SÖZÜNE SADIK OLMAK İMANDANDIR
MÜBAREK EROL
Verdiği sözde durmak, ahdine vefa göstermek, anlaşmalarına sadık olmak,
insanı insan eden en belirgin vasıflardandır. Doğruluktan ayrılanlar,
söz verip aldatanlar, anlaşmalarla güvendirip ardından yüz üstü
bırakanlar, insanlıktan nasibi kıt zavallılardır.
Ahit öyle büyük, öyle önemlidir ki, dünya bir söz, bir ahit üzerine
döner. Tevhid eden, dosdoğru olan ve her zaman doğruluğu emreden bir söz
üzerine. Bu sözün tutulmadığı, ahdin bozulduğu yerde ise her şey bozulur.
Ne göklerde, ne yerde ne de insanda huzur kalır. Her şey temelinden
sarsılır.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Verdiğiniz sözü yerine getirin. Sözlerinizden
elbette sorumlusunuz. (İsra, 34). Vaadinden cayan, verdiği sözden dönen,
sözleri yalan olan kimse Allah'a isyan, insanlığına ihanet etmiş olur;
münafıklar güruhuna katılır. Ahirette de münafıklarla birlikte azap
görür.
Ecdadımız, Var ikrar verme, öl ikrarından dönme! demişler. Yani iyice
düşünmeden, yapabileceğinden emin olmadan bir söz verme. Lakin bir kez
söz verdi isen, sonunda ölüm olsa da dönme. Kaç iş, sonu ölüm bile olsa
yapılır? İşte söz böyledir. Ashab-ı Güzin, gerektiğinde ölmek üzere
Rasulullah s.a.v.'e biat etmiş, söz vermiş ve niceleri sözleri uğruna
şehit olmuşlardır.
Ahde vefa, Allah yolunun şiarı, temel kuralıdır. Müslümanlığımızın
işaretidir. Yalancılığın, ihanetin Allah yolunda işi yoktur. Cenab-ı
Mevlâ kullarından yalnızca doğruluğu ister: Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol! Seninle beraber tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Ve aşırı
gitmeyin (Allah'ın sınırlarını aşıp doğruluktan ayrılmayın). Muhakkak ki
O, bütün yaptıklarınızı görür. Zulüm yapanlara da yakınlık göstermeyin
ki, size de ateş dokunmasın. Ve sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur.
Sonra size kimse yardım edemez. (Hud, 112-113)
Dünya menfaati için yalan sözle, hileyle, kandırmayla kazanç elde
ettiğini zannedenler, aslında önce kendi nefslerine en büyük vefasızlığı
yapmaktadırlar. Belki emeklerinin karşılığını alacak, dünyada mal-mülk,
makam-mevki sahibi olacaklardır. Fakat bütün kazanacakları buraya
kadardır. Çünkü emekleri batıldır. Doğruluktan ayrılanların ebedi
saadetten nasipleri yoktur.
İnsanın birinci görevi ahdine vefadır. Çünkü insan bu dünyaya gelmeden
önce Cenab-ı Mevlâ'nın huzurunda durmuş ve Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? sualine Şüphesiz sen bizim Rabbimizsin. (Araf, 172) diyerek
Allah'ın kulu olduğunu ikrar etmiştir. Her insanın fıtratında bu şuur
vardır. Rabbine yöneldikçe insanın huzur bulması da bu fıtrî ahdine uyum
göstermiş olmasındandır. İnsan her yalan söylediğinde, vefasızlık
ettiğinde, doğruluktan ayrıldığında, yaratılışında mevcut olan doğruluk
vicdanını sızlatır. Durum böyle iken doğruluktan ayrılması, öncelikle
kendine büyük zulümdür.
Din-i Mübin'in esası imandır. İman da vefakârlığın bir sonucudur. Zira
vefakâr, ruhlar aleminde Rabbimiz'i tasdik ve ikrara bu dünyada sadakat
göstermektedir ve bu vefa bütün hayata yansımakta, müslümanın güzel
ahlâkı ortaya çıkmaktadır.
Müslüman önce Hakk'a karşı samimidir. Bu samimiyet, onun insanlara da
niyet ve hareket olarak samimi yaklaşmasını, doğru sözlü ve dürüst
olmasını sağlar. Aksi halde kalbî bir problemin mevcudiyeti söz
konusudur ki, bir an önce şifa için gayret göstermek lazımdır.
Vefa, peygamberlerin, velilerin en belirleyici özelliklerinden olup,
beşeri hayatı yüce bir seviyede taçlandıran manevi bir sıfattır. Bu
itibarla bazı müfessirler, İslâm'ı dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten
sonra, Allah Tealâ'nın kaza ve kaderine teslimiyet ve vefa olarak tarif
etmişlerdir.
Vefakâr kullar, ateş parçası olan nefslerini adeta bir gül bahçesine
çevirmişlerdir. Bu öyle bir bahçedir ki, içinde iman, zikir, irfan,
lütuf çiçekleri yetişir ve amel-i salih ırmakları akar. Böyle bir
gönülün mükafatı da kendi haline uygun olur ki, bu Cennet-i Alâ ve
Cemalullah'dır. Böyle gönüllerin önünde ateşler bile vasıflarını
değiştirerek gülistana dönerler. Nitekim Allah'ın halili Hz. İbrahim a.s.
Nemrut tarafından ateşe atıldığında, Mevlâ'nın emriyle ateş, Hz.
İbrahim'e serinlik ve selamet olmuştur. Zira ...çok vefakâr olan
İbrahim... (Necm, 37), nefs ateşini söndürmüş, Cenab-ı Hakk'a samimiyet
ve sadakatini göstermişti.
Cenab-ı Mevlâ'ya vefalı olanlar, bunun sonucunda Allah'ın kullarına
karşı da vefalı olurlar. İlâhi ahde vefa bütün hayata yansır. Fahr-i
Cihan s.a.v. Efendimiz Mekke'nin fethinden sonra orada on beş gün
kalınca, Ensar, Hz. Peygamber'in bir daha Medine'ye dönüp
dönmeyeceğinden endişe etmişlerdi. Onların bu tedirginliğini sezen Hz.
Habib-i Edip s.a.v. de, Öyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım. Ben
sizin memleketinize hicret ettim. Hayatım hayatınızdır. Ölümüm de sizin
yanınızdadır. buyurmuşlardır.
İlk ünsiyet ve onun neticesi olan vefa, Cenab-ı Hakk'adır. Zira ilk
ahdimiz O'nunladır. İnsan, kulluğunu hayatı boyunca en güzel şekilde
devam ettirmekle vefasını göstermiş olur. Sadece dil ile ikrar bu
vefakârlık için yeterli değildir. Bunun doğurduğu bir takım aklî ve
vicdanî sorumluluklar vardır. Bunlar da ancak Allah'ın emirlerine riayet
ve yasaklarından kaçınmakla gerçekleşir.
Rabbimiz'e karşı vefadan sonra en ulvî ve en gerekli vefa, alemlerin
sultanı Habib-i Kibriya s.a.v.'e olan vefadır. Cenab-ı Mevlâ'dan
ümmetinin selameti için feryad eden O'dur. Allah'ın kulları ateşe
düşmesinler diye binbir zorlukla dolu bir hayata razı olan O'dur.
İnsanların hidayetine vesile olmak için gösterdiği çabadan dolayı Rabbül
Alemin tarafından neredeyse kendini parçalayacaksın diye uyarılan
O'dur. O'na vefa, Sünnet-i Seniyye'sine sıkıca sarılmaktır.
Fahr-i Alem s.a.v.'e bu bağlılık ve vefa ümmeti içinde öyle derecelere
ulaşmıştır ki, mübarek saç ve sakallarından, ayak izinin bulunduğu
taşlara kadar her emaneti baş tacı edilmiştir. Tebliğ ettiği dinimizle
birlikte, hırkasından asasına, kılıcından mühr-ü şerifine varıncaya dek
günümüze kadar gelen bütün emanetlere ecdadımızın göstermiş olduğu
itina, hürmet ve vefakârlığın eşsiz örneği olmuştur.
Her mümin, din büyüklerine karşı da vefasını göstermelidir. Rabbimiz'in
emir ve yasaklarını, güzel ahlâkı, ilmi, bizlere kadar ulaştıran İslâm
büyüklerimiz, rabbanî alimlerimizdir. Cemiyetler onların irşad ve
talimleriyle istikamet bulur ve manevi alemlerini tezyin ederek, ahirete
hazırlanırlar.
Ana ve baba hakkı da üzerinde çok durulan, çok önemli hususlardandır.
Onlara hizmet, güzel söz ve ikram, evlatların en büyük vefa borcudur.
Ana-babadan sonra hısım ve akraba muhabbeti ve onlara vefa gelir.
Akrabalık iki çeşittir. Biri bütün müslümanlar arasındaki iman ve
fazilet akrabalığıdır. Diğeri ise kan bağı ile akrabalıktır. Akrabalarla
ilgiyi kesmek kötü, çirkin ve günahtır.
Bilinmelidir ki, Cenab-ı Mevlâmız'ın gazabına uğrayan nice kavimlerin
helâk olma sebebi, Hakk'a verdikleri sözde durmamaları, ahdlerine vefa
göstermemeleri olmuştur. Ahde vefa etmek insanlık borcu ve gereği iken
buna yanaşmadılar. Böylece idrak ve iz'andan mahrum kalarak helâk
oldular. Onların halleri, görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret
dersi, müttakiler için de bir öğüt vesilesi kılındı.
Rabbimiz bizleri ahdine vefa gösteren salih kullarından eylesin.
Kaynak: Semerkand dergisi, 10/2004
|