allah bu hususta hükmünü yakında verecektir" buyurmuş idi. Bu müddet sonra ka­dın yine geldi ve ağladı. Bunun üzerine bu âyet indi. Akabinde Rasûlullah, kı­zın .amcasını çağırdı: "Sa'd'ın iki kızına üçte iki ve bunların anasına sekizde bir ver; bakîsi de senin'' buyurdu, ve işte bu âyet mucibince İslâm' da ilk taksîm olunan mîrâs bu oldu".

"Demek ki, bu öbüründen evvel neticelenmiştir. Demek kî nüzul hikmeti­nin en mühim yönü, kadınların ve küçüklerin mîrasçılığa hakkıyle ortak edil­meleri ve nikâhın gerek zevç ve gerek zevce için mîrâsçı olma sebeblerine girdirtlmesi büyük inkılâbı ile mîrâsçılığın keyfiyet ve kemmiyetinin kat'î surette ta'yîni ve bundan evvelki âdetler ve hükümlerin neshedüip atılmasıdır" (Hakk Dîni, II, 1300-1301).

[137] Buhârî bu başlıkta üç kelimenin tefsirini nakletti ki, bunların geçtiği âyetler sırasıyle şunlardır:

"Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların malları­nı, kendi mallarınızı da katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günâhtır" (Âyet: 2).

"... Bu sizin eğritip sapmamanıza daha yakındır" (Âyet: 3).

"Kadınların mehirleriniyürekten isteyerek ve Allah'ın bir atıyyesİ olarak verin. Bununla beraber eğer ondan birazını gönül hoşluğu île size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yiyin" (Âyet: 4).

[138] Yânı nikâh akdi ile zevç veya zevcenin veya muvâlât akdi ile mevlâ'l-muvâlâtın terîkelerinden mîrâs alır vârisler yaptık. Herkesi yalnız kendi kazancıyle bırak­mayıp, mîrâsı da hakk yaptık ve bunu yalnız erkeklere veya kadınlara tahsis etmeyip ikisine de verdik. Bir de yalnız ana-baba veya evlâd terîkesinden değil, umûmî olarak akrabanın terîkelerinden derecelerine göre ta'mîm ettik, hısım­lıkla da kalmayıp akidlerle de mîrâs verdik ki, bütün bunlar sırf ilâhî fazldir. Zira Allah vermezse, kimsenin mîrâsa konması mümkün değildir. Binâenaleyh birbirinizin hisselerine göz dikmeyin de, bütün o vârislere nasîblerini verin..." {Hakk Dîni, II, 1347-1348).

[139] Buhârî burada "Mevlâ" kelimesinin birçok ma'nâlara geldiğine işaret edip, bun­lardan beş tanesini zikretmiştir. Lügatte bu kelime hakkında şu bilgiler veril­miştir:

el-Mevlâ: Mîm'in fethi ve elifin kesriyle Mâlik ma'nâsmadır. "O, onun mevlâsıdır, yânî mâlikidir" denilir. Ve kula denir ,46rf ma'nâsına; cariyeye Mevlât denir.

Ve kul azâd eden adama denir, Mu'tık ma'nâsına: ve âzâd olunmuş kula denir Mu'tak ma'nâsına; ve bir adamın yâr hemdemine ve sahibine denir; ve bir kimsenin yakın hısımına denir, amcaoğlu ve dayıoğlu gibi; ve komşuya de­nir, câr ma'nâsına; ve bir adamın hem-ahdine ve halîf ve muâkidine denir; fa-râizde Mevlâ'l-muvâlât bundandır. Ve bir adamın oğluna, amcasına, mihmân ve nezîline, şerik ve ortağına denir; ve bir adamın kız karındaşı oğluna denir ki, yeğen ta'bîr olunur. Ve bir adamın velîsine denir ki, işlerinde velayeti olan kimseden ibarettir, nikâh ve yetîm velîsi gibi. Ve bir adamın mürebbîsine denir. Muîn ve nasır ma'nâsınadır. İn'âm eden adama, in'âm olunmuş adama denir; bir adamın dostuna, muhibbine denir. Ve bir kimsenin tabiine denir. Ve dâmâ-da denir, sıhr ma'nâsına; ve seyyid ve şân sahibi adama denir... Ve Mevlâ lafzı-nın cem'i Mevâlî gelir. Bu, yakınlık ma'nâsına olan Vely maddesinden mef'al veznidir (Kaamûs Ter.)

[140] Buradaki "İtyân", yânî Allah'ın gelmesi ile "suret" mes'elelerine gelince: İt­yân hakkında âlimlerin görüşleri çeşitlidir:

a. İtyân, ilâhî fiillerden bir fiildir ki, ona îmân etmek vâcib olduğu gibi Yüce Zâtı'nı hudûstan da tenzîh etmek vâcibdir.

b. Rabbimiz Taâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin ityânı, kulların kendisini görmesinden ibarettir. Gâibde olan birşeyi görebilmek için, âdeten o şeyin görene doğru gelmesi gerektiği için ityân, mecazen ru'yet ma'nâsınadır... (Ahmed Na-îm, Tecrîd Ter., II, 668-669; 450 rakamlı hadîsin haşiyesi).

[141] Hadîs ile başlıktaki âyet arasındaki uygunluk, hadîsin ma'nâsmdan anlaşılan şu yöndendir: Yüce Allah'ın kıyamet günü mü'min ve kâfir kulları arasında bü­yük adaletiyle hükmedeceği ve onlardan hiçbirine zerre kadar haksızlık etmeye­ceği yönündendir... (Aynî).

Bu ru'yet hadîsi, tarîklerinin çokluğu ile meşhur olan hadîslerdendir. Uzun, kısa birçok ve birbirini açıklar mâhiyette metinlerle rivayet edilmiştir.

Bundan önceki haşiyede de kısaca ifâde edildiği gibi, bu hadîste bildirilen ru'yet, Allah'ı görüş değildir. Bu ru'yet, yalnız Allah'ın kendi hass kullarıyle Allah'tan başka birtakım mahlûklara kulluk edenlerin aralarını fark ve temyîz için vâki' olan ilâhî bir tecellîdir. Cennetteki ru'yet, sevâb ve keramet olarak ru'yettir; o, bundan başkadır.

[142] Buhâri'nin bu başlıkta tefsirlerini verdiği kelime ve ta'bîrlerin geçtiği cümleler, sır asiyle şöyledir:

"... Allah kendim beğenen ve dâima büyüklenen kimseyi sevmez" (Âyet: 37).

"Biz birtakım yüzleri silip belirsiz edip de enselerine çevirmezden yâhud cumartesi yaranına ettiğimiz la'net gibi kendilerini de la'netlememizden evvel îmân edin, Allah'ın emri yerine gelecektir" (Âyet: 47).

"İşte onlardan kimi ona îmân etti, kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter (onlara)" (Âyet: 55).

[143] Bu âyet gereğince her peygamberin ümmeti hakkında tasdik ve tekzîb suretiyle şehâdet etmesi, bundan sonra da Muhammed Peygamber'in -şehâdet üzerine şehâdet olarak- şehâdet etmesi, bütün beşeriyeti şâmil ve İfâsı ağır bir vazife idi. Peygamber âmme üzerine şâhid olduğu gibi, şefaatçi de idi. Bu iki vazife­nin büyük.lüğü, kendisini ağlatmıştı.

Âyetteki "Nasıl olacak?" sorusunun cevâbı, onun ardından gelen âyette şöyle bildirilmiştir: "Küfredenlerle o Rasûle âsî olanlar o gün hâk ile yeksan edilselerdi de Allah 'tan bir sözü gizlememiş olsalardı temennisinde bulimacaklar-dır" (Âyet: 42).

[144] Âyetin tamâmı şöyledir: "Ey îmân edenler, siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bi­tinceye ve cünüb iken de -yolcu olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya bir sefer üzerinde bulunursanız yâhud sizden biriniz ayak yolundan getirse yâhud da kadınlara dokunup da bir su bulamaz­sanız, o vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şübhesiz Allah çok affedici, çok mağfiret eyleyicidir" (Âyet: 43).

[145] Burda tefsirleri verilen "et-Tâğût" kelimeleri, 51 ve 60 rakamlı âyetlerde geç­mektedir. Câbir hadîsini tbn Ebî Hatim, Umer ile İkrime'nİn sözlerini de Abd ibn Humeyd, senedli olarak rivayet etmişlerdir. Bu iki isim hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Tâğût, Tuğyân'dan mübalağa sîgasıyle bir cins ismidir ki, aslı Ceberut gibi Tağavût olup mekânı kalb ile Tavağût yapılarak vâv, elife kalbedilmiştir. Müf-rede, cem'e, müzekkere, müennese ıtlak edilir. Aynı Tuğyan kesilmiş, tuğyân-kâr, azgın, azman, azıtkan demek gibidir. İbn Cerîr'in ta'rîfi: Allah'a karşı tuğyânkâr olup, kahr ve cebr ile veya bi'r-rızâ perestiş edilip ma'bûd tutulan gerek insan, gerek şeytân, gerek vesen ve gerek sanem ve gerek herhangi birşey demektir. Bunun tefsîrinde: "Şeytân veya sihirbaz veya kâhin veya ins ve cin-nin mutemerridleri veya Allah'a karşı ma'bûd tanımp râzî olan Fİr'avn ve Nem-rûd gibiler veya sanemler" diye müteaddid rivayetlere tesadüf edilir. Ebû Hayyân dedi ki: Bunlar birer misâl ile beyân olmak gerektir, çünkü Tâğût bunların her-birinde kullanılır... (Hakk Dîni, I, 869-870).

Cibt ise, put demektir. Kâhine de denildiği naklediliyor. Bu suretle bu iki kelime Allah'tan başka ilâh edinilen ruhlu ve ruhsuz ma'bûdların tam isimleri­dir. Birbiri yerine kullanılabilirler... {Hakk Dîni, II, 1368).

[146] Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Teyemmüm'de geçmişti. Bu en-Nisâ: 43. âye­tinin, el-Mâide: 6, yânî abdest âyetinden sonra İnmiş olması lâzım geliyor.

[147] Bu Abdullah ibn Huzâfe'nin kumandan yapılıp gönderildiği seriyye, Mağâzî Ki-tâbı'nda, "Abdullah ibn Huzâfe es-Sehmî ve Alkame ibn Mucezziz el-Mudlîcî; ve buna Ensâr Seriyyesi denilir babı' 'nda, 340 rakamiyle Alî tarafından rivayet edilen hadîsteki seriyyedir. Kumandan Abdullah bu seferde öfkelenip odun top­latmış, ateş yaktırarak askerlerin ateşe girmelerini emretmişti. Bâzıları ateşe gir­meyi düşünürken, içlerinden biri "Biz Peygamber'e ateşten kaçmak için uyduk..." diyerek bu emre itaat gerekmediğini belirtmişti.

Bu Abdullah ibn Huzâfe, ikinci Habeşe hicretine katılan ilk müslümânlar-dandır. Kisrâya elçilikle gönderilmişti. Usmân zamanında Mısır'da vefat etmiş­tir.

"Âyette Allah İle Rasûl'ü hakkında "İtaat edin ve itaat edin" diye İtaat açıkça söylendiği hâlde, Ulu'1-emr hakkında ayrıca "İtaat edin" buyurulma-yıp, bunlara itaat, Rasûl'e atfen ve sırf Rasûl'e itaate tebean emrolunmuş ve bu suretle tebaiyyet altında itaatin hem aynı kuvvetle mutlak olduğu gösteril­miş, hem de isyan mevkileri hükümden hâriç bırakılmıştır. "Halika isyan ya­nında mahlûka itaat yoktur", "İtaat ancak ma'rûftadır" hadîsleri de bunu beyân edicidir. Şu halde âmirin her emri me'mûru mes'ûliyetten kurtarmağa yetmez..." (Hakk Dîni, II, 1374-1375).

[148] Hadîsin âyetle uygunluğu meydandadır. Bu hadîsin bir rivayeti Şirb Kitâbı'nda, arka arkaya üç bâbda geçmişti. Orada belirtildiği gibi, Peygamber, Zubeyr ile Ensârî arasında evvelâ sulh yoluyla hükmetmek İstemiş, sulama İle yetinip su­yun habsedilmemesini emretmişti. Ensârî'nin i'tirâzı üzerine, iki tarafın ma'rûf olan haklarını tam almalarına yönelip, Zubeyr'e örfen kana kana suladıktan sonra suyu salıvermesini emretmiştir.

[149] Bu hadîsin bir rivayeti "Peygamber'in hastalığı ve vefatı bâbı"nda geçmişti.

Âyetin ma'nâsi, Allah'ın ve Rasûlü'nün emrettikleriyle amel edip, Allah'­ın ve Rasûlü'nün nehyettiklerini terkedenler, Allah'ın kendilerine ni'metler verdi­ği... kimselerle beraber olurlar, demektir.

Taberânî, senediyle Âİşe'den şunu rivayet etmiştir: Âişe dedi ki: Rasûlul-lah'a bir adam geldi de:

— Yâ Rasûlallah, Sen bana nefsimden ve ailemden daha sevgilisin. Ben ev­de bulunup Seni düşünür, Sana gelmedikçe sabredemem. Sana gelir, Sana ba­karım. Senin ölümünü düşündüğüm zaman Sen'in peygamberlerle beraber yükseltileceğini bilirim. Ben cennete girsem bile Seni göremem diye endîşe edi­yorum, dedi.

Rasûlullah, ona hiçbir cevâb vermedi. Nihayet Cibrîl bu âyeti indirdi. Ben dedim ki,'el-Vâhidî'nin zikrettiği haberde bu zât Sevbân'dır (Aynî).

[150] İşbu "Ahâlîsi zâlim olan memleket", Ümmü'l-Kurâ'dan olan Mekke'ye işaret­tir ki, müşrik olan Mekke ehli, zaîflara ve husûsiyle içlerinde bulunan mü'min-lere son derece zulüm ve ezâ ediyorlardı. Ve zâten "Şübhesiz şirk elbette büyük bir zulümdür" (Lukmân: 13) medlûlünce, şirk bütün zulümlerin başı olan büyük bir zulümdür. Allah, mazlumların dualarını kabul ve Peygamber'in eliyle Mek­ke'nin fethini nasîb edip, Muhammed'in velayeti ve nusratı İle bekam etmiş ve muazzez kılmıştır. Demek ki, tecâvüzî harb, ancak böyle Allah rızâsı için maz­lumları zâlimlerin pençesinden kurtarmak ve halk üzerinde Allah Taâlâ'mn adalet ve rahmet hükümlerini uygulamak için meşru' olabilir, yoksa zulüm ve istibda­dı umûmîleştirmek ve memleketler isti'lâ eylemek gibi sırf tecâvüz ve taaddî için harb etmek asla meşru' değildir. Tam açıklık İçin bu mühim nokta, yânî harbin gayesi mes'elesi bir de şu suretle nasslaştınlarak tesbît olunuyor: "îmân eden­ler Allah yolunda harbederler. Küfredenler de şeytân yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytânın dostlanyle döğüşün! Şübhesîz ki, şeytânın hilekârlığı zaîftir" (Âyet: 76).

Müfessirler diyorlar ki, bunun için hakk ve hayır ehli, hayâtlarında fakir­lik ve ibtilâ içinde bulunsalar bile ilelebed azîz olarak güzel isimleri bakî kalır. Bu gün olmazsa yarın, behemahal mes'ûd olurlar. Şerr, şeytanet, tuğyan ve tez-vîr ile hüküm icra eden cebbarların tahakkümleri de ne olsa söner, yerlerinde yeller eser; şayet anılırlarsa la'netle anılırlar. el-Enbİyâ: 105 ve el-Kasas: 83. âyet­lerinde olduğu gibi (Hakk Dîni, II, 1392-1394).

[151] Buradaki iki hadîs, ayrı ayrı iki tarîkten gelen hadîslerdir, ikincisinin sonunda Buhârî'nin tefsirlerini naklettiği kelime ve ta'bîrler, buradaki sıralarına göre en-Nisâ: 90, 135, 100 ve J03. âyetlerinde geçmektedir.

[152] Bu hadîsin birer rivayeti Hacc Kitâbı'nın sonlarında ve Mağâzî'de geçmişti. Uhud yolundan dönen insanlar, münafık reîsi Abdullah ibn Ubeyy ve ona tâbi' olan üçyüz kadar kişidir. Bunların geri dönmesiyle Peygamber'in maiyyetinde yedi-yüz mücâhid kalmıştı. Uhud harbinden sonra müslümânlar bu dönenler hak­kında iki fırka olup hadîsteki sözleri söylemişlerdir. "Onları öldür" diyenler, bunların münafık olduğuna; "Öldürme" diyenler ise onların zahirde İslâm keli­mesini söylemiş olduklarına tutunuyorlardı. Âyette bunların esasen münafık ol­dukları beyân olunarak, umûmî surette harb hukukuyla ilgili bâzı hükümler teblîğ olunmak üzere bu ve devamı olan âyetler inmiştir.

[153] Âyetin tamâmı şöyledir; "Onlara emînlik veya korku haberi geldiği zaman onu yayıverirler. Hâlbuki bunu ö RasûVe ve kendilerinden olan emir sahihlerine dön­dürmüş olsalardı, o haber arayıp yayanlar bunu elbet onlardan Öğrenirlerdi. Al­lah 'in üzerinizdeki lûtfu-lnûyeti ve rahmeti olmasaydı, birazınız müstesna olmak üzere, muhakkak ki şeytâna uymuş gitmiştiniz" (Âyet: 83).

İsîinbât: Nebt çıkarmaktır. Nebt de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. ' İşte halledilmesi istenen bir hâdise, bir mes'ele karşısında ilkeleri ve mevcûd bil­gileri tebebbu' ve istikra, tedkîk ve mukaayese ederek, yeni bir ilim istihraç et-, meye dahî îstinbât ve İstihraç ta'bîr olunur ki, bu bir meleke ve husûsî bir iktidardır. Herhangi bir işte böyle bir ehliyet ve iktidarı hâiz bulunanlar, o işin müctehidi ve hakkıyle sahibi ve Allah indinde Ulu'l-emr'dirler. Bunun için yu­karıda "Eğer birşeyde çekişirseniz, onu Allah'a ve RasûVe döndürün" (Âyet: 59) diye, Allah'a ve Rasûlü'ne müracaat olunduğu gibi, burada da Rasûlullah'a ve böyle emir sahihlerine müracaat tavsiye olunarak, bunlara tâatin, Rasûl'ün tâatine bağlı ve mülhak olduğu bir daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki, ic-mâ'da mu'teber olan re'y, bu gibi emir sahihlerinin re'yidir. Bu âyet bize bilhassa şu hükümleri anlatıyor:

a.  Hadîslerin hükümleri içinde doğrudan doğruya nass ile bilinmeyip, is-tinbât ile bilinecek, olanlar da vardır.

b.  Îstinbât da bir hüccettir.

c.  îstinbât'a ehil olmayan avamın hâdiselerin hükümlerinde ilim ehline mü­racaatı ve taklidi.

d.  Rasûlullah dahî istinbât ile mükelleftir...

Nüzul sebebine gelelim: Münafıklar fırsat buldukça tezvîrât ve kötü haberler neşrederler, müslümânların zaîflerinden birtakım halk da seriyyelerin halleriyle ilgili tatlı veya acı herhangibir haber işittikleri zaman sahîh olup olmadığını araş­tırmadan ve Önünü ardını saymadan, doğudan doğruya neşre kalkarlardı. Ve bu gibi saygısızlıklardan bâzı mefsedetler hâsıl olurdu... (Hakk Dîni, II, 1403-1404).

[154] Bu başlıkta tefsirleri verilen kelime ve ta'bîrler bulundukları sıraya göre şu âyet­lerde geçmektedir: 86, 117, 119, 122, 155.

Buhârî bu başlık altında herhangibir hadîs getirmemiştir.

[155] Bu âyetin nüzul sebebi Mıkyes ibn Dahâbe adında bir mürtedd olmuştur. Şöyle ki: İşbu Mıkyes ibn Dabâbe el-Kinânî ve kardeşi Hişâm müslümân olmuşlardı. Mıkyes bir gün kardeşi Hişâm'ı Neccâr oğulları içinde öldürülmüş buldu, gelip RasûluIIah'a kıssayı anlattı. Rasûlullah da onunla beraber Bedir s ah ahilerinden Zubey ibn Iyâz el-Fihrî'yî Neccâr oğullan'na gönderdi. Kaatili biliyorlarsa kı­sas etmesi için Mıkyes'e teslim etmelerini ve eğer biliniyorlarsa diyeti ödemele­rini emrediyordu. "Allah'ın Rasûlü'ne sem'an ve tâaten, kaatili bilmiyoruz, lâkin diyeti veririz" dediler, ve yüz deve getirdiler; onlar da aldılar, Medine'ye dön­düler. Yolda gelirken şeytân Mıkyes'e şöyle bir vesvese verdi: Kardeşinin diye­tini kabul edeceksin de kendine baş kakmcağı mı yapacaksın? Yanmdakini öldür, cana can olsun, diyet de kâr kalsın! dedi. Bu vesvese üzerine Fıhrî'nin bir gafle­tini gözetip kaya ile başını parçaladı. Sonra develerin birine binip gerisini süre­rek've kâfir olarak Mekke'ye döndü gitti. Bu âyet bu vak'a üzerine indi. Rasûlullah'm Mekke fethi günü emân verdiği şahıslardan istisna ettiği, bu idi. Bu mürtedd kaatü o gün Ka'be'nin örtüsüne yapışmış olduğu hâlde emân veril­meyip öldürüldü... {Hakk Dîni, II, 1423).

Bu nüzul sebebini İbn Ebî Hatim, Saîd ibn Cubeyr'den rivayet etmiş, İbn Hacer Askalânî de Fethu'l-Bârî'fe kısaca nakletmiştir.

[156] Âyetin tamâmı şöyledir: "Ey îmân edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız za­man (mes'eklerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size selâm verene, dünyâ hayâ­tının (geçici) menfâatini arayarak 'Sen mü ymin değilsin' demeyin. İşte A ilah 'in katında pekçok ganimetler vardır. Evvelce siz de böyle iken Allah size lütfetti. O hâlde (mes'elelerin) iyice açıklanmasını bekleyin. Şübhesiz ki, Allah ne ya­parsanız hakkıyle haberdârdır^.

Sarihlerin bildirdiklerine göre, o sürücük sahibi Âmir ibnu'l-Adbat el-Eşcaî imiş, onu Öldüren Ebû Katâde'nin seriyyesinde bulunan Mahlem ibn Cusâme imiş. O ancak bizden korktuğu için bize selâm verdi deyip öldürmüş...

Mütebeyyin olan, zahir olandır. Bâtın hakkında verilecek hükümde müte-beyyin olmak için zahirî delile dayanmalıdır. Bâtına zahirden hükmoîunur. Ve gizli işlerde birşeyin delili, o şey makaamına kaaimdir. Selâm veya teslîmiyet zahir ve mütebeyyin bir iş, kalb ve vicdan ise hafî ve bâtın olduğundan, o zahir ve mütebeyyini bırakıp da kalb ve vicdana bunun maksadı şu veya bu diye za­hirin hilâfına doğrudan doğruya hükmetmeye kalkışmak tebeyyünsüz hareket etmektir. Bunun için bir kimsenin zahirde verdiği selâmı, gösterdiği teslimiyeti hiçe sayıp da onun hilâfına tevehhümler ile doğrudan doğruya kalbine hükmet­meğe kalkışmayınız, zahirine göre muamele ediniz, bir zahiri diğer bir zahir; bir mütebeyyini diğer bir mütebeyyin nakzederse, o zaman da en kuvvetli ve en açık olanı tercîh etmek için tesebbüt ve ihtiyat ile muhakeme ediniz. îsâ ibn Verdân kıraatinde ikinci mîm'in fethiyle "Mü'menen" okunduğuna göre: "Sana emân verilmez" demeyiniz, böyle deyip de hemen vurmayınız... {Hakk Dîni, II, 1425-1426).

[157] Âyetin devamı şöyledir: "... Allah, mallarıyle, canlarıyle savaşanları, derece V-tibâriyle, oturanlardan çok üstün kıldı. (Gerçi) Allah hepsine de cenneti va'd etmiştir. (Fakat) Allah savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir ecir ver­miştir. Kendi canibinden dereceler, mağfiret ve rahmet (vermiştir). Allah çok mağfiret edici, pek merhamet eyleyicidir" (Âyet: 95-96).

- Bu âyette topallık, körlük, yatalaklık gibi şer'î bir özür sebebiyle harbe ka­tılamayanlara da, katılanlara da, yânî her iki zümreye de cennet va'd olunmuş­tur. Ancak mücâhidlerin cennetteki dereceleri daha yüksektir.

[158] Bu hadîsin bir rivayeti Cİhâd Kitâbı'nda da geçmişti.

[159] Darar, birşeye dâhi! olan eksikliktir ki, maraz veya körlük, topallık gibi sakat­lık demektir. Nitekim anadan doğma köre ve pek zaîf hastaya Darîr denilir. Le­vazım ve mühimmat tedârikinden âciz olmak da bu ma'nâdadır. Binâenaleyh "Uird-darar" zararlılar, dertli, sakat, âciz, özürlüler; bunların gayrı olan "Gayrı ulu'd-daran" ise sahîh, salim ve kaadir olanlar demek olur.

Bu âyetin evvelâ mutlak olup bu fıkranın sonradan indiği, buradaki hadîs­lerden açıkça anlaşılmaktadır.

[160] Hadîsin başiığa uygunluğu meydandadır. Ancak buradaki nüzul sebebi, bundan önce geçen hadîslerdeki nüzul sebebinin hilafıdır. İki sebebi uyuşturma vechi nedir? dersen, ben de şöyle derim: Kur'ân, birşey hakkında indiği zaman, bu şeyin ma'nâsı hakkında da kullanılır (Aynî).

[161] Hadîsin bildirdiğine göre "Bu âyet Mekke'de müslümân olmuş ve hicret farz bulunduğu esnada hicret etrfıemiş olan birtakım kimseler hakkında inmiştir. De­mek ki, hicret vâcib İken kâfirlerle beraber yürüyüp oturmak, doğrudan doğru­ya küfr değil ise de herhalde bir ma'siyet ve nefse zulümdür. Müfessirlerin beyânına göre bu âyet bir yerde dînini ayakta tutmaya imkân bulamayan bir adamın, oradan hicret etmesi vâcib olduğuna delâlet etmektedir... Bu âyet inin­ce Rasûlullah bunu Mekke müslümânlanna göndermiş, Cündüb ibn Damre (R) oğullarına: Beni yükleyiniz. Çünkü ben ne zaîf sayılanlardan, çaresizlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Vallahi .bu Mekke'de yatmam! demiş idi. Oğullan bunu sedyeye koyup Medine'ye yöneldiler. Pek ihtiyar idi, yolda Ten'îm mev­kiinde vefat etti..." {Hakk Dîni, II, 1437).

[162] Bu hadîsin bir rivayeti altı bâb önce geçmişti. İbn Abbâs; annem Allah'ın maziretli saydığı kimselerdendi demekle, başlıktaki âyette müstesna kılman çare­siz kimselerdendi demiş oluyor.

[163] Bu hadîsin bir rivayeti ayrı senedle Yağmur İsteme Kitâbı'nın evvellerinde Pey­gamber'in duası babında geçmişti.

Hadîsin başlıkla uygunluğu, Allah'ın ma'ziretli kıldığı kimselerin bu hiç­bir çâreye gücü yetmeyen kimseler olması ve Peygamber'in bu hadîste onlara duâ etmesi, onları hicretten men' edenlere de beddua etmiş olması yönünden-dir  (Aynî).

[164] Bir öncekiyle birlikte âyetin baş tarafı şöyledir: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından endîşe ederseniz, namazdan kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur. Şübhesiz ki kâfirler sizin apaçık düş-manınızdır. Sen de içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle birlikte namaza dursun, silâhlarım yanlarına alsın­lar. Bu suretle secde ettikleri zaman da arka tarafınızda bulunup düşmana karşı dursunlar. (Bundan sonra) henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip se­ninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbîrlerini ve silâhlarım alsınlar. O küfredenler arzu ederler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil olası­nız da üstünüze derhâl bir baskın yapsınlar... " (Âyet: 101-102).

Bu âyetler mücâhidler hakkındaki İlâhî hafifletmeler cümlesinden olmak üzere seferde, korku hâlinde ve düşman karşısında ve belki hastalık ve yağmur gibi umûmî olarak zaruret mevkilerinde namazın keyfiyetini beyân ve bu suret­le hem cihâdın, hem namazın dîndeki kesin ehemmiyetini meydana koymakta­dır. . Âyet, düşman karşısında vaziyetin müsâadesine göre, namazı kısaltmanın cemâat ile yapılabilecek husûsî bir suretini anlatmaktadır. Korku hâlindeki kı­saltma ise, el-Bakara: 239. âyetinde geçmişti ki, korkunun derecesine göre yü­rüyerek edaya veya îmâya, bunlar da olamadığı takdirde kazaya bırakılmaya müsâiddir... {Hakk Dîni, II, 1439, 1443).

[165] Bu hadîsin bir rivayeti bu sûrenin evvelinde "Eğer yetîm kızlar hakkında adale­ti yerine getiremeyeceğinizden korkar sanız..- "{en-Nisâ: 3) âyeti bâbı'nda geçmiş ve orada bâzı açıklamalar verilmişti

[166] Burada tefsirleri verilen kelime ve ta'bîrler, başlık yapılanla onu ta'kîb eden âyette geçmektedir. Tam anlaşılması için bu iki âyetin meallerini vermek daha iyi ola-. çaktır:

' 'Eğer bir kadın, kocasının uzaklaşmasından yâhud yüz çevirmesinden en­dîşe ederse, sulh ile aralarım düzeltmekte ikisine de vebal yoktur. Sulh daha ha­yırlıdır. Zâten nefislerde kıskançlık hazırlanmıştır. Eğer iyi geçinir, (kötülükten) sakınırsanız, şübhesiz ki Allah, yapacağınız herşeyden tamamen haberdârdır. Kadınlar arasında adalet etmenize ne kadar hırs gösterseniz, asla güç yetiremez-siniz. Bari birine büsbütün meyledip de ötekini (ne dul, ne kocalı bir durumda) askılı gibi bırakmayın. Eğer (nefsinizi) ıslâh eder, (haksızlıktan) sakınırsanız, şübheyok ki, Allah çok mağfiret edici,pek merhamet eyleyicidir" (Âyet: 128 129).

[167] Nitekim Tirmizî'nin İbn Abbâs'tan rivayet ettiği hadîste Şevde bintuZem'a an­nemiz de böyle yapmıştı. Hadîsin lafzı şöyledir: Şevde, Rasûlullah'm kendisini boşamasından korktu da:

— Yâ Rasûlallah, beni boşama, ben günümü Âişe'ye bırakayım, dedi ve böyle yaptı.

Rasûlullah Âişe için iki gün ayırır oldu. Biri Âişe'nin, biri de Sevde'nin gü­nü. Ve Sevde'yi kadınları içinde bıraktı. Rasûlullah bunu, meşrû'luğu ve cevazı hususunda ümmetinin örnek alması için yaptı (Kastallânî).

Âişe: Rasûlullah, kadınlarından her kadının gününü ve gecesini ayırırdı. Yalnız Şevde bintu Zem'a gününü ve gecesini Rasûlullah'm hoşnûdluğunu dile­yerek, Peygamber'in zevcesi Âişe'ye hibe etmişti, demiştir (Buhârî, Sulh).

Yânî sulh olmalarında meselâ Rasûlullah'm zevcelerinden Şevde bintu Zem'-a'nın boşanmaktan endîşe ederek, nevbetini Âişe'ye terketmesi gibi, kadının er­keği cezbetmek için hakkı olan mehrinde veya nevbetinde tenzilât ye fedâkârlık yaparak veya birşey bağışlayarak aralarını düzeltmeğe çalışmasında ve erkeğin bunu kabul etmesinde bir günâh yoktur. Yânî böyle birşey rüşvet gibi bir günâh olmaz. Sulh, herhalde ayrılmaktan ve geçimsizlikten hayırlıdır (Hakk Dîni, II, 1486).

[168] Münafık kelimesi Nafk, Nâfıkaa: Yer altında bulunan lâğım, canavar ini, izb'-dendir. İsmi Nifâk'tır ki, örfte dışı mü'min, içi kâfir demektir. Böyle kimseye Münafık derler. İmâm Râgıb'a göre Nifak, şerîate bir kapıdan girip öbüründen çıkmaktır. Canavar ini de böyle iki kapılıdır (Çantay).

[169] Bu hadîsi en-Nesâî de Tefsîr'de getirdi. Huzeyfe bu hükmü şu âyetten istidlal etmiştir: "Ancak tevbe edenler, hâllerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılan­lar, dînlerinde Allah için hâlis bulunanlardan başka. Çünkü bunlar mü 'minler-le beraberdirler. Müzminlere ise Allah çok büyük bir ecir verecektir" (Âyet: 146).

[170] Müfessirler diyorlar ki, Hz. Nûh, Allah tarafından dilinden İlâhî şer'î hüküm­ler teşrî' kılman peygamberlerin evvelidir. Ve ilk evvel ümmeti azâb olunan pey­gamber de odur. Bunun için evvelâ o zikrolunmuş, sonra bütün peygamberler özetlenip, bâzıları açıkça söylenerek tafsil edilmiş ve bunda büyük peygamber­lerin evveli bulunan İbrahim'den başlayıp Nûh ile beraber oniki peygamber zik­redilmiş ve Mûsâ bunlar arasında sayılmayıp, en nihayete bırakılmıştır. Zîrâ bunların sayılmasından asıl maksad, kitâb indirmekte Mûsâ gibi olmayan ve kitâb ehlince kabul edilen peygamberleri bir arada göstermektir. Bununla beraber pey­gamberlerin  bunlara   münhasır   olmadığını   beyân   '' Ve ondan   sonraki peygamberlere" icmalinin tafsilini tamamlamak için: "Öylerasûllergönderdik ki, kıssalarını hakikat önceden sana bildirdik. Yine öyle peygamberler yolladık ki, sana onların kıssalarını haber vermedik. Allah Musa'ya da hitâb ile konuştu" (Âyet: 164). Binâenaleyh Allah'ın vahyettiği peygamberler, gönderdiği rasûller gerek burada ve gerek bundan evvel İsimleri, kıssaları bildirilmiş olan ma'Iûm ve meşhur zevata münhasır zannedilmemelidir. İnsanlara daha birçok peygam­berler gönderilmiştir ki, bunların sayılarını, isimlerini, yerlerini, kavimlerini, kıs­salarını ancak Allah bilir... (Hakk Dîni, II, 1528-1529).

[171] Hadîsteki "Ben" mütekellim sîgasiyle bu sözü söyleyen kişinin kendisi murâd olunabildiği gibi, Rasûlullah da murâd olunabilir. Birinciye göre: Hiçbir kimse için kendisini Yûnus Peygamber'den üstün saymak ve böyle söylemek doğru de­ğildir, demek olur. İkinciye göre: Hiçbir kimse için Muhammed Peygamber, Yû­nus Peygamber'den hayırlıdır, demek doğru değildir, ma'nâsma olur. Yûnus Peygamber'in bir kıssası el-Kalem: 48-50. âyetinde geçer. Oradaki İlâhî hitâb Yûnus Peygamber'in mertebesinin aşağı indirilmesine delâlet eder suretinde ha­tıra gelmesi düşünülen bir yanlış anlaşılmayı karşılamak için Rasûlullah, pey­gamberler arasından bilhassa Yûnus'u zikretmiştir. el-Kalem:48-50. âyetlerinde kısaca zikredilen Yûnus kıssası, es-Sâffât Sûresi'nin 139. âyetinden 148. âyeti­ne kadar devam eden on âyetin bir özetidir.

[172] Âyetin devamı: "Eğer kızkardeş iki (veya daha fazla) ise oğlan kardeşinin bı­raktığının üçte ikisini alırlar. Eğer erkek ve dişi kardeşler ise, o zaman erkek için dişinin iki hissesi vardır. Allah size şaşırırsınız diye açıklıyor. Allah herşeyi hakkıyle bilendir ".

Kelâle: Baba, ana, çocuk cihetlerinin gayrı olan, yânî usûl, furû' silsilesini teşkil eden dikey nesebin hâricinde bulunan yakınlık demektir. Bu kelime esasen yorulup kuvvetten düşmek veya etraftan ihata edilmek ma'nâlarına bir masdâr olup, evvelkinde Kelâi, ikincide Iklîl (yânî tâc) ile-münâsebetlidir. Bu yakınlık, baba ve çocuk yakınlığına nisbetle zayıf veya onun başını yâhud etrafını sarmış bulunduğundan bu İsimle isimlendirilmiştir. Karabet (yakınlık), yakınlık sahibi ma'nâsına geldiği gibi, Kelâle de kelâle sahibi ma'nâsına olarak ne çocuk, ne de baba ve ana bırakmamış olan murise, bir de ne çocuk, ne de baba ve ana olmayarak kalan vârise dahî denilir. Meselâ kardeşlik bir kelâle, usûl ve furû'-dan birşey bırakmadan vefat eden kardeş bir kelâle, onun arkasından kalan kar­deş, amca, hala vesaire de hep kelâledir... Kelâle'nm tefsirinde sahâbîlerin kavilleri ve araştırmaları çoktur. Ebû Bekr'in tercihine göre Kelâle: Ana, baba ve çocuğun dışındakiler'dîr ki, tercih edilen ve sahîh kavi de budur... {Hakk Dîni, II, 1310).

Bu Kelâle mîrâsı, sûrenin 12. âyetinde de anlatılmıştı.

[173] el-Bakara'da İbn Abbâs'tan: En son inen ribâ âyetidir, diye geçmişti. en-Nisâ'-dakinin sonunculuğu, mîrâs hükümlerinin inmesi i'tibâriyledir. el-Bakara'-dakinin  sonuncu olması ise ribâ hükümleri i'tibâriyledir denilmek muhtemel olur (Kastallânî).

[174] Burada tefsirleri nakledilen kelime've ta'bîrlerin, buradaki sıraya göre geçtiği ayetlerin rakamları şunlardır: 1, 13, 21, 29, 52, 14, 5, 48, 68, 32, 48, 3.

[175] Bu âyet, hadîsin imân Kitâbi'ndaki rivayetinde de işaret edildiği gibi, onuncu hicret yılında Veda Haccı'nda, Arafe günü olan cumua günü ikindiden sonra Peygamber (S) Arafat'ta Adbâ adındaki dişi devesinin üzerinde vakfede iken inmişti; devenin ayaklan vahyin şiddetiyle üzerinden basan yükün ağırlığına kat-lanamayip çöküvermişti.

Bu âyette İslâm Dîni'nin artık kemâl devrine erdiği, beşeriyetin maddî ve ma'nevî muhtâc olduğu bütün temel hükümlerin tamamlandığı bildirilmiştir.

Umer'in cevâbı da üç vecihle suâle uygundur: Evvelâ âyet, Arafe günü ikin­diden sonra indiği için, bayram gecesi inmiş yâhud inmesiyle hemen bayram ta­hakkuk etmiş demektir. İkinci olarak: Cumua günü İnmiştir ki, o gün, müslümânların her hafta tekerrür eden bayramıdır. Üçüncü olarak: Arafe gü­nünün kendisi de bir bayramdır. Nitekim bu hadîs İshâk ibn Kubeysa rivaye­tinde: Arafe olan cumua gününde İndi. Cumua da,arafe de-Allah'a hamd olsun-bize bayramdırlar, şeklindedir.

Sûrenin isminin de bu bayram oluşla ilgisi şöyle belirtilmiştir:

Mâide: Yemekli sofra demektir. en-Nisâ Sûresi'ni, el-Mâide Sûresi'nin ta'-kîb etmesi ne kadar uygun ve ne kadar ma'nâlıdır! îsâ'nın Mâide'sinin bu sûre­de zikredilmiş olması bu isimlendirmenin zahiren bir vechi gibi görünürse de, doğrusu onun için buna "el-Mâide Sûresi" denilmiş değil, bu, el-Mâide Sûresi olduğu için, o bunda zikredilmiştir. Esâsında bu sûre, İslâm ni'metinin Mâide'-sidir. Burada "Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni'metimi tamamladım ve size dîn olarak müslümânlığı (verip ondan) hoşnûd oldum'' mü-eddâsınca İslâm ni'meti tamamen kurtarılmış, ahidlerine vefa, akidlerini îfâ eden îmân ehline sunulmuştur (Hakk Dîni, II, 1544).

[176] Abdestle beraber Teyemmüm Âyeti'nin tamâmı şöyledir: "Ey îmân edenler, na­maza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi ve başını­za meshedip her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüb olduysanız boy abdesti alın. Eğer hasta olmuşsanız yâhud bir sefer üzerinde iseniz veya içi­nizden biri ayakyolundan gelmişse yâhud kadınlara dokunmuşsanız ve bu hâl­de su da bulamamışsanız, o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin, bunun için (niyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah sizin üzerinize bir güç­lük yapmayı dilemez, fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki ni'metinin ta­mamlanmasını diler; tâ ki şükredesiniz" (Âyet: 6).

Bu âyete Teyemmüm Âyeti denilmiştir. Nüzul sebebi, Âişe'den gelen ha­dîste görüleceği üzere, bir seferde su bulunamamasidir. Bu gibi hâllerde abdest yerine geçmek üzere teyemmümü emretmiştir. Gerçi bu âyet baş tarafında ab-destin farzlarını tesbît etmekte ve aynı zamanda bir abdest âyeti olduğu muhak­kak bulunmakta ise de, abdest evvelâ bu âyetle teşrî' edilmiş olmayıp, tâ Mekke'de namazla beraber farz kılınmış ve hattâ îslâm'da hiçbir zaman abdestsiz namaz kılınmamış olduğu bilindiğinden, bununla abdestin farziyyetİ doğrudan değil, temizlik hükümlerini İstinbâtta esâs edilmek üzere takrîren tesbît edilmiş ve bunun ismi abdestten ziyâde teyemmüme İzafe edilmiştir... Bu Teyemmüm Âyeti en-Nisâ: 43'de de geçmişti. Burada fazla olarak "Minhu " kaydı zikredil­miş ve bu suretle teyemmümde sırf kasd ve niyet ile mesh yetmeyip, toprağa dokunmak da lâzım olduğu bildirilmiştir. "Min " ibtidâ veya teb'îz olmak muh­temeldir. İbtidâ olduğuna göre, elin toprağa dokunması kâfidir. Teb'îz olduğu­na göre de, muhakkak elden yüze ve kollara da biraz şey sürülmesi lâzım gelir. {Hakk Dîni, II, 1583-1589).

[177] İbn Abbâs buradaki dört lafız ve ta'bîrin Kur'ân'da bir ma'nâya, nikâh ma'nâ-sma, yânî cinsî münâsebet ma'nâsına olduğunu bildirmiştir. Bu dört ta'bîrin Kur'­ân'da geçtiği yerler, buradaki sıraya göre şöyledir: El-Mâide: 3, el-Bakara: 236-237; en-Nisâ: 23; en-Nisâ: 21.

[178] Hadîsin bu metni başka senedle Teyemmüm Kitabı'nda geçmişti. Vak'anın o iki yerden hangisinde olduğunda şekkeden Âişe'nin kendisidir. Beydâ, en sa-hîh kavle göre Zu'1-Huleyfe'nin diğer ismidir, Zâtu'I-Ceyş de Medîne'ye bir be-rîd, yânî dört fersah mesafede bir yerin İsmidir. Her ikisi de Medîne ile Mekke yolu üzerindedir.

Bilindiği üzere her ikisi de Medenî olan en-Nisâ ile el-Mâide Sûreleri'nde birer teyemmüm âyeti vardır. el-Mâide'deki âyetin baş tarafı abdeste dâir oldu­ğu için, ona Abdest Âyeti de derler, bu kıssada inen teyemmüm âyetinin hangi­si olduğu hakkında görüş ayrılıkları vardır. Birincisinde yalnız teyemmümden bahsedildiğine, ikincisine Abdest âyeti de denildiğine bakarak, bu defa inen âyet en-Nisâ: 43 yetidir diyenler varsa da Ebû Bekr Humeydî'nin bir rivayetinde "Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinize ka­dar ellerinizi yıkayın... tâ ki şükredesiniz" âyeti indi, denildiğine göre, ilk inen ,el-Mâide'deki âyet olmak lâzım gelir (Tecrtd Ter., II, 203).

[179] Bu da bundan önce zikredilen hadîsin başka yoldan ve ayrı bir metinle gelmiş, bir rivayetidir. Bunda el-Mâide âyetinin bu seferde indiği açıkça belirtilmiştir.

Useyd ibn Hudayr, İkinci Akabe gecesi Peygamber tarafından Evs üzerine nakîb ta'yûı olunan Ensâr'ın büyüklerindendir. Düşürülmüş gerdanlığı yollar­da aramaya gidenlerin başında idi.

Buhârî'nin diğer bir rivayetinde Useyd, Âişe'ye: "Allah seni hayır ile mü­kâfatlandırsın. Vallahi senin başına hoşlanmadığın hiçbir iş gelmez ki Allah onda senin İçin de, müslümânlar için de bir hayır bulundurmasın" demiştir ki, bu sözler, kıssanın iftira hâdisesinden sonra olduğuna delâlet eder. Gerdanlık düş­mesi hâdisesinin birden fazla olduğu da anlaşılabilir... Birinde iftira hâdisesi­nin vukû'u, diğerinde de Teyemmüm Âyeti'riin indiği ma'nâsı anlaşılabilir...

[180] Âyetin biraz öncesi şöyledir: "Mâsâ dedi ki: Ey kavmim, Allah'ın size takdîr ettiği Mukaddes Yer 'e girin, arkanıza dönmeyin, sonra nice zararlara uğrayan­ların hâline dönmüş olursunuz. Dediler ki: Ey Mûsâ, doğrusu orada zorbalar güruhu var. Doğrusu onlar oradan çıkıncaya kadar biz kat Hyyen giremeyiz. Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak giricileriz. (Peygambere muhalefet­ten) korkmakta olan kimselerden Allah'ın kendilerine m'met ihsan ettiği iki er: Onların üzerine kapıdan girin. Ona girdiniz mi, hiç şübhesiz ki siz gâttbsi-niz. Artık ancak Allah 'a güvenip dayanın, îmân etmiş kimselersiniz, dedi. On­lar da şöyle söylediler: Yâ Mûsâ, onlar orada bulundukça biz oraya ilelebed giremeyiz, ^irtık sen Rabb'inle beraber git..." (Âyet: 21-24).

[181] Bu hadîsin farklıca bir rivayeti Bedir gazvesi'nde geçmişti. Bu hadîs Bedir harbi öncesinde cereyan eden bir müzâkere safhasını açıkça işaret etmektedir.

Âyetlerde Mûsâ Peygamber'in kavmi ile yaptığı harb müzâkeresinde ver­diği emirlere kavminin muhalefeti açıkça görülmektedir. Hadîsteki Mıkdâd'm sözlerinde ise, Muhammed Peygamber'in sahâbîleriyle yaptığı harb müzâkere ve istişaresinde sahâbîlerin Peygamber'e bağlılıkları, itaatleri dile getirilmiş, bu teslîmiyet ifâdesi, Mûsâ kavminin hâli de zikjedilmek suretiyle, iyice kuvvetlen­dirilmiştir. Allah onların hepsinden razı olsun

[182] Ölüm cezası yalnız öldürene; asma cezası, öldürmekle beraber yol kesen ve mal alan kimseye; kesme cezası yalnız mal alana; sürgün cezası da bunlardan başka suretlerde fesâd yapanadır. İbn Abbâs ile İmâm Şafiî'nin kavli budur, imâm Âzam'a göre, nefy'den maksad, habsetmektir (Celâleyn). Âyetin devamı ile son­raki âyet şöyledir: "Bu onların dünyâdaki rüsvâylığıdır. Âhirette ise onlara pek büyük bir azâb da vardır. Şu kadar ki, siz kendileri üzerine kaadir olmazdan (kendilerini ele geçirmezden) evvel tevbe edenler (yânî tevbe eden muhâriblerle yol kesenler) müstesnadırlar. Bilin ki, şübhesiz Attan çok mağfiret edici, pek merhamet eyleyicidir" (Âyet: 33-34).

[183] Bu hadîs temizlikte deve sidikleri konusunda, Mağâzî'de geçmişti. İnşâallah Di­yetler Kitâbı'nda da Allah'ın yardımıyle bahislerinin kalamyle gelecektir. Bu-hârî bu hadîsi yedi yerde, dokuz yol ile getirmiştir.

Bu hâin adamlar Peygamber'in çobanı Yesâr'ı öldürdükleri zaman elini, ayağını kestiler, gözlerine diken hatırdılar, ölünceye kadar o hâl üzere bıraktı­lar. Haberi Medîne'ye ulaşınca Rasûlullah onları ta'kîb etmeye yirmi atlı hazir-- layıp başlarına Kurz ibn Câbir el-Fıhrî'yi kumandan ta'yîn etti. Kurz onları yakalayıp Peygamber'in huzuruna getirdi. Peygamber de dînden dönme, ni'-mete nankörlük, yol kesicilik, öldürme ve işkence gibi fiillerine kısas olmak üzere ellerinin, ayaklarının kesilmesini ve gözlerinin çıkarılmasını emretti. Başlıktaki âyetin inme sebebi bu vak'adır.

[184] Âyetin tamâmı şöyledir: "Biz Tevrat'ta onların üzerine (şunu da)yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılıklıdır. Hulâsa bü­tün) yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bu kısası sadaka olarak bağışlarsa o, kendi günâhına keffârettir. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zâ­limlerin tâ kendileridirler".

Kısas, misli misline tekaabül ve takas demek olduğundan benzeşme bulun­mayan veya benzeşme muhafaza edilememesi ihtimâli bulunan yaralara' kısas yapılamaz. Bunlar tam ma'nâsıyle ödenemeyip zaruri olarak tam ma'kûl bir misil olmayan maliyet i'tibâriyle, yânî diyet veya hukûmetî adi ile ödenebilir. Kısas tam bir hakk alma olduğu için, bunda kulun haklan içinde Allah hakları ve umû­mî haklar dahî tam alınmış olur ve başka hiçbir ceza lâzım gelmez {Hakk Dîni, II, 1690-1693).

[185] Hadîsin bir rivayeti uzunca bir metin İçinde Sulh Kitabı, "Diyet hususunda sulh bâbı"nda geçmişti. Hadîsteki Enes ibn Nadr'ın yetnînle söylediği "Rubeyy'in dişi kırılmaz" sözü, Peygamber'in hükmünü redd değil, fakat Allah katındaki yakınlığı ve Allah'ın fadlı ve lûtfuna güvenmesi, Allah'ın onu eli boş çıkarma­yıp da'vâcılara affı ilham edeceğine güvenmiş olduğundan dolayı bu kırmanın vukuunu nefyetmiştir. Ve hakîkaten netîcede iş böyle vâki' olmuştur (Kastallâ-nî).

[186] es-Sa'lebî, el-Hasen el-Basrî'den şunu rivayet etmiştir: Rasûlullah şöyle buyur­du: "Allah beni elçiliğe me'mûr ettiğinde çok sıkıldım. Biliyordum ki, insanlar­dan bir kısmı beni yalanlıyorlar. Kureyş müşrikleri, Yahudiler, Hristiyanlar tehdîd ediyorlar. Bunun üzerine bu âyetle teblîğ vazifesinin korkusuz yerine getirilme­si emredildi. Artık benden o sıkıntı ve endîşe tamâmiyle zail oldu".

[187] Yemînlerle ilgili bâzı hükümler el-Bakara: 225. âyette de geçmişti. el-Mâide âye­tinin tamamı ise şöyledir: "Allah sizi yemînlerinizdeki lağvdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden sizi sorumlu tutar. Bu­nun da keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta derecesinden on yoksu­lu doyurmak yâhud onları giydirmek, yâhud bir kul âzâd etmektir. Fakat kim bunları bulamazsa, üç gün oruç tutması lâzımdır. İşte bu, yemîn ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza edin. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor, tâ ki şükredesiniz''.

Yemîn: Esasen kuvvet ve sağlamlık demektir. Bu münâsebetle sağ ele "Yemîn" denildiği gibi "Bir kelâmı, Allah'ın ismini mahsûs bir surette zikre­derek takviye etmeye" de dînen "Yemîn" denilir ki, söylediği sözü Allah huzu­runda, Allah'ı şâhid ederek, O'nun azameti inamına söylediğini göstermek suretiy­le bir taahhüd İfâde eder.

Lağv: t'tibâr derecesinden düşük olan kelâm demektir. "Lağv Yemini" de bir akd ve kasıd bulunmayan yemîndir. Bu da birşeye kanâatine göre yemîn et­mek ve sonra hilafı olduğu anlaşılmaktır ki, bunda yalan söyleme kasdı yoktur. Fakat Şafiî, lâğv yeminini lisanda "Hayır vallahi, evet vallahi" gibi sırf te'kîd için söylenip, yemîn ma'nâsı hatıra gelmeyen yemîn lâfızlarına hamletmiş ve bun­da keffâret lâzım gelmeyeceğine kaail olmuştur... Yalan kasdiylebile bile yalan olarak yapılan yemîne de "Gamüs Yemîni" denilir ki, keffâreti yoktur, bunun günâhından keffâret ile kurtulunmaz...

Yemîn kısımlarından bir de "Munâkıde Yemîn" vardır ki, bununla istik­bâlde birşey yapmaya veya yapmamaya azmedilir ve bu suretle ta'lîkî bir akd yapılır, "Fulân şeyi yaparsam şöyle olsun, şunu vallahi yapacağım yâhud valla­hi yapmayacağım" tarzında yapılan yemînlerdir (Hakk Dîni, I, 780-782).

Ve bu gibi yeminler birer akd oldukları için îfâ edilmeleri lâzım gelir. Edil­mezse Allah sorguya çeker. Bunlar ise iki türlüdür: Birisi ma'siyet olmayan bir­şeye yemîndir ki, bunun bozulması asla caiz değildir, büyük günâhtır. Diğeri ma'siyet olan birşeye yemîndir ki, bunda sebat, bozulmasından daha günâhtır. Ve bunun için iki şerrin hafifini tercih edip "Bir kimse birşeye yemîn eder de sonra gayrisini daha hayırlı görürse, o hayırlı şeyi yapsın ve yeminine keffâret versin " hadîsince yeminin bozulması tercih edilir ve keffâret verilir... (HakkDîni, II, 1801).

[188] Bu da yine bizzat Âişe'dendir. ed-Dâvûdî: Bu ikinci hadîs, birinci hadîsin bir tefsiridir, demiştir. tbnu't-Tîn de: Hakk olan birinci hadîs lağv yemininin tefsi­ri hakkındadır, ikinci hadîs ise yemîn akdinin (yânî munâkıde yemininin) tefsiri hakkındadır, demiştir (Aynî).

[189] Rivayet edilir ki: Bir gün Rasûlullah, sahâbîlerine kıyameti tavsîf etmiş ve son derecede uyarmalarda bulunmuş idi. Sahâbîler bundan müteessir olup duygu­lanarak, Usmân ibn Maz'ûn evinde toplanmışlar, dâima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve yağlı yememeğe, kadınlara yaklaşmamaya, koku sü-rünmemeye, dünyâyı terketmeye, eski çul ve paçavra giyinip yeryüzünde seyâ hat etmeye ve erkekliklerini kesmeye ittifakla karar vermişler. Bu haber Rasûlullah'a ulaşmış, onlara: "Ben böyle emroiunmadım. Muhakkak ki nefsi­nizin, üzerinizde bir hakkı vardır. Nafile oruç tutun, oruçsuz da olun; geceleri nafile namaz kılın, uyku da uyuyun. Ben namaz kılarım, uyku da uyurum; oruç tutarım, oruçsuz da olurum; et de yerim, yağ da yerim; kadınlara da yaklaşı­rım. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir" buyurmuş, bu âyetler inmiştir.

[190] Bu hadîsin bir rivayeti Nikâh'ta gelecektir. Müslim de bunu Nikâh'ta getirmiş­tir: Müslim Ter., IV, 291-292, Üçüncü bâb, ll-"1404".

el-Ihtisâ, neslin devamının dönüp dolaştığı organ olan erkeklik yumurtala­rım çıkartıp kendini hadım yapmaktır.

Mut'a Nikâhı, muvakkat bir zaman için iki tarafın razı olduğu bir ücret mukaabilinde kadın kiralamaktır. Bu bir nikâh değildir. Çünkü «nikâh, çiftlerin bütün hayâtı beraber yaşamak üzere bir aile yuvası kurmalarıdır. Mut'a da, ni­kâh da iki tarafın rızâsına uygun birer akid olmakla beraber, mut'a muvakkat-hk, nikâh devamlılık vasıflanyle birbirinden ayrılır. Mut'ada ta'yîn olunan bedel, âdi bir karşılık mâhiyetinde olduğu hâlde, nikâhtaki mehr, gayet şerefli ve hiç­bir akidde bulunmayan bir asalet ifâde eder.

[191] Bundan sonraki âyet meâlen şöyledir; "Şeytân,içkide ve kumarda ancak aranı­za düşmanlık ve kın düşürmek, sizi Allah h anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz değil mi?" (Âyet: 91).

[192] Nusub, dikilmiş ma'nâsınamüfred veyâNisâb'm veya Nusbe'nin cem'idir, bu­nun cem'i de Ensâb gelir. Bâzı müfessirler bunu "Sanemler" diye tefsir etmiş­lerdir. Fakat diğerleri "Esnam" ile "Ensâb"m farkını göstermişlerdir. Şöyle şa­ki, Esnam, sûretli ve nakışlı taşlar, putlardır. Nusub İse dikili taşlardır ki, sû-retli ve nakışlı olması şart değildir, vesen gibidir.

Hâsılı Câhiliye'de ve Ka'be'nin etrafında böyle dikilmiş veya konulmuş bir­takım taşlar vardı ki, bunlara hürmet ve ta'zîm ederler ve üzerlerine kurban ke­serlerdi... (Hakk Dîni, II, 1564).

Başlıktaki âyet, içkilerin haram kılınması hakkında üçüncü ve son olarak inmiştir. Birincisi en-Nisâ: 42; İkincisi el-Bakara: 219; üçüncüsü de bu el-Mâide: 90. âyettir.

[193] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. Câbİr'in Uhud'da içki içip şehî-den ölenler hakkındaki hadîsinin bir rivayeti Cihâd'da, "Cihâd'ın fadlı bâbi"n-da geçmişti: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma..." (Âlulmrân: 169).

[194] Umer'în bu hutbesindeki hamr ta'rîfi hakîkaten çok vecîz ve o kadar da câmia-h, eskimez bir ta'rîftir

[195] Görülüyor ki, bu âyette îmân ve sâlih amel iki kerre ve takva üç mertebe olarak zikredilmiş, nihayet ihsan mertebesine gelmiştir ki, takvanın bu üç defa zikri, takvanın muhtelif vecihleri ve mertebelerine işarettir. Evvelâ mâzî, hâl, istik^ bâl; üç zamana işarettir, ikinci olarak üç hâle işarettir ki, birincisi insanın ken­disiyle yine kendi nefsi ve vicdanı arasında takva ve îmân; ikincisi kendisiyle i diğer insanlar arasında takva ve îmân; üçüncüsü kendisiyle Allah arasında tak­va ve îmândır. Bunun için üçüncüsünde îmân, ihsana tebdîl edilmiş, Rasûlul­lah'ın "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir, sen onu görmüyorsan da O seni görmektedir" ta'rîfıne işaret buyurulmuştur. Üçüncü olarak el-Bakara Sûresi'nin evvelinde beyân olunduğu şekilde başlangıç, orta ve son olmak üzere takvanın üç mertebesi bulunduğuna işarettir. Dördüncü olarak sakınılacak şey­lerin mertebelerine işarettir. Çünkü evvelâ ikaabdan sakınmak için haramı terk, saniyen harama düşmemek için şübhelİleri terk, sâlisen nefsi alçaklık ve değer­sizlikten korumak, tabîat ve i'tİyâd kirlerinden temizlemek için bâzı mubahları

terk gerektir.. (Hakk Dîni, il, 1807).

Bu hadîsin bir rivayeti Mezâlim'de, "Yollara şarâb dökülmesi bâbi"nda geçmişti.

[196] Rasûlullah'ın burada kinaye yoluyla rivayet edilen cevâbı, diğer rivayet yolun­da açıkça söylenerek: "Baban Zuhre oğulları'ndan Huzâfe ibn Kays'tır" bu­yurmuştur. Yine bu rivayette birisi de ayağa kalkarak: Yâ Rasûlallah, benim babam nerede? diye sormuş, Rasûlullah buna da; "Cehennemde" diye cevâb

vermiştir.

İbn Huzâfe'nin bu umûmî teessür sırasında bu sorusunun ne derece uygunsuz olduğu açıktır. Bu âyetin inme sebebi olarak Alî ibn Ebî Tâlib'den ve Ebû Hu-reyre'den başka rivayet de vardır. Müslim, Ebû Hureyre'den şunu rivayet etti: Rasûlullah bize hutbe yapıp: "Ka'beyi ziyaret etmek, Allah'ın insanlar üzerin­de bir hakkıdır" (Âlu İmrân: 97) âyetiyle:

  "Hacc farz olmuştur, hacc edin" buyurdu.

Birisi:

  Her sene mi? diye sordu.

Rasûlullah cevâb vermedi. O adam aynı suâli üç kerre sorunca:       

 — "Sizi kendi hâlinize bıraktığım müddetçe, siz de beni kendi hâlime bıra-

kın. Eğer evet dersem, muhakkak hacc her sene için farz olur. Buna ise takat .^ getiremezsiniz. Sizden evvelki ümmetleri çok soru sormaları ve peygamberleri-,;! ne karşı olan ihtilâfları helak etmiştir. Size herhangi birşeyi emrettiğim zaman, ^ onu gücünüzün yettiği derecede yerine getirmeye çalışın. Birşeyden nehyettiğim .,}i      vakit de, ondan kaçının" buyurdu.

Alî'nin hadîsinde: Rasûlullah'ın bu hutbesi üzerine bu âyet indi, demiştir.

[197] Bundan sonraki âyet şöyledir: "Sizden evvel de bir kavim onları sordu da, son­ra o yüzden kâfirler oldular" (Âyet: 102).

Bu âyet, Rasûlullah'tan soru sormayı mutlak olarak nehyetmiş değildir. Çün­kü O'ndan hukukî, dînî, içtimaî her türlü mes'eleler sorulur ve bunların cevâb-Ian bildirilirdi. Da'vâlar arzolunur, onlara adaletle hükmedilirdi. .Binâenaleyh âyetin men' ettiği ve sakındırdığı sorular, ancak ve yalnız dünyevî faydası ol­mayan değersiz şeylere âid sorulardır.

[198] Başlıktaki âyetin devamı, bir sonrakiyle beraber şöyledir: "...Fakat o küfredenler, Allah'a karşı (bize bunları o emretmiştir diye) yalan düzerler. Onların çoğu ise akıllan ermez. Onlara: Allah 'in indirdiğine ve o Rasûle gelin denildiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter, dediler. Ya ataları hiçbirşey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyse?" (Âyet: 194-195).

Buhârî bundan sonra el-Mâide Sûresi'ne bu ismin verilmesine sebeb olan îsâ Peygamber'le havarileri arasında cereyan eden konuşmasını ve îsâ'nın Allah'­tan havarilerin istediği sofra mu'cizesini dileyip duâ etmesini anlatan 112-115. âyetlerdeki bâzı kelime ve ta'bîrlerin ma'nâlarını vermektedir.

Mâide hakkında lügatte şu bilgiler verilmiştir:

el-Mâide, fâide vezninde buğday ve arpa makûlesi zahireye denir taam ma'-nâsına, burada taamdan murâd zahîredir ve üzerinde bi'I-fiil taam hazır olan sofraya ve tepsiye denir, taam konulmayan sofraya ve tepsiye mâide denilmez, fakat ona Hıvân denir. Müellif Fîrûzâbâdî'nin Basâir'de beyânına göre Mâide, faile bi-ma'nâ mef'ûledir... (Kaamûs Ter.).

İbn Abbâs'm ma'nâ verip tefsir ettiği "Seni vefat ettireceğim " kelâmı, Âlu tmrân: 55. âyetinde olmakta beraber, bundan sonraki bâb başlığında gelecek olan el-Mâide: 117. âyeti ile bu Âlu İmrân: 55. âyeti, bunların ikisi de îsâ Pey-gamber'in kıssası oludğu için burada zikredilmiş olmalıdır.

[199] Bu ta'bîrler hakkında şu ta'rîfler de verilmiştir:

Câhiliye ahâlîsi bir dişi deve beş batın doğurur ve beşinci erkek olursa ku­lağını bahr ederler, yânî yararlar, salıverirlerdi ve artık onu ne sağarlar, ne bi­nerler, ne kullanırlardı ki, bahîra budur. İkinci olarak, bir adam başına bir derd geldiği ve meselâ hasta olduğu zaman "Şifâ bulursam dişi devem sâibe olsun" diye adak yapar, bahîra gibi salıverir, ondan faydalanmayı haram ederdi. Üçüncü olarak koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa putlarının olurdu. Şayet ikisini birden doğurursa "Kardeşini ekledi" derler, bu dişiden dolayı er­keğini de kurbân etmezlerdi ki, vasîle de budur. Dördüncü olarak, bir erkek devenin dölünden on batn doğarsa onun sırtını haram sayarlar ve hiçbir sudan ve mer'adan men' etmezler, "Sırtını yükten korumuştur" derlerdi ki, Ham ve Hamt de budur... (Hakk Dîni, II, 1823).

[200] Müfessirler şöyle demişlerdir: Amr ibn Luhayy el-Huzâî, Mekke'ye melik ol­muş idi. İsmâîl'in Tevhîd Dîni'ni ilk evvel değiştiren de bu olmuş idî. Sanemler yaptırmış, vesenler diktirmiş, bahîra, sâibe, vasîle, hâm âdetlerini koymuştu. İbn İshâk bâzı âlimlerden şöyle rivayet etti: Bir ara Amr Mekke'den Şam'a git­mişti. Belkaa mıntıkasındaki eski Maâb şehrine vardığında Amâlika'nın putla­ra taptıklarını gördü. Onların bu putlardan kurak zamanlarda yağmur, harb ve felâket zamanlarında yardım dilediklerini öğrendi. Onlardan isteyip aldığı "Hubel" adlı bir putu götürüp Ka'be'ye dikti. Halkı buna ta'zîm ve İbâdete çağırdı. Şârih Aynî'nin bildirdiğine göre meşhur "Lât" putu da Huzâa'nın ese­ridir... Huzâa ile Huzâa oğulları'nm Hicaz'da kurdukları bu putçu idare üçyüz kusur sene devam etmiştir. Onun kurduğu bu putperestlik nizâmı, Peygamber'-in Tevhîd inkılâbıyle yıkılmcaya kadar asırlarca yaşamıştır. Huzâa, halka teklîf ettiği her bid'ati, bir peygamberin şeriatı gibi kabul ve devam ettirmiştir. Güve­nilir kaynaklardan alınan bilgiye göre, bunun sırrı bir noktada toplanıyor: Hu-zâahlar çok cömert idiler, zirâatsız Hicaz'ın aç halkını refah içinde yaşatmışlardır. Amr'ın her hacc mevsiminde onbin deve kestiği, onbinlerce elbise hazırlayıp aç­lara, çıplaklara yedirip giydirdiği rivayet ediliyor.

[201] Hadîsin âyetle uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti Peygamberler Kita­bı, "İbrâhîm'in Menkabelerİ bâbı"nda da geçmişti.

[202] Buhârî bu hadîsin birer rivayetini de Ehâdîsu Enbiyâ ile er-Rikaak'ta getirmiş­tir. Bu âyetin baş tarafı ile bir önceki şöyledir;

"Allah: Ey Meryem oğlu îsâ, insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin? dediği zaman, o şöyle söyledi: Seni tenzih ederim, hakkım olmadık bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan herşeyi Sen bilirsin. Ben ise Sen 'in zâtında olanı bilmem. Şübhesiz ki gayblan hakkıyle bilen Sen 'sin Sen. Ben onlara Senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim. (Dediğim hep şu idi:) Benim de Rabb 'im, sizin de Rabb 'iniz olan Allah 'a kulluk edin. Ben içle­rinde bulunduğum müddetçe...." (Âyet: 116-117).

"O insanlara: Beni ve anamı Allah'tan başka iki ilâh edinin diye sen mi söyledin?" Bunun ne müdhiş bir tevbîh hitabı olduğunu düşünmeli ve îsâ'nın ulûhiyet makaamına karşı nasıl bir acz ve ubudiyet mevkiinde bulunduğunu an­lamalıdır. Şübhe yok ki, bu tevbîhin asıl hedefi, şimdi meydana çıkacağı üzere, bizzat îsâ Peygamber değil, onu ma'bûd edinen Teslîs sahihleridir. Fakat onla­rın Hz. îsâ'ya ta'zîm nâmına aşın gittikleri küfrün, ona Allah'ın huzurunda nasıl bir mes'ûliyet yöneltmiş olduğunu ve binâenaleyh o kâfirlerin Hakk katında nasıl bir tevbîh ve ikaab mevkiinde bulundukları tasavvur edilmelidir. Bu âyetten an­laşılıyor ki, Allah'tan başka îsâ'yı ilâh edinenler bulunduğu gibi,anası Hz. Mer­yem'i de ilâh edinenler varmış... (Hakk Dîni, II, 1851).

[203] Buhârî, âdeti olduğu üzere burada da başlığın altında el-En'âm Sûresi'nden bâ­zı kelime ve ta'bîrlerin tefsirlerini nakletmiştir. Bunların içinde geçmekte bu­lundukları âyetlerin sıra rakamları yanlarında tarafımdan gösterilmiştir.

[204] Âyetin devamı şöyledir: "... O'nun ilmi dışında bir yaprak dahî düzmez. Kara­da ve denizde ne varsa hepsini O bilir. Yeryüzünün karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru (hiçbirşey) müstesna olmamak üzere, hepsi apaçık bir kitâb-dadır". Meftâh, mîm'in fethasıyle mekân ismi, açılacak yer demektir. Mîm'in kes-riyle de "Miftâh"gibi âlet ismi olup anahtar demektir... Gâib ve şâhid, ma'kû-lât ve mahsûsât, külliyât ve cüz'iyât, büyük küçük, düşme ve istikrar, hareket ve sükûn, hayât ve memat, hâsıl olmuş, olacak; gizli, açık herşey bütün tafsîlâ-tı, bütün inceliği ile gayet açık ve belîğ bir kitâbdadır. Yânî ilâhî ilimde veya Mahfuz Levh'dedir. Hem müfredatı, hem nizâmlar silsilesi ile Allah indinde ma'-lûm ve mazbuttur.

Kara ve deniz vakıalarından sonra düşme vakıalarının yaprak ve tane ile temsil olunması, bütün semavî cirimlerin hareketlerinin birer yaprak ve tane gi­bi düşme kaanûnlarma tâbi* bulunduğuna bir delâleti vardır. Ve dikkate lâyık­tır ki, bu delâlet eşyadan nasıl ve ne suretle okunabilirse, Kur'ân'dan da o kadar okunabümektedir. Doğrudan doğruya gök cisimlerinin, yıldızların sükût ve ha­reketleri ifâde olunmayıp da yaprağın ve tanenin düşmesi tasrîh olunması, hem ilâhî ma'lûmâtın çokluk ve inceliğini tasvir, hem de insanlara nazaran düşme kaa-nûnlarmın yapraklar ve hububatta cereyanı sarîh ve bedîhî ve ecrâmda hafî ve istidlali olduğuna ve yerde karanlıklarda bir tane düşmesinin, semânın için­de ecrâmın düşme ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğine bir îmâdır. Bu âyetin evvelâ gaybdan şuhûda, ma'kûldan mahsûsa, sonra derece derece mahsûsâttan ma'kûle, şuhûddan gayb'a giden öyle bir bedî' tertîbi var­dır ki, bunun ne îzâhı biter, ne acibeleri tükenir (Hakk Dîni, III, 1947-1948).

[205] Hadîs burada Lukmân Sûresi'nin okunmasıyle gelmiştir. Lukmân Sûresi'nin tef-sîrinde de ibn Umer: Rasûlullah sonra şu âyeti okudu, deyip Lukmân âyetini zikretmiştir. Bu hadîsin bir rivayeti Yağmur Duâsı'nda geçmişti. Inşâallah er-Ra'd ve Lukmân'da da gelecektir.

Başlıktaki "Gaybın anahtarları ve hazîneleri" kelâmının Lukmân'ın sonun­daki 34, âyetle tefsir edilmiş olduğunu bu hadîs açıkça göstermektedir. Şu hâlde bu beş şeyi bilmek, hiçbir kimsenin tama' edebileceği hususlardan değildir.

[206] Üstten gönderilecek azâb, Lüt kavminin, Fîl sahihlerinin başlarına inen taş yağ­dırma, Nûh kavminin su tûfânı... gibi azâblardır. Alttan gelecek azâb da Kaa-rûn'un yere batması, Fir'avn'ın suyla helaki, zelzele gibi azâblardır. Bâzı âlimler yukarıdan gelecek azabı sultânların, devlet başkanlarının ve iş başındaki büyük devlet adamlarının zulümleri ile, aşağıdan gönderilecek azabı da ayak takımı­nın çapulculuklarıyle tefsir etmişlerdir. Gerek baştaki idarecilerin zulmü, gerek ayak takımının cemiyet nizâmım bozacak bir hâle gelmesi, bir milletin harâb olmasına sebeb olan en büyük azâb ve felâkettir. Bu azâblar doğrudan doğruya Allah tarafından gönderildiği için, Peygamber'imiz bunların her birinden Al­lah'a sığınmıştır.

Âyetteki üçüncü azâb," yânî bir milletin muhtelif ve birbirine zıd içtimaî fır­kalarının ihtiras ve ihtilâf şevki ile birbirlerine girmeleri, birbirlerinden intikam almağa kalkışmaları da büyük bir âfet ve ilâhî azâbdır. Bu azâb, kulların bir­birlerine saldırmalarıyle meydana geleceği için, Peygamber: "Bu Allah 'in sema­vî ve arzî âfetlerinden daha hafiftir yâhud daha kolaydır" buyurmuştur.

Siya', Şia'nın cem'i, şîa da birbirinin arkasından giderek bir emîre veya baş­kana tarafdâr olan fırka demektir.

[207] îmâna şirk karıştırmak yâ münafıklıkla, ya dînden çıkmak suretiyle olur. Müş­rik ve münafık olmayanların mazhar oldukları emh ve emân, cehennemde de­vamlı kalmaktan emn ve emândır. Yoksa âsîye azâb olacağı bir çok nasslarla sabittir.

Bu hadîsin bir rivayeti îmân Kitâbı'nda geçmişti

[208] Bu hadîslerin birer rivayetleri Peygamberler Kitâbı'nda ve daha başka yerlerde geçmişti. Oralarda da yazıldığı gibi,"Ben Yûnus'tan hayırlıyım" sözü iki ihti­mâle müsâiddir: Birisi, kişi kendini Yûnus'a tercih etmek; öbürüsü, mütekellim zamîriyle Rasülullah'ı kasdederek: Muhammed, Yûnus Peygamber'den hayır­lıdır demek ihtimâlidir.

[209] Yânî Dâvûd, Sâd Sûresi: 24. âyette tevbe olmak üzere secde etti. Rasûlullah da ona uyarak şükr olmak üzere secde etti. Bu açıklama en-Nesâî'de rivayet edil­miştir.

ibn Abbâs'ın bu hadîste okuduğu âyetler şunlardır: "Biz ona tshâk ile Ya'-kûb'« ihsan ettik ve herbirini hidâyete (peygamberliğe) erdirdik. Daha evvel de Nûh yu ve onun neslinden Dâvûd 'u, Süleyman 'ı, Eyyûb 'u, Yûsuf'u, Mûsâ 'yi ve. Hârûn yu hidâyete kavuşturduk. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlan­dırırız. Zekeriyyâ'ya, Yahya'ya, isa'ya, İlyâs'a da. Onların hepsisâlihterdendi. İsmail'i, Elyesa'ı, Yûnus'u, LûVu da (hidâyete ilettik). Onların nerbirineâlem­lerin üstünde yüksek meziyetler verdik. Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimine de (yine üstünlükler verdik), onları seçtik, onları doğru bir yola götürdük. İşte o yol, A ilah ım hidâyet yoludur ki, O, bunu kullarından kime dilerse ona nasîbeder. Eğer onlar da Allah 'a eş koşsalardı, yapageldikleri herşey kendi hesâblanna elbette boşa gitmişti. Onlar, kendilerine kitâb, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir. Şimdi bunlar (Kureyş kavmi) bunları (bu de­lilleri) tanımayıp da kâfir olurlarsa (zâten) biz ona, bunu inkâr etmeyen bir kavmi vekil kilmısızdır. Onlar (o peygamberler) Allah ym hidâyet ettiği kimselerdir. O hâlde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy..." (Âyet: 84-90).

Yânî semavî dînlerin hepsinde müşterek olan esâslarda: Allah'a, melekle­re, kitâblara, peygamberlere, âhiret gününe, kadere, öldükten sonra dirilmeye îmân gibi. Bir de geçmiş peygamberlerin bunca musibetlere, tehlikelere, inkâr­lara göğüs germeleri, vazifelerini herşeye rağmen hakkıyle edâ etmiş olmaları hususunda.

Bu "Uktedih" emrindeki "hâ" zamîr değil, sakıt hâ'sıdır. Yânî durma ha­letinde "d"nin harekesini muhafaza eden mücerred bir harftir. Bunun için sâ kin okunur. Ve Hamza, Kisâî, Ya'kûb Halefi Âşİr kıraatlerinde vasılda (ulamada) hazfedilir, okunmaz. Ancak İbn Âmir kıraatinde '//wtfâ"ya-râci' zamirdir. Vasi haletinde kesr ile veya medd ile okunur... (Hakk Dîni, IIJ, 1974).

[210] Bizim anladığımıza göre "Her tırnaklı", sığır ve davar dâhil olmamak üzere, ge­rek beygir gibi tek tırnaklı olsun, gerek parmak veya parmak nişaneleri bulun­sun, tırnağı bulunan hayvanların hepsini şâmil olmalıdır. Zîrâ burada "tırnaklı", sığır ve davar ile mütekaabil gibi zikredilmiştir. Yahudiler geviş getirmekle be­raber, çatal tırnağı bulunan hayvanların halâl ve bu iki vasıf bulunmayan hay­vanların haram olduğunu söylemekte olduklarına göre, sığır, koyun, keçi ve emsali gibi hem geviş getiren, hem çatal tırnaklı olanlardan mâadası kendileri­ne haram olmuş oluyor. Bu suretle deve, geviş getirirse de çatal tırnaklı olmadı-

> ğından, domuz çatal tırnaklı ise de geviş getirmediğinden; beygir, merkeb, katır vesâirede ikisi de bulunmadığından haram oluyor... (Hakk Dîni, III, 2078).

[211] Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Alışverişler Kitâbı'nın sonlarında, "ölmüş hayvan ve putları satmak bâbı"nda geçmişti.

[212] Buradan i'tibâren üç âyet ma'nâda bir bütün teşkil ettiği için meallerini verelim:'

"De ki: Gelin, üzerinize Rabb 'inizin neleri haram ettiğini ben okuyayım: Ona hiçbirşeyi ortak yapmayın. Anaya babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle *  çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz vereceğiz. Kötülükle­rin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Bir hakk olmadıkça Allah Un haram kıldığı cana kıymayın. İşte Allah size, aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti.

Yetimin malına, rüşdüne erişinceye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın. Ölçüyü, tartıyı tam ve doğru tartın. Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını tekUf etmeyiz. Söz söylediğiniz vakit, hısım dahî olsa adaleti gözetin. Allah 'in ahdini (verdiğiniz sözü) yerine getirin. İşte A ilah size iyice düsünesiniz diye bunları emretti.

Şübhesiz emrettiğim bu yol, benim dosdoğru yolumdur. O hâlde ona uyun. £ (Başka aykırı) yollara tâbi' olmayın. Sonra sizi O'nun (Allah'ın) yolundan ayı-"', rır. İşte Allah size bunları emretti ki (kötülüklerden) sokmasınız" (Âyet: 151-153). .i"         İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyetler, o muhkem âyetlerdir ki, kitâbların

hiçbirinde neshedilmemiştir. Bunlar Âdem oğullarının hepsine haramdır. Ve ,,;   "bunlar o muhkemlerdir ki, kitabın anasıdır". Bunlarla amel eden cennete gi­rer, etmeyen cehenneme...

Ka'bu'l-Ahbâr'da: Bu âyetler Tevrat'ın başlangıcıdır. "Bismi'llahrr-rahmânVr-rahîm. Kultaâlev... "demiştir. Bu suretle bütün insanların şerîatleri bunlar üzerine toplanmış, bunların Musa'ya indirilen "On emir" olduğu da söv lenmiştir. Bunu el-Bukaaî "Masâıdu'n-nazar li'l-îşrâf alâ Makaasıdı's-Süver" adındaki eserinde şöyle îzâh eder: Yânî bu âyetler Allah Taâlâ'nın Mûsâ(A)'a yazdığı Cevher Levhler'de ilk yazdığı on âyeti müştemildir ki, şunlardır: Şirk­ten, yalan yeminden, ana-babaya isyandan, katiden, zinadan, çalmaktan, ifti­radan, başkasının elindekine göz dikmekten nehy, cumartesiye ta'zîm ile enir... Sûrenin başından beri fzâh,olunagelen, Tevhîd îmânıdır. Bu, şirki nehyde dâhil olmakla beraber, üçüncü âyette bilhassa tavzîh ve telhis de edilmiştir. Bi­nâenaleyh bunlar evvel âhir bir esâsta münderic olan ve hakk dînin esâsını teşkil eden ümmetlerin ve asırların değişmesiyle değişmeyen On hüküm'dür... (Hakk Dîni, III, 2091).

[213] Hadîsin ikinci fıkrasındaki Allah'ın medh ve senayı sevmesi, bizim bildiğimiz gibi faydalanma vesîlesi olan medh ve sena düşkünlüğü değildir. Bu, O'na ya­pılan medh ve senanın sevabı, faydası, kullara âid bir tâat, bir ibâdet olması yönündendir. Kur'ân'daki bu hamd ve senaların hayır ve menfâati Allah'a de­ğil, kullara âiddir.

[214] Buhârî burada bâzı kelime ve ta'bîrlerin ma'nâ ve tefsirlerini nakletmektedir ki, bunların geçtiği âyet rakamları şunlardır: 102, 111, 112, 138.

[215] Yânî bu mahsûller ve hayvanlar, atalarımızdan beri Allah'ın dilemesiyle haramdır diye müşriklerin avâmmını aldatan şeytânlarını ve kodamanlarını da hazır et­melerini söyle ki, hüccetin teblîği tamâm olsun. 148. âyette müşriklerin bu iddi­aları verilmektedir.

Bu "Helumme(= Getirin)"ta'bîri, Hicaz ehlinin lügatinde fiil ismidir, çekilmez. Necd ehlinde emir fiilidir, şöyle çekilir: Hetumme, Helummâ, Helummâ, Helummî, Helummâ, Helmumne (Aynî).

[216] Âyetin baş tarafı şöyledir: "Onlar hâlâ kendilerine meleklerin gelmesini yâhud bizzat Rabb 'inin gelmesini veya Rabb 'inin âyetlerinden birinin gelmesini mi bek­liyorlar? Rabb'inin âyetlerinden biri geldiği gün, daha evvelden..."

Bu hadîs, Müslim, îmân, Müslim Ter., I, 206-207, "Kendisinde îmân ka­bul edilmeyecek olan zamanın beyânı bâbı"nda 248 rakamıyle geçmektedir. Bun­dan sonra gelen hadîs de bu hadîsin diğer yoldan gelen rivayetidir.

[217] Deki ki: Orada yaşayacaksınız, orada Öleceksiniz, yine oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız" (Âyet: 25).

[218] Buhârî'nin burada tefsirlerini naklettiği kelime ve ta'bîrlerin bulundukları âyet rakamları yanlarında gösterilmiştir.

[219] Bu âyete benzerliği yakın olan bir âyet, el-En'âm: 151'de geçmişti.

[220] Yine bu hadîsin de bir rivayeti bundan önceki sûrenin tefsirinde, 121. bâbda geçmişti.

[221] Tecellîye iki eser teretttib etti: Biri dağın parçalanması, biri de Musa'nın bayı­lıp düşmesi. Demek ki, Mûsâ dağ dolayısıyle olan izafî bir tecellîye bile taham­mül edemedi, tam ve mutlak bir zatî tecellî olsa bütün dünyâ muzmahill olacaktı. Ve işte "Len terânV buyurulmasının hikmeti bu idi, yoksa haddizatında tecel­lîde imtina veya lutufta cimrilik yok, mes'ele tahammüldedir. Bu fena âleminde onu görmeye tahammül olunamaz..." (Hakk Dîni, III, 2277).

Hadîsin başlığa uygunluğu, son cümlesinden alınır. Bunun bir rivayeti Hu­sûmetler Kitâbı'nda geçmişti

[222] Âyet, bir öncekiyle beraber şöyledir: "Musa'nın kavminden bir cemâat vardır ki, (halkı) hakka irşâd ederler, onunla (hükümde) adalet yaparlar. Biz onlan onikiye, torunlara, ümmetlere ayırdık. (Tîh'te susayan) kavmi su istediği zaman: Asanı taşa vur, diye vahyettik de ondan oniki pınar kaynayıp aktı. İnsanların her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi. Onları üstlerindeki bulutla gölgelendir­dik. Onlara kudret helvâsıyle bıldırcın indirdik. Size rızk olarak verdiğimizin en temiz ve güzellerinden yiyin dedik. Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı".

Bu âyetin hemen hemen bir benzeri el-Bakara: 57. olarak geçmiştir.

[223] el-Kem'e: Toprak altında bulunan yaprağı ve sapı olmayan, Allah'ın bâzı sene­ler ihsan etmekte olduğu bir rızktır. Meydana çıkması kış mevsiminin sonu ile ilkbahar mevsiminin sonuna kadar olur. Bu ancak zirâat âletlerinin dokunma­dığı ve yürüyenlerin ayaklarının basmadığı sahrada bulunur. Tat yönünden de­ğil de, renk ve şekilce toparlak patatese benzer. Üç nev'i olur... (Rakamlı nüsha­daki haşiyeden).

Buna göre Ege bölgesindeki "Domalan" denilen mantar ta'rîf edilmekte­dir. Çimenlik yerlerde toprak altından çıkarılır. Bunun kudret helvası nev'in-den olması ise ekilmeden, kul emeği geçmeden, kendi kendine vücûda gelen ilâhî ı bir ni'met olması yönündendir. Bâzı sarihler "el~Menn"i "İnam" ma'nâsma hamletmişlerdir ki, buna göre hadîsin ma'nâsı: Domalan mantarı Allah'ın zah­metsiz verdiği ni'metlerdendir, demek olur.

[224] Ümmî" İsmi mensubunda üç nisbet muhtemildir:

a.  "Ümm" nisbetidir ki, "Sanki anasından doğduğu hâl üzere kalmış, aslî -fıtratına yeni bir kazanç ile değişiklik arız olmamış" mefhûmunu ifâde eder.

b. Arab Ümmeti'ne mensûb olmak demek olur" ki, "Biz hesâb yapmaz ve yazı yazmaz bir. ümmetiz" mısdâkınca Arablar, hesâb ve kitâb bilmez bir cemâat olmakla ma'rûf idiler.

c. Ümmü 'l-Kurâ *ya mensûb, yânî Mekkeli demektir. Ve bu üç nisbetin üçün-'*    de de "Ümmî", okuyup yazmağa uğraşmamış ma'nâsma bir vasıftır. Ümmîlik alelade kimseler hakkında âdeten ilim eksikliğini ifâde eden bir noksanlık ;! sıfatı iken, bir ümmînin, okuyup yazanlardan fazla âlim olması Allah tarafın­dan âdet hilâfına olarak, kazanmaksızın hibe edilmiş fıtrî bir kemâle delâlet eder.

 Ve ilmî ve amelî kemâlleri, okuyup yazanları âciz bırakan bir peygamber hak­kında her türlü şübheyi kesip atan ve onun doğrudan doğruya Allah katından gönderilmiş bulunduğunu zarurî olarak isbât eden harikulade bir kemâl sıfatı,

. . yânî bir mu'cizedir. Bu haysiyetle "er-Rasûlu'n-Nebiyyu'l-Ümmî" vasfı "O ri-sâlet ve nübüvveti bedîhîmu'cize sahibi" demenin daha beliğidir, nitekim Türk şâiri Fuzûlî bunu şu beytiyle anlatmıştır.

Bakî mu'cizeler ne hacet vasfı hakk isbâhna, Câhil iken el, Sen 'in ilmin yeter burhan sana (Hakk Dîni, III, 2298).

[225] Hadîsin başlığa uygunluğu son fıkrasındaki "Ey insanlar, şübhesiz ben size, he­pinize Allah *ın elçisiyim..." kavIİndedir. Bu hadîsin biraz değişik bir rivayeti, Ebû Bekr'in menkabeleri bâbı'nda geçmişti.

Bâzı nüshalarda hadîsin sonunda şu ziyâde vardır:

Ebû Abdillah el-Buhârî: "Gâmara", "Hayırda öne geçti" demektir, dedi

[226] Hıtta kelimesini ihtiva eden âyet, bir sonrakiyle birlikte şöyledir: "O zaman on­lara: Şu şehirde yerleşin. Onun dilediğiniz yerinden yiyin. Hıtta deyin. Kapısından hepiniz secde edici olarak girin ki, suçlarınızı mağfiret edelim. İyi hareket edenlere ileride daha fazlasıyle vereceğiz, denilmişti. Fakat İçlerinden o zulme­denler, sözü kendilerine söylenenden başka bir şekle koydu. Biz de üstlerine, zulmeder oldukları için, gökten murdar bir azâb İndirdik" (Âyet:161-162).

Bu âyetlerin hemen hemen aynı lafızla benzerleri el-Bakara:58-59'da da geç­mişti. Orada bâzı açıklamalar da verilmiştir.

Bu hadîsin farklı bir senedle bir rivayeti de 5. bâbda 6 rakamıyle geçmişti

[227] Bu âyet, en mükemmel salâhı, iyiliği ve bütün ahlâk güzelliklerini toplayıcıdır. Bunun için Ca'fer es-Sâdık: Kur'ân'da bu âyetten ziyâde ahlâk güzelliklerini toplayan bir âyet yoktur, demiştir.

Urf: Güzel ve güzel sayılmış fiil demektir. Urf: İnsanların teârüf eder, yâ-nî yekdiğerine karşı tatbikini müteakiben tanır, güzel telâkki eder, vücûbunu veya cevazını, lüzumunu veya güzelliğini i'tîrâf eyler, ürküp "Böyle şey mi olur?" diye redd ve inkâra kalkışmaz oldukları şey demektir...

Urf, ma'rifet ve i'tirâf ile alâkadar olduğundan "Urfle emret" şunu da bil­dirir ki, emrolunacak şey, ya emrolunur olunmaz fıtraten i'tİrâf olunacak bir-şey olmalı, haddizatında ma'rûf bulunmalı veyâhud evvelâ umûmî surette bir ta'rîf olunup, ondan sonra emredilmelidir. insanların ma'rifet havsalasına gir­meyen ve girmek ihtimâli bulunmayan şeyler emredilmemelidir... Hâsılı bir emir, esasen bir güzelliği ihtiva etmeli veya gerektirmelidir. Ve emrolunan fiil ne de­rece ma'rûf olursa, o emir zahir ve bâtında o derece geçerli olur... Bu âyet ah­lâk ilmi, teşri' ve siyâset ilmi noktasından o kadar cem'iyetU bir düstûrdur ki, inceliklerini ve tefrîâtını sayıp İstatistik yapmak mümkin değildir.. Bütün ahlâk güzelliklerini toplayan bu âyetin bir tefsiri gibi, şu kudsî hadîs de gelmiştir: "Fa­ziletlerin en yükseği, seni kat' edeni vasi ve seni mahrum edene atıyye vermek ve sana zulmedeni affeylemektir" {Hakk Dîni, III, 2357-2359).

[228] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. Bu âyet Peygamber'e hitâb ol­makla beraber, O'nun şahsında bütün insanlara emirdir. İnsanlar birbirlerinin kusurlarım affetmeli, birbirlerine İyi öğütler vermeli, kötü şeylerden sakındırmalı, kendisini ve Rabb'ini bilmezlerden yüz çevirip, onların gayrı ahlâkî sözle­rine ve hareketlerine karşılık vermemelidir. Bunlar eskimez ahlâk temelleridir.

[229] Bâzı buhârî nüshalarında bu âyetin başında "Bâb" sözü vardır.

[230] Enfâl, Nefe/ln cem'idir. Esasen Nefilve Nafile bir asi üzerine ziyâde olan şey demektir; namaz, oruç vesâir ibâdetlerde aslolan farz üzerine ziyâde bulunan­lara Nafile denildiği gibi, cihâdda asıl âhiret sevabı üzerine zâid olan ganimete de Nefel denilmiştir. Bundan başka bir gâzîye ganîmet hissesinden fazla olarak, meselâ "Şu sipere ilk girene şu verilecektir" gibi, tenfîl yoluyla verilmesi şart edilen mala da Nefel denilir.

Birinci âyetteki "el-Enfâl" bu sûreye isim yapılmıştır. İsimlendirme sebe bi, ganimetin, Allah'ın Kelimesini en yüksek kılmak için yapılan muharebeye zâid olarak, bir de Allah'ın atıyyesi olmasıdır (Beydâvî).

"Rîhukum" kelimesinin geçtiği âyet, bir Öncekiyle birlikte şöyledir: "Ey îmân edenler, bir düşman topluluğuna çattığınız vakit sebat edin ve Allah 'ı çok anın. Tâ ki umduğunuza kavuşsanız. Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne İtaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za 'fa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabır ve sebat edin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir" (Ayet: 45-46).

[231] Ebû Dâvûd, en-Nesâî, İbn Hıbbân ve Hâkim de yine İbn Abbâs'tan bu sûrenin Bedir ganîmetlerinin taksimi hakkında sahâbîlefden bâzıları arasında çıkan bir ihtilâf üzerine indiğini rivayet etmişlerdir.

Buhârî bu hadîsten sonra, sûre içinde geçecek bâzı kelime ve ta'bîrlerin tef­sirlerini nakletmiştir. Bunların yanlarındaki rakamlar,,içinde geçtikleri âyet ra­kamlarıdır.

[232] Bunlar Uhud günü Kureyş'in sancağını taşıyorlardı, sonunda hepsi öldürüldü­ler, isimleri siyer kitâblarındadır. Bunlar halkın en şerrlileridirler. Çünkü on­lardan başka her hayvan yaratıldığı hususta Allah'a itaatlidir. Bunlar ise ibâdet için yaratıldılar da kâfir oldular. Âyetin inmesine husûsiyle bunlar sebeb iseler de âyet, zahiri bakımından her müşriki şâmil olur (Kastallânî).

[233] Ve biliniz ki, Allah muhakkak kişi ile kalbinin arasına perde olur-. Ona kal­binden kalbine ondan daha yakın, daha hâkimdir. Ondakİni gönlünden, gön-lündekini ondan daha iyi bilir ve daha yakından zabt ve temellük eder. Kudreti o kadar nufûz edicidir ki, yalnız kişi İle başkaları arasına değil, onunla kalbi arasına girer, hisseden "Ben" ile hissedilen "Ben"i birbirinden ayırır. İnsanı bir anda gönlündeki emellerinden mahrum ediverir. Azimlerini bozuverir, ni­yetlerini tahvil ediverir; kanâatlerim, zevklerini değiştir iver ir. Onunla kalbinin arasını öyle ayırır, öyle açar ki, birbirinin zıddı kesilir, insanın kendini kendine hasım eder. Kişi ile kalbinin arasına öyle girer ki, aklını elinden ahverir, nihayet canını alır öldürüverir. Bunun için Allah sizinle kalbiniz arasına perde çektiği ve ölüme da'vet ettiği vakit icabet etmemeye ve cebrine mukaavemet eylemeye İmkân bulamazsınız ve bir lâhza sonra başınıza ne geleceğini bilemezsiniz. O hâlde kalbinizle aranız açılmadan, canınız elinizden alınmadan, fırsat elinizde iken Allah'ın Rasûlü sizi diriltecek, ebedî hayâta yükseltecek ilim veya amel;  herhangi birşeye da'vet ettiği zaman ihmâl etmeyip istekle İcabet ediniz... {Hakk Dîni, III, 2386-2387).

[234] Bu hadîsin değişik bir senedle biraz farklıca bir rivayeti el-Fâtiha tefsirinde geçmişti.

Burada hadîsin sonundaki rivayeti getirmesinin fâidesi,  bunda, Hafs'ın, hadîsi Ebû Saîd'den işitmesinin açıkça söylenişi bulunmasıdır.

[235] Hadîs ile başlık arasındaki uygunluk meydandadır, çünkü hadîs, başlığı ve da­ha ziyâdesini aynen İçine almıştır.

"Hâsılı o zaman o kâfirlerin başlarına taş yağdırılmaması veya diğer bir elemli azâb ile köklerinin kazınmaması, onların ona hakk kazanıcı olmamala­rından değil, Yüce Allah'ın Rasûlü'ne ve istiğfar etmeleri düşünülenlere büyük fadlından ve İçlerinde Peygamber varken veya istiğfar eden veya edecek olanlar ■..,    bulunurken azâb etmek istememesinden idi. Yoksa Allah'ın onlara azâb etmeye-..    cek neleri vardı.." {Hakk Dîni, III, 2399). Hakîkaten Peygamber'in hicretin­den sonra Bedir'de Allah onlara çok elem verici dünyevî bir azâb indirivermistir.

[236] Buradaki âyet ve hadîs, ayniyle bundan evvelki bâbda geçmişti. Şu kadar var ki, bundan evvelki hadîste Buhârî'nin şeyhi Ahmed ibnu'n-Nadr idi, buradaki hadîste ise şeyhi, onun kardeşi Muhammed ibnu'n-Nadr'dır. İşte Buhârî bura­daki başlığı koyup, ayniyle hadîsi, ancak kendisinin bu hadîsi kardeş olan iki şeyhten rivayet ettiğinin bilinmesi için zikretmiştir.

el-Hâkim: Buhârî'nin Nişâbûr'a geldiği zaman bu iki kardeşin evine iner olduğu ve onların yanlarında kalmayı çok yapar olduğu haberi bana erişti, demistir (Aynî).

[237] Yânî şirk baskısı olmasın ve dîn, hepsi Allah için olsun. Allah'ın kullarını baş­kalarına mahkûm tutan bâtıl dînler, hakk dîn karşısında izmihlale düşsün, hakk hâkim olsun da fitne ve mihnetle kimse hakk ma'bûddan başkasına itaat edip boyun eğmeğe zorlanmasın. el-Bakara:193. âyette de bunun bir benzeri geçmiş­ti. Yalnız burada "Kullunu" var, orada yoktu. Buhârî'nin el-Bakara âyetinin tefsîrindeki rivayetine göre İbn Umer'le bu buluşma ve konuşma, Abdullah ibnu'z-Zubeyr ile Yezîd ibn Muâviye ve Mervânîler arasında harb devam ettiği sıra vâki' olmuştur. Abdullah ibn Umer Cemel, Sıffîn, Harre gibi müslümânlar arasında cereyan eden kanlı vak'alara -Alî'yi ve İbnu'z-Zuberyr'i takdir ettiği hâlde- fiilen katılmamıştı. İşte Haricî genci bunun sebebini soruyor ve dayandı­ğı delîle göre itaat olunması i'tikaad olunan devlet başkanına karşı muhalefet edenlere karşı harbedilmesi re'yinde bulunuyor.

İbn Umer de ona cevâb vererek: Dayandığın âyetteki fitne İle maksad, müs-lümânlann kendi aralarındaki ihtilâf değil, küfür ve şirk demektir ki, biz şirke karşı harbi, müslümânlann azlık zamanında yaptık ve gâlib geldik, diyor.

[238] Hadîsin başlığa uygunluğu, Yüce Allah "Hiçbir fitne kaîmayıncaya kadar on-'    larla savaşın" buyuruyor sözündedir.

Fitne, lügatte karışığını almak için altını ateşe koymaktır. Bundan mihnet ve belâya sokmak ma'nâsına kullanılmıştır.

"Fitne kıtalden beterdir" (el-Bakara: 191) buyurulmuştur. Çünkü katlin zahmet olması çabuk geçer, fîtneninkî devam eder. Kati insanı yalnız dünyâdan çıkarır, fitne ise hem dînden hem dünyâdan oldurur. Binâenaleyh fitneye .,"   tutulmaktan ise, o fitneyi çıkaranları öldürmek veya ölmek veya çıkardıkları '    fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette yeğdir. İki şerrin en hafifi tercîh olunur kaaidesi de bu gibi nasslardan çıkarılmıştır... Ölümü temennî ettiren hâl, ölümden a'    daha ağırdır. Bu nazmın şevkinde insanı vatanından çıkarmak da ona ölümü V   temennî ettirecek fitneler ve mihnetler cümlesinden olduğuna işaret vardır. Şirk, küfür neşri, irtidâd, Allah'ın haramlarına saygısızlık, umûmî asayişi bozmak hep birer fitnedirler. Allah korusun mü'minin dönüp kâfir olması, öldürülme­sinden şiddetlidir... İşte bütün bunlar "Fitne katiden eşeddir" düstûrunda özet­lenerek harb ilânı sebebi topluca beyân buyurulmuş ve müslümânlar fitneyi def için Allah yolunda ya gâzî veya şehîd olmağa rağbet edilmiştir (Hakk Dîni, I, 695).

[239] Bu, zikredilen hadîsin başka bir yoldan rivayetidir. Bu, öncekinden kısadır. Bun­ların ayrı ayrı iki vakıa olmaları da muhtemel olur (Aynî).

[240] Bu nisbete kadar düşman karşısında sabr ve sebat etsinler, bu nisbette ve böyle bir azim ve îmân ile harbe ve sabra alışsın, çalışsın, ilâhî nusrata dayanıp mücâ-hede eylesinler. Daha fazlasında mükellefiyet yoktur, Ve sabr ve sebat emirleri hudûdsuz da değildir. Bu nisbetin böyle İki fıkra adedle ifâdesi, iki nükteye da­yanır: Birincisi kalb itmi'nânının artması için bir tekrirdir. Yânî bu nisbetin sâ­de yirmi ve ikiyüz gibi iki az cemâate sığışmayıp çoğaldıkça da aynı nisbetin cereyanını anlatmaktadır. İkincisi, İslâm'ın başlangıcındaki askeri teşkilâtın esâsî cüzlerine işarettir. Demek oluyor ki, îmân, bir mü'mini kâfire karşı on kattan fazla büyülten bir kuvvettir. Ve bu kuvvet sâde ferdiyetle değil, en az yirmi kişi­lik bir içtimaî birlik ile tebarüz eyler.

Bu galebe kâfirlerin anlamaz bir kavim olmalarındandır. Başlangıcı ve me-âdı anlamazlar. Allah'ı ve âhireti bilmezler. Harbleri mü'minler gibi Allah rızâ­sı için Allah'ın emrine uymak ve Allah'ın kelimesini en yüksek kılmak niyet ve maksadıyle değildir.., (Hakk Dîni, III, 2430).

[241] Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zaîf olanlar da bulunduğundan, bundan sonra ,,;    sâdıklarda olduğu gibi, birin ona kadar sabredip kaçmaması ve ederse "O mu-;,     hakkak Allah'ın gazabına uğramıştır, onun yurdu cehennemdir "(hyev.\6) ola­cağı hakkındaki ilâhî hüküm hafifletilmiştir... Şu hâlde bundan şöyle bire iki nisbetinden fazlada sabredemiyenler kaçak sayılmazlar. Fakat silâh ve gereçleri

bulunduğu hâlde, ikiden yüz çevirip kaçanlar, o hükmü hakk etmiş kaçak olurlar. Ve bunda en küçük temel<cüz, yüz kişilik bir bölük olarak mü'teberdir. Bundan anlaşılır ki, bu hafifletme, birin ona veya daha fazlasına galebesi İmkânını gidermek değil, ikiden ziyâdeye karşı sabr ile harbin vücûbunu veya mendûbluğunu hafifletmedir... {Hakk Dîni, III, 2431)

[242] Bu Berâe Sûresi, Medine'de en son inen sûredir. İnmeye dokuzuncu hicret yı­lında başlamıştır. Bunun Berâe, Tevbe, eî-Mukaşkışe... gibi yirmi kadar ismi vardır.

Bu sûreyi ilk bakışta diğerlerinden ayıran bir özellik, evvelinde Besmele ol­mamasıdır... Bunun evvelinde Besmele inmediği şübhesİzdir. Bunun sebebini (   şu hikmette aramak lâzım gelir: Hz. Alî'den rivayet edildi ki, burada Besmele niçin yazılmadığı kendisinden sorulduğu zaman. "BismVllâhVr-rahmânVr-rahîm, y,ş; biremândır. Bu sûre ise kılıç ve ahidleri atma ile indi" demiştir. Sufyânibn Uyey-ne de bu ma'nâyı anlatırken "Size selâm verene 'Sen mü'min değilsin'demeyin" (en-Nisâ:94) âyetiyle te'yîd ederek anlatmıştır. Yânî selâm vermenin emâm kal­dırmaya mâni' bulunduğu düşünülürse "Rahman ve Rahim" sifatlarıyle ilâhî

vai,' rahmeti te'kîd edilmiş bir surette hatırlatma ve o rahmete erişme vesîlesİ olarak Allah'ın ismini zikretmek demek olan Besmele'nin ma'sûmluğu kesme ve emâ-nı kaldırmaya aykırı ve çelişici olacağı da ortaya çıkar. Hakîkaten mes'ele iyi düşünülürse ne aklen, ne de naklen bu sûrenin evvelinde Besmele'nin ne inme­sine, ne yazılmasına, ne de okunmasına cevaz tasavvur olunmak ihtimâli yok­tur. Hattâ burada "Rahmet"i açıkça söylemeyerek sâde "Bİsmi'llah. Berâetun mine'llah" demekte bile iki büyük sakınca vardır: Evvelâ bu, tenakuz olur. Çün­kü Besmele, Allah'ın ismine sarîh bir vuslat, "Berâetun mine'llah" ise "Allah'­tan alâkayı kesmek" demektir. Bu ikisi ise, açıktan açığa mütenâkızdir. İkinci olarak bunun zahirinden "Allah'ın ismiyle teberrük ve teyemmün, Allah'tan alâkayı kesmektir" demek gibi bir ma'nâ zihne gelir ki, bunun bir küfr olaca­ğında şübhe yoktur. İşte bundan dolayı bu sûrenin evvelinde Besmele inmemiş ve yazılmamış olduğu gibi, okunması dahî tecviz edilemez. Ve hattâ bu tahkîke nazaran, namazda böyle bir yanılma vâki' olsa, çirkin bir tegayyür bulunaca­ğından, namaz fâsid olmak lâzım gelir. Ancak bu mahzur yalnız sûrenin evve-lindedir. Parçalarına gelince, diğer sûrelerin parçalarındaki kıraat hükümlerinden farkı zahir değildir. Filvaki' teamül de böyledir. Meselâ sonundan "Lekad câe-hum rasûlun" diye okunacağı zaman, Besmele terkedilmez... (Hakk Dîni, III, 2442-2444).

[243] el-Evvâh; müteevvih ve mutadarrı' demektir ve bu fa'âl vezni üzeredir. Buhârî burada bu beyt İle Evvâh lafzının Teevvuh masdanndan fa'âl vezni üzere oldu-ğunahuccet getirmektedir. Lügatte bu kelime hakkında şu bilgiler verildi: Ev-hu, Âht, Evvih, Evvi, Evveh, Âvûh Tâlut vezninde, Âhın, Evvetâhu ki, mecmuu onüç lügattir, bîr kelimedir ki, şikâyet ve acı duyma sırasında, yânî gam ve derd-den şikâyet vaktinde, kezâlik hasta oldukta yâhud bir uzuv derdli olup ağndık-ta söylenir. Lisânımızda Âh ile ve Ö/ile ta'bîr olunur. el-Evhu, et-Te'vîhu, et-Teevvuhu, "Âh vâh demek" ma'nâsmadır... el-Evyâh, Şeddâd vezninde ya-kînî ilim sahibi adama denir, yâhud duâ icabetine muvaffak olana yâhud duası çok olan mutadarrı' adama yâhud kalbi yufka, rahmet ve rikkat sahibi adama yâhud fakîh ve âlim adama denilir yâhud mü'min demektir; bu sonuncusu Ha-beşe lügatidir (Kaamûs Ter.).

[244] Buhârî âdeti üzere sûrenin baş tarafında, sûre içinde geçen bâzı kelime ve ta'-bîrlerin ma'nâlarını ve tefsirlerini nakletmiştir. Bu kelime ve ta'bîrlerİn sonla­rındaki rakamlar içinde geçmekte bulundukları âyet rakamlarıdır.

[245] Berâet maddesinin asıl ma'nâsı Müfredat ve Basâir'de beyân olunduğuna göre: "Herhangi bir mekruhtan ayrılmak ve uzaklaşmak" demektir... Bu kelimenin bir de siyâsî ve harb hukuku bakımından kararlaşmış ma'nâsı vardır ki, burada asıl kasdedilen de odur. Nitekim Ebû Bekr er-Râzî bunu îzâh ile Ahkâtnu'l-Kur'ân'da:   "Berâet  dostluğu   kesmek,   ma'sûmluğu   kaldırmak  ve  emânı gidermektir" der. Fahruddîn er-Râzî de Tefsirinde: "Berâetin ma'nâsı ismetin kesilmesidir. 'Fulân'dan berî oldum' denilir ki, aramızda ismet kesildi, aramızda alâka kalmadı demektir..." der. Ve işte burada Berâet herhangibir eksikliğin kerahetinden selâmet ve uzaklaşma aslî ma'nâsım içine almakla beraber, bil­hassa hukukî ve siyâsî ma'nâsiyle devletler hukuku ıstılahında "harb hâlinin mey­dana gelmesini gerektiren münâsebet kesme" demektir ve bu suretle sûrenin ilk âyeti bir ültimatom ve ondan sonrası bunun mûcib sebebleriyle umûma i'lân ve izahıdır... Görülüyor ki, bu âyet "Fulân'dan Fulân'a mektûb" denilmesi gi-bİ, bir başlık üslûbundadır. Fakat burada herhangibir mektûb veya tahrîrin de­ğil, muntazam bir resmî tebliğin ve bilhassa siyâsî edebiyattan olmak üzere bir atma, bir ültimatom başlığının bütün gerekli rükünleriyle bîr tahrîr numunesi vardır. Bunda evvelâ teblîğin mâhiyeti, ikinci olarak gönderici ve gönderme vâ­sıtası, üçüncü olarak kendilerine gönderilenler ve haysiyetleri, dördüncü olarak alâkalı olanlar tamamen eklenerek gayet vecîz ve aynı zamanda açık ve müessir bir surette ta'rîf edilip gösterilivermiş ve anlatılmıştır ki, bu teblîğin sebebi şirk ve müslümânlara önceden yapılmış ahiddir. Demek oluyor ki, müsfümânlara önceden and etmemiş olanlara esasen bir alâka ve münâsebet olmadığından, böyle bir münâsebet kesme ihbarına lüzum yoktur. Ancak müslümânlarm muahede yaptıkları müşriklere karşı doğrudan doğruya ahdi bozmaksızın, evvelâ ahdi at­mak ile böyle bir münâsebet kesmeyi haber vermeleri lâzım gelmiştir. Çünkü Allah ve Rasûlü o ahidlerden bendirler..-. (Hakk Dînî, III, 2446-2447.)

[246] Bu başlıkta da Buhârî, bâzı kelime ve ta'bîrlerin ma'nâ ve tefsirlerini naklet-miştir. Bu tefsirlerin çoğu Alî ibn Ebî Talha el-Hâşİmî yoluyla İbn Abbâs'tan nakledilmişlerdir.

Bu sûrenin âyetlerinde geçen bir kelimeyi tefsir ederken bazen bir istidrad olarak başka bir sûredeki âyete de işaret etmektedir. Nitekim burada Fussiiet: 6-7. âyetini bir istidrad ve şâhid olarak zikretmiştir.

[247] Hadîsin başlığa uygunluğu son cümlesindedir. Bunun bir rivayeti en-Nisâ'nın sonunda geçmiş, ilgili açıklamalar da orada verilmişti.

[248] Bu âyet o ültimatomun içindeki aslî şeyleri özetlemiştir. Bundan sonra eski hâl ve vaziyette kalmanıza imkân yoktur. Ya küfürden vazgeçip Hakk'm emrine teslim olursunuz veya Dünyâ ve Âhiret perîşân olursunuz.

[249] Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı ile Hacc'da da geçmişti.

Bu, Ebû Bekr'in emirliği ile dokuzuncu hicret yılında yapılan haccdır ki, Mekke fethinden bir sene sonra ve Rasûlullah'm bizzat idare ettiği Veda Hac-cı'ndan bir sene evvel idi. Sekizinci yılda Mekke fethinden sonra Mekke'ye emîr ta'yîn edilen Attâb ibn Esîd(R)'in emirliği ile hacc edilmişti.

[250] Sûrenin evveli müşriklere karşı muahedelerinin ayrılması ile berâetin mutlak ola­rak subûtunu ve bunun suret ve hükmünü haber verme ve kâbını bildirmedir. Ve işbu "Allah'tan ve Rasûlü'hden bir Hamdır" kelâmı da herkese i'Iân ve i'-lâmm.vücûbunu ihbar ve târihini tesbît ile tahakkukunu te'kîd ve gelecek olan sebebleri ve neticelerini îzâh eden bir beyânnamedir.Baştaki berâet "îllellezîne" diye henüz vâsıl olmak üzere bulunan mutlak bir berâettir. Bu ikinci İse "Müş­riklerden beridir" dîye "A/m " ile sılalanmış bi'l-fül tahakkuku başlamış bir be­râettir... Hadîslerden anlaşıldığı üzere Alî, bu i'Iâname'mûr edilmiş, Arafat'tan i'tibâren Minâ günlerinin nihayetine kadar o sene hacc vaktinde bu i'lân vazîfesi yapılmış ve bu arada dört ay mühlet için de bayram günü başlangıç olmuştur.

Bu veçhile sûrenin başı veciz ve açık bir nebz, bir münâsebet kesme ultimatomu, bu âyetten i'tibâren de gerekçeleriyle açıklanmış bir harb i'lânı beyannâ­mesini ihtiva etmektedir.

[251] Hadîs bundan evvelki hadîsin başka bir şeyhden ve "Rasûlullah"  yerine "Peygamber" şeklindeki küçük bir lafız farkıyle tekrarıdır

[252] Âyetin devamı şöyledir: "O hâlde onların müddetleri bitinceye kadar ahidlerini tamamlayın. Çünkü Allah (haksızlıktan) sakınanları sever". Yânî bunları, o ahid bozanlara karıştırmayınız, onlar gibi dört ay müddet geçince hemen harbe kal-.; kısmayınız, bunlara onlar gibi muamele etmeyiniz de müddetleri bitinceye ka-<k dar ahidlerini tamâmı tamâmına edâ eyleyiniz. Çünkü Allah muttakîleri H     muhakkak sever. Ahd haklarını gözetmek de takva cümlesindendir. Velev kî

müşrik olsun, ahdine riâyet eden vefakâr ile etmeyen gaddarı müşâvî tutmak. takvaya aykırıdır.

[253] Bu da yukarıda zikredilen Ebû Hureyre hadîsinin başka bir rivayetidir. Burada haccın ekber vasfıyle vasıflandırılmasında birkaç ma'nâ vardır:

a. Umreye "Küçük hacc" denildiğinden, buna nazaran asıl hacc, "Ekber Hacc" olur. Hudeybiye'den sonra hicretin yedinci senesi kaza umresi yapılmış­tı. Bu suretle o gün küçük hacc günü olmuştu. Sekizinci sene Mekke fethiyle geçmiş ve İslâm'da ilk hacc, bu dokuzuncu sene başlamış idi. Ve şu hâlde bu ma'nâ ile "Ekber Hacc" bundan böyle her sene var demektir. Çünkü Ekber

Hacc günü demek, asıl ma'nâsiyle hacc günü demeye müsavidir.

b. Bir hacc amelini teşkil eden fiillerin en büyük kısmı demek olur ki, bu da her sene ve her haccda vardır.

c. Müslümanların ve müşriklerin toplandığı pek büyük bir toplannia ile İs­lâm yurdunda ilk ve bir kerre olarak yapılan hacc demek olur... (HakkDîni, :   III, 2450-2451).

[254] Hakikatte onlar için, onların nazarında yemîn denilen şey yoktur. Kalblerinde yemînin hiçbir hükmü, kıymeti olmadığından ağızlarıyle ne kadar yemîn etseler boştur; yemîne riâyet etmez, yemîn bozmayı bir sakınca saymazlar. Yeminsiz oldukları, küfürde bu kadar ileri gittikleri belli olmuş bulunanlarla artık ahid yapmak imkânsız olur. Bunlarla bir ahid yapabilmek, yemînsizlikten vazgeç­melerine bağlıdır. Bu ise ancak kıtal ile mümkin olur. Zîrâ böyle kâfirler kati ve kıtalden başka birşeyden çekinmezler. Bunun için bu yeminsizlere, bu küfür imamlarına kıtal ediniz ki, vazgeçsinler. O küfür ve işlemekte oldukları büyük cürümlere, o yemînsizliğe, dinsizliğe son versinler. Yânî böyle diye ve bu arzu ve ümîd ile kıtal ediniz; harbden maksadınız bu olsun. Yoksa mütecavizlerin âdeti olduğu üzere sırf telef etmek, sâde zarar ve eziyet etmek olmasın {Hakk Dîni, III, 2467-2468).

[255] Hadîsin başlığa uygunluğu "Bu âyetin sâhiblerinden kimse kalmadı" sözünde-dir. Çünkü Buhârî'nin bu hadîsi burada getirmesinin maksadı, bu "Küfrün ön­derlerini öldürün" âyeti olduğuna delâlet eder. Hadîsin ma'nâsımn özeti, Huzeyfe, münafıklar hakkında Rasûlullah'm sirr sahibi idi. Münafıkları o bi­lirdi. Rasûlullah'tan sonra münafıkları Huzeyfe'den başka hiçbir beşer bilmez­di. Peygamber (S) münafıklardan ve bu âyetin haklarında inmiş olduğu küfür ehlinden birtakım kimselerin isimlerini Huzeyfe'ye gizlice söylemiş, hepsinin isim­lerini söylememişti (Aynî).

[256] Bu hadîslerin birer rivayeti Zekât Kitâbı'nda da geçmişti. Orada daha tafsîlli-dirler. Son hadîsin devamı şöyle oluyor: "Bu sebeble Muâviye ile aramız açıldı.

O beni Halîfe Usmân'a şikâyet etti. Bunun üzerine Medine'ye çağırıldım. Me­dine'ye geldiğimde halk beni hiç görmemiş gibi yanıma toplandı. Ben Usmân'a bu hâli söyledim. O: Yakın bir yere çekil ve halk ile görüşme, dedi. Ben de: Bunu yapamam, kanâatimi söylemekten vazgeçmem, dedi."

Ebû Zerr'in mezhebine göre, aile nafakasından fazla mal biriktirmek ha-;.    râm idi, bu yolda fetva verirdi. İnsanları bunu kabule teşvik eder, bunu kabul etmeyenlere ağır sözler söylerdi.

Âyet altın ve gümüşün hakkı, insanlığın faydalan bakımından yaratılma hikmeti, alışveriş vâsıtası yânî semen olarak Allah'ın kullarının hakîkî ihtiyâçlanna sarfotunup tedavül etmek, hem de "Yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaması" (el-Haşr: 7), güzel surette sarfedilmek olduğunu, tedavül­den çekip saklayarak biriktirmenin içtimaî bir haksızlık olduğunu beyân et­mektedir.

[257] Hadîsin başlığa uygunluğu "Bu, zekâtın indirilmesinden Önce idi" sözünden alı­nır. Bu hadîs bu senedle aynen Zekât Kitâbı'nda da geçmişti. Seneddeki Hâlid ibn Eşlem Medîneli meşhur tabiî müfessir Zeyd ibn Eslem'in kardeşidir.

[258] Dört hürmetli ay, bunlarda yapılan ma'sîyetin günâhı, tâatin sevabı diğerlerin­den daha şiddetli ve daha kıymetli olmak hasebiyle, öbür aylardan ziyâde ta'-zîm ve ihtiram edilmesi lâzım gelen muhterem aylardır. Bunlar ma'rûf ta'bîriyle "Üçü serd, biri ferddîr", yânî üçü arka arkaya, biri tektir...

İşte bu en pâydâr, en doğru dîndir. Onikİden ve dörtten fazla veya eksik aylarla nesi'li sayılır hesâb ve takvimler değil, İslâmî hükümlerde tutulması lâ­zım olan dosdoğru hesâb, ancak bu sayı ve esastır. Çünkü bu, kıymeti sırf beşe­rî İ'tibâr ile kaaim olan farzı veya herkes için hilkatte delîl ve alâmeti zahir olmayan takvîmlere dayalı bir hesâb değil, şu görülen âlemi yaratan tarafından tanzim edilen bir takvimdir... {Hakk Dîni, III, 2523)

[259] Hadîsin bir rivayeti Bed'u'1-Halk Kitâbı'nm evvellerinde geçmişti. Peygamber bu hadîsi Veda Haccı'nda Minâ'dakİ hitabesi içinde söylemişti. Yânî zamanda- . ki haksızlıklar kalktı, aylar fıtrattaki yerlerini buldu, fıtrî düzgünlükleriyle yeni bir devre girdi. Zu'1-hicce zu'1-hicce oldu, hacc hakîkaten zu'1-hiccede yapıldı. Çünkü geçen seneye kadar nesi' yürürlükte olduğundan Ebû Bekr'in hacc ettiği dokuzuncu senede bile hacc zu'1-ka'dede yapılmış, zu'1-hicce sayılmış idi. Şim­di bu haksızlıklar kalktı ve hattâ bütün bakış noktalarından zaman, yeni bir devre girdi.

Bu başlıktaki âyetin sonunda "İşte bu ayakta duran tfm<#r"buyurulan en doğru hesâb ve en doğru takvimdir... Hilâl tahavvüllerinin carî olduğu bu âlemi yaratan Yüce Allah'ın takdir ve takvimiyle sabit ve o günden beri tertîbli niza­miyle haddizatında câri ve herkes için kamerin hilâl ve bedri kadar zahir ve meş­hur olan ve kıymetini haktan alan fıtrî, açık ve dosdoğru bir hesâbdır. İkinci' olarak bu aylardan dört ayın hürmeti, öteden beri ayakta duran bir dîn ve şerî-attir. Tâ İbrâhîm ve İsmâîl zamanından beri Arablar buna verâseten tutunmuş­lar ve riâyet edegelmişlerdi. Câhiliye'de bile haram aylara ta'zîm ederler ve bu ta'zîm cümlesinden olarak bu aylarda kıtalden sakınırlardı...AfeS7J dedikleri tak-vîm değiştirmelerini meydana çıkardıkları zamana kadar bu hürmet, bir diya­net ve kadîm âdet üzere yürürlükte idi... (Hakk Dîni, III, 2524).

[260] Yânî Allah avn ve ismeti ile herhalde ve dâima beraberimizde, koruyucumuz ve yardımcımızdır. Maiyyetinde hiçbir hüzün şaibesi bulaştırmayacak, nerede olur­sak olalım bizi koruyacak daimî bir velayet ile hâfızımizdır. Artık bu muhakkak iken hüzne cevaz yoktur... diye kat'î teselli veriyor, hüzünden nehyediyordu. Rivayete göre bu sırada müşrikler izleri ta'kîb ede ede gelmişler, mağaranın üs­tüne çıkmışlardı. Bu anda idi ki, Ebû-Bekr mahzun olmuş, "Yâ Rasûlallah, ben öldürülürsem nihayet bir adamım; fakat Sen isabet alırsan Allah'ın dîni gitti" diye teessür etmiş idi. Bunun üzerine Rasûlullah, aşağıda gelecek hadîsteki o ve-cîz teselli sözünü söylemişti.

[261] Bunun bir rivayeti Ebû Bekr'in menkabeleri bâbı'nda geçmişti. Peygamber bu sözüyle Ebû Bekr'e: Durum böyle iken o endîşen ne? "Mahzun olma, Allah bi­zimle beraberdir" buyurmuştu.

[262] Senedin başında zikredilen Abdullah ibn Muhammed, Buhârî'nin üstadıdır. Bu-hârî buradaki hadîslerden üçünü arka arkaya bu şeyhinden getirmiştir. Bu ha­dîs ile. bundan sonrakinin »başlığa uygunlukları, ikisinin de Abdullah ibn Muhammed'den olmaları, bu hadîste fazîletlerinİ arz hususunda Esma ile Ai-şe'nin zikrinin bulunması, bunun da Ebû Bekr'in faziletini gerektirmesi yönün­den olması mümkindir. Başlıkta.da Ebû Bekr'in faziletini bildirme vardır (Aynî). İbn Abbâs ile İbn Zubeyr arasında bey'at sebebiyle olan dargınlık şöyle ol­muştur: Muâviye öldüğü zaman İbn Zubeyr, onun oğlu Yezîd'e bey'at etmeyi kabûletnıedi ve Yezîd ölünceye kadar bunda ısrar etti. Sonra İbn Zubeyr kendisinin halifeliğine da'vet etti. Kendisine halîfe olarak bey'at edildi. Ona Hi­caz, Mısır, Irak, Horasan ve Şam ehlinin çoğu itaat ettiler. Sonra Mervân Şam'a gâlib oldu ve İbn Zubeyr tarafından emîr bulunan ed-Dahhâk ibn Kays'ı öldür­dü. Sonra 65 senesinde Mervân öldü, yerine oğlu Abdulmelik geçtr. Muhtar ibn Ebî Ubeyd Kûfe'ye galebe etti. Orada İbn Zubeyr tarafında bulunanlar kaçtı­lar. Muhammed ibn Hanefiyye ile İbn Abbâs Hüseyin'in öldürülmesi müdde­tinde Mekke'de ikaamet ediyorlardı. İbn Zubeyr onları kendisine bey'at etmeye çağırdı. Onlar bunu kabul etmediler ve: İnsanlar bir halîfe üzerine toplanmca-ya kadar bey'at etmeyiz, dediler. Onların bu görüşüne bir cemâat de tâbi' oldu. İbn Zubeyr onlara şiddet gösterip sıkıştırdı... Onlar Taife çekildiler... (Kas-tallânî).

[263] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de şöyle dedi: Bu söz, Abduimelik hakkında söylediği "O ileri gidici yürüyüşle yürüyor" sözüne uygundur. İş, İbn Abbâs'ın dediği gi­bidir. Çünkü Abdulmelik, kendi İşinde devamlı ilerlemekte olmuş, nihayet Irak'ı İbn Zubeyr'den kurtarmış ve İbn Zubeyr'İn kardeşi Mus'ab'ı öldürmüştür. Bundan sonra Mekke'deki İbn Zubeyr'e birçok askerler hazırlayıp göndermiş ve olan işler olmuştur. İbn Zubeyr'in halifelik işi ise Allah ona rahmet eylesin, öldürü-lünceye kadar hep geri gitmekte olup durmuştur.

İşte bu yukarıda ismi zikredilen Abdullah ibn Muhammed'den getirmekte olduğu hadîslerden üçüncü hadîstir.

[264] Bu da zikredilen hadisin başka yoldan gelen rivayetidir.

[265] Âyetin tamâmı şöyledir: "Sadakalar, Allah 'tan bir fan olarak ancak fakirlere, kalbleri müslümânltğa alıştırılmak istenenlere, kölelere, esirlere, borçlulara, Allah yolunda harcamaya ve yol oğluna mahsûstur. Allah hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".

Bu, İslâm devletindeki zekât ve diğer vergi gelirlerinin sarfedileceği sekiz sınıf harcamanın yerini ta'yîn eden bir âyettir. Bu harcama yerlerinden biri kalb­leri İslâm'a alıştınlahlardır. Bunlar başlıca üç kısım idiler: Bir kısmı bâzı kâfir­ler idi ki, Rasûlullah bunların şerrlerini savmak ve müslümânlara eziyetlerini men' ve diğer kâfirlere ve müşriklere ve zekâtı men' eyleyenlere karşı İslâm ta­rafına yardımları için atıyye ile kendilerini İslâm'a meylettirirdi. Diğer bir kıs-: mı kendilerine atıyye vermekle, emsalleri eşrafın ve maiyyetlerinin İslâm'a girmeleri'gözetilir ve kavimleri İçinde müslümân olanların İslâm'da sebatlarına mâni' olunmaması gibi İslâmî maslahatlar i'tibâra alınırdı. Üçüncü bir kısmı da İslâm'a yeni girmiş ve niyetleri henüz zaîf bulunan birtakım kimselerdi ki, fakîr olmasalar bile kalbleri iyice İslâm'a ülfet ettirilip îmânları takviye edil­mek için bilhassa taltif olunuyorlardı...

[266] Bu hadîsin bir rivayeti, bu isnâd ile Peygamberler Kitabı, Hûd kıssası'nda, bu-radakinden daha uzun bîr metinle geçmişti. Buhârî o hadîsi burada kısaltılmış olarak getirmiştir

[267] Bu hadîslerin birer rivayeti'Zekât Kitâbı'nda geçmişti.

Müdd, yuvarlak hesâb İki avuç açılarak aldığı mikdâr kaba deniliyor (Kaa-mûs Ter.)

 Tatavvu', üzerine vâcib olmayan ziyâde bir tâatte bulunmaktır ki, tenefful yânî nafile ibâdet muâdilidir.

[268] Ebû Mes'ûd bu hadîsinde, islâm'ın başlarındaki geçim darlığı ile İslâm fetihle­rinin arka arkaya gelişinden sonraki bolluk ve refah devrini ifâde etmiştir.

[269] Âyetin devamı şöyledir: "... Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ile kâfir olmuşlardır. Allah ise öyle/âşıklar güruhuna hidâyet etmez''

(Âyet: 80)

[270] Bu hadîsin bir rivayeti Cenazeler Kitâbı'nda geçmişti.

[271] Bu da aynı hadîsin başka bir rivayetidir. Bunlarla ilgili açıklamalar Cenazeler Kitabı'nda geçmişti.

[272] Âyetin bütün münafıklar hakkında veya belli bir zümresi hakkında indiği söy­lenmiştir.

Peygamber'in kendi gömleğini ona kefen yapmak üzere oğluna vermesi, Bedir günü Peygamber'in amcası Abbâs'a Ubeyy tarafından kendi gömleğinin -   hediye edilmiş olmasına bîr mukaabeledir. Bedir günü Abbâs, Kureyş esirleri fÇ   arasında bulunuyordu. Yenilginin perişanlığı ile üzerinde gömleği de yoktu. Ken-"!'   dişine giydirilmek üzere bir gömlek aranıldı.Fakat Abbâs uzun boylu olduğun­dan, yalnız.îbnu Ubeyy'in gömleği denk gelmişti, o da hemen gömleğini Abbâs'a hediye etmişti. Buna mukaabele edilmesi Arablar arasında içtimaî bir edeb idi. Fakat bu münâsib zemininde karşılanamamıştı. İşte Peygamber, gömleğini şimdi vererek, amcasını Ubeyy'in mihnetinden kurtarmış oluyordu.

[273] Bu hadîs, Tebûk gazvesi bâbı'nda, bu İsnâdla ve uzun bir metinle geçti. Bura­daki metin, onun sonlarından alınmış bir parçadır.

[274] Bu başlık hadîssiz olarak yalnız Ebû Zerr nüshasında sabittir, diğer Buhârî ri­vayetlerinin hiçbirinde zikredilmiş değildir. Bu âyet münafıklar hakkında inmiştir (Aynî).

[275] Bu âyetin atfedilip ilgilendiği bir Önceki âyet şöyledir: "Çevrenizdeki bedeviler­den ve Medine ahâlîsinden birtakım münafıklar vardır ki, onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen bunları bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki ker-re azaba uğratacağız. Sonra da daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir onlar'' (Âyet:101).

Bu âyetlerde Tebûk seferine katılmayıp Medine'de kalan münafıkların hâlleri belirtiliyor. Bunlardan bir kısmı tam münafık ve iki yüzlülükte idmanlı olanlar­dır ki, bunlar Peygamber Medine'ye döndüğünde birtakım çürük bahanelerle affedilmişlerdi. Bunların tekrar tekrar azâb olunacakları bildiriliyor. Seferde geri kalanların ikinci kısmı ise geri kalanlar hakkındaki âyetleri işitince kendilerini mescidin direklerine bağlayıp "Peygamber bizi bırakmadıkça bu hâlde kalacağız" demişlerdi. Peygamber dönüşünde âdeti üzere mescide uğrayıp iki rek'at namaz   kıldıktan sonra bunları o hâlde gördü ve sebebim anlayınca: "Ben de haklann  da Allah'ın emri gelmedikçe bağlarım çözmem" buyurdu, bunun üzerine baş­lıktaki âyet inip affolundukları bildirildi. Akabinde salıverildiler...

[276] Buhârî bu hadîsi parça parça Namaz, Cenazeler, Buyu', Cihâd, Bed'u'1-Halk, Gece Namazı, Edeb, Peygamberler, Tefsir ve Ta'bîr Kitâblan'nda getirdi. Ha­dîsin buradaki başlığa uygunluğu "Onlar iyi ameli diğer kötü amelle karıştırdılar" sözündedir (Aynî).

[277] Çünkü peygamberlik ve îmân sıfatlan bunu men' eder.

Bu hadîsin daha geniş bir rivayeti Cenazeler Kitâbı'nda geçmiş ve orada bâzı açıklamalar da verilmişti.

Bu âyetin Ebû Tâlib hakkında İndiği, bu hadîste açıkça belirtilmiştir. Bu sebeble Zeccâc'ın Maâni't-Kur'ân adındaki kitabında bu konuda müfessirlerin icmâ'ı bulunduğunu kaydettiği Vâkidî'den nakledilmiştir. Bunun Peygamber'-in ana ve babası hakkında indiğini, bundan dolayı ana-babası için de mağfiret istemekten nehyedildiğini ileri sürenler de vardır. Onların delîlleri Müslim İle Sünen sâhiblerinin rivayet ettikleri Ebû Hureyre hadîsidir: Ebû Hureyre dedi ki: Peygamber anasının mezarını ziyaret etti ve ağladı. Yanındakileri de ağlattı. Sonra da: "Anama istiğfar etmek için Rabb'imden izin diledim, izin verilmedi. Kabrini ziyaret için izin istedim. Buna izin verildi. Artık siz de kabirleri ziyaret ediniz. Kabir ziyareti ölümü hatırlatır. "

[278] Hadîsin başlığa uygunluğu, hadîs İçindeki âyetin "Sonra Allah onîan da eski hâllerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı" fıkrasından alınır.

Bu hadîs, Ka'b ibn Mâlik kıssası hakkında Mağâzî'de geçen uzun hadîsin bir parçasıdır.

Kendilerine, biraz geç olarak tevbe nasîb edilen bu üç kişi şunlardı: Ka'b ibn Mâlik, Hilâl ibn Umeyye, Murâre ibnu'r-Rabî'. Ka'b, Akabe Bey'atı'nda bulunmuştu. Diğer ikisi de Bedir harbine katılanlardan idiler.

[279] Bu hadîs de Mağâzî'de "Tebûk gazvesi bâbı"nda kemâli ile geçmiş olan Ka'b

ibn Mâlik kıssasından bir parçadır. Ancak bu metinde bâzı farklılıklar Vardır.

"Âlimler demişlerdir ki, işte Nasûh tevbesi, böyle Ka'b ibn Mâlik ve iki

arkadaşının tevbesi gibi olan tevbedir ki, bu âyette beyân olunduğu üzere, tevbe ederken günâha teessüfünden dolayı dünyâ başına dar gelmeli, nefsi kendini sıkmali ve herşeyden kesilip Allah'a öyle sıdk ve sadâkatle iltica etmelidir" {Hakk    Dîni, III, 2642).

[280] Yânı îmânlarında ve ahidlerinde veya hakk dînde gerek niyet, gerek söz, ve ge­rek fiilce ve hattâ her hususta sâdık olanların maiyyetİnde bulununuz, sâdıkla­rın dostluk ve arkadaşlıklarından ayrılmayınız; onlar gibi özü doğru, sözü doğru, işi doğru olunuz; onlara uyunuz. Böyle yaşayanların sonu dâima başarı, ferah ve kurtuluş olur. Bunun delili olan birkaç âyet meali:

"Ey îmân edenler, Allah'a takvâlı olun ve sözü doğru söyleyin. Ki Allah işlerinizi iyiye götürsün ve günâhlarınızı mağfiret eylesin. Kim Allah ve Rasû­lü'ne itaat ederse, muhakkak ki en büyük kurtuluşla kurtulmuştur" (el-Ahzâb: 70-71);

"Hakikat Rabb 'imiz Allah 'tır deyip de sonra doğruluğa yapışanlar; onla­rın üzerine korkmayın, tasalanmayın, va 'dolunduğunuz cennetle sevinin diye diye melekler inecektir" (Fussilet:30);

"Rabb 'imiz Allah 'tır deyip de sonra (bütün hareketlerinde) doğruluğa tu­tunanlar; evet onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır" (el-Ahkaaf:13).

[281] Bu âyette Allah, kendi isimlerinden olan Rauf ve Rahîm sıfatlarını Peygambe-ri'ne de vermiştir. Peygamber'in vefatından sonra Mushaf toplandığı zaman bu iki âyeti Zeyd ibn Sabit tarafından çok araştırılmış, nihayet ancak iki şâhid ye­rinde olan Huzeyme ibn Sâbİt yanında bulunmuştur. Yânî birçoklarının ezbe­rinde olmakla beraber, yazılısı ancak Huzeyme'nin yanında muhafaza edilmiş idi. Çünkü Kur'ân yalnız hafızların ezberinden değil, ondan başka Rasûlullah'-ın huzurunda yazılmış ve en son arzda sabit olmuş parçaların da toplanıp vesî-kalandırümasıyle bir Mushaf'a toplanıyor idi. Yazmaya me'mûr olan Zeyd ibn Sabit bu iki âyeti de yazılı bîr vesîka bulmadan yazamıyordu. Onun için kendi ifâdesi veçhile Berâe'nin âhirinden bu İki âyeti bulamayıp iyice araştırmış ve ancak Huzeyme'de mahfuz bulmuş ve binâenaleyh ezberlerde mahfuz olan bu âyetle­rin yazılı rivayeti de bu suretle te'mîn olunmuş idi {HakkDîni, III, 2654-2655).

[282] Yânî Zeyd bu âyetleri, Peygamber'e vahiy yazmakta bulunan kimselerden di­ğer birinin yanında yazılmış olarak bulamamıştır. Yoksa bunları ondan başkası ezber etmemişti, demek değildir. Zîrâ bu âyetleri pekçok kimseler ezber etmiş­ler de namaz içinde ve namaz dışında tilâvet etmekte idiler (Reşîd Rızâ).

[283] Buhârî bu hadîsi el-Câmi'ıt's-SahîTi'inin birkaç yerinde rivayet etmiştir. Bura­daki mutâbaalarm bâzısını da yine Sahîh'mın Fadâilu'I-Kur'ân Kitâbı'nda se-nedleriyle getirmiştir. Bunları İmâm Ahmed et-Tirmizî ve en-Nesâî de Zuhrî'den gelen birçok yollardan olmak üzere rivayet etmişlerdir.

Yemâme, Yemen'in bir kasabasıdır. Tâif ten iki konak uzaktadır. Yemâ-me günü de Yemâme'de müslümânlarla yalancı peygamber Museylime'nin or­dusu olan Hanîfe oğulları arasındaki harb günüdür. Bu harb Ebû Bekr'İn devlet başkanlığı sırasında, onbirinçi hicret yılında yapılmış, müslümânlardan, yetmiş kadarı Kur'ân hafızı olmak üzere, dörtyüz elli kadar sehîd verilmiştir. Bu harb sonunda Museylime, Vahşî tarafından öldürülmüş, ordusu da tamâmıyle tenkîl edilip dağıtılmıştır. Bu harbde müslümân ordusunun kumandanı Hâlid ibn Ve-lîd idi.

[284] Yûnus SÛresi'nin tefsirine girişmesi sırasında teberrüken Besmele ile söze başla­dı. EbÛ Zerr'in rivayetinde Besmele, "Yûnus Sûresi" sözünden sofradır.

[285] "Kadem " kelimesi "Kıdem " mürâdifi olarak bir hususta şâirlerinin önüne geçme hâli ve hayır, hasene cihetinden derece ve rütbe sahibi ki, müennesi "Kademe", ayak, yânî ayağın topuktan ilerisi; daha doğrusu taban ma'nâlarma gelir. Ve bir şeyin mukaddemine ve kahraman kimseye denilir. "Fulânm fulân hizmette kademi var" demek, sabıkası ve tekaddümü var demek olur. "Fulânm hayırda bir kademi vardır" demek, bir mertebesi vardır demek olur. "Fulân erkek veya fulân kadm kademdir" demek diğerlerine ön-ayak olup cür'etli ve şecaatte ileri demek olur. "Kademi sıdk" ta'bînni de müfessirler "Salih amel, hayır öncüsü, Levhi Mahfûz'da tesbît ve takdir olunmuş bir saadet; yüksek bir rütbe ve makaam" gibi ma'nâlarda tefsîr etmişlerdir. Fakat âyetin siyakından anlaşıldı­ğı ve Hasen ile Katâde'den rivayet olunduğu veçhile, murâd, Muhammed'in şe­faati olduğu açıktır. "Kademi sıdk", Peygamber'in Allah katındaki yakınlığı, şefaat makaamı ve... muttakîlerin cennetlerde Allah'ın kibriyâsı yanında sabit "Afak'adı sıdk" (el-Kamer:22)'a girmeleri için önlerine düşen delîl ve önder ol­ması haysiyyetlerini ifâde eden husûsî bir isimdir (Hakk Dîni, IV, 2666).

[286] Nuncîke" fiilini "Nulkıke"yânı "Atarız" ile tefsir etti. Bu fiir'Selâmet" ma'-nâsına olan "Necat"tan değil, "Yüksek yer" ma'nâsına olan "Afecve"den tü­remiştir. "en-Neşez" de bu ma'nâyadır.

Bu kelimelerin geçtiği âyetin tamâmı şöyledir: "Biz de bu gün seni (cansız bir) beden olarak karada yüksek bir yere atıp bırakacağız ki, arkandan gelecek­lere bir ibret olasın. (Bununla beraber) insanların birçoğu bizim âyetlerimizden gafildirler" (Âyet:92).

[287] Hadîsin başlığa uygunluğu, bunun tarîklerinin birinde "Bu, Allah'ın Musa'yı kurtardığı, Fir'avn'ın da sulara gömüldüğü bir gündür" fıkrasının bulunması yönündendir. Bu hadîsin bundan daha bütün bir rivayeti Oruç Kitabı, "Âşûrâ günü orucu bâbı"nda geçmiş, ilgili açıklamalar da orada verilmişti.

[288] el-Cezîre, Fırat ve Dicle arasında vâki' olan ve *'îki Nehir Arası" ismi verilen yerdir. Ve Cûdî Dağı, Büyük Sancar Dağı'nın kuzeyinde bulunur ve ibn Umer Cezîresi'yle bitişir. Bu dağ 37 enlem ile 40 boylam derecesi üzerindedir. Bu dağ­larda oturanların çoğu "Şeytân" kelimesini takdîs etmekte ve Tâvûs melekleri olmak i'tibâriyle tblîs'i ihtiram etmekte bulunan Zeydiyye tâifesindendirler. On­lara göre Allah, şeytâna muayyen bir zaman gadâb etmiştir, ileride ona hoş-nûdluk edecek ve o da kendi mülküne dönecek ve kendisini la'netleyen kimselerden intikam alacaktır. Onlar yanında âlim, fakır diye isimlenir. Onlar­dan dîndâr olan kimse, bedeni üzerine kıl elbise giyer ve elbisenin yakasını ar­kaya çevirir. Onlar çetinlik ve yiğitlikle tanınmış bir cemâattir (Rakamlı Buhârî nüshasının haşiyesinden).

[289] Tennûr, lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki, lisânımızda en ziyâde "Tandır" ta'bîr olunur. Leys: Tennûr, umumiyetle her lisâna geçmiş bir lafızdır, arkada­şı Tennâr'ûır, demiştir. Ezherî de şöyle demiştir: Bu delâlet eder ki, isim bazen A'cemî olur Arab onu arapçalaştırır da Arabî olur. Ve buna delîl, aslı Tennâr olmasıdır. Bundan evvel Arab kelâmında Tennûr ma'rûf değildir. Bunun ben­zeri başka lisândan Arabça'ya girmiş olan dîbâc, dînâr, sündüs, istebrak gibi kelimelerdir ki, Arab bunlarla tekellüm edince hep Arabî olmuşlardır.

Feveran da kuvvet ve şiddetle kaynamak, fışkırmaktır... Eski müfessirler bunun hakkında çeşitli ma'nâlar kayıt ve nakletmişlerdir ki;

a. Müfessirlerin çoğu Tennuren hakîkaten bir ocak ma'nâsına olduğunda müttefiktirler, bunun keyfiyetinde ayrı ayrı tefsirlere gitmişlerdir. Bütün bun­lar Feveran \ suyun kazanda kaynar gibi fırından kaynayıp fışkirmasıyle îzâh

etmişlerdir...

b. Arab'da bazen yeryüzüne de Tennûr denmesi vâki' olduğundan, tennû-run feveranı, yeryüzünden suların fışkırması olacak demişler...

c.  Tcnnur'dan murâd, Arz'ın şerefli ve yüksek mevki'leri demektir ki, bir hârika olarak oralara bile sular fışkırmıştır, demişler.

d.  Fârattennûr, şafak attı, sabah oldu ma'nâsına gelir, denilmiş.

e.  İş kızıştı, şiddetlendi ma'nâsına "Hamiye*l-vatîsû = Fırın kızdı" denil-^s     diği gibi, Fârattennûr da böyledir, denilmiştir.

f. Ebû Hayyân tefsirinde Hasen'den rivayet olarak Tennûr: Gemide suyun toplanma yeri diye nakledilmiş ki, bu ifâde hemen hemen geminin kazanını an­dırıyor. Biz şimdi hakkıyle diyebiliriz ki, Tennûr'nn hakîkaten bir ocak olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile beraber olmasına mâni' değildir. Cumhurun ocak rivâyetiyle bu rivayet arasında zıdlık yoktur. "Ahd lâm'ı" ile et-Tennûr buyurulması, bunun gemiye âid bir tennûr olmasında za­hirdir. Aynı zamanda Nuh'a mahsûs bir tennûr olması da buna aykırı değildir. Çünkü onun mu'cizesidir... (Hakk Dfm", IV, 2780-2783).

[290] Yânî bu sebeble gizlemek için göğüslerini meylettirip büküyorlardı, başlarını da elbiseleriyle örtüyorlardı. İşte bunun üzerine bu 5. âyet indi.

Bu hadîsteki Tesnevnî, if'av'ale, yef'av'ilu vezninden muzârîdir; mâzîsi îsnevnâ'âu. Bu, fiilin aynını tekrar sebebiyle, bir mübalağa binâsidır.

[291] Buradaki iki hadîs de bir öncekinin başka başka tarîklerden rivayetidir.

[292] Buradaki âyetlerin tamâmı yerinden okunursa daha iyi anlaşılır. Son âyetin bir kısmı şöyledir: "Şuayb şöyle dedi:.. Ben gücümün yettiği kadar ıslâhtan başka birşey arzu etmem. Benim muvaffakiyetim ancak Allah'ın yardımtyledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim".

[293] "Âcizane anlayışıma göre "tUl>> *^ J^j" kavli, "^ f" kavline mukaabil olarak düşünülmek gerekir. İkisinde de Arş, ma'rûf ma'nâsmdan alın­mış olarak, ilâhî mülk ve saltanattan kinayedir. Allah'ın Arşı, İlâhî hüküm ve saltanatı demek olur. Binaenaleyh Arş'ın su üzerine isti'lâsı, mekânı ve cismânî bir ma'nâ İle değildir, ve "j-yü J*^^ı J" mukaabilinde, Arş'in su üzerinde olması da istivaya mukaabil cereyandan kinayedir. Nitekim bu cereyan ma'nâ-sını Fahrüddîn Râzî, Fatiha Tefsîri'nde söylemiştir. Âyette "Semâvât veArz"-dan murâd, ulviyyât ve süfliyyâtiyle bütün âlem olması zahirdir.

el-Ard, altımızdaki yerin karası ve suyu, bütün İçindekileri şâmil olduğu gibi, Semâvât da onun üstündeki bütün cirimler ve onların içindekilerle, arala­rındaki şeylerin hepsini şâmildir. Mes'ele de, yaratmanın başlangıcı mes'elesi-dir. Yaratmanın başlamasından evvel " l^. SSJ- 'j>S 'J', ilu jıt" yânî Allah var, O'nunla beraber birşey yok olduğundan "Kâne Arşuhû ale'l-mâ"' âlemin ya­ratılmasından evvel olmak ihtimâli yoktur. Âyetten zihne gelen de bunun, ya­ratmanın başlangıç günleri demek olan "Altı gün" sırasında olmasıdır ki, ondan sonra "İstevâate'I-Arş"tır. el-A'râf Sûresi'nde (Âyet: 53,111,2172) de zikrettiği­miz veçhile, yaratma başlangıcında altı gün, hiçbir ittırat kaanûnu ile alâkalı olmayan muhtelif yaratmanın ilk ve dçğişken ânlarını ifâde ettiğinden, o vakte nazaran ilâhî fiil ve saltanatta, bug_ün "Sünnetullah", "Âdeîutlah" dediğimiz ittırat ve istiva düşünce konusu olamaz. Çünkü o günler, hiçbir temâsül ile mes-bûk olmayan sırf ibda' cereyanlarından ibarettir. Herbirinde ilâhî hüküm ve sal­tanat, yeniden yeniye bir ibda' fiiliyle tecellî eylemektedir. O günlerde tabiî fiiller yok, hep hârika, mu'cize vardı. Âdet veya kaanûn dediğimiz mefhûmlar, hep bir tekerrür ve temâsülü ta'kîb ettiğinden, ilimlerde ve fenlerde kaanûnlar nâmı verilen küllilerin kararlaşıp kurulması ile tekerrür ve ittırat ânından i'tibâren düşünülür. Levh ve kalem yaratılmadan "Kitabı Mübîn"ûsk\ yazılar yazılmış olamaz. Bir insan yaratılmadan insan tabiatı bulunamaz. Bu suretle "Arş su üzerinde idi" demek, şu demek olur: "Semâlar ve Arz'ın ilk yaratılma günleri olan o günlerde ilâhi saltanat âdetsiz cereyan ediyordu. Zîrâ diğer âyetlerde gel­diği üzere "Sümme'stevâ ale'l-Arşı" mısdakı bundan sonra tecellî etti. Hilkatte âdetullah, halkın yaratılma başlangıcından sonra zahir oldu". -Bu bâbdaki de­ğişiklikler, bu cereyan ve istivadaki tekaddüm ve teehhür, Allah'ın zatî sıfatına değil, fiilî sıfatına dönücü olduğundan müşkillik vârid olmaz.- Gerçi ondan sonra da sırf Allah'ın irâdesini gösteren âdet hilafı vakıalar yine vardır. Fakat bunun­la henüz hiçbir âdet bulunmaması arasındaki fark da açıktır. İlk günlerde âlem, sırf bir tûfân hâlinde idi denebilir. Bu veçhile "Arşuhu ale'l-mâ'" terkibinin vaz'î ma'nâsı değil, kinaye yoluyla lâzımı ma'nâsı alınmak, "Sümme'stevâ afe V-Arş"tekaabülüne mülayim ve bi'1-vücûh uygun olduğu anlaşılır... Cereyan, bariz vasfı olan şeylerden rüzgâr ile kinaye yapılmayıp da bilhassa suyun tercih olun­masında elbette su hakikatine husûsî bir ehemmiyet atfettirecek bir nükte ve hiz­met vardır ki, düşünmek lâzım gelir. Biz bunda '■'■Canlı olan herşeyi sudan yarattık" (el-Enbiyâ: 30) ma'nâsma bir işaret buluyoruz. Bâzı hadîsler ve eser­lerden anlaşıldığına göre altıncı gün hayvanların yaratıldığı devirdir ki, Âdem bunun ikindisinde, yânî sonunda yaratılmıştır. Demek ki o gün, ilâhî saltanat hayât yaratmakla cereyan ediyordu. -Bir de zamâmmızdaki tecrübî bilgilere gö­re hidrojen gazı, cisimlerin en hafifi ve basiti olduğu gibi, bütün unsûrî madde­lerin bile aslı gibi düşünülmekte ve henüz basît sayılan diğer ecsâm atomlarının hidrojen atomlarından terekküb ettiği bahis konusu edilmektedir ki, pek dik­kat edilmeye lâyıktır.- (Hakk Dîni, IV, 2758-2761).

[294] Yânî dilediği kimselerin rızkını genişletir, dilediklerininkini de daraltır. Allah, onu faydalarının çokluğundan dolayı dolulukla vasıfladı ve onu, sulamak ve vermekle hiç eksilmeyen pınar gibi kıldı, bunu tbnu'1-Esîr söyledi. "Biyedihi" lafzının ve benzerlerinin hükmü, te'vîl ve tefviz bakımından müteşâbihlerin hük­müdür. Sünnet imamları bunu ve benzerlerini tefsîr etmeksizin îmân eylemenin vücûbu üzerindedirler. Bu lafızlar "Nasıl" denilmeksizin, zahirleri üzere cere­yan ederler. Buhârî bunu Tevhîd'de, en-Nesâî de bir kısmını Tefsîr'de rivayet etmiştir (Aynî ve Kastatlânî).

[295] Bu hadîsin bir rivayeti Mezâlim Kitâbi'nda da geçmişti.

Necvâ, yavaşça söz söylemeye denir ki, fısıldaşmak ta'bîr olunur. Ibnu'I-Esîr en-Nihâye'de: Necvâ isimdir, masdar yerindedir, kıyamet gününde Allah'­ın mü'min kuluna gizlice hitabıdır, demiştir. Sarihler de: Necvâ, Allah ile mü'­min kulun arasındaki kıyamet günündeki gizli konuşmadır ki, bunda kulun günâhları gizlice kendisine sayılır; bu, Allah'ın fadlıdır, demişlerdir

[296] Bi se'r-rifdu''l-merfûd" (Âyet: 98), "Ne fena rifddir bu merfûd"; "Ne kötü ia­nedir bu yapılan iane, yânî la'net".

Rifd, aslında dayansın diye bir başkasına izafe edilen şeydir. Meselâ eyerin ve semerin altına vurulan keçe, birine yapılan iane, verilen atıyye rifd'dir. Bu­rada cehennem ateşine vird, la'nete rifd ta'bîr olunması, tahakküm için belîğ bir istiaredir. Vird, su hissesi; Vurûd, suya gitmek; îrâd, suya götürmek, Mev-rûd, varılan su'dur.

Tabîbler ıstılahında Zefîr, nefes almak, Şehîk nefes vermektir. Fakat lü­gatte Zefir, soluğu uzun uzadıya içeri çektikten sonra d.şarı vermektir ki, derdli ve mihnetli kimsenin hâlidir, göğüs geçirmek ta'bîr olunur. Şehîk da ağlarken hıçkırmaktır ki, fazla teessürden meydana gelir. Çocukların ağlaması da böyle olur. Bundan başka bir de eşeğin anırmasının evveline Zefir; âhirine Şehîk de­nilir ki, biri girdirmek, biri çıkarmaktır. Hâsılı lügat bakımından Zefir ve Şe­hîk, normal nefes alıp verme değil, ıztırabh bir sesle nefes alıp vermedir...>(Hakk Dîni, IV, 2822).

[297] Zulef, Zulfe'nin cem'i ve Arapça'da cem'in en azı üç olduğu için bununla ikisi gündüz tarafında, üçü de geceden olmak üzere tam beş vakit namaz emredilmiş olduğu açıktır. Gündüz namazlarının kıraatinde açıktan okumak mes'elesinde sabah namazı, gece namazlarından sayılması bakımından, gündüzün iki tara­fından murâd öğle ve ikindi, gecenin yakın saatleri de akşam, yatsı ve sabah olmak lâzım gelir ki, şu âyette de böyledir: "Güneşin kayması ânından gecenin kararmasına kadar güzelce namaz kıl. Sabah namazını da (kıl). Çünkü sabah namazı şâhidlidir" (el-İsrâ: 78). Bu suretle öğle ve ikindiye gündüzün iki tarafı denmesinin vechi şudur: Sabah gündüzün kökü, güneşin doğmasından zevaline kadar da gövdesi, zevalden sonra Öğle ve ikindi de batmasına kadar, zaman de­ğişikliklerinin bariz hadleri olan taraflarıdır. Şer'an da gündüzün sabah, öğle, ikindi olmak üzere başlıca üç tarafı vardır.. (Hakk Dîni, IV, 2831-2832).

[298] Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı, "Namaz keffârettir bâbı"nda geçmişti.

[299] Edğas, dâd'ın kesriyle Dtğs'm cem'idir. Dığs, yaşı kurusu karışık ot demeti de­mektir. Hu/um, uykuda görülmüş boş hayâldir ki, îhtilâm bundan alınmıştır. Binâenaleyh "Edğâsu ahlâm"terkibi, teşbîhî izafettir ki, "Edğâs" gıb\ karma­karışık ahlâm, demet demet vehimler karışığı, hayâller yığını düşler demektir Lügatte Hulum vcAh/âm, umûmî olarak ru'yâ hâdiselerinden daha umûmî kul­lanılırsa da burada ru'yânın mukaabili olarak kullanılmış olduğu meydandadır (Hakk Dîni, IV, 2863).

[300] Âyet, bir Öncekiyle beraber şöyledir: "Onların çoğu Allah'a îmân etmez, itte Allah 'a ortak katanlardır. Onlar herkesi kaplayacak ilâhî bir azabın kendileri­ne gelip çatmasına yâhud kendileri farkında olmayarak, onlara ansızın kıyame­tin kopup gelmesine karşı kendilerini emîn mi gördüler?" (Âyet: 106-107).

Mekkeliler "Tanrı birdir, ortağı yoktur. Melekler onun kızlarıdır" derler­di. Putlara tapanlar "Tanrı birdir, putlar ibâdete müstehıkk olmak hususunda onun ortaklarıdır" derlerdi. Yahudiler "Tann birdir, Uzeyr onun oğludur" der­lerdi. Hrıstiyanlar da "Tanrı bîrdir, Mesîh onun oğludur" derlerdi. Bunlardan hiçbiri mü'min değildir (Beydâvî). İmâm Râgıb'a göre bu âyetteki şirk'ten mak-sad, riya ve nifaktan ibaret olan "küçük şirk" veya "gizli şirk"tir. Yine onun beyânına göre: "Bâzıları buradaki Muşrikûn'u, dünyâ şerekine, yânî ağına düş­müş olanlar diye tefsir etmiştir" (H. B. Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Ke­rîm)

[301] Buhârî nüshalarının çoğunda en baştaki 163 ile buradaki 164. bâblarda "Bâb" sözü hazfedilmiştir.

[302] Yûsuf Peygamber, peygamberlik şerefi ve arka arkaya üç peygamberin oğlu ol­makla beraber bütün ahlâk güzelliklerini kendisinde toplamıştır. Bu hadîsin bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda da geçmişti.

[303] Rasûlullah'ın "Yûsuf, bütün insanların en şereflisidir" demesi, Yûsuf'un bir peygamber olması ile beraber, bir soydan arka arkaya peygamber gönderilen dört peygamberin dördüncüsü bulunmasmdandır. Hakîkaten insanlık târihin­de böyle peygamber oğlu peygamber oğlu peygamber oğlu peygamberin, Yû­suf'tan başkası bilinmemiştir.

Bu hadîsin biraz farklı bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda da geçmişti.

[304] Buhârî bu hadîsi Sahîh'imn birçok yerinde getirmiştir, buradaki metnin de ayrı ayrı dört tabiîden alındığı açıkça görülmektedir. Bu hadîs Ifk bâbi'nda en geniş bir metinle getirilmiş ve gerekli açıklamalar orada verilmişti.

Hadîsin buradaki başlığa uygunluğu "Güzel bir sabr" sözünün hem bas­lıkta, hem ue hadîste geçmekte olması bakımındandır.

[305] Yânî Ya'kûb o zaman bu sözü söyleyip güzel bir sabır gösterdi. Şimdi bana da onun söylediğini söyleyip, onun yaptığı gibi güzelce sabretmek düşüyor.

[306] Dikkat edilmelidir ki, bu âyette hiçbir İsim açıkça söylenmeyerek hâdise sâde kinayelerle tamamen sırrî ve gayet vecîz bir surette ifâde edilmiştir. Bununla be­raber zamirlerin müzekker ve müennes farkları, vazıh olduğu için ifâdede hiç­bir karışıklık yoktur. Lisânımızda ise bu vecîzlik mümkin olmuyor (Hakk Dîni. IV, 2855).

[307] Belacihtu" lâfzında iki okuyuş vardır: Biri fâ'nın fethi, diğeri de ötresi iledir. tbn Mes'ûd ''Heyte leke" gibi, bunu da ötre okumuştur.

[308] Hadîsin başlıkla ilgisi, hadîsin devamında "Ebû Sufyân, Peygamber'e geldi de: Sen Allah'a lâati ve hısımlara ilgiyi ve iyiliği emredip duruyorsun, kavmin ise helak oldu. Artık onlar için duâ et" fıkrası bulunması bakımındandır.

Bu hadîsin bir rivayeti Yağmur Duası Kitâbı'nda geçmişti. İbn Mes'ûd, âyet­teki dumanı o hâdiseye; büyük batşe'yi de Bedir harbindeki yenilgilerine ham-letmiştir. Çünkü Bedir'de ileri gelenlerden yetmişi öldürüldü. Yetmiş kişi de esîr edildi. Bu onları âyette de ifâde edildiği gibi, hakîkaten çok büyük bir şiddet ve savletle yakalayış idi.

[309] Tefsîri verilen bu ta'bîrler, âyetin devamında geçmektedir: "Azîzin karısı da şöyle dedi: Şimdi hakk meydana çıktı. Ben onun nefsinden murâd almak istedim. O İse şekksiz şübhesiz doğru söyleyenlerdendir" (Âyet: 51).

[310] Hadîsin başlığa uygunluğu "Eğer ben zindanda Yûsuf'un kaldığı gibi uzun za­man hapis kalsaydım, onu hapisten çağırmağa gelen kişinin da'vetine hemen icabet ederdim" sözünden alınır.

Hadîsin buradakine göre takdîm-te'hîrli bir rivayeti el-Bakara: 260 âyeti­nin tefsîri sırasında geçmişti.

Lût Peygamber'e dâir olan fıkra şu âyete işaret etmektedir: "Lût: Âh, size yetecek bir kuvvetim olsaydı yâhud sarp bir kaleye sığınabilseydim, dedi" (Hûd: 80).

[311] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. İkinci hadîs, birincinin başka bir rivayetidir. Buhârî onu burada kısaltılmış olarak getirdi. Âyetin tamâmı şöyle­dir:

''Nihayet rasûller ümîdlerini kesecek hâle geldikleri ve onlar yalana çıka­rıldılar zannettikleri vakit, onlara nusratımız geldi de dilediklerimiz kurtuluşa erdirildi, mücrimler güruhundan ise azabımız asla geri döndürülmez".

[312] Âyetin tefsiri: Herbiri için önünden ve arkasından birtakım muakkıblar, ta'kîb edici kuvvetler vardır ki, onu korurlar. Herbirinin sözünü ve fiilini zabteder ve­ya o kimseyi mütevâliyen hıfzederler ki, Allah'ın emrindendîrler. Yânî bu ta'­kîb kuvvetlen "Rûh, Rabbimin emrindendir de!" (el-îsrâ: 85) ma'nâsınca, Allah'ın emrinden ibaret birtakım ruhlar veya meleklerdir. Binâenaleyh herbi-rinizin bütün sözleri ve hareketleri Allah'ın murakabe ve muhafazası altında­dır. Ve bu ta'kîb ve muhafaza altında olmak iledir ki, hâlin devamı, hâllerin cereyanı mümkin olur... (Hakk Dîni, W, 2964).

[313] Ayetin tamâmı meâlen şöyledir: "O gökten bir su indirmiştir de vâdîler kendi mikdârlarınca sei olmuştur. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürmüştür. Bir zînet veya bir meta' aramak için ateşte üzerine yaktıkları şeylerden (ma'-denlerden) de böyle bunun gibi bir köpük meydana gelir, tşte Allah hakk ile bâtılı böyle çarpıştırır. Amma köpük atılır gider. İnsanlara fâide verecek olan şeyegelince. işte bu, yeryüzünde kalır. Allah böylece misâller getirir"'(Âyet: 17)

[314] Âdem kıssası altı sûrede tekerrür etmiştir. Bunlar: et-Bakara: 30-38, el-A'râf: 50, el-Hıcr: 26-42, el-İsrâ: 61-70, eJ-Kehf: 50, Tâhâ: 115-124. sûreleridir. Bu kıs­sadan maksad el-Bakara Sûresi'nde Allah'ın ni'metlerini; el-Hıcr Sûresi'nde Al­lah'ın insanı topraktan, cinni ateşten halk edip bu iki maddenin birbirinden üstün olmadığını, İblîs'in kendini Âdem'den hayırlı telâkki etmesinin de bir al­danma ve cehalet eseri sayılması lâzım geldiğini; el-İsrâ Sûresi'nde insanların fit­nelerini; el-Kehf Sûresi'nde insanın düşmanı olan İblis ve onun cinsinden olanlarla dostluk kurmanın ne kadar kötü birşey olduğunu; Tâhâ Sûresi'nde ise insanın zaaf hâllerini ve bundan dolayı her zaman Allah'ın yardımına muhtaç bulundu­ğunu hatırlatmaktır. Mü'minlerin ibret almaları için adı geçen kıssa bu altı sû­rede böyleee ve lüzumuna binâen tekrarlanmıştır (Prof. M. Tayyib Okiç, Tefsir Takrirleri, 1952).

[315] Ve rahimler neler eksiltir, neler artırır? Aldığı alûhta ne tahlîl yapar, ne madde­ler çıkarır, neler ilâve eder, kendisinde gizliden sarfettiği ne, büyülttüğü neler­dir? Taşıdığında neyi sakatlar, neyi tamamlar, ikinci olarak müddet i'tibâriyle: Vakti er mi, geç mi olur? Çocuğun hilkati belirmeden mi, belirdikten sonra mı? Hamlin en az müddetinde mi, en çok müddetinde mi veya ikisi arasında mı do­ğurur? Üçüncü olarak aded i'tibâriyle bir mi, İki veya daha ziyâde mi olur?

Allah hep bunları, bu bilinmez zannedilen sırrları bilir. Doğumlarda mu'-tâddan eksik veya fazla olarak vâki' olan şeyler bile kör körüne vâki' oluvermiş birtakım galatlar, yanlışlar değil, sırr âleminde Yüce Allah'ın ilmi altında cere­yan eden şeylerdir. Bunlar tabîat da'vâsı aleyhine irâde delili olduğu gibi, aynı zamanda ilme de dayanırlar. Bir hayât ilmi vardır ki, onu bilen ve yaratmaya kudreti olan, böyle dilediğini yapabilir. Bir rahimin döktüğü kan, yetiştirdiği yumurta, aldığı aşı, beslediği evlâd, eksik veya zâid hâiz olduğu bütün hayatî faydalar ve hususiyetler hepsi bir bir ilim ile ve hesâb iledir. Hem sâde bunlar değil, herşey Allah'ın indinde bir mikdâr, bir ölçü iledir... {Hakk Dîni, IV, 2962-2963).

[316] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun az değişik bir rivayeti el-En'âm: 59. âyetin tefsirinde 145 rakamıyle de geçmişti, İnşâallah Lukmân: 34. âyetinin tefsirinde de gelecektir.

[317] Bununla "O küfredenler: Ona Rabb İnden bir mu >cize mdınlmeh derle, Sen ancak bir munzirsin, her kavmin de bir hidayet 7) kelâmına işaret etmiştir. Lâkin bu, bundan önce geçen er-Ra d Sur dir  Zahir olan bunun burada zikredilmesi, mustensıhlenn bazısından olması dır' Burada "Hadi" lâfzını "Da'vet edici" ile tefsir etmiştir (Aynı).

[318] Âyetin devamı, bir sonrakiyle birlikte şöyledir: "Allah insanlara böyle misâller getirir. Olur ki onlar, çok iyi düşünüp ibret alırlar. Kötü bir kelimenin hâli de (gövdesi) toprağın üstünden kopanhvermiş kötü bir ağaç gibidir ki, onun hiç­bir sebatı (tutunma ve yerinde kalma kaabüiyeti) yoktur" (Âyet: 25-26).

[319] Başlığa uygunluğu, güzel ağacın hurma olması yönündendir. Müslümânın ağa­ca benzetilmesirideki hikmet, ağacın sağlam bir kök ile ayakta duran gövde ve yüksek dala mâlik olmasıdır, îmân da böyledir. Üç şeyle tamâm olur: Kalble tasdîk, dille söylemek ve bedenle amel.,

Bu hadîsin bâzı rivayetleri tüm Kitâbı'nın dört yerinde geçmişti

[320] Bu hadîsin bir rivayeti Cenazeler Kitabı, "Kabir azabı bâbı"nda da geçmişti.

Hasan Basrî Çantay'ın Meâl-i Kerîm İndeki haşiyelerde güzel bilgiler toplan­mıştır (I, 382).

[321] Bunun bir rivayeti de Bedir gazvesi bâbı'nda geçmişti.

[322] Buhari, adeti üzere süre içinde geçen ta’birlerin tefsirlerini nakletmiştir. Bunların geçtiği ayetlerin tamamının okunmasıyle daha da iyi anlaşılacağı meydandadır,

[323] "Ebû Hureyre bunu Peygamber'e eriştirir" şeklindeki bu rivayet tarzı, "Pey-gamber'in şöyle buyurduğunu işittim" yerinde kullanılmıştır. Ebû Hureyre'nin doğrudan Peygamber'den işitmesini tasrîh etmeyip de böyle bir ifâdeye meyle-dilmesinin sebebi, râvî Ebû Hureyre ile Peygamber arasında diğer bir râvînin bulunması ihtimâlinden dolayıdır.

[324] eş-Şihâb yüksek ve parlak olan ateş şu'lesİne denir. Şârih der ki, şeytânlar ha­ber çalmak için asumana yükseldiklerinde, onları def etmek üzere meleklerin attıkları şu'leli ateş mermilerinde kullanılması gâlib olmuştur. Halk ona yıldız kayması ta'bîr ederler. Allah Taâlâ "Fakat onu delip geçen bir alev ta'kîb etmiştir" (es-Sâffât: 10) buyurmuştur ki, gökten yere doğru karanlığı delip geçen bir alev demektir (Kactmûs Ter.).

[325] Bu da yukarıki hadîsin aynıdır, fakat burada bâzı ziyâdelik ve değişikliklerle beraber işitmenin açıkça belirtilmesi gibi fâideler vardır.

Başlıktaki âyet ile burada getirilen hadîs şu âyetleri tefsîr etmektedir: "Ha­kikat biz, en yakın göğü bir zînetle yıldızlarla süsledik. Onu her mutemerrid şeytândan koruduk. Ki onlar Mele 7 A 7a 'ya kulak verip dinleyemezler, her yan­dan kovularak atılırlar. Onlar için ardı arası kesilmez bir azâb vardır. Meğer ki içlerinden bir çalıp çarpan olsun. Fakat onu da delip geçen bir alev ta'kîb etmiştir" (es-Sâffât: 6-10).

Bu âyetlerde açıkça bildirildiği üzere bu kulak hırsızları el-Meleu 'l-A 'la de­nilen ve vahy taşıyıcıları olan meleklerin yanlarına sokulamazlar. Yalnız dün­yâya en yakın olan birinci kat semâya yaklaşabilirler ve oradan çaldıkları birkaç kelimeyi kâhinlere yetiştirerek fesâd vesîlesi edinirler ki, bu da haddizatında bir imtihandan ibarettir. Şihâb denilen gök hâdiseleri vahy diliyle böyle îzâh edilmistir. Bu hususta doyurucu açıklamalar için Hakk Dîni Kur'ân Dili tefsîrin-. den bu âyetlerle ilgili kısımların okunması tavsiye edilmeye değer: IV, 3047-3052.

[326] Hıcr, Salih Peygamber'İ yalanlamış, bu suretle bütün peygamberleri yalanla­mış olduklarından toptan helak edilen Semûd kavminin merkezlerinden biridir. Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı'nda "Yere batırılmış yerlerde, yurt­larda namaz bâbı"nda geçmişti (es-Salât, 53. bâb).

[327] Bu hadîsin bir rivayeti Tefsir Kitâbı'nın evvelinde "Fâtihatu'l-Kitâb hakkında gelen şeyler bâbı"nda geçmiş ve bununla ilgili bâzı açıklamalar orada verilmiş­ti.

[328] Başlıktaki âyette ve bu hadîslerde zikredilen Mesnâ'mn veya Mesnât'm cem'i olan Mesânî kelimesi çok ma'nâlı ve çok cem'iyyetli bir kelimedir. Tesniye ve istisna maddesi olan "Senyun"den de, "Sinâ"vç "Senâ"dzn da türemiş olabi­lir. Bu cümleden bükülmek, kıvrılmak veya katlanmak veya tekrar edilmek su­retiyle ikilenen veya diğer birşey eklemekle takviye veya tenvî' edilen herhangi bir şeye "Mesnâ" denilir ki, ikişer, ikili, mükerrer, bükülü, müekked, muhkem, çifteli, büklüm, büklümlü, katlı, kıvrımlı... ma'nâlanna gelir. İbn Abbâs'tan bir nakle göre Mesânî'de müstesnâhk ma'nâsı dahî vardır. Zîrâ istisna dahî "Se-rap'den türemiştir... Bir de "İsnâ"ûan mîm'in Ötresi ile "Musnâ"nm cem'i ola­bilir ki, "Sena" yânî övme yeri demek olur. Sonra ez-Zumer: 23'de buyrulduğu üzere, Kur'ân'a da "Mesânî" denilmiştir.

Şimdi bu âyetteki "Seb'an mine'l-mesâni'"den anlaşılan ma'nâ, "Mesânî" denilen şeyler cinsinden muazzam, benzersiz yedi şey demektir. Bu ise mücmel­dir, muradın ta'yîni ayrıca delile muhtaçtır... Buradaki ve diğer hadîslerle "Seb 'an mine 'l-mesâni'"den murâd, Ümmü'l-Kur'ân olan Fatiha olduğu ve bundan do­layı Fatiha'nm "es-Seb'ul-Mesânî" ismini aldığı ve Kur'ân-ı Azîm bunun bir tefsiri bulunduğu tebeyyün etmiştir. Ve demek ki "Seb'an mine'l-mesânV'de "Min", yalnız teb'îziyye değil, aynı zamanda beyâniyye'dir. -Ma'lûmdur ki "Min"in beyâniyye olması, teb'îziyye ma'nâsını düşürmek lâzım gelmez.-"MesânV de yedi mesânî demektir. Yânî Fâtiha'yı teşkil eden yedi âyet, Mesâ-nî'den, Kur'ân'dan olduğu gibi, başlı başına yedi mesânîdir. Ve bütün Kur'ân'-ın bir vasfı olan Mesânî mefhûmu, bunda müstesna bir surette katlanmıştır. Her namazın her rek'atinde okunan, sûre zammetmekle katlanan, Kur 'ân 'in her hat­minde, duaların evvel ve âhirinde tekrar edilen, nûn ve mîm fâsılalarıyle iki nağme üzerine cereyan eden, her âyeti çifte bir mazmunu ihtiva eyleyen ve umûmî hey'eti dâreynde kulların en büyük maksadlarma hidâyetle Allah'a hamd ve sena haki­katinde toplanan Ümmü'l-Kur'ân, hakîkaten her senaya lâyık öyle mesnâ ve müstesna en büyük bir ni'mettir.. (Hakk Dîni, IV, 3074-3076).

Mucâhid de: "Takaasemû billahi" («ı-Nemi: 49).

[329] Nitekim o muktesimlere, Kur'ân 'ı parça parça etmek isteyenlere azâb indir­miştik1'; "Kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler sana indirilen (bu Kur'ân) ile sevinirler. Fakat o güruh içinde onun bir kısmını inkâr eden kimseler de var­dı... " (er-Ra'd: 36) medlülünce, hoşlarına giden bâzısına inanıp, bâzısını inkâr etmek suretiyle Kur'ân'ı parça parça etmek istiyorlardı...

[330] Hadîslerin başlığa delâletleri meydandadır.

[331] Yânı her hayât sahibi için vukuu kesin olan ölüm gelip de Rabb'ine kavuşunca­ya kadar. Müfessirler buradaki "Yaktn"in "Ma'Iûm" ma'nâsına, yânî henüz vâki' olmamış, fakat vuku' bulacağı yakînen ma'lûm olan o muteyakkan şey demek olduğunda müttefiktirler... Müfessirler topluluğu, bu "FafciV'den mu-râd, ölüm olduğunu kabul etmektedirler. Çünkü ölüm, her hayât sahibi için en muteyakkan olan bir şeydir. Teklif sınırının da sonudur... {Hakk Dîni,, IV, 3080).

[332] Rûhu't-Kudüs, Kudsiyet Ruhu, yânı hiçbir şaibe ile lekelenmek ihtimâli olma­yan paklık ruhu, her emniyete şâyân, mukaddes, tertemiz ruh demektir ki, Ceb­rail'dir. Nitekim bu 102. âyetteki "Emîn Rûh" da odur. "Biz onu Rûhu'l-Ku-düs'le te'yîd ettik" (el-Bakara; 87,253) ilâhî kavlinde olduğu gibi, burada Cebra­il'in "Rûhıt'l-Kudüs" unvânıyle zikri, kâfirlerin iftiralarını şiddetle redd için Peygamber'in nezâhet ve kudsiyetinin kemâlini açıkça tesbît etmek nüktesiyle ilgilidir. Yânî, yâ Muhammed, Kur'ân öyle mukaddes bir kitâbdır ki, bunu sa­na hiçbir şaibe ile lekeli olmak ihtimâli olmayan Rûhu'l-Kudüs, Rabb'inden in­dirmekte, hem de hiçbir bâtıla mahall olmayacak surette hakkıyle indirmektedir. Binâenaleyh bu Kitâb bütün muhtevâsıyle hakk bir kitâb ve sen de Rûhu'l-Kudüs'e sâhib hakk bir rasûlsün (Hakk Dîni, IV, 3125).

[333] Bunun tamamı şöyledir: "Sizi Allah yarattı. Sizi yine O öldürecek. İçinizden kimi bildikten sonra (çocuk gibi) hirşey bilmesin diye en aşağı ömre kadar geri götürülür. Allah herşeyi hakkıyle. bilen, kemâliyle kaadir olandır".

[334] Bu duadaki "Ömrün en rezîli" ta'bîri, en değersizi, en aşağısı ma'nâsınadır. Katade, ömrün en düşüğünün sının doksan yaştır, demiş; AK de yetmişbeş; Enes ibn Mâlik yüz yaş olarak ta'yîn etmişlerdir, tkrime'den gelen bir haberde Kur'-ân okumaya devam eden, ömrün en değersizine döndürülmez, denmiştir. Ta-bakaat kitâblannda hadîs ile meşgul olanların ömrün en değersizinden korunmuş oldukları kabul olunabilir.

[335] Buhârî bu hadîsin biraz daha uzunca bir rivayetini Kur'an'ın Faziletleri Kitabı "Kur'ân'm te'Iîfi bâbı"nda da getirmiştir. İbn Mes'ûd'un "A/m ıtâkı'l-uvett" sözü, "İnmesi kadîm olan sûrelerden" demektir; "Ve hunne min telâdt" sözü de "İlk kazanılanlardan ve ezber edilenlerden" (yâhud ilk elde edip ezberledik­lerimden) ma'nâsınadır.

[336] Bu "Târeten uhrâu lafzı vesilesiyle şu âyetleri okuyalım: “Yerde sizin için bîr zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek (mukadderdir. Allah) Dedi ki: Orada yaşayacak­sınız, orada öleceksiniz, yine oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız" (eS-A'râf: 24-25). Hz. Alî bir hutbesinde şöyle dedi: "Ey insanlar, siz ebediyet için yaratıldı­nız. Sulblerden rahimlere, oradan dünyâya intikaal ediyorsunuz. Dünyâdan ber­zaha (kabire), oradan da ya cennete, ya cehenneme gireceksiniz." Aiî bundan sonra şu âyeti okuda: Sizi ondan (topraktan) yarattık. Sizi yine ona döndüreceğiz, sizi bîr kerre daha ondan çıkaracağız" (Tâhâ: 55)

"Allah sizi yerden ot gibi bitirdi. Sonra sizi yine onun içine döndürecek ve sizi yeni bir çıkarışla tekrar çıkaracak" (Nûh: 17-18).

[337] Mescidi Haram, Mekke Mescidi'dir, Ka'be'nin etrafında ve Ka'be'yi çevrele­yen sahadır. Mescidi Aksa da Kudüs Mescidi'dir, buna Beytu'l-Makdis de de­nilir. Yeryüzünde ilk evvel Mescidi Haram, sonra Mescidi Aksa bina edilmiştir. Mescidi Aksa Musa'dan îsâ'ya kadar peygamberlerin toplanma yeri ve vahy men­zili olduğu için, Peygamber'in mi'râcında da yol uğrağı kılınmıştır. Nitekim İs-râ hadîsinde "Burak'a bindim, Beytu'İ-Makdis'e vardım" diye gelmiştir.

Bu sûrenin böyle beliğ ve yüksek bir tesbîh ve tenzih ile başlaması, zikrolu-nacak acîb fiillerin ehemmiyeti ife ilgilidir. Bunda evvelâ akıllan hayrete düşü­ren İsrâ hârikasını tebcil ve onu tasdîk için kalblerin arıtılmasını hazırlama ve makaamm nezâheti hasebiyle teşbih vehimlerinden umumiyetle sakınmayı ha­tırlatma vardır. İkinci olarak onu mümkin görmeyen münkirlere karşı Allah Ta-âlâ'nm sıfatı, noksandan münezzeh bulunduğunu ve binâenaleyh acz ve kizb gibi şaibelerden uzak olduğunu beyân ile kudret ve ihsanın azamet ve ulviyetini î'lân vardır. Üçüncü olarak zikri gelecek olan Mescidi Aksâ'nın tahribi hâdisesi dolayısıyle de bu tenzihin husûsî bir ehemmiyeti vardır. Dördüncü olarak, umûmî surette bu sûre muhtevasının ilâhî nezâhet ile alâkasına tenbîh vardır {Hakk Dî­ni, IV, 3141-3153).

[338] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunu burada iki sened ile ge­tirmiştir. Bunu İçecek Şeyler Kitâbf nda da getirecektir. Müslim de orada getir­miştir. Mi'râc hadîsinde biri bal olmak üzere, üç kadeh vardı dersen; ben': Bun­lar arasında zıdhk yoktur, derim (Aynî).

[339] Bu hadîsi Müslim, îmân Kitâbi'nda daha geniş olarak getirmiştir. Hadîsin baş­lıkla ilgisi gayet açıktır

[340] Âyetin devamı şöyledir: "Onlara karada, denizde taşıyacak vâsıtalar verdik. On­lara güzel güzel nzıklar verdik, onları yarattığımızın bir çoğundan, cidden, üs­tün kıldık."

Bu İzzet ve şeref Âdem oğulları'nın güzel bir surete, çok olgun bir mîzâca, orta bir boya mâlik olmalarından, akıl ile, konuşma ile, okuyup yazma ile seç­kinliklerinden, geçim vâsıtalarını bulabilmelerinden, san'atlara kaabiliyetlerİndendir.

Allah katında mü'min, meleklerden şereflidir. Sebebi de şudur: Melekler-. de şehvetsiz akıl, hayvanlarda akılsız şehvet, insanlarda ise hem akıl, hem şeh­vet vardır. Binâenaleyh kimin aklı şehvetine gâlib olursa, o meleklerden mükerremdir; kimin de şehveti aklına galebe ederse, o, yalnız meleklerden de­ğil, hayvanlardan da aşağıdır (Medârik). Mükerremlik, cismânî ve ruhanî olmak üzere iki nev'idir, Cismânî olanı mü'mini de, kâfiri de şâmildir. Rûhânî olanı ise ancak Allah'ın ikram ettiği peygamberliğe, rasûllüğe, veliliğe, îmân ve İs­lâm'a hidâyete mazhar olan peygamberlere, velîlere ve mü'min kullarına hâss-tır (et-Te'vîlâtu'n-Necmiyye'&tn naklen Hasan Basrî Çantay).

[341] Bu âyetlerin tamâmı şöyledir: "De ki: Ona ister inanın, ister inanmayın. Çün­kü bundan evvel ilim verilmiş olanlar bile kendilerine karşı o tilâvet olununca, çenelerinin üstüne (yüzü koyun) kapanarak secde ediyorlar. Ve: Rabb Hmizi tenzih ederiz. Hakikat Rabb'imizin va'di kaViyyen fiile çıkarılmıştır, diyorlar. Ağla­yarak çeneleri üstüne yüzü (koyun) kapanıyorlar ve bu, onların derin saygısını artırıyor" (Âyet: 107-109).

[342] Bunun hâsılı şudur: Müellifin bu İbn Mes'ûd hadîsini sevketmesi, âyetteki "Emernâ" nın, o memleketin ni'metli ve refahlılarını çoğalttık ma'nâsına ol­duğunu tenbîh etmektir.

[343] Ey Nuh'un maiyyetinde gemiye bindirip tufandan kurtardığımız birkaç mü'mİ-nin zürriyeti, yânî ey bu günkü insanlar, siz bu mâhiyetinizi düşünmelisiniz, yalnız bunu düşünseniz Allah'tan başka vekîl edinilmeyeceğim anlarsınız. O Nûh ha­kîkaten çok şükredici bir kul idi, her hâlinde şükrederdi, siz niye nankörlük edi­yorsunuz? (Hakk Dîni, IV, 3154).

Müfessirler şöyle dediler: Nûh, her ne zaman bir elbise giyse yâhüd bir ye­mek yese yâhud su içse ardısıra "el-Hamdu lillâhî = Hzmd Allah'ın" der idi. Bu sebeble Kur'ân'da Nûh "Çok şükreden kul"diye vasıflandı. Onun çocukla­rı ve torunları olan bugünkü insanlara: "Ya siz neye şükretmezsiniz, nankörlük edersiniz?" diye serzeniş edildi (Aynî).

[344] İbrahim Peygamber'in putperestleri susturmak için dıştan yalan gibi görülecek olan bu üç sözü şunlardır:

a.  Putları kırmak için müşriklere karşı: Ben hastayım, diyerek puthânede yalnız kalması; bu, bedenî değil, putlardan dolayı bir iç sıkıntısı idi.

b.  Putları büyük put kırmıştır, konuşabilirlerse onlara sorun, demesi,

c. Karısı Sâre hakkında: O benim kızkardeşimdir, demesi ki, bu da "O be­nim dînde bir kızkardeşim" ma'nâsma idi. Peygamberler Kitâbı'nda daha ge­niş bilgiler verilmişti.

[345] el-Kasas: 15. âyetten i'tibâren beyân olunduğu üzere, Fir'avn'm adamlarından bir Mısırlı ile Musa'nın kavminden bir adam döğüşürken, kavminden olan ada mın Musa'dan yardım istemesi üzerine, Mûsâ yardıma koşmuş ve düşmanın göğ­süne vurduğu bîr yumruk darbesiyle Mısırlı'yı öldürmüştü. "Bunun üzerine Mûsâ: Rabb 'im, ben cidden kendime zulmettim, artık beni mağfiret eyle, dedi. Allah da onu mağfiret eyledi..." (d-Kasas: 16) âyeti gereğince mağfiret olun­muştur.

[346] Hadîsin başlığa uygunluğu "Nûh çok şükredici ftirfcu/(d/"kavlindedir. Bunun bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda da geçmişti.

Himyer, San'â'nın eski adıdır. San'â şehri Mekke'den 855 km. mesafede bulunduğuna ve cennet kapısının iki kanadı arası da bu genişlikte olduğuna gö­re cennetin genişlik ve büyüklüğü hakkında güzel bir mikyas verilmiş oluyor.

Busrâ İse Şâm'm 90 km. güneydoğusunda ve Havran mıntıkasında bir şe­hirdir. Vaktiyle ma'mûr ve sağlamlaştırılmış idi. Hrİstiyanlığm merkezlerinden biri olup, meşhur Râhib Bahîrâ'nın savmıası da burada idi. Bu, o asırda en meş­hur ve ma'mûr bir şehir olduğundan, hadîste İkinci bir mikyas olarak adı geç­miştir. Bu terdîd ile iki mikyas verilmesi, râvîlerden birinin şübhesi eseridir. Hadîste tasvîr edilen bu şefaat, Peygamber'in mahşerdeki büyük şefaatidir.

[347] Âyetin tamâmı şöyledir: "Rabb'in göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. And olsun ki, biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur verdik.''

Burada bilhassa Dâvûd ve Zebur'un zikredilmesinin vechi:

a. Kureyş, Peygamber'e karşı mücâdele için Yahûdîler'e müracaat ediyor­lar. Yehûdîler de "Musa'dan sonra peygamber yoktur, Tevrat'tan sonra kitâb yoktur" diyorlardı. Bununla, onların bu iddiaları bozulmuştur.

b. Bununla üstün kılmanın haysiyetine tenbîh olunmuştur. Zîrâ Dâvûd, bü­yük bir melik idi. Böyle iken, burada onun meiikliği kaale alınmayıp da Ze­bur'un tahsis edilmesi, zikrolunan tafdîlden murâd, mal ve mülk ile değil, ilim ve dîn ile tafdîl demek olduğunu gösterir.

c. Zebur'da Hâtemu'l-Enbiyâ ve O'nun ümmetinin ümmetlerin en hayırlı­sı olduğu yazılmıştı. Nitekim: "And olsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da yaz-mısızdır ki, Arz'a ancak sâlih kullarım mirasçı olur..." (el-Enbiyâ: 105-107) buyurulmuştur. (Hakk Dîni, IV, 3182)..

[348] Başlığa uygunluğu "Kıraat" sözündedir, çünkü bununla kasdedilen, Zebur'un okunmasıdır. Bununla Davud'a az zamanda çok iş yapma kaabiliyet ve meziye­ti de verilmiş olduğu belirtilmiştir. Bu hadîsin bir rivayeti Peygamberler Kitâ-bi'nda da geçmişti.

[349] Hadîsin başlığa uygunluğu el-Eşcafnin ziyâdesindedir. Bu hadîsin birkaç riva­yetini Müslim de Sahîh'inm sonunda Tefsîr Kitâbı'nda getirmiştir.

"İnsanlardan bir topluluk, cinnlerden bir topluluğa ibâdet ediyorlardı" sözü hakkında Taberî şöyle dedi: İbn Abbâs'tan da meşhur olan budur. Yine İbn Ab-bâs'tan bu âyetin Uzeyr'e, îsâ'ya ve onun anasına tapan kimseler hakkında in diği de rivayet edildi. BinâenaleyhT^e^ iki kavle de uygun ve şâmildir (Müslim Tercemesi, VIII, 594-596, II. haşiye).

[350] Bu da aynı hadîsin başka yoldan gelen kısa bir rivayetidir.

[351] Âyetin tamâmı şöyledir: "Sana; Şübhesiz Rabb 'in insanları çepçevre kuşatmış­tır, demiştik, hatırla. (Geceleyin) sana gösterdiğimiz o temaşayı ve Kur'ân'da la 'net edilen o ağacı biz ancak insanlara bir fitne (ve imtihan) yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, onlarda büyük bir taşkınlıktan başka birşey artırmadı,"

Sana göstermiş olduğumuz o rü'yâyı o gece görüşünü, o insanlar için bir fitne, bir imtihandan başka birşey kılmadık. -Rü'yâyı bâzıları el-Feth Sûresi'-nde gelecek olan Mekke fethi rü'yâsı, bâzıları da Bedir'de Kureyş ileri gelenle­rinden herbirinin yıkılacakları yerleri gösteren Bedir rü'yâsı demişlerdir. Fakat bu âyet Mekkî olduğu için Medine'de olan o rü'yâlarla te'vîli uygun olmaz. Sa­hihi cumhurun beyânı veçhile bu gösterme ve rü'yâ, sûrenin başında geçen Isrâ âyetindeki "Li-nuriyehu mm âyâtinâ■' ru'yetine işaret etmiş olmasıdır. Zîrâ orada. tafsil edildiği veçhile bu hârika üzerine o müşrikler îmân etmek şöyle dursun, îmân edenlerden bâzılarının bile dînden çıkması gibi büyük bir fitne olmuştu... (Hakk Dîni, IV, 3185-3186).

"Kur'ân*da la'net edilmiş olan o ağacı da" kezâlik onlar için bir fitne kıl­dık. Bu la'netlenmiş ağaç buradaki hadîste de bildirildiği gibi, zakkum ağacı­dır. Bu zakkum ağacı es-Sâffât: 62-67; ed-Duhân: 43; el-Vâkıa: 51-55 âyetlerin­de geçmektedir.

İbn Abbâs'm burada iki tefsiri vardır. Birinci tefsiri, ayetteki rü'yâ, uyku­da görülen bir düş değil, uyanık olarak gözle görülen bir hakikattir... İkinci tefsîri de Kur'ân'da la'netlenmiş ağacın zakkum ağacı olduğunu bildirmesidir. Zak­kum ağacı hakkında bilgiler, geçeceği sûrelerin tefsirinde gelecektir.

[352] Âyetteki ''Kur'âne'l-fecr "den maksad, fecr namazıdır. Namaz içinde Kur'ân okunduğu için "Kur'ân" denilmiş, nitekim rükû' ve sücûdu müştemil olduğu için namaza rükû' ve sucûd da derler. Namazda okunan Kur'ân, Kur'ân'ın ken­disi olmak da muhtemeldir. Bu namazın yâhud bu Kur'ân'ın şâhidli olması da gece ve gündüz meleklerinin bunda hazır olması i'tibâriyledir.

Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı, "Sabah namazının cemâatle kılın­masının fazileti bâbı"nda geçmişti.

[353] Makaamu Mahmûd: Herkesin hamd ile tebcil edeceği muazzam makaam de­mektir ki, hakikati hamdin müteallakı olan mutlak yakınlık makaamı, yânî ha­dîslerde geldiği üzere livâ'u'1-hamd altında en büyük şefaat makaamıdır {Hakk Dîni, IV, 3194).

Bu makaam şöyle de ta'rîf edilmiştir: O bir yüce makaamdır ki, orada her ümmet ve bütün beşeriyyet Muhammed'in şefaatiyle acele hesâbları görülüp çok uzun ve üzücü bekleyişten kurtularak, ebedî rahata kavuştuklarından, bugünün yegâne şefaatçisi olan Peygamber'imize hamdedip minnetdârhklannı arzeder-ler. Bâzıları Makaamu Mahmûd'u kısaca Şefaat Makaamı'dir diye tefsir etmiş­lerdir (Ibnu'1-Esîr, en-Nihâye).

[354] Hadîsin başlığa uygunluğu Makaamu Mahmûd sözündedir. Bunun bu isnâd ve metinle bir rivayeti Namaz Kitabı, "Nida sırasında duâ bâbı"nda geçti.

Da'vetten murâd, ezan lafızlarıdır ki, Tevhîd'e da'vettir. Tam olması da, sözlerin en tamâmı olan Tevhîd Kelimesİ'ni müştemil olduğu içindir. Tam ve kâmil olmasının bir vechi de tebdil ve tağyire ma'rûz olmaması, kıyamete ka­dar bakî ve akideleri tamamen toplar olmasıdır. "es-Salâtu 'l-kaaime" şu kılın mak üzere olan namaz demek olduğu gibi, dâim, Arz ve semâ bakî kaldıkça nesh ve tebdile uğramayacak olan namaz ma'nâsına da gelir. "Vesile", lügat yönünden bir büyüğe yaklaşmaya sebeb olacak şey demektir... {Tecrtd Ter., II, 467-468 "365").

[355] Peygamber deynekle putlara dokundukça, bunlar birer birer yere düşüp seri­liyordu...

[356] Rûh denildiği zaman başlıca üç bakış noktası düşünülegelmiştir: Mâbihi'l-harekei yânî hareket mebdei, Mâbihi'l-hayât, yânî hayât mebdei, Mâbihi'l-İdrâk, yânî idrâk mebdei. Hareket mebdei düşüncesiyle rûh, maddenin tam mukaabili ola­rak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya rûh denildiği zaman bu düşünce kasdedilir. Bu ma'nâ ruhun en umûmî ma'nâsıdır. Meselâ elek­trik, bu ma'nâca bir rûh ve her hareket ettirici kuvvet bir rûh demektir. Hayât mebdei düşüncesiyle rûh ise, bundan daha husûsîdir. Zîrâ hayâtı kuvvet, mut­lak kuvvetten daha husûsîdir. Fakat bunda da iki düşünce vardır. Birisi daha umûmî ma'nâsıyle hayâttır ki, nebatî hayâtı da şâmil olur...

Birisi de meşhur ma'nâsıyle hayât, yânî hayvânî hayâttır ki, insanî hayâta varıp dayanır. Bu ma'nâca rûh nebatî ruhtan daha husûsî ve binâenaleyh onu da içine alıcıdır. Sonra idrâk mebdei, yânî hissetmeye, duygulanmaya yaklaşıp bitişen basît vicdandan ma'rifet, akletme, ilim, irâde, kelâm vesaire gibi en yüksek derecelere kadar umûmî olarak şuur hâdiselerinin ve binâenaleyh ma'nevî bir hayâtın medarı olmak düşüncesiyle rûh gelir ki, ruhun en mümtaz haysiyyetim ifâde eden bu ma'nânm en bariz tezahürü insanî nefiste tecellî ettiğinden, bu­na insanî rûh ismi verilmiştir. İnsanî nefsi, hayvânî ruhtan ayırdettiren ve insanı hakk ma'rifetine ulaştırarak kendini ve gayrım bildiren bu rûh hakkında "Ben ona ruhumdan üfledim" (ei-Enbiyâ: 91) buyürulmuştur. Biz bunu kendisiyle du­yar, vicdan, irâde, akletme, bâtınî kelâm gibi eserleriyle tanırız...

"Rûh Rabb'imin ermindendir de." Burada "Emr", Umur "un müfredi, yâ­nî Şe'n, iş; yâhud Evömir'in müfredi, yânî buyurmak ma'nâsına gelir. Müfes-sirlerin birçoğu "Min" beyâniyye veya teb'îziyye olmak üzere tefsîr etmişlerdir: "Rûh ancak Rabb'imin bileceği iştendir. Ruhun hakîkati öyle işlerdendir ki, il­mini Allah Taâlâ kendisine tahsis etmiştir..." (Hakk Dîni, IV, 3197-3204).

[357] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayet îlim Kitâbı'nda da geçmişti.

[358] Âyetin tamâmı şöyledir: "De ki: Gerek Allah diye ad verin, gerek Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel isimler O 'nundur. Namazında pek bağırma. Sesini pek de kısma. İkisinin arası bir yol tut."

Bu âyetin baş tarafındaki duadan murâd, isim vermektir. Müşrikler Pey-gamber'in "Yâ Allah, yâ Rahman" dediğini işitmişler. Bunun üzerine: "O hem bizi iki tanrı edinmekten men' ediyor, hem kendisi iki tanrı tanıyor" diye mırıl-danmişlardı. Allah, bu her iki lafzın da hattâ diğer bütün güzel isimlerin de bir olan Allah'ın müteaddid isimlerinden ibaret olduğunu bu âyetiyle açıklamıştır (Beydâvî, Medârik).

[359] Bu, küllün cüz üzerine ıtlâki bâbındandır. Çünkü duâ, namazın cüzlerindendir...

[360] Bu Peygamber'e karşı ilâhî bir tesliyyet ve ikram ifâde eden âyetlerdendir. Şu âyetler ve benzerleri de bu kabildendir: "Onlar mü ymin olmayacaklar diye ade­tâ kendine kıyacaksın" (eş-Şuarâ: 2); "And olsun, biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından göğsün cidden daralıyor" (el-Hıcr: 97), "O Allah'tan daha doğ­ru sözlü kimdir?" (en-Nisâ: 87)

Bu el-Kehf: 6. âyetteki "Hadîs", Kur'ân ma'nâsınadır.

[361] Âyet, baş tarafıyle beraber şöyledir: "And olsun ki, biz bu Kur'ân'da insanlar için her çeşit misâli tekrar tekrar açıklamışızdır. İnsanın cedeli (husûmeti) ise herşeyden fazladır." Yânî insan cinsinin cedeli, herşeyin ceddinden fazladır. Cedel ve Mücâdele, münazara, münâkaşa etmektir.

[362] Buhârî bu hadîsi burada kısaltılmış olarak getirdi. Bunu burada getirmekten kas-dedilen ma'nâyı zikretmedi. Çünkü kısa söylemek ve zihinleri keskinleştirip bi­lemek hususundaki âdeti üzere yürümektedir. Bu kadarcık kısmiyle hadîsin geri kalanına işaret etmiştir.

Bu hadîsin tamâmı Namaz Kitabı, "Peygamber'in gece namazına teşviki bâ-bı"nda geçmişti. Onun sonunda "İnsanın cedeli her şeyden fazladır" fıkrası bu­lunmaktadır. İşte başlık ile hadîs arasındaki uygunluk bu sebebdendir. O hadîs şöyledir:

Alî (R) şöyle demiştir: Bir gece Peygamber (S) Alî ile kendi kızı (ve Alî' nin eşi olan) Fâtıma'yı ziyaret için geldi de: ''Siz ikiniz namaz kılmaz mısınız?" (diye teheccüd namazına teşvîk) buyurdu. Alî dedi ki; Ben: Yâ Rasûlallah! Ne­fislerimiz Allah'ın elindedir, bizi uyandırmak istediği zaman uyandırır, dedim. Biz böyle cevâb verince, Rasûlullah geri döndü ve bana hiçbir cevâb vermedi. Yalnız yüzünü bizden çevirirken elini dizine vurarak: "İnsan emsinin cedeli her-şeyden çoktu" buyuruyerdu.

Bununla ilgili açıklamalar orada verilmişti.

[363] Bu, Mûsâ Peygamber'in ledün ilmini bilen Allah'ın kuluna ulaşmak için genç adamıyle beraber ilim arama yolculuğuna çıkmasını ve bu yolculukta meydana gelen olayları anlatan âyetlerin ilkidir. Bu kıssa 60.'dan 82. âyete kadar devam etmektedir. Bunu Kur'ân'dan ve mealinden de okumalıdır. Hadîs ile âyetler bir­likte okununca, kıssa daha açık olarak anlaşılıyor.

[364] Buhârî bu hadîsi bâzı isnâd ve lafız farklılıklanyle Sahîh'mm ondan fazla ye­rinde ayrı ayrı konulara delîl olmak üzere getirmiştir. Birincisi ilim Kitabı, "Mu­sa'nın denizde Hızır'a gitmesinin zikri bâbı"nda geçmişti. Mûsâ Peygamber, Rabb'ine suâl edip:

  Yâ Rabb! Kullarının Sana en sevgilisi hangisidir? demiş.

  "Beni zikreden ve unutmayan" buyurulmuş. 

— En hâkim kulun hangisi? demiş.

  "Hakk ile hükmeden ve hevâsına uymayan."

  En âlim kulun kim? demiş.

— "Belki bir hidâyete delâlet edecek veya bir felâketten kurtaracak bir ke­limeye rast gelirim diye insanların İlmini tetebbu' edip araştırarak kendi ilimine ekleyen" buyurulmuş.

Mûsâ:

  Yâ Rabbi, kullarından benden âlimi varsa bana göster, demiş... Ledünn, -inde gibi bir zarftır. Min iedünnâ, lisânımızda nezdimizden veya

tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki, Min iedünnâ ilmin değil, öğret­menin kaydıdır. Maamâfîh ta'lîmin ledünniyeti, ilmin de ledünniyetinİ gerekti­rir olmaz da değildir. Şübhe yok ki, bütün peygamberlerin ilmi Allah tarafından vahy ve ta'lîm olmak i'tibâriyle ledünnîdir. Fakat burada dikkate lâyıktır ki, "Ve allemnâhu min iedünnâ ilmen'* kaydıyle Hızır'a ta'fîm edilmiş olan, Mû-sâ'nınkinden bambaşka bir ilim, yânî ledünnî ilimlerden husûsî bir ilim olduğu anlatılmıştır. Âyetteki kıssalar karînesiyle müfessirler bunu "Gayblar ilmi, giz­li ilimlerin sırdan" diye tefsir etmişlerdir. Diğer ta'bîrle: Mûsâ'nm ilmi, hüküm­leri tanımak ve zahir ile fetva vermek; Hızır'ın ilmî ise, işlerin içyüzlerini tanımak idi, demişlerdir. Buhârî'nin Sahih'inde rivayet edilmiştir ki, Hızır: "Yâ Mûsâ, ben Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim kî, sen onu bilmezsin; sen de Allah 'in sana öğrettiği bir ilim üzerindesin ki, ben onu bilmem" demiş­tir. Bu suretle ledünnî ilim ta'bîri, bu husûsî İlme daha husûsî bir ma'nâ ile ıstı­lah olmuştur ki, buna hakikat ilmi ve bâtın ilmi dahî denilmiş ve sûfiyye, bu kıssaya bir hüccet olarak tutunmuştur. Hâsılı ledünnî ilim, fikrî cehd ile elde edilemeyip Hakk tarafından sırf mevhibe olan kudsî bir kuvvenin tecellîsidir. Eser'den müessir'e, vicdân'dan vücûd'a doğru giden bir ilim değil, müessir'den eser'e, vücûd'dan vicdân'a gelen evveli bir ilimdir. Nefs'in vâki'a geçişi değil, vâkı'ın nefis'te teayyünüdür. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Fakat ledünnîla'-bîri, bunun bilhassa Halik esrarına âid olanında daha ziyâde ıstılah olmuştur. Lisânımızda da bir işin ledünniyâtı demek, bâtınındaki gizlilikler ve esrarı raa'-nâsında tanınmıştır. Bu kıssada ilim için araştırma ve sefere bir rağbetlendirme delili vardır..." (Hakk Dîni, IV, 3256-3262).

[365] İbn Abbâs'ın merfû' hadîsinde şöyle gelmiştir: "Allah her gün Haram Beyti'-nin hacıları üzerine yüzyirmi rahmet indirir: Altmışı tavaf edenler için, kırkı na­maz kılanlar için, yirmisi oraya bakanlar için." Bunu Beyhakî, hasen bir isnâdla rivayet etmiştir (Kastallânî).

[366] Müfessirlerin ifâdelerinden bu kayanın deniz kenarında meçhul bir kaya oldu­ğu anlaşılıyor. Fakat bunun Kudüs'teki ma'rûf Sahre (Kaya) olması da muhte­meldir. Zîrâ ma'lûm es-Sahre'den zahir olan budur. Balığın denizdeki yolunu tutup bir deliğe girmiş olması da, orada bir su deliğine sıçramış olması ile îzâh olunabilir. Fî'1-vâki' bu Sahre'nin yanında Mûsâ İle Hızır buluştuğundan son­ra, ileride "Yine gittiler ve nihayet bir gemiye bindiler" buyurûlacağı veçhile, gemiye bininceye kadar haylî gitmiş olduklarına göre, buradan denize kadar epey bir mesafe bulunduğu da anlaşılma/ değildir. Ve Allah bilir ki, bu suretle bu vakıada Sahre'nin mukaddeslİk menşei de mündemiçtir" {Hakk Dîni, IV, 3219).

[367] Bir sonraki âyetle ma'nâ daha bütün oluyor: "De ki: Yaptıkları işler bakımın­dan ençok ziyana uğrayanları ve kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünyâ hayâtında çalışmaları boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi?'1 (Âyet: 103-104). Gelecek olan başlık, bu sorunun cevâbı olmaktadır.

[368] Şu âyetler, Sa'd'in bu tefsirine delîl olmaktadır: "Ofâsıklar ki, Allah'ın (kitâb-larında Muhammed'e îmân etmeleri hakkındaki) ahid ve emrini - onu te'kîd de ettikten sonra bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler, yer­yüzünde bozgunculuk yaparlar, işte onlar, ziyana uğrayanların tâ kendileridir" (el-Bakara: 27).

er-Ra'd: 25. âyet de bu konuda delîl olabilir.

[369] Hadîsin başlığa uygunluğu "Şu âyeti okuyunuz..." sözündedir. Çünkü bu ifâ­de, başlık yapılan âyetin içindedir.

Bu hadîsi Müslim de Tevbe'de ve Münafıkların Zikri'nde getirmiştir.

[370] Bu, sûrenin bir ismidir. Murâdını Allah bilir. Bunun anlamı hakkında güveni­lirliği iddia edilemeyen muhtelif bâzı rivayetler de vardır... Binâenaleyh sayıla­mayacak vecihler İçinde müteşâbihtir. Fâidesi de kendi kendine bırakılacak olan aklın, ihtimâller içinde nasıl çırpındığını göstererek yüksek arzulara erişmekte acz ve hayret mertebesini hatırlatmaktır. Buna Râsihîn'in yâni köklü ilim sâ-hiblerinin ibtilâsı imtihanı ta'bîr olunur (Hakk Dîni, IV, 3300-3301).

[371] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bu hadîsi Müslim, "Kitâbu'l-Cennet ve sıfatı naîmihâ"da getirmiştir. Orada hadîsin biraz farklıca rivayetleri de vardır: Müslim Ter., VIII. 374, 40-2849.

[372] Bu âyetin başındaki vâv, isti'nâfiyyedir, yânı bir suâle cevâbdır kî, bu suâl, nü­zul sebebinden bilinebiliyor. Buradaki hadîs gösteriyor ki, bu âyet, Cibril'in o suâle cevâbını hikâyedir. Nüzul sebebi ile âyetin kendi ma'nâsı buna karine ola­bileceği gibi, sûrenin evvelinde "Rûfıana" diye Cibril'in zikri geçmiş olmasın­dan dolayı buna ince bir işaret olmuştur {Hakk Dîni, IV, 3311).

"Önümüzde", âhirette; ""Ardımızda", dünyâda; "İkisinin arasında", nü­zul zamanından kıyamet gününe kadar herşeyİn ilmi Allah'a mahsûstur (Celâ-leyn).

[373] Buradaki bâblar altında getirilen hadîsler, aynı hadîsin bâzı sened ve lafız farkla-rıyle gelen rivayetleridir. Bu, Âs ibn Vâil, Câhiliyet devrinde sayılı zındıklardan İdi. Buna Habbâb'ın verdiği cevâb: "Ben Muhammed'e ebedî küfretmem" de­mektir.

[374] Tâhâ; Allah en bilendir, benzerleri gibi hecâ harflerindendir; "Güzel îsimler"-den yemîn  olduğu söylenmiş,   bâzı lügatlerde "Yâ racul! Behey adam!" de­mek olduğu da rivayet edilmiştir. "Tâ", "Vatae"den emri hâzır, "Hâ", zamîr olarak "bas ona'3 yâhud "çiğne onu" diye Rasûlullah'a hîtâb olunduğu zikre­dilmiştir... (Hakk Dîni, IV, 3318).

[375] "Fe'fee", Selsâl vezninde, tekellümde fâ harfini çok söyleyen pepeyi kimseye denir, yânî ıztırârî fâ İle tekellüme lisânı çok meyilli olur ki, iki harfte bir lisânı fâ harfine çalınır. "el-Fe'fee", Zelzele vezninde, tekellümde fâ harfini çok söy­lemek üzere pepeyî olmak ma'nâsınadır.

Temteme, Zelzele vezninde pepe, pepelikten bir nev'dir ki, kelâmı tâ ve mîm harflerine döndürerek söylemekten ibarettir (Kaamûs Ter.1).

[376] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sen Allah'ın elçilik vermekle seçkin kıldığı ve ken­disi için süzüp seçtiği..." kavlinden alınır. Hadîs, bu senedie Buharı nın Müs­lim'den ayrı olarak rivayet ettiği hadîslerdendir. Bunun Müslim de tarkü senea ve lafızlarla gelmiş birkaç rivayeti vardır: Kader Kitabı, "Adem ile Musa mn birbirlerine karşı hüccet ibraz edip çekişmeleri babı", Müslim Tercemesı, vuı, 126-128 "2652".

[377] Hadîsin başlığa uygunluğunu, ma'nâsından almak mümkindir. Bu hadîsin bir rivayeti Oruç Kitabı, "Âşûrâ orucu bâbı"nda geçmişti

[378] Bu da daha önceki bâbda zikredilen hadîsin başka bir rivayetidir. Başlığa uy­gunluğu "Sen imanları dünyâ zahmetleriyle bedbaht eden zatsın kavimden alın­mak mümkin olur. .

[379] Bu hadîsin bir rivayeti el-İsrâ Sûresi'nin tefsirinde geçmişti. Bu sûrelerin bu va­sıfla tafdîl edilmeleri sebebi, büyük peygamberlerin kıssalarının ve haberlerinin zikrini ihtiva etmeleridir. İşte "Ümîd edebilirsin, Rabb 'in seni Mahmûd maka-amına gönderecektir" (el-İsrâ: 79) tebşîrini veren Benû İsrâîl Sûresi'nden *iBiz seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik" (el-Enbiyâ: 107) tebciline varmış olan el-Enbiyâ Snresi'ne kadar bu beş sûrenin tertibi de bu esas üzeredir... (Hakk Dîni, IV, 3216).

[380] Timsâl, Allah'ın mahlûklarından bir mahlûka benzer olarak konulmuş şeyin is­midir. Bunlar yırtıcı hayvan, kuş ve insan şekillerinde düzülmüş heykellerdi, bun­lara tapıyorlardı.

[381] Hadîs başlıktaki âyeti içine aldığı için, başlıkla hadîs arasındaki uygunluk mey­dandadır. Bu hadîsin bir rivayeti el-Mâide Sûresi'nin aynı âyetinin tefsiri sıra­sında geçmİştİ._ Bundan öncekiyle birlikte âyetin baş kısmı şöyledir: "Allah: Ey Meryem oğlu îsâ, insanlara: Allah 'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz, diyen sen misin? dediği zaman o şöyle dedi: Seni tenzih ederim, hakkım olma­dık bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbette bunu bil-mişsindir. Benim içimde olan herşeyi Sen bilirsin. Ben ise Sen 'in zâtında olanı bilmem. Şübhesiz ki, gayblan hakkıyle bilen Sen 'sin Sen. Ben onlara Sen 'in bana emrettiğinden başkasını söylemedim: Benim de Rabb 'im, sizin de Rabb 'iniz olan Allah'a kulluk edin, dedim..." (el-Mâide: 116-117).

[382] İlkaa, bir nesneyi göz önüne bırakmaktır (Ukyânûs). Bâzı müfessirlerin, Pey-gamber'e vahy veya kıraat esnasında şeytân musallat olup da O'na vesveseler verdiği, O'nu yanılttığı veya yanıltmak istediği yolundaki beyânları tamamen uydurma ve düzme rivayetlere dayanır. Abdulazîz ed-Debbâğ'a göre âyetin me­ali şöyledir: "Biz senden evvel hiçbir rasûl, hiçbir nebî göndermedik kî o, üm­metinin îmân etmesini temenni, arzu ve tergîb ettiği ve buna şiddetli bir hırs gösterdiği zaman, şeytân onun bu dileği hakkında ümmetine ille küfrü teşvîk edici bir fitne, bir vesvese meydana atmış olmasın''. Bu âyet "Sen kendini ade­tâ helak edicisin"(el-Kehf: 6, Yûsuf: 103, Yûnus: 99.) âyetlerinin benzeridir... (el-İbrîz). Âyetteki "Mâ yulkVş-şeytânu'\ "Şeytânın ilkaa edeceği" demektir, "İl­kaa ettiği" demek değildir. Kelime, muzârî'dir. Demek şeytân, rasûl ve nebilere ilkaaâtta bulunmaya muvaffak olamamış, sâdece buna yeltenmiş, fakat Allah onu önlemiştir, Allah en bilendir (Meâl-i Kerîm).

Bu, el-Hacc: 52. âyeti hakkında bir tefsîr özeti:

"Bu âyet, rasûl ile nebî'nin ma'nâlannda fark olduğunu bildirmektedir. Nebî'nin rasûl'den daha umûmî olduğunu ifâde eden bâzı hadîsler de nakledil­mektedir. Şer'î örfte meşhur olduğuna göre, rasûl, kendine vahy olunan ve teb­liğe me'mûr bulunandır. Nebî ise tebliğe me'mûr olsun, olmasın vahy olunan­dır. Binâenaleyh her rasûl, nebîdir; her nebî, rasûl değildir... "Erselnâ" fiilinin taallukuna gelince bunu "Kattettuhâ seyfen ve rumhan " kabilinden olarak "Sen­den evvel başka bir hâlde ne bir rasûl İrsal, ne de bir nebî inbâ etmedik" takdi­rinde anlamak gerekir. "Ancak o hâlde ki, temenni ettiğinde'9 -Temennî'nin esâsı gönlün arzu ettiği şeyi nefis ve hayâlde takdîr ve tasvîr eylemektir. Ve bu­nunla nefiste hâsıl olan surete "Umniyye" veya "Munye" denilir ki, Fransızca "İdeal" ta'bîr olunur... Şu hâlde "Temenni", bir umniyye beslemek, bir mef­kure kurmak demek olur. İdealistler bütün hakîkatin aslı "Ene "de olduğunu farzettiklerinden, nefsin "Munye"sini her hakîkatin menşei gibi farzederler ve muvaffak olmuş büyük adamları hep idealist telâkkî eylerler. Bununla Ulûhi-yet ve Nübüvet mes'elesini de hallettiklerine zâhib olarak, Peygamber'i bir ide­âl kurmuş, bir zaman programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik da'vâsıyle ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler. Fakat Kur'ân, bil­hassa bu âyet ile anlatıyor ki, Nübüvvet ve Risâlet bir "Umniyye" işi değildir. ' 'O kendi hevâsından söylemez. O, kendisine vahy olunan bir vahiyden başkası değildir" (en-Necm: 3) olan Peygambere temennî yakışmaz. Çünkü vahy, tama men Hakk'ın emridir. "Umniyye"yt şeytân karışır. Başkaları şöyle dursun, nebî ve rasûl bile beşer olmaları bakımından temennide bulunduğu vakit, umniyye-sine şeytân ilkaât yapar, hakk olmayan şübheler karıştırır. Demek ki, Peygam-ber'in ismeti, yakîni, vahy haysiyetiyledir. Yoksa ictihâdıyle hareket ettiği zaman hatâ mümkindir. "Fe-yensahullahu mâ yılkı'ş-şeytânu = Onun üzerine Allah, şeytânın ilkaasını nesheder, izâle eder". "Summe yukımullahu âyâtihi = Son­ra da Allah o âyetlerini muhkemleştirir", hiçbir veçhile reddi kaabil olmaya­cak, hatâ ihtimâli bulunmayacak surette kuvvetleştirir. Burada "Summe", zamanda değil, rütbede terâhî içindir. Çünkü ihkâm, nesihten a'lâ mertebede­dir... (Hakk Dîni, IV, 3412-3416).

Müteâkib âyet şöyledir: "(Allah'ın buna müsâade buyurması) şeytânın mey­dana atacağı fitneyi kalblerinde bir maraz bulunanlara, yürekleri katı olanlara bir imtihan (vesilesi) yapmak içindir. Hiç şübhe yok ki, o zâlimler uzak bir ayrı­lık içindedirler. Bir de bu, kendilerine ilim verilenlerin, onun (Kur'ân'm) mu­hakkak Rabb 'inden gelen bir gerçek olduğunu bilip de ona tam îmân etmeleri ve kalblerinde tam bir itmi'nân hâsıl olması içindir. Şübhesiz ki, Allah (o suret­le) îmân edenleri doğru yola iletir" (Âyet: 53-54).

[383] Hadîsin başlıktaki âyetle ilgisi meydandadır. Bunun biraz takdim te'hîrli bir ri­vayeti Peygamberler Kitabı, "Ye'cûc ve Me'cûc kıssası bâbı"nda geçmişti. Bu­radaki rivayetin sonunda isimleri verilen üç râvî de bu hadîsi yine el-A'meş'ten, aynı metinle riayet etmişler, yalnız "S«ftâr<5"lafzmı, diğer bir cemi' olan "Sekrâ" şeklinde getirmişlerdir. Bu kelimelerin ikisi de cemi' olup ma'nâda hiçbir fark yoktur.

[384] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır. Bu, Buhârî'nin Müslim'den ayrı olarak ri­vayet ettiği hadîslerdendir.

"İnsanlardan kimi de Allah'a yalnız bir taraftan ibâdet eder"; bu, can ve gönülden değil de, bir kenardan, bir husûsî maksad için dindarlık eder veya dil ucuyla müslümân olur, demektir. Başlık içinde gelen tefsirde "Alâ harfin", "Alâ şekkin" yânî "Şekk üzere" ibâdet eder denildiği gibi, tereddüdlü, şübheli bir dindarlık yapar denmiş olmaktadır. Bunun nüzul sebebinde bir rivayete göre kalbleri İslâm'a alıştırılanlardan Uyeyne ibn Bedr, Akra' ibn Habis, Abbâs ibn Mırdâs birbirlerine: Muhammed'in dînine gireriz, eğer bize bir hayır isabet ederse hakk tanırız, yoksa bâtıl tanırız, demişlerdi.

[385] Hadîslerin başlığa uygunlukları meydandadır. Kays ibn Ubâd'm ifâdesi de bu âyetin İslâm'ın ilk harbinin ilk mübârizleri hakkında indiğini bildirmektedir.

Ebû Zerr hadîsinin bir rivayeti Mağâzî Kitâbı'nda, "Bedir gazvesi bâbı"n-da da geçmişti.

Bedir'dekİ ilk muharebe, münferid mübâreze hâlinde başlamış ve Kureyş ordusunun başkumandanı Utbe ibn Rabîa, kardeşi Şeybe ile oğlu Velîd'i yanı­na alarak meydana atılmış ve Hâşim oğullan'ndan cenkçi istemişti. Bunlara Alî, Hamza, Ubeyde ibn Haris (R) karşı çıkmışlardır. Alî, Velîd'i; Hamza, Şeybe'yi tepelemiş, fakat Ubeyde ile Utbe birbirlerini yaralamışlardır. Alî ile Hamza ye^ tişip Utbe'yi de öldürmüşlerdir. İşte Ebû Zerr Gıfârî, imanlılarla imansızları temsîl eden bu iki zümrenin hâlini anlatan "Şu ikisi Rabb Heri hakkında muhakemeye durmuş iki hasımdırlar" âyetinin, isimlerini saydığı kimseler hakkında indiğini kesin bir İfâde ile haber vermiştir.

imanlılarla îmânsızlar arasındaki bu hakk ve bâtıl mücâdelesi tâ Âdem Pey-gamber'den beri bütün insanlık târihinde süregelmiş ve kıyamete kadar da ardı arası kesilmeden devam edecektir. Hakk Taâlâ bizleri "Kelimetu'İlahı en üstün kılma yolundaki" bu devamlı mücâhede ve mücâdelede imanlılar saffında ya­şamak, imanlılar saffında ölmek ve imanlılar saffında tekrar dirilip cennette ebedî ve sonsuz ni'metlere nail olmak nasîb eylesin! Âmîn.

[386] Bundan sonraki âyetler şöyledir: "Sonra onu sarp ve metin bir karargâhda bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik, derken o kan pıhtı­sını bir çiğnem et yaptık, o bir çiğnem eti de kemiklere kalbettik de o kemiklere de et giydirdik. BiVâhare onu başka yaratılışla inşâ ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın şâm ne yücedir! Sonra siz bunun arkasından hiç şübhesiz ki ölüler olacaksınız. Sonra siz kıyamet gününde muhakkak diriltilip kaldıralacak-Sinız" (Âyet: 12-16).

Sülâle kelimesi Seli masdarından alınmıştır. Seli, birşeyi birşeyden rıfk ve mülâyemetle sıyırıp çıkarmak demektir. Nitekim lisânımızda da ma'rûf olduğu üzere kılıcı kınından sıyırıp çekmeye "Selli seyf" ta'bîr olunur. Böylece "Fuâle" veznindeki isimler, titredikleri fiile nazaran bazen gaye olurlar,Hulâsa gibi ki, Sülâle bu kabildendir. Bazen de olmazlar "Kulâme", "Kun'ase" gibi... Şu hâlde birşeyin sülâlesi, o şeyden sıyrılıp çıkarılan bir netîce demek olur. Evlâd ve zür-riyete de Sülâle denilmesi bu ma'nâ İledir. Bu münâsebetle Sülâle ta'bîrinden bir silsile anlamı da tahayyül ederiz. Lâkin esâsında bu anlam şart değildir. Çünkü Sülâle, asim değil, ondan çıkarılan hulâsanın ismidir. İşte insan yaratılma mer­tebelerinde evvelâ böyle çamurdan sıyrılıp çıkarılmış bir Sülâle'den yaratılmış­tır ki, bu mertebe, ilk insan olan Âdem'in halk olunduğu ve binâenaleyh insan cinsinin, insan uzviyetinin ilk başladığı mertebe olmakla hiçbir insan tohumu ile sebkat edilmiş değildir.. {Hakk Dîni, IV, 3430-3437).

Yüce Allah bu âyetlerde insanın varlık âlemine çıkış, yaşayış ve âhirete ge­çiş merhalelerini dokuz safha hâlinde özetlemiştir.

[387] Ebû Zerr'in nüshasında burada birkaç kelimelik bîr ziyâde ve şerhleri daha var­dır. Nitekim bunlar, Sultân Abdülhamîd'in nüshasında da haşiyeye konulmuş­tur. Aynî bu ziyâdeyi yazmadığı için, biz de terkettik

[388] Hulâsa, Kur'ân, "Toplamak" ma'nâsma olan "Karae" kökünden türemişi "Tilâvet etmek" ma'nâsına olan "Karae"den değil (Kastallânî).

[389] Ebû Zerr'in rivayet ettiği nüshada burada birkaç kelime ve şerhleri daha vardır. Nitekim bunter Sultân Abdülhamîd Hân'ın bastırdığı nüshanın haşiyesinde de vardır. Aynî, bu ziyâdeleri yazmadığı için, biz de bu sebeble onları terkettik.

[390] Başlıktaki âyete göre, ilk Önce koca, dört kerre arka arkaya hâkimin huzurun­da karısına işaret ederek: Karıma zina isnâd etmekte ben muhakkak doğru söy­leyenlerdenim vallahi! diye yemîn eder. Beşincide de: Eğer ben yalancılardan isem, Allah'ın la'neti üzerime olsun! der. Bunun üzerine kadın kalkar ve koca­sına işaret ederek dört defa: Allah adına yemîn ederim ki, şu kocam bana zina isnadında yalancılardandır, der. Beşincide de: Eğer $u adam bana zina isnadın­da doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gadabı üzerime olsun! der.

[391] Bu çocuk ile anası arasındaki hususta icmâ'dır. Keza çocuk ile anası tarafından olan pay sahihleri arasında da böyledir... (Aynî).

[392] Hadîsin başlığa uygunluğu, içinde zikredilen âyetten alınır. Hadîs, aynı isnâd ve metinle kısmen Şehâdet Kitâbı'nda, "Bir kimse birşey İddia ettiği yâhud zina isnâd eylediği zaman beyyine araması lâzım gelir bâbı"ııda da geçmişti.

'Şerîk ibn Sehmâ, bu Sehmâ Şerîk'in anasının ismidir, babası Abde el-Aclânî'dir. Bu Abde ise Âsim ibn Adiyy'in amcası oğludur. Hilâl ibn Umeyye'-nin karısı da Âsim ibn Adiyy'in kızıdır.

Meclisîe bulunanların kadına yaptıkları hatırlatma ve bundan önce de Pey gamber'in: La'netleşme yemininden dönecek var mı? suâli, kadının yalan yere yemîn etmesini önlemek içindir.

Dâvûdî: Bu hadîslerde haber verilen iki vakıa bir zamanda vuku' bulmuş ve âyet de ikisi hakkında inmiş bulunması muhtemeldir, dedi. Nevevî de, âyetin iki vakıa hakkında indiğini, fakat Hilâl'in la'netlemesinin Önce vâki' olması ih­timâlinin ziyâde olduğunu söyledi. Cumhur Ia'netleşmenin hükmü, la'netİeşme ile veya hâkimin ayirmasıyle karı-kocanın ayrılacağı şeklinde olduğunda ittifak etmişlerdir. Çok ağır bir şehâdet ve yemin olan bu Ia'netleşmenin karı-kocaya sabit olan fâidesi, kocanın zina iftirası atma cezası olan seksen deynekten kur-tulmasıdır. Nitekim Hilâl ibn Umeyye, Peygamber'e: Allah, arkamı deynekle-me cezasından kurtaracak bir vahy indirecektir, demişti. Aynı zamanda kadının da kirlettiği aile namusunu temizlemesidir. Kadın la'netleşme İle, zina cezasın­dan kurtulmuş olur.

Bu hadîslerde zinâkâr olarak zikredilen, fakat adı açıkça söylenmeyen ka­dının adı, Havle olduğu, ancak birinci hadîsteki en sahih kavle göre Havle bin-tu Kays olup, bu hadîsteki Havle bintu Âsim olduğu, Buhâri ve Müslim dışındaki kitâblarda belirtilmiştir. Şerik ibn Sehmâ da her iki vak'anın zinâcı erkeği oldu­ğu, bu hadîslerde açıkça bilinmiş oluyor... (Aynî).

[393] Hadîsin başlığa uygunluğu "Rasûlullah o kan-kocayı Allah'ın buyurduğu gibi la'netleştirdi" sözünden alınır. Bu hadîste geçen adam da yine önceki hadîste geçen Uveymir ei-Aclânî'dir. Bu hadîste çocuğun nefyedilmesi hükmü ziyâde olmuştur. Rasûlullah yukanki hadîste de geçtiği gibi, la'netleşen karı-koca ara­sını ayırmıştır, yânî kesin olarak boşamakla hükmetmiştir. Birçok müctehidler, la'netleşme İle veya hâkimin ayırması ile, karı-koca ayrılığının meydana gelece­ğinde ittifak etmişlerdir. Ebû Hanîfe ise bu hadîse tutunarak ayrılığın la'netleş­me ile değil, hâkimin ayırma hükmüyle vukua geleceğini îercîh etmiştir. Yine Ebû Hanîfe, hâkimin hükmü ile ayrıldıktan sonra, bu karı-koca birbirlerine ebedî haram olurlar, demiştir.

[394] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır.

Ifk, aslı ve esâsından çevrilmiş, hakikati tahrîf edilmiş söz, yânî yalan, iftİ-râ, bühtan demektir.

Bühtan da ansızın atılıp insanı şaşırtan, donduran büyük iftira demektir. Hz. Âişe annemize bu zina iftirasını atan ve bunun yayılmasına sebeb olan kişi, kendisinin bu hadîste bildirdiği gibi, Medîne'deki münafıkların başkanı bulu­nan Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl idi. Selûl, onun anasının adıdır.

[395] Safvân ibn Muattal, Selemli'dir, Zekvân'da ikaamet etmiştir. Ebû Amr künye­si ile meşhurdur. Kıdemli ve faziletli sahâbîlerdendir. Birçok gazvelerle hazır bu­lunmuştur. Onyedinci hicret yılında Ermenistan fethinde şehîd olmuştur.

[396] Berîre'nin bu samîmi ve safça şehâdetini Taberânî şu tafsil ile rivayet etmiştir:

Berîre: Ben Âişe'nin hizmetinde bulunduğum zamanlarda kusur sayılacak bir hareketini görmedim. Yalnız ben bir kerre hamur yoğurmuştum. Kendisine şu hamuru gözetle de ben bunu pişirmek için ateş yakayım, dedim. Ben gittim, sonra Âişe gaflet etmiş, besi koyunu gelip hamuru i'yemişti, demiştir.

[397] Sa'd ibn Muâz, Evs kabîlesinin büyüğüdür. Evsîler de Neccâr oğullan'ndandır. Sa'd, hicretten evvel Mus'ab ibn Umeyr Medine'ye geldiği zaman müslümân olmuş kıdemli sahâbîlerdendir. Bedir ve Uhud gazalarında bulunmuş, Hendek harbinde aldığı bir ok yarası sebebiyle bir müddet sonra kan kaybından şehîd olmuştur. Rasûlullah'a karşı bu konuşmayı yapan sahâbînin bir başkası veya Useyd ibn Hudayr olduğu hakkında da rivayetler vardır...

[398] Sa'd ibn Ubâde, Akabe Bey'atı'nda bulunmuş ilk sahâbîlerdendir. Gazvelerde Hazrec kabîlesinin sancağını taşırdı. Hz. Âişe'nin şehâdetî veçhile bu hâdise­den evvel iyi bir kimse idi. Fakat Câhiliyet devrinden beri Arablar arasında ka­bile gayreti hüküm sürdüğünden, Sa'd ibn Ubâde de Hazrecliler'i ve bu arada İbnu Ubeyy gibi azgın bir münâfıkı müdâfaa edeyim derken haktan sapıyordu. Dikkate değer ki, bu İbnu Ubâde, Peygamber'in vefatı üzerine Ebû Bekr'e bey'at etmekten çekinerek Şâm tarafına gitmiş ve onbeşinci hicret yılında Havrân'da vefat etmiştir.

[399] Useyd ibn Hudayr, Akabe Bey'ati'nda bulunmuş kıdemli sahâbîlerdendir. Bedir ve sonraki gazvelerin hepsine katılmıştır. Hz. Umer'in halifeliği zamanında yir­minci hicret yılında Medine'de vefat etmiş, namazını Umer kıldırmıştır. Tâbu­tu Bakî' kabristanına götürülürken bizzat Halîfe de tâbutun bir kolunu omuzla­mak suretiyle ihtiram etmiştir.

[400] Buhârî bu hadîsi uzun ve kısa metinlerle Sahîh'mm birçok yerlerinde getirmiş­tir: Bir metin Şehâdetler Kitâbı'nda da geçmişti. Müslim de Tevbe Kitâbı'nda getirmiştir: Müslim Ter., VIII, 279-291.

Uzun bir metin ile İfâde edilen bu mühim hadîsten pekçok hükümler ve fâideler çıkarılmıştır. Bunlar selîm akıl sâhiblerince zekâları nisbetinde metin­den anlaşılıp çıkarılabilir.

[401] Hz. Âişe'nin bu kıraatine göre ma'nâ: "Siz ona dillerinizle yalan söylüyordunuz" demek olur. Bunun fiili "Yalan söylemek'1 ma'nâsına "Velaka, Yeliku, Velkan"dır.

[402] Hadîsin başlığa uygunluğu "Senin hüccetin semâdan İndi" sözünden alınır. İbn Abbâs için izin istemeye aracı olan kimse, Âişe'nin âzâdlısı Zekvân'dır. Âişe' ye hitaben "İzin isteyen Rasûlullah'm amcası oğludur..." sözlerini söyleyen, Âişe'nin erkek kardeşinin oğlu Abdullah ibn Abdirrahmân'dır. Ahmed ibn Han-bel'in rivayetinde böyledir.

Bundan sonraki hadîs, başka yoldan gelen rivayettir.

''Nisyen mensiyyen " sözü Hz. Meryem tarafından söylenmişti: "... Keski bundan evvel öteydim, unutulup gideydim" (Meryem: 23).

[403] Hadîsin başlığa uygunluğu "Hassan için izin veriyor musun?" sözünden alınır, bu düşünmekle anlaşılır. Âişe'nin Hassân'a: Lâkin sen böyle değilsin, demesi, sen iffetli kadınların etlerinden aç olarak sabahlamadın demektir ki, bu söz Has-sân'ın, iftira kıssası vâki' olduğu zaman Âişe'ye gıybet ettiğine bir işarettir. Hassân'ın beytindeki "O iffetli kadınların etlerinden yemez", "O, iffetli kadınlara gıybet etmez" demektir. Eğer gıybet eder olaydı, elbette onların etle­rinden yiyici olacaktı. Bu bir istiaredir. Bunda Yüce Allah'ın gıybetçi hakkın­daki şu kavline telmîh vardır: "Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi arzu eder mi?" (el-Hucurât: 12).

[404] Bu da geçen hadîsin başka bir tarîkidir.

Hassan ibn Sabit münafık değildir, o gıybetten tevbe ettiğinde de söz yok­tur. Nitekim haddeden sonra İsnâd ettiği şu beyitlerle tebrîesini arzetmişti:

(İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI,102-103).

Elmahh Muhammed Hamdî Yazır da Hakk Dîni, IV, 3493'de müfessir Ebû Hayyân'dan bu beyitleri bir iki takdim te'hîrli olarak nakletmiştir.

[405] Yânı o kadar şiddetli bir dehşete düştüm ki, beni kaplayan gammın şiddetinden dolayı evimden çıkmış olduğum işimi bilemez oldum. Hâlbuki Âişe hacetini ye­rine getirmiş bulunuyordu..Nitekim böyle olduğu daha önceki hadîste geçmişti.

[406] Bu, Ifk kıssası hakkında diğer bir yoldan gelen rivayettir. Bunu kısaca Müslim de Tevbe Kitâbı'nda getirmiştir.

Bu iftirayı ilk defa Abdullah ibn Ubeyy ortaya atmış, ilk evvel o tasrîh et­miş ve halk arasında yaymış idi. Kurnaz münafıklar cinaslı lâkırdılarla mü'minleri gizliden gizliye heyecana getirmeye çalışmış ve bu yaygaraya aldanan şâir Has­san ve fakîr Mistah gibi bir iki sâdedil de o Ubeyy oğlu'nun tasrîhine kapılıp iftira cezasına müstehıkk olmuşlardı. Nitekim Mıstah, Hassan, Hamne hakla­rında iftira cezası icra edildi ve Safvân bir kılıç darbesiyle Hassân'a vurup bir gözünü söndürdü (Hakk Dîni, IV, 3490).

Ubeyy oğlu'nun yaptığı kötülüklerin en büyüğü, Peygamber'in ismet harî-mini lekelemek istemesidir. Bu cür'etle bâzı müslümânlan da kandırmağa mu­vaffak olmuştu. Hz. Umer'in içtihadı veçhile kafası koparılmak lâzım gelirken, Peygamber'İn İhtiyat ve basireti buna mâni' oldu. Ve hakîkaten onun katli, Me-dîne halkının ehemmiyetli bir kısmını oluşturan kabilesinin kırgınlığım çekerek üzücü bir hâdisenin meydana gelmesine sebeb olabilirdi. Peygamber'in ırzı ile oynamak ve İslâmiyet'i can evinden vurmak istediği hâlde, Peygamber'in bu hârika ileri görüşlülüğü ve tedbîri, her asırda azılı İslâm düşmanlarının oyunla­rına düşmemek hususunda müstakbel İslâm mücâhidlerine ölümsüz bir tedbîr örneğidir...

[407] Âyetin baş tarafı şöyledir: "Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zînetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna. Baş örtülerini yakalarının üstünü kapayacak surette koysunlar... " Yânî: Başlarını, saçlarım, kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, sinelerini açık tutmayıp bu suretle sımsıkı örtünsünler ve o hâlde bu emri îfâ edebilecek baş örtüsü kullansınlar. Müfessirlerin nakline göre Câhiliye kadınları da hiç baş örtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bı­rakırlar, yakaları önden açılır, gerdanları ve gerdanlıkları açılırdı, zînetleri gö­rünürdü. Demek ki son zamanlarda asrîlik sayılan gerdan açıcılık böyle eski bir câhiliyet âdeti idi. İslâm böyle açıklığı nehyedip baş örtülerinin yakalar üzerine vurulmasını emr ile, örtünmeyi farz kılmıştır. Görülüyor ki, bu emirde örtün­menin yalnız vücûbu değil, husûsî bir sureti de gösterilmiştir ki, kadın edeb ve nezâhetinin en gönül oturtucu ifâdesi bundadır. Görülüyor ki bu emir, hâne dı­şında ve dâhilinde diye kayıdlanmamıştır... (Hakk Dîni, IV, 3505-3506).

[408] Bu da yukarıki hadîsin diğer bir yoldan rivayetidir.

[409] Yânı güneş olmasaydı gölge bilinmezdi, nûr olmasaydı karanlık bilinmezdi; eş­ya zıdlan ile bilinir.

[410] Buhârî bu el-Hâkkaa âyetini âdeti üzere 'JAtevJ' fiilinden dolayı istidrâd olarak getirmiştir. Hüzzâm ile rüzgâr hâzinleri'kasdedilmiştir ki, bunlar rüzgârlardan herbirini muhakkak Allah'ın izni ile ve belli bir mikdâr ile salıverirler (Aynî).

[411] Hadîsin sonundaki Katâde'nin sözü, hadîs içindeki "... Değil midir?" sorusu­nu tasdîk edici bir cevâb olarak söylenmiştir.

[412] Hadîs burada iki senedle getirilmiştir. Hadîsin bir rivayeti "£>> insanlar, sakın Allah'a -O'nun eşsiz olduğunu bilip dururken- O'na benzerler uydurmayınız" (el-Bakara: 22) âyetinin tefsiri babında geçmişti

[413] Çünkü bu en-Nİsâ: 93- âyetinde tevbe edenin müstesna kılınması yoktur.

[414] Bu da Öncekinin başka yoldan gelen bir rivayetidir. Bunların birer rivayeti en-Nisâ Sûresi tefsirinde de geçmişti.

[415] İbn Abbâs, el-Furkaan âyetinin İslâm'ı tanıdıktan sonra bilerek öldüren kaatil-le ügili olduğunu ve onun tevbesi olmadığını, en-Nisâ âyetinin ise Câhiliyet dev­ri müşrikleriyle İlgili olduğunu ifâde etmiştir. İbn Abbâs'tan meşhur olan görüş budur. Fakat selef âlimlerinin cumhuru ve bütün sünnet ehli âlimleri bu konu­da gelenleri ağırlaştırmaya ve tehdide hamletmişler ve diğer günahkârlar gibi, kaatilin de tevbesinin sahîh olduğunu söylemişlerdir (Aynî).

[416] Bu iki başlık altındaki hadîsler.daha önceki hadîslerin başka yoldan rivayetleri­dir.

[417] Buhârî bu hadîsi Sahîh'inm birçok yerinde değişik senedlerle getirmiştir. Bu­nun bir rivayeti Yağmur Duası Kitâbı'nda geçmişti. İbn Mes'ûd burada kıyâmetten evvel meydana geleceği bir hadîste bildirilen on hâdiseden beş tanesinin vukua gelmiş olduğunu söylemiştir. Bu tefsire göre bu âyetteki "Lizâmen", Ku-reyş ileri gelenlerinden yetmişinin Bedir'de esîr edilmesidir.

Hadîsin daha önce geçtiği yerlerde açıklandığı üzere Duman, Mekke'de mey­dana gelen kıtlık yılında açlıktan herkesin gözlerine bir fersizlik gelip herşeyi dumanlanmış hâlde görmeleridir. Batşe, Bedir'de yetmiş müşrik ileri geleninin öldürülmeleridir. Kamer, ayın.ikiye ayrılmasıdır. Rûm da Bizanshlar'ın İrânh-lar'a gâlib gelmeleridir.

[418] Eyke, ağaçları sık ve birbirine örülmüş koruluk ve orman demektir. Burada mak-sad Medyen'in yakınında bulunan ağaçlık ve sulak bir büktür. Burada bir ka­vim sakindi. Allah Şuayb Peygamber'i bunlara da me'mûr etti, kendisi o kavimden değildi (Beydâvî, Celöleyn).   .

[419] Onlara çok yakıcı bir sıcak isabet etmişti. Bodrumlara, izbelere sığındılar, ora­ları daha sıcak olduğu İçin yine durmayıp dışarı çıktılar. Bu sn. da bir bulut peyda oldu. Altında toplanınca buluttan yağan ateş hepsini yakıp helak etti (Beydâvî, Medârik, Ceİâleyn, Hâzin)

[420] Herbirinin arasında esbâtın sayısınca kupkuru birer yol açılmak suretiyle oniki parçaya bölündü (Beydâvî, Medârik, Celâleyri).

[421] Bu, İbrâhîm Peygamber'in kavmiyle yaptığı suâl-cevâb münâkaşası ardından, Rabb'ini onlara tanıtması akabinden ettiği duâcümlesindendir. Bunun tamâmı Kur'ân metninden ve mealden okunmalıdır: Âyet: 69-89

[422] Başlığa uygunluğu, başlık ile ondan önceki "Babamı da mağfiret eyle, çün­kü o sapıklardandır" (Âyet: 86) kavlinin İbrahim'in suâli ve babasını zikredilen tozlu vaziyette görmesi kıssası hakkında olması yönündendir. Hadîsin sonunda "Gabere"nin "Katara" ile tefsirini Buhârî, Ebû Ubeyde'den nakletmiştir. Çünkü "...Onlarınyüzlerine ne bir toz (karalık) bulaşır, ne de bir horluk kaplar. On­lar cennetin yaranıdırlar ki, kendileri onun içinde ebedîkalıcıdırlar'''' (Yûnus: 26) âyetinde de böyle tefsir etmişti.

[423] Bu aynı hadîsin diğer bir yoldan rivayetidir. Bunun daha geniş bir rivayeti Pey­gamberler Kitâbı'nda geçmişti.     

Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde İbrâhîm, babası Âzer ile -Azer'in yüzü simsiyah toz toprak içinde- karşılaşacaktır. İbrâhîm babasına:

  Ben sana (dünyâda) bana âsî olma demedim mi? diyecek. Babası da ona:

  İşte bu gün sana âsî olmayacağım, diye cevâb verecek. Bunun üzerine İbrâhîm:

  Yâ Rabb! Sen bana insan/ar diriltilecekler'! gün beni rezîl etmeyeceğini va'd etmiştin. Şimdi Allah'ın rahmetinden çok uzak olan babamın vaziyetin­den daha çok âr ve utanmayı gerektirecek hangi riisvâylik olabilir? diyecektir.

-   Allah da:                                                                                                              

— (Yâ İbrâhîm!) Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır, buyuracak... "

[424] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır.

Peygamber Kureyş soylarını birer birer böyle nida edip çağırmış ve pey­gamberliğini onlara resmen bu şekilde duyurmuştur. Çünkü bu dînî bir akid-dir, emirdir... Peygamber'in bu hitabesi umûmî bir muhalefetle karşılanmamıştı, çünkü bu en yakın hısımlardan meydana gelen bir soy toplantısı idi. Hidâyete erenler îmân edebilirlerdi, etmeyenler hakkında zorlama yapacak bir yetki ve kuvvet yoktu. Bu toplantıda yalnız amcası Ebû Leheb'in metinde bildirilen i'ti-râzı olmuş, Peygamber'e çirkin sözler söylemiş, bu sebeble hakkında ayrıca bir sûre inip helak olduğu bildirilmiştir. Hakîkaten Bedir'den sonra bir çıban sebe­biyle helak olup gitmiştir. Kıyamete kadar gelecek olan Ebû Leheb zihniyetliler de onun şahsında la'net edilip duracaktır..

[425] Bu toplantının vukuu zamanı Nişâbûrî tefsirinde İbn Abbâs'tan, Peygamberli­ğin üçüncü senesidir, diye rivayet edilmiştir. O zamana kadar peygamberliğini gizli tutuyordu. Mahdûd sahâbîleriyle namaz kılıyor, ibâdet ediyordu. Beşinci olarak müslümân olan Ebû Zerr el-Gıfârî'yi, Alî'nin nasıl bir dikkat ve ehem­miyet verişle gizlice Peygamber'in huzuruna götürdüğü, yerinde geçmişti.

Taberânî'nin Ebû Umâme'den gelen rivayetinde bu da'vet ve toplantının tekrar ettiği bildirilmiştir. Bu rivayete göre Peygamber Hâşim oğulları'nı ve ka­dınlarını ve kendi Beyt ehlini toplamıştır. Bunlar arasında Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme de hazır bulunmuştur. Bu toplantıda da Peygamber bir hutbe okumuş­tur, îbn Hacer: Bu rivayet sabit olduğuna göre, toplantının birden fazla oldu­ğunu ve ikinci toplanmanın Medine'de vâki' olduğunu kabul etmek gerekir. Çün­kü Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme'nin Peygamber'in ailesine girmeleri Medine'dedir, demiştir.

[426] es-Sarh, gerek köşk olsun, gerek arsa olsun, tavansız, açık bir yer demektir. "Tas­rîh "ten alınmadır (Şeyhzâde).

Rivayete göre Süleyman Peygamber, Yemen Melikesi Belkıs gelmezden ev­vel emretmiş, îam onun yolu üzerine bir köşk bina etmiş, bembeyaz sırçadan bir avlu yapılmış, onun altından su akıtılmış, suyun içine balık ve şâire konmuş, Süleyman Peygamber'in tahtı tam bunun ortasına yerleştirilmiş, kendisi de üs­tüne oturmuştu (Beydâvî, Râzî, Medârik).

[427] Belkîs bintu Şerâhîl ibn Mâlik ibn Reyyân. Babası Yemen kıt'ası hükümdarı idi. Belkîs'ten başka çocuğu yoktu. Onun için Belkîs kuvvetle hükümdarlığı elde et­mişti. O ve kavmi mecûsî idiler, güneşe taparlardı. Belkîs, hükümdarların muh-tâc  oldukları  bütün  malzeme ve mühimmata mâlikti  (Beydâvî,  Medârik, Ce/öleyn).

[428] Bu âyetle ilgili bir tefsir özeti şöyledir:

"Bizim kanâatimizce bu âyet, hâlihazırın her dem kevn ü fesadım göstere­rek kıyamet ve ba'si tasavvur ettirmek için bir nevi' istidlal sadedinde sevkolun-muştur. "Fe hıye temurru merre's-sehâb", dağların haddizatında seyyâl gaz­lardan mürekkeb olup zerrelerinde bulut buharlaşır gibi kevn ve fesâd, kim­yevî tahavvüller iîe her dem yeni bir yaratma cereyan edip durduğunu ve bu sû retle kütlelerinin de tek pare bir hacimde sabit kalmayıp her lâhza başkalaşma ve dağılma üzere bulunduğunu ve binâenaleyh âlemin en sabit görünen şeyleri bile böyle her dem inkılâb İle kıyamete doğru gittiğini ve şu hâlde günün birinde bir nefh ile o koca dağların yerinden bütün kütleleriyle yürütülüp Arz'ın başka bir Arz'a tebdil olunabileceğini anlatıyor. Hem bu gidişin nizamsız bir ihtilâl ile mücerred tahrîb için değil, bulutun rahmete gidişi gibi hikmet ve intizâm ile daha yüksek bir hayâta geçirmek için olduğuna İşaret de eyliyor..." (Hakk Dî­ni, V, 3709-3710).

[429] Süleyman Peygamber'in bütün insanlara örnek oiacak bu çok güzel duası, bü­tün olgun insanların dâima söyleyip okumaları gereken bir duâ olmak üzere de aynca Allah tarafından tavsiye edilmiştir:

"... Ey Rabb Hm, gerek beni, gerek ana ve babamı ni'metlendirdiğine şük­retmemi, Sen 'in razı olacağın iyi amel(ve hareketler)^ bulunmamı bana ilham et. Zürriyetim hakkında da benim için salâh nasîb et. Şübhesİz ben Sana dön­düm. Şübhesiz ben Sana teslim olanlardanım" (el-Ahkaaf: 15)

[430] O'nun yüzünden başka herşey helak olucudur, -yânî O'nun zâtından başka her­şey, her mevcûd haddizatında ma'dûm (yok) demektir. Çünkü O'ndan başkası­nın vücûdu zatî değil, Vâcibu Taâlâ'ya dayama olduğundan her ân yokluğu kaabil ve fenaya hazırlanmış olmakla, haddizatında yok demektir veya yok ola­caktır. Ancak, O, zâtında Hayy ve Kayyûm, Vâcibu'1-Vucûd'dur. Çoğunun tercîh ettiği ma'nâ budur. Diğer bir ma'nâya göre; Vech, kasd ve teveccüh olunan ci­het ma'nâsına olarak, O'nun yüzünden, yânî O'nun rızâsı kasdolunan cihetten mâada herşey helaktedir demek olur ki, âhiret ni'metlerinin fânî olmadığını an­latır. Bir de herşeyin Allah'a muzâf olan vechi, ilâhî ilimdeki hakîkî sureti de­mek olur ki, herşeyin Allah'a rücû'u bununladır. "Hüküm O'nun ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz" İşte bütün kıssaların âhiri işbu "Ancak O'na döndürüleceksiniz" hükmüdür. Kimin haddinedir ki, bu hükme boyun eğme­sin (Hakk Dîni, V, 3759-3760).

[431] Yânî cevâbdan, hüccetten, her türlü haberden âciz ve mahrum kalmışlardır (Meâârik).

[432] Burada hidâyetten murâd, sâde kaviî delâlet değil, bi'l-fül ulaştırmaktır. O'nun1 için "Şübhesiz ki sen herhalde dosdoğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun" (eş-Şûrâ:52) âyetine aykırı olmaz. Bu âyet, önüne ve arkasına nazaran Rasûlullah'ı tesliyedir. Çünkü en evvel merhamete lâyık görülerek uyardığı, İslâm'ına çok istekli olduğu kavminin, yakından sevdiği hemşehrilerinin, hısımlarının gelen hakka îmân etmeyip, bulundukları hâlde ısrar etmeleri, Kur'ân'i işitir işitmez "Biz buna îmân ettik, biz evvelinden müslümân idik" diyen yabancıların aksi­ne olarak risâletin feyzinden mahrum kalmaları kendisini mahzun etmişti (Hctkk Dîni, V, 3747-3748).

[433] Buhârî, âdeti üzere burada yine bâzı lafız ve terkîbterin tefsirlerini nakletmektedir.

[434] Bu âyet şöyle de tercüme edilmiştir: "Herhalde sana bu Kur'ân'ı farz kılan Al­lah, elbette seni bir maâde kadar geri getirecektir"

Bu âyet, Mekke'den hicret sırasında Cuhfe'de indiğine göre, "Maâd", "Mevt"; "Red"den murâd Mekke'ye iadedir. Yânî âhirete göçmeden evvel se­ni bu çıktığın mahalle geri getirecek, Mekke'yi fethedecektir (Hakk Dîni, V, 3759).

[435] "Fe-Ie-ya'lemenne'ltâhu": Fahruddîn er-Râzî der ki: "Müfessirler zannettiler ki, bu âyetin zahiri üzre hamli Allah'ın ilminin yenilenmesini gerektirir. Hâlbu­ki Allah,- sâdıka ve kâzibe imtihandan evvel âlim iken, imtihan sırasında bile­cek demek nasıl mümkün olur diye bunu gösterecek, izhâr edecek, ayırdedecek ma'nâlanna hamleylediler. Biz de deriz ki: Âyet olduğu gibi zahirine hamledil-miştir, çünkü Allah'ın ilmi bir sıfattır ki, O'nda vâki', vâki' olduğu gibi zuhur eder. Meselâ tekliften evvel Allah bilir ki, Zeyd itaat edecek, Amr da isyan ede­cek, sonra teklif vaktinde de bilir ki o mutî', beriki âsî, yapıldıktan sonra da bilir ki o itaat etti, o isyan eyledi; ahvâlden hiçbirinde O'nun ilmi tegayyür et­mez, Eegayyür eden ancak ma'lûmdur".

İbnu Munzir'in İfâdesi daha güzeldir: Elhak Allah Teâlâ'nın ilmi birdir. Mevcudu, vücûdu zamanında ve evvel ve sonra olduğu gibi taalluk eder, demiş­tir. Fakat şunu da unutmamak lâzım gelir ki, burada "Bilecek" demekten mu-rad, sebebi zikr ile müsebbebe tenbîhtir, imtihan eder gibi tahkik, tebyîn ettirecek de mükâfat ve mücâzât edecek demektir (Hakk Dîni, V, 3765).

[436] Hem kendi günâhlarını, hem de diğer insanları saptırmaları sebebiyle, onların işledikleri günâhları yüklenecekler, çünkü Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Her kim İslâm içinde güzel bir çığır açar ve bu güzel çığır kendisinden sonra da uy­gulanıp sürdürülürse, kendi sevâblarından hiçbirşey eksilmeksizin onu sürdü­renlerin sevâblannm benzeri kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günâhlarından hiçbirşey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günâhlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır" (Müslim, îüm, "Men senne sünneten haseneten ev seyyieten... babı", Müslim Ter. VIII, 157, "1017", 2674).

Rasûlullah bu hadîsinde medenî insanlık âlemi için çok mühim bir esâs va'z etmiştir. Hadîs, aynı zamanda bu âyetin bir tefsirini vermektedir. Çünkü âyet hem dâll, hem mudili olanlar hakkındadır. Sapık olup, başkasını da sapıtmaya çalışanlar hem dalâletlerinin, hem ıdlâllerinin günâhını çekecekler ki, ikisi de kendi günâhlarıdır.

[437] "O sizlere nefislerinizden bir temsil yapmıştır'".Bu temsil, şirkin bâtıllığım açık­lıkla göstermek içindir. Yânı bir mâlike mülkünde ortak farzetmek çelişkidir, bâtıldır. Bunu nefislerinizden bir pay biçerek zaruretle anlayabilirsiniz. Hiç si­zin köleniz, uşağınız, hayvanınız, haşaratınız gibi elleriniz altında mülkünüz olan şeyler, Allah'ın size bahşettiği mülkünüzde sizin ortağınız, denginiz olur da mem­lûk mâlikine müsâvî olabilir rni? Olamaz değil mi? Hâlbuki sizir, mülkleriniz Allah'ın vergisi, mâlikiyyetiniz a'rızî ve gelip geçicidir. Bütün bu m ;vcûdât ken­disinin îcâden mülkü olan Allah'ın ise mâlikiyyeti lâyezâl, mülkü'iden çıkmak muhaldir. Allah bu hakikatleri böyle ayırdedip ayırmıştır. İmdi sir. n mülkünüz­den size ortak olmazken, Allah Taâlâ'nın mülkünden, mahlûkaalmdan, kulla­rından kendisine ortak nasıl olabilir?

' 'Fakat o zulmedenler, hiçbir ilimsiz nevalarına tâbi' oldular'': Hevâ, nef­sin şehvetlere meyli demektir ki, "Keyf" dahî ta'bîr olunur. Burada "İlimsiz" kaydından anlaşılıyor ki, hevâ iki kısımdır; Birisi ilme uygun olan, birisi de ol­mayandır... Ve işte müşrikler birşey bildiklerinden dolayı değil, ilme uymayan hevâları ardında koştuklarından dolayı kendilerini heveslere esîr ederek haksız­lıkla, zulümkârhkla şirke saptılar, mâliki mülküne ortak etmek,' müsâvî tutmak haksızlığıyle Allah'a mülkünden, mahlûkundan ortaklar uydurarak onlara tap­tılar, kendilerinin mâliki imiş gibi tuttular da hürriyetlerini onlara verdiler.

"Artık Allah'ın şaşırttığını kim yola getirir?1': Önce nevalarına ittibâ ken­di fiilleri olarak gösterilmiş, kendilerine nisbet olunmuş iken, burada İdlâl, Al­lah'a isnâd edilmiştir. Çünkü onlarda o hevâları yaratan Allah Taâlâ olduğu gibi, arzularına göre dalâlı, şaşkınlığı halkeden de O'dur. Bu idlâl de hatm ve tâbi' mertebesine gelmiş bulunursa hiçbir veçhile hidâyet ihtimâli kalmaz. Şu hâlde burada idlâlden murad, dalâh hatm demek olur. el-Bakara:7: "Allah on­ların kalblerini mühürledi., " âyetine bak. (Hakk Dîni, V, 3820-3821).

[438] Şârih Kirmânî, Kinde'nin Kûfe'de bir yerin adı olduğunu bildirmiştir. Şârih Aynî de bu adamın duman hakkındaki bu sözü Kinde kabilesinden bâzı kimseler ara­sında söylemiş olması ihtimâli vardır, demiştir ki, Kinde, Yemen'den çıkan en büyük kabilelerden olduğundan bu ihtimâl daha kuvvetlidir (Kâmil Mîrâs).

[439] Çünkü "Bilmiyorum" sözü, bilinenle bilinmeyeni ayırdetmek ma'nâsını ifâde eder ki, bu da ilimden bir nevi'dir. Yoksa murâd, ilimsizlik ilim olur demek değildir (Kastallânî).

[440] Bu hadîs, aynı isnâdla ve fakat metinde bâzı fazlalık ve eksiklikle Yağmur Dua­sı Kitabı, "Müşriklerin kıtlık sırasında müslümânlarla şefaat istemeleri bâbi"n-da geçmişti.

"Rûm mağlûb oldu": Muhammed'e peygamberlik verildiği sıralarda Do ğu Roma ile İran, dünyânın en büyük iki devleti idiler... Peygamberliğin beşin­ci, yânî Mîlâd'ın 613'üncü senelerinde bu iki komşu ve rakîb devlet birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran, İkinci Husrev'in, Doğu Roma da Hı-rakl'in hükmünde idi. Hudûdlan Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde birbirine te­mas ediyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak'ın bir kısmı ve Küçük Asya Rûmlar'a tâbi' İdi. İranlılar Rûmlar'a iki taraftan hücum ettiler. İran orduları Rûm kuv­vetlerini her iki cebheden geri atarak denize dökünceye kadar ta'kîb etmiş, Su­riye'deki bütün mukaddes şehirleri zabtetmiş. Mîlâd'ın 614'ncü yılında bütün Filistin'i ve Kudüs'ü istilâ etmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış, İrânlılar'a katılan 26.000 Yahûdî, 60.000'den fazla Hrıstiyan'ı kılıçtan geçir­mişlerdi. İran Kisrâsı'nm sarayı otuzbin maktulün kafatasıyle donatılmıştı.

Bu istilâ tûfânı burada durmayarak Mısır'ı da basmış, Mîlâd'ın 616'mcı senesinde İranlılar bir taraftan Nîl vadisini işgal, diğer taraftan bütün Anado­lu'yu istilâ ederek İstanbul'un Boğaziçi kıyılarına kadar gelmişler...

Romalılar'ın bu yenilgisi haberi Mekke'ye ulaştığı zaman müşrikler ferah­lamış ve müslümânlara karşı: "Siz ve Nasârâ kitâb ehlisiniz, biz ve Farslar üm-mîyiz, bizim kardeşlerimiz sizin kardeşlerinizi tepelediler, biz de sizi tepeleriz" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed'İn mu'cizesi olmak üzere bu âyet inip "Bıd'sinin"de, yânî üç ile dokuz yıl içinde Rumlar bu yenilgilerinin arka­sından kesin olarak galebe edecekler, haberini verdi. Nitekim Ebû Bekr bu âyet inince, o sevinen müşriklere: Allah sizin gözlerinizi aydınlatmayacak, Peygam­ber haber verdi. Vallahi Rumlar bıd' sinîn içinde Fârisfer'e mutlak galebe ede­cekler, dedi. Neticede üç sene üzerinde Ubeyy ibn Halef ile bahse giriştiler. Rasûlullah "Bıd'sinîn, üç'ten dokuza kadardır, deveyi de seneyi de uzat" bu­yurdu. Artırıp uzattılar. Bedir günü Rumlar Farslar'a gâlib geldiler. Ebû Bekr de sonra o bahis tutulan yüz deveyi Ubeyy'in vârislerinden aldı, Peygamber'e götürdü. Peygamber: "Bunu sadaka yap" buyurdu... Bu âyetler Kur'ân'ın mu'-cizelerİndendir. Romalılar gâlib geldikleri gün, müslümânlar da Bedir'de zafer kazanmışlardı. O galebeyi Peygamber'e Cibril haber vermişti... Bu mu'cize-nin hesâbî olarak gerçekleşişi hakkında geniş bilgi Hakk Dîni, V, 3795-3800'den okunmalıdır.

[441] "Yaratiş"ın, "Fıtrat "in "Dîn" ma'nâsına da geldiğini göstermek için eş-Şuarâ: 137. âyetini başlıkta istidrâd olarak getirdi.

Fıtrat, "İlk yaratmak" demek olan "Fatara"&aj\ masdar, binayı nevi' olarak yaratılışın ilk tarz ve hey'etini ifâde eder. Burada her ferdin kendine mahsûs olan cüz'î fıtratı değil, bütün insanların insan olmak haysiyetiyle yaratılışların­da esas olan ve hepsinde ortak bulunan küllî fıtrattır... -"Allah'ın yaratmasını değiştiren yok'" yâhud ' 'A Hah yaratışına bedel bulunmaz ". - Bu cümle inşâ ve­ya ihbar olarak birkaç ma'nâya muhtemildir: Yânî Allah'ın esas yaratışı olan fıtratı, gereği hilâfına giderek bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın; çünkü Al­lah'ın yaratışına bedel bulunmaz; zayi' ettiğiniz bir kaabiliyeti hiçbir san'atla yerine koyamazsınız. Yâhud Allah'ın yarattığı fıtratın hilâfına dîn uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmayın... Yâhud Allah'ın halkını başkalarına isnâd et­meye, başkalarını Hâlık yerine koyup da şirk koşmaya, Allah'ın hükmünden çıkmaya çalışmayın. Çünkü Allah'ın yarattığı mülk, sizin yarattığınız mülkü­nüz gibi tebdîl olunmaz. Dîn, fıtratı değiştirmek için değil, fıtrattaki umûmî se­lâmeti inkişâf ettirmek içindir. "İşte doğru dm budur"; yânî eğriliklerden sakınıp umûm insanların üzerinde yaratılmış olduğu fıtratı, istikaametle ta'kîb etmek­tir (Hakk Dîni, V, 3824-3825).

[442] Ayet ve hadîs, dîn duygusunun ve hakikat aşkının insanlarda fıtrî oluşunu öğ­retmektedir. Hepsi fıtrat mîsâkında "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" (el-A'râf:172) hitabına "Evet" demiştir. İnsan olarak yaratılmayı kabul etmekle yaradanm Rabb'liğine şâhid olmaya ahid vermiştir. Fıtratın, Fâtır'ına delâleti tabîî olduğu için, her insanın fıtratında, nefsine şuurunun başlangıcında vicda­nının derinliğinde bir hakk duygusu, Allah'ı tanıma gizlidir. Onun içindir ki baş­larının son derece sıkıldığı zaruret zamanlarında inâdçı kâfirler bile derinden derine yaradana bir iltica hissi duyarlar. Nitekim "İnsanlara bir zarar isabet et­ti mi Rabb'lerine, yalnız O'na dönerek duâ ederler..." (er-Rûm: 33) âyetiyle bu hatırlanacaktır... (Hakk Dîni, V, 3822).

Bu hadîsin bir rivayeti Cenazeler Kitâbı'nda da geçmişti.

[443] Lukmân, oğlunun şahsında bütün müstakbel gençlere verdiği bu öğüdüne, en ehemmiyyetli olan ile başladı, o da şirkten men' etmesidir. Çünkü zulüm, birşe-yi lâyık olduğu yerden başka yere koymaktır. Şirk Allah'ın hakkını Allah'tan başkasına vermektir. Aynı zamanda "And olsun ki biz Âdem oğullarına üstün bir izzet ve şeref vermişizdir... " (el-îsrâ: 70) âyetiyle, Allah'ın mükerrem kıldı­ğı, şeref verdiği insanî nefsi, mahlûka ibâdet ettirerek zelîl etmektir. İkinci ola­rak büyük bir zulümdür. Çünkü ma'bûdiuğu hiç yeri olmayan ve olmasına hiçbir veçhile imkân bulunmayan bir mevkie koymaktır. Şirk koşmak, ma'bûdiuğu Allah'tan başkasına vermektir. Allah'tan başkasının ise ma'bûd olmasına hiç­bir veçhile cevaz ve imkân yoktur {Hakk Dîni, V. 3844).

[444] Rasûlullah bu hadîsinde, âyetteki zulmün alelade bir haksızlık ma'nâsına olma­yıp, Allah'a ortak tanıma zulmü olduğunu Lukmân'ın sözünü delîl getirerek tefsir etmiş oluyor. Bu hadîsin bir rivayeti îmân Kitâbı'nda geçmişti.

[445] Bu hadîsin bir rivayeti imân Kitabı, "Cibril'in Peygamber'e suâl sorması bâ-bı"nda geçmiş ve orada bâzı açıklamalar verilmişti

[446] Burada Fahruddîn er-Râzî der ki: Bâzı müfessirler, Allah Taâlâ bu âyet ile beş şeyi bilmeyi başkasından nefyetti, diyorlar. Gerçi öyle, lâkin maksûd o değil­dir. Çünkü Allah Taâlâ tûfân zamanında bir kum yığımndaki tek cevheri (ato­mu) ve rüzgârın onu doğudan batıya kaç kerre naklettiğini ve nerede olduğunu bilir, bunu başkası bilmez. Şu hâlde bu beş şeyi zikirde tahsis etmenin vechi yok­tur. Bu hususta hakk olan şudur ki: "O günden korkun" buyurması, "Şübhe yok ki, Allah'ın va'di haktır" (Âyeı: 33) diye o günün muhakkak vukû'u te'kîd edilmesi üzerine, "O gün ne vakit?" diye gelecek suâle karşı şu suretle cevâb veriliyor: "Onu Allah'tan başkası bilmez ve lâkin muhakkak olacaktır" denili­yor. Ve kaç defalar geçtiği üzere, öldükten sonra diriltmek hakkında iki delîl de zikrolunuyor:

Birisi, Arz'ın ölümünden sonra diriltilmesi... Burada da şöyle denilmiş olu­yor: '"Ey suâlci! Sen onun vaktini bilemezsin, fakat o olacak, Allah ona kaa-dirdir. Nasıl ki Arz'ı ölmüşken diriltiyor, yağmuru indiriyor".

İkincisi, ibtidâ-i halktır... Yânî sen onu bilmezsen de o olacaktır, Allah ona kaadirdir. Rahİmdekini bilip yarattığı gibi ruhâmdan yaratmasını da bilir... (Hakk Dîni, V, 3852-3853).

[447] Âyet, önceki ve sonrakilerİyle şöyle bir bütünlüktedir:

"Yarattığı herşeyi güzel yapan, yaratmaya da çamurdan başlayan O'dur. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip ta­mamladı. İçine ruhundan üfürdü. Sizin için kulaklar, gözler, gönüller yarattı. Ne az şükrediyorsunuz!" (Âyet: 7-10).

[448] Ebû Zerr ve Ebû'1-Vakt rivayetlerinde iki fiilde de böyle "Yehdi" ve ''Yubeyyin" şeklinde "yâ" harfiyle gelmiş, bâzı nüshalarda ise "Nendi" ve "Nubeyyin"şek­linde "nün" harfiyle gelmiştir.

[449] Önceki iki âyet şöyledir: "Bizim âyetlerimize ancak öyle kimseler îmân ederler ki, bunlarla kendilerine Öğüt verildiği zaman, onlar büyüklük taslamayarak, yüzü üstü secdeye kapanırlar ve Rabb 'lerini hamd ile tesbîh ederler. Yanları yatakla­rından uzaklaşır, korku ve ümîd ile Rabb'lerine duâ ederler. Kendilerini rızık-landırdığımız şeylerden de hayra sar/ederler. Artık onlar için... " (Âyet: 15-17). Buradaki 15. âyet, secde âyetidir. İmâm Müslim'in Ebû Hureyre(R)'den rivayet ettiği bir hadîs meali şöyledir: "Âdem oğlu secde âyetini okuyup secde ettiği zaman şeytân ağlayarak çeki/ir ve: Eyvah/ar olsun! Âdem oğlu secde ile me'mûr oldu, secde etti de cenneti kazandı. Ben ise secde ile emredildiğim hâl­de ayak dayattım da akıbet hakkım ateş oldu, der" (Müslim, îmân, 35. bâb: "Namazı terkedene kâfirlik isnadının beyânı babı", Müslim Ter., I, 132-133 "81").

[450] Bu da Ebû Hureyre hadîsinin başka yoldan bir rivayetidir. Bu hadîsler, kudsî hadîsler'deridir. Bunların ma'nâlarını Allah, Peygamberi'ne ya ilham ile yâhud rü'yâ ile bildirir, Peygamber de o ma'nâyı kendi ibaresiyle ümmetine teblîğ eder. Bunun için kudsî hadîs, ma'nâsı Allah tarafından ilham ve lâfzı Rasûlullah ta­rafından tertîb ve teblîğ edilen haberdir, diye ta'rîf edilir. Kudsî hadîs'in Kur'-ân'dan farkı şöyledir: Kur'ân hem lâfzı, hem ma'nâsı Allah tarafından vahyedilmiştir. Kudsî hadîs'in yalnız ma'nâsı Allah tarafından ilham edilmiş, Peygamber hadîsi ise, Peygamber'in kendi içtihadı ile vâki' olan tebliğleridir. Üçüncü kısmın hem lafzı, hem ma'nâsı Peygamber'e âiddir.

[451] es-Sıysa: Diken, dokumacıların bezin erş ve argacını düzdükleri dokumacı tara-ği,.horozun ayağında olan mahmuz, sığır ve geyik kısmının boynuzu, hısn ve hisara denir ve mutlakaa hisar ve kal'aya ve palanga gibi sarp ve mu'tenâ' yere denir (Kaamûs Ter.).

Bu âyetteki "Kitâblilar", Yahûdîler'den Kurayza oğullan'dır. Rasûlullah ile ahde girişmişlerken Nadîr oğullan'nın ısrarıyla dönmüşler, Ahzâb'a (yânî Medine'ye saldıran düşman ordularına) yardım etmişlerdi. Ahzâb'ın bozulup da­ğıldığı gecenin sabahı müslümânlar Medîne'ye dönüp silâhlarım bıraktıkları sı rada Cibril, Rasûlullah'a gelmiş: "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz silâhı bırakmadılar. Allah sana Kurayza oğullan üzerine yürümeni emrediyor, ben de onlara gidiyorum" demişti. Bunun üzerine "ikindiyi Kurayza oğullan'nda kıl­sınlar!" diye insanlara i'lân edildi, vardılar, yirmİ-yirmibeş gece muhasara etti­ler. Rasülullah'ın hükmüne inmeleri teklif olundu, inmediler; Sa'd ibn Muâz'ın hükmüne İnmeye razı oldular. O da muhâriblerin öldürülmesine, çocuklar ve kadınların esîr edilmesine hükmetmiş idi ki, vak'a meşhurdur (Hakk Dini, V, 3888).

[452] Hadîsin üst taraftaki âyete uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti Ödünç isteme Kitabı, "Borç bırakan üzerine cenaze namazı kılma bâbı"nda da geç­mişti. Peygamber'in dünyâ ve âhiret işlerinin hepsinde mü'minlere kendi öz ne­fislerinden daha yakın olması şöyledir: Çünkü Peygamber, mü'minlere işlerinin hepsinde iyilik ve selâmetlerini gerektirecek şeylerden başkasım emretmez ve razı olmaz. Fakat nefis böyle değildir. Binâenaleyh mü'minler Peygamber'i kendi nefislerinden daha çok sevmeli, O'nun emrini herşeyden üstün ve geçerli tanı­malıdır (Beydâvî).

[453] Bu hadîsi Müslim de Fadâil Kitâbı'nda getirmiştir: Müslim Ter,, VII, 331 "2425". Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Çünkü hadîs, âyetin inme sebe­bini beyân etmektedir: Zeyd ibn Harise çocukken esîr edilmiş, onu Hakîm ibn Hizam, teyzesi Hadîce için satın almıştı. Hadîce, Peygamber ile evlenince onu kendisine hediye etmişti. Babası ve amcası sonra onu Peygamber'den istemiş, Peygamber Zeyd'i muhayyer kılmış, o da Peygamber'i tercih etmişti. Bunun Üze­rine Peygamber Zeyd'i âzâd etmiş, oğulluk edinmişti. Onu Muhammed'in oğlu Zeyd diye çağırırlardı (Medârik). Bu âyet inince, herkesi kendi babasının adiyle çağırmak emredildiği için böyle yapılmıştır.

[454] Buradaki fitne, dînden dönmeleri ve müslümânlarla savaşmalarıdır (Beydâvî).

[455] Hadîs başlıktaki âyeti içine aldığı için başlıkla uygunluğu açıktır. Bu hadîs, Bu-hârî'nin Müslim'den ayrı olarak rivayet ettiği hadîslerdendir. Bunun uzun bir metinle bir rivayeti Cihâd Kitâbı'mn baş taraflarında geçmişti. Bu Enes ibn Nadr, Uhud harbinde şehîd edilmiştir.

[456] Başlığa uygunluğu bundan önceki hadîste söylediğimiz gibidir. Bu hadîsin bir rivayeti de Cİhâd Kitabı, "Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice erler vardır bâbf'nda geçmişti. Denildi ki, kaybedilip de Huzey-me'nin yanında bulunan âyet et-Tevbe Sûresi'nin sonu idi. Buna şöyle cevâb verilmişti: Hasra delîl yoktur. Her iki âyetin de başkasında değil de, Huzeyme'-nin yanında olmalarında hiçbir mahzur yoktur. Diğer bir cevâb: Birincisi hur­ma dallarından ve benzeri yazı malzemesinden Mushaf'a nakledildiği sırada idi, ikincisi de sahîfelerinden Mushaf'a nakledildiği sırada idi (Aynî).

Bu âyetin sübûtu âhâd yoluyla olmuştur, Kur'ân ancak tevatür ile sabit olur denilemez. Çünkü o âyet sahâbîier yanında mütevâtir idi. Bunun için Zeyd: Ben onu Rasûlullah her zaman okurken işitip dururdum, demiştir. Umer de: Ben şehâdet ediyorum ki, bu âyeti Rasûlullah'tan muhakkak işitmişimdir, demiştir. Ubeyy ibn Ka'b, Hilâl ibn Umeyye ve daha başkaları da böyle söylemişlerdir (Kastallânî).

[457] Ma'nâ şudur: Geçen bütün peygamberler hakkında Allah'ın sünneti, onlara halâl kıldığı şeylerle kendilerini muaheze etmemektir. Bunda nikâhın bütün peygam­berlerin sünneti, yânî kaanûnu olduğuna delîl vardır da denildi.

[458] Başlıkta ve hadîste metni verilen âyete "Tahyîr Âyeti" denilir. Peygamber'in kadınları dünyâ zînetleri ve bol maîşet istemişlerdi. Bir taraftan da birbirlerine karşı besledikleri kadınlık kıskançlığı ile Peygamber'e ezâ etmişlerdi. Bu sebeb-le huzursuz olan Peygamber, bir ay kadar kadınlarını bırakmış ve inzivaya çe­kilmişti. İşte Tahyîr Âyetleri denilen bu iki âyet, bu sebeble inmiştir. Bu muhayyer kılma sonunda,dokuz kadın da Allah'ı, Rasûlü'nü ve âhireti terçîh etmişlerdir.

[459] Bu da geçen hadîsin başka bir yoldan gelenidir. Buharı bunun bir rivayetini Ta-lâk'ta, Müslim ise Nikâh'ta getirmiştir: Müslim Ter., IV, 419 "1475".

[460] Âyetin tamâmı şöyledir: "Hatırla o zamanı ki, Allah 'in kendisine nVmet verdi­ği ve senin de yine kendisine lütuf ta bulunduğun zâta sen; Zevceni uhdende tut. Allah'tan kork, diyordun da insanlardan korkuyordun. Hâlbuki Allah kendi­sinden korkmana daha çok lâyıktı. Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini kesti, biz onu sana zevce yaptık. Tâ ki oğullukların kendilerinden ilişiklerini kes­tikleri zevcelerini almakta mü 'minler üzerine günâh olmasın. A ilah 'in emri ye­rine getirilmiştir".

[461] Âişe bu hadîsinde Meymûne bintu'I-Hâris gibi bâzı kadınların mehirsiz olarak Peygamber'le evlenmeye tâlib olduklarına işaret etmiştir. Bu yalnız Peygamber'e has bir uygulama İdi, ümmet ferdlerini şâmil değildi.

[462] Âişe'nin bu sözü, kendisinin edeb ve fetânetinin şaheser bir delilidir. Bu hadîsi Müslim de et-Talâk'ta getirmiştir.

[463] Abdullah ibn Abbâs'tan gelen rivayette, birtakım kimseler yemek vaktinden evvel Rasûlullah'ın evine gelirler, yemek yemek için bekleşirlerdi. Yemek yedikten sonra da gitmek bilmezlerdi. Rasûlullah bunların saygısız hâlinden çok sıkılır, onlara çıkıp gidin de diyemezdi. Başlıktaki âyet bunun üzerine inmiştir.

Müfessir Mukaatil'in beyânına göre, Talha ibn Ubeydillah: Rasûlullah ve­fat ederse Âişe'yi muhakkak ben eş edineceğim, derdi. Bu âyet, mü'minlerin anaları olan Peygamber kadınlarım nikâh etmenin harâmlığını bildirdi. Kurtu-bî'nin rivayetine göre, bu âyet inince Talha bu sözünden pişmanlık duymuş ve Mekke'ye yayan giderek Ka'be'de tevbe etmiş ve affa erişmiştir.

[464] Hicâb Âyeti, kadınların dış elbiselerini (çarşaflarını, mantolarını, feracelerini, abalarını) giymelerine dâir hükümleri içine alır. Bunun inme sebebi hakkında burada Enes ibn Mâlik'ten dört daha, Âişe'den de bir hadîs gelmektedir.

[465] Bu dört hadîs ayrı ayrı senedlerle ve bâzı lafız farklılıklanyle Enes ibn Mâlik'-ten gelen rivayetlerdir. Bunların bâzısı Buhârî'nin İzin İsteme Kitâbi'nda ve da­ha başka yerlerinde de geçmişti. Buradaki başlığa delâletleri meydandadır.

Hicâb âyeti, kadınların dış elbiselerini (çarşaflarını, abalarım, carlarını, man­tolarını) giymelerine dâir hükümleri içine alır. Bu rivayetlerin hepsi kadınların tesettürüne (örtünmelerine) ve erkeklere karşı örtünmelerine delâlet etmek hu­susunda gayet açıktırlar.

Hicâb âyeti, üç defada üç mertebeyi nâtık olmak üzere inmiştir:

a.  "Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle... " (el-Ahzâb: 59) âyetiyle kadınlar ör-tünmekle mükellef oldular.

b.  "... Bir de onun zevcelerinden lüzumlu birşey istediğiniz vakit perde ar­dından isteyin. Bu hem sizin kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha temiz­dir..." (el-Ahzâb: 53) âyeti gereğince, perde sarkıtmak ile emrolundular ki, bu harem ile selâmlığı ayırmak demektir.

c.  "Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, zînetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna. Baş ör­tülerini yakalarının üstüne koysunlar... "(en-Nûr: 31); <ıEy Peygamber kadınla­rı, siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz... Evlerinizde oturun. Evvelki câhiliyet yürüyüşü gibi yürümeyin..." (el-Ahzâb: 32-34). Bu âyetler gereğince, şer'î bîr za­ruret olmadıkça Peygamber kadınlarının evlerinden çıkmaları nehyolunmuştu. Bundan sonra gelecek Âişe hadîsinden öğrenildiğine göre, bu ilâhî emir de mut­lak değildi: "İhtiyâç için Peygamber'in kadınlarına da (örtünmüş olarak) evle-rinden çıkmalarına izin verilmiştir".

[466] Hadîsin başlığa uygunluğu "Hicâb Âyeti indikten sonra..." sözünden alınır. Bu rivayete göre Şevde vak'ası Hicâb Âyeti indikten sonradır. Buhârî'nin Ab-dest Alma Kitâbı'ndaki Umer hadîsinde ise bu vak'a Hicâb Âyeti inmezden Ön­ce vuku1 bulmuştur. Şârih Kirmânî bu iki rivayeti tevfîk için, Şevde vak'asmm ve Umer'İn i'tirâzımn iki defa vuku' bulduğunu, biri Hicâb Âyeti'nin inmesin­den önce, öbürüsü inmesinden sonra olduğunu kabul ediyor.

Umer'in bu içtihadı "Evlerinizde oturun'* (el-Ahzâb: 33) emrinin gereği idi. Peygamber'in kadınları diğer kadınlar gibi değildi. Onlar Peygamber kadını ol­mak ve mü'minlerin analan bulunmak gibi üstün vasıflar taşıyorlardı. Bununla beraber bu emir mutlak değildi. Bir ihtiyâç üzerine evden çıkmamak, Peygam- ı ber'in kadınları için ağır bir külfet ve meşakkat idi. Onun giderilmesi İslâm'ın dayandığı kolaylaştırma düstûrlarından mühim biri İdi. Nitekim bu hadîsin so­nunda verilen cevâb o meşakkati giderip, kolaylığı getirmiştir.

Diğer İslâm kadınlarına gelince, onlar için bu derece kapalılık ve münzevî hayât yaşamaları vâcib-değİldir. Âlimlerin bu hususta ittifakları vardır. Onlar da zînetlerinı teşhîr etmeyerek, sesinin fıtrî ahengi ile görüşerek islâm içtimaî hayâtında faaliyetleri caiz kılman her türlü hayât sahasında çalışabilirler. Ka­dınlık ismetini ve herkese hürmet telkin eden kadınlık vakaarını muhafaza ede­rek alışveriş, ta'Iîm ve tedris, vekâlet, şirket, şehâdet gibi her nevi' medenî hakları hâiz olarak hayâtı ve içtimaî faaliyetlerde bulunabilirler.

[467] Hicâb Âyeti inip, bundan sonra Peygamber'in kadınlarına perde arkasından söy­lenmesi emrolununca, Peygamber kadınlarının babalan, oğullan, kardeşleri Rasûlullah'a müracaat edip: Yâ Rasûlallah! Biz de başkaları gibi perde arkasından mı konuşacağız? diye sordular. Bunun üzerine başlık yapılan âyet İnmiş ve âyette sayılan yedi sınıf hısımlara karşı örtüye lüzum olmadığı bildirilmiştir. Şu kadar ki, bu âyette amca ile dayı zikrolunmamıştır. Sebebi de amcanın baba, dayının kardeş gibi olmalarındandır. Nitekim buradaki hadîste Rasûlullah'ın Âişe'ye süt amcasının ziyaretini kabul etmesine İzin verdiği açıkça görülmektedir.

[468] "Hadîste başlığa uygunluk yoktur, çünkü bunda âyetin tefsirinden birşey yoktur" denilmiş ise de, buna şöyle cevâb verilmiştir: Hadîste Rasûlullah'ın "Ona izin ver, çünkü o senin amcandır" sözünden dolayı, süt amcaların ve süt babaları­nın, mü'minlerin annelerinin yanlarına girmelerinin cevazım beyân kasdedilmiş olması yönünden, hadîs başlığa uygun bulunmaktadır.

Hadîsteki "Teribetyemûniki = Sağ etin topraklansın" sözü, Arablar'ın ha-kîkatini ve vukuunu kasdetmeyerek söyleyegeldikleri bir duâ cümlesidir. Çün­kü ma'nâsı "Sağ elin fakîrleşsin" demektir. Bir kimse fakîr olduğu zaman "Teribe", zengin olduğu zaman ise "Etrabe" denilir. Sanki o kimse toprağa değdiği zaman toprağa yapışır, topraklandığı zaman da onun toprak kadar çok malı hâsıl olur. Sağ elin zengin olsun, elin toz toprak kadar bol mala ersin diye duâ edilmiş olur.

Hattâbî: Bu hadîste fıkıhtan, erkek için süt İsbâtı ve emziren kadının kocasının baba menzilesinde, onun erkek Jcardeşinin de amca menzilesinde ol­duğu hükmü vardır, demiştir (Aynî).

Bu vakıada süt ananm sütünden, kadının zevci ile zevcinin kardeşi istifâde ederek zevç baba, kardeşi de amca makaamına geçtiklerinden, emzirme alâka-sıyle buna fakîhler arasında "Lebenu'l-furûl" denilmiştir.

[469] Bu âyet ile Peygamber'e salât ve selâm getirmek farz kılınmıştır. Bu farz, fıkıh ıstılahında farz-ı ayn denilen ve her müslümân için bizzat yerine getirilmesi za­rurî bulunan bir vazifedir.

Sa/ât, lügatte duâ ma'nâsınadır. Dîn örfünde bildiğimiz ve husûsî rükünler ve zikirlerle,kıldığımız namaz demektir. Bu âyetteki ma'nâsı, Peygamber'e ta'-zîm ve tebrikten ibarettir. "Ey müzminler, Allah ve melekleri size salât eder­ler,.. " (el-Ahzâb: 43) kavlinde Allah'ın ve meleklerin, mii'minlere salâtı da rahmet ve istiğfar ma'nâlarınadır ve müşterek bir lafzın birkaç ma'nâya kullanılmasıdır.

Kaadi Ebû Bekr İbn Bukeyr şöyle dedi: Bu âyet Peygamber'e İnince, ken­disine selâm vermelerini sahâbîlerine emretti. Onlardan sonra gelenler de gerek Peygamber'in kabrini ziyarette, gerek ismi anıldığı zaman O'na selâm vermekle me'mûr olmuşlardır. Bu selâmın ma'nâsında üç vecih vardır:

a.  "Her türlü eksikliklerden ve âfetlerden selâmet sana ve beraberinde bu­lunanlara olsun". Bu suretle "Selâm"' masdar olur.

b.  "Selâm seni hıfz ve siyânette, ikram ve inayette dâim, kaaim ve kefil olsun". Bu suretle "Selâm'', Allah'ın güzel isimlerinden olur ki "Selâmet ve­ren en yüce zât" demek olur. Allah'ın isimleri içinde bundan başka masdar yok­tur.

c.  "Selâm", Rasûlullah'a müsâlemet ve inkıyâd ma'nâsınadır ki, "Teslîm" de budur. Nitekim Allah "Fe lâ ve Rabbike lâ yu'minûn" (en-Nisâ: 65) buyur­muştur. İmâm Râgıb dedi ki: "Selâm, Selâmet", dış ve iç âfetlerinden ârî ol­maktır. Allah'a "Selâm" denilmesi, kendisine lâyık olmayan şeylerden salim ve münezzeh bulunmasmdandır.

Peygamberimize zaman ve mahall ile kayıdlanmaksızın icmâlen salât et­mek farzdır. Çünkü Allah O'na salât etmemizi emretmiştir. Selef imamları ve tefsîr âlimleri bu emri vucûba hamlediyorlar ve bunda icmâ' vardır. Kaadi Ebû Bekr ibn Bukeyr dedi ki: Allah bütün halkına Peygamber'! üzerine salât etme­lerini ve teslîmiyetle selâm getirmelerini farz kılmış ve bu farzın îfâsmı muay­yen bir vakte hasretmemiştir. Binâenaleyh kişinin O'na salât ve selâmı çok yapması ve bunu terketmemesi vâcibdir... (Hasan BasrîÇantay, Meâl-iKerîm).

[470] Hadîs, başlıktaki "Siz de O'na salât okuyun" emrinin tam tefsiridir. Hadîste râvî Ka'b'm "Yâ Rasûlallah, biz Sana selâm vermeyi bilmişizdir" sözüyle mak­sadı, Rasûlullah'ın teşehhüd esnasında okunmasını öğrettiği et-Tahiyyâtu duâ-sındaki İıes-Selâmu aleykeeyyuhe'n-Nebiyyu ve Rahmetu'Hâhi ve berekâtuhu - Ey Peygamber! Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri Sana olsun"'kavlidir.

Salât da namazlarımızda bu Tahiyyat duasından sonra okuduğumuz sale-vât dualarıdır. Bunun tam bir rivayeti, Peygamberler Kitabı, "Allah İbrahim'i bir halîl edindi babı", "Haddesenâ Kays ibn Hafs ve Mûsâ ibn İsmâîP'de geçmiş­ti.

Hanefî imamlarından Kerhî: Her müslümâna en kısa cümle ile olsun "Al-lâhumme sallı alâ Muhammedin ve sellim( — Yâ Allah, Muhammed'e salât et veO'nu esen kıl)"diye duâedip selâmlaması farzdır, demiştir. Ebu's-suûd da:

Bu âyet, RasûluIIah'a salât ve selâm getirmek vâcib olduğunun en kesin delili­dir, demiştir. Şu kadar ki, tekrar edilip edilmeyeceği âyette bildirilmemiştir. Bu­nun için bâzı müctehidler tekrar edileceğine, bazalin da bir mecliste bir kerresinin kâfî olacağına kaail olmuşlardır. Nitekim secde âyetinde böyledir.

[471] Bunlar da'aynı hadîsin başka yoldan gelen rivayetleridir. Bunların benzerleri Duâ Kitâbı'nda da gelecektir.

[472] Hadîsin daha uzun bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda geçmiş ve ilgili açıklama­lar da orada verilmişti.

Bu âyet Rasûlullah'm Zeyneb'le evlenmesinden dolayı edilen lâkırdılar üze­rine; bir rivayette de Âişe'ye iftira mes'eksİ üzerine inmiş deniliyor. Musa'ya edilen ezâ hakkında da birkaç rivayet söylenmiştir:

a. Mûsâ çok edebü bir zât olduğu için, bedenini kimseye göstermediğinden dolayı İsrâîl oğullarından birtakım kimseler "Bu niye bu kadar Örtünüyor? Mut­laka bedeninde bir ayıp veya bir âfet var" diye lâkırdı etmişler, sonra da bir gün tenhâda elbisesini bir taşın üzerine koymuş yıkanırken Allah tarafından ta­şın yuvarlanmasıyle asasını kapıp onun arkasından koşarken haylî bir kalaba­lık rastgelip, kendisini Allah'ın yarattığı en güzel bir beden ile görüvermişler...

b.  Kardeşi Harun'u öldürdü demişler.

c.  Hâşâ zinaya nisbet etmek istemişler: Kaarûn azgınlık ve İsyan ettiği za,-mân, sürtük bir kadına birçok mal vererek Musa'ya nefsiyle isnâdda bulunmak üzere teşvik ve sevketmiş, fakat sonunda kadın Kaarûn ile aralarında geçen mâ-cerâyı ikrar edivermiş... Onu lekelemek isterlerken, Allah onu temize çıkarıp, kendilerini rezîl ve rüsvây etmiştir.

Vecîh, vecâhetli, haysiyet ve mevki sahibi, şerefli, sevgili, tam Türkçe'siyle yüzlü idi. Onun için duasını kabul ediverdi de düşmanlarını kahreyledi, yâhud daha yüzlü oldu, daha ziyâde şeref ve sânı arttı. Muhammed İse Rasûlullah ve Hâtemu'n-Nebiyyîn olduğu, Allah ve Melâikesi hep O'na salevât getirmekte bu­lunduğu için, Allah indinde daha vecîh, daha sevgilidir. Onun için herhangibir hususta onu incitecek sözler söyleyenler, yalan şeyler yayanlar, kendilerine ya­zık etmiş olurlar (Hakk Dîni, V, 3932-3933).

[473] ''Biz de üzerlerine Arim seylini salıverdik "; Arim seyli önüne geçilmez sarp seyl, yâhud Arim denilen şeddin seyli veya Arim deresinin seyli. Ebû'1-Fidâ, Târih'-inde: "Bu şeddi Me'rib arzında Sebe' ibn Yeşcub yapmış ve ona yetmiş kadar çay akıtmış ve uzak vâdîlerden seylleri celbeylemiş idi" der. Âlûsî de, Keşşata da der ki: "Bu sedd, Belkîs'in yaptığı sedd idi ki, iki dağın arasını taş ve zift ile kapatarak menbâ ve yağmur sularını biriktirmiş ve sulamak için lüzumu ka­dar harklar bırakmıştı". Âlûsî'nin nakline göre, şeddin arkasına suyu habsedip birbiri üzerine birçok kapılar ve önüne nehirlerin sayısınca oniki havuz yapmış­tı... (Hakk Dîni, V, 3956-3957).

[474] Yânî izin verdiklerinin şefaati de birdenbire oluvermez, mevkıfta çok dururlar, dehşetli korku, helecanlar içinde beklerler, o dereceye kadar beklerler ki, niha­yet kalblerinden o dehşet ve helecan giderildiği, yânî şefaate izin verildiği za­man, şefaat bekleyenler, şefaat eden şefaatçilere: Rabbiniz ne söyledi? derler... (Hakk Dîni, V, 3962),

[475] Hadîsin başka bir sened ve az farklı bir metinle bir rivayeti el-Hicr Sûresi'nİn tefsirinde geçmiş ve açıklamalar da orada verilmişti.

[476] Bunun daha uzunca bir rivayeti eş-Şuarâ: 214. âyetinin tefsîrinde geçmişti. Bu, Peygamber'in ilk defa peygamberliğini i'lân vak'ası olduğundan, rivayet âlim­leri bunu kısa ve uzun metinlerle birçok tarîklerden rivayet etmişlerdir. Peygam­ber'in bu ilk da'veti en yakın hısımlarına olmuştu. O'nun bu da'veti ve teblîği yakın hısımları tarafından muhalefetle karşılanmadı. Ebû Leheb'in i'tirâzı bile te'sîrli olmadı. "Yâ Sabâhâh" ta'bîri, Arablar arasında mühim bir hâdise vu­kuunda halkın toplanması ve tedbîr alması için kullanılır.

[477] Bu sûrede tefsire âid hadîs gelmemiştir. Ancak Buhârî bâzı ta'bîrlere âid tefsir­leri nakletmiştir.

Kıimîr, esasen hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar veya çekirdeğin arkasındaki İnce pürüz demek olup, sonra hakîr ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur...

Garâbîb, ğaynın kesriyle Ğırbîb'in cem'idir. Gırbîb, siyahın şiddetlisi de­mektir ki, te'kîden mübalâğası için kullanılır. "Garâbtbu sudun", "Kapkara, yânî koyu kuzgûnî siyahlar" ma'nâsınadır. İşte dağların taşlarında ve toprak­larında böyle bol bol muhtelif alacalar da sâde bir tesadüf eserinden ibaret de­ğil, Hâlık'ın bir tahsis ve tasfiyesidir (Hakk Dîni, V, 3982-3990-3991)

[478] Selh kelimesi, biri diğerinin lâzımı iki ma'nâ ile kullanılır: Soymak, çıkarmak. Koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim demek olur. Diğerinde ise, koyu­nu deriden soydum denilir. Açtım, meydana çıkardım demek olur... Burada her iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir ki, ikisi de doğrudur... {HakkDîni, V, 4028-4029).

[479] Bu, önceki hadîsin başka yoldan gelen rivayetidir. Buhârî bu hadîsi Sahîh'mm birçok yerinde getirmiştir. Bunun daha uzunca bir rivayeti Bed'u'1-Halk Kita­bı'nda da geçmiş ve ora ile alâkalı bâzı açıklamalar verilmişti.

"Güneşin bu cereyanı yalnız mekânda hareketi diye anlaşılmamalı, mekâ­nı ve zamanı bilcümle eserleri ve durumtarıyle vücûdda tevalisi ma'nâsına anla­malıdır. Meselâ ziya ve hararet neşri de onun bir cereyanıdır. Mustakarr, mimli masdar, ismi zaman, ismi mekân olabildiği gibi, "lâm"la da birkaç ma'nâya geldiğinden bu ifâde birkaç ma'nâya sâdıktır:

a. Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş bir istikrar sebebiyle, yânî sa­bit bir karar, muntazam bir kaanûn ile cereyan eder. Hesâbsız, serseri, kör bir tesadüf değil.

b.  Bir istikrar için, yânî kendi âleminde bir karar ve denge meydana getir­mek gayesiyle yâhud nihayet bir sükûna erip durmak için cereyan ediyor.

c. Kendine mahsûs bir istikrar zamanı için, yânî duracağı bir vakte kadar...

d.  Kendine hass bir istikrar mahalline mahsûs, yânî yerinde sabit olarak cereyan eder, mihverinde döner yâhud kendisinin karargâhı olan âlemin fayda­ları için cereyan eder... Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir... Bundan güneşin diğer bir merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşı­labiliyor. Nitekim hadîs buna işaret etmektedir..." (Hakk Dîni, V, 4029-4031).

[480] Bu hadîslerin birer rivayeti en-Nisâ: 163. âyetinin tefsiri sırasında da geçmişti. el-Kalem Sûresi'nde "Sen Rabb 'inin hükmüne sabret. O balık sahibi gibi olma. Hatırla ki, o gamla dolu olarak duâ etmişti" (Âyet: 48) buyurulmuş, bu ilâhî hitâb Yûnus Peygamber'İn mertebesinin indirilmesine delâlet eder suretinde hâtıra gelmesi düşünülen bir yanılmayı karşılamak için, Peygamber'imiz, peygamber­ler arasından bilhassa Yünus'u zikretmiştir. Nübüvvet hususunda peygamber­ler arasında üstünlük yoktur. Çünkü peygamberlikte hepsi müsâvî bir sınır üzeredirler. Başlıktaki âyetin devamı şöyledir:

''Hani o dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur 'a çekmişlerdi ve mağlûblar-dan olmuştu. O, kınanmış bir hâlde iken kendisini hemen balık yutmuştu. Eğer çok tesbîh edenlerden olmasaydı, herhalde insanların tekrar diriltileceklerİ gü­ne kadar onun karnında kalıp gitmişti..." (Âyet: 140-148).

[481] Bunun bir rivayeti el-En'âm Sûresi tefsirinde geçmiş ve gerekli açıklamalar ora­da verilmişti.

[482] Kelâbâzî ile İbn Tâhir şöyle dediler: Bu, dedesine nisbet edilen Ebû Abdillah Muhammed ibn Yahya ez-Zuhlî en-Nişâbûrî'dir. Buhârî'den az sonra, takrîbî 257 yılında vefat etti. Buhârî bundan otuza yakın yerde rivayet etti, fakat Mu­hammed ibn Yahya ez-Zuhlî ismini açıkça söylemedi. Sâdece "Bize Muham­med tahdîs etti" der, bunun üzerine artırma yapmaz ve onu dedesine de nisbet etmez. Böyie yapmasındaki sebeb şudur: Buhârî Nişâbûr'a girdiği zaman, Mu­hammed ibn Yahya ez-Zuhlî "Lafzın yaratılması mes'elesi"nde Buhârî aleyhi­ne gruplaşma yapıp fesâdçıhk eylemişti. Buhârî bu hâdiseye kadar kendisinden hadîs işitmiş idi. Bunları ondan rivayet etmeyi terketmedi, fakat gereği gibi is­mini açıkça söylemedi. Diğerleri de: Bunun Muhammed ibn Abdillah İbn Mu-bârek el-Mahzûmî olması muhtemeldir, çünkü o da bu tabakadandır, dediler (Aynî).

[483] en-Nesâî'nin bu konudaki rivayeti şöyledir: İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (S) Sâd Sûresİ'nde secde etti ve "Dâvûd, tevbe olmak üzere secde etmişti, biz de şükr olarak secde ederiz" buyurdu. Nesâî'nin bu rivayetine göre Sâd secdesi tevbe secdesi, Peygamberimiz için de şükr secdesi oluyor. Dâvûd Peygamber tevbesi-nİn kabul edilmesine karşılık şükür secdesi yapmış olduğundan, bunun okun­ması sırasında secde etmek sünnet olmuştur.

Peygamber'imize el-En'âm: 84-90 âyetlerinde isimleri sayılan bütün pey­gamberlerin yoluna uyması emredilmiştir. Semavî dînlerin hepsinde ortak olan esâslarda: Allah'a, meleklere, kitâblara, peygamberlere, âhiret gününe, kade­re, öldükten sonra dirilmeye îmân gibi. Bir de geçmiş peygamberlerin bunca mu-sîbetlere, tehlikelere, İnkârlara göğüs germeleri, vazifelerini herşeye rağmen hakkıyîe edâ etmiş olmaları hususunda.

[484] "el-MilletVl-âhire", "Diğer millet" yâhud "Sonraki millet" demektir. Bu su­retle Nasrâniyyet'e işaret olur. Çünkü İslâm gelmeden evvel, o zaman için en son millet Nasrâniyyet idi, o da Teslîs'i kabul ediyordu.

Müşrikler muhtelif maksadlarla türlü ma'bûdlar peşinde boğuşuyorlardı. Şikaak ve ihtilâf içinde olmaları bu sebebden idi. Atalarından beri müşrikliğe alışmış olan Câhiliye kafası, bu kadar muhtelif insanların muhtelif emelleri ve hissiyatlarım yalnız bir ma'büdun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor, "Biz bunu, yânî ilâhları tek yapma sözünü son millette işitmedik" diyerek Tevhîd'i şaşılacak birşey görüp reddetmek istiyorlardı... (Hakk Dîni, V, 4085).

[485] Bu hadîs aynı metin ve senedle Namaz Kitabı, "Esîr yâhud borçlu mescidde bağ­lanır bâbı"nda da geçmişti,

"Bu münâsebetle şunu arzetmek vâcibdir ki, Allah'ın hayât sahibi mah­lûkları yalnız maddî âlemdeki insan ile -nevî'lerini saymakla tüketemediğimiz-hayvanlardan ibaret değildir. "Rabb'inin ordularını kendisinden başka kimse bilmez" (el-Müddessir: 31) mantûkunca İlâhî orduları, mahlûkaatın nevi'Ieri ve cinslerini ancak yaratıcıları bilir. Bunlardan akıl sahibi olarak Rasûlullah'ın haber vermesiyle bilmiş olduğumuz iki takımı melekler ile cinnlerdir. Bunlar çeşit çe­şit suretlere girmeye kudretli olacak selâhiyette yaratılmışlardır... (Ahmed Na-îm, Tecrîcl Ter., II, 332-335).

"Benden başka kimseye gerekmeyecek bir mülk", yânî benim hâlime mü-nâsib, bana mahsûs bir mu'cize olsun.. Râzî, Tefsir'inin bir yerinde buna şöyle de ma'nâ vermiştir: Yânî bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona nail olup öl­dükten sonra 'Dünyâ mülkünün vefası olsa idi Süleyman'a olurdu' denilsin de kimsenin dünyâ mülküne hırs ve rağbeti yaraşık almasın..." (Hakk Dîni, V, 4097-4098).

[486] Hadîsin başlığa uygunluğu, başlıktaki âyeti içine almış olmasındadır. Bunun bi­razcık farklı bir rivayeti er-Rûm Sûresi'nin tefsirinde geçmişti. Diğer bir rivaye­ti Yağmur isteme Kitâbı'nda geçti.

[487] es-Sa'lebî: Bu bir meseldir ki, Allah bunu farklı farklı birçok ilâhlara tapan müş­rik ile.Azîz ve Celîl Allah'tan başka hiçbirşeye tapmayan mü'min için beyân etti, demiştir (Kastallânî).

[488] Bu âyetin Kur'ân'da en ümîdli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat edilmek lâzım gelir ki, bu ümîd, günâha teşvik için değil, en günahkâr kimseleri bile bir an evvel tevbe ve inâbeye teşvik için olduğu ikinci ve üçüncü âyetten apaçık görülür. Bunun nüzul sebebinde birkaç rivayet vardır. Bunlardan biri bu hadîste İbn Abbâs tarafından bildirilendir... Maamâfîh nüzul sebebi kâfir­lerin İslâm'a girmesi mes'elesi ise de mahkûm âsîlerin tevbesini de şâmil oldu­ğunda şübhe yoktur, o evleviyyetle sabit olur. Demek ki "Şübhesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için mağfiret eder... " (en-Nisâ: 48, 115) âyeti gereğince şirkin mağfiret olunma­ması tevbe edilmediği takdirdedir {Hakk Dîni, V, 4133-4134).

[489] Bu hadîste Allah'a parmak isnâd edilmiş olup bu müteşâbih hadîsler sırasına girmiştir. Müteşâbihler hakkında tefviz ve te'vîl adiyle iki ilmî yol vardır. Tef-vîz yoluna tutunan selef âlimleri Allah'ı organdan tenzih ederek, Allah için müm-kinâttan hiçbir şeye benzemeyen el, parmak vs.yi kabul ile beraber, bunların hakîkî mâhiyetlerinin ta'yînini Allah'a tefviz ve havale etmişlerdir. Te'vîl yolu­nu tutan sonraki âlimler de bu nevi' müteşâbih lafızları hep kudretle te'vîl et­mişlerdir...

[490] ZemahşeriJBeydâvî, Ebu's-suûd gibi belâgatte seçkin olan müfessirler -başlıktaki âyet hakkında- diyorlar ki: Bu ulu söz, ¥üce Allah'ın gayet azametine ve kud­retinin kemâline ve zihinlerin hayret ettiği büyük fiiller O'nun kudretine nisbet edilince çok küçük ve hakîr kalacağına bir tenbîh ve âlemi yıkivermek O'na gö­re pek kolay birşey olduğunu temsil ve hayal ettirme yoluyla bir ifâdedir ki, kabza ve yemîn kelimelerinin hakikat veya mecaz olmaları ciheti düşünülmeksizin "Ge­cenin zülfüne kır düştü" terkibi gibi, bütünü ile bir tavsiftir.

Diğer bâzıları da şöyle demişlerdir: Kelâmda aslolan hakikattir, fakat haki­katin imkânsız olduğuna bir delîl bulununca da mecaza döndürmek vâcib olur. Kabza ve yemîn kelimeleri organlarda hakikattir, Allah'a organ subûtu mümteni' 'bulunduğuna da aklî delîl vardır; o hâlde mecaza hamli vâcibdir. Zira "Fulân fulânın kabzasmda(avucunda)dır" denilir. "Onun tedbîr ve teshîri altında" demektir. "Sağ ellerinin mâlik olduğu " ta'bîrinde de murâd, kendilerinin mül­kü olmaktır. Şu ev fulânın yedinde, fulânın kabzında ve fulâmn kabzasına geç­ti derler ki, hâlis mülkü olduğunu söylemek isterler. Hem bunlar kullanılan ve meşhur mecazlardır. İbn Atıyye de: Kabza, kudretten ibarettir, demiştir...

Yemîn, sağ demektir. Kuvvet ve kasenp ma'nâlarına da gelir... Sahîh-iMüs­lim'de Âişe'den gelen rivayete göre Arz ve Semâ'nm bu kabz ve dürülmesi sıra­sında insanların nerede olacağı Rasûlullah'tan sorulmuş, "Sırat üzerinde" buyurulmuştur (Hakk Dîni, V, 4136-4137).

[491] Bunun başlığa uygunluğu '"İkinci nefhadan sonra" sözünden alınır.

Bunun farklıca bir rivayeti Peygamberler Kitâbı'nda 28. Bâb, 70. hadîs ola­rak geçmişti.

en-Neml: 87. âyette birinci nefhanın korku ne/hası olduğu açıkça belirtil­miştir. Buna göre ikinci nefha yıkım, üçüncüsü ise kaldırma nefhasi'dır.

[492] Başlıkla uygunluğu, üfürmeleri içine alması bakımındandır. Başlıkta iki nefh beyân olunuyor. Birincisi yıkan nefhi sâik'th ki, bu birinci nefha veya orta nef-hadır. İkincisi kaldıran nefhi kıyam'dır ki, bu da ikinci veya üçüncü nefhadır. Ve Kıyamet kelimesi bu ikincideki "Âı>'âm"ma'nâsından olmakla beraber, bi­rinciyi de başlangıç olmak üzere içine almaktadır. Onun için kıyametin kopma­sı, en büyük kıyamı ifâde eder. Buna saat, vakıa, hakka dahî denilir {Hakk Dîni, V, 4137).

Hadîs metnindeki "Acbu zeneb", kuyruk sokumundaki kemiğin başı ve

en küçük bir parçasıdır. İbn Ebi'd-Dünyâ'nın Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetin­de Rasûlullah'tan "Nedir?" diye sorulmuş; "Hardal dânesi kadar bir parçadır" buyurmuştur...

[493] İşbu el-Mu'min Sûresi de Mekkî'dir; buna Gafîr Sûresi ve Tavl Sûresi dahî denilir. el-Mu'min "Fir'avn ailesinden olup îmânım gizlemekte bulunan bir mü'-min de şöyle dedi: 'Siz bir adamı Rabb'im Allah'tır demesiyle öldürür müsü­nüz?... " (Âyet: 28) diye beyân buyurulduğu üzere, Fir'avn ailesi içinden îmân etmiş olan kahraman zâta işarettir ki, Yâsîn sahibi gibi sâbıkûndandır {Hakk Dîni, V. 4141).

[494] Hâmîm mübtedâ yerindedir, "Mecâzuhâ" ikinci mübtedâdır, "Mecâzu evâili's-suver" haberdir, cümle birinci mübtedâmn haberidir. "Mecâzuhâ", "Tarîkuhâ" demektir (çünkü "Mecaz, Câze, Yecûzu, Cevaz (yânî geçmek)" fiilinden geçe­cek yer ve yol ma'nâsınadır). Yânî bu "Hâmîm"in yolu, hükmü sûre evvelle-rindeki diğer kesik harflerin yoludur, hükmüdür...

Bu "Hâmîm "in bir isim olduğu da söyleniyor. Bu görüşte olanlar Şurayh ibnu Ebî Evfâ' el-Absî'nin bu beytinde Hâmîm'i bir isim olarak ı'râblamasmı delîl kabul ediyorlar. Şurayh, Cemel harbinde Alî ibn Ebî Tâlib'in beraberinde idi. O gün Alî'nin askerlerinin şiân (parolası) "Hâmîm" idi. Bu Şurayh, Sec-câd diye lakablandırılan Muhammed ibn Talha ibn Ubeydillah'a saldırdığı ve ona mızrak sapladığı zaman, Muhammed "Hâmîm" demiş, fakat iş işten geç­miş, bunun üzerine Şurayh metindeki beyti söylemiştir... (Aynî).

Şurayh ibn Ebî Evfâ el-Absî, Cemel harbinde Alî'nin maiyyetinde idi. Mu­hammed ibn Talha'nın başında siyah bir sarık vardı. Alî, ordusuna: Başında siyah sarık olanı öldürmeyin, dedi. Muhammed ibn Talha'yı ancak babasına olan itaati, iyiliği o sarığı başından çıkartmıştı. Bu sırada Şurayh onunla karşı­laştı ve mızrağını ona sapladı. Muhammed: "Hâmîm "i okudu. Şurayh da onu Öldürmüş oldu. Bunun üzerine Şurayh üzülerek bu beyti söylemiştir... (Kastal-lânî).

[495] el-Alâ ibn Ziyâd, ez-Zumer: 53. âyetini zikretmekle birlikte, el-Mü'min: 43. âye­tine de İşaret etti. Bunu onların israftan dönmelerini ve ölümlerinden önce tev-beye çabuk davranmalarını istemek için yaptı. Bu el-Alâ ibn Ziyâd el-Basrî, et-Tâbiî, az hadîs rivayet eden zâhid bir kişidir. Onun el-Câmi'u's-Sahîh'de bun­dan başka yerde zikri yoktur. Hicretin 94. yılında vefat etmiştir (İbn Hacer ve Aynî).

[496] Buhârî bu hadîsin bir rivayetini Ebû Bekr'in menkabeleri bâbı'nın sonunda ge­tirmişti.

Ca'fer ibn Muhammed şöyle dedi: Ebû Bekr, Fir'avn ailesinin mü'mİnin-den daha hayırlıdır, çünkü o îmânını gizliyordu, Ebû Bekr ise açıktan "Siz bir adamı RabbUm Allah'tır demesiyle öldürür müsünüz?" demiştir. Başkası da şöyle dedi: Ebû Bekr, Fir'avn ailesinin mü'mininden daha hayırlıdır. Çünkü o dille söylemekle yetindi. Ebû Bekr ise lisânın ardından elini tâbi' kıldı, da, Mu-hammed'e hem dili, hem de eliyle yardım etti (Kastallânî).

[497] Yânî sizde yarattığım te'sîr ve teessürü, size tevdî' ettiğim muhtelif vaziyetlerin îcâblarını yerine getirin, vazifelerinizi yapın.

[498] Çünkü "O kulakları sağır edercesine haykıracak olan ses geldiği zaman, o gün kişi biraderinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçacak... "

(Abese: 33-37) derecede aşırı şaşkınlık ve dehşet kaplamasından dolayı birbirine meyletmek ve acımak zail olmuştur. Bu âyetin devamında buyurulduğu gibi "Bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (bir derdi, belâsı) vardır".

[499] Tenakuz yoktur. Hâsılı şudur: Kıyamette birçok hâller ve yerler vardır. Bir yer­de kendilerine korku şiddetli olur da onları soruşmalarından meşgul eder, bir yerde ayılırlar ve birbirleriyle soruşurlar (Kastallânî).

[500] Hâsılı onlar dilleriyle gizlerler, fakat elleri ve organları nuktedip konuşur da ar­tık gizleme mümkin olmaz.

[501] Bu, Îbnu'z-Zurayk et-Teymî el-Kûfî'dir. Mısır'a inmiştir. Bu el-Câmi'u's-Sahîh içinde onun bundan başka hadîsi yoktur. 232 yılında ölmüştür. Buhârî hadîsi evvelâ muallak olarak verdi, sonunda da senedini verdi (Aynî, Kastallanî).

[502] Buhârî isnadın şevkini bilinen tertibinden ancak bunun kendi şartı üzere olma­dığını işaret için değiştirdi, denildi. Bunun sureti, mevsûlün sureti olmasa da bu hadîs, Ebû Zerr ve el-Asîlî nüshalarında sabittir.

[503] Yânî bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yâhud dört gün içinde olarak yaptı. Evvelki iki de içinde dâhil olmak üzere dört ki, bunda da gösterdiğimiz veçhile öbürleri gibi iki ma'nâ vardır. Birisi ma'denlerin ve dağların yaratılması nevbe-ti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması nevbeti ki, iki evvelki ile dört olur. Birisi de "Fîhâ"da.n hâl olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur. Bu sû retle evvelki İki gün burada dâhil olmuş bulunur. Âcizane anlayışıma göre, bu­rada bu ma'nâ Öbüründen daha açık ve nazmın siyakına daha uygundur. Çünkü Arz'm bereketleri ve gıdaları her sene bu dört mevsim içinde yetişir, kemiyyet ve mikdârıyle biçimini bunlar içinde alır. Bu haysiyetle "fT'nin "Bâreke" ve "Kaddere" fiillerine taalluku dahî aynı ma'nâyı ifâde edebilir ve bu ma'naca şu kayıt da vazıh olur. "Bütün araştıranlar için müsâvî olmak üzere dört gün, zira her yerde nzık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim içinde yetişir, n-zıklar müsâvî olmazsa da günler müsavidir. Dört mevsim, hepsi için dörttür... (Hakk DM, V, 4189-4190).

[504] O günlerin uğursuzluğu şiddetli fırtınanın o günlerde ardı arası kesilmeden de­vam etmiş olmasından ve bu yüzden o kavmin helake uğramasmdandır. Yoksa müneccimlerin güya bu âyete dayanarak iddia ettikleri gibi, bâzı günlerde, gün­lerin kendilerinde "Sa'd = Uğurluluk" veya "Nahs -Uğursuzluk" yoktur. Za­manların cüz'leri haddizatında müsâvîdir. Aralarında fark yoktur. Var olan şey. onlarda vukua gelen tâatler, ma'siyetlerdir, İhtimâl ile delîl getirilmez (Şeyhzâ-de, Râzî).                       '  .

[505] "Önlerinde oton "dan murad dünyâ işleridir. Onlar dünyânın yalnız şehvet ta­rafını görüp ona ittibâ' ettiler. "Ardlarında oton "dan maksad âhiret işleridir. Onlar bu hususta dirilmeyi, hesabı inkâr eylediler (Beydâvî, Medârik, Celâleyn).

[506] Bu hadîs, başlıktaki âyetin ma'nâsını açıklıyor. Bu hadîsin bir rivayetini Buhâ-rî, Tevhîd'de; Müslim, Münafıkların Sıfatı ... Kitâbi'nda getirmiştir. Sandan sonra gelen iki hadîs de bunun değişik senedlerle gelen rivayetleridir.'

[507] Bu da geçen hadîsin başka yoldan bir rivayetidir. Hadîsin sonundaki "Sufyân bize bu hadîsi tahdîs eder, şöyle der idi..." sözleri, Buhârî'nin üstadı el-Humeydî'nin bu hadîs hususundaki kelâmmdandır. Evvelâ tereddüdü, sonra da kesin kanâat' nlHn&n açıktır. Bu kötülenmez. Çünkü o evvelâ bu güvenilir râvîlerden hangisinin rivayet ettiği hususunda tereddüd etmiştir: Bunlar Mansûr ibnu'I-Mu'temir, Abdullah ibnu Necîh ve Abdullah ibnu'z-Zubeyr'in âzâdhsı olan Humeyd ibn Kays'tır. Nihayet kendisine kesin kanâat sabit olunca, onun üzerinde karar kılmış, diğerlerini bırakmıştır (Aynî).

[508] Başlıkta zikredilen zann, Allah hakkında yanlış olan kötü zanndır ki, helak edi­cidir. Zann ikidir: Biri kurtarıcı, biri helak edicidir. "Ben kulumun benizannı yanındayım" hadîsinin ma'nâsmı yanlış an lam amalidir. Hasen Basrî bu âyeti okumuş da: İnsanların ameli, Rabb'lerine olan zannlanna göredir. Mü'mİn Al­lah'a güzel zannda bulunur, güzel amel yapar; kâfir ve münafık da kötü zann-da bulunur, kötü amel yaparlar, demiştir {Hakk Dîni, V, 4197).

[509] Buradaki üç başlıkta gelen âyetlerden önceki üç âyet şöyledir:

"O gün Allah'ın düşmanları; işte onlar toplu hâlde ateşe sürüleceklerdir. Nihayet oraya geldikleri zaman ne yapıyor idiyseler, kulakları, gözleri, derileri hep aleyhlerinde şâhidlik edeceklerdir. Derilerine şöyle derler; Bizim aleyhimi­ze niye şâhidlik ettiniz? Onlar da: Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa O yaratmıştır. Yine ancak O'na döndürülüyorsunuz, derler" (Âyet: 19-21)

[510] Bu sûreye "Bunların işleri dâima aralarında müşaveredir (yânî müşavere İledir)" (Âyet: 39) kelâmından dolayı eş-Şûrâ ismi verilmiştir.

Bu eş-Şûrâ: 11. âyetle ilgili güzel bir tefsir özeti şöyledir:

"... Tahlîl edilince maddiyât ve cismâniyyete ma'neviyâtı feda edecek de­recede mütemayil olan Mûseviyetifrat, ve ma'neviyâta maddiyâtı feda eden Ise-viyet tefrit demek olur. Birisi gaye olarak teşbîhî fikri, diğeri de gaye olarak tenzîhî fikri ele almıştır.

İslâmiyet bu iki fikrin i'tidâl haddi olan "Tevhîdî fikr"i ele almıştır. Vakıa İslâmiyet'te tenzîhî fikri veyâhud teşbîhî fikri tercîh eden mezheb ve meşrebler yok değilse de, İslâm'da esas ana fikir, Tevhîdî Fikir'dir.

Teşbîhî fikir, ifrat hâlinde ve muattal olmayan bir şekilde olarak islâm'da­ki hakk mezhebinde i'tibâr görmemiştir. Tenzîhî fikre gelince: İslâm'daki ten­zîhî fikir, tevhîdî derecesini bulmadığı takdîrde dahî rûhâniyet ve hayât şaibe­sinden kurtarılmış olmak suretiyle ta'dîl edilmiştir.

İslâmî hakikatin istinâd ettirildiği tevhîdî fikir pekçok âyetler ve hadîslerle beyân edilmiş olmakla beraber, tam bir kat'iyyet ve vuzuhu hâiz olanlarından birkaçım göstereceğiz:

Onun benzeri gibisi yoktur. O hakkıyle işi­ten, kemâliyle görendir" (eş-Şûrâ: 11).

Bu âyet iki fikri hâvidir. Birincisi "Leysekemislihişey'un", teşbîhî şekille­rin hepsini nefyeder ve mutlak tenzihtir. Eğer Cenabı Hakk yalnız bu tenzîhî fikir ile bildirilmiş olsaydı, adetâ hiç bildirilmemiş sayılırdı. Bu fikirde ne ak­siyle mukaayese ve ne de ayniyle mukaayese mümkin değildir. Yokluk en bü­yük benzetme olduğundan o fikri, beşer vicdanı ademden başka bîr ma'nâ ile anlayamaz.

İkinci hadd olan "Ve huve's-semVu'l-basîr", teşbîhî bir fikirdir. Biz ne yap­sak semî' ve basarı düşündüğümüz zaman, kat'î teşbîhle ve bu fikre beşerî bir şekil vermekten vicdanımızı kurtaranlayız. Bununla beraber Cenabı Hakk yal-> nız bu teşbîhî fikir ile bildirilmiş olsaydı, maddiyât çukuruna ve âdemperestîye (Antropomorfizme) düşmek zarurî idi. Lâkin bu iki fikrin birleşmesi öyle bir mu'tedil fikir meydana getirir ki, ruhu tenzih ve teşbihin ifratından kurtarır. Bundan dolayı akidesini yoklukla tefsir ettirecek mutlak tenzihten veyâhud taş ve toprak derecesine İndirecek teşbîhâttan kurtarır.

İslâmî hikmette bu latîf halet "Cem' ve fark" ve "Cem'u'I-cem"' şekille­riyle ifâde edilmektedir ki, bu son terkîb tevhidi fikri iş'âr eder. İslâm'ın bayra­ğı olan "Tevhîd Kelimesi" dahî, bir ikinci şekli bulunmayacak derecede âlî bir tevhîdî fikirdir.

Lâkin tevhîdî fikri bütün bir hikmet ve ma'rifet manzumesi şeklinde izhâr eden Kur'ân âyeti: "nem evvel-dk, hem âhirdir; hem zahirdir, hem bâtındır; O herşeyi kemâliyle bilendir" (el-Hadîd: 3) âyetidir. Hayâtımızı tetebbuatla geçirdik. Büyük adamların yüksek fikrî ilhamlarının belli başlılarına, mukaddes kitâblardaki ulvî kelimelere ıttıla kesbettik. Tamamen bîtarafâne olarak beyân ederiz ki, bu i'câzlı âyetin ihtiva ettiği dâire hâricinde söylenebilmiş söze tesadüf etmediğimiz gibi, bundan daha yüksek, daha ilmî, daha mu'ciz bir tasvîr şeklini de muhal buluyoruz. Aynı ma'nânın binlerce kelime ile ifâde edildiği oluyor, lâkin lafızlar ve kelimelerin çokluğu ne fazla vuzuhu, ne de fazla ifhâmı mûcib oluyor.

Cenabı Peygamber, tevhîdî fikrin içtimaî tatbîkaatını şu zarif hadîs ile bize

bildirmektedir: Si­zin en hayırlınız dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terketmeyen, insanlar üzerine bir ağırlık olmayandır".

Bu hadîs iyice düşünülürse, İslâm'ı tamamen anlayan içtimâi bir toplulu­ğun ne derecede mükemmel olacağını kestirmek zor olmaz. İslâm'ın en parlak devirlerini tedkîk edecek olursak, görürüz ki, o devirler hep tevhîdî fikrin en ziyâde anlaşıldığı ve metin tatbîkaat gördüğü zamanlardır...

Yalnız tevhîdî fikirdir ki, vicdâniyâtm olduğu gibi, ilmin dahî hakikati veçhile cereyanına mâni' olamaz. Bu sebebe mebnîdir ki, en büyük mütefekkirler selâ­meti tevhîdî fikirde bulmuşlardır... Tevhîdî fikre müstenid yegâne dîn, İslâm Dîni'dir (Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Târihi, Onaltıncı Bahis: Dînlerin Mukaayesesi, s. 190-196, Ötüken Neşriyat yayını).

[511] Yânî husûmet ve ihticâca mahal yok, ey kitâb ehli! Çünkü bu beyân ve isbât ile hakk meydana çıkmış, başkaca münâkaşaya hacet kalmamıştır.

[512] Dînden Allah'ın izin vermediği şeyleri onlara meşru' mu kıldılar? Meselâ müş-riklik, müteaddid hükümete tâbi'iyyet, âhireti inkâr, zulüm, ahid bozma, takat yetiremeyecek işleri teklîf etmek gibi Allah'ın İzin vermediği, meşru' kılmadığı, birtakım şeyleri teşrî' ediyorlar, diledikleri gibi dîn yapıyorlar öyle mi? Fakat Allah'ın meşru' kılmadığını meşru' kılacak hiçbir kuvvet yoktur, insanların teş-rî'deki mesaîsi Allah'ın izni hududunu aşmamahdır (Hakk Dîni, V, 4239).

[513] Başlıktaki âyete üç ma'nâ verilmiştir: Birincisi: Karabette sevgi, yânî hiç olmazsa size akrabalığımdan dolayı hukukumu gözetmenizi isterim... Bunun hâsılı şöy­le demek.olur: Nübüvvet ve risâletim ve "Âlemlere rahmet" olmam haysiyyet-leriyle olan hukukumu tanımıyorsanız, bari aramızdaki hısımlık hukukuna riâyet edin de söylediklerimi dinleyin, düşmanlık etmeyin.

İkincisi: Bana hısımlığı olanları, yânî akrabamı sevmenizi isterim diye ma'nâ verenler de olmuştur. Nitekim Saîd ibn Cubeyr'in sözü bunu gösteriyordu. Bâ­zıları bu karabeti Alî ve Fâtıma evlâdına tahsis etmek istemişlerdir. Üçüncüsü: Abd ibn Humeyd'in Hasen'den rivayet ettiği gibi, yakınlıkta sevgi, yânî güzel amellerle Allah'a yakınlık hususunda sevgi demektir ki, "Kurbâ" neseb yakın­lığı değil, "Kurbet", yânî Allah'a yakınlık ma'nâsınadir. Ve bu ma'nâ daha umû­mîdir. Hem de üstüne, altına daha uygundur (Hakk DM, V, 4241).

Hadîste Saîd ibn Cubeyr'in ve İbn Abbâs'ın verdikleri ma'nâ, neseb hısım­lığıdır. Şu kadar ki, Saîd ibn Cubeyr bu neseb hısımlığını Muhammed ailesine tahsîs etmiştir. İbn Abbâs bunun hududunu daha geniş tutup, bütün Kureyş soy­larına şâmil kılmıştır.

[514] ez-Zuhruf, yaldızlı zînet ve bilhassa altın ve gümüş demektir. Bu, 35. âyette geçtiği İçin, bu sûreye bu isim verilmiştir

[515] Bu vâv'm atfolması da muhtemel ise de kasem için olması daha selistir. Zamîr, RasûluHah'a dönücüdür. Böyle hitâb esnasında gâib zamîri, Peygamber'in şâ-nma bir ta'zîm ifâde eder. Yânî Peygamberin "Yâ Rabb! Yâ Rabb!" dîyeduâ etmesi hakkı için söylerim ki, şunlar, şu mekre kalkışan müşrikler îmâna gel­mez kimselerdir {Hakk Dîni, V, 4288).

[516] Bundan önceki üç âyet şöyledir: "Sübhe yok ki günahkârlar cehennem aza­bında ebedî kalıcıdırlar. Bu azâb onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun için­de ümîdsizlikle susacak olanlardır. Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendileri Zâlimdiler. Şöyle çağrıştılar,.. " (Âyet: 74-77).

Mâlik, cehennem muhafızının adıdır. Bu hadîsin bir rivayeti Bed'u'1-Halk Kitâbı'nda da geçmişti.

[517] Bu âyet, yukarıdaki "And olsun ki, onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan elbette 'Onları o Azız ve Alîm olan Allah yarattı' derler" (9.) âyetine bakıyor. Allah'ın bütün semâlar ve arzın yaratanı olduğunu ikrar ve i'tirâf eder­lerken tenakuza bak ki, bir de tutarlar Allah'a, kullarından bir cüz' yaparlar. Burada birkaç ma'nâ vardır: Evvelâ hululü ibtâldir. Çünkü hulûliyye, Allah'ı kullarından bir cüz' yapmış olur. İkincisi çocuk isnâd edenleri kötülemedir. Çün­kü çocuk, babasının_cüz'ünden hâsıl olduğu için onun cüz'üdür. Üçüncüsü müş­rikler her ma'bûda bir hıssa vermekle Allah'a kullarının küllünü değil, yalnız bir cüz'ünü tanımış, yalnız bir hıssa vermiş oluyorlar. Diğer hıssalar diğer tap­tıklarının sayılmış oluyor -Çünkü İnsan çok nankördür, apaçık-, Zîrâ küfür ve şirk, nankörlüğün en açığıdır. Allah'ın hepsini yaratıcı olduğu ma'lûm iken sonra dönüp Hâlık'ı mahlûk'tan veya mahlûk'u Hâlık'tan cüz' yapmak yâhud Hâ-lık'm mahlûkunu tamamen kendinin saymayıp şirk koşmak apaçık küfür ve küf-rândır {Hakk Dîni, V, 4268).

[518] Siz selâmete erdikten sonra tekrar asanı vurup da ikiye ayrılmış olan suyun bir araya gelmesine meydan verme (Beydavî, Medârik).

Ahmed ibnu'l-Mübârek diyor ki: "Rehv" kelimesini Abdülazîz ed-Debbağ'a sordum. Bana şu cevâbı verdi: Bu lafız takat getirilemeyecek kuvvete delâlet eder. "Fulân revhdir" dediğimiz vakit, "O takat getirilemeyecek bir kuvvete mâliktir" ma'nâsınadır... (Meâl-i Kerîm).

[519] "Duhânun miibîn: Apâşikâr bir duman". Bu duhân hakkında iki tefsîr riva­yet olunmaktadır. Birisi bundan sonraki başlık altında gelen İbn Mes'ûd hadî­sinde bildirilen şiddetli açlık ve kıtlık seneleridir. Çünkü çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za'fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerde havanın fenalığından, semâ dumanlı görünür...

İkinci tefsirde ise Alî'den şöyle nakledilmiştir: Kıyametten evvel semâdan gelecek bir dühândır, kâfirlerin kulaklarına girecek, tâ ki herbirinin başı, pür-yân olmuş başa dönecek; mü'mine de ondan zükâh (yânî nezle) gibi bir hâl arız olacak ve bütün arz, içinde ocak yakılmış fakat deliği yok bir eve dönecek... (Hakk Dîni, V, 4297-4298).

[520] el-Batşetu'1-kübrâ = Çok büyük bir şiddet ve savletle çarpma günü" (ed-Duhân: 16): Bu tefsîre göre bu İsimle anılan Büyük Bedir gazasında Kureyş müşrikleri­nin yakalanıp öldürülmeleridir. "el-Lizâm" (el-Furkaan: 77) da bir tefsîre göre, yine Bedir harbinde müslümânlann ele geçirdikleri müşrik esirlerdir.

[521] Hadîs, başlık yapılan âyeti içine aldığı için aralarındaki uygunluk açıktır. Bu-hârî bu hadîs için bundan sonra üç başlık daha tahsîs etmiş, uzatılmış ve kısal­tılmış olarak aynı hadîsi sevk eylemiştir. Bunun birer rivayeti el-Furkaan ve er-Rûm Sûreleri tefsirlerinde de geçmişti.

[522] Bu da geçen İbn Mes'ûd hadîsinin başka bir yoldan gelen rivayetidir. Bunun bir rivayeti Sâd Sûresi tefsirinde de geçmişti.

[523] Bu da aynı hadîsin başka yoldan gelen bir rivayetidir.

İbn Mes'ûd Sâd ve er-Rûm Sûreleri tefsirinde geçtiği üzere, Duhân âyeti­nin, Kûfe'deki kıssacı vaizin dediği gibi kıyamet alâmetlerinden olmadığına "B/z bu azabı biraz açıp kaldıracağız" âyetini delîl göstererek: Kıyamet günü onlar­dan azâb kaldırılır mı imiş? diyor, ibn Mes'ûd'un bu inkârı ictihâdîdir. Delîl Kur'ân'dan olduğu için hakîkaten pek kuvvetlidir. Zira Mekkelilef in: "Ey Rab-bimiz! Bizden bu azabı kaldır. Çünkü biz îmân edeceğiz " demiş olduklarını Al­lah bize haber verdiği gibi, onlara cevaben de "Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok ki, tekrar dönecek olanlarsınız" buyuruyor. Âyetteki duhân, kıyamet alâmetlerinden biri olsa, zuhuru sırasında ne kâfirlerin böyle duâ etmelerine imkân kalır, ne de Allah'ın bu cevâbı sahîh olabilir..

[524] Buhârî nüshalarının hepsinde bu bâb böylece vâki' olmuştur. Hâlbuki bunun tefsiri yakında geçmişti (Aynî).

[525] "Câsiye", toplu yâhud diz çökmüş demek olup, bu sûre, 28. âyeti sebebiyle bu ismi almıştır. Buradaki "Câsiye" iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir. Birisi "Diz çökmüş" ma'nâsınadır. Zîrâ diz çökmek, derli toplu, en i'tinâh ve en hürmetli vaziyettir. Birisi de toplanmış cemâat ma'nâsınadır. Murâd "Hepsi de muhak­kak toptan bizim karşımızda hazır edilmişlerdir" (Yâsîn: 32, 53) buyurulduğu üze­re, Hakk'ın huzurunda hesâb için toplanmaktır.

'Sonra seni de emirden bir şerîatin üstüne me 'mûr kıldık. O hâlde sen ona tâbi ol. Bilmezlerin hevâlarma uyma" (Âyet: 18) sebebiyle "Şeriat Sûresi" ismi de verilmiştir.

[526] Buradaki "Mustevfizîne ale'l-rukebi" ta'bîrinin masdarı hakkında açıklama:

el-İstîfâz: Yerleşip ayakları dikerek oturmak; bir kavle göre kıynakları ye­re koymayarak dizleri yere koyup oturmak yâhud sıçrayıp kalkmaya hazırlanı-ci olmakla henüz kalkmaya doğrulmayarak ayakları üzere çömelip oturmak ma'nâsınadır ki, hepsi acele ma'nâsınadır (Kaamûs Ter.).

[527] Yânî ilme karşı nevalarını ilâh edinenler sapkınlıklarından dediler ki: Dünyâ ha­yâtımızdan başka hayât yoktur. Hayât denilen, ondan ibarettir. Ölürüz, yaşa­rız, öleceğimizi bilmekle beraber dünyâ hayâtı yaşarız; ondan Ötesi yoktur. Bizi başkası değil, ancak Dehr helak eder.

Dehr, aslında âlemin bekaası müddeti demektir. Râgıb der ki: Dehr, âle­min vücûdunun başlangıcından nihayetine kadar olan müddetin ismidir. "İn­sanin üzerine uzun devirden öyle bir zaman geldi ki (o vakit o) anılmaya değer birşey bile değildi" (ed-Dehr: i) kavlinde "Dehr" bu ma'nâyadır. Sonra çok bir müddete de "Dehr" denilir, Zaman, az bir müddete de kullanılmak i'tibâriyle bundan farklıdır... Zaman, mâzî, hâl, istikbâl kısımlarına ayrılır. "ed-Dehr" ise âlemin baştan âhire kadar bir uzantısının ifâdesi demek olduğundan, Za­man "Dehr "in makaamiarından olarak düşünülür. Burada "ed-Dehr", en zi­yâde zamanın geçmesi, zamanın uzunluğu diye tefsîr edilmiştir. Çünkü bahsedilen ihlâk, âlemin nihayeti olan küllî ihlâk değil, ba'zın ihlâkıdır (Hakk Dîni, V, 4322).

[528] Hadîsle başlık arasındaki uygunluk meydandadır. Hadîsteki "Dehr benim" ta'-bîrini şârih Hattâbî: Ben dehrin sahibi ve halikıyım, suretinde tefsîr etmiştir ki, yaratılması yönüyle Allah'a nisbeti olan Dehr'e sövmek nehyedilmiştir.

İbn Hazm Zahirî İse, Hattâbî gibi tefsire lüzum görmeyerek, "Dehr" laf­zını Allah'ın güzel isimlerinden bir isimdir, demiştir... Burada Şâri'in "Dehr" ile muradı, Dehr'in sahibi ve mutasarrıfı demek olduğuna alt taraftaki "Her iş benim elimdedir", "Geceyi de, gündüzü de ben evirip çeviriyorum "cümlele­ri açıkça delâlet etmektedir.

"Allah'a eza vermek" ta'bîri de, Allah'ın fena gördüğü işi işlemekten ve razı olmadığı bir sözü söylemekten ibarettir.

[529] Bu kelâm Allah tarafından Kureyş müşriklerine karşı bir tevbîh ve Peygamberi için onlar aleyhine bir hüccet getirme siyâkmdadır. Çünkü onlar, Allah'tan başka taptıkları şeylerin sahîh olduğunu iddia etmişlerdir. Eğer iddia etmekte olduğu­nuz şey sizin düşüncenize göre sahîh olsa bile ibâdet edilmeye hak kazanmaz. Çünkü o, mahlûktur; yaratılmış birşeydir. İbâdet edilmeye ise Hâlık'tan, yânı yaratıcıdan başkası hak kazanmaz (Kastallânî).

[530] Hadîsin başlıkla uygunluğu meydandadır.

Hadîste kısaca görüldüğü üzere Vâlî Mervân, bir gün mesciddeki hutbesin­de: "Ben Emîru'l-Mü'minîn'in, yânî Muâviye'nin Yezîd'i halef ta'yîn etmesi hakkındaki re'yim güzel görüyorum. Çünkü Ebû Bekr de, Umer de halef ta'yîn etti" demişti. Bunun üzerine Abdurrahmân: "E Heraklıyyetun, yânî krallık-mı? Ebû Bekr vallahi onu ne evlâdından birisi, ne de ev halkından birisi hak­kında yapmadı. Muâviye ise sırf oğluna rahmet ve keramet yaptı!" dedi. Böylece Abdurrahmân, halef ta'yîn etmenin kisrânın ve kayserin bid'ati olduğunu, Ebû Bekr'le Umer'in böyle bir bid'at koymadıklarını açıkça belirtmiştir. Aişe'nın cevâbı da âyetin nüzul sebebinin vâlînin dediği gibi olmadığını ortaya koymuş­tur. Demek ki Mervân'm iddia ettiği nüzul sebebi doğru değildir, yanlıştır.

[531] Bundan önceki âyetlerde Hûd Peygamber kendi kavmini uyarmıştı: "Âd'tn kar­deşini hatırla -ki ondan evvel de, sonra da birçok peygamberler gelip geçmişti-. Hani o, Ahkaaf'taki kavmim; 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Hakikat ben üzerinize büyük bir günün azabından korkuyorum' diye tehdîd etmişti. 'Sen bize, bizi tanrılarımızdan döndürmen için mi geldin? Öyle ise bizi tehdîd etmekte olduğun şeyU eğer doğru söyleyenlerden isen getir bize' dediler. Hûd da: 'Bu­nun ilmi ancak Allah nezdindedir. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Bununla beraber ben sizi bilmezler güruhu olarak görmekteyim' dedi..." (Âyet: 21-23).

Bu hadîsi Buhârî yine Edeb'de; Müslim ise Yağmur Duâsı'nda getirmiştir.

[532] "îmân eden, iyi iyi amellerde bulunan ve Muhammed'e indirilene -ki o Rabb'-lerinden gelen bir haktır- inanan kimselerin günâhlarım keffâretlemiş, hâllerini iyileştirmiştir" (Âyet: 2) kelâmı sebebiyle bu sûreye "Muhammed Sûresi" ismi verilmiştir. Bunun diğer bir adı da "Kıtal Sûresi"dir... Peygamberlerden Nûh, Hûd, Salih, Mûsâ, Dâvûd, Süleyman harb ve kıtal ile emrolunmuşlardi. Bun­dan evvelki sûrede "O hâlde peygamberlerden azim sahihleri olanların sabret-tiklerigibisen de mbret..." (^-Ahkaaf: 34) buyurulduğu gibi burada da o sabrın tatbîkaatından birisi harb ve kıtalde sabr ve sebat ve Muhammedi husûsiyyet-lerden birisi de bu suretle cihâd olacağı anlatılmıştır. Zîrâ dînde takva hakkı ve Allah için cihâd hakkı ancak hakk yolunda canı feda etmeyi söze alarak Al­lah yolunda çarpışmakla mümkin olur. Ve Allah için olmayan kıtallerin, tecâ­vüzlerin önüne ancak Allah için kıtale hazırlanmakla geçilebilir... (Hakk Dîni, VI, 4367).

[533] Herhangi kâfirlerle başladığınız harb bitinceye, muhâribler silâhı bırakıncaya ka­dar. Yânî o müşriklerin şevketi sönüp de harb ihtimâli kalmayıncaya kadar yâ­hud bütün insanlık âleminde İslâm'ın gayesi olan küllî bir sulh kuruluncaya kadar... Bunda harbi kaldırmak için çalışanlara bir ümîd vardır. Buna göre "Ci­hâd kıyamet gününe kadar geçicidir" hadîsinde ya cihâd, harbden daha umû­mî bir ma'nâda yâhud kıyamet daha husûsî bir ma'nâda te'vîl olunmak gereke­cektir... (Hakk Dîni, VI, 4377).

[534] Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir velîleri, yardımcıları yoktur. Mevlâ keli­mesi burada "Velî" ve "Nasîr" ma'nâsmadır. "Mâlik" ma'nâsına da gelir. Ni­tekim "Sonra bunlar bütün işlerine hakk ve adi ile mâlik olan Allah'a dön­dürülmüşlerdir'1'' (el-En'âm: 62, Yûnus: 30) âyetlerinde böyledir. Binâenaleyh iki âyet arasında zıddiyet vardır zannedilmesin. Yânî Allah mü'minin de, kâfir­lerin de; bütün kulların mâlikidir. Lâkin "Allah müzminlerin vetîsidir" {îimân: 68) mazmununca, mü'minlerin dostu ve naşiridir. Kâfirlerin değil (Hakk Dîni, VI, 4381).

[535] Ayetin devamı şöyledir: "Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Üstelik Rabb-terinden de bir mağfiret vardır. Hiç bunlar o ateşte ebedî kalan ve bağırsakları­nı parça parça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?"

[536] Burada "Tevellî", iki ma'nâyı muhtemildir. Birisi arkasını dönüp kaçmak ma'-nâsına "Tevellî"den; birisi de "Velâyet"ten tefa'ul olarak, vâlî olmak, iş başı­na geçmek ma'nâsına tefsir olunmuştur. Binâenaleyh şu iki ma'nânın ikisi de doğrudur. Evvelki ma'nâca: Nasıl o korkaklıkla döner, harbden kaçar da Arz'-da fesâd yapar, ordu bozanlık edip düşmanın istilâsına sebebiyet verir ve erhâ-mmızı dağıtabilirsiniz!

Erhâm, Rahim'in cem'idir. Rahim, esasen kadının çocuk yapma merkezi olan organıdır. Yakınlık menşei olmak hasebiyle akrabalığa da "Rahim" deni­lir. Bu ma'nâ ile akrabaya "Ulu'I-erhâm" denildiği gibi, '.'Erhâm" da denilir ki, burada bu ma'nâyadır. Yânî çoluğunuzu, çocuğunuzu, kadınlarınızı, hısım­larınızı parçalatabilir misiniz? Çünkü müslümân ordusunda fesâd çıkarıp düş­man istilâsına sebebiyet verildiği takdîrde hâsıl olacak netice budur. Öbür ma'nâca: Nasıl o korkaklıkla iş başına geçer, kumandayı elinize alır da vatanı­nızı Câhiliye devri gibi fesada verir, ihtilâf içinde hısım ve akrabanızı yine öyle perişan edebilir misiniz? Bu âyetle hısımlık ilgisini kesmenin harâmlığına istid­lal olunur (Hakk Dîni, VI, 4392).

[537] Bunlar aynı hadîsin başka başka yollardan gelen rivayetleridir. Müellifin bun­ları getirmekten maksadı ilk hadîste râvî Süleyman ibn Hilâl'in Ebû Hureyre üzerine durdurulmuş, yânı mevkuf olarak rivayet ettiği son fıkranın da merfû' olduğunu isbât etmektir. Çünkü ilk hadîste Süleyman: Ebû Hureyre "isterse­niz 'Hel aseytum' âyetini okuyunuz" dedi, şeklinde; Ebû Hureyre üzerinde dur­durarak rivayet etmişti. Diğer iki yoldaki râvîler ise bu kısmı da Rasûlullah'ın ağzından rivayet edip merfû' olarak getirmişlerdir (Kastallânî).

[538] İşte Rasûlullah ve sahâbîleri böyle hoş, mükemmel, muntazam, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Rasûlullah'ın ahlâk feyzi, ta'lîm ve terbi­yesi ile ümmetine ruhen ve cismen verilen hayatî nizâm ve neş'enin bir ifâdesi ve Mekke fâtihlerinin bir geçit resmi vardır... Çünkü Peygamber yalnız olarak kıyam etti, sonra Allah O'nu, ekinin ilk çimi ondan doğarak etrafını saran filiz­lerle katlanıp kuvvetlendiği gibi, maiyyeti ile takviye buyurdu. Zîrâ bunun za­hiri zer'i Peygamber, şat'ı sahâbîleridir. Şu hâlde yalnız sahâbîlerin değil, peygamberle beraber sahâbîlerinin bir temsili olmuş olur. (Hakk Dîni, Vİ, 4442).

[539] Bu hadîsin bir rivayeti Mağâzî Kitâbi'nda da geçmişti, başlığa uygunluğu mey­dandadır.

Hadîsin râvîsi Eşlem, Umer'in mevlâsı idi, aslen Yemen esîrlerindendi. el-Vâkıdî: O, Ebû Zeyd el-Habeşî el-Becâvî'dir, dedi. Bu Eşlem, muhadramdır, yânî hem Câhiliyet, hem İslâm devrini yaşamış uzun ömürlü kişilerdendir. 80. hicret yılında yüzondört yaşında iken vefat etmiştir (Aynî, Kastallânî).

[540] Bu hadîsin de bir rivayeti Mağâzî'de geçmişti.

11 Apâşikâr bir feth " istikbâli açan, ileride yapılacak birçok fetihlerin başlangıcı olan bir feth... Ma'Iûmdur ki, Feth, aslında açmak, yânî kapalılığı gidermektir. Bir memleketi fetih de, Keşşafın beyânı veçhile ona harbli veya harbsiz, unve-ten veya sulhan zafer bulmaktır ki, zafer bulmadıkça kapalıdır... Hudeybiye sulhunun bir fetih olması sahâbîlerden bâzısına bile gizli kalmıştı. Cenabı Hakk bunun bir feth olduğunu beyân buyurmuştur: Evvelâ bir feth olması "O sizi Mekke'nin karnında onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini siz­den, sizin ellerinizi de onlardan çekendi..." (Âyet: 24) buyurulduğu üzere, müs-lümânlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokmuşlardı ve sulha müşrikler tâlib olmuşlardı. İkinci olarak, bu sulh ile ilk evvel müslümânlığm âlemde bir devlet. olarak varlığı, düşmanları tarafından dahî tasdîk olunarak bir anlaşmaya bağ­lanmış oluyordu. Bu suretle bundan sonra zuhura başlayacak fetihler zinciri­nin başı ve fatihası olmuş ve bundan sonraki İslâm fetihlerinden herbiri bunun altında bir şü'besi mesabesinde olarak va'd edilmiş oluyordu ki, sûrenin başı bunu ilâhî bir lisân ile îzâh etmektedir. Fi'1-vâkî yine sûrenin içinde "Yakın fetih" (Âyet: 27) diye işaret olunduğu üzere, bunu pek yakından Hayber fethi ta'kîb etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş, sonra da islâm'ın bütün dînlere gâlib ge­leceği va'd buyurulmuştur (Âyet: 28). Zuhrî: Hudeybiye fethinden büyük bir fe­tih olmamıştır, demiştir. Bu sayede müşrikler müslümânlarla karışmış ve sözlerini işitmeğe başlamış ve bundan böyle onların kalblerinde islâm yer etmeye başla­mıştır... (Hakk Dîni, VI, 4405).

[541] Bunun bir rivayeti de Mağâzî'de, Fetih gazvesi bâbı'nda zikredilmişti. Bundaki tercî' mes'elesi hakkında bâzı açıklamalar inşâallah ileride "Okumada ses güzelliği" başlığında gelecektir.

[542] Kaadı Beydâvî: Feth, kâfirlere cihâd ile şirkin define ve dînin yükseltilmesine ve eksikli nefislerin tedricen kendi tercihleriyle tekemmül edebilmeleri için kah-ren şevkine ve zaîfleri zâlimlerin elinden kurtarmaya sa'y etmenin bir neticesi olmak i'tibâriyle mağfiret, fethe illet kılınmıştır, dedi. Ki murâd gâî illet, yânî hikmettir.... Ve risâletteki muvaffakiyetine bir de mülk eklenmek gibi dînî ve dünyevî ni'metleri tamamlaya, gerek risâletin ifâsında ve gerek riyasetin mera­simini edada doğrudan doğruya Allah'ın rızâsına erdiren bir istikaamet yoluna çıkara kî, bu yol "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı ha­kikatin şâhidleri olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şâhid olsun diye" (el-Bakara: 143) mantukunca bütün insanlığın İmtisal numunesi olmak üzere, İslâm işlerinin başkalarının te'sîrlerinden âzâde olarak sırf Hakk Kaanûnu dâi­resinde bi'1-istiklâl idaresi yoludur... (Hakk Dîni, VI, 4406-4408).

[543] Buradaki hadîslerin birer rivayeti Gece Namazı bölümünde de geçmişti.

[544] Hadîsteki el-Ahzâb: 45-46. âyeti, el-Feth: 8. âyetinin bir kısmını aynı lafızlarla içine alması sebebiyle, hadîsle başlık arasında uygunluk bulunmaktadır. Bu ha­dîsin bir rivayeti Alışverişler Kitâbı'nın baş taraflarında "Çarşılarda bağırma­nın çirkinliği bâbı"nda da geçmişti. Orada Abdullah ibn Amr'dan, Rasûlullah'm Tevrat'ta yazılı olan sıfatlarının sorulduğu, buna cevaben Abdullah'ın: Evet, vallahi Rasûlullah, Kur'ân'daki bâzı sıfatlanyle Tevrat'ta da sıf atlanmıştır, bu muhakkaktır... diyerek hadîsi sevkettiği açıkça görülmektedir.

Tevrat âyetindekİ "O peygamber kötü huylu, katı kalbli değildir" fıkrası da "Sen Allah 'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onlan bağışla., " (Âlu İmrân: 159) âyetinin bir vecîzesidir. Yine Tevrat âye-tindeki "O peygamber kötülüğü kötülükle def etmez" fıkrası da "Sen kötülü­ğü en güzel yol ile önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dosttur''' (Fussilet; 34) kavlinin bir benzeridir.

Rasûlullah'ın Tevrat'ta yazılı olan vasıflarını Abdullah'tan soran zât, râ-vîsi Atâ ibn Yesâr idi. Abdullah, Tevrat'ı incelemekle de meşgul olmuştur.

[545] Sekînet, sükân ve itmi'nân, sebat ve temkin ma'nâsma masdardır ki, nefisteki telâş ve helecanın kesilmesiyle hâsıl oian ve kalb oturması, yürek ısınması, gö­nül rahatı ta'bîr olunan huzur ve sükûn hâline veya onun menşe'ine isim dahî olur. Sekmef m. indirilmesi, halk ve îcâde demektir. Sânının yüksekliğini îmâ için inzal ta'bîr buyurulmuştur... Maamâfîh burada kondurmak, kalblerini se-kînete menzil ve karar yeri yapmak ma'nâsma da olur. Hz. Alî'den bir rivayet­te: Sekînet, mü'min kalbine sakin olup onu emîn eyleyen bir melektir, denil­miştir... (Hakk Dîni, VI, 4408).

[546] Bu hadîsin bâzı rivayetleri şimdiye kadar başka yerlerde de geçmiştir. Kur'ân'-m Eazîletleri Kitâbı'nda da gelecektir. O rivayette bu Kur'ân okuyan sahâbînin Useyd ibn Hudayr olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu rivayetlerin birinde el-Bakara Sûresi'ni okurken, bir diğerinde de el-Kehf Sûresi'ni okurken atının ürküp de­belendiği daha geniş metinle anlatılmaktadır. Peygamber okunan Kur'ân sebe­biyle onu dinlemek için meleklerin indiğini, atın da onlardan ürküp debelendiğini bildirmiştir.

[547] îşte yukarıda da zikri geçen bu bey'at, Hudeybiye'de yapılan ve bu âyet gereğin­ce Allah Taâlâ'nın rızâsıyle tebşîr edilmiş olduğundan dolayı "Bey'atu'r-Rıdvân" adı verilmiş olan bey'attir. Tafsîli yerinde geçmişti.

[548] Bu hadîs Mağâzî'de geçti, baş tarafı şöyledir: Câbir (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S) bize Hudeybiye gününde: "Sizler yeryüzündeki insanların en hayırhsısmız" buyurdu. Biz ise o gün, bindörtyüz idik..

[549] Bu iki hadîsin bu âyetin tefsîriyle ilgisi yoktur. Ancak birinciyi, râvînin "O ağaç altında hazır bulunanlardandır" sözünden dolayı getirmiştir. İşte bu kadarı baş­lıkla ilgilidir. İkinciyi, yânî mevkuf hadîsi de İbnu Suhbân'ın, İbnu Mugaffel'-den işitmesini açıkça beyân etmek için getirmiştir. îşte bunlar Buhârî'nin son derece dikkatle ve güzel tasarrufla yaptığı san'atkârâne işlerindendir (İbn Ha-cer).

[550] Buhârî burada metni zikretmeyip sâdece muhtâc olduğu kısmı getirmiştir. Ma-ğâzî'dekı diğer yolda Sabit İbnu'd-Dahhâk, ağaç altında Peygamber'le bey'at ettiğini haber vermiştir (Kastallânî).

[551] Hadîsin başlığa uygunluğu, Hudeybiye mes'elesi hakkında olması yönündendir. Sehl ibn Huneyf'in bu zikrettikleriyle muradı, kendileri Hudeybiye günü çağırıldıkları sulha muhalefet etmeyi ve harbetmeyi istemişler. Sonra kendileri­ne en iyisinin, Rasûlullah'm giriştiği barış işi olduğu zahir olmasıdır. Kendileri­nin netîcede barışa uydukları gibi, şimdi muhâtablannin da Alî'nin icabet ettiği hakem ta'yîni mes'elesinde Alî'ye itaat etmelerinin gereğini anlatmaktır (Kastallânî).

Tafsilâtı târih kitâblannda görüleceği üzere Sıffîn'de Şâm ordusu yenilme­ye başlayınca, Muâviye'nin müşaviri Amr ibn Âs'm öğretmesi ile mızrakların uçlarına Mushaf'lar takılarak Alî'nin ordusuna karşı çıkılmış ve: "Biz sizi Kur'-ân'ın hükmüne çağırıyoruz!" denilmiş. Bunun üzerine harb ta'tîl olunup, İhti­lâfın iki taraf hakemleri ma'rifetiyle çözülmesine karar verilmiş. Sonra bilinen ihtilâf ve işler cereyan etmiş, Muâviye Şam'da istibdâd yolunu tutmuştur...

[552] Bu tefsîrlerdeki el-Ifîiyöt masdannın ma'nâlan şunlardır:

el-Iftiyât -Fevt kökünden iftiâldir- bir kimseden bir nesne fevt olup geç­mek ma'nâsınadır... Ve bir kimse ile meşveret ve isti'zân eylemeksizin kendi ken­dine bir iş ve amele girişmek,... ve bunlar tegallüb ma'nâsını mutazammm olduğu için A lâ kelimesiyle müteaddî oldular. Ve İftât, bir kimse kendiliğinden bir nes­ne peyda eylemek, ve her kimse üzere bir madde ile hükümet eylemek ma'nâsı­nadır (Kaamûs Ter.).

Takdim, esâs i'tibâriyle müteaddîdir. Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek demektir ki, ekseriya ikinci mef'ûlüne "Ala" ile teaddî eder. Burada ise hiç mef'ûl-bih yok. Onun için bunda iki vech vardır: Birisi, herhangibir mef'ûle taallukundan kat'ı nazarla lâzım menzilesinde fiilin kendisini kasdetmektir ki, Allah'ın ve Rasûlünün önünde takdîm denilen fiili asla yapmayın: Takdim nâ­mı verilebilecek hiçbir fiil yapmayın demektir. İkincisi de, mef'ûlün ta'mîm için hazfedilmiş olmasıdır ki, hangi mef'ûl takdir edilse, tercih ettirici olmaksızın tercih olmak lâzım geleceğinden hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri ne kendi­nizi, ne başkasını asla takdîm etmeyiniz demek olur.... Bu, Allah ve Rasûlü'-nün emri ve hükmünü gözetmeden hiçbir işi kestirip atmayın demek olup, Kitâb ve Sünnet'in hükümlerini i'tibâra almaksızın acele veya istibdâd ile bir işe giriş­mekten nehiydir... (Hakk Dîni, VI, 4447-4448)

[553] Buhâri et-Tür: 21. âyetteki kelimeyi burada istidrâden getirmiştir.

[554] Bâzıları öne geçmeyi husûsî misâllerle tefsîr etmişlerse de âyetten zahir olan ge­rek kavil ve gerek fiil, hepsine umûmî olmasıdır... Bu suretle bu âyetten herşey-de şer'a ittibâ' lüzumuna hüccet getirilir. İşte bu âyet Rasûlullah'ın teşrîfâtıyle ilgili böyle küllî bir asıldır ki, bundan sonraki âyetin mantuku dahî bunun mazmununda dâhildir. Bâzıları bununla kıyâsın aleyhine de istidlal etmek iste-mişlerse de, kıyâs, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne tekaddüm değil, ittibâ' için ma'nâ araştırmasıdır {Hakk Dîni, VI, 4450).

[555] Hadîs başka bir yoldan Temîm oğullan hey'eti başlığında geçmişti. Bu hadîste­ki bâzı darlıkları, bundan sonraki bâbda gelecek olan hadîsteki, daha tafsîlli metin giderecektir.

[556] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sabit sesini Peygamber'in sesinden fazla yükseltirdi" kavimdedir. Bu hadîs Peygamberlik Alâmetleri Kitâbı'nda bu isnâd ve metinle geçmişti, bu, açık olarak tekrar edilmiştir. Bunda zikredilen başlıktaki zikrin­den başka bir fazlalık yoktur (Aynî).

[557] Hücre, etrafı çevrilerek içine girilmekten men' olunan arz parçasıdır. Hucerât'-tan murâd, Rasûlullah'm hanesinin odalarıdır ki, her biri zevcelerinden birine âid olmak üzere dokuz oda idi. Âlûsî şöyle kaydeder: "Ibn Sa'd'm Atâ el-Horâsânî'den tahrîcine göre hurma dallarından ahşap idi ve kapılarının üzerin­de siyah kıldan çullar vardı". Buhârî Edeb'de ve İbnu Ebi'd-Dünyâ ve Beyha-kî, Dâvûd ibn Kays'tan şöyle tahrîc etmişlerdir: Hücreleri gördüm, hurma dallarından olup hâricinden kıl çullarla örtülmüş idi, hücrenin kapısından Beyt'in kapısına kadar Beyt'in enini altı yâhud yedi zira' zannederim ve iç beyti on zira' tahmin ediyorum, yüksekliği de yedi ile sekiz arası sanırım, demiştir.

Siyer ehlinin çoğu bu bağıranları Temîm oğullarından olmak üzere zikret­mişlerdir: Şöyle ki: Temîm oğullan'ndan yetmiş veya seksen kişi kadar bir hey'et gelmişti. İçlerinde birçok büyük adamları vardı. Bunlar öğle sıcağında mescide girmişlerdi. Rasûlullah henüz uyuyordu. "Yâ Muhammed, bize çık!" diye ba­ğırdılar. Bunun üzerine uyandı ve çıktı... (Hakk Dîni, VI, 4453).

[558] Buhârî bu başlık altında hadîs zikretmemiştir.

[559] iki nevi' damar sayarlar: Bedenin etrafından kalbe gelen, yânî siyah kanı etra­fından kalbe götüren damarlara "Verîd", kalbden etrafa giden kırmızı kanı be­dene dağıtan damarlara da "Şerâyîn" denilir. Şiryanların kökü kalbin sol karıncığından çıkan  "Ebher"dir. Boyunda gırtlağın yanlarından geçen ve "Vecedân" ta'bîr olunan şâh damarları, bundan şahlanır. "Verîdân", boyun önünden iki safhasını kavramış iki damardır ki, baştan şu'belenir ve "Vetîn"e bitişik olurlar. "Habl", ip ve bağ demektir; damar ma'nâsına da gelir. Şiryan­larda cereyan kalbden etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı, verîdde ise etraftan ve baştan kalbe doğru toplanıp geldiği cihetle yakînlik için temsilde verîd zikredil­miştir. Bu suretle hablu'l-verîd, pek yakınlık'ta mesel olmuştur... (Hakk Dîni, VI, 4505-4513).

[560] Tebsıra, hem göze basar kuvveti, hem de kalbe basîret kuvveti vermek ma'nâsı­nadır. Yânî bütün bunları böyle yapış ve bitiriş Rabb'ine gönül verecek, hakka yüz tutup düşünecek her kulun gözüne göstermek ve fikrini açmak için âyet ve muhtıra kılmak hikmetiyledir.

[561] Basık, uzun, düzgün veya yüklü; "Ta'lun nadîd", birbiri üstüne dizilmiş çok yâhud içinde meyvesi çok tomurcuktur. Çünkü Ta/', hurmanın ilk çıkan tomur­cuğudur ki, meyvesi içinde istiflidir.

[562] Bu karın, dünyâda o kâfire musallat olup âhirette beraber sevkolunan şeytân olduğu "Arkadaşı: Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım, fakat o uzak bir sapık­tık içinde idi, der" (Âyet: 27) sözünden bellidir.

[563] Sarihler bu ifâdenin, 15. âyetteki "Efe'ayinâ" lafzının tefsirinin bakıyyesi ol­duğunu, orada yazılması gerektiğini ve bunun buraya belki yazıcıların bir ya­nılması olarak gelmiş olabileceğini beyân etmişlerdir.  Bu fıkra Ebû Zerr nüshasında düşmüştür, yânî mevcûd değildir.

[564] İki nevi' melek, birisi o nefsi mahşere şevke me'mür, birisi de ameline şâhid. Herkesin ameline göre şehâdet ve şevkin keyfiyyeti değişik olmakla beraber, hepsi böyle iki me'mûr maiyyetinde sevkolunur. Şahidin murakabe eden hafaza me­leklerinden olması zihne gelir, bâzıları seyyieleri yazan sâİk, haseneleri yazan şâhid demişler, daha başka da söylenmiş; tafsilini Allah bilir.

[565] Maksad farz namazların ardında ve önünde sünnet olan nafile namazlardır yâ­hud vitr namazıdır yâhud namazlardan sonra yapılan tesbîhlerdir

[566] Bu suâl ve cevâb "And olsun ki, ben cehennemi bütün insan ve cinnden (müs-tahıkk olanlarla) dolduracağım " (HM: 119) va'dinin tatbikini ve cehennemin deh­şetini ve hızını tasvirdir. İstifham takrirdir, yânî cehennem o genişliğiyle beraber, Hûd: 119 kavli mucebince bölük bölük atılan cinn ve insten doldurulacak, fa­kat hızı kesilmeyecek, mücrimlere öfkesi ve şiddetinden daha ziyâdeye ihtiras gösterecektir. Çokları bu suâl ve cevâbı bu veçhile tasvire hamletmişlerdir. Bâ­zıları da hakikat demişlerdir ki, Âlûsî: Zahir olan budur, hakîkat mümkin iken, âhiret işleri dünyâya kıyâs edilmemelidir, der... (Hakk Dînî, VI, 4518).

[567] Allah, el, ayak gibi mahlûka âid organlardan münezzehtir. Binâenaleyh Kur'ân'da ve hadîste gelen bu nevi' kelimeler müteşâbihlerdendirler. Bu hadîslerde "Rabb'in cehennem üzerine ayağını basması" ta'bîri ile murâd olunan, cehen­nemi alçaltır ve horlar ma'nâsıdır.

[568] Hadîsin başlığa uygunluğu rıclini (yânî ayağını) koymakla cehennemin dolmasini içine alması yönündendir. Nitekim Enes'in hadîsi de, kademini koymakla dolmasını içine almıştı.

Müslim'de Enes'ten gelen hadîsin sonunda: "Cennette dâima bir fazlalık bulunur. Nihayet Allah onun için bir halk inşâ edip onları cennetin fazlalıkta* rında iskân eder" ziyâdesi vardır.

Bu hadîste cennetin "Bana ne oldu ki, bana insanların yalnız zaîfları ve sakattan giriyor?" fıkrasındaki "Sakatları" sözü, insanlar arasında horlanmışlar ve İnsanların gözlerinde düşük ve değersiz olmuşlar ma'nâsınadır.

Bir tefsire göre "Ayak, cehenneme en-^on atılacak kullar, yâhud ayağını koymak, çiğnemek gibi öfke eseri olan bir» tazyîk ile şiddetini kırmaktan kinayedir" (Hakk Dîni, VI, 4519).

[569] Hadîsle başlıktaki âyet arasındaki uygunluk meydandadır.

Bu hadîsin bir rivayeti Namaz Kitabı, "İkindi namazının fadlı bâbı"nda geçmiş ve bâzı açıklamalar orada yapılmıştı

[570] Buradaki teşbihten murâd, namaz değil, teşbihin hakikatidir. Bunun için onu " Ve secdelerin arkalarından kavlini kasdediyor" kavlîyle tefsir etmiştir. "Sec­delerin arkalarından " sözünü "Namazların arkalarından" ma'nâsına almakta­dır. "Secde" sözü, cüz'ün zikri ve bütünün irâdesi yoluyla namaza da denilir (Aynî).

"Veedbâra's-sucûd", farz namazlardan sonraki nafile namazlardır denil­di.. (Kastallânî).

[571] Zevr, tozulup götürmek, savurmak, kırıp ufalamak ma'nâsmadır.

Zâriyât kırıp ufalayan yâhud savuran yâhud toz duman edip götüren kuv­vetler demektir. Meselâ toprağı ve diğer şeyleri tozdurup savuran rüzgârlar, vol­kanları püskürten, mahlûkaatı kırıp dağıtan ve yayıp neşreden melekler ve barut, dinamit gibi sonradan keşfedilmiş ve edilecek şiddetli infilâk, tahrîb, tahrîk edici bütün sebebler bu mefhûmda dâhildir. Beydâvî: "Mahlûkaatı ufalayıp dağıtan sebebler" demekle bu umûmu göstermiştir. Müfessirlerin çoğunun "Riyâh = Rüzgârlar" tefsîriyle yetinmesi, Hz. Alî'den gelen rivayetten dolayıdır ki, mef­hûm ile değil, bir misâl ile tefsir olmak gerekir. Yoksa mefhûm i'tibâriyle (yânî lügat ma'nâsı i'tibâriyle) "Zürriyet neşreden velûd kadınlar" diye de ma'nâ ve­rilmiştir (Hakk Dînî, VI, 4527).

[572] Eyd, "Yed'"m. cem'i olabilirse de burada "Dâvûde ze'l-eydi" (Sâd: 17)'de ol­duğu gibi, "Te'yîd"in aslı olan kuvvet ma'nâsına olması zahirdir. Bu beyân 50.' ilâ 56. âyetlerin mazmununa Iimmî bir temhîddîr. Nitekim sonunda "Zu'l-kuvvetn-metm" (Âyet: 58) kavli ile te'yîd olunacaktır... {Hakk Dîni, VI, 4542).

[573] "Ben cinn ve insi ancak bana ibâdet ve kulluk etsinler diye yarattım"; İşte tez-kîr edilmesi lâzım gelen vazife budur. Cinn ve ins cinsinin hilkatlerinin hikmeti, Allah'ı tanıyıp O'na ibâdet ve ubudiyet etmektir. Başka şeylere sarfedilen ömür­ler, ameller zayi' edilmiş olur, onun için azaba hakk kazanıcı olur. Bâzıları "Li'ya'budum=lÂ-y&'rufûni" diye bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun ma'nâsı da "Beni ma'bûd tanısınlar" demektir. Bu ise "Benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibâdet etsinler" demeğe döner. İbâdet ve ubudiyet ihtiyarî fiillerden olarak taleb edilmiş oldukları için, bâzılarından vâki' olmaması, cins için gâye-i kemâl olmasına aykırı olmaz, Allah'ın muradının tehallüf etmiş olması da lâ­zım gelmez. Zîrâ bu gibi yerlerde fakîhlerin "el-Hikmetu turââ fi'1-cinsi lâ fi'l-efrâd" dedikleri gibi, hikmet, ferdlerin herbiri i'übâriyle değil, cins i'tibâriyle düşünülür. Hâsılı bunun ma'nâsı, ibâdet ile mükellef olmak üzere yarattık de­mektir. Yoksa hepsinin sâlih kullardan olmasını takdir eyledik, demek değildir. Böyle İbâdet ve ubudiyetin fâidesi Allah'a âid olmayıp, yine kulların menfâati içindir (Hakk Dîni, VI, 4546).

[574] ZâtVl-hubuk vasfı, bedî' bir ta'bîrdir. Bunun ma'nâsında hayli söz söylenmiştir: Hubuk, Habîke'nin de, Hibâk'm da cem'i olabilir. Tanka, Turuk; Misâl, Mu­sul gibi. Habîke: Dikkat ve i'tinâ ile sağlam san'atlı dokunmuş, yol yol hareli güzel kumaşa denir.

Hibâk de, rüzgâr latîf estiği zaman denizde veya kumda meydana gelen yol yol kırıntılara denir... Maddenin aslı olan Habk, sıkı bağlayıp muhkem kılmak ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde san'at eseri görülecek biçimde güzel bir ze­min üzere dokumak ma'nâsına gelir... Çokları hareli, yollu yollu ma'nâsıyle "Zâti't-tarîk" diye tefsir etmişlerdir. Bundan bâzıları yıldızların mahrekleri ma'-nâsma mahsûs yolları, bâzıları da ilimlere ve ma'rîfetleri götüren Sâni'in vah­det ve kudretine, ilim ve hikmetine delâlet eyleyen ma'k-ûl yolları anlamışlardır. Fakat İbn Abbâs ve diğerlerinden gelen rivayete göre de: "Güzel, düzgün hilkatli" diye tefsir olunmuştur... {Hakk Dîni, VI, 4528).

[575] O kahrolası yalancılar... yânî sırf kendi zann ve tahminlerine göre atan, fikir nâmına kendi nevalarını ileri süren yalancılar.

Bâzı nüshalarda kelimelerin tefsir sıralarında öne geçirme ve geriye bırak­ma nev'inden farklılıklar meydana gelmiştir.

Buhârî bu sûrenin tefsirinde hadîs zikretmemiştir.

[576] Tûr, Mûsâ Peygamber'in Allah kelâmını işittiği dağ; Tûri Sînâ'dır.

Rakk, kâğıd hâline getirilmiş yazı yazılan ince deri demektir.

Menşur, neşredilmiş; dürülü, kapalı değil; açılmış yayılmış.

Sair: Yazmak, harfleri nizâma koymak; Mestur, muntazaman yazılmış de­mektir. Tûr'dan sonra bu Mestur Kitâb'ın Tevrat olması akla gelirse de, bu "Ve'l-KitâbVl-Mestûri" değil, nekre olması, bunun "... Kıyamet günü onun için bir kitâb çıkaracağız ki, neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak" (el-İsrâ: 13) bu-yurulmuş olan amel defteri olması tercîh edilen ma'nâdır. Levhu Mahfuz veya yeni bir kitâb olmak i'tibâriyle Kur'ân olması da düşünülmüştür.

Ve'l-Bahri'l-Mescûr: Alevlendirilmiş, kızdırılmış deniz demektir ki, "De­nizler ateşlendiği zaman" (et-Tekvîr: 6) buyurulduğu üzere, kıyamet koparken denizler ateş olup kaynatılacaktir... Mescûr, doldurulmuş, karıştırılmış... ma'-nâlarına da gelir (Hakk Dîni, VI, 4551-4552).

[577] Menûn, kesmek ma'nâsına "M?nrt"masdanndanmef'ûl isim olarak, ömürleri ve sâireyi kesmesi düşüncesiyle dehr ve zamana, bir de Ölüme denilir ki, pek kes­kin, kıyak denilmiş gibidir.

Rayb de ıztırâb vermek ma'nâsından olarak "Raybu't-menûn", dehrin ız-tırâb veren musibeti veya ölüm felâketi demek olur.

[578] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti Hacc Kitabı, "Hasta bâbı"nda da geçmişti.

Makaamı İbrâhîm, evvelleri Beyt'e bitişik denilecek derecede yakın idi. Onu Umer ibnu'I-Hattâb (R), mescidin sahnına, şimdiki bulunduğu yere nakletti. Üm­mü Seleme'nin Beyt'in yanında kılındığım haber verdiği namaz, Makaamı İbra­him'de kıldığı tavaf namazıdır

[579] Mut'ım İbn Adiyy, pek nüfuzlu Kureyş ileri gelenlerindendi. îmân etmemiş ise de, Peygamber'e insanî muamele edip himayesine almıştı. Mut'ım, Bedir'den evvel şirk üzere vefat ettiği hâlde, oğlu Cubeyr sonradan îmân edip Muhâcir-ler'e katılmıştır. îmânından çok zaman evvel Bedir'de müslümânların eline dü­şen esîrleri fidye karşılığında kurtarmak üzere Medine'ye Kureyş tarafından me'mûr olarak gönderilmişti. Bu hususta Rasûlullah ile görüştüğünde "Senin ihtiyar baban sağ olup da bu kokmuş herifler için benimle görüşseydi, hepsini birden ona bağışlardım" buyurmuştur. Cubeyr, ebedî kurtuluşunun başlangı-cıyle ilgili olan bu seferini kendisi şöyle hikâye ediyor:

Bedir esirlerini fidye karşılığı kurtarmak için görüşmeye gelmiştim. İkindi­den sonra vardım. Yorgun olduğum İçin mescidde uzanıp yattım. Derken ak­şam namazı ikaame olundu. Rasûlullah'ın "Ve't-Tûri ve kitabın mestûrin" sûresini okuduğunu İşitince korku içinde kalktım. Mescidden çıkıncaya kadar dinledim. İslâm sevgisinin kalbime ilk girdiği gün, odur.

Bu hadîste bahsedilen kıssa da işte budur. Cubeyr: İşte bu âyetleri duydu­ğum zaman kalbim az kalsın uçuyordu, demiştir.

Cubeyr ibn Mut'ım şiire ve Arab târihine yakından vâkıftı. Bu âyetlerin, en belîğ bir uslûbla getirilen hüccetleri ihtiva etmesi|ve Mut'ım'in edebî zevki ile bunların ma'nâlannı kavraması, ruhunda uçmak derecesinde te'sîr etmişti. Bu sûrede arka arkaya ondört kerre "Em = Yoksa" edatı ile inkârı bir istif­ham şeklinde deliller getirilmiştir. Bunlar edebî zevki bulunan herkeste Mut'­ım'in duyduğu heyecanı uyandırır...

Cubeyr ibn Mut'ım'in uyanmasına sebeb olup kendisinde büyük te'sîr ve heyecan meydana getiren "Yoksa onlar bir şeysiz mi yaratıldılar?..." âyeti hak­kında şu açıklama da yapılmıştır: Burada bütün aklî ilimlerin esâsı olan bîr kaâ-nûna işaret olunuyor ki, şu suretle ifâde olunur: Yoktan bir şey olmaz, yokluk varlığa illet olamaz. Mevcûd'un illeti ma'dûm olamaz. Hiçbir hadis, muhdissiz olamaz. Yok, ne kendini ne de başkasını vücûda getiremez... ilh. Tabiî ilimler nâmı verilen ilimlerde dahî esas olan bu kaanûn, eşyanın kendi tabîatleriyle ken­diliklerinden vucûde gelivermiş olması gibi bir tabîat fikrini de ibtâl eder. Bâzı­ları da bundan her hâdisenin bir madde ile mesbûk olması lâzım geleceğini zannetmiştir. Fakat madde bir şeyin vücûdu için kâfî bir illet olmadığı gibi, mut­lak vucûd için zarurî de değildir. Vâcib olan ancak fail illettir. Bir Hâlık mev-cûd olmayınca, hiçbirşey yaradılamaz. İşte aklın en esaslı kaanûnu, Hâlık'ın vucud ve kudretini tanımak iken, o kâfirler kendilerini yaradanı hiçe sayarak öy­le imansızlıklar ediyorlar... {Hakk Dîni, VI, 4561).

[580] Necm, birkaç ma'nâya gelir, burada herbirîne ihtimâl verilmiştir:

a.  Evvelâ bilindiği üzere yıldız demektir.

b. Ağaç mukaabili sakı olmayan ot, çemen ma'nâsına gelir: "Ve'n-necmu ve'ş-şeceru yescudânV (er-Rahmân: 6) gibi.

c.  Vakit vakit, ceste ceste, taksit suretiyle verilen şeyin her kısmına da de­nir. Kur'ân da yirmiüç senede ceste ceste indiğinden, "Muneccemen indi" de­nilir ve her defasında inen mikdârına "Bir necm" denilir.

d. Ahid lamı ayrılmamak şartryle en-Necm, bilhassa Süreyya yânî Ülker yıl­dızına isim olmuştur. Bu suretle Süreyya yıldızının en göze çarpanı ve kamer menzillerinin en meşhuru olmak hasebiyle, burada müfessirlerin bâzıları bununla tefsir etmişlerdir.

e.  Bir de bu sûrede "Rabbu'ş-Şı'râ" (Âyet: 49)'da geleceği cihetle bâzıları da burada ahîd lamı ile en-Necm, Şı'râ yıldızı olduğunu söylemişlerdir. Bu iki­sinde hevâ, tulu' ma'nâsına olur.

f.  Birçokları da cins lamı ile mutlak yıldız ma'nâsına hamletmişlerdir... (Hakk Dîni, VI, 4569).

[581] Mırre, Murûr'un binâî nev'İ, öd, akıl, kuvvet, kat, sağlamlık ma'nâlarına gele­bileceğine göre "Zû mirre", müessir ve nafiz, ödlü yânî ödeğin zıddı olarak ka-vî ruhlu, akıllı, kuvvetli, sağlam vucûdlu ma'nâlarını ifâde eder...

Kaab da yayın kabzasiyle kiriş mahalli olan iki köşe aralığına denir ki, bir yayda iki kaab bulunur... Hicaz lügatinde "Kavs'\ zira' ma'nâsına geldiği ve İbn Abbâs'tan burada bu ma'nâya olduğu da söylenmiştir. Buna göre "Kaabe kavseyn" iki arşın kadar demek gibi olmuş oluyor. Lâkin burada daha güzel bir ma'nâ nakledilmiştir: İki yayı birbiri üzerine koyarak, ikisinin'kaabını bir­leştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla ok atarlar...

[582] Kudye, kazılmaz katı yer ve yalçın kaya; tkdâ% da Kudye'ye varmak, kazılma­yacak sert kayaya dayanmak ma'nâsınadır ki, bundan cimrilik ve men' ma'nâ­sına da kullanılmıştır.

[583] eş-Şı'râ, Cevza'dan sonra doğan ve "Şı'râ'l-Yemâniyye", "Şı'râ'1-Abûr" ad­ları verilen parlak bir yıldızdır. Huzâa kabilesi ona tapardı (Medârik, Celâleyn).

Şı'râ, esasen zikrâ vezninde "Şuur" ma'nâsına masdar olup, semânın bi­rinci kadr yıldızlarından en parlak iki yıldıza isim olmuştur. Birinci kadir yıl dızlanndan "Şı'râ" nâmıyle iki yıldız vardır. Birine "Şı'râ'l-Yemâniyye" veya "Abur", birine de "Şı'râ'ş-Şâmiyye" veya "Gumeysâ" denilir... Şı'râ'l-Yemânî burçların en güzeli olan Cevza da denilen suretin arkasında tabiî sayılarak "Bü­yük Köpek"te, Şı'râ'ş-Şâmî de "Küçük Köpek"tedir. Şı'râ'l-Yemânî, semânın en parlak yıldızıdır. Burada "eş-Şı'râ" bununla tefsir olunmuştur. Çünkü mut­lak olarak "eş-Şı'râ" denilince anlaşılan odur ve en parlak olmakla bilinen o olduğu gibi, Câhiliye'de ona ibâdet de edilmiştir...

Hâsılı Arablar'da Şi'râ'ya ta'zîm ve âlemde onun te'sîrine i'tikaad edenler bulunduğu için burada bilhassa Şı'râ'ya izafetle ''Rabbu 'ş-Şı >â" buyurularak, Şı'râ'nm rabb değil, merbûb olduğu gösterilip, o i'tikaadları ibtâl edilmiş, Şi'-râ'ya değil, £ıV«'nin Rabb'ine ibâdet edilmesi lüzumu anlatılmıştır (Hakk Dî­ni, VI, 4612).

[584] Sumûd, kafa tutmak, kibirlenip somurtmak ve sersem olmak, oynayıp eğlen­mek, çalıp oynamak ve tegannî etmek ma'nâlarına gelir. Buna göre burada muh­telif ma'nâlar ifâde eder. Yânî ağlamıyorsunuz da çalıp oynuyor musunuz?...

[585] "Göz şaşmadı": Onu gören Rasûlullah'm gözü kaymadı, şaşıp da sağa sola bir eğri bakmadı. "Ve aşmadı": "Görme, haddini tecâvüz edip de yanlış bir gö­rüş de görmedi. Akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler gör­mekle beraber ne şaştı, ne de aştı; dikkat ve sıhhatin kemâliyle tesbît edip müşâhade etti. Evvelkisi edebini; ikincisi kuvvetini beyândır. Râzî der ki: Mû-sâ'ya olduğu gibi olmadı, zîrâ onda dağ düpedüz olmuş, Mûsâ sa'ka ile yıkıl­mış ve binâenaleyh nazarı kesilmiş, bayılmıştı. Lâkin Sidre, dağdan kuvvetli idi, dağ parça parça oldu. Sidre sebat etti, şecere kımıldamadı. Musa bayılıp düştü, fakat Muhammed sarsılmadı (Hakk Dîni, VI, 4582).

[586] Buradaki "Fe-temârav" fiili cemi' şekliyle el-Kamer Sûresi'nin verilen âyetin-dedir. Sarihler bunun böyle cemi' olarak Sahih 'i yazan kimseler tarafından ya­zılmış olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki bu fiil, müfred olarak bu sûrede de bulunmaktadır: "Şimdi (ey insan) Rabb'inin nVmetlerinden hangisi hakkın­da şübhe edersin?" (Âyet: 55).

[587] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunu burada, bir rivayetini de Tevhîd Kitabı'nda; Müslim ise îmân'da getirmiştir. Müslim'deki rivayette ha­dîs daha tafsîlli, hem de Âişe'nin kendi içtihadı olmak ihtimâliyle mevkuf kal­mıyor, Peygamber'e dayandırılmış da oluyor. Bunun için Müslim, o rivayetin sonunda: Bu daha bütün ve daha uzundur, demiştir: Müslim Ter., I, 239-242.

[588] Bu "Kaabe kavseyn.,. " hakkında daha önce bâzı açıklama verilmiş ve burada daha güzel bir ma'nâ nakledildiği bildirilmişti. Şöyle ki: Arablar, Câhİliye'de bir ittifak için anlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine ko­yarak ikisinin kaabım birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atar­lar. Bu, onların herbirinin rızâsı diğerinin rızâsı, gadabı diğerinin gadabı olup hilafı mümkin olmayacak veçhile ahidleşüklerine işaret olurdu. Bu ma'nâda Ka-ab, mikdâr ma'nâsına değil, iki kavsin birlik manzarasını gösteren kabza ile ki­riş arası demek oluyor. Görülüyor ki, bu ma'nâ hem Öbüründen daha ziyâde bir yakınlık tasvir ediyor, hem de ma'nevî bir kurb'e işaret eyliyor. "Ev ednâ"-daki "Ev" "Hattâ daha yakın" ma'nâsına bir terakki ifâde eder. Böyle mu-hâtabların bakımından terdîd suretinde anlatılması da ifâdenin temsilî olduğunu hatırlatmak içindir. Bunun için müfessirler: yakınlığın kemâlini tasvir eden bu ifâde bitişiklik melekesini temsil ve uzaklık şübhesİni nefy ile Peygamber'in vahyi işitmesini tahkiktir demişlerdir (Hakk Dîni, VI, 4576-4577).

[589] Bu hadîs de bundan öncekinin başka yoldan gelen bir rivayetidir.

[590] Mîrâcda Rabb'inin rubûbiyeti âyetlerinden, mülk ve melekûtun acibelerinden kelâmın ifâdesi hududuna sığmayacak ve ancak müşâhade ile erilebilecek en bü­yük âyetini veya en büyük âyetlerini gördü demek oluyor. Şu hâlde, bu âyetin ne olduğunu îzâha kalkışmak haddimiz olmaz. Görülüyor ki "Rabb'inİ gördü" denilmemiş, "Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü gördü" denilmiştir. Bundan, Zât'ın ru'yetini anlamağa zahiren hakk görünmez...

Keşşaf sahibi şöyle cezmeder: Nazmın zahiri, ekserin dedikleri.gibi dunuvv ve tedellînin Peygamber ile Cibril arasında olup görülenin Cibril aleyhi's-selâm olmasıdır... (Hakk Dîni, VI, 4583-4589).

Selef ve halef Rasûlullah'm mîrâc gecesi Rabb'İni görüp görmediği husû-' sunda ihtilâf etti. Âişe annemiz bunu inkâr etmiştir. Ebû Hureyre'den ve bir cemâatten de böyle rivayet edilmiştir. İbn Mes'ûd'dan gelen meşhur rivayet de bu şekilde olduğu gibi, hadîsçilerden ve kelâmcılardan bir cemâat dahî buna git­mişlerdir.

Fakat İbn Abbâs'a göre Peygamber'imiz, Allah'ı gözüyle görmüştür. Ebû Zerr ile Ka'b'dan ve Hasen'den de böyle rivayet edilmiştir. Bâzı âlimler ise: Bu bâbda açık delîl yoktur, burda durmak gerektir... demişlerdir... {Meâl-iKerim, III, 973).

[591] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır. Demek, ki görülen âyetler, Cibril'den ibaret değildir...

[592] Risâleti takrir ve Allah Taâlâ'nın kuvvet ve kudreti âyetlerinin büyüklüğüyle Tevhîd'e tenbîhten sonra müşriklere ma'bûdlarınm hakaareti, akîdelerinin.bo­zukluğu gösteriliyor. Yânı sırf ilâhî vahy olan bu kelâmı ve sahibinizin gördü­ğünü duyduktan sonra şimdi siz de söyleyin gördünüz a o Lât'ı, Uzzâ'yi, hem üçüncü ve en geri olan Menâfi -Lât, Uzzâ, Menât onların taptıkları putlardan idi, onun için Abdullât, Abduluzzâ, Abd Menât diye isimler korlar, "Bismi'llâ-ti ve'1-uzzâ" diye yeminler ederlerdi. Ebû Ubeyde gibi bâzıları bunların taştan putlar olup, Ka'be'nin içinde bulunduklarını söylemiş ise de, başka yerde ayrı ayrı husûsî haneleri bulunduğu da nakledilmektedir...

[593] Bütün bu isimler müennestirler. Taberî der ki: "Ellât", 'M//ffft"lafzmdandır. Te'nîs tâ'sı eklenmiştir. Müzekkere Amr, müennese Amre, erkeğe Abbâs, dişi­ye Abbâse denildiği gibi. Müşrikler putlarına Allah'ın isimlerinden isim vere­rek, "Allah"isminden "Ellât"ve "el-Azîz"isminden "el-Uzzâ"demişlerdir.

Z,â/'in, etrafında toplanılmak ve dolaşılmak ma'nâsıyle "Leviy" aslı "Leviye"olduğu da söylenmiştir. Aşere kıraatinden Ya'kûb'un Ruveys rivaye­tinde tâ'nm şeddesiyle "Eliâtt" okunduğuna göre "el-Leîtu" masdarmdan tü-rediği de söylenmiştir. Letl döğüp ezmek ve bulayıp karmak ma'nâlarmadır. Denilmiştir ki, vaktiyle bir adam yağ ile sevîk karıp yedirir ve yiyenler semirir idi. Sonra o, ma'bûd edinildi. Râzî buna göre Lât erkek olmuş oluyor demiş ise de, "Suret" te'vîliyle yine müennes olmalıdır. Zîrâ âyetin siyakına göre hep mü­ennestirler. Uzzâ da, belli ki "Eazz"in müennesi olarak "Azîze" demek gibi­dir... (Hakk Dîni, VI, 4590-4593).

[594] Buhârî bunun bir rivayetini Nuzûr Kitâbı'nda da getirmişti. Müslim, îmân ve Nuzûr'da getirmiştir.

[595] Burada Menât'tan sonra "es-Sâlisetel-uhrâ" diye vasıfiama, tehekküm ve tah-kîr içindir, "el-Uhrâ" vasfiyle putların geriliğini ifâde eden bir horlama var­dır.Çünkü  Uhrâ,   kullanmada diğer ma'nâsına şayi'  olmuş ise de aslında "Gerilemek" ma'nâsına olan "Taahhur" masdanndan ismi tafdîl olmak i'ti-bâriyle, yerine göre "En geri" ma'nâsına bir tevriye dahî ifâde edebilir. O "En geri" olunca, öbürlerinin de geriliği anlaşılmış olur. Bir de Menât, daha evvel dikilmiş en büyük putları iken, Lât ve Uzzâ'dan sonra üçüncü mertebe putlar arasında düşürülmüş olmasına da işaret anlaşılır. Bu suretle buyuruluyor ki, bu beyândan sonra siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerini gördünüz de­ğil mi?... (Hakk Dîni, VI, 4594).

[596] Bu hadîsin daha uzun bir rivayeti Hacc Kitabı, "Safa ile Merve'nin vucûbu bâ-bı"nda geçmişti. Buradaki son fıkrasının ifâde ettiği şudur: Ensâr, Câhiliye dev­rinde kendi putları Menât'a ta'zîm için Safa. ile Merve arasında tavaf etmiyorlardı. Çünkü Menât, sa'y yerinde değildi. Sa'y yerinde başkalarına âid olan Isâf ve Naile putları bulunuyordu (Kastallânî).

[597] Hadîslerin başlığa uygunlukları bellidir. Bunların birer rivayeti Kur'ân'ın Sec­deleri Kitâbı'nda da geçmişti.

Sucûd, lügatte hudû' ve tezellül ile baş eğmektir, örfte alnı yere yâhud ona bitişik şeye koymaktır ki, namazın farz olan rükünlerindendir. Tezellülün en büyüğünü ifâde eder. Râğıb'ın el-Müfredâfmda beyân edildiğine göre, secde, Allah'a tezellül ve ibâdette kullanılır. İnsanları, hayvanları, cemâdlan şâmil ol­mak üzere iki nevi' sucûd vardır: Birisi ihtiyarîdir. Bu, yalnız insana mahsûs­tur. İnsan onunla sevaba nail olur. Bu âyette olduğu gibi. İkincisi teshindir. Bu, insana, hayvana, nebata âiddir. er-Ra'd Sûresi'nin 15. âyetinde olduğu gi­bi. Bu sucûd, kendilerinin fail ve hâkim olan Allah'ın mahlûkları olduğunun sessizce bir nutkudur: en-Nahl: 19. âyet (Meâl-i Kerîm, III, 954).

[598] Müstemirr kelimesine birkaç ma'nâ verilmiştir: Birisi yeniden yeniye muttari-den carî mütevâlî demektir. Birisi de geçici, yânî gelip geçici demektir ki, Buhâ-rî bu ma'nâyı nakletmiştir. Bu iki ma'nâ da mürur masdarındandır. Bir de kuvvet ma'nâsına "Mr>re"den türemiş olarak "Muhkem" demek olduğu Ebû'l-Aliye ve Dahhâk'tan nakledilmiştir...

[599] Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı olan şeye denir.

Dusur, Disâr'm cem'idir. Disâr, eğser yâhud geminin tahtalarını birbirine bağladıkları rabıta, kenet, perçin veya halat. "Levhalar ve disârlar sâhibi"nden murâd gemidir. Bir nevi' ta'rîf için sıfat, isim yerine ikaame edilmiştir. Yânî birtakım levhaların birbirine husûsî surette kenetlenmesiyle yapılmış olan gemi­ye bindirdik. O küfredilmiş, kadri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zât, yânî Nuh'a mükâfat için -ki onu yalanlayanlar suda boğulurken, o böyle ilâhî korumada korunmuş bulunuyordu.

[600] Her şirb huzur iledir. Fıkıhta şirb içmek, kullanmak ve sulamayı şâmildir. Her şirb, gerek devenin şirbi, gerek halkın şirbi yâhud gerek su içimi, gerek süt içimi demektir.

[601] Derhâl ağılci çırpısının kırıntıları gibi kınla kaldılar. -Çoban ağılının etrafına harım olmak İçin çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntı­ları gibi yâhud çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kınla kaldılar.

[602] Mustakırr azâb; Üzerlerinde kararını bulmuş, def olunmaz yâhud onları ka­rargâhları olan cehenneme götürünceye kadar devam eden azâbdır.

[603] Ayın ikiye ayrılması Rasûlullah'ın en büyük mu'cizelerindendir. Sahâbîler, tâ biîler ve daha sonrakilerden bilinen müfessirlerin hepsi bunun bu mu'cizeyi ha­ber verdiğinde müttefiktirler. Haber meşhurdur. Sahâbîlerden bir haylî zevat rivayet etmişlerdir...

[604] Buradaki beş hadîs İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve Enes üzerinde dolaşır. İbn Mes'­ûd hadîsinde vak'ada hazır bulunmasını açıkça söylemesi vardır. Çünkü "Biz Peygamber'le beraberdik, bize  'Şâhid olun' buyurdu"  demiştir. Ay'ın yarıl­ması Mekke'de hicretten beş sene kadar önce olduğu için, o târihte Enes de, İbn Abbâs da henüz doğmamışlardı. Lâkin onlar bu haberi diğer sahâbîlerden rivayet etmişlerdir... Bu hadîslerin bâzısı Peygamberlik Alâmetleri Kitâbi'nda da geçmişti.

Sahîh olan bu hadîsler Ay'ın ikiye ayrılması mu'cizesini isbât ettiği gibi, Kur'ân'm şehâdeti de esasen bu konuda en kuvvetli ve büyük bir delîldir. Bu hâdisenin imkânı hususunda hiçbir mü'min şekk etmez... Bâzıları "Yarıldı" ma'-nâsında olan "lnşakka"nm "Yenşakku yevme'l-kıyâmeti{ - Kıyamet gününde yarılacak)" demek olduğunu ileri sürmüşlerse de, bu doğru değildir... Çünkü mâzîyi geleceğe hamletmek için ya bir karineye yâhud kuvvetli bir delîle dayan­mak lâzımdır. Hâlbuki "Ve in yerev" âyeti de buna mâni' pek kuvvetli bir de­lîldir (Beydâvî, Râzî, Ceiâleyn, Hâzin, Medârik, Ebu's-suûd). Bu konuda doyurucu bilgiler için muhakkik ve mütefekkir Elmahlı Muhammed Hamdî Ya-zir'm Hakk Dîni Kur'ân Dili adlı tefsîrine dönülmelidir: VI, 4621-4638.

[605] Katâde'nin bu sözünü Abdurrazzâk senediyle rivayet etmiştir. Lâkin murâd aynen o geminin kalmış olması değil, mutlak olarak gemi cinsinin onu hatırlata­cak bir muhtıra olduğunu söylemek olması daha ziyâde düşünülür. Çünkü bunda ibret ve tezekkür sahası daha geniş, daha umûmî ve binâenaleyh şu "Düşünen var mı?" itabının fâidesi daha bariz olur.

Muddekir, aslı Zikir'den iftiâl babından "Mutezekkir "dit. "Muzdecer"de olduğu gibi tâ, dâl'e kalb olunmuş, sonra zâl, dâl'e girdirilmiştir. "Mutezekkir" gibi "Düşünen" demektir.

[606] Hakîkaten yeryüzünde tamâmı ezberden açık olarak okunan Kur'ân'dan başka bir kitâb yoktur, tş bu "Ve le-kad yessernâ" âyeti bu sûrenin bir tercî' âyetidir ki, her kıssanın akabinde "And olsun ki onlara (küfrden) vazgeçirecek nice mü­him haberler gelmiştir" (Âyet: 4) mazmununu hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil olarak o vazgeçme ve iddihâr yânî ibret almayı îcâb ettiği anlatılmıştır.

Bâblar altında hadîsler aynı hadîsin ayn yollardan gelen rivayetleridir. Bu-hârî'nin bunları burada getirmesinin sebebi, seleften bâzısının bu kelimeyi nok­talı zâl ile "Müzzekir" şeklinde okumuş olmasıdır. Bu daKatâde'den nakledil­miştir (Aynî).

[607] Burada haber verilen azâb Hûd Peygamber'in kavmi olan Âd üzerine gelmiştir. Âd, iri bedenli bir kavim oldukları İçin başları kopup kopup devrildikçe, bu benzetmeyi doğrulayan birşey oluyorlardı.

Bu âyetlerden önceki iki âyet şöyledir: "Âd, tekzîb etti. İşte benim azabım ve tehdîdlerim nice imiş. Çünkü biz uğursuz sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik" (Âyet: 18-19).

[608] Bu âzab da Salih Peygamber'in kavmi üzerinde cereyan etmiştir. Onlar çoban ağılının etrafına harım olmak için çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çü­rümüş olan kırıntıları gibi yâhud çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kı­rıntıları gibi kınlakaldılar. Bu benzetmenin içinde de düşünülecek ma'nâlar vardır. Düşünüp de ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan nerede?

Bâb altındaki hadîs de aynı hadîsin başka yollardan gelen rivayetidir. Bu tekrarlar temel olarak düşünmenin, tefekkür etmenin, ders almanın ehemmiye­tini vurgulamaktadır.

[609] Bu da zikredilen hadîsin başka tarikten rivayetidir.

İyi bil ki, Buhârî bu hadîsi altı bâb başlığı altında altı tarîkten getirmiştir. Buhârî'nin maksadı bu kelimenin sûre içinde geldiği yerlerde dâl harfiyle okun­muş olmasını göstermek olabilir. Bunun bir fâidesi üe "Biz Kurbân 7 düşünmek için kolaylaştırdık, düşünen var mı?" âyetiyle, düşünme'ye yapılan bu teşvîki İşittiklerinde geçmiş ümmetlerden her bir ümmetin haberini işitme sırasında ken­dilerinde bir idrâk, bir öğüt alma bulup da uyanmalarıdır... (Aynî)

[610] Bu ve bundan önceki âyet müşrikleri korkutma hakkındadır. Onlar "Biz inti-kaam almaya muktedir bir cemiyetiz", bize kasdedilmez iddiasında bulunuyor­lardı Allah va'dini gerçekleştirdi de Bedir'de onları bozdu. Mekkî sûredeki bu va'd, Medine'de, Bedir'de gerçekleşti. Bu âyetin Bedir için bir mu'cize olduğu anlaşıldı. Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır.

[611] Hadîsin başlığa uygunluğu Mekke'de inen bu âyetin Bedir'de gerçekleşmesi yö-nündendir. Buhârî bu hadîsi burada kısaltılmış olarak zikretti. Bu, Kur'ân'm Faziletleri Kitâbı'nda "Kur'ân'm te'Iîfi bâbı"nda uzunca bir metinle gelecektir.

[612] Bu hadîsin bir rivayeti bundan önceki bâbda geçmişti. Bu da Kur'ân'ın Fazîlet-leri Kitâbı'nda gelecektir. .

Bu âyet, Peygamberlik delillerindendir. Çünkü Mekke'de indiği hâlde, hic­retten sonra vukü'a gelen Bedir muharebesinde gerçekleşmiştir. Umer dedi ki: Bu âyet inince, hükmünün ne zaman ve nerede gerçekleşeceğini bilmiyordum. Rasûlullah (S) Bedir günü zırhını giyip de bu.âyeti okuduğu zaman, bunun ha­kikatine vâkıf oldum. (Beydâvî, Medârik).

[613] Zemahşerî der ki: Azîz ve Yüce olan Allah bu sûrede ni'metlerini saydı. Ni'met nevi'leri ve sınıflarından da ilk evvel ayağı en ileride olanı öne geçirdi ki, o, dîn ni'metidir. Dîn ni'metleri içinden de evvelâ mertebesi en yüksek olanı takdim buyurdu ki, o da Kur'ân'ı in'âmı, indirmesi ve ta'lîmidir. Çünkü Kur'ân, ilâhî vahyin rütbece en büyüğü, menzilece en yükseği, dînin bâblarmda te'sîri i'tibâ-riyle en güzelidir. O bütün semavî kitâbların yücesi (yükseği), mısdakı, mi'yârı-dır. insanı yaradışınm zikrini onun zikrinden sonraya bıraktı ve onu, onun arkasından getirdi ki, onu yaradışı sırf dîn ve ilim dolayısıyle olduğu bilinsin. Çünkü maksad, ilmen mukaddemdir. Sonra da insanın insanlığını temeyyüz ettiren, içindekinİ vicdânındakini güzel bir surette ortaya koymak ve teblîğ etmek olan beyân, yânî ilim ve ta'lîmin en büyük sebeblerinden biri olan lisân ni'metini zikretti.

[614] Husbân, hâ'nın dammı ile "Hisâb (Hesâb)" ma'nâsma ve "Hisâb"ın cem'i "Hisâblar" ma'nâsma gelir. Bir de değirmen taşının mihverine "Husbânu'r-rahâ" denir. "Husbân", "Hesâb efme£"ma'nâsına masdar olur; Gufran, Ktif-rân, Ruchârt, Nuksân, Burhan gibi.

[615] Reyhan, güzel rayihalı ve revhâniyetli demek olup, bizim de "Reyhan" dediği­miz nebat gibi, koklanan güzel kokulu otların hepsine denilir. Bununla beraber burada İbn Abbâs'tan rızk ma'nâsma olduğu da nakledilmiştir... Rızkın rahat bahşetmesi veyâhud ekmek kokusu, bilhassa acıkmış olanlar için her kokudan güzel olması münâsebet vechi olmak gerekir. Bu suretle murâd Keşşafın dediği gibi, habbm asfma mukaabil lübbü demek olur {Hakk Dîni, 4667).

[616] Salsâl, tıngırüngır ses veren kuru çamur; Fahhâr, iyi pişmiş saksı. Yânî fağfur gibi çın çın ses verecek kadar kurumuş, hayâttan o derece uzak kuru topraktan yarattı ki, insanın ilk menşei olan Arz, Güneş'in harareti karşısında bu derece hayâttan uzak iken, Allah ondan tavırdan tavıra bir sülâle süzerek insanı yarat­tı.

[617] Münşeat, iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir: Birincisi, bilindiği üzere "İnşâ olun­muşlar" demektir ki, inşâsının ehemmiyetini ve Allah'ın bir ni'meti olduğunu ve insanlar tarafından inşâ edilmiş olması "Sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır" (es-Sâffât: 96) âyetince Allah'ın olmalarına mâni' olmadığım anla­tır, ikincisi, "Yelkenleri açılmış" ma'nâsına da tefsir edilmiştir. Çünkü "İn­şâ", "Yukarı kaldırmak" ma'nâsına da geldiğinden, "Münşeat", "Merfûât" demek olur.

[618] Nuhâs, bakır, yânî erimiş bakır yâhud bakır gibi bir kızıl duman, yâhud zehirli duman ki, yalını yakar, dumanı boğar... Dikkate lâyıktır ki, butehdîd tarzı zamânimiz toplarının, hava bombalarının, füzelerinin, atom, hidrojen ve^âir bom­balarının ateşlerini andırır şekilde bir tasvirdir.

[619] Bu, İmâm Buhârî'nin "Hurma ve nâr meyve değildir" diyen topluluğa verdiği cevâbıdır. Bunu, getirdiği örneklerle de desteklemektedir.

[620] Hâsılı bu, hâss olanın âmm olan üzerine atfı kabîlindendir.

[621] "Zevâtâefnânin", "İkisi de efnân sâhibleri". "Zevâtâ", "Zâta" gibi "Z<5/"ın tesniyesidir. Zîrâ "Sahibe" ma'nâsına "Zât "m aslı "Zevö?"oiup, müfred ve cem'ini fark için vâv harfi hazfedilmiştir. "Efnân", "Fenn"yâhud "Fenen"\n cem'idir. "Fenn"nevV demektir. Nitekim ilmin nev'ine de örfte "Fenn" deni­lir. "Feneri" de "İnce ve yumuşak dal, ğusun ve nihâi" ma'nâsınadır. Yânî her-birinde türlü türlü bostanlar yâhud birçok dallar, şu'beler vardır...

[622] Nitekim buna "el-En'âm" (Âyet: 10) ile "Eyyuha's-sakalân'" (Âyet: 31) sözleri de delâlet etmiştir.

Bundan önceki sûrede geçmiş ümmetlerden peygamberleri yalanlayanların başlarına inen türlü azâblan sayarken, herbirinin arkasından "And olsun biz Kur'ânU kolaylaştırmışızdır, düşünen var mı?" âyetiyle va'z ve hatırlatmak için bir tercî' yapılmıştı. Bu sûrede de bütün insanlara dînî, dünyevî, enfüsî, âfâkî türlü ni'metler hatırlatılarak, herbirinin arkasından şükür vecîbesinin ihlâline karşı "Rabb'inizin nVmeilerinden hangisini yalan sayabilirsiniz" tevbîhi ile Öy­le latîf tercî'ler yapılmıştır ki, âlânın meddi gibi letafetini doyulmaz. Suyûtî el-Itkan'da tekrarı birkaç kısma taksîm etmiştir. Bunlardan bîri, muteallakının ta­addüdünden dolayı tekerrür edendir ki, ikinci birincinin taalluk ettiğinden başka­sına müteallik olur demiş. Sonra bu kısma terdîd ismi verildiğini söylemiş "Fe-bi-eyyi âlâi..." kavlini bu kabilden saymıştır. Çünkü bu, sûre içinde otuz-bir yerde tekerrür ettiği hâlde, herbiri kendinden önceki kelâmla ilgili bir husu­siyetle mümtazdır (Hakk Dîni, VI, 4659)

[623] Ebû'd-Derdâ'nm bu tefsiri ibn Mâce, İbn Hıbbân ve daha başka hadîsçiler ta­rafından Peygamber'in sözü olarak rivayet edilmiştir, işbu "O her gün bir işte­dir", iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir: Birisi "Yevm" mutlak vakit ma'nâsına olarak, her saat, her an ma'nâsına tefsîr edilmiştir. Bir de Allah'a göre dehr, iki gün­den ibarettir. Birisi dünyâ, birisi âhirettir. Herbirine göre de Allah'ın bir şe'ni vardır. Dünyâdaki şe'ni emir-nehiy; âhiretteki şe'ni de hesâb ve cezadır...

[624] Ferağ, lügatte boşalmak demek olduğundan, önce bir meşguliyet işi, bir şey için boşalmak da sonradan bir meşguliyet gerektirir. Hâlbuki Allah Taâlâ'yı hiçbir iş diğer işten alı koyamayacağı için, burada münhasıran âhiret işleri olan hesaba çekme ve karşılık vermeyi ifâde için bu suretle bir istiare veya kinaye yapılmış­tır. Yânî bu günkü dünyâ işleri geçecek, bu dünyâ hayât ve ni'metleri fenaya gidecek, bu mühletler, müsamahalar tükenecek, yarın Allah'a dönmekle sâde­ce mes'ûliyet, hesâb ve ceza için huzura geleceksiniz de sırf sizin işinize bakıla­cak, sizin mes'ûliyetiniz işleri tatbîk olunacaktır... "Sekalân"yâhud"Sekaleyn", "İki sakal", bundan sonraki 31. âyette açıkça söyleneceği üzere ins ve cinnin bir unvanıdır... (Hakk Dîni, VI, 4680).

[625] Bu iki cennet, Rabb'inin makaammdan korkan mukarrebûna ihsan edilen iki cennetin dûnundadır. Ashâbu'l-yemîn'e mahsûstur ve bundan sonra gelen âyet-lerdeki vasıflar da hep bunlara âiddir. Bâzılarına göre ise âyetteki "Z)wn" keli­mesi, mertebece diğerinden aşağı ma'nâsma değil, başka, gayr ma'nâsınadır. Bu takdirde cennet ehlinden her birine dört cennet isabet edecek demektir (Bey-dâvî, Medârik).

[626] Hadîsin başlığa uygunluğu "İki cennet, bunların kapları ve içindekiler gümüş­tendir.. " sözündedir

[627] Hûr, Ahver'in veya Havrâ'nm cem'idir ki, gözünün beyazı şiddetle beyaz, ka­rası da şiddetle kara olan âhû gözlüye denilir.

Hayme, dilimizde çadır diye meşhurdur. Kaamûs Tercemesi'nde Hayme, Arab evlerinden yuvarlak olan beyte denir ki, "Çadır" ta'bîr olunur. Bâzıları dedi ki, üç yâhud dört direk üzere tertîb olunup üzerini "Sümâm" dedikleri otlukla örttükleri beyttir ki, havanın hararetinde onda gölgelenirler. Yâhud mut-lakaa ağaç dallarından tertîb ettikleri beyte denir ki, Türkçe'de bunlara "Salaş" ta'bîr olunur. Hulâsası A'râb taifesi kıldan yuvarlak kubbe tarzında edinirler ve bazen mustatil olur. Deriden de düzerler. Bunlara "Çadır" ta'bîr olunur ve ağaçtan çattıklarına Türkmen lisânında "Alacık" ta'bîr olunur. Sazlıktan yap­tıklarına "Hüg" ta'bîr olunur..

[628] KaasırâtuH-tarf = Bakışı kısan dilberler): İşbu ta'bîr, birkaç ma'nâ ile tefsîri kaabil bir medh sıfatıdır: Birincisi nazarlarını yalnız zevçlerine hasreden, baş­kalarına göz atmayan sevgili, sadakatli, vefalı dilberler demek olur. İkincisi, ba­kanın nazarını kendisine cezb ve kasreden, bir gören gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede kendisine bağlayan güzel dilberler. Üçüncüsü gamzeleri kendi önlerine kırılmış, şuraya buraya bakmaz, edeb, haya, vakaar ve nezâhetle mümtaz demek de olabilir... Şöyle bir hadîs gelmiştir: Herbiri zevcine şöyle der: Rabb'-ın izzeti hakkı için ben cennette senden güzelini görmüyorum, beni sana eş yapan, seni de bana eş yapan Allah'a hamdolsun. -Müslim hadîsidir- {Hakk Dîni, VI, 4689-4690).

[629] Bu da geçen hadîsin başka yoldan ve daha geniş bir rivayetidir. Bunun bir riva­yeti Cennetin sıfatı bâbı'nda da geçmişti.

[630] Arabistan sidri dikenli bir ağaç olduğu için, bununla cennet sidrinin dikensiz olduğu anlatılmıştır.

[631] Urub, Arûb'un cem'idir; üç ma'nâ ile tefsir edilmiştir:

a. Kocalarına âşık, yânî zevcelerini çok seven kadınlar, b. Cilveli, işvekâr kadınlar, c. Güzel söz söyleyen kadınlar

[632] Sâbikûn hakkında "Bir çok evvelkilerden, biraz da sonrakilerdendir" (Âyet: 13-14) buyrulmuşüı. Ashâbu yemin, sâbıkûn gibi değil, çoktur; evvelkilerden de bir­çok, sonrakilerden de birçoktur.

[633] Buradaki "Hım" esasen günâh ma'nâsınadır. "Şübhesîz şirk en büyük zulüm­dür" (Lukmân: 13) buyurulduğu için, şirk büyük günâhtır; işte onlar bu büyük günâh üzerinde ısrar ediyorlardı.

[634] Eğer sâdıklarsanız, Allah'ın dînine tâbi' olmamak, vahdaniyetle rubûbiyetini tanımamak da'vâsında doğru iseniz! Fakat ihtimâli mi var? İşte siz Allah'ın hük­mü, kudreti altında öyle âciz, öyle mahkûmsunuz!..

[635] Tefekkuh, esasen türlü yemiş yemek demek olup mecaz olarak taaccüb etmek ve peşîmân olmak ma'nâlarına da gelir. Burada murâd şaşkınlıkla şu lâkırdıları yemiş yer gibi tekrar tekrar söyler, çiğner, geveler durursunuz demektir.

[636] Nücûm, yıldızlar demek olduğuna göre, mevki'leri doğdukları veya battıkları mahaller yâhud semâdaki yerleri, burçları ve menzilleri yâhud şihâbların düş­tükleri mevki'ler yâhud kıyamet günü döküldükleri sıra düşecekleri mevki'ler olmak üzere dört beş veçhe veya hepsine muhtemildir. Maamâfîh burada Kur'­ân'ın necmleri, yânî tenzilde indirilen kısımları ma'nâsına olmak daha muvafık­tır... Bu ma'nâca o nücûmun mevki'leri ise meleklerin, Peygamber'in, hafızların kalbleri yâhud yazıldıkları sahîfeler veya ma'nâlan veya inmelerine sebeb olan vakıalar ve hükümleridir. Şu hâlde "Mevâkı'u'n-Nucûm" denilenlerin hepsine şumûlu en uygun ma'nâ olur (Hakk Dîni, VI, 4722).

[637] Bu âyet, içinde bulunduğu diğer âyetlerle şöyle bir bütünlük gösterir: "Sağcı­lar: Onlar ne mutlu sağcılardır! Dikensiz kiraz, meyveleri tıklım tıklım istifti muz ağaçları, yayılmış devamlı bir gölge, dâima akan su, kesilmeyen, yasak da edilmeyen birçok meyve arasında ve yükseltilmiş döşekler üzerindedirler" (Âyet: 27-34).

Cennetin hepsi gölgedir, onda güneş yoktur. Bu gölge, güneşten değil, Al­lah'ın yaratacağı bir gölgedir (Kastallânî).

İşbu "Ashâbu'l-yemm" cümlesi "Ulâike'l-mukarrebûn" üzerine atfedil-miştir. Yukarıda "Ashâbu'l-meymene", burada "Ashâbtı'l-yemîn " ta'bîr olun­ması tefennün İçin olmak gerekir. Bunlara "Ashâbu'l-yemîn" denilmesi, amel defterleri olan kitâbları kıyamet günü "Artık kitabı sağ eline verilmiş olana gelin­ce, der ki: Alın okuyun kitabımı'3 (el-Hâkkaa: 19) âyetince sağlarından verilmesi ha­sebiyle olduğu dahî söylenmiştir. "Ashâbu'l-yemîn1", yemîninde sâdık, ahdine vefakâr, işine sâhib bahtiyarlar demek de olabilir ki, mukaabili hânislik, yemîn-sizliktir. Bir de "AshâbuH-yemm", sâdıkaan, Allah için yeminine merbut sâ­dık vefakârlar olabilir (Hakk Dîni, VI, 4706).

[638] Yânî hakikatte mülk O'nun olduğu gibi mük de onundur. Siz O'nun olduğunuz * gibi, sizin milk diye sâhib olduğunuz şeyler de O'nundur. Ancak size selâhiyet verip onlarda tasarruf etmek için sizi halîfe kılmıştır. Ondan dolayı bir vekîl ve nâib gibi izin verdiği hususlarda tasarruf edebilirsiniz... O hâlde îmân ediniz de sizi öyle halef kıldığı mallarda kendinizi asîl değil, O'nun naibi bilerek, O' nun yolunda ve beyân ettiği hususlarda sarf ve infâk ediniz...

[639] Yânî demiri bol olarak yaratıp mevcudiyetini bildirdik, kullanılmasını öğrettik... Demir bütün sanâyiin hem bel kemiği, hem eli ve tırnağı gibidir. Mezarlar da onunla kazılır, şehirler de onunla yapılır, yiyecek de onunla, giyecek de onunla-dır. Fahruddîn er-Râzî'nin dediği gibi, demirin insanlığa hizmeti altından çok fazladır. Hâsılı demirin insanlar için menfâatleri pekçok ve insanların demire ihtiyâcı, altın ihtiyâçlarından çok fazla olduğundan dolayı Allah Taâlâ demiri altından çok ve kolay bulunur bir surette yaratmış ve altından önce keşfini mü­yesser de kılmıştır. Altını ise ihtiyâcın azlığı sebebiyle az ve nâdir bulunur ya­ratmış ve zor bulunacak ve kirlenmez bir kıymet mîzânı yapılacak veçhile ağırlık ve izzetiyle arzın derinliklerine atmıştır. Allah Taâlâ'nm cömertlik hikmeti ve kullarına rahmet ve inayeti eserlerinden biri de ihtiyâç çok olan şeyleri tabîatte daha çok ve kolay bulunur bir hâlde yaratmış olmasıdır. Nitekim hakîmler der­ler ki, hayâtta en çok ihtiyâç havayadır. Allah onu en çok ve en kolay bulunur ve kolaycacik teneffüs edilir bir surette yaratmış, öyle ki, insan hiçbir külfete muhtâc olmaksızın onu tabîî olarak teneffüs eder. O hâlde Allah'ın rahmetine ihtiyâcımız hepsinden daha çok olduğu için, Allah'ın bize rahmetini, herşeyin en kolay bulunan bir fadh kılacağını da ümîd ve niyaz ederiz {Hakk Dîni, VI, 4757-4758).

[640] Hem zahir, hem bâtın: Zahir varlığı herşeyden aşikârdır. Çünkü herşey onun vücûduna delildir. Hiçbirşey yoktur ki, vucûd'da zuhur ederken, daha evvel onun vücûdunu isbât etmiş olmasın. Maamâfih her zahiri de o zannetmemelidir. Çünkü o zahir olmakla beraber bâtındır da, duyu organlarıyle hiss, hayâl ile tahayyül olunamayacağı gibi hakikati akılların idrâk ve ihatasına sığmaktan münezzeh­tir. Binâenaleyh ne yalnız zahir, ne de yalnız bâtın diye hükmetmemen', hükmü atıftan sonra yaparak Zâhİr-Bâtm demelidir. Evvel ve âhir de böyledir. Ebû's-suûd'un da hatırlattığı gibi " Ve'z-Zâhir"deki vâv, bu iki vasıf toplamım evvel­ki iki vasıf toplamına atfeder (Hakk Dîni, VI, 4731).

"... Lâkin tevhidi fikri bütün bir hikmet ve ma'rifet manzumesi şeklinde izhâr eden Kur'ân âyeti bu el-Hadîd: 3. âyetidir...

Hayâtımızı tetebbuatla geçirdik. Büyük adamların yüksek fikrî ilhamları­nın belli başlılarına, mukaddes kitâblardaki ulvî kelimelere ıttıla kesbettik. Ta­mamen bî-tarafâne olarak beyân ederiz ki, bu i'câzlı âyetin ifâde ettiği dâire hâricinde söylenebilmiş söze tesadüf etmediğimiz gibi, bundan daha yüksek, daha ilmî, daha mu'ciz bir tasvir şeklini de muhal buluyoruz. Aynı ma'nânın binler­ce kelime ile ifâde edildiği oluyor, lâkin lâfızlar ve kelimelerin çokluğu ne fazla vuzuhu ve ne de fazla ifnamı mûcib olamıyor..." (Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Târihi, Ötüken Neşri, s. 190-196). Bunun daha uzunca bir özeti eş-Şûrâ: 11. âyette de verilmişti.

[641] Mücâdele Sûresi, dâl harfi üstünde, esre de okunabilir, ikincisi daha ma'rûftur. Buna Kad Semia Sûresi dahî denilir. Ubeyy ibn Ka'b'ın Mushaf'ında "Zıhâr Sûresi" denilmiş olduğunu da ÂIûsî zikreder. Dâl'in kesresiyle el-Mucâdile, is­mi fail müfred müennes olup "Seninle kocası hakkında direşip duran kadın" (Âyet: I) buyurulduğu üzere, "Mücâdele eden kadın" demektir. Dâl'in fethiyle Mücâdele ise, bunun masdandır. Bu, gerek bu kadının mücâdelesine ve gerek­se sûrenin diğer âyetlerinde kâfirler ve münafıklarla olan mücâdele ma'nâları­na da uygun olur. Mücâdele esasen çekişmek, yânı iki tarafın kendi da'vâsını isbât için tekrar tekrar suâl ve cevâb ile karşılaşması, şiddetle münâkaşa ve mu-hâsama etmesi demektir...

[642] Bu âyet, işbu Mücâdele Sûresi'nin "Mâ sıka leh"\m teşkil eden hedefi demek­tir. Onun için bu ma'nâ evvel ve âhirinde tekrar olunacaktır. Yânı muhakkak ki Allah ve Rasûlü'ne hudûd yarışma kalkanlar -Kaadı Beydâvî'nin kısaca be­yânına göre- Allah ve Rasûlü'nün hududunu tanımayıp, onlara adavet eden ve­ya onların ta'yîn buyurduğu hududun gayrı hükümler koymak veya tercih etmeye kalkışan kimseler.. İtildiler yâhud çarpıldılar yâhud tepelendiler...

[643] Müteâkib âyetler şöyledir: "Allah 'a ve Rasûlü 'ne muhalefet edenler; onlar şüb-hesiz ki en çok zillete düşenlerin içindedirler. Allah şöyle yazmıştır: And olsun ki, ben gâlib geleceğim, ramilerim de. Şübhesiz Allah yegâne kuvvet sahibidir, mutlak gâlibdir. Allah 'a ve âhiret gününe îmânda sebat eden hiçbir kavmin Al­lah 'a ve Rasûlü 'ne muhalefet eden kimselerle -velevki onlar bunların babaları, ya oğulları, ya biraderleri yâhud soy sopları olsunlar- dostlaşacaklarım göre­mezsin...'" (Âyel: 20-22).

[644] el-Bıkaaî bu sûreye Benû Nadîr Sûresi denildiğini de nakletmiştir.

[645] el-Celâu, el-İclâu gibi müteaddî de, lâzım da olur. Aslında apaçık açmak, açıl­mak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak demek olan el-Celvu'dan Celâ, bir kimsenin veya cemâatin yerinden yurdundan herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, ken­disi açığa çıkarılmış olur. Biz sırasına göre nefy, iclâ, teb'îd, tehcir, sürgün, açıl­ma, açığa çıkarılma... ta'bîrlerini kullanırız...

[646] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunun bâzısını el-Enfâl'de ve Cihâd'da; Müslim de Sahîh'min sonunda getirmiştir.

[647] Bu da zikredilen hadîsin başka yoldan rivayetidir. İbn Hacer bunun vechinİ şöyle îzâh etmiştir: Buradaki haşr, kıyamet günündeki haşr zannedilmemek için böy­le demiş olmalıdır. Çünkü maksad, Benu'n-Nadîr'in çıkarılmasıdır, demiştir.

Kaamûs sahibi Fîrûzâbâdî'nin e/-Basâir'de beyânına göre: Haşr, esâsında bir cemâati karargâh ve barınaklarından nefîr suretiyle iz'âc ve ihrâc eylemeye konulmuştur. Sonra cemâat ilgisiyle "Toplamak" ma'nâsında kullanılmıştır.

Râgıb eHsfahânî, el-Müfredâ t'mda: Haşr, cemâati makarrlarından, yânı durdukları yerlerinden çıkarıp iz'âc ederek harbe ve benzerlerine zorlamaktır... Ve kıyamet gününe "Ba's günü", "Neşr günü" denildiği gibi, "Yevmu'l-haşr = Haşr günü" dahî denilir, demiştir.

Bu sûredeki Haşr ise, kıyamet günü olacak olan son haşr değil, onun kü­çük bir numunesi olmak üzere "O kitâb ehlinden küfredenleri ilk sürgünde yurt­larından çıkarandır..." (Âyet: 2) kelâmında zikrolunan evvelî haşr, yânî ilk haşrdır ki, Nadîr oğulları Yahudileri'nin çıkarılıp sürülmesidir... (Hakk Dîni, VI, 4807).

[648] Lîne, birçoklarının kavlince mutlaka "Hurma ağacı" demektir. Aslı Levn'den' türemiş Lîneo\xyç), yâ'sı "Dîme" gibi vâv'dan kalbedilmiştir. Cem'inde Lûn ve el-Vân denilir. İbn Abbâs ve daha birtakımları "Acve" yânî "Balçık hurma" denilen kısırımdan başka hurma nev'ilerine denildiğini söylemişlerdir. Ebû Ubey-de, "Acve" ile "Bernî" bulunmayan çeşit elvan hurmalar demiştir. Sevrî, hur­ma ağacının en değerlisi, demiştir.

[649] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti Cihâd'da da geç­mişti. Rasûlullah bu hurmalıkların bir kısmım, harb sahasında bulundukları için bir harb zarureti olarak kestirip tahrîb ettirmişti. Bu da âyette ifâde buyurulduğu gibi Allah'ın onları cezalandırması ve rüsvây etmesi hikmetiyle izin vermesi yo­luyla yapılmıştır.

[650] Nadîr oğulları'nın kasabaları Medine'ye iki mil mesafede olduğundan, oraya sâdece piyade olarak gidilmiş, yalnız Rasûlullah lif yularlı bir merkebe binmişti ve fazla bir kıtal de cereyan etmemişti.

[651] Bu hadîs Mağâzî'de uzun bir metinle, Cihâd'da ve Humus'ta da daha kısa ola­rak geçmişti.

[652] Hadîsin başlığa uygunluğu "Sen -Rasûl size ne verdiyse onu alın... âyetini oku­madın mı?" sözündedir. Buhârî bunun bir rivayetini Libâs'ta da getirmiştir.

Veşm, yüze veya kola veya bedenin herhangibir tarafına iğne batırıp boya sürerek tesbît edilen nakşa denir ki, Kaamûs mütercimi "Döğün" denildiğini söyler.

[653] Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları, gerek zengin ve gerek fa-kîr, severler; bu suretle sadâkatlarını ortaya koyarlar. Muhacirler'e gerek fey', gerek başka herhangibir şeyden dolayı gönüllerinde "Bu bize gerekti, bizim bu­na ihtiyâcımız vardı" gibi içlerine batacak bir kaygu, bir teessür duymazlar.

[654] Hadîsin başlığa uygunluğu "Yurt hazırlayıp îmâna sâhib olan kimseler" sözün-dedir. Bu hadîs Cenazeler Kitabı, "Peygamber'in kabri bâbı"nda geçen uzun hadîsin bir parçasıdır.

Bu hadîsin bir rivayeti "Usmân'm faziletleri bâbı"nda daha uzun bir metin­le rivayet edilmiştir. Oradaki rivayette Umer sabah namazında nasıl vurulduğu ve sahâbîlerin uğradığı heyecan ve nihayet Usmân'm şûra hey'eti tarafından it­tifakla halifeliğe seçilmesi sureti bildirilmiştir.

[655] Hadisin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti Ensâr'ın menkabe-len bâbı'nda geçmişti. Hadîsteki taaccüb ve hayret, garîb işleri idrâk ile meyda­na gelen ruhî bir halet olduğu, gülmek fiili de bunun üzerine terettüb ettiği için, Allah Taâlâ'ya gülmek fiilinin ve taaccüb haletinin dayandırılması hakîkî ol­mayıp mecazî bir dayandırmadır ve bunların lâzımı olan ilâhî rızâ kasdedilmis-tir.

[656] Bu sûreye hâ'nm fethiyle "Mwm/a/ia/ie"veyâkesriyle "Mumtehıne" yâhud "İm­tihan Sûresi" denilir. En meşhuru evvelkisidir.... İmtihan Sûresi denilmesi, bü­tün içindekilere nazaran daha mutlak olarak vazıhtır. Buna bir de "Meveddet Sûresi" denildiği de naklolunmuştur ki, "Allah, sizinle içlerinden birbirinize düş­man olduğunuz kimseler arasında yakında bir dostluk peyda eder'' (Âyet: 7) kavli! münâsebetiyle olmak gerektir.

[657] Yânî bizi onlara mağlûb etme, ellerine düşürüp mihnet ve azaba sokma, el, dil uzatmalarına meydan verme de bizim mihnetimiz yüzünden îmânı horlatmakla küfre meftûniyetlerini artırma. Bu, kâfirlerin "îmân iyi olsaydı, bunlar mağ-lûb edilmez, esîr olmazlardı" diyerek, dünyâ hayâtına aldanarak küfre meftun olmalarına sebeb de olur.

[658] Kevâfir, Kâfire'nin cem'i, isem de İsmet "in cem'idir. İsmet, dokunulacak tutu-mak olup gerdanlık, bilezik, bilek, hıfz ve sıyânet ma'nâlarına geldiği için, ge­rek akid ve gerek şebeb herhangi bir tutamak ma'nâsına kullanılır. Burada murâd, nikâhlarının bâtıl olmasıdır. Yânî harb darından hicret etmeyip kâfire olarak harb darına katılan kadınlarla aranızda ne bir ismet, ne de bir zevciyet alâkası olmasın, tutamaklarına tutunmaym, daha Türkçesi ellerine yapışmayın, ipleriyle kuyuya inmeyin... (Hakk Dîni, VI, 4914).

[659] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bunun bir rivayeti Cihâd'da, "Câsûs bâbı"nda geçmişti. Rasûlullah Mekke fethine hazırlık yaptığı sıra, halk arasın­da Hayber tarafına gidilecek diye yayılmış, sahâbîlerden bâzı kimselere maksa­dının Mekke olduğunu gizlice söylemişti. Hâtıb da bunlardan idi. Abdulmuttalib oğullan'ndan âzâdlısı Sâre adında bir kadın, Mekke'den Medine'ye gelmiş, bir mikdâr yardım tedârik edip dönerken Hâtıb onunla Mekke ahâlîsine gizli bir mektûb göndermişti. Kadın yola çıktıktan sonra Cibril İnip, Peygamber'e ha­ber verdi. Bundan sonra hadîste anlatılan işler cereyan etmiştir. İşte bu hâdise sebebiyle bu Mumtahane Sûresi inmiş, bu gibi hâllerde mü'minlerin vazîfeleri-ne dâir mühim nasihatlerle harb yurdundan Muhacir olarak gelen kadınlar hak­kında bile bir imtihan ta'Iîmâtı vermiştir.

Âyet "Ey îmân edenler!" diye hitâb olduğu ve muhâtablar arasında Hâtıb da bulunduğuna göre, onun aile endîşesiyle yaptığı bu kusuru îmânına zarar ver­memiştir, özrü kabul olunmuştur. Hâtıb mühim hizmetlerde bulunmuştur. Bun­lardan biri, altıncı yılda Peygamber tarafından bir mektûbla Mısır ve İskenderiyye meliki Mukavkıs'a gönderilmesidir. Ebû Bekr'in halifeliği zamanında da Mı­sır'a gönderilmiş ve Mısırhlar'la barış akdi yapmıştır. Bu barış, Amr ibn Âs'ın 20. hicret yılında Mısır'ı fethi zamanına kadar yürürlükte kalmıştır. Hâtıb, tâ-cir idi. Vefatı hicretin 30. yılında olup, namazını Usmân kıldırmıştır.

[660] Buhârî bu rivayette "el-Âyete" dememiştir. Bâzı rivâyetlerdeki "el-Âyete" ta'-bîrinin, Alî'nin rivayet ettiği bu hadîsten mi, yoksa ravîlerden Amr ibn Dînâr'-ın kavli mi olduğunu "Lâ edrî = Bilmiyorum" sözü ile rivayet eylemiştir. Bununla "Ey îmân edenler... " nazil oldu denilmekten murâd, bir veya birkaç âyet mi, yoksa bütün sûre mi olduğunu kestirmemiştir... Mukaddimede de geçtiği üzere, bu gibi mevki'lerde"el-Âyete"ta'bîri bir kıssaya kadar müteaddid âyetleri şâ­mil olabileceğinden, bu rivayetlerin toplamı "el-Âyete" ta'bîrinin sûrenin ev­velinden bir necm, bir kıssa teşkil eden âyetler ma'nâsına olduğunu ifâde etmekle, Taberî, evvelindeki âyetler demiştir. Ma'nâ i'tibâriyle kıssa 3., 6., 7. âyetlerin sonuna kadar olabilirse de, tamâmı 9. âyetin sonuna "İşte onlar tam zalimlerdir" fasılasına kadar olmak zahirdir. Bu surette bundan sonraki âyetlerin nuzûl se­bebi başka olmak lâzım gelir. Fakat Tirmizî, mektûb hakkındaki Alî hadîsini rivayetten sonra "el-Âyete" yerine "Hâzihi's-sûre" diye açıkça söyleyerek, zik­redilen hâdiseyi bütün sûrenin nuzûl sebebi olarak göstermiş ve hadîse hasen-dir, sahihtir demiştir. Müfessirlerin çoğu mutlak olarak kelâm etmişlerdir. "Ey îmân edenler..." deyip de hâdiseyi nakl ile yetinmişlerdir ki, âyete de, sûreye de muhtemildir... (Hakk Dîni, VI, 4892-4893).

[661] Hadîsin başlığa uygunluğu "Mü'min kadınlardan kendisine hicret edip gelen kadını imtihan ederdi" sözündedir.

Bu imtihan âyetindeki "Mü'minât" ta'bîri, îmânın gereği olan Şehâdet Ke-limesi'ni zahiren söylemiş ve ona aykırı bir hâl göstermemiş olmaları, yâhud imtihan ile îmânlarını isbât mevkiinde bulunmaları i'tibâriyle zahirîdir. Yoksa imtihana tâbi' tutulmalarının ma'nâsı kalmazdı. Yânî küfür yurdundan İslâm yurduna hicret ederek "Mü'miniz" diye size geldikleri zaman onları imtihan edin, kalbîerinin de dillerine uygun olduğuna zannınızı galebe ettirecek vehile sınayın, demektir. "Allah onların îmânlarını en iyi bilendir" karînesiyle müfes-sirler demişlerdir ki, burada ilim, gâlib zann ma'nâsınadır. Muamelelerde gâlib zann ile amel vâcib olduğuna tenbîh için gâlib zann'a ilim ile ta'bîr buyurmuş­tur. Yânî bu konuda sizin için yakînî ilim mümkin olmazsa da, mümkin olabi­len bâzı suâl ve cevâb ile bir tecrübe ve yemîn vesaire gibi karineler ve emarelerden istidlal yoluyla zannınızı galebe ettirecek kadar bir ilim ve kanâat sahibi olun... {Hakk Dîni, VI, 4909-4911).

Umeyme bintu Rukayye şöyle demiştir: Ben RasûluIIah'a bey'at edelim di­ye vardığımda, bizden Kur'ân'daki "Allah'a hiçbirşeyi ortak kılmama" âyetiy-le bey'at aldı. Nihayet "Ve sana hiçbir ma 'rufta âsî olmamak " kavline geldikte "Güçleri ve takatleri yettiği derecede" buyurdu. Bizde: Allah ve Rasûlü bizlere kendimizden daha merhametli yâ Rasûlallah! Bize musâfaha etmez misin? dedik. "Ben kadınlara musâfaha etmem, ancak yüz kadına sözüm bir kadına sö­züm gibidir" buyurdu (Ahmed ibn Hanbel, Nesâî, İbn Mâce ve Tirmizî).

[662] Başlıktaki âyette şartları tafsîlli olarak bildirilen bey'at, İslâm târihinde "Bey'atu'n-Nisâ = Kadınlar bey'atı" adiyle meşhurdur. Bu âyet gereğince Mekke fethinin ertesi günü erkeklerden bey'at alındıktan sonra kadınlardan da bey'at alındı. Erkeklerden de aynı şekilde bey'at alındığının delillerinden biri, biraz sonra 415 rakamıyle gelecek olan Ubâdetu'bnu's-Sâmit hadîsidir. .

Bu Kadınlar Bey'atı birçok defalar vâki' olmuştur. Bu âyette sayılan şart maddeleri şunlardır: a. Kadınlar Allah'a ortak koşmayacaklar, b. Hırsızlık et­meyecekler, c. Zina etmeyecekler, d. Kocasından olmayan bir çocuğu bu senin­dir diye kocalarına iftira etmeyecekler, e. Ma'rûfta Peygamber'e isyan ve muhalefet etmeyecekler."Rasûlullah'ın ancak ma'rûf ile emr ve münkerden neh-yedeceği bilinmiş olduğu hâlde "Ma'rûfta" kaydının açıkça söylenmesi, Hâ-lık'a ma'siyet olan hususta mahlûka itaat caiz olmayacağına tenbîh içindir.

[663] Hadîsin başlığa uygunluğu gizli değildir.

Bu ilk Akabe gecesinde yapılan bey'attır ki, ileride, yânî Medine devrinde inecek olan el-Mumtehme: 12. âyetinin söylediği bey'at şartlarının aynı ile vâki' olduğundan, buna "Bey'atu'n-Nisâ= Kadınlar Bey'ati" denilmiştir. Bu şartlarla mükellef olmakta erkekler ve kadınlar müsavidirler. İkinci Akabe'de ise Ensâr, çocukları ve ailelerini nasıl müdâfaa ve himaye ederlerse Rasûlullah'ı da öylece müdâfaa ve himaye etmek üzere bey'at etmişler ve ahidlerini hakkıyle îfâ ede­rek kendilerinden sonra kıyamete kadar İslâm'a girmiş ve girecek olanlara velî-i ni'met olmuşlardır.

Bu hadîsin bir rivayeti îmân Kitâbı'nda az farklı bir metinle geçmişti.

[664] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bu hadîsin bir rivayeti Bayram Na-mâzı Bâblan'nda, "İmâm'm bayram günü kadınlara mev'izası bâbı"nda geç­mişti.

[665] Buna "Havâriyyûn Sûresi" ve "îsâ Sûresi" de denilir.

[666] İşte siz de ey mü'minler, îsâ'nın havarileri gibi Allah yardımcıları olunuz, Pey-gamber'in da'vetine icabet ederek Allah için tam bir îmân ile yardım ediniz, demektir.

Havâriyyûn, îsâ'nın ilk îmân eden seçkin talebelerinden oniki kişidir ki, dîni yaymak için kendilerini etrafa yolladığından "İsa'nın Rasûlleri" diye de isimlendirilirler. Eldeki /neftlerde bunlara "Onikiler" dahî denilmiştir...

[667] Allah'ın sevgilisi olmak için mü'minler de böyle yapmalıdır.

Bu sûrede Sâd fasılası işbu "Bünyânun mersûsun" ile yalnız bu âyete tah-sîs edilmiş ve bu suretle bunun husûsî ehemmiyetine tenbîh olunmuştur. Buna "Saff" ismi verilmiş olması da bunun seçkin ehemmiyetini bildirir. "Bünyâ-nun mersûs", kurşunlu bina, parçaları kurşunla kenetlenerek tek parça bir ci­sim hâline gelmiş olan muhkem bina demektir, işte mü'minler topluluğu gerek es-Sâffât Sûresi'nin başında ve gerek ei-Feth Sûresi'nin sonundaki teşbîhler ile beyân ve tasvir olunduğu üzere, kuvvetli bir bağ ile birbirine bağlı, sağlam bir bünyân teşkil etmelidir... Şübhesiz bu teşbih, hem bedenî düzgünlük ve nizâmı, hem de kalben niyet ve îmân birliğini ifâde etmektedir.

[668] Baş tarafı şöyledir: "Meryem oğlu İsâ da bir vakit şöyle dedi: 'Ey İsrail oğulla­rı! Ben size Allah'ın rasûlüyüm. Benden evvelki Tevrat'ı tasdik edici, benden sonraki gelecek bir rasûlün müjdecisi olarak geldim ki, O'nun ismi Ahmed'dir

O rasûlün ismi Ahmed'dir. Burada "Ahmed" isminin aynen kendisi özel isim olarak kasdolunmak, da, ma'nâsı kasdolunmak da muhtemeldir. Yânî adı gayet memdûh ve pek güzel demek de olabilir. Zîrâ Hz. İsa'nın bu suretle müj­delemeye me'mûr olduğu Muhammed Mustafâ(S)'nm bir ismi de Ahmed oldu­ğu gibi, Muhammed ismi de aynı Hamd maddesinden olarak en güzel, en övülecek isimdir. Maamâfîh Ahmed isminin aynen kendisi kasdolunmak daha açıktır. Nitekim gelecek hadîs de bunu ifâde etmektedir.

[669] Hadîsin âyette zikrolunan şeye uygunluğu açıktır. Bunun bir rivayeti Rasûlul-lah'ın isimleri hakkında gelen şeyler bâbı'nda da geçmişti. "Ben Âkıb'ım"deki Akıb, kendisinden sonra peygamber gelmeyen Hâtemu'l-Enbiyâ demektir. Hz. Hasen'in: "Allah Taâlâ ve O'nun Arş'ın kuşatmış olan melekler ve bütün te­mizler mübarek Ahmed'e salât getirmişlerdir" mealindeki beyti de Ahmed is­minin, Rasûlullah'ın alemi olan bir isim olduğunu söylemektedir...

Bu bahsi ve Hz. İsa'nın gelecek peygamberi müjdelemesi konusunu Rah­metli Elmalıh Muhammed Hamdî Yazır çok güzel toplamıştır: Hakk Dîni, VI, 4929-4935.

[670] Bundan önceki âyet şöyledir: "O, ümmîler içinde kendilerinden bir rasûl gön­derendir ki, bu onlara âyetlerini okur, onları temizler, onlara kitabı, hikmeti öğretir. Hâlbuki onlar daha evvel hakîkaten apaçık bir sapıklık içinde idiler*1 (Âyet: 2)

Başlıktaki âyette bulunan bu "Aharın", Âhar'm cem'i olup "Ummiyyîn"-eveyâ "Aleyhim " veya "Yuallimuhum"daki "Hum" zamirine ma'tûf olarak Rasûlullah'ın risâlet ve ta'lîmi yalnız Arablar'a mahsûs olmayıp, onlardan baş­ka daha diğer ümmetlere de âmm ve şâmil olduğunu beyândır. Zîrâ "Ummiyyîn" ta'bîr olunan Arablar'dan başka olan diğerleri mefhûmu bütün kavimlere şâ­mildir. Yânî o Rasûl, yalnız içlerinde gönderildiği ümmîlere değil, henüz onlara katılmamakla beraber ileride katılacak olan Arab ve gayrı Arab bütün insanlık âlemine kitâb ve hikmet öğretiyor...

[671] Bu, "Fes'av ilâ zikrVllâhi" (Âyet: 9) kavlinin bir okunuşudu

[672] Başlıktaki âyet ile bu hadîsten anlaşılan hakikat, Muhammed'in peygamberliği yalnız Arab kavmine ve sâde sahâbîler devrine hass olmayıp her devre ve her millete ve bütün insanlığa şâmil olduğudur. Kur'ân'da "Ey insanlar" diye ge­len hitâblann bütün insanlara şumûlü de İslâm Dîni'nin ve Muhammed'in pey­gamberliğinin umumîliğini ifâde eder... Binâenaleyh "Ve âharîne minhum" kavliyle kasdolunan ümmetler sahâbîler devrinden sonra kıyamet gününe ka­dar îslâm camiasına giren ve girecek olan bütün müslümânlardır. Hadîste bildi­rilen Süreyya yıldızına kadar yükselen îmân yüceliği, İslâm Dîni'nin yayılmasına hizmetle bir millete tahsîs edilmez...

[673] Bu da Ebû Hureyre hadîsinin başka yoldan gelen bir rivayetidir.

[674] Yânî sen minberde hutbeye kalkmış Allah'ı zikrederken bırakıp ticârete koşuş­tular. Medine'de açlık ve pahalılık olmuştu...

Allah rızk verenlerin en hayırhsıdır. Asıl rızkı O'ndan istemektir. O nasîb etmeyince sebeblerden hiçbirinin fâidesi olmaz...

Hadîs, âyetin inme sebebini beyân hakkında olduğu için aralarındaki uy­gunluk açıktır. Dağılmayıp içeride kalan oniki kişiden onu cennetle müjdele-nenler, ikisi de diğer sahâbîlerden imiş.

[675] Bu sûrede münafıkların iki yüzlü hal ve hareketleri ortaya konulduğundan do­layı buna "Munâfıkûn Sûresi" adı verilmiştir. Münafık, sözü, özü başka olan, dışı müslümân içi kâfir kimselerdir ki, dilimizde "İki yüzlü" ta'bîr olunur, iki­yüzlülüğe de nifak denir. Riyada da İkiyüzlülük vardır. Murâînin de yaptığı ibâ­dette halka ve Hâhk'a karşı kasdı ve ikiyüzlü niyeti vardır. Şu farkla ki, rîyâ, ibâdete hâss olarak yapılan ikiyüzlülüktür. Nifak İse i'tikaadda iki yüzlülük­tür. Böyle olunca her münafık aynı zamanda mürâîdir. Fakat her mürâî, mü-; nâfık değildir. Çünkü riya, îmâna aykırı olmayarak amelde olur.

Bundan sonraki âyette münafıkların Rasûlullah'ın hakk peygamber oldu­ğuna dâir birtakım te'kîd edatlanyle yaptıkları, bu şehâdetîn mâhiyeti şöyle bil­diriliyor: ' 'Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler de A ilah 'in yolundan saptılar. Hakikat onların yaptıkları şeyler ne kötüdür" (Âyet:2).

[676] Hadîs buı sûrenin Abdullah ibn Ubeyy ile onun başkanlık ettiği münafık züm­resi hakkında indiğini açıkça söylemiş olduğu için, başlıkla uygunluğu mey­dandadır.

Zeyd'in "Ben bunları amcama yâhud Umer'e söyledim" şeklindeki tered­dütlü ifâdesi |Buhârî'nin yalnız bu rivayetine hastır. Diğer rivayet yollarında ke­sin olarak amcam diye gelmiştir. Râvînin amcam dediği Hazrec kabilesinin başkanı olan Sa'd ibn Ubâde'dir. Sa'd, Zeyd'in hakîkî amcası değil, kabilelerinin baş­kanı olması i'tibâriyle böyle demiştir. Hakîkî amcası ise Sabit ibn Kays(R)'tır.

Ubeyy'in bu sözleri 422 rakamlı hadîste gelecek olan 7. ve 8. âyetlerde nak­ledilip cevâbı da verilmiştir.

[677] Bu ve devamı olan âyetler münafıkların hâllerini ve îmândaki yalanlarını anlat­makta ve bu hâllerin sebeblerini bildirmektedir.

[678] Bu da geçen hadîsin başka yoldan gelen rivayetidir. Bunda bâzı hususlar da­ha tafsîllidir. Bunun son kısmında Rasûlullah'm okuduğu bildirilen âyetlerden son ikisinin meallerini burada verelim: "Onlar öyle kimselerdir ki; Allah 'm Ra­sûlü yanında bulunanları beslemeyin. Tâ ki dağılıp gitsinler, diyorlardı. Hâlbu­ki göklerin ve yerin hazîneleri A ilah 'indir. Fakat o münafıklar ince anlamazlar. Onlar: Eğer Medine'ye dönersek, and olsun en şerefli ve kuvvetli olan, oradan en hakir olanı muhakkak çıkaracaktır, diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve ga­libiyet Allah'ındır, Rasûlü'nündür, mü'minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler" ' (Âyet:7-8).

Rasûlullah (S) münâfıkın alâmetlerini şöyle özetlemiştir: Ebû Hureyre: Pey­gamber (S) "Münâfıkın alâmeti üçtür: Söz söylerken yalan söyler, va'd ettiği zaman sözünde durmaz, kendisine birşey emânet edildiğinde hıyanet eder" bu­yurdu demiştir.

Abdullah ibn Amr (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Dört şey her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar da: Kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyanet etmek, söyler­ken yalan söylemek, ahid ettiğinde ahdini tutmamak, bir da'vâ ve duruşma za­manında haktan ayrılmaktır" (Buhârî, îmân Kitabı).

[679] İyiyi kötüyü, hakkı bâtılı seçecek, Hakk Dîni'nin, ahlâkının ulviyetini anlaya­cak, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini inceden inceye sezip bilecek fıkıh kaabi-liyeti kalmamış, kaabiliyetsizlik, anlamazlık huy olupkalmıştır.Çünkü i'tiyâd, ikinci tabîat olur. Kalb alıştığı huydan başkasına hassasiyetini zayi1 eder. Vur­dum duymaz kesilir...

[680] Bu da aynı hadîsin başka yoldan gelen diğer bir rivayetidir.

[681] Abdullah ibn Ubeyy'in böylece yalanı meydana çıkınca, kendisine senin hak­kında şiddetli âyetler indi, hemen Rasûlullah'a git, senin için istiğfar ediversin denilmişti. Fakat o, başını bükmüş, sonra da: Bana îmânetmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekâtını vermemi emrettiniz, zekâtı verdim. Artık Muham-med'e secde etmemden başka kalmadı, demişti. Bunun üzerine "Onlara: Gelin, Allah 'in Rasûlü sizin için istiğfar ediversin denildiği zaman başlarını çevirip bük­tüler... " âyeti indi. Ondan sonra da çok yaşamadı, birkaç gün içinde hastalan­dı ve öldü (Keşşaf).

[682] Zeyd bu vak'ayi birçok defalar rivayet etmiştir. Maksad sûrenin inmesini anlat­mak olacaktır.

Buhârî bu Zeyd ibn Erkam hadîsinin ayrı ayrı yollardan gelen beş rivayeti­ni, buradaki beş bâb altında getirmiştir.

Şehâdeî, huzûrî bir ilimle yakînen bildiği şeyi Hakk Taâlâ'nm huzurunda olduğu kanaatiyle dosdoğru haber vermektir. Onun için şehâdet, yemîn ma'nâ-sını içine alır husûsî bir haber vermedir. Dediğini bilerek "Eşhedu" diyen şâhi-.de yemîn vermek de fazla ve tekrar olur. "Neşhedu enneke İe-Rasûlullah" demekte iki cümle ve iki cümleye âid üç te'kîd vardır. Birisi "Neşhedu"nun ifâ­de ettiği yemîn, ikincisi "Enne", üçüncüsü "Lâm"dır. Onlar "Sen muhakkak Allah rasûlüsün" sözünde yalancı değiller, lâkin buna vâki'de inanmadıkları hâlde inanmış gibi îmân da'vâsi ileri sürüp yalandan yemîn etmelerinde yalan­cıdırlar...

[683] Hadîsin başlığa uygunluğunun "Bunu Abdullah ibn Ubeyy işitti..." sözünden alınması mümkin olur. Çünkü bu âyet de onun hakkında inmiştir.

Bunun bir rivayetini Buhârî Edeb'de, Müslim de Edeb'de getirmiştir.

[684] İnfidâd, sökülüp dağılmadır. Ensâr, Peygamber ve Muhâcirler'e yardım ettik­leri için münafıklar bütün Ensâr kendilerinden imiş ve onlar nafaka vermezse Peygamber'in yanındakiler dağılıverecekmiş gibi farz ederek, öyle diyorlar ve derler.

Bir rivayette Zeyd'in küçük olması ve münâfıkın da inkârını yeminle te'-kîd etmesinden dolayı Peygamber Zeyd'e: "Belki kulağın yanlış işitmiştir" bu­yurmuştur. Başlıktaki âyet inince Peygamber Zeyd'in kulağını tutarak: "Kulağın tasdik edildi, doğru duymuşsun" buyurmuştur.

[685] Hadîsin başlığa uygunluğu son fıkrasından alınır.

Hadîste söylenen Harre vak'ası hicretin 63'üncü yılında Medine'de icra edİ-İen Emevî zulümlerinin en kanlısıdır. Harre, Medîne dışında bir yerin adıdır. Muâviye'nin oğlu Yezîd'in yaptığı fesâd ve zulümler Medine'deki sahâbîlerin nefretine sebeb olunca, Yezîd'i halifelikten düşürüp Abdullah ibn Zubeyr'e bey'at etmişlerdi. Yezîd de Müslim ibn Ukbe'yi bir ordu ile Medîne üzerine yollamıştı. Bu hareket Medine'de duyulunca, müdâfaa tedbîri olarak Abdullah ibn Han-zala'yı Ensâr, Abdullah ibn Mutı'i de Muhacir kuvvetleri kendilerine kumandan edinmişlerdi. Medîneliler'in bu kuvvetleri Harre'de Şâm ordusu karşısında sa­yıca ve teçhizatça zayıf olmaları yüzünden bozulmuştu. Bunun üzerine Medi­ne'de katliâm mübâh kılınarak sahâbîlerden birçokları öldürüldü,

Harre vak'ası sırasında Basra'da bulunan Enes ibn Mâlik, ailesinden öldü­rülenlerin acısıyle üzgündü. O sırada Kûfe'de bulunan Zeyd ibn Erkam, Enes'e yazdığı mektûbda Enes'i teselli etmek için, Peygamber'den işittiği o duayı da yazmıştı. Enes ile yanında bulunanların konuşması hadîs metninden iyi anlaşıl­maktadır.

[686] Bunun bir rivayeti, bundan önceki bâbda geçmişti.

Ebû Hafs Suhreverdî "İzzet "i şöyle ta'rîf etmiştir: îzzet, kibrin gayrıdır. Çünkü izzet, insanın kendi nefsinin hakikatini tanıması ve onu acele kısmetler için hakaarete düşürmeyip, kerîm ve kıymetli tutmasıdır. Nitekim Kibir, insa­nın kendini bilmemesi ve onu mevkiinin üstünde tutmasıdır. îzzet'in zıddı Zil­let, Kibr'in zıddı Tevazu'Am... (Hakk Dîni, VI, 5009).

[687] "Kalbine hidâyet verir": Doğruyu düşündürür, doğru düşünmeye muvaffak kı­lar, gelen musibetin ancak Allah'ın izniyle olabileceğini ve kendisi Allah'ın olup yine Allah'a döneceğini hatırlatarak "Biz Allah'ın milkiyiz ve biz ancak O'na dönücüleriz" (el-Bakara: 156) tesellîsiyle gönlüne tesliyet, "Elinizden çıkana ta-salanmayasınız. O'nun size verdiği ile sevinip sıma/mayasınız diye yazmıştır" (el-Hadîd: 23) irşâdiyle sabr, metanet, "Ancak sabredenlere ecirleri hesâbsız ödenecektir" (ez-Zumer: 10) müjdesiyle iç açılması verir...

[688] Tegâbun günü: Kiminin aldatıp, kiminin aklandığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür. Bu da en büyük aldanmaların meydana çıkacağı kıyamet günüdür. Te-gâbun, Gabn'den tefâul'dür. Gabn, alışverişte veya re'yde aldanmak veya al­datmak, yânî değerinden aşağı yâhud yukarı almak veya vermektir... Tegâbun de karşılıklı aldatışına yâhud aldatma veya aldanmanın meydana çıkışı demek­tir... Keşşafta der ki: Burada Tegâbun kavmin birbirini aldatmasından istiare edilmiş olup, şakî olanların saîd oldukları takdirde işgal edecekleri mevki'lere saîdlerin konması, ve bil'akis saîd olanların şakî oldukları takdîrde işgal ede­cekleri mevki'lere de şakilerin konması ma'nâsmadır.

Rasülullah'ın hadîsinde de "Cennete giren her kula şayet fenalık yapmış olsa idi, cehennemde bulunacağı mevki' behemahal gösterilir ki, şükrü artsın. Cehenneme giren her kula da şayet İyilik yapsa idi, cennette bulunacağı ma-kaam muhakkak gösterilir ki, hasreti artsın" diye gelmiştir...

[689] Bâzı nüshalarda bundan sonra et-Talâk: 4., "5., ve 9. âyetlerdeki ta'bîrlerin tef­sirleri verilmiştir. İbn Hacer ile Kastallânî'nin nüshaları böyledir. Aynî'nin nüs­hasında ise bu ta'bîrlerin tefsiri kendi yerinde, yânî et-Talâk Sûresi'nde verilmiştir. Biz de bunu tercîh ettik.

[690] Talâk ve Tatlîk, Boşama. Lügatte Itlak eylemek, yânî bir kaydı, bağlantıyı kal­dırıp salıvermektir. Şer'an da

nikâh ile sabit olan kaydı kaldırmaktır... Bu ko­nu ile ilgili bâzı beyânlar el-Bakara, el-Ahzâb, el-Mucâdele sûrelerinde geçmişti. Burada da et-Tegâbun Sûresi'nin sonunda geçtiği üzere zevç ve zevce arasında­ki adavet mahzurunun çözülmesi çârelerinden birisi olmak hikmetiyle verilecek talâkın güzel sayılabilecek şeklinin öğretilmesiyle, kadın ve aile hukukuna alâ­kalı bâzı hükümler beyân olunacaktır.

[691] Burada bu "İn irtebtum", ihtirâzî kayıt değil, bu mes'eleyi soranların veya so­racak olanların vuku' bulan veya bulacak olan suâllerine nazarı vukû'îdir. Bir mu'tenza cümlesi demektir. Yoksa hayızdan kesilip kesilmediklerinde şübhe edi­yorsanız demek değildir. Zîrâ "Yeisne" sîgasıyle ye'sin bilindiği söylendikten sonra yeiste şübhe ediyorsanız demek olmayacağı bellidir. Binâenaleyh ma'nâ şu olur: Bunların iddetleri nasıl olacağını kestiremeyip de müşkil görüyor, işkil­leniyor, soruyorsanız biliniz ki onların iddetleri üç aydır, üç ay beklerler... (Hakk Dîni, VI, 5065)

[692] Hadîsin bu sûrede bulunan hükme uygunluğu açıktır.

Allah'ın emrettiği iddet "Kadınları boşayacağınız vakit, onları iddetlerine doğru boşayın. O iddeti sayın... " (et-Talâk: 1) kelâmındaki iddettir.

[693] Hadîsin bu sûrede bulunan hükme uygunluğu açıktır.

Allah'ın emrettiği iddet "Kadınları boşayacağınız vakit, onları iddetlerine doğru boşayın. O iddeti sayın... " (et-Talâk: 1) kelâmındaki iddettir.

[694] Bunun ma'nâsı şudur: "Yüklü kadınların iddetleri, yüklerim koymaları (ile bi­ter)" âyeti, "İçinizden Ölenlerin geride bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların ken­dileri hakkında meşru' şekilde yaptıkları şeyden dolayı size günâh yoktur. Al­lah ne işlerseniz hakkıyle haberdârdır" (el-Bakara: 234) âyetinden sonra inmiştir. İşte mes'elenin anahtarı bu sahîh rivayetlerde sabit olan bu nuzûl târihiyle Rasûlullah'ın Veda Haccı senesindeki fetvâsındadır. Demek oluyor ki, Kısa Ni­sa Sûresi dahî denilen bu et-Talâk Sûresi ve bilhassa bu âyet, el-Bakara Sûresi'-nden sonra nazil olmuş olduğu için, onun zevci vefat eden kadınların iddeti hakkındaki dört ay on gün âyetinin umûmundan hâmillere âid olan cihetini, bu âyetin umûmu açıkça beyân etmiş bulunuyor ki, böyle sonraki târih ile olan beyân, usûl ilminde "Tebdil beyânı" denilen nesh kısmına girdiğinden, bu hami âyetinin umûmu o vefat âyetinin umûmundan bir noktasını ta'dîl suretiyle nes-hetmiştir. İbn Abbâs, ibtidâ iki rivayet arasında mütereddid olarak ihtiyat ol­mak üzere "îki müddetin en uzağı" demiş ise de, Peygamber'İn zevcesi Ümmü Seleme(R)'den vâki' olan istifsar (yânî tefsîr isteği) üzerine, Rasûl'ün fetvası an­laşılmıştır. Binâenaleyh hâmil kadınların talâkta da, vefatta da iddetleri, do­ğurmakla tamâm olur {Hakk Dîni, VI, 5069).

Bu hadîsin birkaç rivayetini Müslim de Talâk'ta getirmiştir: Müslim Ter., IV, 449-454 "1484-1489."

[695] Buna et-Tahrîm ve Muteharrim Sûresi de denilir. et-Tahrîm, haram etmek, ha­ram-kılmak veya men' eylemek, mahrum kılmak ma'nâlarına gelir. Burada ise Peygamber'in kendine yaptığı bir haram kılma vak'asmın ismi olarak bu sûre ona muzâf kılınmıştır. Ve esasen haram kılma Allah'a âid olup, Allah'ın halâl kıldığını haram kılmak iyi olmadığı anlatılmıştır.

[696] Hadîsin başlığa uygunluğu  "Allah'ın sana halâl  kıldığı şeyi niçin haram ediyorsun" sözünden alınır. Halâl birşeyİ haram kılmakta ise keffâret vardır.İbn Abbâs başlıktaki âyetten alarak böyle söyleyen kişiye keffâret yapması gerekti­ğini, Peygamber'in de böyle yaptığını ifâde etmiş oluyor.

[697] Bunun da başlığa uygunluğu "Artık bir daha ona dönmem. îşteyemîn de eltim" sözünden alınır. Buhârî'ye göre Âişe'nin bu hadîsi, başlıktaki âyetin nuzûl se­bebini ifâde etmektedir.

Rasûlullah'm halâl ve mübâh olan bir gıdayı kendisine haram kılıp bunun gizli kalmasına ehemmiyet vermesi, kadınları hoşnûd etmek ve aralarında iki hizib hâlinde hissedilen fıtrî kadınlık kıskançlığının aile nizâmı üzerinde kötü te'sîr yapmasından sakınmak maksadına dayanır.

[698] Başlık böyle birinci âyetin bir kısmı düşürülmüş olarak verilmiştir. Ebû Zerr, bunları kendi nüshasında tamam olarak vermiştir. Yüce Allah yeminlerin çö­zülmesi suretini el-Mâide: 89'da beyân etmiştir.

[699] işte Umer'in bu mes'eledeki teşebbüsünün son günlere kadar kalmasının bir se­bebi bu olmuş oluyor.

[700] Buhârî bu hadîsi Nikâh, Vâhid Haberi ve Libâs'ta; Müslim de Talâk'ta getir­miştir.

Rasûlullah'ın bu yalnızlığa çekilmesinin sebebi "Ey Peygamber, zevceleri­ne de ki: Eğer siz dünyâ hayâtım ve onun zînetini arzu ediyorsanız..." (el-Ahzâb: 28) âyetinin işaretinden de anlaşıldığı veçhile, Peygamber kadınlarının dünyâ ha-yât ve zînetine az çok ilgili bulunan nafaka hususuna âid bâzı talebleriyle, Pey-gamber'e karşı gösterdikleri bir gruplaşma ve yardımlaşmadır ki, Âişe ve Hafsa bunun en başında görünüyorlar. Zevcelerinin aleyhine gibi görünen bu îlâ yine zevcelerin saadet ve hoşnûdluklarını düşünmüş olduğu İçin boşamaya azmet-memiş ve ancak onlara fiilî bir nasîhat ve ibret olmak üzere bir ay için yemîn ile yalnızlığa çekilmiş ve bu müddet içinde onların odalarında dargın oturmayı uygun görmeyerek, onları kendi hâllerinde bırakmıştır... Rasûlullah'ın o oda­da tercih ettiği bu fakîr ve mütevâzi' hayât, ıztırârî değil, ihtiyarîdir. O ihtiyarı ile fakîr hayâtı yaşamayı sever, kendi hesabına biriktirmez ve dâima ihtiyâcı olan­lara nafaka verirdi. Ailesinin de böyle yaşamasını ve kendisine müşkilât göster meyip dâima âhireti düşünerek korunmalarını ve her hususta kendisine yâr olmalarım isterdi... (Hakk Dîni, 5100-5101).

[701] el-Yûnûnî nüshasında burada "Bâb"dan Önce Besmele vardır.

[702] Bu sırr ne İdi? Evvelâ "Hadîsen" buyurulmakla, bunun bir fiil olmayıp zevç ile zevce arasında kalması îcâb eden sâde bir sözden ibaret olduğu anlatılıyor. Fakat ne o zevcenin isminin açıkça söylenmesine, ne de bu sözün neden ibaret bulunduğunun beyânına bir garaz ve maksad ilgilenmediği için, Allah Taâlâ âyette ne onun ismini, ne de bu sözün ne olduğunu bildirmeyerek, bu gibi aile arasın­daki sırrı bilenler tarafından dahî ifşa ve i'lân etmenin caiz olmayacağına ten-bîh buyurmuştur. O hâlde en doğrusu bunların kim ve ne olduğunu Allah bilir deyip, araştırmaya kalkışmamaktır. Bununla beraber tefsîr ve hadîs kitâbları bunu sükût ile geçiştirin emiştir. Bunlar, bu zevcenin Hafsa olduğunda müttefik bulunuyorlar. Sırr olan söze gelince, bunda ancak üç sözden bahsedilmiştir: Bi­risi ve en sahîhi olarak rivayet edileni bal şerbeti yeminidir. İkincisi, rivayeti zaîf olmakla beraber, daha çok dile düşmüş olan Mâriye yeminidir... (Hakk Dîni, VI, 5111).

[703] Bu, yakında geçen hadîsin bir tarafıdır, burada kısaltılmıştır.

[704] Bu tefsirler, başlıktaki âyetin aralarında verilmişti, biz âyeti bölmeden yazdık-ve açıklamaları sonunda bir araya getirerek verdik.

[705] Bu hadîsin bir rivayeti yakında "Sen zevcelerinin hoşnûdluğunu arıyorsun bâ bı"nda geçmişti.

[706] Bu hadîste âyetin nüzul sebebinin beyânı vardır. Bunun bir rivayeti Namaz Ki­tabı, "Kıble hakkında gelen şeyler bâbı"nda da geçmişti.

[707] Buna Mülk Sûresi, Tebâreke, Mania, Munciye, Vâkıye, Mennea dahî denilir. Buhârî nüshalarının hepsinde burada Besmele sabit olmamıştır

[708] Tefâvüt, aslında tenakuz, tehâlüf gibi iki şeyin birbirini fevt eder veçhile uy­gunsuzluğu ve perişanlığı, başkalığı demektir ki, münasebetsizlik ve nizamsız­lık diye tefsir olunur. Yânî bütün bu semâları Allah Taâlâ rahmet ve in'âmı eseri olarak, hepsinin fevkinde kendisinin birliğini, kudret ve İzzetinin büyüklüğü ile rahmâniyyetini tanıttırmak üzere yaratmış ve o hikmet ile onları tabaka tabaka muhtelif eb'âd ve genişlikte yaratmakla beraber hepsini hem birbirine mutabık, hem size uygun bir nizâm ve hey'et ve yeknesak bir muvâzene ve ahenk içinde yaratmıştır...

[709] Nûn ile kaleme ve (kalem sahihlerinin) satıra dizmekte oldukları şeylere an-dolsun ki... " (Âyet: 1) kelâmından dolayı bu isimle anıldığı gibi, sâdece "Nün Sûresi" veya "Kalem Sûresi" de denilir. Nûn hakkındaki tefsirlerin en mühim-mi şu ikisidir:

a.  O hecâ harflerinden birisidir, ma'nâsını ancak Allah bilir.

b. Nûn, mürekkeb hokkası demektir. Bu, Ibn Abbâs'ın bir kavlidir. Dah-hâk, Hasen, Katâde de bunu tercih etmişlerdir. Bu suretle yemîn, hokka ile ka­leme ve yazıcıların bunlarla yazmakta oldukları herşeyedir. Çünkü hokka ile kalemin yazmaktaki fâideleri büyüktür..

[710] Sann, bağ kesmek, üzüm veya meyve devşirmek ma'nâsına geldiği gibi, birşeyi kökünden .kesip tamamen ayırmak ma'nâsına da gelir. "Hâlbuki onlar uyur­larken hemen Rabb 'inden dolaşıcı bir belâ onu sardı da o bahçe sırım gibi olu­verdi".

Sarım, tamamen kesilmiş veya kesik.demektir. Meyvesi kesilmiş bağa, hâ­sılatı biçilmiş tarlaya, geceden bir kıt'aya, hİçbirşey bitirmeyen kumluk bir yere de denilir. Burada birinci ma'nâda olabilirse de sonraki ma'nâlardan biriyle o bağın meyvesinin değil, kendisinin kökünden kesilip yanmış, kum gibi kapkara kalmış olduğu rivayet edilmiştir...

[711] Âyetlerin tamâmı şöyledir: "Alabildiğine yemîn eden, nefis izzeti bulunmayan, dâima ayıplayan, lâf getirip götürmeye koşan, hayırdan durmaksızın men 'eden aşırı zâlim, çok günahlı, kaba haşîn, bütün bunlardan başka da kulağı kesik (damgalı soysuz) olan hiçbir kişiyi fanıma (onlara boyun eğme)".

[712] Zenîm, Zeneme'den türemiştir. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde, derisinden küpe gibi yumrucuklara yâhud kulağı delinip de ucundan asılı bırakılan sarkıntıya denir ki, her tarafa sallanır durur. Lisânımızda o ko­yun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arabça'da da Zenîm denilir. Burada bun­dan istiare edilmiştir ki, bu Türkçe'de en ziyâde dalkavuk veya kulağı yirik yâhud kulağı kesik yâhud kulağı küpeli ta'bîrlerin deki mecaz ma'nâyı andırır. Nesebi' bozuk, piç, şerr İle tanınmış, kötü damgalı, alâmetli kâfiiyçok zulumkâr, alçak fâcir.. ma'nâlarma tefsir edilmiştir. Maksad bütün bu kötü huylardan sakm-dirmaktır.

[713] Hadîslerin başlığa uygunlukları açıktır. Hadîsteki "Meteda'ıfın" lâfzı, ayn'ın fethasıyle "Muteda'afın" şeklinde de zabtedilmiş olduğundan, iki çizgi arasın­da ikincinin ma'nâsmı da gösterdik.

[714] Sök, lügatte bilinmiştir ki, topuktan baldıra doğru bacağın incik yeridir. Bun­dan ağacın sakı gibi herhangibir şeyin aslına da denir. Burada sâk mutlak olup, birşeye muzâf değildir. Lâkin başlık altındaki hadîste "Rabbi'niz sakından açar" diye "Hi" zamirine muzâf kılınmıştır...

Keşşaf sahibi Zemahşerî der ki: Keşf an sâk ve ibda' ani'l-hidâm (baldır­dan açmak) ta'bîrleri, işin şiddetinde ve musibetin çetinliğinde meseldir. Bunun aslı dehşet ve hezimette ve kapalı kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını açmaları mes'elesindedir... Fahreddîn er-Râzî de sâk'ın tef­sirinde dört vecih sıralamış, sonunda şöyle demiştir: Şu hâlde "Yevme yukşefu an sâfc"ın ma'nâsı, Hakk'm emri şiddetlenip İş büyümeğe başladığı gün demektir. Yoksa ne sâk vardır, ne de açılma; nitekim kolları kesik cimri adama "Eli bağlı" denilir, hâlbuki ortada ne el vardır, ne de bağ; o ancak cimrilikte bir meseldir... Hâlbuki ancak şiddetli emirden açar.

O hâlde hadîsi de böyle anlamak lâzım gelir. "O gün sâkdan açar" kavlin­de sâk açmaktan müslîmin îmânıyle beklediği, mücrimin kaçındığı hakkın veya hakk hükmünün gayb perdesinden şuhûd sahasına kendini bir uçtan gösterme­ye başlaması ma'nâsmı anladığımız gibi, bunun ortaya çıkardığı şiddet ve deh­şet İçinde de mücrimlere sırf elem olan korkunç bir kahır ve tezlîl, müslimlere de aynı hâile içinde murâd kapısını açan cazibeli bir şevk ve izzet heyecanı sezi­yorum. Çünkü mücrimlerin bütün ortaklanyle beraber hepsine şiddetli bir va-îd ve korkutma olan bu âyet müslimlere bir va'd ve müjdeleme olmak üzere Peygamber'e hitâb siyakında gelmiştir {Hakk Dîni, VII, 5292-5299).

[715] Bu hadîs uzun şefaat hadîsinden bir parçadır, ondan kısaltılmıştır. "Rabb'imiz sakından açar" ta'bîri müteşâbihierdendir.

Tabak, omurgalardan herbirinin arasında oynak yerine gelen yufkaca ke­miklere de denir ki, tıpkı tıpkına, tabaka tabaka intibak noktaları demek olur.

[716]  "O hak olan; nedir o hakk olan; o hakk olanı sana hangi şey bildirdi?" (Âyet: 1-3) âyetlerinden dolayı bu isim verildi. Bunun elif, lâm ile "el-Kaarıa" (Âyet: 4) ve "es-Sâat" gibi kıyamet gününün isimlerinden olduğunda ihtilâf yoktur

[717] Husûm, uğursuzluk ve idman ma'nâlarma masdâr olduğu gibi bir de "Hâsim"-in cem'i olur. Hasm, birşeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden kes­mek için ardı ardına dağlamak ma'nâlarma gelir. Nitekim el-Kamer'de "fî yevmin nahsin müstemirrin" (Âyet: 19) geçmişti. Bundan başka "Hâ.Mîm. Secde" de "Fîeyyamın nahısâtın" (Âyet: 16) buyurulmasma tamamen uygun olmak üzere Husûmen, uğursuz şeyler demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da köklerini kesecek hiç hayırlarını bırakmayacak derecede uğursuz ma'nâsını ifâ­de eder. Bâzıları da "Husûmen" masdar olarak mef'ûlün leh, yânî köklerini kesmek için demek olduğuna gitmişlerdir.

[718] Kadâ, bir işi tamâmiyle kesip atmak, kesin hükmü verip icra etmektir. Yânî işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu felâketten, bu Hâkka'dan kurtaray-dı, tekrar dirilmek... olmasaydı... Bu temenni Hâkka'nın ölümden çok şiddetli olacağını ifâde eder.

[719] Vetîn, kalb damarı, şâh damarı, şiryan, ebher, bâzıları da bel kemiğinin iliği demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi derhâl ölür.

[720] Tâğiye, tuğvân eden, haddini aşan vakıa, tavga gibi tuğyan ma'nâsma da gelir. Yâhud mevîG hı hazfedilmiş bir sıfat olur. O takdirde "Onlar (küfürleri ve) taş­kın amelleri sebebiyle helak olundular" demek olur.

[721] Gıslîn gasl maddesinden yıkantı demek olan "Ğusâle"yi andırır bir kelimedir ki, lugatçilerden bâzıları yaradan, yağırdan akan cerahatin yıkantısı demişler­dir.

[722] Buna Maâric Sûresi, Seele Sûresi, Mevâkı' Sûresi de denilir.

[723] Izîn, ("Ize"nin cem'idir ki, aslı "-4zv"dendir. Herbiri bir fırkaya "Ma'zuvv" yânî mensûb olarak parça parça fırkalaşır bir hâlde demektir. Müşrikler, Rasû-lullah'in etrafına halka halka, fırka fırka toplanıyor ve O'nun söyledikleriyle alay ederek "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar'cennete girerlerse, biz de onlardan evvel gireriz" diyorlardı; bu indi diye rivayet edilmiştir.

[724] Başındaki "İnnâ ersetnâ Nûhan..." âyetinden dolayı bâzı Buhârî nüshalarında "tnnâ Erse/nâ Nûhan Sûresi" ismiyle gelmiştir.

[725] Burada insan yaratılışının ferden ve cem'an geçirmiş olduğu tekâmül mertebe­lerine işaret buyurulmuştur: "... Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir" (el-Mü'minûn: 12-16).

[726] Çünkü "Deyyâr'hn aslı "Diyvâr" idi; vâv, yâ'ya tebdil edilip, vâv harfi yâ harfi içine girdirildi. Eğer Fa'âlen vezninde olaydı "Devvâr" olacaktı. Umer'in oku­yuşu ile "Kayyâm"m aslı da "Kiyvâm" idi; bunun da vezni Fa'âPdir denile­mez, bunun vezni de "Deyyâr"da olduğu gibi "Fey'âl"dır (Kastallânî).

[727] Bundan evvelki haşiyede de belirtildiği gibi, bu "Deyyâr" kelimesinin aslı "Dâr"-dan yâhud "Dew"den fey'âl vezninde "Deyvâr"dır. Vâv, yâ'ya çevrilmiştir. Fa'âl vezninde değildir. Yoksa "yâ" olmaz, "Devvâr" olurdu. Şu hâlde türe­mesine nazaran asıl mefhûmu evcil yâhud yurtçul demek gibidir. Bununla bera­ber "Deyyâr", "Ayyâs" gibi yâî olarak "Deyr"den fa'âl vezninde de olur ki deyr bekleyen, manastır bekçisi ma'nâsınadır.

[728] Yağmur duasında istiğfar bundan dolayı meşru' olmuştur. Şa'bî'nin rivayetin­de Umer <R) bir gün yağmur duasına çıkmış, devamlı olarak istiğfar etmiştir. Sebebi sorulduğu zaman bu âyetleri okumuştur.

[729] Siz neye Allah için bir vakaar ummazsınız?": "Vakaar, hafifliğin zıddı ola­rak ağırlık, hilm ve temkîn ile azamet ma'nâlanna gelir. Nitekim Tevkîr, ta'zîm demektir. "LİUâhi" faili veya mütealliki beyândır. Yânî siz neye Allah'tan kork­muyorsunuz, O'na saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz? Bu ma'nâca kelâm, sırf tehdîd olur. Yâhud ne için Allah'ı, size ileride bir vakaar ve haysiyet bahşe­derek tevkîr etmesini, terakkî ettirip akıbette büyük mertebe ve sevaba erdirme­sini ümîd etmiyorsunuz da, îmân ile O'nun yoluna gitmiyor, O'na küfr İle putlara tapıp zillet yolunu seçiyorsunuz? demektir ki, bu suretle tehdîdden ziyâde teş-vîk olmuş olur {Hakk Dini, VII, 5372-5373).

[730] Bunlar Nûh kavminin kendilerince en büyük tanıdıkları ve tapındıkları putları­nın isimleridir. Keşşafta, zikredildiği üzere Vedd, bir erkek suretinde; Suvâ' bir kadın suretinde; Yegûs bir arslan suretinde; Yeûk bir at suretinde; Nesr, kartal veya akbaba suretinde idi. Yine denildi ki, helak olmuş olan Nûh kavminin putları ayniyle Arab'a geçmiş olması uzaktır; anlaşılmaz; zahir olan budur ki, ancak isimleri kalmış, Arab birtakım putlar edinerek onlara o isimleri vermişler ve Abdu Vedd, Abdu Yeûs, Abdu Yeûk isimlerini kullanmalarında da o putlarının isim­lerine izafeti kasdetmişlerdir...

Bu isimler esasen Arabça olmayıp, yabancı olduklarına göre, Vedd ve Ye­ûs isimleri Hindliler'in Veda, Vuyesa isimlerine benzer gibi oldukları da hatır­lara gelmez değildir (Hakk Dîni, VII, 5378)

[731] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Diğer hadîs kitâblannda da bunlar hak­kında rivayetler, vardır: Abd ibn Humeyd'in Ebû Mutahhare'den rivayetinde, Ebû Ca'fer Muhammed ibn Bakır hazretleri şöyle demiştir: "Vedd, kavmi için­de sevgili müslim bir er idi, vefat edince Bâbil arzında kabrinin etrafında ordu kurdular, matem tuttular. İblîs bunların bu feryadını görünce, bir insan sure­tinde onlara: Sizin feryâd ve eleminizi görüyorum. Sîze onun bir suretini yap­mam, toplandığınız yere koysanız da onu ansanız! dedi. Peki dediler, onun gibi bir tasvîr (bir heykel) yaptı, toplantı yerlerine koydular, onu anarlardı. Bunu görünce: Nasıl, evlerinize de yapsam, herkes evinde de ansa olur mu? dedi. Onu da yaptı, o suretle onu anarlardı. Sonra evlâdları yetişti, ona yaptıklarını görü­yorlardı. Nesil uzadıkça onu neye andıkları unutuldu. Tuttular, ona ma'bûd diye ibâdet etmeye başladılar. İşte Arz'da Allah'tan başka ilk ibâdet edilen, Vedd oldu."

İbn Munzir ve başkası, Ebû Usmân en-Nehdî'den rivayet etmişlerdir. O şöyle demiştir: "Yeûs'u gördüm, kurşundan idi; çıplak bir deveye yükletilir, berabe­rinde giderler, bir yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç heyecânlandırmazlardı. O çökünce de: Haydin konacağız, menzili beğendi! derler ve etrafına konarlar ve onun üzerine bir bina yaparlardı".

İslâm Dîni müslümânları putlardan ve putçuluktan kurtarmıştır. Sonraki çağlarda ve hattâ yirminci asırda bile zaman zaman bâzı ülkelerde hortlatılan bu putçuluk zihniyetinden ve her türlü putlardan Allah'ın milletimizi ve bütün insanlığı kurtarmasını niyaz eylerim! 5 Mayıs 1983/22 Receb 1403.

[732] Buna el-Cinn Sûresi de denilir. Cinn, cins İsmidir; müfredi CinnTdir. /ndV'lerde ve öteki geçmiş kitâblarda, eski ve yeni milletlerde zikredilegelmİştir. "Cİnnleri O Via ortak yaptılar. Hâlbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka bilmeden O'nun oğulları ve kızları olduğunu da uydurup söylediler. O'nttn zâtı ise vasfe-de geldiklerinden çok uzaktır, çok yücedir" (el-En'âm: 100) buyurulduğu üzere Allah'ın gizli mahlûku olan cinnleri müşrikler, ulûhiyet derecesine çıkarıp Al­lah'a ortak koşmuşlardı ve o suretle Allah'a oğullar ve kızlar uydurup, cehalet­le onlara tapınışlardı. "fi/r de O'nunla cinnler arasında bir hısımlık uydurdular..." (es-Sâffât: 158) buyurulduğu üzere, Allah ile cinnler arasında bir neseb uydur­muşlar, ma'bûdlann birbirinden doğmaları ve üremelerine zâhib olmuşlar; bir­takımları da cinnlerin gaybi bildiklerine i'tikaad etmişlerdi... Bu bâtıl akideler birçok âyetlerde redd ve ibtâl olunduğu gibi bilhassa bu sûrede Allah'ın birliği ve büyüklüğü ve cinnler hakkındaki yanlış ve mübalağalı akidelerin bâtılhğı an­latılmak üzere Kur'ân'ın onlardaki te'sîri ve cinnin her ne suretle olursa olsun bir varlığı bulunmakla beraber onların da müslimi, kâfiri; iyisi, kötüsü bulun­duğu ve Allah'a karşı hiçbirinin hükmü olmayıp, hepsinin âciz ve mes'ûl oldu­ğu ve hepsinin başına kıyametin kopacağı ve Allah'a îmân edenlerin, onların şerrlerinden korkmaması lâzım geleceği... anlatılmıştır... (Hakk Dîni, VII,

5381-5382).

Lugatçilerin ve müfessirlerin beyân ettiği üzere Cinn kelimesi, bu madde­nin bütün türevlerinde aslı birşeyi histen örtmek ma'nâsmı ifâde eder. "Cennehu" ve "Ecennehu", O'nu örttü, gizledi. "Cenne aleyhi'i-leylu", Gece üzerini örttü, bürüdü"; "Cunne"; kalkan yânî siper; "Cenîn", henüz doğmamış, rahimde örtülü çocuk yâhud kabir, "Cenan", bâtındaki kalb, "Cennet", zemîni örtmüş bağ ve bustân yâhud da histen gizli bağ, "Cunûn", nefis ile akıl arasına perde olmuş delilik. Bütün bu kelimelerde ve ma'nâlarmda histen bir gizlilik ma'nâsı vardır.

el-Ahkaaf ile bu sûrede birtakım cinnlerin Peygamber'e gelip Kur'ân din­ledikleri ve O'na îmân ile kavimlerine dönüp nasîhat ederek da'vet eyledikleri zikr ve beyân edilmiş olduğunda şübhe yoktur. Bununla ilgili hadîslerden biri, buradaki İbn Abbâs hadîsidir.

[733] Hadîs, el-Cinn Sûresi'nin inme sebebini açıklamaktadır. Bunun bir rivayeti Na­maz Kitabı, "Sabah namazı kıraatini açıktan okumak bâbı"nda geçmişti. Bu vak'a, Peygamber'in hicretten Önce Tâif'ten dönmesinden sonra olmuştur. Yİ-ne bu hadîsten, Peygamber'in İns gibi cinne de gönderildiği açıkça anlaşılmakta­dır. el-Ahkaaf Sûresi'nin sonları ile el-Cinn Sûresi'ndeki âyetler bu ulu risâleti ' bizlere bildirmek için indirilmiştir.

Cinnlerin buradaki "Ey kavmimiz!" hitabı, el-Ahkaaf: 30. âyetindendir. Devamı el-Cinn Sûresi'ndedir. İbn Abbâs bu iktibas ile -Allah eri bilendir- her iki sûredeki âyetlerin aynı kıssaya âid olduğunu îmâ etmek istemiştir...

[734] el-Muzzemmil'in nuzûl sebebi ile el-Muddessir'in nuzûl sebebi bir ve ikisi de ri-sâlet işinin i'lânı ile alâkalıdır...

Peygamber(S)'e Hıra mağarasında melek gelip de söylediklerini söylemesi üzerine, Peygamber, Hadîce'nin yanma döndüğü zaman "Zemmilûnî, zemmüûnî=Beni örtün, beni örtün" demişti. Bunun üzerine "Yâ eyyühe'l-müddessir", arkasından da "Yâ eyyuhe'l-müzzemmil" inmiştir. el-Müddessir'in evveli nüzulde daha evvel bulunmakla beraber, el-Muzzemmil'in sebeb ve mu­kaddimelere, Muddessir'in gaye ve murada ilgisi daha sarih ve enfüsten âfâka seyri daha şümullü olduğu için tertîbde Muddessir, Muzzemmil'den sonraya ko­nulmuştur.

el-Muzzemmil, tefa'ul babından fail isimdir, aslı "Mütezemmil" idi, tâ harfi zâ'ya girdirilmiştir. Örtüsünü bürünüp örtünen demektir ki, kendisi örtünmüş veya başkası tarafından örtülmüş olabilir...

[735] Tebettul, lügatte kesmek ve kesilmek demektir. Nitekim ibâdette Allah'a kesil­mesinden dolayı Meryem'e "Betûl" denilmiştir.

Tebtîl, iyice ve tamâmiyle kesmek; Tebettul, çalışarak kesilip çekilmektir.

[736] el-Muddessir, aslı: "Mutedessir" idi, disâre bürünen demektir. Disâr entari, cübbe, kaftan, ihram gibi şiarın üstüne giyilen veya örtülen dış kisvesi, veya bürgüsü; Şiar da gömlek, don, izâr gibi bedene dokunan iç çamaşırıdır. el-Muzzemmil'de de geçtiği üzere Peygamber böyle bir örtüye sarınıp bürünmüş ve yatmıştı.

Burada "Kâfirlerepek zor" denildikten sonra "Kolay değil" buyurulmuş, bu, ilk bakışta lüzumsuz gibi görünür. Lâkin zorluk iki türlüdür: Birisi evvelâ çok zor olmakla beraber gittikçe kolaylaşır, yenilebilir. Birisi de gittikçe zorla­şır, hiç kolaylaşmaz. O gün herkes için zor olacak olduğu bildirilmek üzere "Zor gün" denildikten sonra, "Gayru yesîr = Kolay olmayacak" buyurulmuştur.

[737] Kasvere, KasfĞ&n türemiş olarak zorlu, zorba demek gibi olup, zorlu avcı ala­yı veya arslan ma'nâlarma geldiği beyân ediliyor. Lugatçilerin çoğu Kasvere "Ars-lan"dır demişlerdir... İşte Kur'ân ile verilen Allah nasihatinden kaçan, onu dinlemek istemeyen budalalar öyle ürküp kaçıyorlar. Hâlbuki o zavallı yabanî eşeklerin kaçmaları bir çaresizlik olmakla beraber, yine tehlikeden kaçmaktır. Onda belki bir kurtulma düşünülür. Öğütten kaçan bu budalalar ise tehlikeden değil, kurtuluştan kurtarıcıdan kaçıyorlar; faydalarını bırakıp helake koşuyorlar

[738] Bu hadîste el-Muddessir Sûresi'nin nüzulünün beyânı vardır. Câbir'in bu hadî­sinden vahyin fetretinden, yânî bir süre kesilmesinden sonra ilk nazil olan âyet­ler "Yâ eyyuhe'l-muddessir" sûresİ"nİn baş tarafları olduğu anlaşılıyor.

Bundan bir parça, Vahy Kİtâbı'nda geçmişti. Oradaki rivayette başını kal­dırınca gördüğü şey şöyle anlatılmıştı: "Ben yürürken birden gökyüzü tarafın­dan bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hırâ'da bana gelen Melek, semâ ite yer arasında bir kürsî üzerinde oturmuş, pek ziyâde korktum..." Nite­kim bu kısım daha sonraki hadîslerde de gelecektir.

[739] Bu iki bâb altındaki hadîsler de geçen Câbir hadîsinin başka yollardan gelen rivayetleridir

[740] Bu da geçen Câbir hadîsinin başka bir rivayetidir. Ancak Buhârî hadîsi burada iki yoldan getirmiştir: Biri Yahya ibn Bukeyr el-Mısrî, o da el-Leys ibn Sa'd, o da UkayI ibn Hâlid, o da Muhammed ibn Müslim ibn Şihâb ez-Zuhrî... yolu.

[741] "Ve o pisliklere yaklaşma, onları tefket". Bu kelime râ*nın ötresi ve kesresi ile pislik ve azâb ma'nâsına geldiği gibi (bundan önceki hadîsin sonunda) ve­senler ve putlar demek olduğunu da beyân etmişlerdir.

[742] Bu da geçen Câbir hadîsinin başka bir yoldan rivayetidir. Vahy Kitâbı'nda da belirtildiği üzere İkra' Sûresi'nin ilk beş âyetinin inmesinden sonra vahy bir sü­re kesilmiş ve Cibril bir daha görülmemişti. Vahyin bu kesilme süresi hakkında­ki rivayetler çeşitlidir. En azı onbeş gün, en çoğu da üç senedir.

Bu hadîslere göre İkra' Sûresi indi, bununla kendisine peygamberlik veril­di. Bu vahy kesilmesinden sonra el-Muddessir Sûresi ve el-Muzzemmil Sûresi in­di, bunlarla da rasûllükle tebliğe me'mûr edildi.

[743] Buna "Lâ uksimu Sûresi" de denilir.

[744] "Fakat insan önünde fucûr etmesini ister": Şehvetlerinden, ma'siyetlerinden, lezzetlerinden ayrılmamasını, ileride onlara devam etmesini ister, fücurda de­vamı salâha tercih eder.

[745] Mefer, Firar ma'nâsına mîmli masdar veya kaçacak yer ma'nâsma mekân ismi­dir. O fâcir insan, o vakit dehşetinden kaçacak yer arar, ümîdsizliğinden, şaş­kınlığından böyle der. Bu ümîdsizlik ifâde eden inkârî bir istifhamdır. "Kellâ lâ vezera"bu ümîdsizliği açıkça söylemedir. Bununla beraber şaşkınlıkla hakî­kî istifham da olabilir. Bu surette "Kellâ lâ vezer = Hayır yok bir kaçacak, sığı­nacak yer!".

Vezer, aslında ağırlık ma'nâsmdan men' edici dağ, sarp ve muhkem dağ demektir. Böyle dağlar kaçakların sığındıkları yerler olduğu için, gerek dağ, ge­rek kal'a, gerek silâh, gerek insan vesaire mutlakaa melce', sığmak,ev veya si­per ma'nâsmda yaygın olmuştur.

[746] Bu âyetteki "BihV zamirinin mercii zahir değildir... Lâkin hitâb bilhassa Pey-gamber'e olmak ve sonra da Kur'ân denilmiş bulunmak i'tibâriyle, bu liBihV* zamîrinin evvelâ bu sırada PeygamberMn kalbine inmekte bulunan Kur'ân'a dön­mesi gerekir. Zîrâ zamirin mercii, ma'nen veya hükmen geçmiş olmak yeter ol­duğu ve "Biz onu kadir gecesinde indirdik*' gibi birçok yerlerde Kur'ân'ın ismi geçmeden makaam karînesiyle ona zamîr gönderilegeldiği bilinmekle beraber, burada siyakın buna husûsî bir delâleti de vardır. Onun İçin tefsirler bu "BihV zamîrinin Kur'ân'a râci' olduğunu beyân etmektedirler. Burada getirilen hadîs­ler de bunun açık delilleridir.

[747] Bundan da anlaşıldı ki, Peygamber (S) bu sûre inerken, bilhassa bu noktada dilini depretmiş, acele okumak istemişti; bu âyet de bunun üzerine inmiş ve iyi zabtetmek için, işin evvelinde hareketsiz dinlemek emroolmmuştur.

[748] Bu da geçen hadîsin başka yoldan gelmiş bir rivayetidir.

"Sonra beyânı da bize âiddir": Lüzum ve ihtiyâç hâsıl oldukça beyân ve cinlerinden biriyle muradın beyân ve îzâhı da bize âiddir. Usûl ilminde tafsîl olunduğu üzere, beyânın vecihleri beştir: Takrir beyânı, Tefsir beyânı, Tağyir beyânı, Tebdil beyânı, Zaruret beyânındır. Bu suretle Kur'ân'ın birçok âyetleri birbirlerini beyân ederler. Burada dikkate değer olan noktalardan biri de şudur ki, "Cem'ahu ve kurânehu vettebıy kurânehu" âyetlerinde Kuran, isim değil, "Kıraat" mâ'nâsma Ruchân vezninde masdârdır. İkincisi "Makruvv" yânı "Okunan" ma'nâsma da olabilir... Yânî Kuran kalbine, basiretine inerken sâ­de dinle, çünkü bize âiddir onun cem'i ve kuranı -yânî tamâmını toplayıp kuran hâlinde tesbît ederek okutmak bizim taahhüd etmiş olduğumuz bir iştir. Onu sana indiren okutacaktır...

[749] Buna "İnsan Sûresi", "Dehr Sûresi", "Ebrâr Sûresi", "Enşûc Sûresi" de de­nilir.

[750] Hel, soru harflerinden olmakla beraber bazen "Helhazâ illâ beşerun" (el-Enbiyâ: 3) gibi "Mâ" ma'nâsmda nefî, bazen de burada olduğu gibi "Kad" ma'nâsın-daisbât yerinde kullanılır. Müfessirler burada ve "Hel etâke hadtsu'l-gâşiye"de "Kad" ma'nâsmda olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki vechi vardır: Birisi, "Hel" aslında "Kad" ma'nâsına tahkîk ve takrîb için olmaktır ki, hakîkaten "Geldi" yâhud "Yaklaştı geldi" demek olur. Birisi de takrîrî istifham olmak suretiyle "Geldi mi geldi", "Geldi yâ" diye aynı ma'nâyı ifâde eder. Bununla insan hilkatinin tekvin târihinde sonraya bırakılışı tahkîk ve takrir olunmuştur...

[751] Yânî insan nâmıyle anılan, anlaşılan, insanlık mahiyetiyle düşünülen birşey ol­mamış, bu gün insan ünvâmyle tasavvur olunup zikrolunan cins vücûd bulma­mıştı. Ancak insan unvânıyle tanınmayan birşey olmuştu...

[752] Mustattr uçan, uçuşan, yangının veya sabahın yayılması gibi etrafa dağılıp ya­yılmak kaabüiyetinde bulunan demektir.

[753] Esaret maddesi olan Esr, aslında sıkı bağlamak ma'nâsına masdar olup, bağla­mak vâsıtası olan kayıt ve bende de denilir ki, burada hilkat bendleri, bedenle­rin maf sularını bağlayan damarlar, sinirler ve kaslar gibi rabıtalar ile tefsir edilmiştir.

[754] Bu, kelime cîm'in ötresi ile "Cumâlât" okunuşuna göredir. Cîm'in kesresiyle "Cimâlât" okunuşuna göre Cemel'İn cem'i olup, "erkek develer" ma'nâsınadır. Buradaki "Üç şu'beligölge" hakkında güzel bir tefsir yapılmıştır: Yânî Al­lah'ın birliğini tanıyan muvahhid mü'minlere mahsûs koyu gölgede gölgelen-meye sizin hakkınız yoktur. Siz Tevhîd'e inanmıyordunuz; şirk'e, Teslîs'e inanıyordunuz. Şimdi muvahhid mü'minler Arş'ın gölgesinde, gölgeleyici göl­gede gölgelenirlerken, siz i'tikaad ettiğiniz üç çatallı bir gölgeye sığınınız. Atâ'-dan rivayetle bu üç çatallı gölge, cehennem dumanının gölgesi diye tefsir olunmuştur... Lâkin Ebû Hayyân'ın naklettiği veçhile İbn Abbâs: Bu hitâb Sa-lîb'e tapanlara söylenecektir. Mü'minler Allah'ın sayesinde, Arş'm gölgesinde korunacak, onlara "Ma'budunuz olan salîb'in gölgesine gidin" denecek; çün­kü salibin üç şu'besi vardır, demiştir.

Demek ki bu "Üç çatallı gölge", Hristiyanlığm "Teslis" akîdesinin, "Üç Uknûm"un bir remzidir. Salîb onu temsîl eder. Hristiyanlık bunu ve âhireti ya­lanlamıyor, fakat en büyük kurtuluşu bundan bekleyerek, buna i'tikaad edi­yor.. {Hakk Dîni, VII, 5523).

[755] Hadîslerin sûrenin iniş zamanı ve yerini bildirmesi bakımından başlıkla uygun­lukları açıktır. Bu hadîsin bir rivayeti Bed'u'1-Halk Kitâbı'nda da geçmişti.

[756] Çünkü o alev saçan ateş öyle kıvılcımlar atar ki saray gibi". "Kasr" burada "Büyük ve sağlam yapılmış ev" diye tefsir olunmuştur ki, maksad büyüklük benzetilmesi olduğundan saray gibi demek olur.

[757] İbn Abbâs bu kelimeyi sâd'm fethasıyle "el-Kasari" şeklinde okumuş ve bunun ma'nâsının da kışın soğuktan korunmak için siper yapmak maksadıyle diktik­leri üç zira' ve buna yakın uzunluktaki ağaç gövdeleri demek olduğunu bildir­miştir...

[758] Bundan evvelki benzetme irilik i'tibâriyle idi, bu da kıvılcımların rengi, çoklu­ğu ve hareketi i'tibâriyledir.

[759] ibn Abbâs bu hadîste cîm'in ötresiyle "Cumâlât" şeklinde okuyor ki, bunun

ma'nâsı da onun îzâh ettiği gibi, gemileri bağladıkları kalın İplerdir. Onların üst üste yığılmasıyle oluşan ip yığını büyüklüğünde kıvılcımlar demek olur.

[760] Bu da yukarıda geçmiş olan İbn Mes'ûd hadîsinin başka bir senedle gelen riva­yetidir. Burada Buhârî'nin üstadının kendi babasından hıfzettiği ziyâde fıkra kıymetlidir, mühimdir. Çünkü bu fıkra, nüzulün Minâ'da olduğunu açıkça be­lirtmektedir. Bu da Mekke devrinde olmuştur.

[761] Yânı bütün gökler ve yer sakinleri yukarıda ve aşağıda bütün mahlûkaat fiilen O'nun işine müdâhale etmek şöyle dursun, O'nun adına kendiliklerinden bir söz söylemek veya ona bir hitâbda bulunmak selâhiyetine mâlik değiller. Gelen âyette beyân olunacağı üzere, izin verdiği müstesna. O vakit de mâlik olarak değil, izinli olarak söyleyebilirler...

[762] "Bunlar da bir söz söyleyemezler. Ancak o Rahmân'ın izin verdiği doğru söyle­yen kimse müstesna": O kimse izne nail olmak ve doğru söylemek şartiyle söy­leyebilir. Ve söylemesi yine mâlikiyetle değil, müsâade ile olmuş olur. Demek ki, bu izin ile istisnada şefaat kapısının bir açılması vardır...

[763] Burada "Hisâben", "flasbuna'llâhu"da olduğu gibi tam kifayet ma'nâsmdan "Yeter mi yeter" deyinceye kadar kâfî ve bol mealinde tefsîr edilmiştir. Aslın­da "Hisâbetı", "Hesaba çekmek ve hesaba çekilmek" ma'nâsına geldiği gibi, "Hasbu", yânî "Yeter, kâfî  olur" ma'nâsına da gelir.

[764] Bu hadîsin bir rivayeti ez-Zumer Sûresi tefsirinde de geçmişti. "Acbu'z-zeneb", kuyruk sokumundaki kemiğin başı ve en küçük bir parçasıdır. İbnu Ebi'd-Dünyâ'nın Ebû Saîd Hudrî'den rivayetinde Rasûlullah'a "Bu nedir?" diye di­ye sorulmuş. O da: "Hardal dönesi kadar bir parçadır" buyurmuştur.

[765] Semk, birşeyin irtifa' ta'bîr ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya uzunluğu ve yük­sekliğidir. Yukarıdan aşağı düşünüldüğü zaman "Umk" denir.

[766] Nahıre, çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur yâhud delik deşik, göz göz ol­muş, rüzgâr estikçe ses verir, vızlar kemiktir. Evvelkine Nahıre, ikinciye Nâhıra demekle fark da edilmiştir.

[767] Hâfir, Hâfire, esasen kazıcı ma'nâsma sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Ve o münâsebetle tırnağın kazdığı çukura, yânî izine ve o suretle açı­lan çığıra da denilir

[768] Mursâ, mîm'lİ masdar olarak Irsâ ma'nâsına veya mekân ismi yâhud zaman ismi olarak müntehâ ma'nâsınadır. Irsâ, subût ma'nâsına olan Resâ'dan, gemi­nin demir atılarak durdurulması gibi sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağ­lara Revâsîdenilmesi de bu ma'nâdandır. Geminin varıp durduğu yere geminin mursâsı denilir. Burada bir istiare var demek olur. Yânî Allah o saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman vâki' olacak? diye soruyorlar.

[769] Hadîsin başlıkla, yânî sûre ile uygunluğu, onun da kıyamet hakkında zikredi­lenler cümlesinden olması bakımındandır. Bunun bir rivayeti Rikaak Kitâbı'-nda da gelecektir.

[770] Buhârî'de bunun nuzûl sebebine dâir bir rivayet zikredilmemiştir. Tirmizî'de Âişe'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Abese ve tevellâ" a'mâ İbnu Ümmi Mektûm hakkında indi. Rasûlullah'a gelmişti. Yâ Rasûlallah, beni İrşâd et! deyip duruyordu. Rasûlullah'm yanında ise müşriklerin büyüklerinden birisi vardı. Rasûlullah, a'mâdan yüz çeviriyor, diğerine yöneliyor ve: Söyleyeceğinde bir be's görüyor musun? diyordu, hayır deniliyordu. Bunun hakkında indirildi. Tirmizî buna garîb bir hasen hadîs de­miş ve bâzı rivayetleri bulunduğunu da söylemiştir.

Abs ve Ubus, huzursuzluktan yüz burkulmak ma'nâsınadır ki, yüz ekşi­mek, burun çevrilmek, çehre dürülmek ta'bîr olunur. Müteaddî olarak da kul­lanılır kî, yüz ekşitmek, surat etmek, surat asmak, çehreyi dürmek, kaşım çatmak ta'bîrleriyle ifâde edilir...

[771] Sefere, Sâ/ir'în cem'idir, Kâtib, Ketebe gibi Sçfir, Ketb vezninde ve aynı ma'-nâda, yânî yazı yazmak demek olan Se/r'den Kâtib, kitâb yazıcı, hattat ma'nâ-sma gelir. Nitekim bu maddeden sîn'in kesriyle Sifr, kitâb demek olduğu "Yecahu esfâran"da geçmişti. Bu maddenin aslı, Örtülü şeyi açmak, keşfetmek ma'nâsı-na konulduğu ve yazı yazmak da ma'nâyı ve meramı bir nevi' keşf ve îzâh de­mek olduğu için, yazmağa Sefr, yazana Safir, ve yazılana Sifr denilmiştir...

[772] Tesaddâ, saded eden, yâhud Sadâ'dan olabilir. Evvelkinde: Sen onun sadedin­de oluyorsun, ona yönelip onun irşâd ve ıslâhına uğraşıyorsun demek olur. İkin­cide de: Sen ondan sadâ bekliyor, uzaktan uzağa, dağdan taştan ses aksedip gelmesini bekler gibi sesinin- ondan aksetmesini gözetiyor, ona özeniyorsun de­mek olur..

[773] Hadîsin başlığa uygunluğu "es-Seferetu'l-kirâmu'l-berere" kavli sebebiyledir, işte Kur'ân, böyle melekler ellerinde öyle temiz, yüksek, mükerrem sahîfeler içinde bir tezkiredir. Onun için bunu dileyen tezekkür etsin, dileyen düşünsün, bellesin, amel etsin.

[774] Buna "et-Tekvîr Sûresi" ve "Kuvviret Sûresi" de denilir.

tbn Umer (R): Rasûlullah (S) "Her kim kıyamet gününe göz görür gibi bak­mak arzu ederse İzm 'ş-şemsu kuvviret, İza 's-semâu infataret, İzâ 's-semâu inşakkat sûrelerini okusun" buyurdu, demiştir (İmâm Ahmed, Tirmizî, Hâkim).

[775] Burada İzâ ile oniki hâdise zikredilmiş, cevâbında "Nefis ne hazırlamış olduğu­nu bilecektir" buyurulmuştur.

[776] Inkidâr, bulanmaktır. Bunda iki ma'nâ rivayet edilmiştir. Birisi nurlarının saf-veti değişip sönmesi, diğeri de saçılıp dökülmeleridir. Buhârî yalnız bunu riva­yet etmiş, müfessirler de ekseriya bunu tercîh etmişlerdir. Çünkü Inkidâr'da aslolan insibâb, yânı dökülmedir...

[777] Tescîr, alevli ateşle fırın kızdırmak ve doldurmak ma'nâlarına gelir. Burada bu iki ma'nâdan üç surette tefsîr edilmiştir: Birisi, denizlerden volkan hâlinde ateşler çıkarak suların çekilmesi. İkincisi, ateşle doldurulmuş olması. Üçüncüsü de de­nizlerin yarılıp akıtılarak Arz'm her tarafını bir deniz hâlinde kaplaması. Bu üç ma'nâyı Buhârî burada özetle nakletmiştir.

[778] Hunnes, sinenler veya dönenler ma'nâsınadır. Hunnes, Hânis'm cem'idir. Hans ve Hunûs: Büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri kalmak ma'nâlarına lâzım ve müteaddî olduğuna göre Hânis, sinen, gâib olan veya sindirip gâib eden yâ-hud geri kalan veya gerileten demek olur.

liel-Cevâri'l-kunnesi"deki "Cevâri", Cereyân'âan "Câriye"nm cem'i "Akanlar" demek olup "Hunnes"z sıfat veya bedeldir. "el-Kunnes", "Kânİs"-in cem'idir. "Kânis", süpürmek ma'nâsma "Kens"ttn "Süpüren" ve "Ku-nûV'ten "Kinâs"a giren demektir. "Kinâs", âhû kısmının ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına denir ki, kumu, toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle isimlendirilmiştir. Çokları bu akanların yıldızlar olduğunu söy­lemişlerdir.

[779] Dâd harfiyle Danîn, "Cimrilik" demek olan "Dann"dan fail veznidir. Fail ma'-

nâsına da mef'ûl ma'nâsına da olabilir. Yânî o müşâhadeniz olan hususlarda cimri olmadığı gibi gayba dâir olan hususlarda da kıskanç ve cimri değildir. Al­mış olduğu vahyi tebliğ etmekte, haber verip bildirmekte cimrilik etmez. Kıra­atlerin bâzısında Dâd yerine Zî ile okunur. Bu da töhmet ma'nâsına "Zm«e"den olup, o"gayb üzerine töhmetli, maznun değildir, emîn ve mevsuktur demek olur... Yine buradan za'f ve azlık ma'nâsından olarak: O, nefsinde kuvvesi zaîf, hafı­zası çürük değildir, demek olur.

[780] As'ase, zıd ma'nâh olup hem yönelme, hem geri dönme ma'nâsına geldiğinden, burada ikisiyle de tefsîr edilmiştir

[781] Buna "el-Infıtâr Sûresi" de denilir.

Bundan evvelki sûrenin başında kıyamet işlerinden onikisi sayılıp, onlara yemîn edildiği gibi, buradada da dört hâdise zikrediliyor ve neticede bu dört iş olduğu vakit "Her nefis dünyâda neyi takdîm ve neyi te'hîr etmiş olduğunu bilecektir" buyuruluyor. Bu takdîm ve te'hîr de birkaç türlü tefsîr edilmiştir...

[782] Buna "et-Tatfîf Sûresi"dç denilir. Mutaffifîn, "Mutaffif "in cem'i "Mutaffif-ler"; "Alırken dolgun, verirken eksik Ölçenler" demek olduğu, önünde açıcı sıfat olan iki âyet ile anlatılmıştır.

[783] Râne "Reyn"dendir. "Reyn"vç "Ruyûn", birşeye pas basıp galebe etmektir. Bundan kalbe günâh ve katılık basmağa da denilmiştir, ki Kur'ân'da kalb mü­hürlenmek, hatjn ve tab' dahî ta'bîr edilmiştir. Burada "Belrâne", lâm ra'ya idgâm olunmamak için Hafs rivayetinde lâm'da hafif bir sekte yapılarak oku­nur ki, "Reyn"'m ma'nâsmdaki tutukluğa açık bir telmîh olur.

Tevsıb ve Isâbe, sevâb vermek demektir. Sevâb da esasen ceza gibi, hayır veya şerr herhangibir şeyin karşılığıdır. Sonra da sevâb hayırda meşhur olmuş­tur. Nitekim ceza da şerrde şayi' olmuştur. Burada Tesvîb, "Tecziye" ykm "Kar­şılık vermek" ma'nâsmadır. İstifham da takrir içindir.

[784] Rahîk hiç karışığı olmayan hâlis şarab, en eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsi­nin yakın ma'nâlar olduğu söylenmiştir.

"Hitâmuhu misk": Hatimesi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar, içilirken tadıcı lezzetinin kemâlini ihlâl etmemek için, misk kokusu içi­min sonunda duyulmağa başlar. Ve bu hâl hem o kokunun, hem de o içkinin latîf hâssalarından birini teşkil eder...

"Mizacı da tesnîmdendir": O rahîk içileceği zaman, içine "Tesnîm "den de katılır. Bununla karıştırılan rahîk, sâdesinden daha nefis olur. Çünkü Tes­nîm daha yüksektir.

[785] Hadîsin burada zikrinin sebebi, Yüce Allah'ın "İnsanların Âlemlerin Rabbi için kalkacakları günde" kavlini İçine almış olmasıdır.

[786] Buna "înşakkat" veya "înşikaak Sûresi" de denilir. Bu da kıyamette olacak işlerin bir kısmını anlatmaktadır.

Buradaki ''Ezinet"; "Uzun" kelimesinden kulak vermek, dinlemek ma'-nâsından olarak inkiyâd ve itaat etmek ma'nâsına mecazdır.

[787] el-Hâkka Sûresi'nde "Bi-yemînihî" mukaabilinde "Bi-şimâtihî"; burada Verâe zahrihi" denilmesi, ikisinden de maksûd bir olduğuna delâlet eder. İkisinde de terslik, uğursuzluk, zorluk, hakaaret ve tehlike ma'nâsı vardır. Onun İçin "Bi-şimâlihi", "Verâe zahrihl" diye tefsir  edilmiş,"arkalarından sollarına verilir denilmiştir.

[788] Havr, bir kemâlden sonra noksan ve zevale dönmektir. Nitekim Rasûlullah: "Kevrden sonra havrdan Allah 'a sığınırız" demiştir, ki sarık sarıldıktan sonra tersine çözülüp bozulması gibi, arttıktan sonra noksana, kemâlden sonra zeva­le, salâhtan sonra fesada, yükselişten sonra gerilemeye dönüş ve inkılâb demek­tir.

[789] "Hesabı yesîr", hiç münâkaşa edilmeyen kolay bir hesâb ki, Rasûlullah bunu arz ve sâde kitaba bakılıp geçiştirilmek ile tefsir etmiştir.

[790] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Buhârî bunu burada üç ayrı yoldan getirmiştir. Bunun bir rivayeti İlim Kitâbı'nda da geçmişti.

. Arz'dan maksad, amelleri tartılmak üzere insanların mîzâna yâhud amel­lerin sahihlerine arz olunmasıdır. Bu arz günündeki hesâb, Ashâbu'l-Yemîn de­nilenler hakkında pek kolay geçeceği Kitâb'ın bu nassı İle bilinmiştir. Bunlar muhasebeye ma'rûz kaldıkları gün gufran ile müjdelenecekler ve amellerinin ken­dilerine arzında taksîrâtlanyle beraber nail oldukları büyük büyük ni'metlere muttali' olacaklardır. Mağfiret müjdesine bitişik olmayan muhasebe ise ağır­dır. Hasenelerden zannolunan nice amellerin kabule yakın olmadığı, hesâb mü­nâkaşası esnasında belireceğinden, bu münâkaşa azaba götürücü yâhud başa baş selâmet menziline erişilse de münâkaşanın kendisi azâb olmuş olur.

Yâ Rabb! Bu satırları yazan Mehmed Sofuoğlu kulunu da hesabı kolay ola­cak sağcı bahtiyarlar zümresinden kıl! Âmîn!

[791] Bundan öncekilerle meal şöyledir: "And ederim o şafaka, o geceye ve onun der­leyip topladığı şeylere, toplu bir hâle geldiği zaman Ay'a ki, (ey insanlar) siz hiç şübhesiz hâlden hâle bineceksiniz".

Şafakın, gecenin ve içindekilerin, kamerin hâlden hâle geçmeleri gibi hâl­den hâle; tabakadan tabakaya veya kamdan karna intibak eden, birbirinden üstün tahavvüller ve inkılâblara binecek, beyân olunduğu üzere sonunda Rabb'inize gideceksiniz.

Tabak kelimesi esasen Mutâbakaat ve Mutabık mefhûmuyle birçok ma'-nâlara gelir. Aslında birşeyi diğer birşeyin mikdârınca fevkinde kılmak ma'nâ-sınadır... Burada en ziyâde birbirine mutabık hâlden hâle geçeceksiniz diye tefsir edilmiştir ki, en şümullü ma'nâsı budur... Bunların hepsi insanların gerek ferd ve gerek cemiyet i'tibâriyle hayâtta bir kararı olmayıp, ölüm ve âhirete doğru Allah'a dönünceye kadar talıavvülden tahavvüle geçmeye mahkum olduklarını ifâde ediyor. Bu suretle dünyâda beşer hayâtı tavırdan tavıra terakki ve teden­niye giden mütemâdi bir inkılâb demek olduğu ve bunun için beyân olunduğu üzere nihayet Allah'a varıp hesâb vermek muhakkak bulunduğu anlatılmış olu­yor.

Bu suretle rukûb ve tabakta bir yolculuk, ya yukarı veya aşağı giden bir İnkılâb tasvir ve tehyîci vardır. Hâlin birisi dünyâ, birisi âhirettir. Dünyâ bir inkılâb âlemi, bir geçit; âhiret bir karar yurdudur. Bu karar da ya sürûrda veya sairdedir.

Hâsılı bu âyette hayâtın terakkî veya tedennî yürüyüşünde kaanûn olan mü­him hakikatler vardır: Hayât, muhîte mutâbakaat diye düşünüldüğüne göre de en yüksek hayât, en yüksek muhîte mutabakat demek olur. En yüksek muhît İse Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtm olan, herşeyi bilen, nerede olursanız beraberinizde bulunan (eUHadîd: 3-4); herşeye şâhid (altı yerde); herşeyi ihata etmiş (Fussilet: 54) olan Allah Taâlâ'dır. Binâenaleyh en yüksek hayât, her hâl ü kârda Allah'­ın emrine intibak ederek O'na kavuşmaya yükselmekle olur. O yükseliş ki "Bu dünyâ hayâtı bir eğlenceden, bir oyundan başka birşey değildir. Âhiret yurdu­na gelince: Şübhe yok ki, o asıl hayâtın tâ kendisidir, bunu bilir olsalardı" (el-Ankebût: 64) buyurulan âhiret hayâtı saadetin aksâsıdır. Ona yükselmek için de ondan beride hiçbir gaye ve maksadın durup kalmaması îcâb eder. (Hakk Dîni, VII, 5679-5683).

[792] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır.

[793] Uhdûd ve Hadd, yerde olan uzun hendek veya yarığa, bir de kamçı ile döğülen kimselerin bedenlerinde yol yol kan oturarak moraran kamçı yerlerine denir. Burada istimal bedeli suretiyle şöyle îzâh ediliyor: O ateş ki vehûdlu -tutuşturacak odunu, çırası çok yânî o alevli-ateşi müştemil olan Uhdûd\in, o ateş hendekleri nin sahihleri ki, bunlar mü'minleri îmânlarından vazgeçirmek üzere içine atmak için böyle ateş hendekleri yaptıklarından dolayı "Ashâbu'l-Uhdûd" nâmını al­mışlar. Lâkin kalblerdeki îmânı bu suretle yıkmağa çalışanlar muvaffak olama­mış, bil'akis la'netlenerek mağlûb ve kahredilip bednam olmuşlardır. Bunların kimler ve nerelerde olduğuna dâir bâzı rivayetler nakledilmiş ise de, Kur'ân'da ta'yînlerine kasdedilmediğinden ancak vasıflanyle zikrolunmuşlardır.

Ebû Hayyân der ki: Müfessirler, Ashâbu'l-Uhdûd hakkında ondan fazla kavil zikretmişlerdir. Her kavlin de uzun bir kıssası vardır, biz onları bu kitabı­mızda yazmak istemedik, hepsinin özü şudur: Kâfirlerden birtakım kimseler yerde hendekler açtılar ve onlara ateş yaktılar, mü'minleri ona arz ettiler. Dîninden döneni bıraktılar, îmânda ısrar edeni yaktılar. Ashâbu'l-Uhdûd, mü'minleri ya­kanlardır.

Kaffâl 7e/sfr'inde de şöyle demiştir: Ashâbu'l-Uhdûd kıssasında çeşitli ri­vayetler zikretmişlerdir. Bununla beraber içlerinde sahîh denecek derecede bir-şey yoktur. Ancak şunda ittifak etmişlerdir; mü'minlerden bir kavim, kendi kavimlerine yâhud üzerlerinde hâkim olan kâfir bir melike muhalefet etmişler, o da onları ateşli çukurlara attırmıştır... (Hakk Dîni, VII, 5690-5691).

[794] Vedûd, sevgi ma'nâsına Vudd'den, feûi vezninde fail veya mefûl ma'nâsma "Çok seven" veya "Çok sevilen" ma'nâlarına gelebilir. İkisiyle de tefsîr edilmiştir. *'Mecîd", zât ve sıfatında büyük demektir.

[795] Kasemin fâidesi, yemîn edilen şeylerin ehemmiyetine dikkat nazarını çekmek İle haberi kuvvetlendirmektir. Burada iki şeye yemîn ediliyor. Birisi semâ, birisi de Târik. Târik aslında "Tark"i&n fail isimdir. "Tark", bir ses işittirecek şe­kilde şiddetle vurmak, çarpmaktır. Çeşitli lâzımelerinde genişleterek kullanıl­mıştır: Çekiç ve çomak ma'nâsma "Mıtraka" ondandır; "Tarîk", yânî yol da ondandır. Çünkü yolcular ona ayak vururlar. Bu suretle "Târik", "Şiddetle vuran" demek olup, yola giden yolcu, geceleyin gelip kapı çalan ve gönül hop­latan ziyaretçi ma'nâlarma kullanıldı. Sonra her ne olursa olsun, geceleyin zu­hur edip göze gönle çarpan herşeye denildi. Burada "Tank", yemîn ile cevâbı arasında ara cümlesi olarak şöyle tefsir olunuyor: Bildin mi Târik ne? O delici yıldızdır -Bu da ziyanın kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denilir... Yânı semâya ve sizi karanlıklarda nurlandırmak için yıldız gibi şuurunuza çarpan ve maddiyâtınızı delip gönüllerinize nüfuz eden hakk nu­runa yemîn olsun ki, her nefis üzerinde mutlak bir hafız vardır. Onu her hâlin­de bütün mevcudiyetiyle bütün fiilleri ve hareketleriyle gözetir, korur... Bütün muhafızlar O'nundur. İnsanın hafızası da O'nun hıfzının âyetlerinden biridir...

[796] Rec\ İrca' veya Rucû' ma'nâlarma müteaddî ve lâzım olduğuna göre, dönüm-lü semâ veya döndürümlü semâ demek olabilir. Bundan zihne ilk çarpan ma'nâ semânın kendisinde veya içine aldığı şeylerde tekerrür eden devrî hareketler ve tahavvüllerin hepsini şâmil olan rucû' veyâircâ'dir... Mucâhid'İn buradaki tef­sirine göre: Döndürüp döndürüp yağmur yağdıran semâ yâhud dönüp dönüp yağan bulut demek olur.

[797] "O, takdir edip de hidâyet buyurandır": Yarattığı herşeye "Allah herşey için bir ölçü ta'yîn etmiştir" (et-Talâk: 3) uyarınca, ilim ve iradesiyle bir kader ta'yîn eyledi. Cinslerinde, nevi'lerinde, ferdlerinde, sıfatlarında, fiillerinde, ecellerin­de birtakım özelliklerle birer hadd ve mikdâr tahsis etti... Bâzıları burada hi­dâyeti akıl ve dîn hidâyeti gibi insana mahsûs olan hidâyet ve irşâd ile, bâzıları da umûmî olarak hayât sahibi olanlara âid olmak üzere yaşadıkları müddette kendilerine gövre muhtâc oldukları erzak ve şâir hayât gereklerinin takdiriyle onlardan yararlanma yollarını tanıtmak ve kaçılacaklardan kaçılıp, koşulacak­lara koşulmak ve ona göre uzvî vazifelerini ifâ ettirmek ma'nâsıyle hayvanlara âid ilhamlar ve fıtrî sevk ile tefsir etmişlerse de doğrusu insanlara mahsûs olan ve bilhassa Rasûlullah'a âid bulunan hidâyet ve irşâd, bunun en yüksek misâl ve mâsika-lehi olmakla beraber "Hidâyet etti" denmesinin zahiri "Herşeye hil katini veren, sonra da yolunu gösterendir" {Tâhâ: 50) gibi, herşeyi gerek tabîî ve gerek ihtiyarî surette hilkati gayesine yöneltmek ma'nâsıyle bütün eşyayı şâ­mil olmaktır...

[798] "Ve O ki mer 'ayı çıkardı": "Ondan suyunu, otlağını çıkardı, dağları dikti, hep size ve davarlarınıza birer fâide olmak üzere (en-Nâziât: 31-33) buyurulduğu üzere,

insanların ve hayvanların faydalanmaları için güdek ve yaylım yeri olan o mer'-âyı, o otlakları, yaylakları... yetiştirip çıkardı. "Sonra da onu kapkara bir gu-sâya çevirdi": Gübre ve kömür hâline getirdi ki, en bariz kaabiliyetleri yanıp tutuşarak ateşe hizmet etmektir... "Gasî" ve "Gaseyan" ma'nâlanyle alâkalı olan "Gusâ", seyl suyunun mer'alardaki otlan, çöpleri birbirine katarak sü­rükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük ma-kûlesi karışık şeylereudenir. "Ahvâ", karamsı, esmer, koyu yeşil isli, koyu renklere denir...

[799] Hadîsin başlığa uygunluğu son fıkrasındadır. Bu, "Ben Rasûlullah hicret etmeden önce -MufassaFdan sayılan sûrelerle beraber- "Sebbih isme Rabbike" Sû-resi'ni okumuştum" fıkrası, sûrenin Mekke devrinde indiğinin delilidir. Bunun bir rivayeti Peygamber'in Hicreti, "Peygamber'in Medine'ye gelişi bâbı"nda da geçmişti.

"Rabb'inin o en yüksek ismini tesbîh ile tenzih et!": Yânı, seni yetiştiren Rabb'in zâtında herşeyden üstün, hepsinden yüksek olduğu gibi, O'nun sıfat ve isimleri de bütün sıfatların, müsemmâsım tanıtan isimlerin en yükseği, en a'lâsidır. O'nun güzel isimlerinden birisi de "el-A'lâ" ismidir. Onun için sen O'nun bütün isimlerini O'na lâyık olmayacak şeylerden, eksikliklerden tenzih ve takdis ederek O'nu tesbîh et!

Şundan gaflet etmemek lâzım gelir ki, ismi tenzih, en belîğ surette müsem-mâyı tenzihtir. Çünkü müsemmâmn ulviyeti ve kudsiyeti, ismin ulviyet ve nezâ-hetiyle ifâde olunur.

[800] Hadîsu'l-Gâşiye, bütün mahlûkaatı sarıp bürüyecek olanın haberi. "Gaşiye"

esâsında "Ğaşî"den fail isim olarak, birşeyi her tarafından sarıp bürüyen sal­gın, sargın, müstevli demektir. "Tâ"sı mevsûfu İ'tibâriyle müenneslik veya mü­balağa veya bâzı hâllerde vasıfhktan isimliğe nakl içindir. "Onlar, herkesi kaplayacak olandan emin mi oldular?" (Yûsuf: 107) kavli bu ma'nâdandır. Bu ma'nâdan lâm ile "el-Ğâşiye" de kıyametin isimlerindendir...

Hadîs, herkes tarafından birbirine nakl ve rivayet edilerek söylenmeye, hi­kâye edilmeye ve her söylenişinde taze gibi dinlenmeye lâyık söz ve haber de­mektir ki, bu "Gâşiye" hadîsi de dâima böyle ehemmiyetle dinlenilmesi gereken bir haberdir.

[801] el-Hasen'den bir rivayette "Elîmtih", "Mu'Umun"; "Semîun",                  

"Bedîun", ma*nâsına olduğu gibi, "da "Mudarriun" (yânı "İnletici") ma'nâsına olur. Alınmasında sertliği, acılığı, yakıcılığı ile onları zil­let ve tadarrua mecbur eden şey ma'nâsına olur.

[802] Yânî çifte ve teke. Şefi've Vetr kelimeleri masdar ve isim olarak kullanılır. Mas-dar olduğu zaman eş-Şef% birşeyi diğerine eklemek demek olup, çiftlemek ve şefaat etmek ma'nâlanna gelir. Vetr de "Iyîâr" gibi, teklemek ve intikam al­mak, öc almak ma'nâlanna gelir, öce, kîne "Tiretun" denilir. İsim olduğu za­man zaman da çift, "Fffr"tek demek olur. ''Vetr", vav'ın fethasıyle de, kesresiyle de okunmuştur. Her mahlûkun bir misli veya zıddı vardır ki, bir şefi' teşkîl ederler; semâ-arz; deniz-kara; ins-cînn; rûh-cisim hep çifttirler. Al­lah ise Lâ şerike leh, "Leyse kemistihi şey'un", Vitrun, Ahadun, Samedun'-dur. Hadîste "Allah (ektir, tek'i sever" gelmiştir.

 

[803] Nefs, birşeyin kendisi denilen zât ve hakikatidir. Nitekim "O binefsihi kaaim" denilir, yânî "Kendi kendine duruyor" demektir. İnsanın nefsi de "Ben" dedi­ği zât ve hakikati, kendisidir ki, kendisine muhalif şuûneti içinde vahdetle bir şuuru, duygusu vardır. Bu i'tibâr ile biri "Duyan = Şâir" biti de "Duyulan = Meş'ûr" olmak üzere iki haysiyeti hâizdir. Nefsin hakikati bu iki haysiyetin vahded ve intibakı noktasındadır... Hâsılı insanın nefsi, duyan ve duyulan her iki haysiyetle "Ben" dediği zât hakikatidir. Yalnız idrâki haysiyetiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları zât ma'nâsına, bâzıları da rûh ma'nâsına al­mışlardır. Şu hâlde "Mutmain nefis", İtmt'nane ermiş zât veya rûh demek olur. Râzî de: İtmı'nân: İstikrar ve sebattır demiştir...

Yâ Rabb! Bu satırları acz ve taksir İçinde Ömrünün sahîfelerine yazmağa çalışan bu hakîr kula ve bunları hüsnü nazarla (güzel bir bakış ve düşünüşle) okuyup ona hayır duâ edenleri öyle bir mutmainne nefs ile razı ve merdî olarak Sana dönüp cennetinle Cemâl'ine eren hâlis kulların zümresine ilhak eyle! Âmîn! {Hakk Dîni, VII, 5813-5821).

[804] Yemîn edilen bu beled'in Mekke olduğunda müfessirlerin ittifakı vardır. Kaa-mûs'ta: ei-Beted ve el-Belde, Mekke'nin ismidir, der... Mekke'ye ahd iâmı ile "el-Beled" denilmesi, "Şübhesiz âlimlere çok feyizli ve aynı hidâyet olmak üzere konulan ilk ev, elbette Mekke 'de olandır. Orada apaçık alâmetler ve İbrahim'­in makaamı vardır... " (Âlu İmrân: 96-97) vasfı gereğince "Atik Beyt" olan Ka'-be ile birtakım açık âyetleri ihtiva eden emniyetli harem olmak i'tibâriyle, âlemin hürmetle tanıması vâeib, mübarek, ma'rûf bir şehir olduğuna işarettir.

Bu yemînlerle te'kîd ve takviye edilerek bildirilen cevâb: "Hakîkaten biz insanı bir şiddet ve meşakkat içinde yarattık" cümlesidir. İnsan hayâta bir an­da kolaylıkla gelivermiş olmadığı gibi, kolaylıkla geçip gidiverecek de değildir. Q, ciğerlere işleyecek şiddetli bir meşakkat ile çevrilmiş olarak ve ilâhî inayet ile tavırdan tavıra o meşakkatler içinden geçirtilerek yaratılmış, hayâta çıkarıl­mış, o suretle insan olmuştur. Demek ki, mihnet ve meşakkat içinden insanlık gayesine ermek, insan hilkatinin bir lâzımı ve Hâlık Taâlâ'nın bir kaanûnudur. İnsan olgunlaşmak için vazifelerin meşakkatlerine göğüs germeli, Hâhk'ına her hâlinde ham deyi emelidir.

[805] Akabe, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş demektir.

Iktıhâm, hız ve tazyik ile birşeye atılmak, saldırmak, kahramanlıkla hü­cum etmektir ki, düşünmeden kendini bir işe atmak ma'nâsma "Kuhûm" mas-danndan gelir. Yânî insan o yüksek gayeye ermek için çıkılması lâzım gelen o sarp ve çetin yokuşa göğüs verip de onun müşkillerini yenmek üzere ona kendi­ni atacak bir kahramanlık, bir necâdet gösteremedi...

Fekku rakabe, esirlik bağiyle bağlanmış bir boyunu, bir kimseyi çözüp esir­likten kurtarmak ve hürriyetine kavuşturmaktır. Bu evvelâ insanın kendi hürri­yetine mâlik olarak nefsini kurtarmış olmasına bağlı ve bunun, en basit misâli köle azâd etmektir ve bunun fazileti çoktur... Bir ferdi hürriyete kavuşturmak böyle büyük bir fazîlet ve kahramanlık olunca, bir kavmin, bir cemâatin hürri­yetini kurtarmak ne büyük kahramanlık olacağını anlamalı!

Mesğabe, r'Seğab"dan mîmli masdar, açlık ve bilhassa meşakkat ve yor­gunluk içinde açlık. Ebû Hayyân'm beyânına göre, umûmî olan açlıktır... Ha­kîkaten böyle umûmî bir açlık zamanında yemek yedirebilmek, can kurtarmak demek olduğundan, bağlı boyunun bağını çözmek gibi bir kahramanlıktır.

Metrabe de "Turâb"dan mîmli masdar olarak topraklanmak demektir. "Zâ metrabe" Türkçemizde "Toprak döşenip taş yaslanan" ta'blr edildiği gibi, şid­detli fakirlik ve ihtiyâcdan kinayedir. Öyle umûmî açlık zamanlarında böyle şid-

detli fakirlik ve ihtiyâç ile sefalet içinde kalmış birçok kimseler bulunabilece­ğinden, uzak yakın böyle bir çaresize yemek yedirebilmek şübhesiz ki göğüslen­mesi büyük kalb kuvveti ile himmete bağh olan sarp bir yokuştur... {Hakk Dî­ni, VII, 5822-5844).

[806] Evvelâ güneşin görünsün görünmesin, bütün özellikleriyle mutlak olarak ken­disine, sonra da bilhassa meydana çıkması hâlindeki ziyasına yemîn ile başlan­mıştır. Çünkü âlemin parlayan bir kandili olan güneş doğuşunda da, batışında da özellikleriyle sistemindeki hareket ve hayât değişikliklerinin başlıca çıkış ye­ri, ziyası ile de bize etrafımızdaki cismânî âlemin en büyük aydınlatma vâsıtası ve bu suretle de Yaratan'ınm lütuf ve inayetini, kudret ve azametini tanıtan en-füsî ve ruhanî aydınlatmaları idrâke vesîle olan en açık ibretler dolu bir âyettir...

[807] Arz'm "Tahvı"ve "Dahvı", Arz kabuğunun tekvîni ile yüzeyinin hayâta elve­rişli bir surette döşenmesidir...

tlhâm, aslında birşeyi bir defada yutmak ma'nâsına "Lehtn "den if'al olup bir lahzada yutturmak ma'nâsınadır.

Fucûr, haktan sapmak, hakk yolunu yarıp nizâmından çıkarak fâsıklığa, isyana düşmektir; edebsizlik etmektir. Takva, bunun zıddı olarak nefsi kurtar­manın, Allah'ın vikaayesinde fenalıktan korunmanın ismidir. Netîcesi korun­mak olan hayır ve tâat fiillerini şâmil olur. Şu hâlde bir nefse fücurunu ve takvasını ilham, fucûr yapmamasını ve ondan korunmasını kalbine duyurmak, fücurun nefse zarar, bozukluk, takvanın nefsi koruma, iyilik olduğunu duyur­mak, binâenaleyh fiili veya terki fucûr ve şerr olan işlerden sakınmak, takva ve hayır olan işleri yaparak korunmak lâzım geldiğini telkîn eylemektir... Şüb-he yok ki, Allah Taâlâ her nefse bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu ver­miştir.

[808] "Ve O, onun akıbetinden korkmaz", yânî Allah yaptığı ukubetin akıbetinden, acaba sonunda bir zarar veya mes'ûliyet gelir mi diye endîşe etmez. Çünkü O'-nun üstünde O'nu sorumlu tutacak, O'na zarar verebilecek hiçbir kuvvet ve kud­ret yoktur. Bütün mülk O'nun olduğu için mülkünde ''Oyapacağından mes'ûl olmaz" (el-Enbiyâ: 23), "TVe dilerse hakkıyle yapandır" (Hûd: 107, el-Burûc: 16) olarak dilediğini yapar.

[809] Hadîsin başlığa uygunluğu ondan bir âyeti ihtiva etmesi yönündendir. Hadîsin râvîsi Abdullah ibn Zem'a, meşhur bir sahâbîdir. Anası Karîbe kadın, Peygam­ber'in eşlerinden Ümmü Seleme'nin kardeşidir. İbn Abdilberr'in beyânına gö-. re, Abdullah ibn Zem'a'nın bu hadîsten başka Buhârî'de hadîsi yoktur. Urve'nin rivayet ettiği bu hadîs, üç hadîsin toplamıdır. Peygamber'in bu hutbesinde bah­settiği üç konuyu içine almaktadır.

Salih Peygamber'in mu'cizesi olan dişi deveyi ayaklarından kesmek sure­tiyle devirip öldüren şakî, Peygamber tarafından, vaktiyle Mekke'de müslümân-larla alay edenlerden biri olan Ebû Zem'a'ya benzetilmiştir. Bu Ebû Zem'a, hadîsin ikinci rivayetinde Zubeyr ibn Avvâm'ın amcasıdır ve râvî Abdullah ibn Zem'a'nın büyükbabasıdır. Bu Ebû Zem'a, Mekke'de müşrik olarak ölmüştür. Oğlu Zem'a da Ebû Cehl'in maiyyetinde Bedir harbine katılmış ve orada Öldü­rülmüştür.

[810] Bu hadîsin bir rivayetini Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn... "Kur'ân'm çeşitli kırâ-atleriyle ilgili şeyler bâbı"nda getirmiştir. "Ve'1-leyli Sûresi"nin bu âyetinde İbn Mes'ûd'un ve Ebu'd-Derdâ'nm ısrar ettiği kıraat, mütevâtir olan ve Mushaf'ta tesbît olunan kıraate muhaliftir. Bu âyet bir kerre "Ve'z-zekeri ve'l-ünsâ"su­retinde, ikincisinde de "Ve mâ halaka'z-zekere ve'l-ünsâ" suretinde inmiş ve bu iki büyük sahâbî de birinci inişi ezberlemiş olabilirler. Bu yüzden de cumhu­run rivayet ettiği mütevâtir kıraate muhalefet etmiş olabilirler... Bu âyetle İbn Mes'ûd ile Ebu'd-Derdâ kıraatine göre, mahlûka, yânî yaratılmış olan erkek ve dişiye yemîn edilmiş olur. Mütevâtir kıraate göre ise, bunların Hâlık'ına, yara­tanına yemîn edilmiş olur... {Müslim Tercemesi, II, 473).

[811] Bu da geçen hadîsin başka yoldan gelen rivayetidir. Bunun sevk sureti, mürsel hadîs suretidir. Çünkü İbrâhîm bu kıssada hazır bulunmamıştı, lâkin geçen ri­vayette İbrahim'den; o da Alkame'den şeklinde geldiği için, bu takdîrde bunda da mürsellik yoktur.

Bu âyet "Erkeği ve dişiye yaratan o büyük kudret sahibi Hâlık'a da yemîn ederim", yâhud "Mâ" masdariyye olduğuna göre "Yaradışına yemîn ederim" ma'nâsınadır.

[812] Alî'den gelen bu hadîslerin bâzısı Cenazeler Kitâbı'nda da geçmişti.

[813] Buhârî burada Alî'den gelen bu hadîsleri ayrı ayrı senedler ve bâzı küçük fark­lılıklarla herbiri için âyetleri kesik kesik yaparak açtığı altı bâbda getirmiştir. Elbette ki Buhârî'nin hadîsleri bu şekilde arka arkaya sıralayıp getirmesinde hem senedlere, hem de metinlere âid birtakım incelikler ve fâideler vardır.

Bu hadîslerden bir kısmını ve daha başka sahâbîlerden gelen diğerlerini Müs­lim, Kader Kitâbı'nda toplamıştır: Müslim Tercemesi, VIII, 113-126. Burada hadîslerle ilgili bâzı açıklamalar verilmiştir.

[814] Hadîs, sûrenin nüzul sebebini bildirdiği için başlıkla uygunluk açıktır. Nüzul sebebi birkaç gün vahyin kesilmesi ile Rasûlullah'ın bir sıkılması olmuştur ki, bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Buradaki hadîste vahyin kesilme müddeti iki yâhud üç gün, bir rivayette dört gün olmuş oluyor. İbn Cureyc'den oniki gün, Kelbî'den onbeş gün; on küsur da denilmiş; İbn Abbâs'tan yirmibeş gün; Suddî ve Mukaatil'den kırk gün diye de rivayetler vardır. Belli ki bu gibi müd­detleri bilmek, başlangıcım bilmek ile farklı olur. Onu tamâmıyle bilmek Rasû-luîlah'ın kendisinden olabilir. Bu ise Rasûlullah'tan merfû' olarak rivayet edilmemiştir. Sahîh olarak bilinen şudur: Bir müddet vahyin gecikmesi vâki' ol­muş ve Rasûlullah bundan hüzün ve ıztırab duymuş ve hâllerinden bu hissedil­miştir. İki üç gece kalkmadığı görülünce, O'nun her hâlini ta'kîb eden müşrikler öyle söylenmeye bir vesile bulmuştur. Allah da O'nun kalbine sükûn vermek üzere bu sûreyi indirmiştir.

[815] Hadîs, bundan Öncekinin bir başka yoldan rivayetidir. Şerhlerde bu kadının, mü'minlerin anası Hadîce olduğu ve bu sözü sızlanarak ve üzülerek söylediği belirtiliyor.

Tevdî', aslında konuğun veda etmesi, yânî giderken kalanlara "Hoşça ka­lın, Allaha ısmarladık" gibi va'd = bolluk, hoşluk, akıbet duâsıyle bırakıp git­mesi ve böyle veda ile uğurlanması demek olup, sonra mutlakaa terkedip bırakmak ma'nâsına da kullanılmıştır. Allah hakkında bilinen ma'nâsiyle Veda ve TeşyT tasavvur edilemeyeceğinden, burada da "Terk" ma'nâsıyle tefsîr edil­miştir. Nüzul sebebi de buna diğer bir karinedir. Yânî bırakmadı ve darılmadı. Bırakmaması dargınlıktan, gadabdan değil, rahmet ve inayetinden bırakmamak­tır. Çünkü bırakmamak iki türlü olur: Birisi lütuf, birisi kahr ifâde eder. Yoksa "İnsan kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanıyor?" (el-Kıyâme: 36) ma'nâ-sınca, hiçbir insan mühmel olarak terkedilmez. Rubûbiyyetin gereği teklîf sırrı ile rahmet eseri veyâgadab eserinin hükmü altında bulunur... (HakkDîni, VII, 5889).

[816] Vadi', mutlak koymak ma'nâsına olduğu gibi aşağılatmak, indirmek, düşür­mek-ma'nâlarına da gelir. Burada yükü indirmek ma'nâsınadırkİ, bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten daha umûmî olabilir. Zîrâ "Vizr", ağır yük de­mektir. Günâh ve vebal ma'nâsı da bundandır.

înkaad: Arkayı ağır yük basmakla arık ve takatsiz bırakmak veya ağır yük sırt kemiklerini çıtırdatmak, semerleri gıcırdatmak ma'nâsınadır. Rasûlullah'ın ilk vahiyleri alması zamanlarında indirilen âyetlerin -bunca tehlikeler önünde tebliğinde sırtına yüklenen bütün şirk âleminin karanlıklardan aydınlığa çıka­rılması vazifeleri ağır yüklerdi. Karşılaşacağı zorluklar ancak ilâhî bir tevfîk ve imdâd ile hafifletilebilir veya giderilebilirdi. İşte bu âyetteki "Yük indirme" -Allah en bilir- budur...

[817] Burada "Maa", "Ba'de" ma'nâsmadır. Zîrâ zorluk ve kolaylık zıdlardan ol­dukları için birleşmeleri caiz olmaz, bir mahall üzere arka arkaya gelirler. Şu kadar ki, bir yere gelmeleri i'tibâriyle maiyyet ile de düşünülebilirler. Yânî bir cihetten zor görünen birşeyde diğer cihetten bir kolaylık vardır...

Burada iki defa zikredilen "el-Usr", ma'rifedir, ikisi de aynıdır, aynı güç­lük demektir. "Yusran" ise nekredir, başka başka kolaylık demektir. O hâlde Allah bir güçlüğe mukaabil iki kolaylık ihsan etmiştir.

Bu son fıkra, Hâkim'in el-Hasenu'1-Basrî'den rivayet ettiği mürsel bir ha­dîstir.

[818] Boşaldığın vakit, farzlarını tam yaptığın vakit yine yorul. İş bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmete girip diğer bir ibâdet için kalk, çalış, yorul, farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duaya geç ki, bu zorluklarla beraber kolay­lıklar da artıp dursun, şükürde devam etmiş olasın. Kolaylık tembelliğe sebeb olmamalı, çalışmaya teşvik edici olmalıdır ki, onun üzerine de diğer kolaylık sabit olarak yükselme hâsıl olsun. Bütün bu işlerde ancak Rabb'ine rağbet et.

— Her ne umarsan O'ndan um. O'ndan berideki sebeblerde ve illetlerde veya gayelerde durup kalma, başka maksada bağlanma da bütün çalışmaların­da ancak O'na yönel, devamlı O'na doğru yürü, O'na doğrul, bütün lütuf ve ni'met O'nundur. Onun için sâde ni'mete ve esere rağbet ile kalmamalı, ni'met-ten, ni'meti vereni görüp hep O'na doğru yürümeli, O'nun için çalışmalıdır...

[819] Göğüs açıp genişletmekten maksad, ma'rifet ve tâate dönücü olan ma'nâdır ki, bu da birkaç şekilde açıklanmıştır.

a. Dünyânın horluğuna, âhiretin kemâline ilimden ibaret olur ki, bunun

benzeri "Allah kime doğru yolu gösterir, îmâna muvaffak kılarsa, onun göğsü­nü İslâm için açar (genişletir). Kimi de sapıklıkta bırakmak dilerse, onun da kal­bini son derece daraltır, sıkar..." (el-En'âm: 125) kavlidir. İbn Abbâs'tan "...." zikrolunuyor denmekle, yalnız bu ma'nâ gösterilmiştir.

b. Rasûlullah'ın göğsü bütün mühim işlere açılmıştı, telâş etmez, muztarib olmaz, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hâllerinin ikisinde de inşirâhlı bulunur, mü­kellef olduğu vazifelerini edâ ile meşgul olurdu...

[820] ve "Zeytûn", incir ve zeytin demek ise de, burada öyle terceme etmek uygun olmayacaktır. Zîrâ müfessirlerin birçoğunun beyânına göre, burada "Tin " ve "Zeytûn " bir özel isim mevkiindedirler. Özel isim olmuş adların ise terceme-sine kalkışmak doğru değildir. Çünkü onlar ma'nâlarıyle değil, lafizlanyle mü-semmâlarını ta'rîf ederler...

Bir kısım müfessirler demişlerdir ki, zahiri "7Tn"ve "Zeyft2n "dan murad, bu ad ile meşhur olan incir ve zeytin yemişleri veya ağaçlarıdır. Zîrâ lügat yö­nünden zahir olan bu olduğu gibi, Hasen, Mucâhid, İkrime, îbrâhîm en-Nahaî, Atâ, Mukaatil, Kelbî ve daha başkalarından bu ma'nâ nakledilmiş ve bu tbn Abbâs'a da dayandırılmıştır.

[821] En güzel bir biçimde yarattığım, sonra da onu en rezîl ömre döndürdüğünü bil­dirdikten sonra, bu onu tekrar diriltmeye de kudretine delâlet etmez mi? (Ce-lâleyn)

Mukaatil'e göre ma'nâ şudur: Ey İnsan, o güzel suretin, gençliğin ve çok ihtiyarlığın beyânından sonra sana tekrar diriltilmeyi ve cezayı hangi şey yalan saydırıyor? Suretine aldanma, Allah seni tekrar diriltmeye de kaadirdir (Ebu'l-Leys).

[822] Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır. Bunun bir rivayeti Namaz Kitabı, "Yatsı na­mazında kıraat bâbı"nda da geçmişti.

[823] Yânî yalnız Fâtiha'nın evvelinde Besmele yaz, yâhud Kur'ân'dan herbir sûrenin evvelinde Besmele yaz. Bu mes'elede âlimler arasında meşhur ihtilâf vardır, el-Hasenu'I-Basrî'nin mezhebi, Buhârî'nin burada "Kuteybe dedi ki..." senediyle zikrettiğidir. Bu, Yedi Kıraat İmâmlan'ndan Hamze'nin de mezhebidir, ed-Dâvûdî şöyle dedi: Eğer Hasen, her iki sûre arasını ayırıcı olmak üzere Besme-le'siz yalnız bir çizgi çek demek istediyse, bu, sahâbîlerin Berâe Sûresi müstes­na, bütün sûrelerin evvellerinde "Besmele" yazılması üzerinde İttifak etmiş olmaları sebebiyle, doğru değildir. Eğer İmâm sözü ile herbir sûrenin önüne Bes­mele ile beraber bir çizgi de çek demiş ise, bu, güzeldir (Aynî).

[824] Bu cümle diğer rivayette: Kavmin Sen'i (Mekke'den) çıkaracakları vakit sağ olsaydım" şeklinde gelmiştir.

[825] Varaka'ya âid kıssa "...Vefat etti" sözüyle sona ermiştir. Onun hayâtı ve ölü­mü ile vahy kesilmesi arasında münâsebet ve alâka yoktur. Binâenaleyh "Ve fetere'l-vahyu' 'daki vâv, âtıfa vâvı değil, istînâfiyye, yânî sözün yeniden başla­masını ifâde eden vâv'dır.

[826] Bu hadîslerin birer rivayeti Vahy Kitâbi'nda da geçmişti. Oradaki rivayette Va-raka'nın İbrânîce yazı yazar olduğu, burada ise Arabça yazı yazar olduğu ifâde edilmiştir ki, bu iki veya üç yazıyı bilmesi zâten birbirinin gereğidir. Bütün bun­lardan Varaka'nın birkaç türlü yazı ve dil bilir âlim ve mütefekkir bir zât oldu­ğu anlaşılıyor.

[827] Buradaki üç başlık ve altlarındaki hadîslerin birbirlerine uygunlukları açıktır. Bu hadîsler, geçen uzun hadîsin başka yollardan gelen ve kısaltılarak verilen ri­vayetleridir.

[828] Ebû Hureyre'nin rivayetinde: Ebû Cehil, Rasûlullah'ı namaz kılarken görürse, muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü yere sürteceğine dâir Lât ve Uzzâ'ya ye-mîn etmiş, sonra da Rasûlullah, namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş, elleriyle korunarak çekilmiş. "Ne oldu sa­na?" denildiğinde, "Onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir nevi, ve bir­takım kanatlar var" demiş. Rasûlullah da: "Bana yaklaşsaydt, melekler onu parça parça ederlerdi" buyurmuştur. (Ahmed, Müslim, Nesâî).

Bütün bu hadîslerin ifâde ettiği şudur: İkra' Sûresi'nin ilk beş âyeti ilk ev­vel indi, bunlarla Muhammed'e peygamberlik verildi. Sonra bir fasıla ardından el-Müddessir Sûresi indi, bununla da rasûllük verilip teblîğe me'mûr edildi.

[829] 831 Buna "el-Kadr Sûresi"dedenilir. "Muhakkak onu biz indirdik", ilâhî kudret her kudretin üstünde, her kemâli toplayıcı olduğuna tenbîh için azamet nün'u ile "İnnâ enzelnâhu" buyurulması, indiricinin azemetini ifâde ederken, indiri­lenin sânına ta'zîmi de ifâde eder. İndirilenin ismi açıkça söylenmeyerek "Hu" zamîriyle iş'âr olunması dahî onun açıkça söylenmesine lüzum olmayacak de­recede zihinlerde ma'lûm bulunduğuna işaret olmak i'tibâriyle, sânının yüksek­liğine ikinci bir tenbîhtir. Sonra Kadir gecesinde indirildiğini beyân ile Kadir gecesinin kadr ve fazileti anlatılması da yine onun kadr ve şerefini açıklamadır.

[830] "İnnâ", aslı "İnnenâ"dır. "Inne" hükmü tahkîk ile te'kîd eder. "Nâ" onun ismi olarak müsned-ileyh, "Enzelnâhu" fiil ve fail bir fiil cümlesi olarak haberi olduğundan isim ve haber toplamı olan "İnnâ enzelnâ" bir fiil cümlesini içine almış bir isim cümlesidir. Bu üç kat te'kîdli bir cümledir. Bu kabîl cümleler kasr veya hükmün kuvvetlenmesini ifâde ederler. "Hu" zamîrinin merciine gelince müfessirlerin cumhuru Kur'ân'a râci'dir, demişlerdir. Burada zikrolunan da Kur'­ân'dan kinaye olmasıdır.

[831] Buna "el-Beyyine", "el-Kayyime", "el-Münfekkîn", "el-Beriyye Sûresi" ad­ları da verilir.

[832] Yânî bulundukları o hâllerinden ayrılacak ayırtlaşacak değiller idi. "Münfek-kîn", "Lem yekûndun haberidir, hattâ da ona bağlıdır.

Beyyine, ma'lûm ki nûr gibi kendisini beyyin, yânî gayet açık olup da baş­kasını da beyân eden, açıklatan demektir. Onun için da'vâcının da'vâsını açık, vazıh surette beyân ve isbât eden şahide, sağlam nâtık hüccete ve mu'cizeye Beyyine denilir. Burada da hakkı beyân ve isbât edecek açık ve kat'î nutkedici hüccet veya mu'cize demektir ki, maksadın ne olduğu "Allah 'tan bir rasûl" be­deli ile beyân olunuyor yâhud "Hiye rasûlün" takdirinde mahzûf mübtedânın haberi olarak beyyineyi tefsirdir...

[833] "Zâlike dînu't-kayyime". Ve işte bu üç esâs: Dîni ihlâs ile Allah'a ibâdet, na­mazı ikaame, zekâtı verme ayakta duracak dîndir. Yânî sabit ve pâydâr kala­cak olan milletin dînidir. Diğer ta'bîrle yukarıda zikri geçen sağlam kitâbların, doğru, bozulmaz, sabit hakk kitâbların beyân ettiği dîndir. Demek olur ki, bu üç esâs, bütün hakk dînlerinin hiç değişmeyen en sağlam esâsıdır. Namaz ile zekât da îmândan sonra bütün ibâdetlerin üssü'I-esâsıdır; diğerleri fürû'dur. Bun­ların edâ sureti i'tibâriyle tafsilleri her peygamberin zamanına ve şerîatine göre değişebilirse de asıl salât ve zekât hepsinde sabittir.

[834]  Hadîsin başlığa uygunluğu açıktır. Bunun bir rivayeti Ubeyy ibn Ka'b'ın men-kabeleri bâbı'nda geçmiştir.

[835] Bunlar da aynı hadîsin başka yollardan az farkla gelen rivayetleridir. Müslim bunun bir rivayetini Namâz'da ve Fadîletler'de getirmiştir.

Bu sûrenin Ubeyy'e okunması emri, şübhesiz ona öğretmek içindir. Bilhassa Ubeyy'e öğretilmesinin sebebi de, onun Kur'ân lafızlarını, edâ keyfiyyetlerini, kıraate âid Özellikleri öğrenmeye ehemmiyet vermesidir. Başka bir sebeb de Kur'­ân'ı onun ağzından öğrenmeye teşvik olabilir. Kur'ân içinden bu sûrenin tahsîs buyurulması da, bunun İslâm Dîni'nin asıllarını, kaaidelerini ve en yüksek um­delerini veciz bir surette içine almış olmasıdır.

[836] Buna "ez-Zilzâl Sûresi, "ez-Zelzele Sûresi" de denilir. Bu isimler kıyamet gü­nünde Arz'ın kendi büyüklüğüne uygun şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp sallan­masını anlatan ilk âyetinden alınmıştır. Bu kıyamet zelzelesinin çok büyük ve çok korkunç olacağı el-Hacc: 1, el-Vâkıa: 4-6'da ve daha başka sûrelerde be­yân edilmiştir.

[837] Hadîsin başlığa uygunluğu, sonundaki âyeti içine almasındadır. Buhârî bunun bir rivayetini Şirb'de, bir rivayetini Cihâd'da, bir rivayetini de Peygamberlik

Alâmetleri'nde getirmiştir.

[838] Bu da başka bir yoldan, aynı kıssa hakkında hadîsin kısaltılmış bir rivayetidir.

[839] "And olsun o harıl harıl koşanlara, o çakarak ateş çıkaranlara, sabahleyin bas­kın yapanlara" (Âyet: 1-3).

Bu sûre dahî Arz'ın zelzelesi ma'nâsında olan ve bir kıyamet gününü andı­ran harb hareketlerini ve kuvvetlerini hatırlatmakla, hayır ve şerr amellerin gö­rünüşü hemgâmını bir nevi' tavzîh etmektedir.

[840] "Dehşetiyle kalbleri vuracak olan; nedir o dehşetiyle kalbleri vuracak olan? O dehşetiyle kalbleri vuracak olanı sana bildiren nedir?" (Âyet: 1-3). Lâm ile "el-Kaaria" da kıyametin isimlerinden olmuştur. "el-Kaaria", "Kıra" maddesin­den fail isimdir ki, şiddetli bir ses çıkararak çarpıcı, vurucu belâ yânî kıyamet demektir.

[841] İbn Abbâs'ın bu tefsiri şu âyetin ma'nâsına uygundur: "Bilin ki (âhiret kazan­cına yer vermeyen) dünyâ hayâtı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünüştür. Mallarda ve çocuklarda bir çokluk yarışıdır..." (el-Hadîd: 20).

Şu hadîs de insandaki doymazlığı belirtir:

"Adem oğlunun iki vâdî dolusu malı olsa, üçüncü bir vadi daha temenni ederdi, Âdem oğlunun karnını ancak toprak doldurur. Sonra Allah tevbe edene kabul ile nazar buyurur" (Müslim, Tirmizî).

[842] Bu sûre gayet sâde ve kısa olmakla beraber, geçen sûrelerin bütün nasihatlerini özetleyen bir cem'İyyeti hâizdir. Kendilerini çokluk yarışı aldatmayan kimsele­rin hâllerini beyân ile "Sonra and olsun o gün elbet ve elbet ni*metlerden sorula­caksınız" (et-Tekâsür: 8) âyetinin tefsîrini de içine aldığı için, ondan sonraya kon­muştur.

İmâm ŞâfİÎ: Başka birşey inmeseydi, Kur'ân'dan bu sûre insanlara yeterdi; bu, Kur'ân'ın bütün ilimlerini şâmildir, demiştir.

Asr'ı böyle "Dehr" ve "Zaman" ma'nâsına hamletmek, en umûmî ve en şümullü ma'nâsi olmak i'tibâriyle, diğer ma'nâlann fâidelerini de şâmil olabi­lecektir...

Hani Ashab-ı Kiram ayrılalım, derlerken,

Mutlaka "Sûre-i ve'l-Asr"ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felah:

Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,

Sonra hakk, sonra sebat, işte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.

(M. Akif, Safahat, s. 419)

[843] Hutame, önüne geleni kınp geçirmek, yalayıp yutmak âdeti olduğundan bir adına da "Hutama" denilmiş olan cehennemin isimlerindendir. Mevlîd'de "Korka­rım ki yerleri ola tamu" denildiği gibi, eski Türkçelerde "Cehennem"& "Tamu" denildiğinden, burada "Hutame"yi "Tamu" diye tercüme etmek de yakışabi­lir. Lâkin bu ateşin diğer ateşlere benzemeyen bambaşka bir ateş olduğu anla­tılmak üzere, tehvîl için şöyle buyuruluyor: "Ve edrâke ma't-Hutame = Bildin mi Hutame ne?" Yâhud: "Ne dehşetli Hutame!". "Nâru'tlahi": -O Allah'ın ateşi, Allah ateşidir- yânî ma'lûm olan ateşlerle mukaayese edilmeyecek derece­de öyle celalli ve fevkalâde büyük bir ateş ki, "el-Mu'kade", îkaad olunmuş, Allah'ın emriyle yakılmış, tutuşturulmuştur. Ebediyyen sönmek bilmez... Öyle tutuşturulmuş bir ateş ki "Tattahu ale'-t-ef'ide": Yüreklerin, kalblerin içi, mer­kezi demek olan fuâdlarm, yânî idrâk mahalli olan gönüllerin üstüne çıkar. Ten­den geçer ruhlara, ma'neviyâta muttali' olur, çatar, sarar, canlar yakar. Gerçi onları öldürmez: "O arada hem ölmeyecek, hem dirilmeyecek" (Tâhâ: 74; el-A'lâ: 13) olur. Lâkin uzanır, sarar, azâb eder.

Ittıla \ bir şeyin üzerine çıkmaktır, ilmî olan Ittıla' ve Mütalaa bundan alın­mıştır. "Gönüllerin üzerine" ta'bîri, belli ki dimağı da içine alır. Ateşin böyle hayâtın merkezi olan kalblerin içini bütün üzerinden sarması, onların üzerine çıkması azabın şiddetini ve kuşatmasını belîğ bir beyândır... (Hakk Dîni, VIII, 6092-6094).

[844] Ru'yet, basariyye'den istiare olarak kalbî ru'yettir, yânî gözünle görmüş gibi muhakkak bilmiyor musun? Yâ Muhammedi Çünkü söylenecek olan Fîl sâhib-leri vak'ası, o vakit onu gözleriyle gören şâhidleri henüz çoklukla mevcûd, hat­tâ o zamana yetişmiş yedi muallaka şâirlerinden olup yüzaltmış sene kadar ömür süren Lebîd gibi kimseler hayâtta oldukları gibi, aynı zamanda bir târîh başlan­gıcı olarak herkesçe de mütevâtiren ma'lûm bir vak'a bulunuyordu. Hattâ fili çekenlerden iki kişinin kötürüm, a'mâ olarak kalıp Mekke'de dilendiklerini gör düm diye Hz. Âişe'den rivayet dahî vardır. Bu sebeple o zaman vak'ayı görmüş bulunan herhangi bir kimseye veya hitâb umûmî olmak dahî miimkin ise de, Peygamber'e hitâb olması daha zahirdir. Zîrâ bu vak'a Peygamber'in doğumu­na mukaddime olan ilâhî âyetlerden olduğu ve Kur'ân'a ilk muhâtab olan Pey­gamber olduğundan, bilhassa "Rabbike" hitabı da ona karinedir.

[845] Bâzı müfessirler, bunun Fârisî iki kelime olup Arab'ın bir kelime yapmış oldu­ğunu zikretmişlerdir. "Sene ü CH", yânî "Hacer ü tin". Fî'I-vâkİ' îbn Cerîr ve diğerleri de İbn Abbâs'tan "Siccîl", Fârisî olan "Seng-gH" muharrefidir. "Seng", "Taş", "Gil", "Çamur" demek olduğunu rivayet etmişlerdir. Buna göre "Kiremit gibi çamurdan taşlaşmış taş" demek olup, Arab bunu bir kelime yaparak, katı, sert ma'nâsına kullanmıştır.

[846] Li-iylâf, çeşitli okunuşlarının hepsi de "///" ve "Ü//e/"tendir. Nitekim Kaamûs'ta şöyle der: Tenzilde İylâfahd ve hufâre ile icâzeye benzer, yâni ahd ve emân ve korkunç yoldan yolcuların emniyet ve selâmetle gidip gelmeleri zım­nında yasakçılık ve himaye tarzında verilen icazet ( = pasaport), geçirtme ruh­satiyesine benzer, emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak zahirdir, lylâfi Kureyşi; Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in ahştırılma-sı, alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yâhud başkalarıyle ahid-leşmesi, andlaşması, anlaşması, ülfet etmesi veya ettirilmesi ma'nâlannı da ifâde eder...

Allah'ın onlar üzerinde sayısız ni'metleri vardır. Eğer bu ni'metlerden do­layı ibâdet edemezlerse, bari seyr ve seferde nail oldukları emînlikten ötürü kul­luk etsinler. Kureyş Ka'be'nin sakinleri ve bekçileri oldukları için, komşu memleketler halkı tarafından onların serbestçe seyr ve seyahatlerine, bilhassa kışın Yemen'e, yazın Şam'a selâmetle gidip gelmelerine, o memleketlerin baş­kanları tarafından resmen müsâade edilmiş, bu sayede onlar rızıklanm ve ticâ­retlerini her kavimden ziyâde sağlamışlar (Beydâvî, Medârik, Celâleyn, Kaamûs).

Buradaki açlık ve doyum hakkında üç görüş vardır:

a.  Birisi ıbrâhîm Peygamber'in duâsma işaret olmasıdır: İbrâhîm: 38.

b.  ikincisi, yine bu duanın semeresi ve Beyt'in bereketi olarak Kureyş'in yaz ve kış ticâret seferlerine alıştınlması vâsıtasıyle o muhitte tabiî olması gere­ken açlıktan korunmuş olmalarıdır.

c. Üçüncüsü de Yûsuf'un seneleri gibi süren şiddetli kıtlıklara işaret oldu­ğu söylenmiştir.

[847] Sufyân'ın bu tefsiri Ebû Zerr rivayetinde buradadır; doğru olan da budur. Bâzı rivayetlerde ise bu "Erâeyte Sûresi" başlığının altındadır.

[848] Buna "Mâûn Sûresi, "Dîn Sûresi" de denilir.

Mâûn zekâta, atiyye ve ihsana ve az çok menfâati bulunan herhangi bırşt ye, konu komşu arasında ariyet olarak verilip alman çanak, çömlek, kap kî cak, sofra, balta, kürek gibi ev metâ'lan, âletlerine denir. Bâzıları da aslnar ve yardım demek olan "Me'ûnet "tır,demiş, diğer bâzıları da iane ma'nâsın "Avn "dan mef ûl isim olup "Me'vûn " iken bu vezne döndürülmüştür, demıştıı

[849] Bu sûrede onların rûh hâletleriyle hüviyetlerini tanıtmak ve öylelerin huylann-daki düşkünlüklerden mü'minleri sakındırmak için dikkat çekilmiştir... Dînin ruhu Allah'ın emrine ihlâs İle ta'zîm ve bütün havi, kuvvet, ceza ve mükâfatı O'ndan bilerek, O'nun nâmına halkına şefkat esâsında toplanır. Onun için Kur'-ân'da îmândan sonra sâlih amellerin esâsı olmak üzere namaz ve zekât beraber zikrolunagelmiştir. Böyle iken dîndâr geçinen birtakım kimseler vardır ki, na­maz kılar görünürler de sâde onunla bütürr dînî vazifelerini îfâ edivermiş gibi farzederek yanılırlar, zekât gibi diğer vazifelere ehemmiyet vermez, kaçınırlar...

[850] Buna "Nahr Sûresi" de denilir. Bu ismi Bıkâî ve Şihâb açıkça söylemişlerdir. Kur'ân'da sâdece üç âyetten ibaret üç sûre vardır: "Ve'I-Asri", "el-Kevser", "en-Nasr" Sûreleri. Bunlar içinde en kısası "el-Kevser Sûresi"du. Kelime ve harf sayısına göre Kevser en kısalarıdır. "el-Asr Sûresi" ondört kelime ve alt-mışsekiz harfli olduğu hâlde "Kevser", on kelimeli, kırkiki harflidir. Bu sebeb-le "Kevser'"m bütün Kur'ân sûrelerine nisbetle bir seçkinliği, bir özelliği vardır. •Kevser, asıl lügatte çokluk demek olan "Kesret'\ea, cevher gibi fev'al vez­ninde vasıf veya isim olup, kesreti ifrat derecede olan, yânî çok, pek çok, gayet çok şey demektir. Kaamûs'ta. da Kevser, herşeyin çoğu, birbirine sarılıp burul­muş olan çok toz, İslâm ve peygamberlik,... ve nehir ma'nâsınadir, ve cennette mahsûs bir nehir adıdır ki, cennetin bütün ırmakları ondan şu'belenir, Kevser Sûresi bunu içirir demiştir.

[851] Hadîsin başlığa uygunluğu apaçıktır.

Kevser'in tefsiri hakkında birkaç görüş sıralanmıştır:

a.  Kevser, buradaki iki hadîste bildirildiği üzere cennette bir ırmak veya havzdır.

b.  İkrime'den rivayet edildiği üzere Kevser, peygamberliktir. Zîrâ Peygam­ber, "Dâreyn hayırlarını", yânî hem dünyâ, hem dîri saadetini; hem umûmî baş­kanlığı toplayan ve bundan dolayı hem başlangıç bakımından Rahmânî atâ, hem de sonuç bakımından Rahmânî atâ'yı hâizdir, çok hayırdır. "Kime de hikmet verilirse muhakkak ki, ona çok hayır verilmiştir*' (el-Bakara: 269) diye çok hayır olduğu beyân buyurulan hikmetin en yüksek derecesidir...

c.  Ümmetin âlimleridir.

d. Tâbi'lerin çokluğudur. Allah ona o kadar çok hayırlı sebebler ve tâbiler ihsan etmiştir ki, cennet ehlinin yarısından çoğu O'nun ümmetinden olacağı sa-hîh hadîslerde va'd edilmiştir.

e.  Peygamber'in çocuklannm çokluğu, neslinin devamıdır.

[852] Bu hadîslerin de başlığa delâleti meydanda olup, aynı ma'nâyı kuvvetlendirmekte ve Kevser'in çokluk ma'nâsını te'kîdli olarak ortaya koymaktadır.

Şimdi burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: Kevser'in cennette bir nehir ol­duğu hakkındaki hadîsler sahîh ve hattâ selef ve halefte tevatüre yakın bir dere­cede meşhur iken, doğrudan doğruya Rasûlullah'tan sabit olan bu tefsîre karşı diğer ma'nâ ve ihtimâllerden bahsetmek nasıl caiz olur? Ve bunca müfessirler böyle çeşitli görüşlere nasıl gidebilirler?

Buna cevâb Çok Aûy//" ma'nâsının kesinlik ye şumûlü ile beraber, hadîsle­rin bir misâl ile tefsîr olması ihtimâlidir. Şöyle ki, hadîsin birinde "Onda çok hayır vardır" denilmesinden de anlaşıldığı üzere "Çok hayır" ma'nâsı, lafzın esaslı anlamı olduğu ve âyette "el-Kevser"in lâm'ı ahde hamlolunduğu takdîr-de dahî bu anlamın subûtunda tereddüde yer olmadığı gibi, hadîslerin de mut­lak olan i'tâyı yalnız âhirete tahsîs ma'nâsma olmayıp, Kevser'in yalnız akıl ile bilinmesi kaabil olmayan ve ancak müşahede ve peygamberlik haberiyle biline­bilecek olan en mühim bir misâli ile tefsîr kabîlinden olması muhtemel bulun­duğundan, müfessirler lafzın ma'kûl olan bütün ihtimâllerini de düşündürmek üzere "Çok hayır" mefhûmu üzerinde diğer birçok misâllerini de tefsîr siyakın­da zikretmeyi varffe bilmişlerdir... (Hakk Dîni, VII, 6187).

[853] Buna "Mukaşkışe Sûresi" de denilir, illetlerden iyileştirmek demek olan "Kaş-kaşe"den türemiş olup şirk ve nifak derdlerinden berî kılan ma'nâsına "Muberrie" demektir. "Kaşkaşe", Türkçemizde def etmek, kovalamak ma'­nâsına kışkışlamak ile de tercüme olunsa yakışmaz değildir.

Buna "İbâdet Sûresi" de denilmiş olduğu gibi "İhlâs Sûresi "de denilir. On­dan dolayı "Kulhuve'llâhu ahad" ile "Ihlâsayn" yânî "İkiİhlâs" ta'bîr olu­nur. Nitekim Rasûlullah'in sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde bu iki sûreyi okuduğunu bildiren îbn Umer'den ve Âişe'den gelen hadîslerde bunlara "İhlâsayn" denildiği de görülür.

Keşşaf sûreye şöyle ma'nâ vermiştir: "Ben müstakbelde benden istediğini­zi, o ilâhlarınıza ibâdeti yapmam, siz de müstakbelde o benim sizden istediği­mi, benim ilâhıma ibâdeti yapacak değilsiniz. Ve ben sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla tapmadım, yânî Câhiliyye'de bile benden putlara ibâdet bilinmemiştir, o hâlde o benden İslâm'da nasıl ümîd olunabilir! Siz de benim ibâdet eylemekte olduğum ma'bûduma hiçbir vakit ibâdet etmediniz".

Ebu's-suûd da bunu tercîh etmiştir.

[854] "Sizin dîniniz size": Âdet edindiğiniz o şirk i'tikaad ve ibâdeti, bütün mes'ûli-yeti, hesabı, cezası size âiddir, bana geçemez. Yânî ben ondan tamamen beri­yim. Benden onun kabulünü asla ummayın.

Müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: "Le kum dînukum", yukarıdaki "Lâ a 'budu mâ ta 'budun'' kavliyle "Velâ ene âbidun mâ abedtum'' kavlini takrir­dir. Yânî onların mazmunu olan karan tebliğdir. "Benim dînim de bana": Tevhîd ve ihlâs ile Allah'a ibâdet ve tâatten ibaret olan "Hakk dîn, Allah indinde İslâm 'dır" (Âlu İmrân:* 19), "O, Rasûlünü hidâyetle, hakk dîn ile -sırf o dîni her dîne gâlib kılmak için gönderendir... " (et-Tevbe: 34, el-Feth: 28, es-Saff: 9) buyu-rulan hakk İslâm Dîni de benimdir. Onun ecri ve sevabı, Kevser'i de ancak ba­na âiddir, sizin ondan nasibiniz yoktur. "Dîni" aslı "Dînî"dir, kesre İle yetinilerek mütekellim yâ'sı hazfedilmiştir. Bu da "Ve lâ entum âbidûne mâ a'budu" kavlini takrirdir.

İbn Cerîr ve Râzî'nin kaydettikleri gibi "De ki: Siz ey câhiller, bana Al­lah'tan başkasına mı tapmamı emrediyorsunuz?" (ez-Zumer: 64) âyeti de böyle bir çağırma sebebiyle inmişti. Onda Allah'tan başkasına ibâdet emrettiklerin­den dolayı cehâletleriyle tevbîh edilerek "Ey Câhiller" diye hitâb emredilmişti, burada daha ağır olarak "Ey kâfirler" diye hitâb emrolunuyor.

Kaadı Beydâvî de şöyle demiştir: Bunda ne küfre izin, ne de cihâddan men' vardır ki, kıtal âyeti ile mensûh olsun...

[855] Buna "en-Nasr Sûresi" ve "îzâ câe Sûresi" denilir. Ibn Mes'ûd'dan buna "et-TevdV Sûresi"de denildiği rivayet edilmiştir. Çünkü bunda Peygamber'in vefa­tına bir îmâ vardır, gelecek hadîsler buna delâlet etmektedir.

Yâ Muhammedi Seni gönderen Allah'ın nusratı ve fethi gelecek, hem sen insanların Allah'ın dînine fevc fevc girmeğe başladıklarını göreceksin. "Şübhe­siz biz rasûllerimize ve îmân edenlere hem dünyâ hayâtında, hem şâhidlerin di­kileceği gün herhalde yardım edeceğiz"(el-Mü'min: 51); "Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet edenler, işte onlar şübhesiz ki en çok zillete düşenlerin içindedirler. Allah şöyle yazmıştır; And olsun ki, ben elbette gâlib geleceğim, rasûllerim de. Şübhesiz Allah yegâne kuvvet sahibidir, mutlak gâlibdir" (el-Mucâdele: 20-21). "Ey îmân edenler! Siz Allah'a (yânî onun dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" (Muhammed: 7) buyurulmuştur. Sen Al­lah'ın Rasûlü olduğun ve tevhîd ve ihlâs ile Allah'a ibâdet ve ubudiyet edip sırf O'nun dînine sarıldığın, bu suretle mücâdele ederek ona yardım ettiğinden do­layı bunlar muhakkak olacak, işte bunlar gerçekleştiği vakit Rabb'ine hamd ile tesbîh et.

[856] Bunların birer rivayeti Namaz Kitabı, "Rükû1 ve sucûdda duâ ve tesbîh bâbı"n-da da geçmişti.

[857] Sûrenin Veda Haccı'nda, teşrîk günlerinde Minâ'da indiği rivayetine göre mü-fessirlerin çoğu bu nusrat ve fethi cinse hamletmişlerdir ki, bu ma'nâ Kevser'in verilmesinde beyân olunan ma'nâ gibi olarak "Bu gün size dîninizi kemâle er-dirdim ve üzerinizdeki nVmetimi tamamladım ve size dîn olarak müslümânlığı hoşnûd oldum" (el-Mâide: 3) buyürulan güne işaret olmuş olur. Buîzâhtan son­ra şu neticeye gelebiliriz ki, fetihten murâd yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp daha ziyâde kalblerin îmân ve İslâm'a fethi, açılması demek olur. Mek­ke fethi üzerine İslâm'ın derhâl yayılıvermiş olması, yirmi seneden beri Kureyş'in muhalefetinden dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalblerin İslâm'a açılıvermiş bulunmasıdır. Fethin mü'minlere dîn kapısının açılması ma'nâsına hamlolun-ması da kalbe çarpan ma'nâlardandır...

[858] Bu hadîsin bir rivayeti Mağâzî Kitabı, "Fetih günü peygamber'in konaklama yeri bâbı"ndan sonraki başlıksız bir bâbda da geçmişti.

Bu sûrenin inme zamanını ta'yînde iki görüş vardır: Bâzıları bunun Veda Haccı'nda teşrîk günlerinde indiğini söylemişlerdir. Bâzıları da sûrenin Mekke fethinden önce indiğini söylemişlerdir. Sûrenin "hâ" ile gelmesi de bunu İş'âr eder ve Rasülullah'ın mu'cizelerinden bulunur. Müslim, tbnu Ebî Şeybe ve İb-nu Merdûye, İbn Abbâs'tan: Bütün Kur'ân'da en son inen sûre "hâ câe nas-rullâhi"dİT dediğini rivayet etmişlerdir.

[859] Bunları "Tebbe"nin aslını ve tef'îFdeki ma'nâsını bildirmek için getirmiştir

[860] Bu hadîste sûrenin inme sebebi zikredilmiştir. "Ve onlardan ihlâsa erdirilmiş cemâatim... "fıkrası yâ "Aşîrateke"sözünün tefsiridir veya şâzzebir kıraattir. Hadîsin sonundaki "el-A'meş o gün böyle okudu" fıkrası, bunun Peygamber'­in çağırdığı günde kendisine karşı vuku' bulan şeyleri haber verme olup, İbn Abbâs'ın bu kıssaya erişmediği görüşünü kuvvetlendirmektedir.

[861] Bu da geçen hadîsin başka bir yoldan gelen rivayetidir.

Tebbet, "reöâft"masdarmdandır. "Tebâb", helak ve helake götüren hüs­ran, emeği boşa çıkıp muradına ermemek, yânî berbâd muvaffakiyetin zıddı olan haybet, yuf olmak, yuh olmak, berbâd olmak ma'nâlarına gelir. "Tebben le-hu", "Tebben leke" ta'bîrleri "Yuf ona", "Yuh sana" gibi kötüleme ve bed­dua yerinde kullanılır. Baş tarafta Buhârî, "Tebâb", "Husrân"; "Tedbîb", "Tedmîr", demektir, demişti. Râgib: "Tebâb" hüsranda devamlılıktır, demiş, müfessirlerin çoğu da helake götüren husrân veya helak demişlerdir.

[862] Bu da aynı hadîsin başka bir rivayeti olup burada kısaltılmış olarak getirdi.

[863] "Kansı da" -ki Harb'in kızı Ümmü Cemîle ve Ebû Sufyân ibnu Harb'in kız-kardeşi imiş. Yânî Ebû Leheb'İn yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe yaslana­cak.  "Hammâlete'l-hatabı",  "Karısı da odun hammâlı olarak cehenneme girecek". Bu ta'bîr, bir de "Koğucu, öteye beriye lâf götüren fesâdcı" ma'nâsı-na mecaz olarak mesel olmuştur.

Cîd, boyun demek ise de, "Unuk" gibi sâde boyun değil, bilhassa gerdan­lık gibi süslerle süslenmeye lâyık güzel boyunlar hakkında söylenir, onun için "Fî unikıhâ" denilmemiş, "Fî cîdihâ" buyurulmuştur.

"Mesed"den: Sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvratılmış, örülmüş, fitillisinden. Râgıb: "Mesed", hurma çubuklarından edinilir de me-sed olunur, yânî fitillenir, sağlam bükülüp örülür, lîftir demiştir. Yâhud cehen­neme giden kâfirlere hazırlanmış olan zincirler ve bağlardır (ed-Dehr: 4).

Ve işte o ateş babası Ebû Leheb, parlaklığına ve birtakım meziyetlerine rağ­men Allah'a ve Rasûlü'ne karşı küfür ocağı yakmak istediğinden dolayı, o ate­şe odun olarak böyle hüsran ve helake gitmiş ve kansıyle beraber bu suretle âleme mesel olmuştur.

[864] el-Fâtİha gibi, bu sûrenin de birçok adlan vardır. En meşhurları "Ihlâs" ve "Kul huve'llâhu ahad"dır. Bu sûre dînîn üssü'l-esâsı olan Tevhîd'i en hâlis ve en gü­zel surette ifâde ettiği için, buna "İhlâs" denilmiş olduğu gibi, *'Esâs"da denil­miştir. Allah "Kürsî Âyeti" ile bu "İhlâs Sûresi"nde olduğu kadar Kur'ân'dan başka hiçbir kitâbda, İslâm'dan başka hiçbir dînde, böyle güzel ta'rîf olunma­mıştır. Zâtında vücûdu vâcib, mutlak kemâli cami', ihtiyâcdan, şerîk ve nazîr-den münezzeh bir varlık olmasaydı hiçbirşey olamazdı. Hıssda ve akılda birbirleriyle birleştikleri görülüp duran bütün semâları, arzları ile âlem hep O'­nun birliğine delâlet eyleyen, hep O'nun varlığını ve birliğini bildiren âyetler ve deliller olarak yaratılmış ma'nâsına bu sûrenin mazmunu üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı buna "Tevhîd", "Tefrid", "Tecrid", "Necat", "Velayet", "Ma'rifet" Sûresi dahî denilmiştir. Çünkü bu sûrenin ma'nâsına ma'rifetle Al­lah tanınmış olur...

[865] Bunun bir rivayeti "Onlar: 'Allah çocuk edindi1 dediler, hâşâ..." (el-Bakara: 116) âyetinde geçmişti.

[866] İbn Enbârî şöyle demiştir: Lugatçiler arasında Samed: "İnsanların hacetleri ve işlerinde kendisine samed eder (yânî doğrudan doğruya maksûd ve matlûb edi­nerek müracaat ve iltica eyler) ve üstü yok seyyid" demek olduğunda ihtilâf yoktur.

Zeccâc da şöyle demiştir: Samed, "Sûded", yânî "Ululuk kendisinde son bulan, kendisine samd olunan, yânî herşey ona dayanır, onu maksad ve mercî' edinir olan"dır.

Alî ibn Ebî Talha, İbn Abbâs'tan şöyle rivayet eylemiştir: Samed, sûdedin-de kâmil olan seyyid, şerefinde kâmil olan şerîf, azametinde kâmil olan a'zîm, hilminde kâmil olan halîm, ilminde kâmil olan alîm, hikmetinde kâmil olan ha-kîm, velhâsıl şeref ve ululuk nevi'lerinin hepsinde ekmel olandır.

[867] ''Ve O'na, ancak O'nadır ki, hiçbir küfüv olmadı": Ne evvelinde doğuran bir sabıkı, en sonunda doğacak bir Iâhıkı olmadığı gibi, O'na kadr ve sânında be­raber olacak hiçbir veçhile hiçbir denk, ne zât, ne sıfatta hiçbir müsâvî hiçbir benzer; ne zıdlaşacak, ne birleşecek hiçbir eş, hiçbir şerik olmamıştır.

Gerek vâv, gerek hemze ile "Kufu"\ "Kufuv" ve "Kef" hepsi de aynı ma'nâda olup, birşeye kadr ve menzilette beraber, yânî müsâvî olan şeye denir ki, misil ve nazîr demektir.

[868] "Kuleûzu" emriyle başlayan bu "el-Felâk Sûresi" ile bundan sonraki "en-Nâs Sûresİ"ne, vâv'm kesresiyle "Muavvizeteyn" ve "Ihlâs"[a. beraber üçüne "Muavvizât" denilir, ki "Siğındırıcı sûreler" demektir. Rasûlullah bir rahat­sızlık duyduğu zaman ve her gece yatağına yatacağı sıra bu üç sûreyi okuyup ellerine üfleyerek başına ve yüzünden başlamak ile aşağıya doğru Ön ve arka­dan bedenine mesheder ve bunu üç kerre yapardı diye Sahîh'de Âişe'den riva­yet olunmuştur.

Muavvizeteynln ikisinin de beraber indiklerinde pek söz yoktur, yalnız Mek-kî mi, Medenî mi oldukları ittifakla tesbît olunamamış, bâzıları Mekkî, bâzıları Medenî demişlerdir.

İşte bütün bu zikrolunanlann şerrlerinden, o felâkın Rabb'ine sığınırım de, böylece o Allâhu's-samed'e sığın, çünkü hepsini yaratan ve hepsinin şerrinden koruyacak olan O'dur. Ve O'na öyle ihlâs ile sığınanlara O'nun hıfzı ve himâ­yesi va'd edilmiştir: "Allah en hayırlı koruyucudur. O rahmet edicilerin en merhametlisidir" (Yûsuf: 64).

[869] Muavvizeteyn hakkında İbn Mes'ûd'un bir tereddüdü nakledilmiş ise de, son­radan bu ihtilâf tamamen kalkarak, bu iki sûrenin Kur'ân camiasından bulun­duğunda sahâbîlerin icmâi vâki olmuştur. Bunun için bunların Kur'ân'da olduğunu inkâr etmek küfürdür. Rasûlullah bu sûreleri sabah namazı sünnetin­de de okumuştur.

[870] Hafız Hüseyin Küçük merhum, 1956 yılında İstanbul İmâm Hatîb Okulu'nda Kur'ân öğretmenliği yaparken "el-Kevser", "el-Kâfirûn"ve "Kuteûzu" Sûre­lerinin Mehmed Akif tarafından yapılmış tercümelerini bana yazıp vermişti.

[871] Bu da geçen hadîsin başka yoldan daha geniş bir rivayetidir.

el-Fâtiha ve el-Bakara'nın evveli ile el-İhlâs ve Muavvizeteyn, bu üç sûre­nin ma'nâ ve mazmunu düşünüldüğü zaman doğrudan doğruya ma'nâlar ara­sındaki insicam ve münâsebetler, evvel ve âhir arasındaki ahenk ve vahdet, fikrî ve beyânı silsile apaçık görülür. Bu ahenk ve tenâsüb bize Kur'ân sûrelerinin tertibi de vahiy ile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet ve isabetini gösterir...

Dîn günü selâmete ermek için doğru yola hidâyet talebi ilk maksad olduğu gibi, o yolda İnsanlık mertebelerinin en son kemâli olan Allah'tan bekaa saade­tine kavuşmak için de gizli açık her türlü vesveseden, reyb ve şübheden sakına­rak tam bir îkaan ile Allah Taâlâ'nm rubûbiyetine, melekûtuna, ulûhiyetine sığınmak maksadın sonu olduğunun hatime olarak beyân buyurulmuş olması şübheden âzâde olarak gösteriliyor ki, insanlığın saadet gayesi îkaan ile ittikaa-dır, güzel hatime onunladır, "Ve'l-âkıbetu Ül-muttakîn"<el-A'râf: 127, el-Kasas: 83)'dır. Ve işte "Lâ raybefîh" olan bu Ekmel Kitâb, böyle "Huden ül-muttaktn" olarak İndirilmiştir. Gereğince amel edenler de hep o güzel akıbete ermiştir. Ge­reğince amel de Allah'ın lutfu ve muvaffak kılmasıyledir. Bize düşen "îyyâke na'budu ve iyyâke nesteînu (- Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Sen'den yardım isteriz)" mîsâkıyle O'nu istemek, îkaan ve ihlâs ile O'na sığınmaktır (Hakk Dî­ni, VIII, 6431-6432).