|
Din Nedir?
Din, Allah tarafindan konulmus bir kanundur. Insanlara, yaratilis gayesini ve varolus
hikmetini bildirir. Yüce Rablerine karsi ne sekilde ibâdette bulunacaklarini ögretir.
Iyi ve faydali seyler yapmaya sevkeder, zararli islerden de alikoyar.
Din, insan aklinin kendi kendine sorup durdugu, "Ben kimim, nereden gelip, nereye
gidiyorum?" suâllerinin tatmîn edici yegâne cevab kaynagidir.
Din, imkânlarin tükendigi, ümidlerin söndügü yerde baslayan imkân yolu ve ümid
isigi, ilâçlarin dindiremedigi acilarin ilâci, yikik gönüllerin siginagidir.
Din; adâlet, iyilik, fedakârlik, dogruluk, fazilet gibi duygularin hayat menbai, insan
vicdanindaki inanma ihtiyacinin tam karsiligidir.
Insanlar, dinleri peygamberlerden ögrenmislerdir.
Peygamberler, vahiy yoluyla Allah'dan aldiklari dinî hükümleri, aldiklari sekliyle
insanlara bildirmislerdir. Bu bakimdan, dinlerin hakikî sahibi, Allah Teâlâ'dir.
Peygamberler ise dînin hükümlerini insanlara bildiren birer elçi durumundadirlar.
Dinler Kaça Ayrilir?
Islâm âlimleri dinleri baslica iki kisma ayirirlar:
1. Hak dinler.
2. Bâtil dinler.
Tek Allah'a îmani esas alan ve yalnizca O'na kulluk ve ibâdeti emreden dinlere Hak
dinler denir.
Hak dinler, Allah'in göndermis oldugu dinlerdir. Bu sebeble bunlara semavî dinler de
denir. Hak dinlere, temelini, Allah'in birligine îman ve sadece O'na ibâdet esasi teskil
ettigi için, Tevhid dini adi da verilir.
Allah tarafindan gönderilmemis, insanlarin kendilerinden uydurduklari, tek Allah'a îman
esasini tasimayan inanç ve fikirlere ise, Bâtil dinler denir.
Hak dinlerin bazilari, sonradan insanlar tarafindan bozulmus, içine dînin aslindan
olmayan hurâfeler ve bâtil inançlar konulmustur. Bu gibi, asli hak iken sonradan
bozulan dinlere, Muharref dinler denir. Yahudîlik ve Hiristiyanlik gibi... Bunlar
baslangiçta Hak din iken, sonradan içlerine hurâfeler ve tevhide aykiri fikirler
girmesiyle bozulmus ve birer muharref din olmuslardir.
Muharref dinler de, bâtil dinlerden sayilir.
Insanligin Ilk Dîni Hangi Dindir?
Insanligin ilk dîni, ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem Aleyhisselâm'a gönderilen ve
Allah'in bir oldugu inancina dayanan Tevhid dînidir. Sosyolojik arastirmalar da
insanligin ilk dîninin tevhid dîni oldugunu isbatlar mahiyettedir. Nitekim dinler tarihi
arastirmacisi ve sosyolog Schmidt, yeryüzünde en ilkel insan cemiyeti olan Pigmeler
üzerinde yaptigi arastirmalar sonucu, bunlarda "tek tanri inanci"nin oldugunu
ortaya koymustur. Schmidt'in bu tesbitleri, Durkheim'in, insanligin ilk dininin totemizm
oldugu yolundaki iddialarini çürütmüs, bu konudaki yaygin Batili kanâatleri yikmistir.
Insan Hayatinda Dinin Yeri Nedir?
Din inanci, insanla beraber dogmustur. Çünkü insanlik tarihinin hiçbir döneminde din
duygusundan mahrum bir millete rastlanamamaktadir. Nerede insan varsa, orada bir nevi
îman, ibâdet ve din duygusu görülmüstür.
Bundan anlasiliyor ki, din, insanligin yaratilisindan getirdigi fitrî ve zarurî ihtiyacidir.
Insanoglu vâr oldukça, din de vârolacaktir.
Filozof Auguste Sabatier bu konuda der ki:
"Diyânet, gayet kuvvetli bir agaç gibi, insaniyetin geçirdigi inkilâplarin
hepsinde hayatini muhafaza etmis ve edecektir. Zaman geçmekle, onun kaynagi kurumak söyle
dursun, bilâkis, gittikçe o menbain derinlestigini, genisledigini görmekteyiz.
Binaenaleyh, insan hayati diyânetle baslamis oldugu gibi, diyânetle kuvvet bulacak,
diyânetle nihayetlenecektir."
"Ben niçin dinliyim" suâlini nefsime sorar sormaz, su cevabi aliyorum:
Dindarim, çünkü baska türlü olmaya muktedir degilim. Dindar olmak, varligim ve
benligim için vazgeçilmez bir ihtiyaçtir."
Benjamin Konstan ise söyle der:
"Din, insanlik tarihinde en fazla hâkim olmus bir varliktir. Dinî hayat, tabiatimizin
degismez vasfi ve ondan ayrilmayan bir özelligidir. Insanin mahiyeti düsünülünce,
zihne derhal bir de din fikrinin gelmemesi mümkün degildir..."
Batili ilim ve fikir adamlarinin bu tesbitleri de gösteriyor ki: Insan fitraten
dindardir; din duygusu insan tabiatinin zarurî bir ihtiyacidir. Tarihin hiçbir devrinde
dinsiz, yani, inançsiz ve mâneviyatsiz bir insan olmamistir.
Dinin Fertlere ve Cemiyete Sagladigi Faydalar Nelerdir?
1. Insan, akil ve suur sahibi, varligi üzerinde düsünebilen bir canlidir. Nereden gelip
nereye gittigini, niçin yaratildigini, hayat yolunun onu nasil bir sonuca ulastiracagini,
vicdâniyla basbasa kaldigi zaman, kendi kendine sorup durmaktadir. Bu konuda tatmîn
olmak, içinde gelecege ait olarak beliren endiselerden kurtulmak, sükûnete ve iç
huzura ermek ihtiyacindadir. Bu huzuru, insan, ancak insanüstü bir hakikata inanip
baglanmakla bulabilir. Bu hakikati ise, ona ancak din verir ve ögretir.
2. Insanligin kendi dünyasinda maddeten ve mânen inkisaf etmesi, gerçek insanlik
mertebesine ulasmasi için de, din mutlaka gereklidir.
Bu hususu Bediüzzaman söyle ifâde eder:
"Nev'-i beserin ahvaline dikkatle bakilsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini,
vicdanin tekâmülünü, akil ve fikrin inkisaf ve terakkisini telkin eden, yani asilayan
seriatlardir. Vücud veren tekliftir. Hayat veren peygamberlerin gönderilmesidir. Ilham
eden dinlerdir. Eger bu noktalar olmasaydi, insan hayvan olarak kalacakti. Ve insandaki bu
kadar kemâlât-i vicdaniye ve ahlâk-i hasene tamamen yok olurlardi." (Isârâtü'l-I'caz).
Ayni konuda Ali Fuad Basgil ise söyle der:
"En âliminden câhiline kadar insan, nerden gelip nereye gittigini kendi kendine
soracak; insanüstü âlemlerden yüksek bir ideâl mesnedi ve bir hareket ve faaliyet
prensibi arayacaktir. Fakat bu aradiklarina ve sorduklarina dînin disinda -ne ilimde, ne
de felsefede- tatmin edici ve iç ferahlatici bir cevab bulamiyacaktir. Neticede ya dindâr
olup, dinî hakikatlere gönül baglayacak ve insan hayati yasayacaktir, yahut da
hayvanlasip, fizikî hisler ve bayagi zevkleriyle yasama yolunu tutacaktir. Bu yol,
insanligi uçuruma götürülecektir." (Din ve Lâiklik)
3. Din, cemiyet hayatini düzenleyici ve disipline edici olarak da, insanlik için
lüzumlu bir müessesedir.
* Dinî duygu, insandan hiçbir vakit ayrilmayan, onu daima murakabe altinda bulunduran mânevî
bir bekçidir. Bu bekçi, vicdanlar üzerinde son derece etkili oldugundan, hem insani
gizli âsikâr bütün fenaliklardan alikoyar, hem de her nevi iyiliklere sevkeder.
"Din, insan ihtiraslarini frenliyen en kuvvetli mânevî bir dizgindir."
* Din sayesinde Allah'in herseyi bilecegini, hiçbir seyin ondan gizlenemeyecegini idrâk
eden insanda kuvvetli bir irâde hâsil olur. Böyle kuvvetli irâde ve seciye sahibi kisilerden
meydana gelen bir cemiyette ise, âsâyis ve istikrar, nizam ve âhenk bulunur.
* Din her türlü ahlâkî fazîletin kaynagidir. Insanlik için dinin getirdigi ahlâkî
sistemin ehemmiyeti çok büyüktür. Aleksi Betran söyle der:
"Dindar kimselerde mevcut olan îman, ahlâk için pek kiymetli bir istinad
noktasidir."
Bir milletin ahlâkî yönden alçalmasi kadar müdhis bir felâket yoktur. Tarih boyunca
pek çok milletler, ahlâken tefessüh ettikleri için batmis, tarih sahnesinden silinip
gitmislerdir.
4. Dinsizlik, herseyden önce ahlâk fikrini yikar. Çünkü din olmadigi takdirde, ahlâk
için hiçbir yaptirici güç kalmadigindan, dinsizlik her türlü kötülügün yayilmasina
ve genislemesine ve neticede cemiyetin çökmesine sebeb olur.
Dinsizlik, ayni zamanda hukuk fikrini de ortadan kaldirir. Kendini herhangi bir ahlâkî
müeyyideye bagli hissetmeyen dinsiz insan, hiçbir hak ve hukuku yerine getirmez. Eline firsat
geçtiginde zulüm yapmaktan, gasbetmekten, her türlü kötülügü islemekten geri
durmaz.
"Maddeye tapan ve sehvetlerine esîr olan dinsiz insanda, insanlik seciyeleri
silinmekte; fazîlet, ferâgat ve fedakârlik yerine feci bir 'BOSVER' zihniyeti hâkim
olmaktadir. Bu zihniyet ise, bir cemiyet için felâkettir."
Islâm'in Disindaki
Dinlerin Geçerliligi Neden Kalkmistir?
Tarihin çesitli devirlerinde insanlara ayri ayri peygamberler ve dinler yollayan Allah
Teâlâ, son din olarak onlara Islâmi ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (asm) göndermistir.
Islâm'in gelmesiyle Yahudîlik ve Hiristiyanlik gibi eski dinlerin hükmü sona ermistir.
Bu, tipki, yeni bir kanun çikinca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkmasi
gibidir. Allah'in son dîni ve Ilâhî Kanunu Islâm gelince, eski dinlerin ve ilâhî
kanunlarin geçerliligi son bulmustur.
Islâm disinda kalan dinlerin yürürlükten kalkmasini gerektiren baslica sebebler
sunlardir:
1 - Her seyden evvel, eski dinler, yalnizca belli bir zamana ve belli bir muhîtin
insanlarina hitab ediyorlardi. Islâm ise, topyekû* bütün insanliga seslenmektedir. Dâveti
umumî ve mesaji cihansümuldür.
2 - Eski dinler, sadece kendi zamanlarinin insanlarini muhâtab almislardi. O zamanin
insanlarinin seciyeleri kaba ve mizaçlari vahsete yakindi. Ilimde, medeniyette, fikir ve
anlayista geri idiler. Ulasim ve haberlesme imkânlari, ibtidai bir haldeydi. Her bölgenin
kültürü, inanci, örf ve âdetleri farkli farkliydi. Karsilikli fikir ve kültür alisverisi
de oldukça zayifti. Bu yüzden, her muhîte ayri ayri peygamberler gelmesi, baska baska
dinler gönderilmesi zarureti vardi. Zaman geçip insanlik ilim, fikir, kültür ve
medeniyet yönünden büyük gelismeler kaydedince, eski mahallî dinler artik insanlarin
ihtiyaçlarina cevap veremez hale geldiler. Bunun üzerine Cenâb-i Hak da insanlara en
son din olan Islâmiyeti gönderdi.
Islâm dîni, 1400 yil evvelki dünyanin insanindan, bugünün ve yarinin modern insanina
kadar gelip geçen bütün insanliga hitab edebilme özelliginde olan bir dindir. Bu
bakimdan, kiyamete kadar hükmü bâki ve geçerlidir.
3 - Eski dinlerin, zamanla, içlerine hurâfeler, bâtil inançlar karismistir. Allah'in
birligine îman esasi, yani tevhid inanci kaybolmustur. Islâm ise, hâlâ ilk günkü
tazelik ve safligi ile, bozulmadan durmaktadir.
Netice olarak diyebiliriz ki:
Islâm'in disinda kalan dinler, geceleyin bir sokagi aydinlatan bir fener ve sokak lâmbasi
gibidir. Islâm ise, bütün dünyayi aydinlatan günes hükmündedir.
Günes dogduktan sonra, artik sokak fenerine hiç ihtiyaç kalir mi?
Günesin yaninda sokak lâmbasinin aydinliginin sözü olur mu?
Bâtil Dinler Nasil Ortaya Çikmistir?
Hz. Âdem'den (as) sonra, zamanin ilerlemesiyle bazi insanlar nefislerine ve Seytan'in
telkinlerine kapilarak tevhid inancindan uzaklasmis, Hak dîne yabancilasmis, bir takim
yanlis inançlara saplanmislardir. Böylece bâtil dinler ortaya çikmistir.
Insanlar Hak dinden uzaklasip bâtila saplandikça, Cenâb-i Hak onlara yeni bir Peygamber
ve yeni bir din göndermis, onlari tevhid inancina dâvet etmistir. Ancak insanlarin
sadece bir kismi bu dâvete uymus, diger kismi ise bâtil inançlarinda israr etmistir.
Hattâ bunlar Hakka dönmemekle de kalmamis, dönenlere zorla mâni olma, baski ve iskence
yapma yollarina bile basvurmuslardir. Böylelikle her asirda ve her devirde Hak dine
inananlarla inanmayanlar arasinda sürekli bir mücadele olagelmistir. Günümüzde de çesitli
isimler ve sekiller altinda bu mücadele sürmektedir ve kiyâmete kadar da sürecektir.
Son Din Hangisidir?
Insanligin son dini, tevhid dîni olan Islâm dînidir.
Ilim ve Din Arasinda Herhangi Bir Çatisma Söz Konusu mu?
Ilim, madde âleminin, hayatin ve özellikle insanin nasil vâr oldugunu inceler, bu
âlemde cereyan eden Ilâhî kanunlari bulup çikarir. Bu kanunlar sâyesinde insanligin
teknik ve medeniyette daha fazla ilerlemesine imkân hazirlar. Din ise, kâinatin ve madde
âleminin niçin yaratildigini ve yaraticisinin kim oldugunu ortaya koyar. Özellikle
insanin varliklar içindeki müstesna mevkiini, yaratilis gayesini ve bu dünyadaki
vazifesinin mahiyetini belirtir.
Su halde ilim ile din için: Varlik âleminin sir ve muamma kutularini açan iki anahtardir
denebilir. Biri, varliklarin yaratilis seklini, maddî
mahiyetini ortaya koyarken; digeri de yaratilis sebebini ve gayesini açiklamaktadir. Bu
bakimdan ortada birbirleri ile çatisan bir durum yoktur. Bil'akis birbirlerini tamamlama
söz konusudur.
Ilim ilerledikçe dinî görüslerin iflâs edecegini sananlar, bu noktada yanilmislardir.
Bil'akis, ilmin ileriye dogru attigi her adim, her yeni bulus, düsünen insanligi dinî
akîdelere biraz daha yaklastirmis ve Allah'in büyüklügünü biraz daha yakindan göstermistir.
Söyle ki:
"Kâinatta mevcut kusursuz bir nizamin dayandigi kanunlarin kesfinden ve bu
kanunlardan istifade yollarinin arastirilmasindan ibaret olan ilimler", bu muhtesem
nizami kuran ve isleten Allah'in varligina en kuvvetli bürhan ve sahidlerdir. O yüce
Yaratanin varligini, essiz kudretini inkâr etmek; ancak gözle görülen mevcut nizami
inkâr etmekle mümkün olur. Nizamin inkâri hâlinde ise, ortada ilim kalmaz.
Diger taraftan ilimler, Allah'in yarattigi varliklar âlemini incelediklerinden, yaratilistaki
hârikalari, ince hesap ve ölçüleri ortaya koymakta ve varliklar üzerinde tecelli eden
Ilâhî isim ve sifatlari meydana çikarmaktadirlar. Bu bakimdan, ilimlerin Allah'in
isimlerine ayna olduklarini ve herbir ilmin Allah'in bir ismine dayandigini ve hakikatini
o isimden aldigini söyleyebiliriz. Bu hususu Bediüzzaman söyle izah etmektedir:
"Her bir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatin, herbir fennin bir hakikat-i
âliyyesi [yüce bir hakikati] var ki, o hakikat bir ism-i Ilâhîye dayaniyor. Pek çok
perdeleri ve mütenevvi tecelliyati [çesitli tecellileri] ve muhtelif daireleri bulunan o
isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarim
yamalak bir surette nâkis bir gölgedir.
Meselâ: Hendese [geometri] bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehasi [ulasabilecegi
en son nokta], Cenâb-i Hakk'in ism-i Adl ve Mukaddir'ine yetisip hendese âyinesinde o
ismin hakîmane cilvelerini müsahede etmektir.
Meselâ: Tib bir fendir. Hem bir san'attir. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak'in
Sâfî ismine dayanip, eczahane-i kübrâsi olan rûy-i zeminde [yeryüzünde] Rahimâne
cilvelerini, edviyelerde [devâlarda] görmekle tib kemâlâtini bulur, hakikat olur.
Meselâ: Hakikat-i mevcûdattan bahseden hikmetü'l-Esyâ, Cenâb-i Hakk'in (Celle Celâlühû)
ism-i Hakîminin tecelliyat-i kübrâsini müdebbirâne, mürebbiyâne esyada,
menfaatlerinde ve maslahatlarinda görmekle ve o isme ve ona dayanmakla su hikmet
olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkilâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye
misillû dalâlete [sapikliga] yol açar.
Iste sana üç misâl! Sair kemâlât ve fünûnu [fenleri] bu üç misâle kiyâs
et." (Sözler)
Gerçekten de Bediüzzaman'in isaret ettigi gibi, ilim ve fenlerin hakikatinin Ilâhî bir
isme istinad ettigi görülmez veya görmezlikten gelinirse, ilmin ya inançsizlga yol açacagi,
veya faydasiz birer mesguliyet mahiyeti alacagi, günümüzde pek çok misalleriyle ortaya
çikmistir.
Iman Nedir?
Iman, lügatte, bir sey'e tereddütsüz inanmak ve kesin olarak, içten
ve yürekten baglanmak demektir.
Dinî mânâsi ise, Allah'in varligina, birligine, tereddütsüz inanmak ve Hz.
Muhammed'in (asm) peygamber oldugunu ve bize bildirdigi seylerin hepsinin hak ve dogru
bulundugunu, hiçbir sübhe duymadan kabûl ve tasdik etmektir.
Iman Kaç Kisma Ayrilir?
Iman iki kisma ayrilir:
1. Icmalî îman,
2. Tafsilî îman.
Icmalî Iman Ne Demektir?
Peygamberimizin Allah'tan alip haber verdigi seylerin hepsine birden, topluca inanmak
demektir.
Bir kimse, mânâsini bilerek ve kabûl ederek:
"Lâ ilâhe illâllah Muhammedün resûlüllah" dese icmalî olarak îman etmis
olur.
Bu cümleye Kelime-i Tevhid denir. Mânâsi sudur:
Lâ ilâhe illâllah: Allah'dan baska hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur.
Muhammedün resûlüllah: Muhammed (asm), Allah'in Resûlü ve Peygamberidir.
Tafsilî Iman Neye Denir?
Peygamberimizin Allah'tan haber verdigi seylerin herbirini delilleriyle bilip inanmaktir.
Diger bir ifadeyle, dinin zaruriyatini bütün tafsilât ve teferruâtiyla ögrenip tasdik
etmek demektir.
Dînin Zaruriyâti Nedir?
Dînin zaruriyâti, Âmentü'de yer alan 6 îman esasi ile dînin namaz, oruç, hac,
zekât gibi farz kildigi ibâdetler ve adam öldürmek, içki içmek, zinâ yapmak gibi
haram saydigi fiillerdir.
Bunlari, her Müslümanin teferruâti ile bilmesi ve inanmasi sarttir.
Âmentü Nedir, Âmentü'de Yer Alan Iman Esaslari Nelerdir?
Âmentü, her Müslümanin inanmasi, kabûl edip tasdik etmesi farz olan îman esaslarindan
ibarettir.
Âmentü'de yer alan îman esaslari 6'dir ve sunlardir:
1. Allah'a inanmak,
2. Meleklerine inanmak,
3. Kitablarina inanmak,
4. Peygamberlerine inanmak,
5. Âhiret gününe, öldükten sonra dirilmeye inanmak,
6. Kadere, hayir ve serrin Allah'dan olduguna inanmak.
Imani Dil Ile Söylemek de Lâzim
midir?
Dil ile söylemek imanin sarti degildir. Insan dil ile imanini itiraf etmese bile,
kalben inandiktan sonra mü'min sayilir. Ancak îmanini dili ile söylemeyen bir kimsenin
kalbindeki îmanini biz nasil bilecegiz? Bu sebeble, dil ile söylemek, kisinin îmani
hakkinda hüküm verebilmek ve öldügünde kendisine Müslüman muamelesi yapabilmek
için gereklidir. Bunun içindir ki îmanin rüknü, "kalb ile tasdik, dil ile ikrardir"
denilmistir. Burada îmanini dili ile söylemek aslî rükün degil, kisinin îmani
hakkinda hüküm verebilmek için gereken sarttir. Cemaatle namaz kilmak, dinî bir
vecibeyi yerine getirmek de, îmanini dil ile ikrar gibidir, hattâ ondan daha kuvvetli
bir alâmettir. Bu konuda Peygamber Efendimiz söyle buyurmuslardir:
"Sik sik camiye gittigini gördügünüz kimsenin îmanina sehadet ediniz. Çünkü
Allah Teâlâ, 'Allah'in mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman edip namaz kilan
ve zekât veren kimseler îmâr eder'
(et-Tevbe, 18) buyurmaktadir."
Dil ile ikrâr, îmanin temel sarti olmadigi için, bir zorlama durumunda veya buna benzer
bir mâzeret karsisinda kalben degil, sadece dil ile inancini inkâr etmek, îmana aykiri
söz söylemek dînen câiz olur. Böyle bir duruma mecbur kalan kimse îmandan çikmaz,
kalben tasdikini korudugu için de mü'min sayilir.
Nitekim Asr-i Saâdette Ashabdan Ammâr bin Yâsir, mâruz kaldigi agir baski ve
iskencelere tahammül edemiyerek imanini diliyle inkâr etmis, böylece ugratildigi
iskencelerden kurtulmustur.
Resûlüllah Efendimiz, onun bu hareketini tasvib etmis; kalb îman ile dolu iken, zor karsisinda
inkârin, bu îmana zarar vermiyecegini belirtmistir.
Amel ve Ibâdetin, Iman ile Alâkasi Nedir?
Amel, insanin inandigi seyleri yasamasi, dînin
emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladigi seylerden de kaçinmasi demektir. Amelin
îman ile yakindan alâkasi vardir. Insan önce bir sey'i benimser, dogruluguna inanir,
sonra da o inandigi sey'i yaparak yasar. Bununla beraber amel, îmanin bir parçasi
degildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi,
îmandan çikmis olmaz, inancini inkâr etmis sayilmaz. Sadece günahkâr olmus olur.
Ne var ki, amel ve ibâdet, kalbdeki îmani kuvvetlendirir, te'sirini artirir, insani kemâle
ve olgunluga ulastirir. Insanin inancinin geregini yapmamasi ise, imanin insan
davranislari üzerindeki müsbet te'sirinin zamanla kaybolup zayiflamasina yol açar.
Insan davranislari üzerinde îmanin te'sirleri zayifladikça menfî duygular, kötü
huylar, zararli arzûlar, günahlar, insanin his dünyasini kaplar. Bâzan bu hâl, onu
küfre, yani, îmanini kaybetmeye bile götürür.
Çünkü islenen herbir kötülük ve günah, dînin emirlerine zid her bir amel ve
hareket, kalbe isleyip îman *ûrunu lekeler ve siyahlandirir.
Peygamber Efendimiz bu duruma, su ifadeleriyle isaret buyurmuslardir:
"Bir günah isliyen kimsenin kalbinde, siyah bir leke hâsil olur."
Günahlar tekrarlandikça kalbdeki siyahlik artar, îmanin *ûru gitgide zayiflamaya yüz
tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararip katilasmasina, îman *ûrunun tamamen sönüp
kaybolmasina kadar devam eder.
Bunun içindir ki, "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var" denilmistir.
Insanlar Bu Dünyaya Nereden Gelmislerdir?
Insanlar bu dünyaya, ruhlar âleminden gelmislerdir.
Allah, insanlarin bedenlerinden evvel ruhlarini yaratmistir. Daha sonra her bir ruha ayri
bir beden elbisesi giydirerek onlari su dünyaya göndermistir.
Insanlar Bu Dünyaya Niçin Gelmistir?
Allah'a îman ve O'na ibâdet için gelmistir.
Kur'ân-i Kerîm'de bu hususta söyle buyurulur:
"Cinleri ve insanlari, ancak beni taniyip îman etsin ve ibâdette bulunsunlar diye
yarattim." (ez-Zâriyât, 56).
Insanlar Bu Dünyaya Ne Halde Gelirler?
Bütün insanlar, bu dünyaya Islâm fitrati üzere, yani, Müslüman dogarak gelirler.
Sonradan büyüyünce herbiri ya kendi akil ve iradesini iyiye kullanarak Islâm fitrati
üzere yasamaya devam eder, Müslümanca bir hayat sürerler... Veya menfî çevrelerin
te'sirinde kalarak, bu temiz fitratlarini degistirir, Islâm'in disinda bir hayat sürmeye
baslarlar. Bu hususa Peygamberimiz, bir hadîs-i seriflerinde su sekilde isaret
buyurmuslardir:
"Her dogan, Islâm fitrati üzere dogar. Sonra onu, anasi - babasi (yakin çevresi)
Yahudî, Hiristiyan ve Mecusî yapar."
Ne Zamandan Beri Müslümâniz?
Kâlû Belâ'dan beri Müslümaniz.
Kâlû Belâ Ne Demektir?
Allah dünyayi ve içindeki varliklari yaratmadan evvel, öncelikle gelmis ve gelecek bütün
insanlarin ruhlarini yaratmistir. Bunlari ruhlar âlemi denilen bir âlemde bir araya
getirmistir. Daha sonra hepsini birden huzurunda toplayarak kendilerine hitâben:
- Ben sizin Rabbiniz degil miyim? diye sormustur. Ruhlar da:
Evet, sen bizim Rabbimizsin, diye cevab vermislerdir. "Ancak sana ibâdet eder,
senden yardim dileriz" demislerdir. Iste bu konusmanin vuku' buldugu zamana, Kâlû
Belâ denir.
Allah daha sonra insan ruhunun bu sözünde ne derece samimî ve dogru oldugunu ortaya çikarmak
için, su dünyayi bir imtihan yeri olarak yaratmistir. Ve her bir ruhu ayri bir bedene
yerlestirerek, onlari belli zaman araliklariyla su imtihan meydanina göndermistir. Böylece
insanin önüne iki yol açilmistir:
Ya akil ve iradesini iyiye kullanarak Kâlû Belâ'daki gibi Allah'i Rab tanimakta devam
edecektir. Yahut da iradesini ve aklini kötüye kullanarak Rabbini ve Allah'ini inkâr
edecek, O'na kulluktan kaçacak, seytan'in yoluna sapacaktir.
Allah'a sonsuz sükürler olsun ki, biz Müslümanlar, Kâlû Belâ zamaninda Rabbimize
verdigimiz sözde duran kimseleriz. Insâallah son nefesimize kadar da bu sözümüzde
durmaya devam edecegiz.
Allah'a Iman Ne Demektir?
Allah Teâlâ'nin varligina ve birligine inanmak ve O'nu sifat ve isimleriyle güzelce
tanimaktir.
Allah'a îman, bütün dinlerin temelidir. Allah'a inanma, O'na dayanma ve ibâdette
bulunma ihtiyaci, insanda yaratilistan vardir. Bu duygu, insanla beraber dogmus ve her
devirde de olagelmistir.
Allah'in varliginin delillerinden biri de budur. Çünkü fitrat yalan söylemez. Insan
fitratinda, madem, bir yüce Yaraticiya inanip dayanma, O'na ibâdet etme, yalvarip
dileklerine karsilik bulma ihtiyaci vardir; öyleyse o yüce Yaradanin vâr olmamasi mümkün
degildir. Bu, fitratin inkâri demek olur. Baska hiçbir delil olmasa bile, bu fitrat ve
vicdan delili, Allah'in varligini anlamamiz için kâfi bir isiktir.
Aslinda, Allah'i inkâra yeltenenler bile, baslari dara geldigi zaman yine Allah'a yönelmek,
O'ndan yardim dilemek zorunda kalirlar. Fakat darliktan kurtulur kurtulmaz yine eski
hallerine dönerler. Bunun misalerini pek çok görmüs ve duymusuzdur. Bu hususa Kur'ân-i
Kerîm su sekilde isâret buyurmaktadir:
"Insana bir zarar dokundugu zaman, yan üstü yatarak, yahut oturarak veya ayakta
iken bize yalvarir. Fakat ondan (ilticâsina sebeb olan o) zarari kaldirdigimiz zaman,
sanki kendine dokunan bir zarardan dolayi bize yalvaran o degilmis gibi hareket eder.
(Eski sapikligina devam eder.)" (Yûnus, 12).
"Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs ile Allah'a yalvarirlar, fakat
kendilerini karaya çikarip kurtardigimizda, hemen sirk kosarlar." (el-Ankebût, 65).
Allah'a Imanin Insan Hayatina Te'sirleri Nelerdir?
Allah'a inanan ve O'na sevgiyle baglanan insanin mânevî
ufku kâinat kadar genis, huzûru ve nes'esi Cennet bahçesi gibi daima taze ve
ölümsüzür.
Gözlerinde îman nuru parlar, sözlerinde hakikat, sevgi ve nes'e çaglar.
Is ve hareketlerinde ahlâk, vekar ve isabet göze çarpar.
O, insanlari hilkat itibariyle kardesi bilir, onlara lütuf ve merhamet gözüyle bakar.
Sefkatlidir, insanlarin dertlerine bir karsilik beklemeden kosar. Boynu büküklerin
gönlünü alir, yetimleri bagrina basar.
Kâinatla ve içindeki varliklarla ünsiyet içindedir. Tanis gibidir. Hiçbir hâdise,
onu korkutmaz, gözünü yildirmaz. Kalbindeki îman kuvveti ile kâinata bile meydan
okuyabilir.
Allah'in kendisine bahsettigi nimetlerden O'nun iradesine uygun sekilde faydalanir ve
tadar. Ölümden korkmaz. Zira, ölümü bir hiçlik ve yokluk kuyusu degil, hakikî hayatin
ve ebedî saadetin baslangiç kapisi kabûl eder.
Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah'in rizâsi ve izni
dairesinde yer, içer ve rahatla yasar. Misafirlik müddeti bitince de bu misafirhaneden
huzurla ayrilip ebedî mekânina gider.
Allah'a inanan ve sevgiyle baglanan kimse, inançsizligin verdigi korkunç izdirap ve
elemlerden kurtulur.
Allah'a inanan kimsenin, kendine de, baskalarina da hiçbir zarari dokunmaz. Kanunun
olmadigi yerlerde bile Allah'in onu her an gördügü inanci, isledigi kötülüklerin
cezasiz kalmayacagi korkusu, onu kötülüklerden alikor. Degil kötülük, bil'akis
elinden geldigince herkese iyilik yapmaya, faydali olmaya çalisir.
Ruhunu iyi düsüncelerle doldurur, yüksek ahlâka erer, içinden kötü hisleri kovar.
Allah'a inanmak ve O'na baglanmak, insani ayni zamanda gerçek hürriyetine kavusturur.
Zira her sey'in Allah tarafindan yaratildigini bilen insan, yaratiklara degil, yaratana
kul olur. Mahlûkattan degil, Hâlikdan korkar. Yalniz Allah'a güvenir, dayanir, O'ndan
ister, O'na siginir. Kula kul olmaz. Kimseye el açip dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.
Allah Sevgisi ve Allah Korkusu
Islâm'in insanlara ögrettigi ilâhî esaslardan biri de, Allah'i sevmek ve O'ndan
korkmaktir.
Mü'min; nimeti, lütfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karsi büyük bir sevgi ve hürmetle
baglanacak, O'nun rahmet ve merhametinin her sey'i kusattigini düsünecek, ne kadar
günahkâr olursa olsun, O'nun afvindan ümidini kesmiyecektir. Yüce Allah'in rahmet,
sevgi ve sefkati sonsuz ise de, bunun yaninda kahr ve azâbinin siddetli oldugunu da
unutmayarak O'ndan korkacak, gazabindan emin olmayacaktir.
Korkunun ifratindan yeis, yani, ümidsizlik dogar. Pek fazla ümidlenmek ise, insani
gaflete atar ve âkibeti umursamamaya götürür. Bu bakimdan Allah'in azâbindan emîn
olmak da, rahmetinden ümîd kesmek de dînimizde yasaklanmistir.
Su halde mü'minin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile ümid arasinda O'na lâyik bir kul
olma heyecaniyle çarpmalidir.
Kur'ân-i Kerîm'de mü'minlerin bu vasfina su sekilde dikkat çekilmektedir:
"Mü'minler, Allah'in rahmetini umarlar ve azâbindan da korkarlar..." (el-Isrâ,
57).
"Allah'a korku ve ümid içinde dua ediniz" (el-A'râf, 56) buyurulmaktadir.
Imanin kemâline delâlet eden bu hâle beyne'l-havf ve'r-recâ, yani, korku ile ümid
arasinda olma hâli adi verilir.
Gerçekten de Allah'a olan îmanin kemâli, sadece Allah'i sevmek veya sadece O'ndan
korkmakla gerçeklesemez. Ikisinin bir arada bulunmasi gerekir. Insan, sevginin verecegi
nazlanma ve simarikliktan ve rahmetine güven duygusunun sevkedecegi taskinlik ve itâatsizlikten,
ancak Allah korkusu ile kurtulabilir...
Sadece korkunun verecegi ye's ve ümidsizlik halinden insani kurtaracak da, Allah sevgisi,
rahmetinin genisligine ve afvinin sonsuzluguna olan inançtir. Bu sebeble "Hayrin
basi Allah sevgisi; hikmetin basi da Allah korkusudur" denilmistir.
Aslinda, Allah'a olan sevgi kadar, O'ndan korkmak da son derece tatli ve zevkli bir
haldir...
Allah korkusunda nasil bir lezzet ve ruhî haz oldugu su sekilde izah edilmistir:
"Ârif-i billâh, aczden, mehafetullah'dan (Allah korkusundan) telezzüz eder. Evet,
havf'da (Allah korkusunda) lezzet vardir. Eger bir yasindaki bir çocugun akli bulunsa ve
ondan suâl edilse, "En leziz ve en tatli hâletin nedir?" Belki diyecek:
"Aczimi ve za'fimi anlayip validemin sefkatli sinesine sigindigim hâlettir..."
Halbuki bütün vâlidelerin sefkatleri ancak bir lem'a-i tecellî-i rahmettir (Allah'in
rahmetinin küçük bir tecellîsidir).
Onun içindir ki kâmil insanlar, aczde ve havfullah'da öyle bir lezzet bulmuslar ki
kendi havl ve kuvvetlerinden siddetle teberrî edip Allah'a acz ile siginmislar, aczi ve
havfi (korkuyu) kendilerine sefaatçi yapmislar..." (Sözler)
Allah'i sevmek ve O'ndan korkmak hususunda Peygamberimiz de söyle buyurmuslardir:
- "Mü'min kimse, Allah'in azab ve ikabinin miktarini bilseydi, hiçbir kimse Cenneti
ümid etmezdi. Kâfir de Allah'in rahmetinin ne kadar çok oldugunu bilseydi hiç kimse
O'nun rahmetinden ümid kesmezdi."
- "Cennet size ayakkabinizin bagindan daha yakindir, Cehennem de böyle..."
- "Sagilan süt memeye girmedigi gibi Allah korkusundan aglayan kimse de Cehenneme
girmez. Allah yolunda çarpisirken husule gelen tozla Cehennemin dumani birlesmez."
- "Allah katinda iki damla ve iki izden daha sevimli bir sey yoktur.
Iki damla:
* Allah korkusundan dolayi gözden akan yas,
* Allah yolunda dökülen kan damlalaridir.
Iki iz'e gelince:
* Allah yolunda alinan yara izleri ile,
* Allah'in farzlarinin birini îfa ederken husûle gelen eserlerdir."
- "Herhangi biriniz ölürken Allah'a hüsn-i zan etmeksizin (afv ve magfiret
edecegini ummaksizin) ölmesin." |