PEYGAMBERLERİN KADİM MİRASI: HAYÂ
EBUBEKİR SİFİL
İnsanın özünden uzaklaştığı, kendine yabancılaştığı ve insanlık
hasletlerinden birer birer koptuğu bir zaman diliminde, bize kendimizi
hatırlatan bir kavram olarak öne çıkıyor hayâ...
Sahip olduğu geniş ve derin anlam çerçevesi üzerinde duracağımız bu
kavramın, günümüzde çağrıştırdığı tek anlam utanmadır ve o da bir
kişilik arızası olarak algılanmaktadır.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın kendisini başkalarına ispat
etmesi, toplum tarafından beğenilip takdir görmesi, kıyafetinden
yeteneklerine ve hatta vücuduna kadar nesi varsa her şeyini büyük bir
cesaretle sergilemesi, teşhir etmesi, başkalarını geride bırakarak öne
geçebilmek için hak-hukuk tanımadan her fırsatı değerlendirmesi
özendiriliyor.
Böyle yapanlar paraya, şöhrete, konfora ve her türlü maddi imkana
kestirmeden ulaşıyor; toplumun önüne örnek olarak konuyor.
Günümüz toplumlarına hakim olan değer yargılarının dayattığı bu hayat
tarzı, şüphesiz ki ancak ar damarını çatlatmakla mümkündür. Modern
hayat tarzında kişi ne kadar arsız ise, işinde ve mesleğinde o kadar
başarılı oluyor.
Talebenin hocadan, küçüğün büyükten, gencin yaşlıdan... hayâ etmesinin
medeniliğe aykırı görüldüğü bir hayat tasavvurunda, tabiatıyla
yaratılanın Yaratıcı'dan hayâsı da söz konusu olmayacaktır.
Tıpkı zühd, takva, güzel ahlâk vb. gibi hayâ da imandan gelir.
İmandan kaynaklanan hasletlere adeta savaş açmış bulunan modern hayat
tarzı, elbette bütün peygamberlerin ortak özelliği ve mirası olan hayâyı
da hayatın dışına itecektir.
Hayâsını kaybetmiş bir insanın, diğer dinî hasletleri yaşatamayacağı
açıktır. Zira bir müslüman için hayâ, müslümanlığın en temel
göstergesidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz bu gerçeği;
Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı da hayâdır. (İbn Mâce:
Muvatta) buyurmak suretiyle dile getirmiştir.
Hayâ nedir?
Sözlüklerin utanma, çekinme, vaz geçme, tevbe gibi anlamlara geldiğini
söylediği hayâ, peygamberlerden (hepsine salât ve selam olsun) tevarüs
edilen en temel insanlık ölçülerinden biridir.
Kur'an'da da bu kavramın türevleriyle üç yerde geçtiğini görüyoruz:
Bakara, 26, Kasas, 25, Ahzab, 53... A'raf Suresi'nin 26. ayetinde geçen
libâsu't-takvâ (takva elbisesi) ifadesinin, insanın ruhunu bezeyip
ahlâkını güzelleştiren ve koruyan hayâ anlamına geldiği, hemen bütün
müfessirler tarafından ifade edilmiştir.
Günlük dilde genellikle utanma anlamında kullanıldığı halde, hayânın
bundan çok daha geniş ve derin anlam boyutlarına sahip olduğunu
vurgulamamız gerekiyor. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in, Allah'tan
hakkıyla hayâ edin buyruğuna Sahabe'nin (Allah onlardan razı olsun),
Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a hamdolsun; biz Allah'tan hayâ ediyoruz
demesi üzerine şu çarpıcı ifadeyi kullanması hayânın anlam ağırlığını
açık biçimde göstermektedir:
Kasdettiğim bu (sizin anladığınız) değil
Allah'tan hakkıyla hayâ
etmek, başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini
muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti
dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını
dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa,
Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur. (Tirmizî)
Bu hadiste geçen başı ve onun taşıdıkları ifadesinden maksat, başta
bulunan göz, kulak, dil gibi maddi ve zahirî; hafıza, hayal, tefekkür
gibi manevi hassalardır. Karnı ve onun ihtiva ettikleri cümlesinden
kasıt ise, kalp, mide, cinsel organ, el, ayak gibi zahirî ve batınî
organlardır.
Müslümanca hayatın temeli
Bu nebevî uyarı bize, hayânın aslında müslümanca yaşamanın temeli
olduğunu öğretiyor. İnsan, bütün benliğini, maddi ve manevi varlığını
hayâ duygusu ile donatmak suretiyle yüzü ahirete dönük bir hayat
yaşamadıkça, Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmiş sayılmayacaktır.
Hayânın utanmayı da ihtiva etmekle birlikte, müslüman için, onun çok
ötesinde bir ağırlık ve fonksiyona sahip olduğuna dikkatimizi çeken bir
diğer peygamberî ihbarda da şöyle buyurulur:
İman yetmiş küsur (bir diğer rivayette altmış küsur) şubedir. Hayâ da
imandan bir şubedir. (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn
Mace)
Şu halde hayânın, imanın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve imandan
kaynaklandığını söylememiz gerekiyor. Dikkat edilirse görülecektir ki,
modern hayat tarzının dayatmalarına direnemeyen insanın ilk kaybettiği
haslet hayâ olmaktadır. Hayâ duygusunu kaybetmeden, bir kimsenin Allah
Tealâ'nın çizdiği sınırları dışına çıkmayı göze alması mümkün değildir.
Peygamberlerin önderi s.a.v. bu gerçeği şöyle ifade buyurmuştur: İlk
nübüvvet sözlerinden insanlığa ulaşan öğütlerden biri şudur: Eğer hayân
yoksa, dilediğini yap! (Buharî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel, Taberanî,
İbn Hibban)
Ulema bu hadisi açıklarken şöyle der: Gerçek hayâ, Allah Tealâ'dan
utanmak ve yapıldığı takdirde ayıplanılacak şeylerden kaçınmakla elde
edilir. Bunun aslı da İslâm'a göre değerli olmayan şeyleri (mâlâyânîyi)
terk ve anlamlı, değerli şeylerle iştigal etmektir. Kim bu söyleneni
yerine getirirse, Allah Tealâ ona gerçek hayâya ulaşmayı kolaylaştırır.
Hayânın birçok mertebesi vardır. En üst mertebesi, kişinin, zahirde ve
batında Allah Tealâ'dan hayâ etmesidir. İşte bu, kişiye müşahede makamı
kazandıracak olan murakabe makamıdır.
Bu anlamdaki bir diğer hadiste de şöyle buyurulur: Dört haslet
peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak
kullanmak ve evlenmek. (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)
Şu halde hayâ, peygamberlerin insanlığa kadim bir mirasıdır. Ve ancak
onlara inananların şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak tebarüz
eder.
Cenab-ı Allah'tan ve meleklerden utanmak
Efendimiz s.a.v.'in, bütünüyle hayr olarak nitelendirdiği hayâ
duygusunun canlı bir timsali olarak, kendisinin de yüksek bir hayâ
duygusuna sahip olduğunu (Buharî) ve evinde oturan bir genç bekâr kızdan
daha hayâlı olduğunu görüyoruz (Buharî, Müslim).
Hayâ timsali olmakla diğer sahabîlerden ayrılan Hz. Osman r.a., bu
özelliği sebebiyle Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in özel itinasına
mahzar olmuştur. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhuma) yanına girdiğinde
normal oturuşunu değiştirmediği halde, Hz. Osman r.a. yanına girdiğinde
toparlandığını görenler, bunun sebebini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
Meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden benim hayâ etmemem doğru
olmaz. (Müslim, Ahmed b. Hanbel)
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan ortaya çıkan odur ki, hayâ,
sadece utangaçlık olmadığı gibi, sadece başkalarına karşı izhar edilen
bir duygu da değildir. Temeli iman olan hayâ, en başta Allah Tealâ'ya
karşı gösterilir.
Bu noktada İslâm'a özgü bir diğer kavramla karşılaşıyoruz: Mürüvvet...
İslâm uleması mürüvveti, açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi
gizli olarak da yapmamak olarak tarif etmiştir. Şu halde İslâm'ın
çizdiği çerçeve içinde ahlâkî ve ruhî olgunluk ancak kâmil anlamda hayâ
duygusuna sahip olmakla elde edilebilir.
Hud Suresi'nin, Bilin ki onlar Kur'an okunurken gizlenmek için iki
büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründükleri halde bile Allah
onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü O, kalplerde
olanı bilendir. mealindeki beşinci ayetinde kimlerin kastedildiği İbn
Abbâs r.a.'a sorulduğunda şöyle demiştir:
Burada anlatılan kimseler, helada avret yerlerini açtıklarında o
durumlarının semaya ulaşmasından, hanımlarıyla birlikte olma esnasında
soyununca çıplak hallerinin semaya ulaşmasından korkup hayâ eden (ve
hicap duyan) kişilerdir. (Buharî)
Buradaki semaya ulaşmak tabirinden maksat, meleklerin o duruma muttali
olmasıdır. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in şu beyanı bu noktayı
açıklığa kavuşturmaktadır: Çıplaklıktan sakının! Zira sizin yanınızda
sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan
melekler vardır. Onlardan hayâ edin, onlara karşı saygılı olun.
(Tirmizî).
Utangaçlık hayâ mı?
Din-hayâ ilişkisi konusunda akla şöyle bir soru gelebilir: Acaba hayâ
duygusu insanın bir kişilik özelliği olarak yaradılışında mı mevcuttur,
yoksa ona dinin kazandırdığı bir haslet midir?
Bu soruya cevap olarak şunları söyleyebiliriz: Her ne kadar bazı
insanlar yaratılış olarak utangaç iseler de, onlardaki bu duygu, dinin
arzu ve itibar ettiği sınırlar çerçevesinde şekillenmedikçe makbul
değildir. Din'in makbul saydığı hayâ, sadece insanlar karşısında değil,
Allah Tealâ'ya, meleklere ve diğer mahlukata karşı da yaşatılması
gereken bir duygudur.
Şu halde dinimizin itibar ettiği hayânın, imana, niyete ve bilgiye
dayalı olması gerektiğini söylemeliyiz. Aksi halde hayânın imandan
olduğunu ifade eden nebevî haberi doğru anlamamız mümkün olmaz. Nefsiyle
baş başa kaldığında hayâ duygusuyla bağdaşmayan işler yapabilen ya da
böyle yapmasa bile niyetini halis kılmayan bir kimsenin utangaçlığının,
İslâm'ın aradığı hayâ olmadığı açıktır.
Hayâ duygusunun kalbî ve ruhî bir haslet olduğunu, kalp ve ruhun da
ancak iman ile hayat bulabileceğini düşünürsek ortaya şu çarpıcı
gerçeğin çıktığını görürüz: Hayâ kelimesi, hayat kelimesiyle aynı
kökten gelmektedir. Bu da, hayânın ancak hayat ile mümkün olduğunu
gösterir. Şu halde hayâ, ancak iman ile hayat bulan bir kalp ve ruhta
vücut bulabilir.
Muvatta şarihi Zürkânî rh.a. bu konuda Hakîm Tirmizî'den naklen şöyle
der:
Kalp Allah'a imanla hayat bulduğu zaman onda hayâ da artar. Görmez
misin ki, hayâ duygusuna sahip bir kimse bir şeyden hayâ ettiği zaman
terler. Bu ter, ruhta coşan hayânın hararetinden ileri gelir. Hayânın
coşmasından ruh da coşkuya kapılır ve kişinin bedeni ve alnı terler.
Çünkü hayânın hakimiyeti yüzde ve göğüste tezahür eder. Bu, kişideki
İslâm'ın kuvvetinden kaynaklanan bir durumdur. Zira İslâm, nefsin
teslimiyetidir; din de nefsin boyun eğmesi ve inkıyad etmesidir. Bu
sebeple hayâ İslâm'ın ahlâkı olmuştur. Müslümanın hayâ ve tevazu sahibi
olması da bundandır. (Şerhu'z-Zürkânî ale'l-Muvatta, 4/323)
Hayânın mertebeleri
Yukarıda hayânın birçok mertebesi olduğunu ve bunların en üstününün,
kişinin, zahirde ve batında Allah Tealâ'dan hayâ etmesi olduğunu
belirtmiştik. Ebu Süleyman ed-Dârânî k.s. şöyle der:
İnsanlar şu dört derece üzere amel eder: Korku, ümit, ta'zim ve hayâ.
Bunlar içinde en şerefli mevki, hayâ üzere amel eden kimsenin mevkiidir.
Zira bu kimse, kendisini Allah Tealâ'nın her halükârda gördüğünü yakinen
bildiği için, hasenatından, günahkârların günahlarından hayâ ettiğinden
daha fazla hayâ eder. (Sühreverdî, Avârifu'l-Meârif, 516)
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in hayâyı, Kavminden (iyi tanıdığın ve
seni iyi tanıyan) salih bir kimseden hayâ ettiğin gibi Allah Tealâ'dan
hayâ etmendir. (Irakî: el-Muğnî -Tahrîcu Ahâdîsi'l-İhyâ- 1/172)
şeklinde tarif etmesi, şüphesiz ki hayânın en yüksek mertebesini ifade
etmekten çok, başlangıcını anlatmaktadır. Zira daha önce zikrettiğimiz
bir hadiste, Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmenin nasıl olması
gerektiği izah edilmişti.
Kullar karşısında hissedilmesi gereken hayâ duygusu, amelî ve kalbî
hayatta kemalâta doğru yükselişte yakîn arttıkça gerçek anlamını bulur
ve sahibini, az yukarıda Ebû Süleyman ed-Dârânî k.s.'den naklettiğimiz
mertebeye taşır.
Yine Ebû Süleyman ed-Dârânî k.s.'nin şu sözü bu noktayı işaret
etmektedir: Kul Rabbinden hayâ ettiği zaman hayrı tamamlamış olur.
(Ebû Nu'aym: Hilyetu'l-Evliya, 9/270)
Hayâ güzellik, hayâsızlık çirkinliktir
Hayâ sahibi bireylerden oluşan toplumsal hayatta faziletin en geçer akçe
olduğunu belirtmeye gerek duymuyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman
diliminde toplumları derinden etkileyen her türlü bunalımın ve küresel
felaketin temelinde, çıkarcı, fırsat düşkünü, utanmaz ve uslanmaz
bireyler bulunduğunu görmek zor değildir.
Hayatın hayâ ile ilişkisi koparıldığından beridir ki, aileden başlayıp
bütün toplum kesimlerine yayılan çürüme kalpleri ve ruhları öldürüyor.
Adına modernlik dediğimiz bu savrulma, insanı kendisinden, çevresinden
ve hatta Yaratıcısı'ndan uzaklaştırıyor.
Bilenler bildikleriyle, cahiller cehaletleriyle hayâyı hayattan kovuyor;
zira onlara bu hayatta var olmanın, fırsatçılıkla, yırtıcılıkla ve
medeni cesaretle mümkün olduğu söyleniyor. Böyle bir ortamda
güzellikten, faziletten, esenlikten ve huzurdan söz etmek elbette mümkün
değildir.
Kollarımızı makas gibi açarak haykırmanın vaktidir:
Edepsizlik ve çirkin söz girdiği yeri çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği
yeri güzelleştirir. (Tirmizî)
Kaynak: Semerkand dergisi, 08/2004
|